Ahmed Kalkan

Ahmed Kalkan

Web sitesi adresi: http://Ümraniye Kalemder
Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:37

YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)


- 661 -
Kavram no 193
Nimetler 24
Bk. Haram-Helâl
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)


• Yeme İçme, Müslüman İçin İbâdettir
• Kur’ân-ı Kerim’de Yeme İçme ile İlgili Âyetler
• Hadis-i Şeriflerde Yeme İçme
• Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı
• Haram Kılınan Yiyecekler ve Hikmeti
• İçkiler, Uyuşturucular ve Sigara
• Haram Kazanç Yolları
• İsraf
• Az Yemenin Faydaları
• Yemek Âdâbı
• Yiyecekleri/Rızkı Veren Allah'tır
• Yiyeceklerin Temizinden ve Helâlından Faydalanmak
“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz güzel/temiz rızıklardan (nimetlerden) yiyin, dedik. Hakikatte onlar sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı.” 3365
Yeme İçme, Müslüman İçin İbâdettir
İslâm, din işi dünya işi diye amelleri laiklikte olduğu gibi ikiye ayırmadığı için, belirli çerçeve içinde yapılma şartıyla her yapılan müspet işi ibâdet olarak kabul eder. İbâdetler iki çeşittir. Biri, namaz oruç gibi dinin rükûnları olan ve sadece Allah’a kulluk için yapılan, yani klasik anlamdaki ibâdetler, diğeri de bazı şartlarla ibâdet sevabı getirecek olan meşrû işler. Helâl rızık kazanmak ve kazanılan rızkı helâl ve meşrû şekilde nafakası üzerinde olan insanlarla beraber yemek, çeşitli yönlerden ibâdettir.
Namaz gibi bir ibâdete yardımcı olan şeyler ibâdetlerden sayıldığı gibi; Allah’ın râzı olduğu bütün ameller de ibâdet kapsamına girer. Bir diğer deyişle sâlih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması ibâdettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine uyma istemektedir. Yani Allah’a itaat mânâsı taşıyan her hareket ibâdettir. Helâl yollardan rızık temini için çalışmak da bir ibâdettir. Bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi; “Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 3366
Bedenî ve ruhî sıhhati büyük bir nimet olarak bildiren İslâm, korunmasını da ibâdet görevi kılmıştır. Yenecek şeyler ibâdete yardımcıdır. Din için lâzım olanlar
3365] 2/Bakara, 57
3366] İbn Kesir, c. 4, s. 397
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da dinden sayılır. Din için yemeğe de ihtiyaç vardır. Çünkü ilim, amel ve her çeşit ibâdet için vücudun sağlam olması gerekir. Vücudun sıhhati ise yiyip içmeden gerçekleşemez. Yiyip içmek, din için zaruridir; birçok yönden ibâdet sayılır. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “...Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin; sâlih amellerde (güzel davranış ve hareketlerde) bulunun...”3367 Bu âyette Allah “yemek” le “sâlih amel” arasını birleştirmiştir. Demek ki ilim öğrenip amel etmek ve âhiret yolunda ilerlemek için yemek yiyenin, yemesi ibâdet olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mü’minin her iyi işine sevap vardır. Hatta kendi ve ailesinin ağzına koyduğu lokmaya bile.”3368 Allah Rasûlüne, hangi kazancın daha helâl olduğu sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Kişinin elinin emeği ve hayırlı olan (mebrûr) alışveriştir.”3369 Yemenin sevap ve ibâdet olması için gereken şartlar şunlardır: Helâl olan yiyeceklerden ve helâl kazançla edinilen yiyecekten yemek, oburca ve israfa kaçmadan, ihtiyacı kadar yemek ve yemenin edeblerine dikkat etmek. 3370
Her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti, kendine has mutfağı vardır. İslâm’ın da özel bir mutfağı, yemek kültür ve âdâbı vardır. Müslüman kalmanın şartları arasında, İslâm kıyafetinin muhâfazası gibi, mutfağının da korunması icap eder. Kâmil manada müslüman olmak için İslâm mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile gayr-ı müslim mutfaktan beslenerek müslüman kalmak zordur, kendi kendisini aldatmaktır. İslâm mutfağında haram yiyecekler ve haramla elde edilmiş gıdalara yer yoktur. İslâm mutfağında sözgelimi, şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti, besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerat yoktur. İslâm, kendine has bir medeniyettir. Kur’an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece haram helâl konulara değil, en küçük âdâbına kadar her şeyini ele alır. Kendi hükmünü eksiksiz verir, bir başka kültürden taklit ve iktibasa yer bırakmaz. Müslümana, yeme içme ile hükümleri, sünnet ve edepleri öğrenip tatbik etmek düşer.
Kur’ân-ı Kerim’de Yeme İçme ile İlgili Âyetler
Yeme anlamına gelen “ekl” türevleriyle birlikte Kur’an’da 109 yerde geçer. İçme anlamına gelen “ş-r-b” kelimesi ise türevleriyle birlikte 39 yerde kullanılır. Kur’an’ın en uzun sûrelerinden birinin adı, “Mâide”, yani sofra’dır. Bu surenin baş tarafı, yiyecekle ilgili temel meseleri, haram ve helâl yiyecekleri açıklar. Kur’an’da yenilip içilmesi haram olan gıdalar sayılır, sayılan az miktardaki gıdaların dışındaki tüm yiyecek ve içeceklerin, bazı şartlara riâyet edilerek helâl olduğu belirtilir.3371 Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılmaya veya helâl kıldıklarını haramlaştırmaya kimsenin hakkı olmadığı belirtilir.3372 Kur’an’ın bu konuda vurgu yaptığı şeylerden biri, yenilecek gıdaların “helâl ve temiz” olmasının gereğidir.3373 Helâl olan gıdalar da olsa, yeme içme konusunda aşırılığa kaçıp israf etmeyi de Kur’an yasaklar. 3374
3367] 23/Mü’minûn, 51
3368] Buhâri, Kitab 2, hadis no: 2
3369] Ahmed bin Hanbel, 2/466, 4/141
3370] İmam Gazâli, Kimyâ-yı Saâdet, s. 193
3371] 6/En’âm, 119; 7/A’râf, 32
3372] 5/Mâide, 87; 6/En’âm, 140; 66/Tahrim, 1; 9/Tevbe, 37
3373] 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 88; 8/Enfâl, 69; 16/Nahl, 114
3374] 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 663 -
“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz güzel/temiz rızıklardan (nimetlerden) yiyin, dedik. Hakikatte onlar sadece kendilerine zulüm/kötülük ediyorlardı.” 3375
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin.” 3376
“Allah size ancak ölüyü (leşi), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Her kim bunlardan yemeye mecbur kalırsa, hiç kimseye saldırmadan ve sınırı aşmadan bir miktar yemesinde günah yoktur.” 3377
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şehâdet ile yemeniz için o malları hâkimlere (reislere, yetkili yöneticilere veya mahkeme hâkimlerine el altından) vermeyin.” 3378
“Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size merhamet edendir.” 3379
“Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz hâriç-, dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bunlar fısktır (yoldan çıkmaktır... Kim gönlünden günaha yönelmiş olmamak üzere, zaruret olarak, açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” 3380
“Kendileri için nelerin helâl kılındığını sana soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler size helâl kılınmıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğretip avcı hale getirdiğiniz hayvanların sizin için yakaladıklarından da yiyin ve üzerine Allah’ın adını anın (besmele çekin). Allah’tan korkun. Allah’ın hesabı pek çabuktur.” 3381
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilen (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir...” 3382
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” 3383
“Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş bulunduğunuz Allah’tan korkun.” 3384
“Ey iman edenler! Şarap(alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp
3375] 2/Bakara, 57
3376] 2/Bakara, 168
3377] 2/Bakara, 173
3378] 2/Bakara, 188
3379] 4/Nisâ, 29
3380] 5/Mâide, 3
3381] 5/Mâide, 4
3382] 5/Mâide, 5
3383] 5/Mâide, 87
3384] 5/Mâide, 88
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” 3385
“Hem size, hem de yolculara fayda olmak üzere deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı. İhramlı olduğunuz müddetçe kara avı size haram kılındı. Huzuruna toplanacağınız Allah’tan korkun.” 3386
“Allah’ın âyetlerine iman ediyorsanız, yalnızca Allah’ın adı anılarak kesilen şeylerden (hayvanlardan) yiyin.” 3387
“Üzerine Allah’ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin; bunu yapmak fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır...” 3388
“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar, gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak değillerdir.” 3389
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde zînetli elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” 3390
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) zîneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (kâfirlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” 3391
“...O peygamber, onlara ma’rûfu emreder, münkerden nehy eder, onlara temiz (ve güzel) şeyleri helâl, pis (ve zararlı) şeyleri haram kılar...” 3392
“Allah, içinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için, denizi emrinize verendir... (Bütün bunlar) O’nun lutfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir. “ 3393
“Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin. Eğer (gerçekten yalnız) Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.” 3394
“Diliniz yalana alışmış olduğu için her şeye ‘bu helâldir, bu da haramdır’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” 3395
Hadis-i Şeriflerde Yeme İçme
“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden
3385] 5/Mâide, 90-91
3386] 5/Mâide, 96
3387] 6/En’âm, 118
3388] 6/En’âm, 121
3389] 6/En’âm, 140
3390] 7/A’râf, 31
3391] 7/A’râf, 32
3392] 7/A’râf, 157
3393] 16/Nahl, 14
3394] 16/Nahl, 114
3395] 16/Nahl, 116
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 665 -
fazlasına yemek koymasın).” 3396
“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” 3397
“Ey Ebû Zer! Yemeği ve konuşmayı azalt ki, cennette benimle beraber olasın.” 3398
“Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 3399
“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır.” 3400
“Alkollü içkiler devâ değil; derttir.” 3401
“Allah sizin için haram kıldıklarında şifâ yaratmamıştır.” 3402
“Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 3403
Allah yolunda infak edilen nimet, uhrevî hayat için tam bir yatırımdır. Yenilip gidenin faydası az olacak ve eseri de kaybolup gidecektir. Allah yolunda dağıtılan ise, 16/Nahl suresi, 96. âyette belirtildiği gibi ebedî olacaktır. Bu konuda bir hadis-i şerif şöyledir: Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Ashâb, bir koyun kesmişti. Bu sırada bir dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da verdiler. Geriye yine de et kaldı. Rasûlullah (s.a.s.) sordu: “Koyundan geri ne kaldı?” ‘Sadece omzu kaldı’ dediler. Peygamberimiz ise: “Omuzu hâriç geri tarafı kaldı!” buyurdu. 3404
Yemek Âdâbıyla İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
a- Besmele ile başlamak: “Sizden kim bir şey yerse ‘bismillâh (Allah’ın adıyla)’ desin. Başlarken söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle desin: ‘Bismillâhi fî evvelihî ve âhirihî (başında da sonunda da bismillâh).” 3405
Hz. Âişe annemiz anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), ashâbından altı kişi ile birlikte yemek yiyordu. Derken bir bedevî geldi. (Besmele çekmeksizin) iki lokmada yiyecekleri yutuverdi. Rasûlullah: “Eğer bu adam besmele çekseydi yemek hepinize
3396] Tirmizî, Zühd 47 –2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3349-; Kütüb-i Sitte, 11/131; Riyâzu’s Sâlihîn, Açlığın Fazileti Bâbı, hadis no: 26
3397] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
3398] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 4238; Keşfu’l Hafâ, h. no: 3278
3399] Câmiu’s Sağîr, 1/13
3400] Buhâri, İman 45; Müslim, Müsâkat 107; Nesâi, Büyû 4431; Tirmizî, Büyû 1219; Ebû Dâvud, Büyû 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
3401] Câmiu’s Sağîr, 1/72
3402] Tâc, c. 3, s. 212
3403] Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361
3404] Tirmizî, Kıyâmet 34 –2472-; K. Sitte, 11/141
3405] Ebû Dâvud, Et’ıme 16, 3767; Tirmizî, Et’ıme 47, 1859; K. Sitte, c. 11, s. 97
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeterdi!” buyurdu. 3406
Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbı dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz yiyoruz, ancak bir türlü doymuyoruz (ne yapalım)?” Bunun üzerine Rasûlullah: “Ayrı ayrı yiyor olmayasınız?” diye sordu. “Evet” dediler. Rasûlullah da şöyle buyurdu: “Öyleyse yemeğinizde toplanın (bir sofra kurarak hep beraber yiyin), yemeğe Allah’ın ismini zikrederek (bismillâhirrahmânirrahîm diyerek) başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz, hakkınızda mübârek/bereketli kılınır.” 3407
b- Sağ elle yemek: “Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer.” 3408
Rasûlullah’ın yanında bir adam sol eliyle yemek yiyordu. Rasûlullah ona: “Sağınla ye!” diye emretti. Adam: “(Sağ elimle) yiyemiyorum!” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Yiyemez ol! Onu böyle demeye kibri sevketti!” buyurdu. Bundan sonra o adam (sağ) elini ağzına kaldıramadı. (Bu adamın sahâbelerden Büsr bin Râî el-Îr olduğu belirtilir.) 3409
Ömer İbn Ebî Seleme (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah’ın terbiyesinde bir çocuktum. Yemekte elim, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Rasûlullah (s.a.s.) bana ikazda bulundu: “Evlât! Allah’ın ismini an, sağınla ye, önünden ye!” Bundan sonra hep böyle yedim.’ 3410
c- Yemeğin ortasından değil; kenarlarından itibaren yemek: “Bereket yemeğin ortasına iner. Öyleyse kenarlardan (başlayarak) yiyin, ortadan yemeyin.” 3411
d- Yemekten önce ve sonra el ve ağzı yıkamak: Hz. Selmân (r.a.) anlatıyor: ‘Tevrat’ta okudum: ‘yemeğin bereketi, yemekten sonra (el ve ağzı) yıkamadadır’ diyordu. Bunu Rasûlullah’a (s.a.s.) söyledim. “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonraki yıkamalardadır!” buyurdu.’ 3412
“Şeytan muhakkak ki hassastır, cidden pek hassastır. Kendinizi ondan sakındırın. Kim elinde et kokusu olduğu halde geceler, sonra da kendisine bir fenalık ulaşırsa, sakın ha kendisinden başkasını suçlamasın.” 3413
“Kim evinde Allah’ın bereketini arttırmasını istiyorsa, yemek hazırlandığı ve kaldırıldığı zaman abdest alsın (ellerini yıkasın)” 3414
e- Beğenilmeyen yemek hakkında söz etmemek: “Rasûlullah (s.a.s.) hiçbir vakit, herhangi bir (helâl olan) yemeğe laf etmedi; iştah duyduğu bir yemekse yerdi, hoşuna gitmeyen bir yemekse terk ederdi (yemezdi).” 3415
3406] Tirmizî, Et’ıme 47, -1859-; Küt. Sitte, c. 11, s. 97
3407] Ebû Dâvud, Et’ıme 15, -3764-; İbn Mâce, Et’ıme 17, -3286-; K. Sitte, c. 11, s. 98
3408] Müslim, Eşribe 106, -2020-; Ebû Dâvud, Et’ıme 20, -3776-; Tirmizî, Et’ıme 9, -1801-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 5, -2, 922, 923-; K. Sitte, 11/102
3409] Müslim, Eşribe 107, -2021-; K. Sitte, 11/102
3410] Buhâri, Et’ıme 2, 3; Müslim, Eşribe 108 -2022-; Ebû Dâvud, Et’ıme 20 -3777-; Tirmizî, Et’ıme 47 -1858-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 32 -2, 934-; K. Sitte, 11/103
3411] Tirmizî, Et’ıme 12 -1806-; Ebû Dâvud, Et’ıme 18 -3772-; K. Sitte, 11/106
3412] Ebû Dâvud, Et’ıme 12, -3761-; Tirmizî, Et’ıme 39 -1847-; K. Sitte, 11/118
3413] Tirmizî, Et’ıme 48 -1861-; Ebû Dâvud, Et’ıme 54, 3852-; K. Sitte, 11/118
3414] Tirmizî, Et’ıme 39, 45
3415] Buhâri, Et’ıme 21, Menâkıb 23; Müslim, Eşribe 187 –2064-; Ebû Dâvud, Et’ıme 14 –3763-; Tirmizî, Birr 84 –2032-; K. Sitte, 11/134
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 667 -
f- Yemekten sonra ağız ve dişlerini temizlemek: “Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler.” 3416
“Eğer mü’minlere meşakkat verecek olmasaydım, onlara her namaz sırasında misvak kullanmayı emrederdim.” 3417
Su İçme Âdâbı ile İlgili Hadis-i Şerifler
“Bir şey içmeye başlarken besmele çekiniz.” 3418
“Bir kimse bir şey içtiği zaman sağ eliyle içsin, muhakkak şeytan sol eliyle yer içer.” 3419
“Bir şey yiyen veya içen, sağ eliyle yesin ve içsin.” 3420
“Muhakkak üç nefeste içmek, daha kandırıcı, zararsız ve boğazdan daha kolay akıcıdır.” 3421
“Bir kimse, bir şey içerken kabın içine hohlamasın.” 3422
“Rasûlullah (s.a.s.) bir şey yiyip içtiğinde ‘elhamdü lillâh’ derdi.” 3423
Yiyeceklerin Helâl ve Haramlığı
İslâm, beden ve ruh sağlığına büyük çapta önem vermiş, sıhhati korumayı ibâdet kabul etmiş, sağlığı zedeleyici özelliği bulunan maddelerin eğlence, gıda ve tedavi için alınmasını haram kılmıştır.
Yiyecek ve içecekler konusunda tarih boyunca toplumların ve bazı filozofların düşünce ve davranışları farklı olmuştur; bunları ifrat, tefrit ve itidâl ölçüleri içinde toparlamak mümkündür. Hayvanın da insan gibi can taşıdığını, kıymaya hakkımız bulunmadığını ileri sürerek et yemeyi haram sayan Brehmenler ile bazı filozoflar ifrâta gitmişlerdir. “Vejetaryen” denilen et yemeyen, eti kendine haram sayan anlayış da bazı çevrelerce bir ayrıcalık ve inanç gibi değerlendirilir. Umumiyetle bitkiler, hayvan ve insanlar için; hayvanlar, bazı hayvanlar ile insanlar için; insanlar ise Allah'a kulluk için yaratılmıştır; tabiî nizam budur.
Brehmenler, tefrit yönünü alırken ifrâta kaçanlar da olmuştur: “Ağızdan giren değil; çıkan onu pisler” diyen Pavlos’a dayanarak yeme içme sınırını çok geniş tutan hıristiyanlar da aşırıya sapmışlardır. Meşrû yoldan elde edilen temiz ve faydalı şeyleri helâl kılan İslâm ise itidâli temsil etmektedir. 3424
Haram Kılınan Yiyecekler ve Hikmeti
Kur’ân-ı Kerim’de haram olan yiyecekler, bazı âyetlerde özetlenerek, bâzısında ise teferruâta girilerek ifade edilmiştir. Birinci çeşit âyetlerde “boğazlanmadan ölmüş (murdar) hayvan, vücuttan akmış kan, domuz ve Allah’tan başkası adına
3416] Buhârî, Savm 27; Nesâî, Tahâret 4; İbn Mâce, Tahâret 7
3417] Buhâri, Cum’a 8; Müslim, Tahâret 42
3418] Tirmizî, Eşribe 13; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 5/426
3419] Müslim, Eşribe 105, 106; Ebû Dâvud, Et’ıme 19; Tirmizî, Et’ıme 9
3420] Dârimî, Et’ıme 9; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 2/325); Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 9
3421] Müslim, Eşribe 123
3422] Buhârî, Eşribe 25, Vudû 18; Müslim, Tahâret 63
3423] Ebû Dâvud, Et’ıme 52; Dârimî, Et’ıme 3
3424] 2/Bakara, 168
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kesilmiş hayvanlar”3425 olmak üzere haram yiyecekler dört adettir. “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz- boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olanlar, dikili taşlar üzerine boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fâsıklıktır.”3426 Bu âyette etleri haram olan hayvanların on çeşit olduğunu görüyoruz. Ancak bunlardan beşinci ilâ dokuzu arasındakiler, “boğazlanmadan ölmüş hayvan” mefhumuna dâhildir. Dördüncü ve onuncusu ise, “Allah’tan başkası adına kesilen” nevi içinde yer almaktadır.
Allah ve Rasûlü, bazı yiyecek ve içecekleri, bazı giyecekleri, bir kısım iş ve davranışları haram kılmış, yasaklamışlardır. Bunların bir kısmının hikmetini, haram kılınış sebeplerini açıklamışlar, bazılarını ise açıklamamışlardır. Açıklanan ve deneyerek zararlarını anladığımız nice haram ve yasaklardan uzaklaşmanın, birey ve toplum halinde insanların faydasına, iyiliğine olduğunu, ebedî saâdetlerini hedef aldığını görünce, insaflı bir düşüncenin şu neticeye varması zarûrî oluyor: “Aklımız ve bilgimizin kavrayabildiği bunca haramda, bu ölçüde büyük hikmet ve faydalar olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen diğer yasakların da –şimdilik bilgimiz dışında kalan- hikmetleri olacaktır.”
İnsanların yasaklama ve engellemeleri -en azından başlangıçta- zararı çekmeden önce değil; zararı denedikten ve acıyı çektikten sonra olabilmektedir. İnsanın ruh ve beden sağlığı üzerindeki çalışmalar, insanlık tarihi kadar eskidir. Meselâ bin yıllık âmiyâne tecrübe ve otuz yıllık da ilmî araştırma sonunda bir yiyecek veya içeceğin insan sağlığı için zararlı olduğu anlaşılırsa, bu zarar bu kadar uzun bir zaman sineye çekilmiş olmaktadır. Daha önce aynı şekilde bilmek imkânı olsaydı elbette tedbirler de o zaman başlayacak, zarar asgariye inecekti. Durum böyle olunca ihtimaliyet hesabı -bilimsel ölçülere göre zararını bilemediğimiz, fakat- ciddî (müslümanlar açısından en temel) bir kaynağın zararlı veya haram olduğunu bildirdiği şeyden çekinmemizi gerektirir.
Böyle bir ihtimali hiçe saymak ve zararını bilimsel olarak bilemediğimiz bir şeyi sakınmadan yemek için insanlığın, bilinebilecek her şeyi bilmiş, meçhûlü kalmamış olması gerekir. Hâlbuki doğu ve batının ilim adamları, insanlığın bildiğinin, bilmediği yanında denizden bir damla, güneşten bir ışıncık kadar olduğunu itiraf etmektedirler.
Bu genel değerlendirmeden sonra, haram yiyecekleri teker teker ele alabiliriz:
1- Kendiliğinden ölmüş -murdar- hayvan (meyte): Meyte’den maksat, insanlar tarafından yenilmek üzere kesilerek öldürülmüş olmayıp müdâhalesiz ölen kara hayvanıdır. Haram kılınış hikmeti için şunlar kaydedilebilir:
a- Tarih boyunca insanlar bundan tiksinmiş ve bütün semâvi din sâlikleri böyle hayvanları yememişlerdir.
b- Müdâhalesiz ölen hayvanlar, genellikle şiddetli zayıflık, zehirlenme ve mikrobik hastalıklar sebebiyle ölürler. Bunların yenmesi tehlikeli neticeler doğurabilir.
3425] 2/Bakara, 172-173; 6/En’âm, 145
3426] 5/Mâide, 3
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 669 -
c- İnsanlar bu hayvanları yemeyince yaşayan kuşlar ve hayvanlar gıda bulma imkânına kavuşurlar.
d- Murdar ölen hayvanı yiyemeyeceğini bilen sahibi, onun bakım ve tedavisine dikkat eder, kendi haline bırakmaz.
2- Akmış Kan: Hayvan şer’î usulüne göre boğazlanınca vücuttaki kanın büyük bir kısmı dışarıya akar; az bir miktar da ince damarlarda kalır. İşte bu dışarıya akan kanı yemek, içmek haramdır. İnce damarların içinde, dalak, ciğer gibi organlarda kalan kan ise akmış sayılmadığından, et ve sakatat ile birlikte yenilebilir.
3- Domuz: Domuz, doğası gereği pislik, ekşimiş, kokuşmuş nesneler yiyen, pislik içinde yüzen bir hayvandır. Bu sebeple de eti, başta trişin ve tenya olmak üzere birçok mikroba yuvalık etmektedir. Bu hayvanı özel bakıma tâbi tutmak ve etini tıbbî kontrolden geçirmek suretiyle muhtemel zararın önlenebileceği iddiasına karşı iki şey söylenebilir:
a- Bu tedbirler her zaman, her yerde ve her yiyen tarafından alınamaz, alınamamıştır.
b- Genel değerlendirmede de işaret edildiği üzere, domuzun haram kılınmasının hikmeti, bizim bugüne kadar bildiklerimizden ibaret değildir. Dün bilinmeyenler bugün biliniyor; yarınlar da bugünün meçhullerini –kısmen de olsa- aydınlığa kavuşturacaktır.
4- Allah’tan Başkası Adına Kesilenler: İnsan hayatına ancak Allah Teâlâ son verir. Hayvanların hayatına son vermek, yine Allah’ın kudreti ve irâdesiyle olmakla beraber insanlar, faydalanmak için öldürme fiilini işlerler. Bu faaliyete izin veren de Allah Teâlâ’dır. Hayvanı öldürürken O’nun ismini anmak, bu izni tazelemek, ölümün O’nun kudret ve irâdesiyle olduğunu hatırlamaktır. Putlara, uydurma mâbutlara kesilen, bunların adı anılarak boğazlanan hayvanlar yenmez; çünkü yaratan ve öldüren Allah’tır. Putlara ve tanrılaştırılan liderlere kesilen hayvan, O’nun iznine ve ismine dayanmamıştır. Bu yasak, aynı zamanda putperestliğin kökünü kazımak ve tevhidi perçinlemek hikmetini taşır.
5- Meyte Sayılanlar: İlgili âyet, boğazlanmadan, başka sebeplerle öldürülen ve ölen hayvanların da yenmeyeceğini ifade ediyor. Bunların haram oluş hikmeti, meyteninki ile ortaktır. Ayrıca hayvan artığını yemek, insanın yüce vasıflarına ters düşmektedir.
6- Diğer Kara Hayvanlarından Helâl ve Haram Olanlar: Yukarıda meâli verilen âyet, sarih ve kesin olduğu için âlimler, zikredilen dört şeyin haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Bunların dışında kalan hayvanlara gelince: Kur’an’da Rasûl-i ekrem’i kast ederek “onlara temiz şeyleri helâl kılar, pis şeyleri de haram kılar.”3427 buyrulur. Burada pis şeyler diye tercüme edilen “el-habîs”in tefsirinde müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bazı müctehidlere göre habîs, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarıdır; yani haram oldukları hakkında âyet veya hadis bulunan şeylerdir; Bu sebeple haşarât, kurbağa, yengeç, kaplumbağa gibi hayvanlar haram değildir.
Ebû Hanîfe, Şâfiî gibi müctehidlere göre ise, “habîs”, umumiyetle insanların
3427] 7/A’râf, 157
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(veya Kur’an inzâl olduğu sırada Arap toplumunun) tiksindiği, iğrendiği şeylerdir; dolayısıyla yukarıda sayılan canlılar ve benzerleri haramdır. Pislik ve leş yiyen hayvanlar da “habîs”ler içinde değerlendirilmiştir. Hz. Peygamber, Hayber günü ehlî eşek etini yasaklamıştır.3428 Bu nass sebebiyle cumhûra göre ehlî eşek ve katır haramdır. At, Ebû Hanîfe’ye göre helâl değildir, İmameyn’e ve Şâfiî’ye göre helâldir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) “Bütün köpek dişli yırtıcılar ile yırtıcı pençesi olan kuşları yemeyi” yasakladığı rivâyet edilmiştir.3429 Hanefîler, bu hadiste geçen “sibkâ” kelimesini et yiyenler şeklinde anlamışlar ve bu çeşit hayvanları haram saymışlardır. İmam Şâfiî “insanlara saldıran ve parçalayan” şeklinde anladığı için tilki ve çakalı istisnâ etmiştir. İmam Mâlik, yırtıcılar için haram yerine, mekrûh tabirini kullanmıştır.
7- Deniz Hayvanları: Ulemânın ekseriyeti, deniz hayvanlarının tümünün helâl olduğu görüşündedirler. Ancak karada yaşayan ve yenmesi haram olan insan ve domuz, köpek, ayı gibi hayvanların ismini taşıyan deniz hayvanlarında ihtilâf etmişler; bazıları bunların helâl olmadığını ifade etmiştir. İmam Mâlik’e göre yalnızca deniz domuzu mekruh; diğerleri helâldır. Deniz hayvanları için helâl sınırını çok geniş tutan bu görüşün delili âyetlerdir: “Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah’ın bol nimetinden faydalanmanız için denize –ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O’dur...” 3430
Hanefîlere göre, deniz hayvanlarından yalnızca -bütün çeşitleriyle- balık helâldır. Bu hayvanın boğazlanması gerekmez. Kendiliğinden ölen yenmez. Dalga, taş, havasızlık, avlanma gibi sebeplerle öleni yenir, diğer deniz hayvanları ya iğrençtir yahut da -boğazlanmadığı için- meyte hükmündedir.
İçkiler, Uyuşturucular ve Sigara
Dilimizde içki, Arapçada “hamr” ve “müskir” kelimeleri, içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaktadır. İslâm dini, bütün sarhoşluk veren içkileri haram kılmış, içmeyi yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Şarap (alkollü içkiler), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten/hatırlayıp anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçersiniz değil mi?” 3431
Âyet, içki yasağının hikmetini özlü olarak ifade etmektedir. Bugün tıp dünyası, içkinin insan sağlığına verdiği zarar üzerinde ittifak halindedir. İstatistikler ile bazı devletlerin zaman zaman teşebbüs ettiği içki yasağı, bunun, iktisadî, sosyal ve ahlâkî zararlarının en açık delilleridir. Peygamberimiz de içkinin dünya ve âhiret zararlarından bahsetmiş ve içkinin çirkinliğini belirtmiştir. “Allah, alkollü içkileri içen kişiye Cehennem’de azab göreceklerin irinlerini içirmeye and içmiştir.” 3432
“...İçki içme. Çünkü içki, bütün şerlerin/kötülüklerin anahtarıdır.” 3433
Peygamberimiz (s.a.s.) sadece içkiyi yasaklamakla kalmamış; içki
3428] Buhâri, Megâzi 38; Zebâih 27, 28; Müslim, Nikâh 30
3429] Müslim, Sayd 15, 16; Ebû Dâvud, Et’ıme 32; Tirmizî, Sayd 9-11
3430] 5/Mâide, 96
3431] 5/Mâide, 90-91
3432] Tâc, c. 3, s. 145
3433] İbn Mâce, hadis no: 4034
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 671 -
içenleri bizzat cezalandırmıştır. Sahih-i Müslim’de bu husus şöyle rivâyet edilir: “Hz. Peygamber’e içki içmiş bir sarhoş getirildi. Peygamber ona yaprakları soyulmuş iki hurma değneği ile 40 kadar sopa vurdu.” 3434
Her sarhoş eden içki hamrdır ve haramdır. İslâm ulemâsına göre, azı veya çoğu sarhoşluk veren her içki, âyette geçen “hamr” mefhûmuna dâhildir ve haramdır. Bir soru üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.): “Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr haramdır.”3435 buyurması bu hükmün sağlam delilidir.
Çoğu Sarhoş Edenin Azı da Haramdır: Sarhoşluk veren içkiler, zamanla alışkanlık ve bağımlılık sağladığı için az içenin giderek çoğa kaçtığı, önceleri az tesir ederken alışkanlık arttıkça aynı miktarın tesir etmediği görülmektedir. Bu sebeple içkiyi önlemenin en kesin yolu, azını ve çoğunu yasaklamaktır. İşte dinimiz de aynı yoldan yürüyerek çoğu sarhoş eden içkinin azını içmeyi de menetmiş, haram kılmıştır. İslâm müctehidlerinin büyük ekseriyeti, bu hükümde birleşmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Çoğu sarhoş eden şeyin bir avucu da haramdır.” 3436
Kendisi içki içmese bile içki içilen bir masaya, içki içilen bir yere girip oturmak da haramdır. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse, üzerinde içki içilen sofraya/masaya asla oturmasın!” 3437
İçki Ticareti: Alkollü içkileri içmek yasak olduğu gibi, üzüm veya arpasını şarap veya bira fabrikalarına satan, onun nakliyesini yapan, dükkânında içki satan, aracı olan, içkiye direkt ve dolaylı vesile olan kimse de lânetlik bir haram işlemiştir. “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” 3438
Alkollü İlaç ile Tedâvi: Birisi Rasûl-i Ekrem’e şarabı sordu. O da onu menetti. Soran adam: ‘Ben onu yalnızca ilâç ve tedâvi için yapıyorum’ deyince de: “O ilâç değil; derttir.”3439 buyurdu. Bu mealde olan hadislere dayanan âlimler, sarhoşluk veren içkilerin tedâvide kullanılmasını da câiz görmemişlerdir. Ancak, bu hüküm normal durumlara aittir. Eğer başkası bulunmadığı için içki veya alkollü ilâcı uzman ve müslüman bir doktor bir hastaya yazarsa, burada zarûret prensibi işler ve tedavi câiz olur.
Uyuşturucu Maddeler: Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler, alkollü içkilerin tesirini de fazlasıyla taşımaktadırlar. Zararları da bu etki ölçüsünde fazladır. İslâm’ın ana kaynakları helâl ve haram olan şeylerin bir kısmını zikretmiş, geri kalanların haram ve helâl kılınma illetini taşımalarına göre hükme bağlanmasını istemiştir. Şu halde haram hükmünün illetini (sarhoş etme, uyuşturma) taşıyan bütün maddeleri vücuda almak haramdır.
Sigara ve Benzeri: Tütün, 15. Asırdan sonra yeni dünyadan İslâm ülkelerine girmiş, o zamandan beri de İslâm ulemâsı tütünün hükmü üzerinde durmuşlardır.
3434] Müslim; S. Müslim Ter. M. Sofuoğlu, c. 5, s. 306
3435] Müslim, Eşribe 73-75; Buhârî, Edeb 80, Ahkâm 21
3436] Tirmizî, Eşribe 3; Ebû Dâvud, Eşribe 5; Nesâi, Eşribe 25
3437] Tirmizî, Edeb 43; Ebû Dâvud, Et’ıme 18
3438] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
3439] Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvud, Tıb 11
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- Tütünün mubah olduğunu söyleyenler, zararı olmadığı ve Şârî’ tarafından men edilmediği deliline dayanmışlardır. Hâlbuki:
a- Sigaranın zararı, bugün ilmen kesin olarak bilindiği için zararsız denemez.
b- Şârî’in men etmediğini söylemek de isabetli değildir. Çünkü Şârî’ her haramı ismen zikretmemiştir. Hüküm kaynakları yalnız sarîh ve hususî nasslar değildir. Nasslarda geçenlerin haram kılınış sebeplerine (illetlerine) bakılarak yapılan kıyaslar ve diğer istidlâl yolları vardır.
2- Sigara içmek mekruhtur diyenlerin dayanağı, kıyasla sabit bir hükme “haram” demekten çekinmeleri ve sigaranın zararları hakkında kesin bilgi sahibi olmamalarıdır.
3- Sigara içmek (özellikle tiryakilik) haramdır diyenlerin mesnedi zarar, israf ve nafaka mükellefiyetidir. Zarar: Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vermektedir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır.”3440 buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...”3441; “kendinizi öldürmeyin...”3442 buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin”3443 âyeti ile “Peygamber (s.a.s.) malın boşa harcanmasını yasakladı”3444 hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya para vermek haramdır.
Netice olarak denebilir ki: Bu üç sebepten birisinin gerçekleştiği yer, zaman ve durumda sigara içmek haramdır. Bunlar gerçekleşmez ise mekruhtur. Her iki durumda da sigaranın içilmemesi, terkedilmesi dince gereklidir. Nargile ve enfiye gibi alışkanlıkların hükmü de sigara alışkanlığı gibidir. 3445
Rabbimiz’in âyetleri ve Peygamberimiz’in açıklamaları ile belirlenen bütün bu haramlar, şüphesiz, mü’minlerin sağlığını koruma hikmetine dayanmaktadır. Bu yasaklara uymanın, -hâşâ- Allah’a bir katkısı olmaz, O âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın hududuna riâyet edip haram ve helâllere itaat, insana dünya ve âhirette çok şey kazandıracaktır.
Yukarıda açıklanan maddeler dinimizde yasaklandığı gibi, İslâm’da kişinin hastalanması ve ölümüne sebep olabilecek zehirli, uyuşturucu ve zarar verici her çeşit maddeleri kullanmak, bunları yemek ve içmek de haram kılınmıştır. Sigara gibi zararları tıbben sâbit olmuş maddeleri kullanmak din açısından mahzurludur. Mü’minler, dinlerini koruyabilmek için helâllığı ve haramlığı şüpheli olan maddelerden de kaçınmakla yükümlüdürler. “Sana şüphe vereni bırak; Sana kuşku vermeyene sarıl! Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.”3446 buyuran Peygamberimiz’in bu konudaki emir ve tavsiyesi şöyledir: “Muhakkak helâl bel3440]
Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17
3441] 2/Bakara, 195
3442] 4/Nisâ, 29
3443] 7/A’râf, 31
3444] Buhâri, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14
3445] Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 33-53
3446] Tirmizî, Sıfatu’l Kıyâmet 22 -2637-; Nesâi, Eşribe 50 -5677-; Dârimî, Büyû 2 -2535-
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 673 -
li, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır.” 3447
Doktorların, özellikle mü’min ve uzman doktorların, hastaları için sakıncalı görüp yasakladıkları maddelerin hastalar tarafından yenilip içilmesi de haramdır. 3448
Haram Kazanç Yolları
Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıda maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdalarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, helâl ve temiz gıdalardan yememizi emretmiş, maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdalar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 3449
Haramla beslenen kimse, Allah’tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?”3450 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 3451
Allah’a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları
3447] Buhâri, İman 39 -45-; Müslim, Müsâkat 20 -107-; Nesâi, Büyû 2 -4431-; Tirmizî, Büyû 1 -1219-; Ebû Dâvud, Büyû 3 -3329-3330-; İbn Mâce, Fiten 14 -3984-
3448] 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
3449] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
3450] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
3451] Tirmizî, Sıfatu’l Kıyâmet, 2640
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hemen yakalayıverdi.” 3452
Haram kazanç yollarının en belirginleri şunlardır:
a- Fâiz: “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticaret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysaki Allah, ticareti helâl, fâizi haram kılmıştır...” 3453
b- Karaborsacılık (İhtikâr): “İhtikâr (karaborsacılık) yapan mel’ûndur.”3454; “Fiyatını arttırmak gayesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” 3455
c- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana verene ve aracı olana Allah lânet etsin!” 3456
d- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.” 3457“Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.” 3458
e- Hileli ticaret ve eksik tartıp ölçme: “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...”3459; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” 3460
f- İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç: “İçki içilmesini yasaklayan Allah Zülcelâl, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.”3461; “Çirkin iş ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.”3462; “Kazancın en şerlisi zina bedelidir.” 3463
g- Hırsızlık, gasp: “Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” 3464
Helâl ve temiz yiyeceklerden de olsa, vücut sağlığını zedeleyecek derecede, oburca, yani israfa kaçan şekilde yiyip içmek de haramdır. Helâl yiyecekleri harama dönüştüren israf hakkında kısa bilgi vermeye çalışalım:
İsraf
“İsraf”ın kelime anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı olmak demektir. İhtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık
3452] 16/Nahl, 112-113
3453] 2/Bakara, 275
3454] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2893
3455] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896
3456] Câmiu’s Sağîr, 2/124
3457] İbn Mâce, hadis no: 2443
3458] İbn Mâce, hadis no: 2442
3459] 83/Mutaffifîn, 1-6
3460] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160
3461] Müslim, hadis no: 930
3462] 24/Nûr, 19
3463] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
3464] 4/Nisâ, 29-30
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 675 -
yapmak gibi anlamlara da gelir. Her türlü haddi (sınırı) aşmak, insanın ve onun içinde yaşadığı toplumun dengesini bozar, onları huzursuzluğa götürür. İster yeme içmede veya harcamalarda aşırılık olsun, isterse davranışlarda aşırılık olsun sonuç aynıdır.
Kur’an-ı Kerim, aşırıya kaçan, harcamalarında, yeme içmelerinde ve davranışlarında dengeyi kaçıran kimselerin yaptıklarını hoş görmemektedir. İsraf, sapmaların, bozulmaların, haksızlıkların, bozgunun kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir.
Günlük yaşayışında ellerindeki malı, serveti, imkânları veya parayı gereksiz yere harcayanlar, yeme ve içmede aşırı gidenler; sınırı aşanlardır, aşırı gidip dengeyi bozanlardır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide (gidişinizde) ziynetlerinizi alın (uygun elbise giyin). Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”3465 Buradaki ‘israf’ hem yiyecek ve eşya kullanımında aşırılık, hem de Allah’ın koyduğu helâl ve haram ölçüsüne uymamak anlamındadır. Kendini açlığa ve çıplaklığa alıştırarak veya helâl olan şeyleri kendine haram kılarak Allah’ı memnun edeceğini sananlar da önemli bir aldanış içindedirler. Allah, böyle haramı helâl, helâlı haram yapan müsrifleri (sınırı aşanları) sevmez. Öyleyse insanlar, Allah’ın nasip ettiği helâl yiyecekleri ve eşyaları kullanacaklar, güzel ve süslü elbiseler giyecekler; ama israf etmeyecekler, ölçüde ve eşya kullanımında aşırıya kaçmayacaklar. Allah’ın ölçüsüne göre, süslü elbise giymek günah değil; bilakis helâlı haram, haramı helâl sayma günahtır.
İsrafın ikinci anlamı savurganlıktır. Dünya nimetlerini Allah insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzusunu da insanın içerisine koyan yine Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın hem hakkıdır, hem de şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetleri yiyecek, ama nimeti vereni de bilecek.
Savurganlık anlamındaki israf yasağı çok güzel bir ekonomik dengedir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.
Kur’an, hem aşırı harcamayı hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmez. İkisi arasında orta bir tutum tavsiye eder.”Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma). Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.”3466 Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 3467
İnsana emanet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arasındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı da engeller; infak ve sadaka ahlâkını köreltir. Hâlbuki infak kurumu yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder; sadaka kurumu ise insanlardan
3465] 7/A’râf, 31
3466] 17/ İsrâ, 29
3467] Buhârî, Libas 1, 7/182; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605, 2/1192; Nesâi, Zekât 66; K. Sitte, 16/361
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muhtaç olanları sıkıntıdan kurtarmayı sağlar.
Mülk aslında Allah’a aittir. İnsana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helâl yoldan kazanıp helâl yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin haklarını verenler, israf etmeyenler mal konusundaki imtihanı kazanırlar. 3468
İsrafı haram sayan dinimiz, yeme içmede azla yetinmeyi, kanaat sahibi olmayı teşvik etmiştir.
Az Yemenin Dindeki Önemi ve Faydaları
Az yemede, kalbin (gönlün) safası, inceliği, hassâsiyeti vardır. Gönlün Hakk’a bağlılığı artar. Çok yemede kalp katılığı oluşur; giderek kalbin nuru kaybolur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyin. Fazla suyun ekinleri öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür.” “Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), karnını tamamen doyurmaz ve şöyle buyururdu: “Mü’min, karnını tamamen doyurmaz.”3469 Az yemek, insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu giderir. Nefis, açlıkla kırıldığı kadar hiç bir şeyle kırılmaz. Çok yiyenin gafleti artar. O yüzden Peygamberimiz (s.a.s.) az yeme hakkında ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur: “Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).”3470; “Çok yemek (nefse) kötülüktür. Ey Ebû Zer! Yemeği ve konuşmayı azalt ki, cennette benimle beraber olasın.” 3471
Bu hadis-i şerifte mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan zarfa benzetilmekte, böylece değer itibariyle düşürülmektedir. Zira kap ve zarf, gaye değil; vasıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil; içlerine konan şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil; içlerine konan şeyler asıldır. Hadis, mîdeye ayrıca “şerli” sıfatı vererek ikinci bir değerden düşürmeye tâbi tutmaktadır. Yani mide, sıradan bir kap değil; zarar veren, şer getiren bir kaptır. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları vardır; dengesiz, kalitesiz... beslenmenin nice hastalığa sebep olması söz konusudur. “Kimin fikri fazla ise yemesi azdır; kimin tefekkürü azsa yemesi çok, kalbi de katıdır.”3472; “Bu mal, tatlı ve hoştur. Ama bilin; kim onu nefsânî hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur.” 3473
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlullah (s.a.s.) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı. O kâfir onun sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti (adam doymadı). Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Rasûlullah, bir keçi sağılmasını emretti. Adam onun sütünü içti, sonra ikinci
3468] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 311-312
3469] Dârimî vesâyâ 1, hadis no: 108
3470] Tirmizî, Zühd 47 –2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3349-; Kütüb-i Sitte, 11/131; Riyâzu’s Sâlihîn, Açlığın Fazileti Bâbı, hadis no: 26
3471] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 4238; Keşfu’l Hafâ, h. no: 3278
3472] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
3473] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 677 -
bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer.” buyurdular.’3474 Hadisin başka rivâyetinde “Bu gün o mü’mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü’min ise tek bir mideye yer.” Ve artık müslüman olan Ebû Gazvan’a “Senin dün yedi miden vardı; Bugün ise tek miden var!” 3475
Muhaddisler ve âlimler, kâfirlerin yedi mideye yemesi konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşler, cidden çok yönlü değerlendirmeler yapmışlardır.3476 Ulemâ bu konuda der ki: Hadis-i şeriflerde, dünyalık (yeme-içme) hususunda azlığa teşvik, bunda zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye rağbet vardır. Akıllı kimseler, hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişlerdir. Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup vardır, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, câhil takımın amelidir. Bir grup vardır, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar (aşırılığa kaçmaksızın doyuncaya kadar) yer. Bir grup da vardır ki, bunlar nefislerini açlığa mahkûm ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar, yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler. 3477
Peygamberimiz, aza kanaat etme ve az yeme ve beraber yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketinin de artacağı konusundaki meşhur bir hadiste de şöyle buyurur: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”3478 Bu hadisin İbn Mâce’de gelen bir rivâyeti ise şöyledir: “Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.” “Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin; zira beraber olunca bir kişilik yemek, iki kişiye de yeter.” 3479
Bir zât, Rasûlullah’ın yanında öğürmüştü. Rasûlullah ona şöyle buyurdu: “Öğürtünü/ geğirmeni bizden uzak tut. Zira, dünyada insanların en çok doymuş olanları, Kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır.”3480 Hadiste öğürtü/geğirti diye tercüme edilen ‘cüşâ’ kelimesi: “doyma sırasında mideden çıkan gaz” diye tarif edilir ki, çok yemenin belirtisidir. Rasûlullah, öğürmeyi kınamakla, onun sebebi olan çok yemeyi takbih etmiş olmaktadır; nitekim hadisin devamından, çok yemenin kötülüğü rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, çok yemenin ölçüsü hakkında bir ipucu vermektedir: Öğürme oluşturacak kadar yememek gerekir. Zira öğürme, çok yemeden oluşur. Yoksa Rasûlullah, gayr-ı irâdî olarak meydana gelen bir olaydan dolayı kimseyi kınamazdı. Öğürme irâdî değildir; ama ona sebep olan çok yeme irâdeye bağlıdır.
Münâvi, bu hadisi şu manada açıklar: Esasen bu derece fazla yemek, tıbben de yasaklanmıştır. Mesele, dinî tabirle, “tokluk kişiyi şeytana yaklaştırır, nefsi azdırır ve tuğyâna atar; açlık ise, şeytanın yollarını daraltır, nefsin hâkimiyetini kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda çok değişik arzu
3474] Buhâri, Et’ıme 12; Müslim, Eşribe 186 -2063; Tirmizî, Et’ıme 20 –1820-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 10 –2, 924-; K. Sitte, 11/122
3475] Hadisin farklı rivâyetleri için bk. K. Sitte, 11/123
3476] Bu değerlendirmelerin özeti olarak yedi sayfa tutarında açıklamalar için bkz. K. Sitte, c. 11, s. 122-128
3477] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 128
3478] Buhâri, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178 –2058-; Tirmizî, Et’ıme 21 –1821-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 20, 52, 928; K. Sitte, 11/128
3479] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 129
3480] Tirmizî, Kıyâmet 38 -2480-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3350-; K. Sitte, 11/130
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve hırslar harekete geçebilir. Bu da âhiret açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilir. 3481
Acıkmadan yemek yenmeyeceği ve mideyi fazla doldurmama ile ilgili, şu olay meşhurdur: Asr-ı Saâdette, hükümdarlardan biri Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet için bir doktor göndermişti. Bu tabip, Rasûl-i Ekrem’in yanında uzun müddet kalarak ashâb ve ehl-i beytten hastaları tedavi için beklemiş, fakat tedaviye çok az kimsenin muhtaç olduğuna şahit olarak memleketine dönmek için izin isteyince, az hastalanmanın sebebi hakkında Hz. Peygamber, “Ashâbın iyice acıkmadıkça yemek yemediklerini ve yemekten iyice doymadan ayrıldıklarını” söylemiştir.3482 İbn Sîna da “yediğiniz yemeği hazmetmeksizin yemek yemekten sakının” diyor. 3483
Az yemek konusunda bugünün tıbbı da şöyle diyor: Sofradan doymamış olarak kalkmalı, mideyi alabildiği kadar doldurmaya çalışmamalıdır. Bazı doktorlar, yiyeceklerin miktarı, rejimden daha önemlidir derler. Mideye fenalık etmenin başlıca yolları: Çok sık yemek, çok fazla yemek, çok sıcak veya çok soğuk şeyler yemek, yeteri kadar çiğnememek, alkol vb. şeyler kullanmaktır. 3484
Eskiden kuvvetli gıdalar almakla ve çok yemekle sağlıklı olunacağı ve daha uzun yaşanacağı zannedilirdi. Hâlbuki şimdi tıp ilmi de az yemeyi tavsiye ediyor. Araştırmacılar, farelere her zamanki yedikleri normal yiyeceği azaltarak sadece yüzde kırkını verdiler. Neticede bunların ömürlerinin uzadığını gördüler.
R. Walford gibi bilim adamları, insanlar da az yer ve açlık çekerlerse daha çok yaşayacaklarına inanıyor. Walford ve üç meslektaşı kendilerine iki sene süreyle az kalorili bir diyet uyguladılar. Neticede tansiyonlarının ve kandaki kolesterol seviyelerinin düştüğünü gördüler. Bugünkü tıp ilmi şişmanlığı bir hastalık, fazla yemeyi de zehir olarak kabul etmektedir. Bilim adamları, ayrıca sağlıklı ve uzun ömürlü olmak isteyenlere, sigara ve içki içmemeyi, bol jimnastik yapmayı ve az yağlı yemeyi tavsiye ediyorlar. Amerika Milli Yaşlanma Enstitüsü Araştırmaları tarafından bildirildiğine göre, küçük canlılarda ispatlanan az yiyerek daha uzun yaşama kuralı, maymunlarda ve insanlarda da geçerli olabilir.
Hayatı boyunca az yemeyi prensip edinen Peygamberimiz, ümmeti hakkında korktuğu şeylerden birini çok yeme hastalığı olarak sayar: “Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 3485
İlim de kabul etmektedir ki, çok yemek zararlıdır. Romatizma, kalp hastalıkları, kan dolaşımındaki bozukluklar, şeker vb. hastalıklarda en büyük etkenlerin başında çok yemek yemek gelir. Çok yemenin sonucu, vücut lüzumundan fazla kilo alır ki, bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için, insan rahat nefes alıp veremez. Kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebi yine çok yemektir. Çok yemek neticesinde böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, görevini yapamaz olur. Mide doğal şeklini kaybeder, büyür, elastikiyetini koruyamaz. Dolayısıyla yenilenleri kolay kolay hazmedemez. Bu
3481] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 130
3482] Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22
3483] Kastalâni, el-Mevâhibu’l Ledünniye, s. 22
3484] Hemmerdinger, Midenizi Koruyunuz, Terc. Cevat Bilge, s. 31
3485] Câmiu’s Sağîr, 1/13
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 679 -
yüzden bütün vücut da rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri, mide veya kalın bağırsakta çıban da meydana gelir. Bu saydıklarımız ve daha birçok rahatsızlıklar hep çok yiyip içme neticesi meydana gelen zararlardandır. Bu gibi hastalıkların oruç tutulmayan yerlerde ve oruç tutmayan kimselerde daha çok bulunduğunu hatırlatalım.
İslâm’ın yeme içme ile ilgili emir ve tavsiyelerinden, özellikle sünnete uygun olarak az yeme ile ilgili hadislerden şu yargılara varabiliriz:
Müslüman, hayatı; yalnız yeme içme, egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. O yeme için yaşamaz; ibâdete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için ve o miktarda yer.
Yiyecek ve içecek konusundaki yasaklara uymak ve sünnete uygun tarzda yemekle insan olgunlaşır, kendi içinden gelen arzulara ve çevreden gelen zararlı çağrılara gem vurmasını, fıtratı zorlamadan, insan bu yolla kazanabilir.
Yeme içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yanlış olduğu gibi; esas ve daha kesin olarak aşırı tüketim ve oburluk yasaklanmıştır.
İnsanlar, nefsinin her isteğine uyarsa, isteklerini sınırlamazsa, hem kendileri, hem toplumları bundan zarar görecektir. Hırs ve doymak bilmeyen isteklerine; kişi, dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut olan din duygusuyla Rabbından korkarak O’nun rızâsı doğrultusunda kendisi sınır koymalıdır.
Nefis ve hevâ/aşırı istekler, insanın yapısına baskın çıkarsa, büyük savaştan insan, kendine zulmederek, kendine yazık ederek mağlup olarak çıkmış ve dünya imtihanını kaybetmiş olur.
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak gerekir. Bunun için de bedenin kuvvetini sınırlamak ve ruhun gücünü arttırmak lâzımdır.
Çok yemek, doymadan sofradan kalkmamak, hatta doyduktan sonra bile lezzetinden dolayı yemeye devam etmek, sigara ve içki gibi zararlı alışkanlıklar... bütün bunları önlemeye çalışmak, irâdeye hâkim olma mücadelesinde gâlip gelmek için azmetmek/kararlı olmak, helâl ve temiz gıdalara dikkat etmek; dinin bu konudaki önemli tavsiyelerindendir.
Tıka basa, oburca yemeyi, israf ve lüks tüketimi yasaklayan İslâm, insanı aza kanaat etmeye alıştırdığı gibi, açların halini unutturmayıp onları doyurmayı önceliklerinin arasına aldırır. İslâm, komşusu açken tok yatmayı, müslümanlardan ayrılmak ve insanlığa ihanet olarak görür.
Müslüman, imkân nisbetinde nâfile oruç tutmaya çalışacak, özellikle evlenmeye yol bulamayan gençler, orucu fazlalaştıracak ve az yiyecektir. Nefsi, yeme içmede dizginlenince, şeytanî bakış, düşünce ve duygulardan da korunmaya daha kolay alışacaktır.
Az yemek kanaati doğurur. Kanaat ise tükenmez hazinedir.
Geçim sıkıntısının önemli bir sebebi, gereksiz mutfak harcamalarıdır. Sünnet çizgisinde ve selim akıl ölçüsünde gerçekten ihtiyaç olmayan yiyecek ve
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
giyecekler devreden çıkarılırsa, bereket artacak, huzur çoğalacak, sıkıntılarsa azalacaktır.
Sünnete uygun yenildiğinde kadınların ömrü mutfakta heder olmaktan çıkacak, kadına bu yönden yapılan zulüm, yerini hayırlı faaliyetlere bırakacaktır.
Sünnete uygun yeme içme kültürü, insanı doldur boşalt makinesi olmaktan, sömürüye kurban olmaktan, “çok kazan çok tüket” felsefesinden kurtaracaktır.
Yemek Âdâbı
a- Yemek kaplarının ve kaşık çatalın altın ve gümüş gibi lüks madenlerden olmaması: Peygamberimiz (s.a.s.) altın ve gümüş kaptan yiyip içmeyi yasaklamıştır. 3486
b- Yemekten önce ve sonra ellerini ve ağzını yıkamak: “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonraki yıkamalardadır!” buyurdu.’ 3487
c- Arkaya dayanmadan, sağ dizini dikip sol bacağının üzerine oturmak: Rasûlullah (s.a.s.) buyurur ki: “Ben dayanarak yemek yemem. Çünkü ben kulum, kul gibi oturur ve yerim.” 3488
d- Yemeği ibâdet için kuvvetlenmeye niyet ederek yemek,
e- Acıkmadan yemeğe oturmamak,
f- Getirilen yemeğe kanaat edip, çeşit için tekellüf ve zahmet ettirmemek,
g- Besmele ile başlamak,
h- Sağ elle yemek: Hadisler, yemeği sağ elle yemenin gerekli olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun hükmü ihtilâflıdır. Şâfiîlerden bir kısmı mendup deseler de İmam Şâfiî, er-Risâle ve el-Ümm’de vacip olduğuna hükmetmiştir. İbn Hacer, hadisteki sol elle yiyen sahâbeye yaptığı bedduâyı ve vaîdi göstererek sağla yemenin vâcip olduğu görüşünü ileri sürer ve bunu kuvvetlendirecek başka rivâyetler kaydeder. Ahkâmu’l Kur’an sahibi İbnu’l Arabî de: “şeytana nisbet edilen bütün fiiller haramdır” kaidesinden hareketle sol elle yemenin haram olduğuna hükmeder. Kurtubî ise sağla yemenin mendub olduğu anlayışındadır.
i- Tuzla başlamak,
j- Hiçbir yemeği beğenmezlik etmemek; hoşuna giderse yemek, gitmezse yememek,
k- Yemek sıcaksa kaba üflememek, soğumasını beklemek,
l- Hurma, zeytin gibi sayılan şeyleri, yedi-dokuz gibi tek olacak şekilde yemek,
m- Önünden yemek, kabın kendi tarafındaki kıyısından başlayarak yemek,
n- Yemek yerken susup durmamak,
o- Başkalarının hoşuna gitmeyen, özellikle iştah kaçırıcı şeyler yapmamak,
3486] bk. Tirmizî, Eşribe 27, 28; Ebû Dâvud, Eşribe 17
3487] Ebû Dâvud, Et’ıme 12, -3761-; Tirmizî, Et’ıme 39 -1847-; K. Sitte, 11/118
3488] Buhâri, II/4; nakl. Kimyâ-yı Saâdet, s. 194
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 681 -
p- Su vb. içerken oturarak, besmeleyle ve üç yudumda içmek,
r- İyice doymadan sofradan kalkmak,
s- Yemekten sonra, en az “Elhamdü lillâh” demek; eğer biliyorsa: “Elhamdü lillâhillezî et’amenâ ve sekaanâ ve cealenâ mine’l müslimîn” demek,
ş- Ellerini ve ağzını yıkamak, eğer yağlı yemek yediyse sabunlamak,
t- Misvak veya diş fırçası ile dişlerini temizlemek (en azından lavaboda, temiz parmaklarıyla dişlerini oğuşturmak): “Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler.”3489 Misvak bulamayan dişlerini parmağı ile ovalar. Taberâni’nin el-Evsat’ında Hz. Âişe’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: “Parmağını ağzına sokarak misvak yerine kullanır.” Denilmiştir.3490 Müslim şârihi Nevevî de şöyle der: “Misvaktan başka şeyler ile dişi temizlemek de misvaklanmanın yerini tutabilir.” 3491
Yiyecekleri/Rızkı Veren Allah’tır
“Muhakkak ki Allah Rezzâk’tır (çok ve devamlı rızık verendir). O, metin kuvvet sahibi olan Allah’tır.”3492 Bu âyette ‘rezzâk’ kelimesinin belirli (mârife) olarak kullanılması, bu sıfatın yalnızca Allah’a ait olduğunu gösterir.
Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızkını veren, onların bu rızıklara ulaşma yollarını kolaylaştıran, rızıklarını elde etme sebeplerini yaratan Allah’tır. “Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah’a aittir.” 3493; “Nice yaratılmış vardır ki rızkını kendisi taşımıyor. Ona da size de rızkı Allah veriyor.” 3494
Canlıların yaşamasını temin eden rızıklar yiyecek ve içeceklerdir. Bunlar, yine Allah’ın yarattığı bitkilerden ve hayvanlardan elde edilir. İnsanların ve cinlerin ruhlarını ve kalplerini doyuracak şey manevî gıdalardır. Bu da imandır veya mârifetullah’tır (Allah’ı hakkıyla tanımadır). İbâdet, kulların hakkını gözetme ve güzel ahlâk da bunları tamamlar. Bunlar da bir çeşit rızıktır. Böyle bir rızkı insanlara nasip eden veren de yüce Allah’tır.
Kul, Allah’ın Rezzak isminden üç şekilde nasib alabilir:
a- Helâl olan yiyecekleri sebeplere yapışarak Allah’tan istemekle,
b- Sebeplere yapıştıktan sonra Allah’ın taksimine râzı olmak, kanaat etmek ve şükürde bulunmakla,
c- Allah’ın kendisine verdiği rızıktan yine O’nun yolunda harcamakla. 3495
Kur’an, ‘rızık’ kavramını genel bir çerçevede kullanıyor. Bununla rızkın geniş alanına işaret ediyor. “Onlar, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden infak ederler.”3496 âyetinde işaret edildiği gibi müttakîler, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği her şeyi O’nun uğrunda harcarlar. Kişinin gıda olarak yiyip içeceği çok sınırlıdır.
3489] Buhârî, Savm 27; Nesâî, Tahâret 4; İbn Mâce, Tahâret 7
3490] A. Davudoğlu, S. Müslim Terc. ve Şerhi, 349, 861
3491] Nevevî, S. Müslim bi şerhi’n-Nevevî, c. 3, s. 142, 143
3492] 51/Zâriyât, 58
3493] 11/Hûd, 6
3494] 29/Ankebût, 60
3495] 2/Bakara, 3; 25/Furkan, 67
3496] 2/Bakara, 3; 28/Kasas, 54
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ne kadar zengin olursa olsun tadacağı yiyecek ve içecek bellidir. Müttakî olanlar, kendilerine verilen bu rızkın fazlasını Allah (c.c.) yolunda harcarlar.
Yarattığı varlıkların rızkını üzerine alan Rabbimiz, rızkını dilediği kimseler hakkında genişletir veya daraltır.3497 Şüphesiz ki rızık verme olayı, Rabbimiz’in hesabı iledir. Biz insan olarak rızık dağıtımındaki sırrı bilemeyiz. Bu, Rabbimiz’in işlerinden bir hikmettir deriz. Şu âyet bu konuda bize bir ipucu vermektedir: “Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi, yeryüzünde taşkınlık ederlerdi. Ama O, dilediği bir ölçüye göre indirir. Gerçekten O, kullarını çok iyi bilen, her şeyi görendir.”3498 Herkes kendine takdir edilen rızkı yer. Hiç kimse de kendisi için takdir edilen rızkı yemeden ölmez. Allah’ın katında bütün canlıların ne kadar rızıklanacakları bellidir. Çeşitli sebeplere bağlı olarak canlılar bu takdir edilen rızıklarına ulaşırlar.
İnsan, gerek meşrû gerekse gayri meşrû yollarla mal sahibi olabilir, kendince yüksek makamlara çıkabilir. Sonunda hesabını kendi verecektir. Ancak dünyadan yiyecek ve içecek olarak, ilim ve ni’met olarak faydalanacağı şeyler bellidir. Kişinin midesinin belli bir kapasitesi vardır. Onu ne kadar aşabilir ki? İnsan, hayatını devam ettirebilmek için bir takım maddelere muhtaçtır. Kişi onları şöyle veya böyle, az veya çok elde eder, rızıklanır ve sonunda ömrünü tamamlar. İnsana düşen helâlından rızık aramak, rızkı verene şükretmek ve kendisine rızık olarak verilenlerden Allah (c.c.) yolunda harcamaktır. Bunları hakkıyla yapan insan; Âhirette sonsuz olarak rızıklanmayı hak eder. 3499
Yiyeceklerin Temizinden ve Helâlından Faydalanmak
Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helâl ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslâm, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir ziyneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” 3500
Müslümana düşen, helâlinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helâl olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helâl yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti. 3501
3497] 39/Zümer, 52; 34/Sebe’, 39
3498] 42/Şûrâ, 27
3499] H. Ece, a.g.e. Rızık maddesi; A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Rızık maddesi
3500] 7/A’râf, 32
3501] İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, c. 7, s. 198
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 683 -
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” 3502
Hz. Peygamber’in sünneti, az yeme ve sofradan doymadan kalkma konusunda ciddî tavsiyelerde bulunur. Fakat bu konu, fıkıh açısından, haram ve helâl hükümleriyle yanlış değerlendirilmemelidir. İslâm fıkhı açısından hüküm şudur: Az yemek, sofradan doymadan kalkmak sünnet; doyuncaya kadar yemek câiz; doyduktan sonra yemek ise haramdır. Helâl ve temiz yiyecekleri doyduktan sonra yemeye devam etmek, öncelikle israf olduğu için haramdır. “Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”3503 Ayrıca, doyduktan sonra yemek, fıtratı zorlamaktır ve vücuda zararı kesindir. Bu yönlerden dolayı da câiz olmaz.
Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helâlını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de ahiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.
“Komşusu açken tok yatan Biz’den değildir.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Az yiyenin içi nurla dolar.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Tıka basa yiyip içmekten sakının. Bu, bedeni yıpratır, hastalık getirir.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Tembellik ve karın büyüklüğünden Allah'a sığınırım.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Sadaka ömrü uzatır.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Az ye, çok yaşa!” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“İnsanın kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek de yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür.” (Hadis-i Şerif rivâyeti)
“Tok olan cümle cihanı tok sanır,
Aç olan âlemde ekmek yok sanır.”
“Az yemekdir âdeme mahz-ı şifâ
Çok yemekten olur emrâz-ı belâ.”
“Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!” (T. Fikret)
“Câhiller, ‹Üzümünü ye, bağını sorma' dese de, ey müslüman! Sen, bağını sormadığın -şüpheli- üzümü yeme!”
“Açlık, en iyi terbiyedir.”
“Eğer açlık derdi olmasaydı, ne avcı tuzak kurardı, ne de kuş tuzağa düşerdi.”
“Çok sakladığımız yemek, bizden ekşimek suretiyle intikam alır.”
3502] 20/Tâhâ, 81
3503] 7/A’râf, 31
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kokutmadan yemez eti ayılar.”
“Tok iken yemek yiyen mezarını dişiyle kazar.”
“Emeksiz yemek olmaz.”
“Açın halini tok bilmez; hastanın halini sağ bilmez.”
“Azıcık aşım, ağrısız başım”
“Zorla pişirilen aş, ya karın ağrıtır ya baş”
Hamd olsun, bizlere temiz ve helâl rızıklar ihsân eden Allah’a. Şükürler olsun bizi doyuran, bizi müslüman kılan, temiz ve güzellikleri ayırabilecek özellikler bahşeden Rabbimiz’e.
YEME-İÇME (TEMİZ/GÜZEL RIZIKLARDAN YEMEK)
- 685 -
Yeme İçme Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Yeme Anlamında “Ekl” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 109 Yerde): 2/Bakara, 35, 57, 58, 60, 168, 172, 174, 187, 188, 188, 265, 275; 3/Âl-i İmrân, 49, 130, 183; 4/Nisâ, 2, 4, 6, 6, 10, 10, 29, 161; 5/Mâide, 3, 4, 42, 62, 63, 66, 75, 88, 113; 6/En’âm, 118, 119, 121, 141, 141, 142; 7/A’râf, 19, 31, 73, 160, 161; 8/Enfâl, 69; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 24; 11/Hûd, 64; 12/Yûsuf, 13, 14, 17, 36, 41, 43, 46, 47, 48; 13/Ra’d, 4, 35; 14/İbrâhim, 25; 15/Hıcr, 3; 16/Nahl, 5, 14, 69, 114; 18/Kehf, 33; 19/Meryem, 26; 20/Tâhâ, 54, 81, 121; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 28, 36; 23/Mü’minûn, 19, 20, 21, 33, 33, 51; 24/Nûr, 61, 61; 25/Furkan, 7, 8, 20; 32/Secde, 27; 34/Sebe’, 14, 15, 16; 35/Fâtır, 12; 36/Yâsin, 33, 35, 72; 37/Sâffât, 66, 91; 40/Mü’min, 79; 43/Zuhruf, 73; 47/Muhammed, 12, 12; 49/Hucurât, 12; 51/Zâriyât, 27; 52/Tûr,19; 56/Vâkıa, 52; 67/Mülk, 15; 69/Haakka, 24, 27; 77/Mürselât, 43, 46; 89/Fecr, 19, 19; 105/Fîl, 5.
B- Yemek Anlamında “Taâm” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 48 Yerde): 2/Bakara, 61, 184, 249, 259; 3/Âl-i İmrân, 93; 5/Mâide, 5, 5, 75, 89, 89, 93, 95, 96; 6/En’âm, 14, 14, 138, 145, 145; 12/Yûsuf, 37; 18/Kehf, 19, 77; 21/Enbiyâ, 8; 22/Hacc, 28, 36; 25/Furkan, 7, 20; 26/Şuarâ, 79; 33/Ahzâb, 53, 53; 36/Yâsin, 47, 47; 44/Duhân, 44; 47/Muhammed, 15; 51/Zâriyât, 57; 58/Mücâdele, 4; 69/Haakka, 34, 36; 73/Müzzemmil, 13; 74/Müddessir, 44; 76/İnsan, 8, 8, 9; 80/Abese, 24; 88/Ğâşiye, 6; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 14; 106/Kurayş, 4; 107/Mâûn, 3.
C- İçme Anlamında “Ş-r-b” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 60, 60, 93, 187, 249, 249, 259; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 31, 160; 10/Yûnus, 4; 16/Nahl, 10, 66, 69; 18/Kehf, 29; 19/Meryem, 26; 23/Mü’minûn, 33, 33; 26/Şuarâ, 155, 155; 35/Fâtır, 12; 36/Yâsin, 73; 37/Sâffât, 46; 38/Sâd, 42, 51; 47/Muhammed, 15; 52/Tûr, 19; 54/Kamer, 28; 56/Vâkıa, 54, 55, 55, 68; 69/Hakka, 24; 76/İnsan, 5, 6, 21; 77/Mürselât, 43; 78/Nebe’, 24; 83/Mutaffifîn, 28.
D- Helâl Olan Şeylerden Yemek
a- Helâl ve Temiz Olan Şeylerden Yemek: 2/Bakara, 168, 172; 5/Mâide, 5, 87-88; 6/En'âm, 118-119, 142; 16/Nahl, 114.
b- Yenmesi Helâl Olan Şeyler: 5/Mâide, 1, 4-5; 22/Hacc, 30.
c- Ehl-i Kitab'ın Kestiğini ve Yemeklerini Yemek: 5/Mâide, 5.
d- Allah'ın Adıyla Kesilenlerin Yenmesi: 6/En'âm, 118-119.
e- Yemede İçmede Zarûret (Şiddetli İhtiyaç, Çaresizlik): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.
E- Yenmesi Haram Olan Şeyler
a- Yenmesi Haram Olan Şeyler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.
b- Murdar (Ölü ve Boğazlanmayan Hayvan): 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115; 22/Hacc, 30.
c- Kan: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.
d- Domuz Eti: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 115.
e- Allah'tan Başkası İçin Kesilenler: 2/Bakara, 173; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 138, 145; 16/Nahl, 115.
f- Boğularak Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.
g- Düşerek Ölen Hayvan: 5/Mâide, 3.
h- Başka Bir Hayvan Tarafından Öldürülen Hayvan: 5/Mâide, 3.
i- Putlar Adına Kesilen Hayvan: 5/Mâide, 3.
j- Besmelesiz Kesilen Hayvan Eti: 6/En'âm, 121.
F- İçki (Alkol) ve Alkollü İçkiler:
a- İçkide Büyük Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
b- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamak: 4/Nisâ, 43.
c- İçkinin Rızık Olması: 16/Nahl, 67.
d- İçki Yasağı: 5/Mâide, 90-91.
e- İçkinin Tevbesi: 5/Mâide, 93.
G- İçki Yasağı Hakkındaki Âyetlerin İniş Sırası
a- İçki Rızıktır: 16/Nahl, 67.
b- İçkide Büyük Zarar ve Günah Vardır: 2/Bakara, 219.
c- Sarhoşken Namaza Yaklaşmamalıdır: 4/Nisâ, 43.
d- İçki Haramdır: 5/Mâide, 90-91.
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
H- Bazı Yiyecek Maddeleri
a- Kudret Helvası: 2/Bakara, 57; 7/A'râf, 160; 20/Tâhâ, 80.
b- Sirke: 16/Nahl, 67.
c- Soğan: 2/Bakara, 61.
d- Tuz: 25/Furkan, 53; 35/Fâtır, 12.
e- Mercimek: 2/Bakara, 61.
f- Kabak: 2/Bakara, 61.
g- Sarmısak: 2/Bakara, 61.
h- Sebze: 2/Bakara, 61.
j- Et: 2/Bakara, 173, 259; 5/Mâide, 3; 6/En'âm, 145; 16/Nahl, 14, 115; 22/Hacc, 5, 37; 23/Mü'minûn, 14; 35/Fâtır, 12; 49/Hucurât, 12; 52/Tûr, 22; 56/Vâkıa, 21.
k- Süt: 16/Nahl, 66; 47/Muhammed, 15.
l- Bal: 16/Nahl, 68-69; 47/Muhammed, 15.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. v. 1, s. 179-181
2- İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, 311-313; 537-539
3- Kur’an Kavramları Tefsiri, Ahmed Kalkan, Rızık Kavramı
4- Yemek Âdâbı, M. Zahit Kotku, Seha Neşriyat
5- Yemek Duâları, Mustafa Karataş, Seha Neşriyat
6- Selefin İzinde, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. s. 193-210
7- İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, İmam Gazâli, Arslan Y. c. 6, s. 190-238
8- Kimya-yı Saâdet, İmam Gazâli, Çile Y. s. 178-187
9- Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 7, s. 88-223
10- Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, Hayreddin Karaman, Nesil/Yeni Şafak Y. s. 33-53
11- İslâm’da Helâller ve Haramlar, Yusuf el-Kardavî, Hilâl Y. s. 47-83

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:35

YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK


- 623 -
Kavram no 192
İmtihan 19
İman 33
Bk. Af; Tevbe; Günah
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK


• Yeis; Anlam ve Mâhiyeti
• Ümitsizlik-Küfür İlişkisi
• Ümitsizlik Psikolojisi
• Ümit; “Yeis”in Zıddı
• İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit
• Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ve Allah’ın Rahmeti
• Hadis-i Şeriflerde Yeis ve Allah’ın Rahmeti
• Günahların Affı İçin Gerekli Şart; Tevbe
• Yeis Yok!
“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 3188
Yeis; Anlam ve Mâhiyeti
Yeis (Ye’s): Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, “yeise” fiilinden masdardır. Yeis (ümitsizlik), recânın (umut etmenin) karşıtıdır. Yeis, bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümit ve emeli tamamen kesip umuttan tümüyle uzak ve boş olması anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamda kullanılmıştır: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazab ettiği o kavim ile dost olmayın ki kabirlerde bulunan kâfirler nasıl ye’se düştülerse (ümitlerini kestilerse), onlar da öylece âhiretten ümitlerini kesmişlerdir (ye’se düşmüşlerdir).”3189 Çünkü ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki ebedî kalacakları mevkilerini gördükleri ve âhiret nimetlerinden mahrûmiyetleri belli olduğu için her yönüyle Cennet’ten ümitleri kesilmiş ve ye’sleri gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de ölülerin diriltilmesinden ve âhiretten tamamen ümitlerini kesmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm'de yalnız bir âyette “ye's” “bilmek” anlamınadır: “Efe lem yey’esi’llezîne âmenû... İman edenler şu hakikati bilmediler mi ki Allah dileseydi, insanların hepsini zorla hidâyete eriştirirdi...”3190 (Bu âyette geçen yeis kelimesinin de diğer âyetlerde kullanıldığı şekilde ümitsizlik anlamında kullanıldığını tercih eden -Elmalılı gibi- müfessirler de vardır: “İman edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar) mı ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi…” Önemli olan,
3188] 12/Yûsuf, 87
3189] 60/Mümtehine, 13
3190] 13/Ra’d, 31
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.
Kelâm ve Akaid kitaplarında ye's kelimesi “imanü'l-ye's” ve “tevbetü'l-ye's (tevbe-i ye's)” şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir şey hakkında kendi bilgi ve ihtiyariyle karar veremeyerek ye's ve korkuya düşmesine ye's hâli denilir. Ye's kelimesi yerine be's kelimesi de şu âyete uymak için kullanılır. “Be’simizi (azâbımızı) gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir.”3191 Be’s; azap, şiddet, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.
Bir kâfir, yani Allah’a veya Allâh’ın peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmeyen bir kimse, ölürken ölümün şiddetli halleri kendisine gelip çattığı ve İlâhî azâbı müşâhede ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye’s veya iman-ı be’s denilir. Bir fâsıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye’s denilir.
İman-ı ye’s (ye’s halinde iman) makbûl değildir. Ye’s halinde iman üç şekilde olur:
1- Peygamberler gelip Allah'ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mûcizeler gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah'ın azâbının ineceğini söylerler. Bundan sonra geride mü’minlerin dışında Fir'avn gibi kalpleri katılaşmış inanmayan kimseler kalır. Azâb-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilmez ve bunların imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye's veya iman-ı be's olur. Önceden serbest irâdeleri ile iman etmedikleri halde, peygamberlerin geleceğini söyledikleri azâbın apaçık görüldüğü böyle yeis zamanında imanları sahih olmaz ve hiçbir fayda vermez. Gaybe iman esastır. Göz önünde hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim âhirette diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de böyledir.
İhtiyârî olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir vakitte husûle gelen iman makbuldür. Olacak, olmaya başladıktan ve iş işten geçtikten sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki zararlarından korunmak için hazırlık ve tedâriklerde bulunulabilsin. Bu gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder: “Öyle ya kendilerine peygamberleri mûcizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler (veya kendi bildikleri ile şımarıp mağrur oldular). İstihzâ edip eğlenceye aldıkları azap kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O çetin azâbımızı gördükleri vakit ‘tek olan Allah’a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be’simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi. Allah’ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna uğradı”3192; “Nihâyet, Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’ demişti. Şimdi mi iman ediyorsun?! Hâlbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun.” 3193
Yûnus kavmi gibi, bir millet peygamberlerin söyledikleri azap gelmeden önce
3191] 40/Mü’min, 85
3192] 40/Mü’min, 83-85
3193] 10/Yûnus, 90-91
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 625 -
iman ederlerse imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus’un söylediği azâbın emâreleri belirince, azap kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için imanları sahih olup fayda vermiştir. 3194
2- Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emâreleri belirip ölümün şiddetli halleri kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye’s veya iman-ı be’s’dir; makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride iman ile hayır işleyeceği hiçbir vakit ve imkân kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.
Bir kâfir ölümcül hastalığa yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve lahzada olur ve ye’s (ümitsizlik) ve be’s (azap) tahakkuk etmeden iman ederse, bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat hâlet-i nezi’de, can boğaza gelince ye’s halinde küfürden tevbe ederek iman etmek makbûl değildir: “Günahları işleyenlerden her birine ölüm gelince ‘işte ben şimdi tevbe ettim’ diyen kimselere tevbe yoktur. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşte bunlara Biz çok acıklı bir azap hazırlamışızdır.”3195 âyeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan mü'minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümitlerini kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat'i değildir; Allah'ın dilemesine bağlıdır.
Fakat mü'min olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile tevbesi makbul olabilir. Çünkü Allah Teâlâ “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.”3196 buyuruyor. Fakat imansızın son nefesindeki tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan nasibi yoktur ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm âlimlerinin ittifakı vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye’si, vaktinde dikilmediği için, tutup büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzetirler.
Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.”3197 buyurur. Hadiste geçen gargara ile murad, ye’s halidir. Bir kulda, ye’s ve be’s halinin tahakkukundan sonra, onun Allah’ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen tasavvur olunamaz. Nitekim Allah Teâlâ, “Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar yalancıdırlar”3198 buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, kâfirin ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyârı ile olmayıp mecburî olduğuna delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken İlâhî azâbı görürler ve meleklerin verdiği şiddetli acıyı tadarlar: “Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve ‘gelecekte de tadın cehennem azâbını’ diyerek canlarını alırken onları bir görmeliydin!”3199; “Onların (kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken”3200 “Ölümün şiddet ve dehşetleri içinde meleklerin pençelerini uzatarak kendilerine: ‘Canlarınızı çıkarın! Allah’a karşı haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah’ın âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki bugün hakaret azâbıyla cezalandırılacaksınız’
3194] bk. 10/Yûnus, 98
3195] 4/Nisâ, 18
3196] 39/Zümer, 53
3197] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî, De’avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30
3198] 6/En’âm, 28
3199] 8/Enfâl, 50
3200] 47/Muhammed, 27
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedikleri zaman o zâlimleri sen bir görmeliydin!”3201; “Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz!”3202 Bütün bu âyetler, kâfirlerin ölürken İlâhî azâbı müşâhede ettiklerine delâlet eder. Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve korkudan dolayı olup ihtiyârî değildir.
İmam Mâtüridî’den sonra Mâtüridîlerin en büyük kelâmcısı Ebu’l-Mu’in Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, ye’s ve be’s halinde bir kişinin iman etmesinin geçersizliğinin sebeplerini şöyle açıklar:
1- Bir kimsenin ye's (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına yapışan azâbı gidermek için olup ihtiyârî ve hakiki iman değildir. Hakiki iman ihtiyar ve istek ile Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızâsını elde etmek için sahip olunan imandır.
2- Ye's ve be's halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret azâbının başlangıcı olan bir sıkıntı ve azaptır. Bundan kurtulması için imana sığınır. İmansız kişi dünyada ölürken azap çeker, bununla âhirete intikal eder.
3- Kişinin ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde tasarrufa ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.
4- Bu şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass vârid olmuştur. 3203
Ebû Mansûr el-Matürîdî de ye’s halindeki iman hakkında şöyle der: “Bu zaman (kişinin can çekiştirdiği zaman), azâbın indiği vakittir. O vakit kişi şâhid ile (göz önündeki azap ile) gâibe dair bir delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim ve bilgiden meydana gelen inanç olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azâbı gidermek için inanmadır. İsteği ile çalışarak erişilen iman değildir ki, inanması çalışıp çabalama ile husûle gelen iman olsun.” 3204
3- Güneşin Batıdan doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde veya kıyâmet kopmaya başlayınca ya da öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Onlar (kâfirler) ancak kendilerine azap meleklerinin gelmesini yahut Rabbinin gelmesini veya Rabbinin âyet ve helâk mûcizelerinden bazısının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün iman etmesi asla fayda vermez. De ki, ‘Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz.”3205 Burada meleklerden murad, ölüm veya azap melekleridir.
Allah Teâlâ’nın iki türlü âyeti vardır:
a) Allah’ın varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hâdiseleri
3201] 6/En’âm, 93
3202] 56/Vâkıa, 83-84
3203] Bk. Ebu’l-Mu’in Meymûn b. Muhammed en-Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, vrk. 8b-9a. Râşid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha, vrk. 10a
3204] Te’vîlât li-Ebî Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara: 47, Râşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri
3205] 6/En’âm, 158
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 627 -
meydana gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman ve âhiret bunlarla kazanılır.
b) Bir kısım âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya başladıklarını ve İlâhî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça herkese belli olduğundan, ihtiyârî olarak delil ile istidlâl ederek gayba inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyâmetin büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir. Fakat bunlar gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i sâlih işlemiş ve iyilik yapmış olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya imanla bir hayır kazanmamış kişinin, kıyâmetin büyük ve açık olan âyetleri zuhur edince veya kıyâmet koparken ya da öldükten sonra diriltilince iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin Batıdan doğması gibi kıyâmetin büyük âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için imanın kabul olunmayacağına dair Buhârî ve Müslim’in de rivâyet ettiği birçok hadis vardır.
Müfessirler, yukarıda meali zikredilen 6/En’âm suresi, 158. âyete “Kıyâmetin büyük alâmetleri zuhur edince çocuklar müstesnâ, bundan önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, iman etmesi fayda vermez. Bir kimse önceden iman etmiş olup da bu alâmetler zuhur edince fırsat bulur ve bir hayır işlerse faydasını görebilir” şeklinde mânâ vermişlerdir.
Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken: “lem tekün âmenet kablü: Önceden iman etmemiş” cümlesinin “min kablü: önceden” sözü ile kayıtlı olduğunu, bu cümleye terdid edatı olan” ve-veya” ile atfedilen “veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye” cümlesinde bu “min kablü-önceden” kaydının olmadığını ve “ma'tûfun aleyhin kaydını ma'tûfta da itibar etmek zarûrî değildir” kaidesini nazar-ı itibare alarak şöyle demiştir: “Bir kâfir, o gün âyâtın zuhûru üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kesbine imkân da bulursa ye's ü be's tamamen tahakkuk etmemiş olduğundan, bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani o günkü imanın makbûl olabilmesi için her halde o imandan sonra bir hayır kesbine imkân bulunmalıdır.” 3206
Merhum Hamdi Yazır’ın tefsirine göre; bir kişi kıyâmetin büyük alâmetlerinden önce iman etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin zuhûrundan itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır işlemesi de şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyâmet kopup bitmeden ve vâkıa tamam olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir. Kıyâmet kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be’s ü ye’s tamam olacak ve artık iman etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kopmasının alâmetleri belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye’se düşmeyerek hemen iman edip sâlih amel işlemelidir. 3207
İslâm âlimleri ye’s ve be’s (ümitsizlik, korku ve azap) halinde iman etmenin geçersiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Fâsık mü’minin ye’s halinde tevbe etmesinin makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü’minin ye’s halinde bile günahlarından tevbesi
3206] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2108
3207] Bk. Hamdi Yazır, a.g.e., a.y. 2108
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
makbuldür, demişlerdir.
Yalnız Muhyiddin İbnü'l-Arabî Fusûsü'l-Hikem'inde ve bunun te'sirinde kalan Celâleddîn ed-Devvânî “Risâle fi Beyân-ı İmân-ı Fir'avn” isimli eserinde Fir'avn'ın suda boğulurken iman etmesinin makbûl olduğuna dair görüş beyân etmişlerse de, bu görüşler Kur’ân-ı Kerîm'in âyetlerine ters düşer. Kur'an varken bunlara itibar edilmez. Zamanımızda iman-ı ye'sin geçerliliğine dair Fusûsu'l-Hikem'deki İbn'ü'l-Arabî'ye ait olduğu iddia edilen görüşün tesiri altında kalarak delilsiz görüşler ileri süren Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş yazarlar da mevcuttur. 3208
Yeis; sözlükte, arzu edilen şeyden uzaklaşmak demektir. Kavram olarak ‘yeis’, istek ve arzunun tükenmesi, ümitsizlik, umudun kalmaması anlamındadır. Kur’an, ‘yeis’ kelimesine eş anlamlı ‘kunût’ (sonu tı ile) kelimesini de kullanır. ‘Kunût’, hayrdan ümidi kesmek demektir. Bir âyette ikisinin birlikte kullanıldığını görüyoruz: “İnsan, hayr istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundumu, artık o, yeise düşen bir umutsuzdur.” 3209
İnsan, yaratılışı gereği, kendine faydalı olan şeyi çok ister. Bunun için gayret eder, çaba gösterir. Sıkıntı ve zorluktan hoşlanmaz. Elindeki nimet ve imkânların gitmesini sevmez. Bir zorluğa düştüğü, elindeki nimetlerin bir kısmı imtihan için elinden alındığı zaman, hemen şikâyete başlar ve bunu bir şer, kendisi hakkında hayr olmayan bir şey olarak değerlendirir. Sonra da ümitsizlik üstüne ümitsizliğe düşer.
Yeis hali, bir ümitsizlik veya kötümserlik halidir. İnsanın, kendisine dokunan bir zorluk, sıkıntı, istediğini elde edememesi ânında düştüğü psikolojik durumu anlatmaktadır. Şüphesiz bu durum, insana âit egoizmin, inkârcı insanların da nankörlüğünün görüntüsüdür. Çünkü hakkıyla iman edenlerde böyle bir durum, böyle bir rahatsızlık olmaz.
İnkârcıların Bir Özelliği Olarak Yeis
Yeis psikozu inkârcı insanların bir özelliğidir. Onların özellikle ölümden sonra gördükleri gerçek karşısında artık bir ümitleri kalmaz, dünyaya bir daha dönmelerinin imkânı da yoktur, karşılaştıkları kötü sonucu başlarından kimse savamaz.
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.”3210 Onları gören hayattaki inkârcılar da ölümden sonrası için bir umut ve kurtuluş yolu beklemezler, rahmet ve cennet nimetlerinden yeise düşerler.
Rabbinin verdiği nimetlere yeterince kanaat getirip şükretmeyen nankör kimseler, isterler ki ellerindeki dünyalık imkânlar, bol nimetler hiç eksilmesin, artsın ve böylece sürüp gitsin. Elindeki nimet eksilince veya biraz sıkıntı olunca hemen ümitsizliğe kapılmaya ve Allah (c.c.) hakkında yanlış düşünmeye başlarlar. Bu kötü duyguların sahibi, Allah’ı kendisene bol bol nimet verirken ‘cömert’, nimet kesilince bu sefer de ‘ihânet eden’ diye nitelendirmeye cüret eder. Kur’an, bu konuda dikkat çekici bir örnek veriyor: “Fakat insan, ne zaman onun
3208] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 400-402
3209] 41/Fussılet, 49
3210] 60/Mümtehıne, 13
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 629 -
Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, ‘Rabbim bana ihânette bulundu.”3211
İşte bu şekilde nankörlük illetiyle hasta olanlar, ümitsizliğe düşerler. Bunun sebebi bu gibi kimselerin Allah’ın rahmetinin boyutlarını anlamamaları veya işledikleri cürümlerin çokluğundan ürkmeleridir. Ya da Allah’ın nimet ve rızık verirken hikmete uygun olarak verdiğini idrâk edememeleridir. Hâlbuki Allah'a teslim olmuş olan ihlâslı bir mü'min Allah'ın takdir ettiğine itiraz etmez. Payına düşene râzı olur. İlâhî adâletten şüphesi yoktur. Ayrıca o inanır ki, işlediği her tür amelin mutlaka karşılığını alacaktır. Allah'ın azâbından da emin değildir. Bunun sebebi de, kendi işlediği sâlih amellerin tam olup olmamasındaki şüphesidir. Yoksa Allah'ın rahmetinden umut kesmez, Allah'ın ihlâsla işlenmiş bir sâlih ameli boşa çıkaracağını aklının ucundan bile geçirmez.
Demek ki, ümitsizlik hastalığı inanç zayıflığından ya da Allah'ın sıfat ve fiillerinden şüpheye düşme nankörlüğünden kaynaklanmaktadır. Böyle kimseler, Allah'ın adâletinden şüphe ettikleri gibi, rızık verenin Allah olduğunu da unuturlar. Yaptıkları güzel işlere Allah'ın yeterli karşılığı vermeyeceği endişesini taşımaktadırlar. Böyle bir durum, gerçek imanla bağdaşmaz. “Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir.” 3212
Yeryüzündeki bütün kötülükler, bütün aksaklıklar, bütün ifsatlar insanların yaptıkları yüzündendir. Bu nedenle Allah (c.c.) insanlara uyarıcı ve müjdeleyici elçiler göndermiştir. Kötülük yapan kimseler, bir anda her şeyin bittiğini düşünerek ümitsizliğe kapılırlar, Allah’ın affının büyük olmadığını sanırlar. Hâlbuki Allah hakkındaki bu düşünce yanlıştır. “Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isâbet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar.” 3213
Allah (c.c.), yarattığı insanın günah işleyeceğini de, isyan edeceğini de bilir. Ancak O, hatasını anlayıp tevbe edenleri, inkârdan sonra imanı tercih edenleri hem bağışlar, hem de onların tevbelerinden râzı olur. İnsan sürekli hata yapar, Allah (c.c.) da hatalarından vazgeçenleri (tevbe edenleri) bağışlamaya devam eder.
Allah'ın Rahmetinden Ümitsiz Olunmaz
Ümitsizliğin en kötüsü Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Böylesine bir ümitsizlik kimileri için şirk, kimileri için de büyük günahtır. Kur’an şöyle diyor: “Oğullarım, gidin de Yusuf ve kardeşinden bir haber getirin ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”3214; “De ki: ‘Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser.” 3215
Allah (c.c.), günahkâr mü’minleri ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyararak, Allah’ın rahmetinden yeise düşenin yanlışlığına işaret ediyor: “De ki: Ey
3211] 89/Fecr, 15-16
3212] 17/İsrâ, 83; Ayrıca bk. 11/Hûd, 9-10; 41/Fussılet, 49
3213] 30/Rûm, 36
3214] 12/Yusuf, 87
3215] 15/Hıcr, 50
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın rahmetinden yeise düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir.”3216 Tâkip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tevbe ederek Allah’a teslim olmakla ve Allah’tan gelene (Kur’an’a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.
Yeis bir ümitsizlik, eli kolu bağlı bekleme, kötümserlik ve biraz da tembellik durumudur ki, hiçbir insan için câiz değildir. Kimileri çoğu zaman yapılması gerekeni yapmaya üşenirler veya ne yapacaklarını bilemezler. Sonra da elleri koynunda bekleyerek umutsuzluğa düşerler. Allah (c.c.), her bir başarıyı sebeplere bağlamakta, günah ve hataları tevbeden sonra bağışlayacağını müjdelemektedir.
Rabbimiz, bütün umutların bittiği yerde, gökten yağmur indirip yeri canlandırır. Tıpkı yağmur gibi olan rahmetini de her zaman gönderir, ölü kalpleri diriltir, kötülükleri iyiliğe çevirir. O, kendisinden hakkıyla korkup sakınanlara her zaman mutlaka bir çıkış yolu yaratır.3217 Ancak Allah’ın azâbından da kimse emin olamaz, zira kimin hakkıyla kulluk yaptığını ve kimin ibâdetinin kabul olduğunu ancak Allah bilir. 3218
Ümitsizlik Mikrobu
Daha çok, Allah’ın; Et-Tevvab, Er-Rahman, Er-Rahim, El-Mucib, El-Kahhar, El-Kadir, El-Muntakim, El-Afuv isim ve sıfatlarının yeterince anlaşılamamasından doğan bir virüs olan ümitsizlik; hem akideye zarar verir hem de dostluğa...
Allah’tan ümidini kesenler, bu yeislerinin doğal sonucu olarak ibâdet ve kulluk yapma ihtiyacı hissetmezler... Çünkü öyle bir Allah’a inanmışlardır ki; en ufak bir hatayı kesinlikle affetmez... Ümitsizlik mikrobu insanı hem ibâdetlerden soğutur hem de sosyal hayattan... 3219
İnsanın ümitsizliği, elindeki nimetlerde eksilme, umduğunu bulamama yüzünden, başka bir deyişle “işlerin tıkırında gitmemesi” halinde baş gösteriyor. İnsanın egoizmi, kendisini tüm nimetlere peşinen hak sahibi gördüğünden; en küçük anlamda kuyruğuna basılması onu feryat ettiriyor, isyana, ümitsizliğe itiyor. İnsan egosu için, Allah verirken çok yüce, çok cömert ve güzeldir; ama vermemeye, hele hele verdiğinden eksiltmeye başlar başlamaz ihânetle suçlanır.3220
Ümitsizliğin en kötüsü ve ümitsizliği şirk benzeri günah haline getirense Allah’ın rahmetinden ümidi keserek ebedî hayatın karanlık hale geldiğini, kurtuluş ve tevbe ümidinin kalmadığını düşünmektir.
Bu büyük günahı gereğince anlamak için tevbe sırrını çok iyi kavramak gerekir. Çünkü ümitsizlik, esas anlamıyla, tevbe kapısının kapandığını, her şeyin bittiğini, artık kurtuluş ümidi kalmadığını düşünmektir. Günahların en büyüğü, insanın Allah’ın rahmetinden daha büyük bir günah olabileceğini düşünmesidir. Bu, Allah’a âcizlik, yetersizlik isnat etmektir. İnsanın en büyük günahlarından
3216] 39/Zümer, 54
3217] 65/Tahrîm, 2
3218] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 759-762
3219] Feyzullah Birışık, Allah İle Dostluk Nasıl Kurulabilir? Karınca Yayınları, s. 79
3220] bk. 89/Fecr, 15-16
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 631 -
biri ve kendisine yaptığı en kahredici zulüm budur.3221 Ankebût sûresi 23. âyet, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyi, Allah’ın âyetlerine küfür ve Allah’a varışı inkârla birleştirmektedir.
Kur’an, ümitsizliğe düşmüş bir topluluğun dost edinilmesine şiddetle karşı çıkar. Böyle bir topluluk mezara gömülmüş bir güruhtur ki, Allah’ın gazabına uğramış olmak onların belirgin özelliğidir. 3222
Ümitsizlik-Küfür İlişkisi
Ümitsizlik, organik ve psikolojik bozukluğun bir belirtisi olup, kişide her şeyin boş görünmesine, umut halinin tamamen yok olmasına sebep olan bir ruhsal durumdur. Böyle bir müzmin hastalığa yakalanın kurtuluşu hemen hemen imkânsızdır. Mü’minin böyle bir duruma düşmemesi için Kur’an, bütün ümit kapılarının açık olduğunu, şirkten başka bütün günahların bağışlanabileceğini özellikle vurgular. “Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar…” 3223
Kur’an’da yeis ve kunut, kâfirlerin özelliği olarak belirtilmektedir. “İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp da sonra bunu kendisinden çekip alıversek o, ümidini kesen bir adam, bir nankör olur.”3224 Bu âyette geçen nankörlük k-f-r kökünden geldiğinden bu kavram, aynı zamanda burada küfür anlamında da kullanılmış ve sahibi ümitsiz olarak nitelendirilmiştir. Zira ümitsizliğin bir küfür eylemi olduğu başka âyetlerde açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Allah’ın rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”3225; “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfir topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 3226
Kâfirler, Allah’ın rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin kemâlini bilmezler; bundan dolayı âhiret hakkında ümitleri bulunmamaktadır. “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.”3227 Bu âyette kâfirler âhiretten o kadar ümitsiz olarak tasvir edilmişler ki, bir ölünün mezardan kalkıp geri gelmesi nasıl umulmazsa, öylesine umutsuz oldukları ifâde edilmiştir. Veya âhirette makamı belli olup gerçeklere şâhit olmuş, âhiretin kalıcı nimetlerinden mahrum olup azâbını tatmış ve artık kurtuluş ümidi kalmamış kimsenin ümitsizliği gibi ifâde edilmiş ve bununla da onlardaki umutsuzluğun şiddeti vurgulanmıştır. 3228
Yukarıdaki âyetlerde ümitsizlik, tamamen kâfirlere hasredilmektedir. Aşağıdaki âyette ise ümitsizlik ile küfür arası âdeta birleştirilmiş, birbirinden ayrılmaz iki unsur gibi ifâde edilmiştir: “Kâfir kavimden başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”3229 Hâlbuki müslümanların da bir insan/beşer olma hasebiyle zaman za3221]
39/Zümer, 53; 15/Hıcr, 36; 12/Yûsuf, 87
3222] 60/Mümtehıne, 13; Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-627
3223] 4/Nisâ, 48
3224] 11/Hûd, 9
3225] 15/Hıcr, 56
3226] 12/Yûsuf, 87
3227] 60/Mümtehıne, 13
3228] Ebû’s Suud, İrşâdu Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerim, VII/241
3229] 12/Yûsuf, 87
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
man ümitsizliğe düşmeleri mümkündür. Bu durum da, kâfir ile mü’minin aynı kategoriye sokulmalarını zorunlu kılmaktadır; hâlbuki bu gibi âyetler, müslümanı ümitsiz olarak nitelememekte, mutlak ümitsizliği sadece kâfire hasretmektedir. Mü’min, Allah’ı ve nimetlerini tasdik eden biri olarak mütâlaa edilmekle beraber kâfir, asla bunları kabul etmeyen biridir. Çünkü kavram olarak küfür, bir şeyi gizlemek anlamını ifâde etmekle beraber örfte, Allah ve nimetlerini inkâr mânâsında kullanılmaktadır. Bu münâsebetle mü’min, ümitsizliğe düştüğü zamanda Allah ve nimetlerini inkâr etme konumuna düşmediğinden, kâfir ile bu hususta aynı kategoriye girmez. Kâfir, küfrünün sonucu olarak devamlı ümitsizlik içindedir. İnançsızlığının neticesi olarak, nimetin kendisine gelişini bir tesâdüf olarak değerlendirmektedir. Bu münâsebetle yok olan nimetin tekrar kendisinin eline geçmesini âdeta imkânsız kabul edeceğinden dolayı, devamlı bir ümitsizlik içindedir.3230 Çünkü tesâdüfler gelişigüzel olduklarından bir sefer daha tahakkukları imkânsızlıkla eş değerdedir. Hâlbuki müslüman, zaman zaman bu konuda fütur gösterse de, nimetlerin ancak Allah’ın takdirinin sonucu olduğuna inanır. Takdirlerin ise, her zaman tahakkukları mümkün olduğundan ümitsizliği kalıcı ve sürekli değil, düşüncesizliğin bir eseri olarak anlık veya kısa sürelidir. Bundan dolayı karamsar bir ümitsizlik, imansızlığın bir neticesi olarak kâfirlerin genelini içine alacak olan ayırt edici bir özellikleri olmuştur. Bu durum bize, bunun gibi bir zaaf noktasında kâfir ve müslüman ayrımını yapmaya götürmektedir ki, işte Kur’an perspektifinde bu mevzûda esas olan da, budur.
Ümitsizlik ruha yerleşince, artık onda bir hayat filizi yeşeremez; bundan dolayı Allah, kulların ümitsizlik konumuna düşmemeleri için onları daima kendisine karşı ümitlerini muhâfaza etmeye çağırmakta ve kullarına karşı bütün günahları affedecek derecede merhametli olduğunu belirtmektedir: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 3231
Bunlardan hareketle Kur’an hükümleri, mü’minin ümitsiz olamayacağını, olduğu takdirde ümitsizliğinin asla uzun ve karamsar bir tarzda olmamasını gerekli kılmaktadır. Bu zaafın, insanın bütün verimini yok ettiği ve kişiyi âdeta yaşayan ölüye çevirdiği gerekçesiyle Kur’an’ın bütün ümit kapılarını açık tuttuğunu söyleyebiliriz. 3232
İlâh kavramının bir anlamı da sığınılacak yer, umut bağlanacak makam demektir. İnsanların bu makama yönelişleri ise duâdır. “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Yeryüzü ıslah edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın. (Allah’ın azâbından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na duâ edin. Muhakkak ki ihsan sahiplerine/iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır.”3233 Kur’an’da duâ üzerine öğretilenler, sığınılacak ve umut bağlanacak makamın tek olduğu, duâ ve umut edilecek başka bir mercî aramamak gerektiğini gösteriyor. Kime sığınılır ve gerçek anlamda ümit beslenip ondan beklenti içine girilirse, o makam, kişi ya da şey her ne ise, o ilâh edinilmiş olur.
“İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman Rablerine gönül vererek yalvarır duâ ederler.
3230] Râzi, Tefsir-i Kebir, 17/191
3231] 39/Zümer, 53
3232] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., s. 162-165
3233] 7/A’râf, 55-56
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 633 -
Sonra onlara kendi tarafından bir rahmet tattırdığı zaman da bakarsın onlardan bir kısmı Rablerine şirk/ortak koşuyorlar.”3234; “İnsana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır. Kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman da ‘o bana bilgimden dolayı verildi’ der. Bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmez.”3235; “Gerçekten insan, tahammülsüz ve huysuz yaratılmıştır. Kendisine şer dokunduğu zaman sızlanır. Kendisine hayır dokunduğu zaman cimrilik eder.’’3236 Herkes böyle midir? Tabiatıyla hayır. Âyetin devamında namazını devamlı kılanlar, yoksula yardım edenler, cezâ gününü doğrulayanlar, Allah’ın azâbından korkanlar bu insanlara benzemezler denir. 3237
Ümitsizlik Psikolojisi
Allah Teâlâ, insanı bazen darlıkla, bazen de genişlikle imtihan eder. Bolluk, nimet, refah ve huzurla yapılan imtihanın derecesi, kimi zaman şiddet, sakıntı ve musîbetle yapılan sınavdan daha fazla olabilir, nimetlerle denenme daha zor gelebilir. İnsan zorluklarla sınandığını daha kolay anlasa da, rahatlık ve nimetlerle imtihan olduğunu çoğunlukla unutur. Aslında bolluk da, bir başka imtihan şeklidir; tıpkı sıkıntı ve darlıkla sınanıldığı gibi. Allah, kendisine iman ve itaat edenleri çeşitli şekillerde dener. Darlık ve sıkıntı ile imtihan edilen mü’min sabreder, bollukla sınava tâbi tutulunca da şükreder. Neticede her iki husus da mü’min için hayırlı olur. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Ne tuhaftır ki, mü’minin bütün işleri hayırdır. Ve bu hayır, mü’minden başkası için yoktur. Ona bir bolluk isâbet edince şükreder ve bu, onun için hayırlı olur. Ve yine ona bir sıkıntı dokununca da sabreder. Bu da onun için hayır olur.” 3238
Bol rızık ve çeşitli nimetlerle imtihanın yapıldığını şu âyet gâyet açık bir şekilde ifâde etmektedir: “Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birden bire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.”3239 Önceki ümmetler, kendilerine gönderilen peygamberlere iman etmedikleri için, Allah onlara çeşitli darlık ve musîbetler verdi; fakat onlar, yine iman etmediler. Cenâb-ı Allah, cezalarını daha da arttırmak için onlara bütün nimetlerin kapılarını açtı, bol rızık ve nimetlere gömüldüler. Nimetin gerçek sahibine şükredecekleri yerde zevk ve sefâya daldılar, O’nu unutup şehvetlerine teslim oldular. İşte böyle tam bir sarhoşluk ve dalgınlık ânında Allah onları yakaladı ve neye uğradıklarını bilemediler. Ne yapacaklarını düşünmekten âciz kaldılar ve helâk olup gittiler. Onlara hürriyet ve refahın verildiğini, maddî ve mânevî bütün engellerin kaldırıldığını, her taraftan üzerlerine nimetler gönderildiğini, iyi-kötü her şeyin kendilerine bol bol açık bulundurulduğunu ifâde eden Elmalılı, bu âyeti şöyle tefsir eder: Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefâlar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak, ne isteseler yapabilecek hale geldiler. Kendilerine, kendi irâdelerinden başka yasak koyacak ve kayıtlayacak bir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece derece yükselmeleri arttı ki, nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına
3234] 30/Rûm, 33; Aynı zaafa işaret eden diğer âyetler için bk. 41/Fussılet, 51; 39/Zümer, 8.
3235] 39/Zümer, 49
3236] 70/Meâric, 19-21
3237] 70/Meâric, 22-27
3238] Müslim, Zühd 64; Ahmed bin Hanbel, IV/332, 333, VI/15, 16
3239] 6/En’âm, 44
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmettiler. Hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, “gel keyfim gel!” dedikleri bir sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat İblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsizlik ve tam mahrûmiyet içinde donakaldılar. 3240
İnsan, elindeki nimetlerin, yaşadığı huzur ortamının elinden alınması ile de imtihan olunmaktadır.3241 Zorluklarla sınanmayı hatırlatan bu âyetlerde insanın karakteri çizilmektedir. Bu âyetler; huzur, refah, mutluluk ve nimet içinde yüzerken haktan yüz çeviren bir ruh halini sıkıntı, musîbet, darlık ve yokluk ânında ise ye’se düşen, karamsar, bezgin ve üzgün bir tavır sergileyen insanın durumunu çok güzel tasvir etmektedir. Yeis, karamsarlık ve üzüntü hali, insanı nankörlüğe sevk etmekte ve küfre yaklaştırmaktadır. Önceki halini, bol bol rızıklarla geçirdiği o mutlu yaşayışını hiç hesaba katmadan ve nimetleri hiç hatırlamadan, içinde bulunduğu fakirlik ve zarûret halini ve musîbetin verdiği sıkıntıları ve ıstırapları anlatır durur. “Önceden bol bol veren ve ihsanda bulunan yine verir” demez de; ümitsizliğe, karamsarlığa kapılır. Nimetin sahibine ve nimetlere nankörlük etmeye başlar. Yeis, karamsarlık, bezginlik, üzüntü ve yılgınlık nankörlüğü oluşturan ve küfre kapı açan sebeplerdir.
Şu âyet, peygamberler başta olmak üzere hiçbir mü’minin Allah’ın yardımından ümidini kesmemesi ve ye’se düşmemesi gerektiğini bize bildirmektedir. “Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Suçlular topluluğndan (ise), azâbımız asla geri çevrilmez.” 3242
Yeis konusunda Kur’an’ın şu mesajı bizim için çok önem arzetmektedir: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”3243 Mü’min hangi durumda olursa olsun Allah’ın rahmetinden asla ümidini kesmez. Zira Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ancak kâfirlere mahsustur.3244 İbn Abbas (r.a.): “Mü’min her durumda Allah’tan gelecek bir hayır ümidi içindedir. Çünkü mü’min bir sıkıntıya düştüğünde, Allah’a yönelir; bolluk ânında ise, O’na hamdeder” demiştir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ancak insanın, âlemin ilâhının kâmil mânâda eşyaya kadir olmadığına veya tam mâlûmâtının bulunmadığına ya da cömert değil; cimri olduğuna inandığında söz konusu olur. Hâlbuki bu üç şeyden her biri o insanın küfrünü gerektirir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek ise ancak kâfir kimse için söz konusudur.3245
Yeis, karamsarlık ve buna bağlı olarak aşırı üzüntü, şikâyet, sızlanma gibi hususlara sebep olmaktadır. Nankörlük de bu sebeplerin verdiği ruh hâletinden kaynaklanmakta ve insanı küfre yaklaştırmaktadır. 3246
Yeis ve bu yüzden oluşan karamsarlık bir hastalıktır; kalbin, iç dünyanın hastalığı, psikolojik hastalık. Ve bu hastalık benzer nice mânevî hastalığın dâvetçisi ve tetikleyicisidir.
3240] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III/1928
3241] 11/Hûd, 9; 17/İsrâ, 83; 30/Rûm, 36
3242] 12/Yûsuf, 110
3243] 39/Zümer, 51
3244] 12/Yûsuf, 87
3245] F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 18/159
3246] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y., s. 137-139
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 635 -
İnsanın genel karakteristik özelliklerinden birisi, onun nimetler karşısında şımarıp böbürlenmesi, zararlar karşısında da ümitsizliğe ve bedbinliğe düşmesidir.3247 Bu âyette geçen “yeûs” kelimesi ümitsiz anlamına gelir. Daha geniş mânâda yeûs; ilerisi hakkında bütün ümidini kesen, Allah’ın bu sıkıntıyı kaldırabileceğine inanıp sabretmeyen, şükretmeyen ve büsbütün nankör kesilen kişi demektir.
Bu âyet-i kerimedeki “insan” lafzından murad, mutlak mânâdır, genel olarak insanlar. Bu mânânın mutlak ve umûmî olduğuna işaret eden birtakım vecihler şunlardır:
1. Allah Teâlâ Hûd sûresinin bu âyetlerinin akabinde gelmekte olan 11. âyette “ancak sabredip sâlih amel işleyenler müstesnâ” diyerek bir istisnâda bulunmuştur. İstisnâ olmasaydı, bu cümle de kendinden önceki cümlelerin hükmünü alacaktı. Böylece âyetteki “insan” lafzı içerisine sabredip sâlih amel işlemeyen hem mü’min, hem de kâfir bütün insanlar girmektedir.
2. Bu âyet-i kerime ayrıca şu türdeki âyetlerle de uygunluk arzetmektedir: “Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundumu sızlanır. Kendisine hayır dokundumu vermez. Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” 3248
3. İnsanın mizacı genelde zayıflık ve âcizlik gibi özellikler arzeder. İbn Cüreyc diyor ki: “Ey Âdemoğlu! Allah’tan sana bir nimet geldiği zaman kefûrsun/nankörsün. Senden o nimeti aldığı zaman ise yeûs ve kanût, yani ümitsizsin.”3249 Görüldüğü gibi İbn Cüreyc de “insan (Âdemoğlu)” lafzını genel olarak kullanmıştır.
Böylece bu âyette eksik yapılı; içinde bulunduğu ânı yaşayıp geleceği hiç düşünmeyen, geçmişi de anmayan, sonra karşılaştığı şeylerden dolayı çabucak isyan eden bir insan tasvir edilmektedir.3250 İnsana, lezzetini alacağı bir nimet tattırılsa, sonra da bu nimet çekilip alınsa, sabırsızlığı ve Allah’a güveninin tam olmayışı nedeniyle ümitsizliğe düşer, daha önceki nimetleri de unutur inkâr eder.3251 Ama kendisine dokunan bu sıkıntılardan sonra zenginlik ve sıhhat tattırılsa “kötülük ve musîbet benden gitti” der, övünür. İnsanlara karşı böbürlenir, kendisini saran nimetlerden dolayı şımarır, şükürden uzaklaşır ve nimetin hakkını edâ etmez. Bu âyetlerde “izâka (tattırmak)” ve “mess (dokundurmak” fiillerinin seçilmesinin sebebi şudur: İnsanın dünyada nimet ya da sıkıntı olarak karşılaştığı şeyler âhirette karşılaşacaklarının sadece birer numûnesi gibidirler. Bu nedenle bu fiiller kullanılmıştır3252 Ancak Allah’ın rahmette bulunduğu kişiler bu sonuçtan uzaktırlar.3253 Çünkü âyette zikredilen böbürlü davranış sefil insan karakteri ile ilgilidir. Bu karakter şudur: İnsan, tabiatı gereği sathî, sun’î bir yapıya sahiptir ve derin düşünceden çekinir. Bu yüzden refaha erip kudret sahibi olduğunda zevkine düşkün, kibirli ve böbürlü bir hal alır. O kadar ki herhangi bir ihtimalin bu mutlu şartları sona erdirebileceğini hayal etmek bile istemez. İşler bir gün tersine döndüğünde de, ümitsizliğin heykelleşmiş biçimi haline gelir
3247] 11/Hûd, 9-10
3248] 70/Meâric, 19-22
3249] F. Râzî, Mefâtihu’l Gayb, 17/190
3250] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 7/125
3251] Kadı Beyzavî, Envâru’t Tenzîl ve Esrâru’t Te’vîl, III/305
3252] Beyzavî, a.g.e., III/306
3253] İbn Kesir, Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir, II/213
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve her yerde kötü tâlihinden şikâyet etmeye başlar. Hatta Allah’ı suçlamaktan, O’nun ulûhiyetine hakaret etmekten bile geri durmaz. Fakat talihi tekrar geri döndüğü zaman uzak görüşlülüğü, bilgi ve başarısıyla övünmeye başlar. 3254
Böyle bir kimse artık ferîh ve fahûrdur. Allah korkusu hatırına gelmez, mağrur bir tavır alır. O nimetin hukukunu hamd ve şükürle edâ edecek yerde iftihar eder durur. Hâsılı insan, dünyada ya nimetten ya da zarûretten hâlî değildir. Bu insan bazen nimet ve bazen de zarûretle imtihan olur. Yine insan, fıtraten rahmet sebebiyle itminan ve onun alınıp çekilmesinden dolayı da elem duyar. Her iki halde de, yani rahmet verildiğinde Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı, rahmet çekilip alındığında da yine O’nun ihtiyârını, hikmet ve imtihanını tefekkür ederek en güzel şekilde davranmak lâzım gelirken insanda öyle psikolojik bir hal vardır ki, bundan dolayı çokları mün’imi (nimet veren Allah’ı) düşünmez. Daha önce eline nimet geçtiğini gördüğü halde o elinden alınıverdiği zaman her şeyi unutur, ümitsiz ve karamsar olur. Zarûret tecrübesi gördüğü, birtakım sıkıntılarla daha önceden karşılaştığı halde de bir nimet tadınca bir daha bu nimet elinden alınamaz ya da acı göremezmiş gibi istikbalden emin olarak ferahlanır, iftihar eder durur ki zikrolunan inkâr ve istihzâlar hep bu psikolojik durumla alâkalıdır. 3255
İnsan karakteri devamlı değişim üzeredir. Kendinde bir güç bulduğu zaman mübâlağalı bir şekilde kibir ve büyüklük gösterir. Ancak zayıflık ve âcizlik hissederse zillet ve meskenet içerisine düşer.3256 İnsanın bu hali şu âyet-i kerimelerde dile getirilir: “İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer/kötülük gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz muhakkak kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara ağır bir azap tattıracağız.” 3257
Bu âyet-i kerimelerde de insanın taşkınlığına bir başka örnek vardır. Allah, insana bir nimetle mukabelede bulunduğu zaman bu nimet onu şımartır da mün’imi unutur ve şükürden yüz çevirir. Allah’ı zikretmekten, O’na yalvarmaktan uzaklaşır, kendini kibir ve azamete kaptırır. Ama ona bir zarar ya da fakirlik isâbet ettiğinde de devamlı duâ eder. Bu âyetlerde yapılan tasvir; Allah’ın hidâyetini benimseyip O’nun doğru yolunda yürümeyen beşer ruhunun dorudan doğruya ince bir resmidir. Bu tip kimselerin nasıl her an değiştiklerini, zaafa düştüklerini, hayrı övdüklerini, nimeti inkâr ederek bollukla gururlanıp sıkıntıyla bağırdıklarını inceden inceye tasvir etmektedir. Şu insan iyilik istemekten usanmaz. Ama bir fenalık dokunacak olursa ümit ve heyecanını yitirir. Bu halden kurtuluşun ve çıkışın olmayacağını zanneder, bütün sebeplerin yok olduğunu kabul eder. İçi sıkılır, üzülür, Allah’ın rahmetinden ve yardımından ümidini keser. Çünkü Rabbine bağlılığı yoktur.
Bir başkası da Allah kendisine sıkıntıdan sonra rahmetini tattırsa nimeti
3254] Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, II/353
3255] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/2768
3256] F. Râzi, Tefsir-i Kebir, 27/138
3257] 41/Fussılet, 49-51
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 637 -
küçümser, şükrünü unutur ve bolluk onu baştan çıkararak şımartır. “İşte bu benim hakkım” der. Âhireti unutur ve böyle bir şeyin olacağını çok uzak bir ihtimal sayar. “Kıyâmetin kopacağını sanmıyorum” der. Kendisinde bir böbürlenme belirir ve Allah’a karşı çıkarak katında kendisinin de bir yeri olduğunu sanır. Âhireti ve Allah’ı inkâr eder. Ama yine de Rabbine döndürülecek olsa O’nun yanında kendisinin önemli bir yeri olduğunu kabul eder. Ve der ki: “Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde güzel şeyler bulacağım.” Ama bunların hepsi birer gurur ve kuruntudan ibârettir. Allah, kendisine nimet verdiği zaman insan şımarır, azıtır, büyüklenir, sırtını döner ve gider. Ama bir kötülük dokunacak olursa küçülür, düşer, aşağılaşır, yalvarır ve bıkmadan, usanmadan duâ eder durur.
İnsanın ruhundaki yüce ve basit değerleri ne kadar titizlik ve dikkatle tescil etmektedir bu âyetler. Çünkü onu tavsif eden, onun giriş-çıkış noktalarını bilen, hangi noktada ne gibi harekette bulunacağını, Allah’ın dosdoğru yolu olmaksızın nerede yanılacağını bilen yaratıcısıdır.3258
Allah başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurur: “İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip yan çizer. Ona bir zarar dokununca da umutsuzluğa düşer.”3259 Ancak geniş ve dar anlarında Allah’ın korumuş olduğu kişiler bu noksanlıktan uzaktır. Çünkü, Cenâb-ı Hak insana mal, âfiyet, fetih, rızık ve nusretle nimette bulunduğu ve insan istediğine kavuştuğunda Allah’a karşı itaat ve ibâdet vazifelerinden genelde yüz çevirir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak insana musîbetler, dert ve üzüntüler gibi birtakım şerleri dokunduracak olsa insan bu defa da umutsuzluğa düşer.3260 İbn Abbas’a göre bu âyet-i kerimedeki “insan” kelimesi ile kastedilen Velid bin Muğîre’dir. Ancak, fark edileceği gibi âyet hüküm açısından umûmîdir. Çünkü, genelde insanın karakteri, maksûduna ve matlûbuna ulaştığında aklanma, Allah’a itaat ve ubûdiyetten uzaklaşarak gâfil olma şeklinde tezâhür eder.3261
11/Hûd, 9 ve 41/Fussılet, 49. âyetlerden anlaşılacağı üzere yeûs karakterinin nankörlükle yakın ilişkisi vardır. Çok ümitsiz anlamındaki yeûs, kimi yerde küfrân-ı nimet ifâden bir sözcük ile bulunurken, kimi yerde de imanın zıddı olan kelime grubu ile beraber bulunmaktadır. 3262
İnsana bir sıkıntı, bir zarar, bir musîbet dokunduğu zaman ümitsizliğe düşer. Allah’ın sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırıp ferahlatacak yardımından, lütuf ve rahmetinden ümidini keser. Kendisinden çekilip alınan nimetler gibi bir nimetin tekrar geriye dönebileceğinden şiddetli bir ümitsizlik içinde bulunur. Kur’an bunu şu şekilde ifâde eder: “İnsana nimet verdiğimiz zaman (Bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ve ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer.”3263 Bu âyette geçen yeûs kelimesi, nankörlüğün tam karşılığıdır. İnsan cinsine sıhhat ve zenginlik gibi şükrü gerektiren nimetler verildiğinde, şükür ve zikirden yüzçevirmekte, hastalık ve fakirlikle başbaşa kaldığında ise, Allah’ın
3258] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 12/63-64
3259] 17/İsrâ, 83
3260] İbn Kesîr, a.g.e., II/396-397
3261] F. Râzî, a.g.e., 21/35; Mûsâ Kâzım Gülçür, Kur’an’da Karakter Eğitimi, Işık Y., s. 36-41
3262] 60/Mümtehıne, 13; 12/Yûsuf, 87
3263] 17/İsrâ, 83
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rahmetinden şiddetli bir şekilde ümidini kesmektedir. 3264
Yeûs anlamına çok yakın şekilde kullanılan “kanût” kelimesi ise; hayırdan, Allah’ın rahmetinden ümidini kesen kimseye denir. Başına gelen bir sıkıntının savuşup gideceğinden ümitsiz olan kişi için kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de k-n-t kökü türevleriyle birlikte altı yerde geçmektedir. Kanût olarak ise bir âyette yeûs kelimesi ile birlikte zikredilmektedir. “İnsan hayır (mal, sağlık, refah gibi dünyalık arzular) istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir şer/kötülük (fakirlik, mihnet ve sıkıntı) dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir (feyeûsun kanût).”3265 Yeûs, kalbin sıfatıdır. Kanût ise, yeis halinin yüzde ve insanın dış görünüşünde belli olmasıdır. Yeûs, duânın icâbetinden ümitsiz olan, kanût ise Rabbine karşı kötü zanda bulunan insan. Yeûs, başa gelen musîbet ve sıkıntıların gitmesinden ümidini kesen, kanût ise, bunların devam edeceği zannında bulunan kimse diye tefsir edilmiştir.3266 Türkçede her iki kelimenin karşılığı olarak da “ümitsiz” kelimesi kullanılır. Bu açıklamaya göre de mânâ yönünden bu iki kelimenin birbirine çok yakın olduğu anlaşılır.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin, imanın zıddı olan “küfür”le bağlantısını şu âyetin ışığı altında daha iyi anlayabiliriz: “…Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”3267 Bu âyete göre, Allah’ın rahmetinden sapık olan kâfirler ve zâlimler ümitlerini keserler. Mü’minler ise her hâl u kârda Allah’a şükür ve hamd ederek İlâhî rahmetten, Allah’ın lütuf ve ihsânından asla ümitlerini kesmezler. “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”3268 Allah’ın rahmetini ummuk ve beklemek mü’minin vasfıdır. Şükran duygusu ile Rabbine bağlı olan mü’min, başına gelen sıkıntı ve zarardan dolayı asla ümidini yitirmez. Nankörlük bir yönüyle Allah’ın nimetini unutmanın bir tezâhürüdür. Ümitsizliğe düşmek de, nankörlüğün bir sonucudur. Kanût kelimesinin eş anlamlısı olan yeûs kelimesi, 11/Hûd sûresinin 9. âyetinde nankör anlamına gelen “kefûr” kelimesiyle beraber bulunmaktadır.3269 Bu kelimenin de küfür kelimesiyle aynı kökü paylaştığı unutulmamalı, dolayısıyla ümitsizliğin küfür veya en azından küfre yaklaştırıcı özelliği unutulmamalıdır.
Bu konuyu içeren âyetlerin Kur’ân-ı Kerim’de sık sık tekrarlanması; bu tutum ve davranışların insan psikolojisinde derin izlere sahip olduğunu gösteriyor. Sıkıntı ve felâket ânında ümidini yitirmek, bolluk ve refahta şımarmak, kibirlenmek, büsbütün cimri kesilmek… İşte insanın genel ruh yapısı…
Ümit; “Yeis”in Zıddı
Umut veya ümit: Ummak, emel, arzu, beklenti. Bazı şeylerin olması konusunda beslenen his; ummaktan doğan güven duygusu; bu duyguyu veren kimse veya şey demektir. Aynı zamanda, ummanın verdiği rahatlık, ferahlık duygusuna umut denir. Bunun zıddı olan yeis de umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü demektir. Recâ da “ileride meydana gelmesi umulan arzu edilen bir şeye kalbin duyduğu ilgidir.”
3264] Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III/314
3265] 41/Fussılet, 49
3266] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l Kur’an, VIII/332; Şevkânî, a.g.e., IV/652
3267] 15/Hıcr, 56
3268] 39/Zümer, 53
3269] Kerim Buladı, a.g.e., s. 84-86
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 639 -
Mü’minler Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler: “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”3270 Çünkü umutsuzluk insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Kur’an, mü’minin her durumda umut içinde olmasını gerektirecek müjdelerle doludur: “Şüphesiz Rabbin onların zulümlerine karşı mağfiret sahibidir.”3271; “Rabbiniz bol rahmet sahibidir.” 3272
“Rahmetim her şeyi kaplamıştır.”3273 Fakat bu ve benzeri âyetler ne yaparsa yapsın insanın mutlaka bağışlanacağı anlamına gelmez. Umut (recâ), sebebsiz ve insanı umduğu şeye ulaşmak için çalışmaktan alıkoyacak, kötülük ve günahları önemsiz gösterecek bir beklenti değildir. “Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar “(yercûne)”3274; “Allah’a iman edenleri ve O’nun kitabına sarılanları Allah rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak, önleri kendisine götüren doğru yola eriştirecektir”3275 ve “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’nun elçisine inanın ki size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın”3276 gibi âyetlerde açıklandığı üzere umut ancak gerekli şartları hazırladıktan sonra sonucu Allah’tan ummaktır. Bunun aksi bir beklenti Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah’tan Cennet isteyen ahmaktır” hadisinde tanımladığı gibi ahmaklıktır.
Korku ve umut birbirini bütünleyen ve mü’mini kemâle erdiren iki niteliktir. Bu nedenle Kur’an mü’minleri tanımlarken iki niteliği birlikte anar: “Yanları yataklardan uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab’lerine duâ ederler.”3277 İslâm bilginleri bu tür Kur’ânî yönlendirmelerden yola çıkarak mü’minin sürekli korku ve umut arasında olması gerektiğini belirtmişlerdir. 3278
“Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip inananlar(a karşı,) muhakkak ki Rabbin, o(tevbe ve îmâ)ndan sonra, elbette bağışlayandır, merhamet edendir.” 3279
“Ve onlar Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur.”
“Kıyâmet günü onun için azâb kat kat yapılır ve o, azâb’ın içinde hor ve hakîr olarak kalır.”
“Ancak tevbe edip inanan ve faydalı bir iş yapanlar, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”
“Kim tevbe eder ve faydalı iş yaparsa o, makbul bir kimse olarak Allah’a döner.” 3280
“Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü
3270] 39/Zümer, 53
3271] 13/Ra’d, 6
3272] 6/En’âm, 147
3273] 7/A’râf, 156
3274] 2/Bakara, 218
3275] 4/Nisâ, 175
3276] 57/Hadîd, 28
3277] 32/Secde, 6
3278] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 392
3279] 7/A’râf, 153
3280] 25/Furkan, 68-71
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.” 3281
A’râf, 153’üncü âyette yaptığı kötülüklerin ardından uslanıp inanan kimselere karşı Allah’ın bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulanır. Furkan, 68-71. âyetlerde şirk koşan, adam öldüren, zina eden kimselerin kat kat azaba çarpılacakları, ancak çok bağışlayan merhametli Allah’ın, günâhlarından dönen, inanıp iyi işler yapan kimselerin kötülüklerini iyiliklere çevireceği belirtiliyor. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik vardır.
Furkan sûresi 68-69. âyetlerde üç büyük günâhı yapan kimseye azâbın katlanacağı, yani iki kat azâbedileceği belirtilmiştir. Furkan 70-71. âyetlerde de tevbe edip inanan ve uslanan kimselerin affedilecekleri, Allah katında makbul olacakları yine iki kez vurgulanmaktadır. Âyetler arasında her bakımdan mükemmel bir uyum vardır.
Hûd sûresi 114. âyette de yine Allah’ın, günâhlarından tevbe edip uslanan ve güzel işler, ibâdetler yapan, gündüzün uçlarında ve gece saatlerinde namaz kılan kimselerin kötülüklerini iyiliklere değiştireceği, iyiliklerin, kötülükleri gidereceği vurgulanmaktadır.
Günâhların iyiliklere çevrilmesi şu anlama gelir: Daha önce günâh işler yapan kimseler, dönüp sevap işlemeğe başlarlar. Kötü olan halleri ve işleri iyiye döner. Halleri düzelir. Eskiden kötü iken iyi insan oluverirler. Yahut Allah, tevbe edenlerin, eskiden işledikleri günâhları sevaba döndürür, iyi iş yapmışlar gibi onlara sevap verir. Fakat birinci anlam daha doğrudur. Çünkü ikinci âyette “İyiliklerin, kötülükleri gidereceği” ifadesi de birinci anlamı güçlendirmektedir. Bu, tıpkı kirlenmiş olan kimsenin, su ve sabun ile bedenini temizlemesi gibidir. Nasıl su ve temizlik maddeleri, görünür kiri giderirse, ibâdet, güzel ameller, tevbe ve istiğfar da kötü eylemlerin rûh üzerinde bıraktığı günâh kirlerini giderir.
Bu ve benzeri âyetler, umutsuz insanlara umut sunmakta, insanları karamsarlıktan, günâhta ısrardan kurtarmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in her yerinde insanlara bu umut aşılanmaktadır. Bütün bunların amacı, insanlara zorluk değil, kolaylık ve umut sunarak onları günâh vâdîsinden çekip Allah'a yöneltmektir. Yüce Allah, kendisine yönelen kulunu büyük lütfuyla affeder: “(Tarafımdan onlara) De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhametlidir.” “Size azâb ansızın gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.”3282 buyurmuştur. Hz. Peygamber’in: “İslâm, kendinden önceki işlerle ilgiyi keser”3283 mealindeki sözleri de bu umut ışığını yakmaktadır. 3284
İnsan Psikolojisini Dengeleyen İki Unsur: Korku ve Ümit
Sözlükte beklenti anlamını ifade eden ümit, Kur’an’da tama’ ve recâ kelimeleri ile ifade edilir. Tama’, kalbin ileride meydana gelecek olan şeyi arzu edip ona yönelmesi, bu konuda hırs göstermesidir. Recâ ise, ye’sin (ümitsizliğin) zıddı olup meydana gelmesi mümkün olan, arzu edilen bir şeyin tahakkukunun
3281] 11/Hûd, 114
3282] 59/Zümer, 53-54
3283] Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/199, 204, 205
3284] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları : 21/450-451
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 641 -
istenmesidir. Korkuyu ifade eden havf ise, insanın zanna ya da bilgiye dayanarak bazı işaretlerden hareketle gelecekte hoşuna gitmeyecek bir şeyin meydana gelmesinden veya sevilen bir şeyin elden gitme endişesine kapılarak bundan kalbinin elem duymasıdır.
Kurân-ı Kerim, çeşitli âyetlerinde insanın korkularından bahseder. İnsan düşünen, etrafını gözleyen, kâinatın birçok tehlikelerine karşı ne kadar âciz kaldığının idrâkinde olan bir varlıktır. Bundan dolayı insan, tehlikelere karşı kendisini korumak mecbûriyetindedir. İnsanı buna sevk eden şey ise fıtratındaki korku hissidir.
Bugünkü ilmî araştırmalar, insan psikolojisinin korku ve ümit adında iki temel duyguya dayandığını göstermektedir. Bu iki duygu, insanın hayattaki yönelişini, hedefini tayin etmektedir. Önümüzde nefsin iki zıt çizgisi var: Korku ve ümit. Tabiatı icabı nefis korkar ve ümitlenir. Çocuk birbirine komşu bu iki yetenekle yaratılır ve o büyüdükçe bunlar da onunla büyür ve gelişir, çeşitlenir. Bu ikisi insanın hayatına yön verir. Hedeflerini, davranışlarını, duygu ve düşüncelerini sınırlar, ayarlar ve dengeye sevk eder.
Kur’an, korku ve ümit çizgisine yönelir ve ilk iş olarak bu iki çizgiden her türlü fâsit ve sahte korkuyu ve sapık emeli ayıklar. Sonra sadece kendisi için gerekli olanı umacak, korkulması gerekli olandan korkacak şekilde ayarlar. Bu yapılmazsa insanın rûhî dengesi bozulur, hastalanır. Bilhassa korku hissi yönlendirilmezse rûhî bunalımların ve akıl hastalıklarının çok mühim bir sebebi olur. Bunun için “korku, psikiyatrinin atomu gibidir” denilmiştir. Yani birçok rûhî hastalığın temelinde o yatar. İnsanların çoğu, fıtratlarındaki korku hissi iyi yönlendirilmediği için, gerçek mercî olan Allah’a tevcih edilmediğinden binlerce sahte korkunun elinde huzursuzluğun esiri olmuş, çırpınıp durmaktadır. Gerek bizzat kendisini, gerek toplumu iyi müşâhede edebilen her insaf sahibi bu fikre katılır.
Kur’an, bu iki temel duyguya sık sık vurgu yapar. Kur’an’daki ibret amaçlı olaylar ve derslerin büyük bir kısmının bu iki temel duyguyu hedeflediklerini söylemek mümkündür. Çoğu kez rahmet ve azap âyetleri ile cehennem azâbı ve cennet hayatının birbirlerini takip ettikleri görülür. Zaten dinde de, hem Allah’ı sevmek hem de O’ndan korkmak bir esas olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı Allah, hem sevilmeli, hem de kendisinden korkulmalıdır. Nitekim Kur’an’da mü’minler, duyguları itibarıyla bu her iki durumu dengede tutan kimseler olarak tanıtılır: “Korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler...” 3285
Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “Mü’minler, Allah’ın azab ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.”3286
Ümit: Kur’an’da ümit anlamında kullanılan tama’, haram işleme3287 Allah’ın mal vermesi,3288 sâlihlerden olma,3289 cennete girme3290 ve bulutlardan yağmur
3285] 32/Secde, 16
3286] Müslim, Tevbe 23
3287] 33/Ahzâb, 32
3288] 74/Müddessir, 15
3289] 5/Mâide, 84
3290] 7/A’râf, 46; 70/Meâric, 38
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yağma beklentisi içinde olmak3291 ile rahmet ve bağışlanma, recâ ve ümit3292 gibi hususlarda kullanılmaktadır. Bundan dolayı bu kelime, Kur’an’da sözlük anlamında olduğu gibi, beklenti ve ümit içinde olmayı ifade etmektedir.
Yine Kur’an’da ümit ifade eden recâ ise, saygı bekleme3293 Allah’a kavuşma,3294 rahmet ümidi içinde bulunma3295 ve hakkında yapılacak bir muâmele beklentisi içinde olma3296 anlamlarında kullanılır. Kur’an, ümit bağlamında zaman zaman insanın dünyada yaptığı iyi işler ve onlara verilecek cennet nimetlerini dile getirmiş ve bununla muhâtabını iyi amele, güzel ahlâka sevk etmeyi amaçlamıştır. 3297
Beyne’l Havfi ve’r-Recâ; Korku ve Ümit Arası: Havf, tatlı bir korku, Allah’ın celâl, kibriyâ ve azameti karşısında haşyet duyma... Recâ, zevkli bir ümit. O’nun lütuf, ihsân ve kereminden daima ümitvâr olma... Hayırları işlemek, amel-i sâlih; şerlerden kaçmak ise takvâdır. Amel-i sâlih işlendikçe recâ kapısı, takvâda ilerlendikçe havf kapısı açılır. Her iki kapıdan da aynı neticeye erilir: Cennet. Takvâ ve sâlih amel nasıl birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmıyorsa, havf ve recâ da öyle... Bir mü’min Allah’ı hem sevecek, O’nun rahmetinden daima ümitvâr olacak, hem de O’ndan korkacak, azâbından emin olmayacaktır. İşte bu iki meziyet, kalbi safha safha terakkî ettirir, dalga dalga güzelleştirir; ona mânâ ve ulviyet kazandırır...
Korku ve ümit, bir âhenk içinde olmalı. Geceyle gündüzün, dünyanın başını sırayla sarması gibi... Bu arz küresi, hiçbir zaman, ne tam bir karanlığa bürünmüş ne de topyekün bir aydınlığa kavuşmuştur. Arzın bir yüzü kararırken beri tarafı aydınlanır, bir tarafı aydınlanırken ötesi kararır. Bu nöbetleşme ile arzın başında, her an hem aydınlık hem de karanlık hükmeder. Mü’min de her an, hem ümit ve hem de korku içinde olmalı. Zira Allah hem Ğaffâr’dır, hem de Kahhâr. Bağışlaması da vardır, kahrı ve perişan etmesi de.
Havf ve recâ imandandır... Her ikisi de mü’minin sıfatları. Bundandır ki, hangisi ruhtan çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recânın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yol...
Bazı kimseler, alenen, sıkılmadan ve daha kötüsü, seve seve günah işlemekte ve sırası geldiğinde de kendilerini teselli sadedinde, “Allah Ğafur ve Rahîm değil mi?” demekteler. Hâlbuki, Ğafur ve Rahîm olan Allah’a isyandan sıkılmak gerekmez mi? İsterse hiç azap etmesin, cehennemine atmasın. Kaldı ki, bir kulun af ve mağfirete ermesi için birtakım şartlara uyması gerek. Ğafur ve Rahîm isimleri, isyanını alenen ve severek işleyenlerden çok, yaptığı günahtan vicdanen rahatsız olan, sıkılan ve kötü halinden kurtulmak isteyenlerin ilticâ edecekleri isimler. Bu isimler, mü’mini yeisten kurtarır. Yoksa -hâşâ- âsînin isyanını devam ettirmez. Bu sözü sarf edenler Allah’ın sadece Ğaffâr ve Settâr değil; Kahhâr ve Cebbâr da olduğunu hatırlarından çıkarmasalar böyle bir hataya düşmezlerdi...
3291] 13/Ra’d, 12; 30/Rûm, 2
3292] 7/A’râf, 56; 32/Secde, 16
3293] 71/Nûh, 13
3294] 18/Kehf, 110; 29/Ankebût, 5
3295] 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104
3296] 9/Tevbe, 106
3297] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 86-88
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 643 -
Kur’ân-ı Kerim’de bir kısım âyetler, mü’mini cennetle müjdelerken, bir kısmı da âsileri cehennemle tehdit ediyor. Kalbin bir atıp bir sessiz kalması gibi, insanı bir havfa bir recâya sevk etmekle hoş bir âhenk meydana getiriyorlar. Fâtiha, Kur’ân-ı Kerim’in fihristi, hülâsası, özü ve özeti. Onda da havf ve recâ dersi birlikte veriliyor: “Hamd”de medih ve senâ hâkim. “Mâlik-i yevmi’d-dîn”, havf dersi verir. “İbâdet” recâya, “istiâne” havfa işaret ederler. “Sırât-ı müstakîme hidâyet talebi”: Recâ; “Mağdûb ve dâllînden olma korkusu” : Havf. Fâtiha’yı okuyan bir mü’minin ruhu, o hissetmese de, havf ve recâ dalgaları arasında seyerân eder. 3298
Korku-Ümit Terazisinde Ağır Basan Taraf Korku Olmalıdır
Korku hissi insan tabiatında, diğer birçok hislere ve hatta zıddı olan ümit hissine oranla daha kuvvetlidir. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim, bu hissi özellikle muhâtap almış ve gerçek mevkiine oturtmaya gayret etmiştir. Kur’an’da yapılacak bir araştırma, korku üzerine âyetlerin daha çok olduğunu ortaya koyacaktır. Kur’an’ın korku hissini daha çok gündeme getirmesi, insanın en fazla frenlenmeye ve gem vurulmaya, bir noktada dengede tutulmaya muhtaç duygusunun, taşkınlık, haddi aşmak, zulüm işlemek, yani kısacası yasakları çiğnemek eğilimi olmasındandır. İnsan, bu huylarından ancak korku sebebiyle vazgeçebilir. İnsanı, işlemeğe pek hırslı olduğu günahlardan, ancak onun korku hissine hitap ederek, cezâî müeyyideler/yaptırımlar koyarak ve hatta uygulayarak vazgeçirebilirsiniz.
Hiçbir ülkenin şu veya bu günah ve suçları işlemeyen insanlara ‘şu şekilde mükâfatlar vereceğiz’ diye bir ceza hukuku anlayışları yoktur. Beşerî terbiye sistemlerinde her ne kadar örnek davranışlara özendirmeye yönelik ödüllendirme usulleri varsa da insanları, yasakları işlemek ve yasaları çiğnemekten caydırmak için korkutucu yaptırımlar daha ağır basmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki korku, insandaki haddi aşma, haksızlık etme ve taşkınlıklar yapma gibi his ve eğilimleri frenleyen çok özel bir duygudur. Korku, insan arzu ve iştihalarını helâl ve haram sınırında dengeli tutmaktadır. Bu yüzden Kur’an’da korkutan âyetlere daha çok yer verilmiştir. Aslına bakılırsa bu âyetler ne fazla ne de azdır. İnsandaki tuğyanı zararsız seviyede tutmak için yeterli ve dengelidir.
İmam Gazâli, “korkunun recâdan daha fazla olması mı, ikisinin birbirine denk olması mı efdaldir?” başlığı altında meseleyi çok güzel ele almıştır. Ona göre; ilk bakışta hangisinin efdal olduğunu söylemek zordur. Bu, “ekmek mi, su mu efdal?” sorusuna benzer. Acıkan için cevap başkadır, susamış olan için başka. Korku da ümit de kalbi tedavi eden bir ilaçtır. Birbirlerine üstünlükleri kalpteki hastalığa göredir. Allah’ın mekrinden emin olma hastalığı varsa, buna ilâç korkudur. Rahmet-i İlâhîden ümitsizlik hastalığı varsa ilâç recâ, yani ümittir. Hangi hastalık galip ise onun ilâcı efdaldir. Aynı şekilde insanın isyan yönü daha galipse korku efdaldir. İnsanların çoğunlukla günah ve isyan hastalığına müptelâ oluşlarını nazarı itibara alırsak korkunun daha makbul olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlara daha faydalı olan, korku halidir. Çünkü insanlar için en uygun olanı, kişiyi ibâdete yönelten, bütün haram arzuları törpüleyen, kalbi dünyaya meyletmekten koruyan, korku tarafının ümitten daha fazla olmasıdır. Bu ölüm vakti gelene kadar böyle olmalıdır. Herkese yaraşan, şiddetli hastalık halinde, ölüm ânında3299
3298] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 127-129
3299] Nevevî, Riyâzü’s Sâlihîn Terc. I/479
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah sevgisi ve ümidin ağır basmasıyla dünyadan ayrılmaktır. 3300
Mustafa Sabri Efendi de, İslâm’da korku hissine verilen önemin, bir yanlış değerlendirme olmadığını, bilakis aksini iddia edenlerin, Avrupalıların tesiri altında kaldıklarını anlatır. Ona göre, insan tabiatüstü varlık olmadığından maddî faydalara ve maddî sakıncalara daha çok bağlanır. Bundan dolayı, korku altında itaat, bağlılıkların belki en kuvvetlisi ve en ciddisidir. İnsanı gizli ve açık bütün eylemlerinde onu takip eden ve hiç aldanmayan ilâhî kontrolün sonsuz tesir eden korkusu, muhabbet bağına kıyas edilemeyecek şekilde, itaat ve boyun eğmenin en amansız müeyyidesi, yani yaptırımıdır. Bunu kabul etmeyen reformcularımızın tenkitleri, İslâm’ın temel esaslarına yabancılıklarından (veya kasıtlı olup kötü niyetlerinden) kaynaklanır. Müslümanlara özellikle Allah korkusunu telkin eden eski âlimleri suçlu bulan kişiler, bu eğer bir suç ise, bu suçu Kur’ân-ı Kerim’e atfetmelidirler. Çünkü O’nun hemen her sayfasında korku ifade eden bir âyet vardır. Hucurât sûresinin on üçüncü âyetinde “Allah katında en şerefliniz, en müttakî; yani Allah’tan en çok korkup sakınanızdır” buyruluyor.
İnsanın yaratıcısı ve sahibi olan Allah, gönderdiği kitabında fıtrata en uygun olanı yapmış ve korku hissine ağırlık vermiştir. Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona kadar dikkatsizce okuyan bir kimse bile bunu fark eder. Böyle olması, yani Kur’an’da korkuya önem verilmesi, çok az kavramda görülen bir özellikle bu kavramın çok çeşitli kelimelerle ifade edilmesi, fıtrata uygunluktan başka bir şey değildir. 3301
Takvâ, Kur’an’da defalarca övülen bir sıfattır. Allah indinde insanların taşıyacakları en yüksek şeref pâyesidir. Fıtrat dini İslâm, insanların ulaşmalarını arzu ettiği takvâ ve etka mertebelerinin tahakkuk etmesi için, bunların dayandığı korku hissini işletip, bu övülen vasıflara mü’minlerin sahip olmasını temin etmiştir. Daha doğrusu İslâm ve onun kitabı Kur’an, insanın tekâmül usûlünü ortaya koymuştur. Mânen yükselmeyi dileyen için başka yöntem yoktur. Korkuya verilen önemin sebebi, neticesinin takvâ oluşundandır.
İnsan, şu uçsuz bucaksız gibi görünen evrende kendisini kuşatan korkutucu unsurlara, içinde bulunduğu tehlikelere, geceye, vahşi tabiata, yırtıcı hayvanlara; açlık, susuzluk, çıplaklık; düşman, işkence ve ölüm gibi kendisiyle burun buruna yaşayan korkulara bakacak olursa, kâinat kitabında da korkunun, emniyet vaad eden ögelerden daha ağır bastığını, daha objektif bir şekilde görecek ve anlayacaktır. Hal böyleyken Kur’an’da korku hissinin daha çok uyarılması, neden zor anlaşılan bir mesele olsun? İnsanın beşikten mezara kadar geçirdiği hayat mâcerasında ona ümit ve emniyetten daha çok, korku arkadaşlık etmiştir şüphesiz. Bu da gösteriyor ki Allah, kulunu korku ile terbiye ediyor. İnsana öyle geliyor ki: Kâinattaki korku miktarı insandaki isyan arzusuna denktir. Yeter ki insan bu korkudan haberdar olsun.
İnsanı Rabbine yönelten duygular, nimetlerden, emniyet ve ümitten kaynaklansaydı Kur’an’da insanın nankörlüğünden bahsedilmez; şükreden kulların ve şükür amelinin azlığı sık sık vurgulanmazdı. Belki bazı kimseler, Yüce Allah’ın “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”3302 meâlindeki âyetlerin ve Allah’ın âhirette daha
3300] İmam Gazâli, İhyâi Ulûmi’d Din, c. 4, s. 303
3301] Mustafa Sabri Efendi, naklen: L. Cebeci, Kur’an’a Göre Takvâ, s. 27-28
3302] 7/A’râf, 156
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 645 -
çok rahmetiyle muâmele edeceğine dair hadislerin ışığı altında rahmetin daha ağır bastığını düşünebilir. Bu, ilk bakışta doğru bir eğilim gibi görünse de, dikkatle bakıldığı zaman bu görüş hemen kıymetini kaybeder. Çünkü Allah’ın rahmet sıfatıyla muttasıf olması, gadabıyla değil de, mahlûkata rahmetiyle muâmele etmesi bile O’nun korku hissini uyarmasını gerektirir.
Anneler neden çocuklarını daha çok tehlikelere karşı uyarır ve onları korkuturlar? Çokça merhametlidirler de ondan. Yüce Allah da eğer Kur’an’da korku hissini fazlaca uyarmışsa, bu da O’nun her şeyi kuşatan rahmeti gereğidir. Korkutmak bir azap değil; rahmettir. Çünkü korkutanın korkutmakla maksadı, korkuttuğu kimseleri tehlikelerden yana selâmete dâvet etmek hedefine yöneliktir. Bu yüzden Allah’ın rahmetinin genişliği fikrini esas alarak Kur’an’da korku hissinin az uyarıldığını iddia etmenin tutarsızlığı açıktır. Kur’an’da, dağ gibi deniz dalgalarının insanı kuşattığı an, insanların Allah’a yönelip dini yalnız O’na has kılarak Allah’ı tanıdıkları3303 anlatılmaktadır.
Korku, hem kâinatta hem de Kur’an’da başlı başına bir denge unsurudur. Çünkü, duygularımız ne gereksiz ve ne de zararlıdır; her his bir maksat için yaratılmıştır. Önemli olan, bu duygularımıza güzel istikametler vermek ve aşırılıklardan kaçınıp sınır koyabilmektir.
Korku olmazsa insandaki taşkınlık arzusu artar. Korkusuz insan da serazat bir şekilde her yasayı fütursuzca çiğner dolaşır. Buna bağlı olarak da tüm beşerî dengeler alt üst olur. Korku çok aşırı olursa bu sefer pusup susan insan, kendini tehlikelere ve onursuzluklara teslim edip helâk veya zelîl olur. Hiç korkmayan insan gibi, aşırı korku yüzünden de kişi, normal aktivitesini kaybedip asıl fonksiyonunu yerine getiremez.
Kur’ân-ı Kerim, insanı bir bakıma ilâhî tekliflerle dengeleyerek, âlemleri fesattan koruyor diye de değerlendirebiliriz. Bu tekliflerden emir ve yasaklar manzûmesini ihlâl edenler, en şiddetli azap ve cezalarla korkutuluyor. Emre itaat edenler ise ümitlendiriliyor. İşte bu korkutma ve ümitlendirme çok hassas bir denge istiyor; bu da insanın Rabbı olan Allah’ın Kitabında en âdil biçimde yapılmıştır.
İnsanda azgınlık yeteneği çok; o halde korkutma işlemi de o kadar çok olmalı. İnsanda gurur, yani aldanış, avunma ve temenni gibi ümidi kötüye kullanma diyebileceğimiz huylar da çok. O halde “Şeytan sizi Allah’ın rahmetine güvendirerek aldatmasın.”3304 şeklinde insana mesaj veren âyetler de o nisbette Kur’an’da vardır. Ancak, ne var ki ümitlendiren âyetlerle, korkutan âyetler sayıldığı zaman, korkutan âyetler çok fazla çıkar. (Yukarıda listesi verilen korku ile ilgili kelimeler Kur’an’da, toplam olarak 646 yerde geçerken; ümit anlamına gelen recâ (28) ve tama’ (12) kelimeleri, türevleriyle birlikte toplam olarak 40 yerde kullanılmıştır.)
Bu durum, dengesizlik ifade etmeyeceği gibi, bilâkis dengenin ta kendisidir. Korku ve ümit dengesi derken, korkuyu terazinin bir kefesine, ümidi de diğer kefesine koyun, eşit olsunlar, işte bu dengedir demek istemiyoruz. Bu fevkalâde yanlış bir denkleştirme olur. Eşitlik ayrı şeydir, adâlet ayrı. İşte böyle bir denkleştirme yüzündendir ki Kur’an’da “korkutan” âyetlerin çokluğu, kişide
3303] 31/Lokman, 32
3304] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aritmetiksel bir dengesizlik intibaı uyandırsa bile bu, adâlet gereğidir. Bu konuda kavramların hizmet ettikleri maksatlarıyla olan mutâbakatına “denge” demek daha doğrudur.
“Korku” duygusunun maksadı beşerî taşkınlıkları frenlemektir. O halde korku; bu taşkınlıkları durduracak miktarda olmalıdır. Ümit duygusunun maksadı ise, korku ümitsizliğe ve karamsarlığa dönüştüğü zaman, bu hali kendisine çekerek korkunun miktarını ayarlamaktır. Buna göre de ümit, korkuyu kendi miktarına çekecek derecede olmalıdır. Bu da ümit miktarının dengede olması demektir ki işte bu durum, Kur’an’da dengeli olarak vardır. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.’’3305 Hiç insanın rabbı/terbiyecisi, terbiye edeceği varlığa ne kadar korku, ne kadar ümit gerekir, bilmez mi?!
Selim kalp, korku ve ümit hislerinin en hassas dengeleri üzerindedir. Çünkü o, daima korku ve ümit arasındadır. Ne Allah’a sûi zan besleyecek kadar ümitsiz ve korkak olur; ne de şımaracak kadar ümitvar.
Bazı kıssalarda Allah korkusundan ölen, çıldıran, dağlara düşen kimselerin hikâyelerini şüphesiz duymuş veya okumuşuzdur. İşte bu halin de dengelenmesi gerekir. Kişinin işlediği günahları, Allah’ın rahmetinden ümit kestirecek derecede büyütmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikeli ise; işlediği sevapları da şımaracak kadar çok görmesi ve kendini beğenmesi de o derece yanlış ve tehlikelidir. Öyle ki kul ümitsizlikten kurtulması için bile korkutulur. Yani, eğer Allah’tan ümit keserseniz, ebedî hüsrâna uğrarsınız denir. Bu noktada bile korku yine rahmetin bir tecellisi olarak zuhur eder. İşte Gazâli, “günahın gizli ve açığını, zâhir ve bâtınını terk eden müttakîye gelince, ona da yaraşan korku ve ümit tarafını eşit tutmaya çalışmasıdır”3306 demektedir.
Aşırı günahlara dalan biri için “Nefislerine günah işlemekle zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”3307 gibi rahmet âyetlerinin, Allah’ın azâbından emin olanlar için de azap âyetlerinin okunması gibi bir tebliğ ve telkin üslûbu kişide korku ve ümit dengesini gerçekleştirecektir. Özetle korku ve ümit, hem insanın yeis ve ümit gibi hislerindeki aşırılıkları dengeleyen birer âmil ve unsur, hem de asılları itibariyle insanda kâfi miktarda olmaları gereken huylar olarak karşımıza çıkmaktadır. 3308
Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ve Allah’ın Rahmeti
Ümitsizlik, ümit kesmek anlamında yeis ve türevleri, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 13 yerde zikredilir.3309 Yine ümitsizlik, ümit kesme şeklinde yeis kelimesiyle aynı anlama gelen k-n-t ve türevleri de Kur’ân-ı Kerim’de toplam 6 yerde kullanılır.3310 Kunut, yeisten daha fazla ümitsizlik anlamını ifâde etmekle beraber, asıl olarak hayırdan ümit kesmek anlamındadır. Yeis kelimesinin zıddı olan “ümit”
3305] 67/Mülk, 14
3306] İmam Gazâli, a.g.e. c. 4, s. 306
3307] 39/Zümer, 55
3308] Faruk Gürbüz, Kur’an’da Denge, Denge Y., s. 182 vd.
3309] 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne, 13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4
3310] 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 647 -
anlamındaki recâ (r-c-v) kelimesi ve türevleri de Kur’an’da toplam 28 yerde geçer.
Kur'an'da rahmet kelimesi ise, türevleriyle birlikte 339 yerde geçmektedir. Rahmetin, Allah için kullanıldığı durumlarda bağış ve lütuf kastedilir.
Rahmet, Allah'ın ilk ve en belirgin vasfıdır. Azap ve gazap istisnâ ve şartlı iken; rahmet ve lütuf genel ve istisnasızdır. “Azâbımı dilediğime isâbet ettiririm. Rahmetime gelince, o, her şeyi topyekün sarıp çevrelemiştir.’’3311 Ayrıca Allah, merhamet edenlerin en merhametlisi (Erhamur Râhımîn)dir.3312
Allah’ın rahmeti, insanın elde edip biriktirebileceği her türlü değerden daha üstün ve güvenilirdir.3313 O halde, kurtuluşu ümid etme bakımından, ibâdet ve ameline güvenmekten; Allah’ın rahmetini ümid etmek daha iyidir. Bu konuda en doğru yol, hem müslümanca ibâdet ve amel sergilemek, hem de amellerimize değil; Allah’ın rahmetine güvenmektir.
Rahmet; incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp merhamet etme demektir. Allah’ın kullarına acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muâmele etmesi anlamında Kur’ânî bir tâbirdir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı Kendisine vâcip kıldığını açıklamıştır: “Rabbinız, sizden her kim bilmeyerek fenalık yapar da arkasından tevbe eder ve nefsini düzeltirse, ona rahmet etmeyi Kendi üzerine almıştır. O, bağışlayan ve merhamet edendir.”3314 Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymaktır. Allah, şânına yakışır bir acıma ve şefkat ile muâmele eder.
Hayatın kaynağı da bu İlâhî rahmettir. “Benim rahmetim her şeyi içine almıştır.”3315 Rahmetin zıddı gazaptır. Halkın isyanı ve verilen nimetleri kendi istekleri ile kötüye kullanmaları sonucunda, ikinci derecede tecelli eden rabbânî bir hikmettir gazap. İsyan edenlere karşı gazâbın hükmü olan cezalandırma olmasaydı, sonunda itaat ile isyanın, imanla küfrün, nankörlük ile şükrânın farkı olmaması gerekirdi. Bu da hikmete uymayan bir eksiklik olurdu.
“Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları), dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftirâ etmiş olur.” 3316
“… Allah buyurdu ki: Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatır. Onu, ittika edip sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” 3317
“Nihâyet, Firavun suda boğulup can çekişirken ‘inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım’ demişti. Şimdi mi iman ediyorsun?! Hâlbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun.” 3318
3311] 7/A’raf, 156
3312] 12/Yûsuf, 64, 92; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü’minûn, 109-118
3313] 3/Âl-i İmrân, 157
3314] 6/En’âm, 54
3315] 7/A’raf, 156
3316] 4/Nisâ, 48; benzer âyet için bk. 4/Nisâ, 116
3317] 7/A’râf, 156
3318] 10/Yûnus, 90-91
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet (nimet) tattırır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak, elbette ‘kötülük benden gitti’ der. Çünkü o (bunu derken) şımarıktır, kibirlidir. Ancak (musîbetlere) sabredip sâlih amel/güzel iş yapanlar böyle değildir. İşte onlar için bir bağış ve bir büyük mükâfat vardır.” 3319
“Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 3320
“…İman edenler (kâfirlerden) ümitlerini kesmediler (ve anlamadılar) mı ki -bilmediler mi- Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi (ama Allah öyle dilememiştir)…” 3321
“(İbrâhim) dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?” 3322
“Biz insan üzerine nimetler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir.” 3323
“Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, onunla sevinirler, fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isâbet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar.” 3324
“Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine duâ ederler.” 3325
“De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir. Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O'na teslim olun, sonra size yardım edilmez. Ansızın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel söze, Kur'an'a uyun. Kişinin ‘Allah'a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim’ diyeceği günden sakının.” 3326
“O çetin azâbımızı (be’simizi) gördükleri vakit ‘tek olan Allah’a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik’ dediler. Fakat azâbımızı (be’simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi (verecek değildir). Allah’ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrâna uğradı (o zaman hüsrâna uğrayacaklardır).” 3327
“İnsan, hayr/iyilik istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer/kötülük gelince ümitsizliğe/yeise düşer, me’yûs olur. Başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırsak ‘elbette bu benim hakkımdır, kıyâmetin kopacağını sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem muhakkak ki O’nun nezdinde de güzel şeyler bulacağım’ der. Andolsun ki Biz muhakkak kâfirlere yaptıklarını bildireceğiz ve andolsun ki muhakkak Biz onlara ağır bir azap tattıracağız.” 3328
3319] 11/Hûd, 9-11
3320] 12/Yûsuf, 87
3321] 13/Ra’d, 31
3322] 15/Hıcr, 56
3323] 17/İsrâ, 83
3324] 30/Rûm, 36
3325] 32/Secde, 16
3326] 39/Zümer, 53-56
3327] 40/Mü’min, 84-85
3328] 41/Fussılet, 49-51
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 649 -
“O, (insanlar) ümitlerini kestikten sonra, yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O velîdir/hakiki dosttur, hamîddir/övülmeye lâyık olandır.” 3329
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden, kurtuluştan) umut kesmeleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.” 3330
“Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, ‘Rabbim bana ihânette bulundu.” 3331
Hadis-i Şeriflerde Yeis ve Allah’ın Rahmeti
“Mü’minler Allah’ın azap ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” 3332
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” 3333
“Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha rahat emebilmesi için bu sâyede ayağını kaldırır.” 3334
“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” 3335
“Kim güneş Batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.” 3336
“Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.” 3337
“Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder.” 3338
“Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını dileyendir.” 3339
Günahların Affı İçin Gerekli Şart; Tevbe
Özellikle yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden ümit boyutunu öne çıkarıp Allah’ın af ve merhametini istismar ederek kendine zulmeden ve günah deryâsından çıkmamayı normal sayan hasta karakterli insanların Allah’ın azâbından emîn olmama ilâcına sarılmaları şarttır. Günahların affedilmesi için
3329] 42/Şûrâ, 28
3330] 60/Mümtehıne, 13
3331] 89/Fecr, 15-16
3332] Müslim, Tevbe 23
3333] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
3334] Buhârî, Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100
3335] Müslim, Tevbe, 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De’avât 105, h. no: 3533
3336] Müslim, Zikr 43, h. no: 2703
3337] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî, De’avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30
3338] Tirmizî, De’avât 103, h. no: 3531; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4253
3339] Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2501; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4251; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her şeyden önce günahı günah olarak kabul etmek, bunun kendisine yakışmadığı bilinciyle Allah’a isyandan vazgeçip günahlarına pişman olup tevbe etmek gerekir. Affedilmek için kul açısından mutlaka yapışılması gereken tevbe ne demektir?
“Tevbe” sözlükte, asla geri dönmek demektir. Kulun, geçici olan günah halini terkedip günah öncesi duruma, düzgün hale (salâh haline/fıtrata) dönmesi anlamına gelir. Tevbe: Yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah'a dönmek, yani O'nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak sûretiyle Allah'a sığınarak O'ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O'na yalvarmak” demektir.
Bu açıdan ‘tevbenin’ şeriat dilindeki anlamı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup bir daha yapmamaya karar vermesi; Allah’ın da bu ‘asla dönüş’ü, yani bu pişmanlığı kabul ederek günahı mağrifet etmesidir. ‘Tâib’, tevbe eden demektir. Allah'ın sıfatlarından ve isimlerinden biri ‘Tevvâb’dır. Tevvâb, tevbeleri çok çok kabul eden anlamındadır.
Tevbe, yalnızca yapılan bir hatadan pişmanlık duyup, Allah’tan af dileme değil, aynı zamanda sürekli duâ ve istiğfar ederek temizlenme gayretidir. Allah’a mürâcaat ve O’na dönme kulluğudur. Bu bakımdan Kur’an mü’minlere ‘hep beraber tevbe edin’ 3340 diyerek, bu yönelişi haber veriyor. Bazılarına göre tevbe, bir hatadan veya bir günahtan vazgeçme, pişman olmadır. Bu tevbe çok önemli olmakla beraber, asıl önemli olan kulun yerine getirmediği dinî emirlerden dolayı yaptığı tevbedir. Çünkü insanın kalbinin ve bedeninin birtakım görevleri vardır; Allah (c.c.) insana o görevleri yerine getirmesini emretmiştir. Ancak insanların bazısı ya cahilliklerinden, ya sapıklıktan, ya da hakka karşı inatçı olmalarından dolayı bu emirleri yerine getirmemiş olabilirler. Tevbenin büyüğü, bu tür inatçılığı ve gafleti terkedip Allah’a itaat etmeye dönmedir.
Yapmamız gerektiği halde yapmadığımız veya gereği gibi yerine getirmeyip kusurlu ve eksik şekilde yerine getirdiğimiz hususlardan ve ihmalden de tevbe edilmelidir. Daha iyi olamadığımız için, mücâhid ve müttakî olamadığımız, sâlih amel yarışında en ön sıralarda yer alamadığımız için tevbe. Örnek olamadığımız için, canlı Kur’an olamadığımız için tevbe. Tevbe, günahların kötülüğünü anlayıp Allah’a yönelmek, bağışlanma dilemektir. Tevbe, işlenilen günah sebebiyle uğratılacak azaptan kurtuluş vesilesidir; tevbe bir müjdedir: “Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, (İslâm uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen mü’minleri (cennetle) müjdele.” 3341
Tevbe, kurtuluş umuduyla Allah’a yönelmek, kurtuluş ümit etmektir. Tevbe etmemek ise zâlim olmak, nefse zulmetmektir. Tevbe etmemek, imandan sonra fısktır, Allah’ın yolundan ayrılmaktır. “İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.’’3342 Tevbe, insanın zulmetmesinden sonra, durumunu fark edip o durumundan vazgeçmesi,
3340] 24/Nûr, 31
3341] 9/Tevbe, 112
3342] 49/Hucurât, 11
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 651 -
kurtulması, yani kendisini düzeltmesinin adıdır. “Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” 3343
Allah (c.c.) kullarına tevbe etmelerini, hatalarından vazgeçmelerini, bir günaha düşerlerse, yalnızca kendisinden bağışlanma istemelerini emrediyor. 3344
Peygamberimiz (s.a.s.) de kendisinin her gün yetmiş defa tevbe ve istiğfar ettiğini söylüyor.3345 O, insanlara şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, Allah’a tevbe edin! Muhakkak ki ben (de en azından) günde yüz defa tevbe ederim.”3346 Yine buyuruyor ki: “Kalbimin üzerini unutkanlık (sıkıntı-gaflet) kaplar da bunun için günde yetmiş defa istiğfar ederim.” 3347
İslâm’a göre ‘tevbe’ başlı başına bir ibâdettir. Bu ibâdette hem günah ve hatalardan vazgeçme, hem kulluk görevini yeniden yerine getirmeye dönüş, hem de Allah’a yakınlaşma ve zikir vardır. Tevbe yalnızca mü’minlerin yaptığı bir ibâdet değildir. Bir inkârcı, müslüman olduğu zaman; bir şirk koşan müşrik, şirki terkedip İslâm’ın iman ilkelerini kabul ettiği zaman tevbe etmiş sayılır. Demek ki tevbe ya inkârdan, ya günahtan, ya da Allah’ın emrini yerine getirememekten dolayı yapılır. Müslüman, günahından ihlâslı bir şekilde tevbe ederse bu tevbesi kabul edilebilir. Bu kabul edilmenin anlamı, günahın verdiği zarardan kurtulmaktır. Kişi işlediği eski günaha tekrar dönmezse, o günahın dünyadaki ve âhiretteki zararından kurtulması ümit edilir.
İslâm’da hiç günah işlemeyen insanların oluşturduğu bir toplum idealizmi yoktur. İslâm, gerçekçi bir dindir. İnsan beşer, bazen şaşar. Konuştuğunda insan bazen dili sürçtüğü gibi, yürüyen insanın az da olsa ayağının kaydığının (zelle) görüldüğü gibi, hatasız kul, günahsız insan olmaz. Bunları çok sık yapmak yanlıştır; ve de düştüğünde hemen ayağa kalkmak istemeyen kimsedir suçlu. Hatta bir hadis-i şerifte: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve günah işleyip hemen arkasından da tevbe eden bir kavim yaratırdı.”3348 buyrulur. “Mü’minlerin ekine benzediği, günah rüzgârlarıyla eğilip tevbe ile hemen doğrulduğu” anlatılır. Yine bir hadis meali şöyledir: “Hayırlı olanlarınız, çeşitli fitne ve imtihanlara mâruz kalıp çokça tevbe edenlerinizdir.” İslâm’a göre günahsız olanlar yalnızca peygamberlerdir. Günahsız toplum ve kişi düşünülemez. Çünkü kişi ‘beşer’ olması dolaysıyla her an nefsinin isteklerine ve şeytana aldanabilir. Önemli olan, günahı işledikten sonra, günahta ısrar etmemek, günahı savunmamak ve hemen vazgeçmektir.
Tevbe, Hz. Âdem'le başlar. Ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ve eşi, işledikleri günahtan dolayı Allah’a tevbe ettiler ve tevbeleri kabul edildi. Tevbenin zıddı ise inat, kibir ve hatada bile bile ısrardır; bunlar da şeytanın ve şeytan karakterindeki insanların özellikleridir. Âdem'le şeytanın farkı tevbede ortaya çıkmaktadır. O yüzden Âdem gibi olmak, yani adam olmak, şeytanlaşmamak için, bir hata yapmış olsak hemen tevbe çeşmesiyle arınmamız temel şarttır. Bilindiği gibi, Allah’ın secde emrini dinlemeyen İblis, yaptığı hatayı savundu, isyanından dolayı pişman
3343] 5/Mâide, 39
3344] bk. 11/Hûd, 1-3, 47, 52; 39/Zümer, 53-55; 24/Nûr, 8; 9/Tevbe, 117-118 v.d.
3345] Buharî, Deavât 3; Tirmizî, Tefsir 48, Hadis no: 3259
3346] Müslim, Zikir ve Duâ 12, Hadis no: 2702, 4/2075; İbn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3816
3347] Müslim, aynı yer; Ebû Dâvud, Salât - Istiğfar, Hadis no: 1515, 2/84
3348] S. Müslim bi Şerhi’n Nevevî, 17/65
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmadı, tevbe etmedi. Bu yüzden de ebediyyen kovulmuşlardan oldu. Günahta ısrar ve kibirlenmek tevbenin önünde engeldir. 3349
Konuyla İlgili Âyetlerden Çıkan Hüküm ve Hikmetler
Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler anlaşılmaktadır:
1- Allah Teâlâ, mü’minlerden sâdır olan bütün günahları bağışlayabilir ve onun büyük günahlarını da affedebilir. Bu, Allah'ın dilemesine ve fazlu keremine kalmış bir şeydir.
2- Allah Teâlâ, tevbe edilip, O'na dönülür, ihlâslı ve sâlih amel işlenir, kendisine boyun eğilip, emir ve nehiylerine itaat edilirse, şirk, küfür ve masiyetleri bağışlar. Bütün bunlar, ölümle azap gelmesinden önce dünya hayatımdayken olabilir. Zira o azaptan kaçıp kurtulmak veya bir yardım edici sayesinde bu azâbı geri çevirmek söz konusu değildir.
3- Amel: Helâl dediklerini helâl, haram dediklerini de haram kılmak, emirlerine ittiba ve itaat etmek, yasaklarından ve masiyetlerden de kaçınmak suretiyle Kur’ân-ı Kerim'e ittiba demektir. Burada şu söylenebilir: Allah Teâlâ kullarını bağışlamayı vaad ettiği zaman, hemen ardından iki şeyi emir buyurmaktadır:
a) Tevbe ile Allah'a dönmek.
b) Sözün en güzeline uymak ki o Kur'an'dır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer ikişerli bir Kitap halinde indirdi.” 3350 Kur’an’ın tüm ayetleri güzeldir. Buradaki ittiba ise, Allah’ın, Kitabı’nda inzal buyurduğu emirlerle amel ve masiyetlerden kaçınmaktır.
4- Kusurlu kimse, kıyâmet günü üç türlü tavır sergileyecektir:
Birincisi: İtaat konusunda gösterdiği aymazlık ve kendisinin dünyadayken Kur’an’la, Peygamberle ve Allah’ın veli kulları olan mü’minlerle aley edenlerden olması dolayısıyla hasret ve pişmanlık.
İkincisi: Hidayeti kaybetmiş olmaktan dolayı mazeret aramak. Bu tavır, müşriklerin kendilerine delil olarak ileri sürdükleri şu hususa yakın bir anlam arz etmektedir: “Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: “Allah isteseydi ne biz, ne de babalarımız ortak koşmazdık. Kendi kendimize hiçbir şeyi haram da kılmazdık.” 3351 Bu, kendisiyle bâtıl bir dâvânın kastedildiği hak bir sözdür.
Üçüncüsü: Dünyaya yeniden dönme temennisi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman şöyle der: “Rabb'im! Beni geri döndürünüz. Ki terkettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.” Hayır! Bu onun söylediği, olmayacak bir laftır.” 3352
5- Yüce Allah, onların söylediğine, hidayeti kaybetmiş olmak gibi bir gerekçeye dayanmanın bâtıl olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Çünkü hidayet hazır idi. Dolayısıyla bu mazeret ortadan kalkmıştır. Fakat bu gerekçeyi ileri süren kul Kur’an’ı tekzip etmiş ve onun ayetlerine uymayıp büyüklenmiştir. Böylece ona karşı küfre düşenlerden ve onu bilerek inkâr edenlerden olmuştur. 3353
3349] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 704 vd.
3350] 39/Zümer, 23
3351] 6/En’âm, 148
3352] Mü’minûn, 23/99-100
3353] Tefsîru’l Münîr, Zümer sûresi, 53 ve devamındaki âyetlerin tefsiri
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 653 -
Yeis Yok!
Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani, görsem de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle.
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtîyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa sağından, ya solundan,
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-ı hayâtın,
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye’s öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümîdiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar,
Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…
En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki ondan daha mel’un, daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur-i îman,
Nevmîd olarak rahmet-i mev’ûd-i Hudâ’dan,
Hüsrâna rızâ verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile evlâdını yakma!

“İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!” deme; yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.3354
Lâkin hani bir nefhası yok sende ümîdin!
“Ölmüş” mü dedin? Âh onu öldürmeli miydin?
3354] Safahat, Üçüncü Kitap
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hakkın ezelî fecri boğulmazdı, azâlim,
Ferdâların artık göreceksin ki ne muzlim!
Onsuz yürürüm dersen, emîn ol ki yürünmez.
Yıllarca bakınsan, bir ufak lem’a görünmez.
Beyninde uğuldar durur emvâcı leyâlin;
Girdâba vurur alnını, koştukça hayâlin!
Hüsran sarar âfâkını, yırtıp geçemezsin.
Arkanda mı, karşında mı sâhil, seçemezsin.
Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!
Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:
Ölmüş dediğin rûhu alevlendiriver de,
Bir parça açılsın şu muhîtindeki perde.
Bir perde açılsın, diyorum, çünkü bunaldın;
Nevmîd olarak nûr-ı ezelden donakaldın!
Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kabil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?
Doğduk, “yaşamak yok size!” derlerdi beşikten;
Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!
Telkîn-i hayât etmedi aslâ bize bir ses;
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;
Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!
“Devlet batacak!” çığlığı beyninde öter de,
Millette beka hissi ezilmez mi ki? Nerde!
“Devlet batacak!” İşte bu öldürdü şebâbı;
Git yokla da bak, var mı kımıldamaya tâbı?
Âfâkına yüklense de binlerce mehâlik,
Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;
Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır.
Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman;
Davransın ümîdin, bu ne haybet, bu ne hirman?
Mâzîdeki hicranları susturmaya başla;
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 655 -
Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşla.
Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol…
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.3355
Umutlu olan mutlu olabilir. Umutsuzluk mutsuzluktur.
İnsanlardan umut kesebilirsiniz, hatta kendinizden bile; ama mü’minseniz Allah’tan asla!
“En büyük felâket, ümidi kesmektir.”3356
“Ümitsizlik mahrûmiyetimizi arttırmakla kalmaz, zaafımızı da çoğaltır.”
“Hayatta ümitsiz durumlar yoktur; ümitsizlik besleyen insanlar vardır yalnızca.”
“Akıllı ve uyanık olun; sizi ümitsizliğe götüren olaylar, mutluluğa da götürebilir.”
“Ümitsiz yürek, petrolsüz lambaya benzer, hiçbir şeyle aydınlatılamaz.”
“Umudunu yitirmiş olanın, başka kaybedecek şeyi yoktur.”
“Umut olmadan, umut edilen şey ele geçirilemez.”
“İnsanları canlandıran ümittir, öldüren de yeis.”
“Mağlûbiyete uğrayınca ümitsizliğe kapılma, her başarısızlıkta bir zafer arzusu yatar.”
“Ümit gidince, yaşama zevki de gider.”
“Ümitsizlik, sersemlerin elde ettiği bir neticedir.”
“Ümitsiz yaşanmaz.”3357
“Bugünle yetinen insan bilmez umudu.”
“Yeis, en dehşetli bir hastalıktır. Her kemâlin engelidir.”
“Yeis, aczden gelir; düşünce sapmasının, kalp kararmasının ve ruh sıkıntısının kaynağıdır.”
“Aklın umutsuzluğa düştüğü yerde gönül ve sevgi umut besler.”
“Ummadığın keçiden bir batman yağ çıkar.”3358
“Ummadığın taş baş yarar.”3359
“Ümidinizi fânî varlıklara değil; Allah’a bağlayın.”
“Bütün ümidimiz Allah’ın rahmetinde.”
“Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.”3360
“Umut imanın anasıdır.”
“Ümit, ruhun vazgeçilmez ihtiyaçlarındandır.”
3355] Mehmed Âkif Ersoy, Safâhat, Yedinci Kitap
3356] Arap Atasözü
3357] Atasözü
3358] Atasözü
3359] Atasözü
3360] Hadis rivâyeti
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ümitle sallanırsak rahat uyuruz.”
“Umut, uyanık adamın rüyasıdır.”
“Umut, çalışan insanların rüyasıdır.”
“Ümit olmasaydı, yaşama da olmazdı.”
“Ümit, cesaretin yarısıdır.”
“Ümit, insanoğlunun bütün acılarının merhemidir.”
“Çıkmayan candan umut kesilmez.”3361
“En korkulu anlarında bile ümidini kaybetme, unutma ki iliklerin en lezzetlisi en sert kemikte bulunur.”
“Ümit, en bedbaht insanlardan bile ışığını esirgemez.”
“Umut, mutluluktan alınmış bir miktar borçtur.”
“İnsan mutluluğu, bir şey sevmek, bir şey yapmak, bir şey umut etmekle kazanır.”
“Her korkuda bir ümit olduğu gibi, her ümitte de bir korku vardır.”3362
“Umutlarımıza göre söz verir ve korkularımıza göre hareket ederiz.”
“Güneşin doğuşu ile gece firar edecektir. Ve bu bahçe birlik şarkısı ile çınlayacaktır. Ümit… Ümit!..3363
“Ümit! Ah, hayatın biricik tatlı merhemi!”
“Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidi bırakma! Akıllı insan bilir ki, ölümün arkasında bile daha güçlü bir hayat beklemektedir.”
“Gelecek, ümit sahibi için vaadlerle doludur.”
“Hayat dardır, doğru; ama ümit de geniş.”
“Küçük balık ölünceye kadar balina olmayı ümit eder.”3364
“Ümit denen şey olmasaydı, herhalde insanların ömrü çok daha kısa olurdu.”
“Ümit, fakirin ekmeğidir.”
“Umut iyi bir kahvaltıdır, ama akşam yemeğinin yerini tutmaz.”
“Umut iyi bir yol arkadaşı, kötü bir kılavuzdur.”
“Evet, ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır.”
3361] Atasözü
3362] Arap Atasözü
3363] Muhammed İkbal
3364] Danimarka Atasözü
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 657 -
Kur’ân-ı Kerim’de Yeis ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında Yeis ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde): 5/Mâide, 3; 11/Hûd, 9; 12/Yusuf, 80; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 87; 12/Yusuf, 110; 13/Ra’d, 31; 17/İsrâ, 83; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49; 60/Mümtehıne, 13; 60/Mümtehıne, 13; 65/Talâk, 4.
B- Ümitsizlik, Ümit Kesmek Anlamında K-n-t ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 15/Hıcr, 55, 56; 30/36; 39/Zümer, 53; 41/49; 42/Şûrâ, 28.
C- Yeis Kelimesinin Zıddı Olan Ümit Anlamındaki Racâ (r-c-v) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 28 Yerde): 2/Bakara, 218; 4/Nisâ, 104, 104; 7/A’râf, 111; 9/Tevbe, 106; 10/Yûnus, 7, 11, 15; 11/Hûd, 62; 17/isrâ, 28, 57; 18/Kehf, 110; 24/Nûr, 60; 25/Furkan, 21, 40; 26/Şuarâ, 36; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 5, 36; 33/Ahzâb, 21, 51; 35/Fâtır, 29; 39/Zümer, 9; 45/Câsiye, 14; 60/Mümtehıne, 6; 69/Haakka, 17; 71/Nûh, 13, 78/Nebe’, 27.
D- Ümit Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.
b- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesenler Kâfirlerdir: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56.
c- Korku İle Ümit Arasında Bulunmak: 32/Secde, 16; 39/Zümer, 9; 57/Hadîd, 22-23; 70/Meârci, 27-28.
E- Allah’ın Rahmetiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Allah’ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En’âm, 12, 16, 133; 7/A’râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65...
b- Allah Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yusuf, 56; 29/Ankebût, 21...
c- Allah’ın Mü’minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En’âm, 54; 7/A’râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94 ; 33/Ahzâb, 43...
d- Allah’ın Rahmetini İstemek: 2/Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A’râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83...
e- Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.
f- Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.
g- Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En’âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.
h- Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A’râf, 56.
i- Allah, Kur’an Okuyana Rahmet Eder: 7/A’râf, 204.
j- Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.
k- Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.
l- Allah’ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A’râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.
m- Allah’ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A’râf, 156.
n- Allah’ın Rahmeti Her Şeyi Kuşatmıştır: 7/A’râf, 156; 40/Mü’min, 7.
o- Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet etmez: 7/A’râf, 49.
p- Yağmur Rahmettir: 7/A’râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.
r- Kur’an Rahmettir: 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhan, 6; 45/Câsiye, 20.
s- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhan, 6.
t- Allah’ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
u- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesilmez: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53
y- Allah’ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.
z- Allah’ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü’minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6, s. 400-402
2. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. c. 21, s. 450-451
3. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 759-762
4. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y., s. 84-87
5. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y., s. 162-165
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y., s. 55-57
7. Kur’an’da Denge, Faruk Gürbüz, Denge Y., s. 182-191
8. Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y., s. 85-86, 137-140
9. Kur’an’da Karakter Eğitimi, Mûsâ Kâzım Gülçür, Işık Y., s.
10. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 624-629
11. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 11/529-542, 14/469-472, 17/352, 4/221-222, 4/501-513, 8/132, 13/261-262
12. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 279; 311-313
13. Hadislerle Kur’ân-ıKerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 311-312; 363
14. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 2, s. 439-441; c. 3, s. 57
15. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 126-127
16. Hulâsatü’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 106; 143-144
17. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 16, s. 528-531; c.18, s. 422-423
18. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 4, s. 286-350
19. Tenbihu’l Gâfilin ve Bostanu’l Ârifin, Ebulleys Semerkandi, Bedir Y. s. 407-414
20. Hayâtü’s- Sahâbe, M. Yusuf Kandehlevî, İslâmî Neşriyat Y. c. 2, s. 211-215; c. 3, s. 244-249
21. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y. s. 212-216
22. Kur’ânî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 109-112
23. Kur’an’da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko Uzutsu, Pınar Y. s. 259-267
24. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 460-465
25. Kur’ân- Kerim’de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 142-144
26. Kur’an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y. s. 321-325
27. Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y. s. 262-263
28. İlâhî Kanunların Hikmeti, Sünnetullah, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 274-276
29. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 237-244
30. Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 95-97; 204-206; 243-245
31. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 1, s. 126-129
32. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 1, s. 32-40
33. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 211-232
34. Kur’an’da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları, Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 139; 179-180
35. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 250-251
36. İslâm Terbiye Metodu ve Ahlâk Sistemi, Muhammed Kutub, Hisar Y. s. 178-198
37. İslâm’a Göre İnsan Psikolojisi, Muhammed Kutub, Hicret Y. s. 97-106
38. İnsan ve Davranışı, Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi, Y. s. 276-278; 440-444
39. Çocuk Ruh Sağlığı, Atalay Yörükoğlu, Özgür Y. s. 289-304
40. İnsanı Anlamak, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y. s. 247-251
41. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, Muhammed Kutub, İşaret Y. s. 103-113
42. Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Ahmet Baydar, Beyan Y. s. 7-62
43. Korku ve Ümid, Mehmed Zâhid Kotku, Seha Neşriyat
44. Korku ve Ümit ve Aşk, Sadık Yalsızuçanlar, Akçağ Y.
45. Korkular, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
46. Korkunun Sanatları, Giovanni Scognamillo, İnkılâp Kitabevi Y.
47. Korkmaktan Korkmayın, Douglas Hunt, Yılmaz Y.
48. Korku, Pierre Mannoni, İleşitim Y.
49. Korku Cumhuriyeti, Ahmet Kahraman, Tüm Zamanlar Y.
50. Korkusuz Yaşama Sanatı, Josef Kirschner, Arıtan Y.
51. Korku ile Nefret Arasında, David Grossman, Cep Kitapları Y.
52. Korku ve Kaygı, Hoimar Von Ditfurth, Metis Y.
53. Korku ve Titreme –Diyalektik Lirik- Soren Kıerkegoard, Ara Y.
54. Kur’an’a Göre Takva, Lutfullah Cebeci, Seha Neşriyat
YEİS; ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİT KESMEK
- 659 -
55. Din Psikolojisi, Hayati Hökelekli, t. Diyanet Vakfı Y.
56. Stres ve Dinî İnanç, Necati Öner, T.D.V. Y.
57. İnsan ve Psikoloji, Hayrani Altıntaş, Kültür Bakanlığı Y.
58. Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y.
59. Psikanaliz Sözlüğü, Charles Rysroft (Terc. M. Sağman Kayatekin), Ara Y.
60. Rahmet, İhsan Atasoy, Nesil Basın Yayın
61. Rahmet, Yunus Vehbi Yavuz, Aksa Yayın Pazarlama
62. Rahmet Ayetleri, Said Köşk, Anahtar Y.
63. Rahmet Peygamberi, Ebul Hasen Ali en-Nedvi, İz Y.
64. Rahmet Toplumu, Ahmet Taşgetiren, Erkam Y.
65. Rahmet Deryası, Halil Günaydın, Pamuk Y.
66. Rahmet Kapısı, Samiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyat

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:31

YARATMA (HALK)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

YARATMA (HALK)


- 607 -
Kavram no 191
Nimetler 23
Bk. Allah; Esmâü’l-Hüsnâ; İnsan;
Sanat; Hasene/Güzel ve Güzellik
YARATMA (HALK)


• Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
• El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah'tır
• Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
• Ölümün ve Hayatın Yaratılması
• İlk İnsanın Yaratılışı
• Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
• Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah'a Kulluk İçin Yaratılmıştır
• Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
• Kulluk, Yaratana Yapılır
• Allah'tan Başka Yaratıcı Yoktur
• İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
“Ey ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz.” 3113
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
“Halk” kelimesi, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve benzere dayanmaksızın bir şeyi ibdâ etmek mânâsında kullanılır. Arap dilinde halk, önce geçmiş bir örneğe dayanmadan bir şeyi icad etmek, yoktan var etmek, yaratmak anlamında kullanılmıştır. Halk, bir şeyden bir şey icad etmek, yapmak mânâsına da gelir. En’âm sûresinde3114 göklerin ve yerin yaratılması (ibdâ/yoktan var edilmesi anlamında kullanılırken; “İnsanı nutfeden yarattı.”3115 âyeti de, bir şeyi, başka bir şeyden icad etmek, yapmak anlamında kullanılmıştır. Şu halde, yaratmak mânâsına gelen “halk” kelimesinin şu üç mânâsı meydana çıkmış oluyor: “Bir şeyi güzelce ölçüp biçip takdir etmek”; “yoktan var etmek (ibdâ); “var olan bir şeyden başka bir şey ortaya koymak, icad etmek.” Halk kelimesini, Türkçede “yaratmak” kelimesi karşılamaktadır.
“Halk” kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an'da önemli bir yer tutar. Haleka kökü Kur'an'da 261 yerde kullanılmıştır. Bu kelimenin dışında, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, yaratma anlamının nüansları şeklinde başka kelimeler de Kur'an'da zikredilir. Bunlar: Bedee, fetara, berae, felaka, zerae, enşee, ceale, savvera, sevvâ, ehyâ, sanea, feale, ahrece, eâde, enbete, a'tâ vehebe, elkaa vedaa, enzele kelimeleridir.
3113] 2/Bakara, 21
3114] 6/En’âm, 101
3115] 16/Nahl, 4
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Birçoğumuz “Allah yaratmıştır, Allah yarattı” der, geçeriz. Bu sözler, derinden hissedilerek, üzerinde düşünülerek, manaları idrâk edilerek söylenmesi gereken sözlerdir. Yaratma işi, öyle kolayca söylenip geçilecek bir kavram değildir. Akıllı bir varlık olan insan, pek çok önemli konuda olduğu gibi, yaratma kavramını idrâk hususunda da gâfil davranmaktadır. Hâlbuki İlâhî hitâba mazhar olan insan, Allah'ın münzel âyetlerini okuyacak, kevnî âyetlerini tefekkür edecek kabiliyettedir. Allah'ın âyetlerinin yanından umursamaz bir tavırla geçip gitmek, şuurlu insanın davranışı olamaz.
Hâlık ile mahlûku ayırıcı en kalın çizgi, yaratma kavramıdır. Yaratan, yarattıklarının sahibi, mâliki, mün'imi, onların rızık vereni ve besleyenidir. Onlar üzerinde tam tasarruf sahibidir. Bu kavram iyi kavranılmadığı zaman birçok karışıklıklara meydan verilmekte, Hâlik'ın hukuku ile mahlûkun hukuku birbirine karıştırılmaktadır. “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler”3116 âyetinin itâbına mâruz kalınmaktadır.
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah’tır
Kur’ân-ı Kerim’de halk, yaratma anlamıyla, çokça kullanılmaktadır. “Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır” gibi ifadelerde Allah hakkında vârid olmuştur. “Yaratamazlar, yaratılırlar, yaratıldı, yaratıldılar” tarzındakiler de yaratıklar için kullanılır. Yani onlarda Allah’ın bu vasfının bulunmadığı ifade buyrularak, yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtilir.
Doğrudan doğruya “yaratma” anlamı ifade eden “haleka” kökü, Kur’ân-ı Kerim’de 259 yerde kullanılmıştır. Hem fiil, hem isim şekilleriyle çokça geçer. Yaratma anlamına gelen “halk” kökü, Kur’an’da hep Allah’a izafe edilmiştir. Tek istinası, Hz. İsa’dan nakledilen âyetlerdir3117 ki, buralarda Hz. İsa'ya hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki yaratıcının Allah Teâlâ olduğu, âyetin muhtevâsından açıkça anlaşılmaktadır.
Yaratma, Kur'an'da çok geniş bir alana yayılmıştır. Görebildiğimiz ve göremediğimiz her şey, yaratmanın konusudur. Allah, onların yaratıcısıdır. Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar, hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuş yaratıklardır.
Huluk (ahlak) kelimesi de, halk mânâsına gelir. Huy anlamında kullandığımız huluk kelimesi, Kur’an’da iki âyette3118 geçmektedir. Halk, gözle görülen hey’et, şekil ve sûretlere tahsis edilmiş; huluk ise, basiretle idrâk edilen kuvvet ve seciyyelere tahsis edilmiştir.
El-Hâlik, el-Hallâk, Kur’an’da zikredilen el-esmâü’l-hüsnâ/Allah’ın isimlerindendir. El-Hâlik’ın anlamı şudur: Allah, mutlak mânâda yaratıcıdır. Yaratıcılığı, görülen-görülmeyen, bilinen-bilinmeyen, varlık nâmına ne varsa, hepsini kapsar. El-Hallâk, Hâlik ism-i fâilinin mübâlağalı şeklidir. Mübâlağa, tekerrür ifade eden fa’âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel şekilde yaratan mânâsını ifade eder. Durmadan yaratan, demektir.
3116] 39/Zümer, 67
3117] 3/Âl-i İmran, 49; 5/Mâide, 110
3118] 26/Şuarâ 137 ve 68/Kalem, 4
YARATMA (HALK)
- 609 -
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır” hükmünü Kur’an’dan alıyoruz. Allah, bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. “Allahu hâliku külli şey” ve aynı anlama gelen ifadeler birçok âyette tekrarlanır.3119 “De ki: ‘Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, tektir, hâkim olandır (her şeye üstün gelendir).” 3120
Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren âyetler, çok geniş bir anlam ifade ediyor. Allah, “bütün eşyanın hâlikı, hayır şer, iman küfür, her şeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır.” O, aynı zamanda, evvelce her şeyi yarattığı gibi, bundan böyle ve gelecekte de her şeyin yaratıcısıdır. İlahlık, mâbudluk da; ibdâ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır. Ubûdiyete ve ibâdete Allah’tan başka lâyık hiçbir şey yoktur; ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Allah vardır. O halde, biz insanların ibâdeti, göklerde ve yerde bulunanların ibâdeti, O’na tahsis edilmelidir. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Yaratılanın görevi de Yaratan’ını ibâdette tek kılmaktır. Yaratıcı kim ise, ibâdet edilmek de O’nun hakkıdır. “Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”3121; “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi korumuş) olursunuz.” 3122
Allah, dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman, ona sadece “ol” der, o şey hemen oluverir. Allah, sebeplerini ve maddesini bulundurarak yarattığı gibi, bunlar olmadan da bir defada yaratmaya kaadirdir. “Dedi ki: ‘Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ ‘ Allah böylece dilediğini yapar’ dedi. ‘Bir şey(in olmasını) istedimi, ona ‘ol’ der, o da oluverir.”3123 Bu âyette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına dair muzâri sigasıyla birçok âyet gelmiştir. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır.”3124 Allah, dilediğini dilediği gibi yaratır. Allah, gökleri bir asıl/benzer olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Âdem’i topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi veya Âdem ve Havvâ’dan, erkek ve dişiden diğer insanları yaratması gibi.
Allah, bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. “Binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yarattı.”3125 Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O’na mahsustur. “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra (emri), arş üzerine hükümran oldu. (O,) geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur!”3126 Karşı durulmayan bütün emr O’nundur; O’ndan başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır.
3119] Bk. 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 62; 40/Mü’min, 62
3120] 13/Ra’d, 16
3121] 6/En’âm, 102
3122] 2/Bakara, 21
3123] 3/Âl-i İmran, 47
3124] 28/Kasas, 68
3125] 16/Nahl, 8
3126] 7/A’râf, 54
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Mûsâ’ya Firavun’un sorduğu soruyu ve Hz. Mûsâ’nın cevabını nakleden şu âyet-i kerimeler, Cenâb-ı Hakk’ı en bâriz vasfıyla tanıtır: “(Fir’avn) ‘Rabbiniz kim ey Mûsâ?’ dedi. (Mûsâ:) ‘Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru yola iletendir (yaratılış gayesine uygun yola yöneltendir)’ dedi.”3127 Görülüyor ki, her şeye hilkatini veren Allah’tır. Bu her şey kavramından hiçbir şey müstesna ve hariç değildir. Her şeye Allah, yaratılışına uygun sûreti vermiş, yaratılış, rızık ve tenâsül hususunda birbirine benzemez durumlar ihsan etmiştir. Allah, her şeye yetenek dili ile istediği sûret, şekil, menfaat vb. hepsini verdi. Kendisine uygun, faydalanmasına, özelliklerine elverişli durum var etti. Mesela, göze görmeye uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun şekli vücuda getirdi.
Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, kâsibdir; Allah hâliktır. “Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır.” 3128
Allah, görülmeyen varlıkları, soyut nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri, cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız her şeyi ve bunların en ince cihazlarını yaratan Allah’tır. Şu halde Allah, mutlak yaratıcıdır, el-Hâliktır. Her şey onun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya ıztırarî olarak (isteyerek veya zaruret icabı, mecburen) yaratıcısını tanıma ve O’nu yüceltmektir.
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
Allah, gördüğümüz yer, gökler ve onların içindekileri yarattığı gibi görünmeyen nice varlıkları da yaratmıştır. Bizim bilmediğimiz yaratıklar yanında, görmediğimiz halde vahyin bildirdiği meleklerin ve cinlerin niçin, nasıl ve hangi şeyden yaratıldığını nasslardan öğreniyoruz. Bu varlıkların yanında, mücerred/soyut kavramlar sayılabilecek hayatın ve ölümün yaratılması da Kur’an’da önemle vurgulanır.
Allah, ölümü ve hayatı yaratmıştır. “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”3129 Demek ki ölüm ve dirim, insanların imtihan edilmeleri için bir vesile olmak üzere yaratılmıştır. Hayatın yaratılması herkes tarafından kolayca anlaşılabildiği halde, ölümün nasıl bir yaratma olarak tavsif edilebileceği açıklanmaya ihtiyaç duyan bir husustur.
Halk, takdir ve icad eylemek manalarına geldiğine göre, bu fiili burada takdir mânâsına alanlar olmuştur. Ancak, müfessir ve âlimlerin çoğunluğu, ölümün sırf yokluktan ibaret ademî bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığı haiz, vücûdî bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğuna kaail olmuşlardır. Yani ölüm ile hayatın tekabülünün, yoklukla varlık gibi değil, hareket ve sükûn, birleşme ve ayrılma, kalkmakla yatmak, açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezat karşılığı kabilinden olması gerekeceğini söylemişlerdir. Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün alâkası kesilerek yok olup gitmiyor, ömrünün neticesine göre iyi veya kötü, ya da karışık bir şekilde diğer bir doğuma sevk edilerek acı veya tatlı diğer bir hayatta yüksek veya âdi bir mevki almak üzere ilk önce yaratan varlığa doğru
3127] 20/Tâhâ, 50
3128] 37/Saffat, 96
3129] 67/Mülk, 2
YARATMA (HALK)
- 611 -
başka bir âleme dönüyor. 3130
Şu halde hayatın dünyaya gelmesi nasıl bir yaratma ve takdirle ise, dünyadan gitmesi de bir yaratma ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir. En basit hayat, bitkilerin hayatı olduğu halde, onların ölümü bile hayattan daha muntazam bir sanat eseri olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü, çürüme, bozulma ve dağılma şeklinde görüldüğü halde, gâyet muntazam bir kimyevî muameleyle ve ölçülü bir unsurlar birleşimi ile hikmetli bir zerreler şekillenmesinden ibaret bir yoğurmadır.
Çekirdeğin görünmeyen, intizamlı ve hikmetli ölümü, başağın hayatıyla kendini gösteriyor. Demek ki çekirdeğin ölümü, başağın hayatının başlangıcıdır. Hatta hayatının ta kendisidir. Bundan dolayı, şu ölüm de hayat kadar yaratılmıştır, intizamlıdır ve aynı zamanda bir nimettir. Ölüm, aslında dünya görevinden bir terhistir, bir tatildir. Bir yer değiştirme, bir varlık değişimi, sonsuz hayatın başlangıcıdır.
Şu halde ölüm, sonsuz bir yokluğa gömülme, kaybolup gitme olayı değildir. Kur’an’daki ikili anlatım sisteminin bir tezahür şeklidir. Benzer-benzemez, ruh-beden, dünya-âhiret, hayır-şer, cennet-cehennem gibi hayat ve ölüm de birbirinin tekabülü/karşılığıdır; bir yaratma konusudur ve bir nimettir.
İlk İnsanın Yaratılışı
Cenâb-ı Allah, yeri, yerdeki bütün canlı ve cansız varlıkları yarattıktan sonra, yaratmanın altıncı günü/devri, ilk insan ve ilk peygamber, beşerin atası Hz. Âdem’i topraktan yaratmıştır. İnsanın yaşaması için gerekli her şeyi yaratıp, yaşamaya uygun ortamı hazırladıktan sonra insanı yaratmıştır. Allah, yaratmanın uzun altı devrinde her şeye en mükemmel şeklini vermiş, hatta insan için toprakta taşkömürü, petrol ve doğal gaz vs. gibi enerji depo etmiştir. Bunlar, milyonlarca uzun yıl süren yaratma çağlarında hazırlanmış ve müstekar şeklini almıştır. Bu kurulu nizama idareci, hâkim ve halife olmak üzere Yüce Allah insanı yaratmıştır. Elbette bütün bunlar, bir gayeye yönelmiş icraatlardır. İnsan, bu yaratıkların en sonuncusu ve en mütekâmilidir. Bu kurulu kâinat, insanın hizmetine verilmiştir.
Allah, insanı topraktan yaratmıştır. Bu gerçek, pek çok âyet-i kerimede ifade buyrulur. “O’nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz.” 3131
Modern ilim, insan vücudunun, yeryüzünün içerdiği elementleri kendisinde topladığını ispat etmiştir. Toprağın taşıdığı elementler şunlardır: Karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor, magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerin, insanda da değişik oranlarda yer aldığını görüyoruz. Bu oran, topraktan toprağa değiştiği gibi, insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer parça hepsinde bulunmaktadır. 3132
İnsanın yaratılışındaki cevher, maddî ve mânevî sûretinde ve sîretinde, yani
3130] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. VII, s. 5156
3131] 30/Rûm, 20; (İnsanın topraktan yaratılması ile ilgili diğer âyetler olarak, Bk. 3/Al-i İmran, 59; 18/Kehf, 37; 22/Hacc, 5; 35/Fâtır, 11; 40/Mü’min, 67)
3132] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l- Kur’an; Allah ve Modern İlim, 11
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bedenî terkibinde ve mânevî huy ve kabiliyetlerinde etkisini gösterir. Nitekim toprağın cevherinde ağırlık, sükûnet, yumuşaklık, sebat ve teennî vardır. Bu özellikler, insanların manevî sûretlerinde tecelli etmiştir.
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber, beşeriyetin atası Âdem’i (a.s.) yarattıktan sonra, onun eşini de Âdem’in yaratıldığı aynı nefisten yarattı. “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve yine ondan eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbiniz’den korkun.”3133; “O’dur ki, sizi bir tek nefisten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti.”3134 İnsanlığın anası Havva’nın yaratılış şekli Kur’an’da belirtilmez. Rivâyetlerde Havva vâlidemizin, Âdem’in (a.s.) en kısa sol eğe kemiğinden yaratıldığına dair haber verilmekte ise de, bu rivâyetler sahih değildir. Sahih olduğu kabul edilse bile; mecazî anlamda olduğu değerlendirilir.
Allah, insanları dört tarzda yaratmıştır:
1- Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Âdem gibi,
2- Yine anasız babasız şeklinde dişi yaratmış, Havva annemiz gibi,
3- Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. İsa’nın babasız yaratılması gibi,
4- Diğer insanları da bir ana ve bir babadan, Âdem ile Havva’dan yaratmıştır. Bu şekil ve sûretlerle Cenâb-ı Allah dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir. Hz. İsa’nın yaratılışı hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah yanında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ‘Ol’ dedi, o hemen oluverdi.” 3135
İlk insan Âdem (a.s.) ve eşi Havva anamız yaratıldıktan sonra bu ikisinden tüm insanlık erkekli dişili yaratılagelmiştir. Zürriyeti tenasül yolu ile devam etmektedir. Artık insanlar bir erkek ve bir kadının soyundan yaratılmaktadırlar. Âdem’in (a.s.) zürriyetinin bir erkek ve bir kadından yaratılışı da yine hârika safhalar arzetmektedir.
“Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden (sperma), sonra alakadan (embriyo), sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabileyet)lerinize ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (Çocukluğunuzdaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir.” 3136
“Andolsun biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık. Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra nutfeyi alaka (embriyo)ya çevirdik, alakayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!” 3137
3133] 4/Nisa, 1
3134] 7/A’râf, 189
3135] 3/Al-i İmran, 59
3136] 22/Hacc, 5
3137] 23/Mü’minun, 12-14
YARATMA (HALK)
- 613 -
“Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratmadan yaratmaya (nutfeden alakaya, alakadan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Nasıl (O’na kulluktan şirke) çevriliyorsunuz?” 3138
“O’dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?” 3139
Bu âyet-i kerimeler, modern embriyoloji bilgisiyle tasdik edilmektedir. Döllenme esnasında erkek, 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Kur’an’da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimi ile hareket eder. Kadının ovariumuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık aşılar. Aşılanmış yumurtacık, ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye başlar. Böylece Kur’an’ın belirttiği gibi nutfe, kan pıhtısına benzer bir şekil alır, bu uzun biçimi alan cenin, kırk gün kadar böyle alaka halinde kalır. Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklaşır. Ne olduğu belli belirsiz bir çiğnem et parçası gibi bir görüntü kazanır. Alaka, çiğnenmiş et şekline konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm. den fazla olmayan mudğanın hacmi, böylece elli katına, ağırlığı da sekiz bin katına çıkar. Bundan sonra mudğa, birçok hücrelere bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, ceninin belirli bir parçasını yapar. Mü’minun sûresinin 13. âyetinde belirtildiği gibi, insanın ana rahminde yaratılışı nutfe ile başlar. Nutfe alakaya, alaka mudğaya döner. Mudğanın içinde teşekkül eden kemikleri, adale dokusu sarar. Yüce kudret, böylece insanı yaratır. 3140
Rahmin üç zulumâtını (karanlıklarını) “sulb, rahim, batın” şeklinde açıkladıkları gibi, batın zulmeti, meşîme zulmeti, rahim zulmeti diyenler de vardır.3141 Rahim, dıştan içe doğru üç doku ile yapılmıştır. Parametrium, miometrium, endometrium dokuları. Bu dokular ışık, ısı ve su geçmez zarlarla sarılmıştır. Kur’an, ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor, insanın üç zulmet içinde yaratıldığını söylüyor. Ne yüce söz, ne ebedî mûcize!3142 Cenâb-ı Hak, insanda erkeğin beli ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkan3143 insan suyunu yaratmıştır.3144 Erkeğinkine Kur’an’da meni, nutfe ve mâ-i dâfık (atılgan su),3145 mâ-i mekîn (hakir, âdi su) isimleri verilir. Onu karar-ı mekîn (sağlam bir karar yeri) denilen rahimde yerleştirmiştir. Yukarıdaki âyetlerde belirtilen insan neslinin, yaratılma safhalarından geçirilerek insan şeklinde hilkati tamamlanmıştır.
Rahimde cenine ruh üfürülüşünü, 22/Hacc sûresi 5. âyette geçen “bir başka yaratılış” olarak tefsir edenler vardır. Yaratılış safhalarını şöylece izah ederler: Her biriniz önce nutfe olur, sonra alaka (embriyo), sonra bir çiğnem et olur. Sonra
3138] 39/Zümer, 6
3139] 32/Secde, 7-9
3140] S. Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 331
3141] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 4117
3142] S. Ateş, a.g.e., s. 458
3143] 86/Târık, 7
3144] 59/Haşr, 59
3145] 86/Târık, 6
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yine yaratır da et, kemik, sinir ve damar olur ve ona ruh üfürülür de başka bir yaratık haline gelir.3146 Rahimdeki yaratılış safhalarını açıklayan bir de şu hadis-i şerif dikkat çekicidir: “Abdullah ibn Mes’ud (r.a.) şöyle dedi: ‘Bize daima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlullah (s.a.s.) şöyle anlattı: “Sizden birinizin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde toplanır. (Erkekle kadının suyu birleşir, sonra bu kadar zamanda alaka olur, daha sonra bu kadar günde) bir çiğnem et halini alır, sonra melek gönderilir de ona ruhu üfürür ve ona dört kelime ile yani rızkını, ecelini, amelini, saîd mi şakî mi olduğunu yazmakla emredilir.” 3147
Şu halde, insan neslinin ana rahminde yaratılışı da, çamurdan ilk insanın yaratılması gibi safha safha cereyan etmektedir. Hatta bu ikisinde de benzer yanlar vardır. Orada “çamur sülâlesi” bu ikinci durumda nutfe halini almıştır ki, Araplar “selile” diye hem çocuğa, hem nutfeye diyorlar. Sülâle ve selîle kelimelerindeki lafız benzerliği de dikkat çekicidir. Suyun hepsinden çocuk olmaz. Her iki durumda da hilkat belirlenip tamamlandıktan sonra yeni bir yaratılış veren ruh üfürülüyor. Cenine ana rahminde hadisin beyanına göre 120 günlük iken ruh üfürülüyor. Allah, ilk insanı çamurdan şekillendirdiği gibi, onun nesline de, ana rahminde şekil belli belirsiz bir çiğnem et parçasıyken dilediği şekli vererek, onu dilediği gibi düzeltip denkleştirdikten sonra en son şeklini veriyor. Allah dilediği gibi güzellik, çirkinlik, erkeklik, dişilik bakımından onu tesviye eder, en yakın cedlerinden tâ Âdem’e (a.s.) kadar çeşitli sûretlerden birinin sûretine benzetir. “O (Rab) ki, seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği sûrette seni terkib etti.” 3148
Yüce Allah, insan olmak bakımından tüm organlarıyla insanları birbirine benzer yaratmış, aile hususiyetleriyle veraset yönüyle de ikinci derecede bir benzeyiş halinde yarattığı halde, asla iki ferdi birbirinin aynısı yapmamıştır. Bütün bu derece derece benzerlikler içinde tıpatıp benzemezlik var. Birbirine en çok benzeyen ikizlerin bile yine çok farklı, benzemez tarafları görülür. Yüce kudret, üstün irade ve ihtiyarını yalnız insanlarda değil; tüm yaratıklarda böylesine dakik olarak göstermiştir. Bu durumun bir de, duygular, kabiliyetler gibi manevî sûretlerde de aynı şekilde tecellisini düşünürsek, Allah’ın yüceliği ve büyük sanatkârlığı karşısında hayretlerimiz ve saygımız zirveye çıkar. “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) rızıklarla besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” 3149
Görüldüğü gibi insanın nesli de tavırdan tavıra geliştirile geliştirile her safhada yeni unsurlar ilave edilip yeni mahiyetler verilerek yaratılmıştır. Nihâyet ruh üfürülecek kıvama getirilip yeni bir yaratılışla insan olmuş, görüp işitir, düşünür, hitaba layık, şuurlu bir varlık haline gelmiştir. “(O) Allah’tır ki sizi zaaftan yarattı (pek zayıf bir kökten, spermadan yarattı. Başlangıcınız çok zayıf bir madde idi. Kökünüz pek cılızdı). Sonra zayıflığın ardından (size) bir kuvvet verdi (güçlü kuvvetli delikanlılar oldunuz). Sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. (Allah) dilediğini yaratır. O, bilendir, gücü yetendir.” 3150
3146] İbn Kesir, IV, s. 46
3147] Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, M. Sofuoğlu, VIII, 114
3148] 82/İnfitar, 7-8
3149] 16/Nahl, 72
3150] 30/Rûm, 54
YARATMA (HALK)
- 615 -
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Allah, her varlığı, ifâ edeceği vazifeye uygun şekilde yaratmıştır. İnsanı yeryüzünde halife, hâkim ve Cenâb-ı Allah’ın kanunlarının yeryüzünde tatbikçisi, O’na kulluk vazifesinin ihtiyarî olarak imtihanını verecek bir varlık olarak yarattığı için, görevleriyle mütenasip kabiliyetler ve organlar vermiştir. “O’dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”3151 Allah, “ahsenü’l-hâlikîn: Yaratanların, takdir edenlerin, yapanların en güzelidir.3152 “Allah odur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı; sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızıklarla besledi. İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah ne yücedir!”3153; “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”3154; “Göklerde ve yerlerde olanları, gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir.” 3155
Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlak ve maneviyat itibariyle ruhanî bakımdan, insan en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Organlar, görecekleri vazifelere uygun şekilde hikmetinin iktizasınca yaratılmıştır. Bu güzellik, belinin doğru ve dik oluşundan, endamının güzelliğinden Allah’ın isim ve sıfatlarına tecelligâh olmasına kadar, her husustadır. İnsanın görevi, yeryüzünde ifa edeceği ilâhî emaneti yüklenmek ve gereğini yerine getirmek olduğu için, insan Allah’a nisbeti yönüyle büyük bir kemal ifade eder. İnce düşünen, insanın inceliklerinde ve sırlarında nazarlarını dolaştıran herkes görür ki, insan, gayb ve şehadet âleminin birleştiği yerdir, kâinatın özüdür. “Andolsun Biz Âdemoğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler vermek sûretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”3156 İnsan, Allah’ın emrine uyarsa yücelerin yücesine çıkar; nefsanî ve şeytanî duygularına kapılır giderse hayvanlardan daha aşağıya, aşağıların aşağısına düşer. İnsan, cismanî ve ruhanî pek çok kabiliyetleriyle ebediyete namzet bir varlıktır. İnsana ait bütün bu özellik ve güzellikler, Allah’tandır, Allah’ın yaratıcılığındaki ihtişamlı sanatının göstergesidir.
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah’a Kulluk İçin Yaratılmıştır
“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.”3157 Allah, yalnız yerde bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, gökleri ve gök cisimlerini de insana hizmet için görevlendirmiştir. “Görmediniz mi Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç, görülen görülmeyen, bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi. Yine de insanlardan kimi var ki, ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur).”3158; “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” 3159
3151] 32/Secde, 7
3152] Bk. 23/Mü’minûn, 14; 37/Sâffat, 125
3153] 40/Mü’min, 64
3154] 95/Tîn, 4
3155] 64/Teğâbün, 4
3156] 17/İsrâ, 70
3157] 2/Bakara, 29
3158] 31/Lokman, 20
3159] 45/Câsiye, 13
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu kâinatın kendisi için yaratıldığı insan da, Allah’a kul olmak için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk/ibâdet etsinler diye yarattım.”3160; “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah’ın azâbından) korunasınız.” 3161
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Yaratıcılık, Yüce Allah’ın sıfatıdır. O’nun yaratıcılık sıfatı, elbette tecelli edecektir. Yüce Allah, sadece hâlık, yaratıcı değil; aynı zamanda hallâktır. Yani devamlı ve tekerrür halinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma, Allah’ın işidir. Yaratıcılık O’ndan ayrılmaz bir vasıftır. Allah, el-hallâktır, mutlak mânâda yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık, O’nun zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka başka şeyler de yaratır. Yaratması, bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar, Hâlık ve Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır. “Görmediler mi Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor (dönüp yeniden yaratıyor). Bu, Allah’a göre kolaydır.”3162 Bu âyette, öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir.
İrâdesi, hiçbir kayda bağlı olmayan Allah, dilediği zaman, hikmeti gereğince yaratır. “Biz, bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona ‹ol' dememizdir; derhal oluverir.”3163 Bu ve benzeri âyetlerle3164 “yekûnu” fiilinin zamanının muzâri oluşu, açıkça bize bu fiillerin şimdiki zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyor. Yani her an, Allah’ın “ol” dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor. “Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her gün (her an) yeni bir iştedir, kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hali giderir, başka haller getirir.”3165 Allah, evreni yaratmış ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü “yaratma ve emir O’na mahsustur.”3166 Hatta Allah, yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor da. “Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve Biz (onu) genişletmekteyiz.”3167 Galaksiler, birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir.3168 “O, yaratmada dilediğini arttırır.”3169 Bu keyfiyet, artık bugün bilimin de tespit ettiği bir gerçektir. Evren, yeni yaratmalarla genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücuda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar, her gün gözlerimizle gördüğümüz, Yüce Allah’ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından başka bir şey değildir. “Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara
3160] 51/Zâriyat, 56
3161] 2/Bakara, 21
3162] 29/Ankebut, 19
3163] 16/Nahl, 40
3164] 2/Bakara, 117; 3/Al-i İmran, 47, 59; 6/En’âm, 73; 36/Yâsin, 82; 40/Mü’min, 68
3165] 55/Rahman, 29
3166] 7/A’râf, 54
3167] 51/Zâriyat, 47
3168] Bk. 13/Ra’d, 41; 21/Enbiya, 44
3169] 35/Fâtır, 1
YARATMA (HALK)
- 617 -
(geçirerek) yaratıp duruyor.”3170; “Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor.”3171 Yaratma, bir zaman olup bitmiş bir vak’a değil; Allah’ın iradesiyle devamlı tekerrür etmekte olan bir hâdisedir. Çünkü Allah, evreni bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir usta değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda tam tasarruf eden, duâlara icâbet eden, mazlumun âhına yetişen, her an fa’âl, hay, kayyum, terbiye edip yetiştiren, olgunlaştıran, gözeten rab, her an bir işte olan, her türlü kemâlin kaynağı olan yüce Zâttır. “Allah dilediğini yaratır, O bilendir, gücü yetendir.” 3172
Kulluk, Yaratan’a Yapılır
Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur. “Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz.”3173; “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun.”3174 Ondan başka ibâdete lâyık mâbud da yoktur. “Semud (kavmin)e de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. (O), her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”3175 Bu âyetlerde hep “Allah’a ibâdet edin” emrinden sonra, Yüce Allah’ın yaratıcı oluşu ifade ediliyor. Bunlar çok açık olarak gösteriyor ki, ibâdet, yaratana yapılır. Kulluk edilmeye lâyık olan, yaratan Zâttır. Bu vasfa sahip olan Allah’tan başa hiçbir varlık olmadığına göre, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka tapılmaya lâyık bir varlık yoktur.
Allah’tan Başka Yaratıcı Yoktur
Yaratıcılık sadece Allah’a mahsus bir vasıftır. Yaratıcı olmayan ise, ilâh olamaz. O halde tek Yaratıcı vardır, o da Allah’tır. Mahlûklar, ancak mevcut şeylerde bazı değişiklikler yaparlar. Kendileri tarafından bilinmeyen bazı yeni şeyleri keşfedebilirler. Bu hareketler yaratma değildir. Yaratılanlara, yine Allah’ın verdiği kabiliyetlerle, kâinatta zaten mevcut olan bir şeyden, örtüyü açmaktır. Hâlbuki o şey, Allah tarafından, keşfedildiği gibi yaratılmıştır.
Mahlûklara, bilhassa insanlara Türkçede yaratma kavramının izafe edilmesi, müslümanların sadece Allah’a tahsis ettikleri bir kelimedeki kudsiyeti ortadan kaldırmak, dinî bir tabiri yerinden kaydırmak sûretiyle, Allah ile yaratma kavramının ilgisine şüphe düşürmek ve sanki başka yaratıcılar da varmış intibasını uyandırmak ve yerleşmiş bir dinî kavramı dejenere etmek niyetine dayanmaktadır. Kelimeler ve kavramlar, manaların kalıpları olduğuna göre, bu kelimenin müslümanların hâfızasında delâlet ettiği anlam bir itikad konusu olduğu için, bu itikadı sarsmak gayesi güdülmektedir. Ne yapılırsa yapılsın, tek ve gerçek yaratıcı Allah’tır. Yaratma nisbet edilen yaratıklar, asla bir şey yaratmamaktadırlar.
Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek anlamda
3170] 39/Zümer, 6
3171] 16/Nahl, 8
3172] 30/Rûm, 54
3173] 36/Yâsin, 22
3174] 4/Nisâ, 1
3175] 6/En’âm, 102
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratıcı olabilir. Oysa sadece Allah’tır örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece “ol” demesiyle bir şeyi yoktan var eden, yani yaratan. Bunca âciz ve yaratılmış olmalarına rağmen küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, sahte ilahlar, hakir ve basit görülen bir sineği bile yaratamazlar.3176 İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibarettir. İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; belki sembolik ve mecazî anlamda söylenebilir. İnsana gerçek anlamda yaratıcılık atfetmek, onu ilâh yerine koymaktır. 3177
Bâtıl tanrılar, bir şey yaratamazlar. Allah’ı tanıtıcı en bâriz vasıf, Kur’an’a göre yaratıcılıktır. Yaratıcı olmayan şeyler, tanrı olamayacağı için Kur’an, şirkin kapısını ta baştan kapatmaktadır.
“De ki, Sizin, koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?” 3178
“De ki, siz Allah’tan başka yalvardığınız şu ilahlarınızı gördünüz mü? Bana gösterin (bakayım), onlar yerden hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların göklerin yaratılmasında (Allah’a) ortaklıkları mı var?3179; “Hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılan şeyleri (Allah’a) ortak mı koşuyorsunuz?”3180; “Ey insanlar, size bir temsil verildi, onu dinleyin: O, Allah’tan başka yalvardıklarınız (var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. İsteyen de âciz, istenen de (yani puta tapan da âciz, put da).”3181 Allah’ın ülûhiyet hakkını birtakım canlı cansız şeylere vermek, Allah’a karşı büyük bir zulümdür. “Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?” 3182
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
Yaratmayı ilk defa başlatıp meydana çıkaran ve bu varlık nizamını kuran Allah, ikinci yaratmayı da elbette yapmaya kaadirdir. “O gün, göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıysak, onu yine öyle çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız.”3183; “İlk yaratma ile âciz mi kaldık ki (yeniden yaratmayalım)? Doğrusu onlar, yeni bir yaratmadan kuşku içindedirler.”3184 İlk yaratma, ikinci yaratmaya da delildir. İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi veya ikinci yaratmadan şüphe içinde olması bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek akıllıca bir iddia değildir. İlk yaratmayı, yani dünya hayatını inkâr etmekse, kişinin kendisini inkâr etmesi mânâsına gelir. Şu halde her iki yaratmaya da iman etmek zaruridir. “Yaratmaya başlayan O’dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O’na daha kolaydır.” 3185
Allah, yaratmadan asla yorulmaz. Yaratma, O’ndan ayrılmaz bir vasıftır.
3176] Bk. 22/Hacc, 73
3177] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 12
3178] 10/Yûnus, 34
3179] 35/Fâtır, 40
3180] 7/A’râf, 191
3181] 22/Hacc, 73
3182] 16/Nahl, 17
3183] 21/Enbiyâ, 104
3184] 50/Kaf, 15
3185] 30/Rûm, 27
YARATMA (HALK)
- 619 -
“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye kaadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet, O, her şeye kaadirdir.”3186 Çünkü tabii olarak bakıldığı zaman, ilk yaratılış tabiatın hilafına iken, ikincisi, yani diriltme, tabii olmuş olur. Kendisini bilen herkes bir zaman yok iken var olduğunu bilir.
Yaratma kavramını bütün açıklığı ile anlamak, ilk yaratmayı ve sonunu (diriltmeyi) idrâk etmekle olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var olan bir şeyin yok olduğunu görmek de, tabiat safsatasını yaratılışın âyetleriyle anlamaya yeter. Cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta akıl sahipleri arasında bile yaratmayı ta başından yapıp sonra yok edecek hiçbir fert ve grup yoktur.
Makineyi yapan sanatkâr, makinenin içinde aranmaz. Sebepler, yaratıcı olamaz. Sade dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden ölü, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken, sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk insanı, ilk hayvanı ihdas edivermek gibi, yaratmanın ilk madde ve sûretine, ilk miktar ve faaliyetine varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma, Yaratıcının zât ve sıfatından başka hiçbir ön şart ve sebebe bağlı değildir. İşte böylesine ilk defa yaratan, yarattığını iade eder, sonuna vardırır. Ölüleri diriltir. Allah böyle önceye de, sonraya da hâkimdir. 3187
3186] 46/Ahkaf, 33
3187] Elmalılı, IV, s. 2713; Veli Ulutürk, Kur’an-ı Kerim’de Yaratma
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yaratma Konusuyla İlgili Ayetler
A- Yaratma Anlamındaki “Halk” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 261 Yerde): 2/Bakara, 21, 29, 102, 164, 200, 228; 3/Âl-i İmrân, 47, 49, 59, 77, 190, 191191; 4/Nisâ, 1, 1, 28, 119; 5/Mâide, 17, 18, 110; 6/En’âm, 1, 2, 73, 94, 100, 101, 102; 7/A’râf, 11, 12, 54, 54, 69, 181, 185, 189, 191, 191; 9/Tevbe, 36, 69, 69, 69; 10/Yûnus, 3, 4, 5, 6, 34, 34; 11/Hûd, 7, 119; 13/Ra’d, 5, 16, 16, 16, 16; 14/İbrâhim, 19, 19, 32; 15/Hıcr, 26, 27, 28, 33, 85, 86; 16/Nahl, 3, 4, 5, 8, 17, 17, 20, 20, 48, 70, 81; 17/İsrâ, 49, 51, 61, 70, 98, 99, 99; 18/Kehf, 37, 48, 51, 51; 19/Meryem, 9, 67; 20/Tâhâ, 4, 50, 55; 21/Enbiyâ, 16, 33, 37, 104; 22/Hacc, 5, 5, 5, 73; 23/Mü’minûn, 12, 14, 14, 14, 14, 14, 17, 17, 91, 115; 24/Nûr, 45, 45; 25/Furkan, 2, 3, 3, 49, 54, 59; 26/Şuarâ, 78, 137, 166, 184; 27/Neml, 60, 74; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 17, 19, 20, 44, 61; 30/Rûm, 8, 20, 21, 21, 22, 27, 30, 40, 54, 54; 31/Lokman, 10, 11, 11, 25, 28; 32/Secde, 4, 7, 7, 10; 34/Sebe’, 7; 35/Fâtır, 1, 3, 11, 16, 40; 36/Yâsin, 36, 42, 68, 71, 77, 78, 79, 81, 81, 81; 37/Sâffât, 11, 11, 11, 96, 125, 150; 38/Sâd, 7, 27, 71, 75, 76; 39/Zümer, 4, 5, 6, 6, 6, 6, 38, 62; 40/Mü’min, 57, 57, 62, 67; 41/Fussılet, 9, 15, 21, 37; 42/Şûrâ, 29, 49; 43/Zuhruf, 9, 9, 12, 16, 19, 87; 44/Duhân, 38, 39; 45/Câsiye, 4, 22; 46/Ahkaf, 3, 4, 33, 33; 49/Hucurât, 13; 50/Kaf, 15, 15, 16, 38; 51/Zâriyât, 49, 56; 52/Tûr, 35, 35, 36; 53/Necm, 45; 54/Kamer, 49; 55/Rahmân, 3, 14, 15; 56/Vâkıa, 57, 59, 59; 57/Hadîd, 4; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2, 3; 65/Talâk, 12; 67/Mülk, 2, 3, 3, 14; 68/Kalem, 4; 70/Meâric, 19, 39; 71/Nûh, 14, 15; 74/Müddessir, 11; 75/Kıyâme, 38; 76/İnsan, 2, 28; 77/Mürselât, 20; 78/Nebe’, 8; 79/Nâziât, 27; 80/Abese, 18, 19; 82/İnfitar, 7; 86/Târık, 5, 6; 87/A’lâ, 2; 88/Ğâşiye, 17; 89/Fecr, 8; 90/Beled, 4; 92/Leyl, 3; 95/Tîn, 4; 96/Alak, 1, 2; 113/Felak, 2.
B- Yaratma Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Yaratan Yalnız Allah’tır: En’am, 102; Ra’d, 16; Hıcr, 28; Mü’minun, 17; Fâtır, 3; Sâd, 71; Zümer, 62; Mü’min, 62; Haşr, 24.
b- Yaratılan Varlıklar, Belli Bir Zamana Kadar Varlıklarını Sürdürürler: Rum, 8; Ahkaf, 3.
c- Yaratılan Her Şey, Çift Yaratılmıştır: Zariyat, 49.
d- Yaratılıştan İbret Almak: Bakara, 26; Al-i İmran, 191; En’am, 95, 104; A’raf, 185; Yunus, 3, 101; Yusuf, 105; Ra’d, 3; Nahl, 48, 66, 79; Kehf, 8; Taha, 128; Enbiya, 30; Şuara, 7; Neml, 14; Rum, 8; Saffat, 73; Zümer, 42; Kaf, 8; Mülk, 2-3; Ğaşiye, 17, 20.
e- Yaratılıştaki Hikmet: Yunus, 5; İbrahim, 19; Hıcr, 85; Nahl, 3; Ankebut, 44; Rum, 8, 19-25; Sâd, 27; Zümer, 5; Duhan, 39; Casiye, 22; Ahkaf, 3; Zariyat, 49; Necm, 31; Teğabün, 3.
f- Yerin Yaratılışında İbretler Vardır: Bakara, 164; Al-i İmran, 190; Yunus, 6; Enbiya, 16; Ankebut, 44; Rum, 22, 25; Sâd, 27; Zümer, 5; Şura, 29; Duhan, 38-39; Casiye, 3; Kaf, 7-8.
g- Göklerin Yaratılışında İbretler Vardır: Bakara, 164; Al-i İmran, 190-191; Yunus, 6; İbrahim, 19; Enbiya, 16; Ankebut, 44; Rum, 22, 25; Sâd, 27; Zümer, 5; Şura, 29; Duhan, 38-39; Casiye, 3;Kaf,6,8
h- Meyve ve Bitkilerin Yaratılışında İbretler Vardır: En’am, 99; Nahl, 11; Şuara, 7-9;
i- Âdem ile Havva'nın Yaratılışında İbretler Vardır: Rum, 20-21.
j- İnsanın Yaratılışında İbretler Vardır: Casiye, 4; Zariyat, 21; Târık, 5-7.
k- Yaratılan Her Şeyde İbretler Vardır: Yunus, 6; Ra’d, 3-4; Nahl, 13; Rum, 19-25.
l- Yaratılan Her Şeyde Bir Düzen Vardır: Furkan, 2; Rahman, 7; Mülk, 3-4.
m- Kâinat ve Âlemin Yaratılışı: En’am, 101; A’raf, 54; Yunus, 3; Hud, 7; Hıcr, 85; Nahl, 3; Enbiya, 30; Furkan, 59; Secde, 4; Fussılet, 11; Kaf, 38; Hadid, 4; Talak, 12.
n- Kâinat ve Âlemin Yaratılışının Hikmeti, Hakkın Ayakta Tutulması İçindir: Yunus, 5; İbrahim, 19; Hıcr, 85; Nahl, 3; Ankebut, 44; Rum, 8; Zümer, 5; Duhan, 39; Casiye, 22; Ahkaf, 3; Teğabün, 3.
o- Yaratan Madde Değil; Allah’tır: En’am, 95; Mü’minun, 17; Tur, 35; Vakıa, 57-59, 63-74.
p- Allah, Yaratıcıdır: Bakara, 28-29, 117; Al-i İmran, 47; Maide, 17; En’am, 73, 95, 101-102; A’raf, 54; Yunus, 31; Ra’d, 16; Hıcr, 86; Nahl, 40; İsra, 99; Meryem, 35; Mü’minun, 17; Nur, 45; Kasas, 68; Ankebut, 61, 63; Rum, 27, 40, 54; Lokman, 28; Secde, 7; Fâtır, 1; Yasin, 81-82; Zümer, 62; Mü’min, 62, 68; Şura, 49; Kamer, 49-50; Vakıa, 57-59; 63-65, 68-73; Haşr, 24; Teğabün, 2.
q- Allah’ın “Kün: Ol” Emri: En’am, 102; Nahl, 40; Meryem, 35; Yasin, 82; Mü’min, 68.
r- Dirilten Allah’tır: Bakara, 28, 72-73, 258-260; Al-i İmran, 27, 156; En’am, 95; A’raf, 158; Tevbe, 116; Yunus, 31; 56; Hıcr, 23; Hacc, 5-6, 66; Mü’minun, 80; Rum, 19, 27, 40; Lokman, 28; Yasin, 12, 78-79; Mü’min, 57, 68; Şura, 9; Duhan, 8; Casiye, 26; Ahkaf, 33; Kaf, 15, 43; Necm, 44, 47; Vakıa, 60-61; Hadid, 2; Nuh, 18; Kıyame, 3-4; Naziat, 27.
s- İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52; Meryem, 66-77; Hacc, 5; Mü’minun, 84-85; Ankebut, 19-20; Rum, 27; Casiye, 26; Kaf, 15; Vakıa, 57, 62; Kıyame, 37-40; İnsan, 28; Naziat, 27; Büruc, 13; Târık, 5-8.
YARATMA (HALK)
- 621 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur’an Dili, El. Hamdi Yazır, Eser Y. c. 4 s. 2712-2716, c.6 s. 4116-4117, c.7 s. 5154-5187
2- Kur’an-ı Kerim’de Yaratma Kavramı veli Ulutürk, İnsan Y.
3- Yaratılış Olayı, M. Sait Şimşek, Beyan Y.
4- Kur’an Işığında Yaratılış Konuları, Sakıp Yıldız, D.İ.B. Y.
5- Yaratılış ve Ötesi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa; Sadeleştiren: Ali Turgut
6- İlim, Felsefe ve Din Açısından Yaratılış ve Gayelik, Hüseyin Aydın, D.İ.B. Y.
7- İnsan, Kâinat ve Ötesi, A. C. Morrison’dan Bekir Topaloğlu, Dergâh Y.
8- Atom, Ümit Şimşek, Yeni Asya Y.
9- İnsan ve Hayat, Haluk Nurbaki, Yeni Asya Y.
10- Atomlar Konuşuyor, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
11- Atomdan Hücreye, Münip Yeğin, Yeni Asya Y.
12- Hayat Dediğimiz Sır, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
13- Hücreden İnsana, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz, Türdav Y.
14- İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. Hüseyin Korkmaz Türdav Y.
15- Yaratılış ve Kader, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
16-Yaratılış ve Darwinizm, Abdullah Aymaz, T.Ö.V. (Akyol Neşriyat)
17- Yaratılış ve Evrim Teorileri, H. Mustafa Genç, Beyan Y.
18- Evrim Aldatmacası, Harun Yahya, Vural Y.
19- Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y.
20- Enerji ve Hayat, Ayhan Songar, Yeni Asya Y.
21- Ekoloji, Yılmaz Muslu, Yeni Asya Y.
22- Big Bang, Kâinatın Doğuşu, Ümit Şimşek, Yeni Asya Y.
23- Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 102-103
24- Atomdan Hücreye, Münip Yeğin, Yeni Asya Y.
25- Kur’an’da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s . 192-198, 316-318
26- İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 313
27- İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 15, s. 303-304
28- Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 163-165
29- Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 172-177
30- İslâm'da Allah İnancı, Said Havva, Hilal Y. s. 23-120
31- Esmaül Hüsna Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 62-63
32- İlmin Işığında İslâmiyet, Arif A. Tabbara, Kalem Y. s. 65- 108
33- Kur'an ve Kâinat Ayetleri, Fethullah Han, İnkılab Y. s. 231-322
34- Kur'an-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 24-63
35- Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 12-13

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:29

YAHÛDİLER

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

YAHÛDİLER


- 579 -
Kavram no 190
Diğer Dinler 4
Bk. Mûsâ (a.s.); Hıristiyanlar; Ehl-i Kitap; Tahrif; Kur’an
YAHÛDİLER


• Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
• İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyet ve Hadisler
• İsrâiloğullarının Tarihi
• Firavun ve İsrâiloğulları
• Firavun'dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
• Hz. İsa ve Benî İsrâil
• Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
• İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
• Onlar ve Biz
• Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
• İmanda Pazarlık
• Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
“Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece Benden korkun!” 2902
Benî İsrâil, İsrâil, İbrânî, Yahûdî ve Mûsevî Kelimeleri ve Mâhiyeti
İsrâil, Hz. Yakub'un lakabıdır. Hz. Yakub'un on iki oğlunun soyundan gelenlere benî İsrâil/İsrâil oğulları denilir. “Benî İsrâil” ifadesi, Kur'an-ı Kerim'de 41 yerde geçer. Kur'an'da Benî İsrâil'in yahudileşme sürecini anlatan ayetlerin sayısı ise 712'dir. Benî İsrâil'den bahseden bu 712 ayet, Kur'an'ın tamamı göz önüne alındığında 10'da biri aşan bir oran tutmaktadır. İsrâil kelimesi, iki âyette2903 şahıs ismi olarak Hz. Yakub için kullanılır. Benî İsrâil de Kur’an’da Yakub oğulları anlamında yahudiler için kullanılmaktadır.
“Benî İsrâil/İsrâiloğulları”, “İbrânî” ve “Yahûdi” kelimeleri, çoğu zaman, birbirlerinin yerine kullanılmakta ve hepsi de aynı çağrışımı yapmaktadırlar. İsrâil ismi, “gece yolculuk yapmak” ve “Allah'ın kulu” anlamına gelmektedir. Günümüzdeki Tevrât'tan yola çıkarak İsrâil kelimesine verilen bir başka anlam ise, savaşan Tanrı veyahut Tanrıya karşı kuvvetli demektir. Muharref Tevrat'ta, Hz. Yakub'un Tanrı ile güreşip onu yendiği(!) için bu adı aldığı anlatılmaktadır.2904 Kendilerine Allah tarafından gönderilen hak din İslâm’ı değiştirip yahudileşenlerin, mukaddes kitaplarına ve Allah’a en ağır iftiralar atmasına bir örnek de ‘İsrâil’ kelimesine verdikleri bu anlam olsa gerektir. “İsrâil” kelimesine yakıştırdıkları bu anlamla, kendi soylarını yüceltmek için “tanrı”larını bile küçülttükleri, onu sıradan bir in2902]
2/Bakara, 40
2903] 3/Âl-i İmran, 93; 19/Meryem, 58
2904] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/28; 45/9-18; Hoşea 26/5-6
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
san gibi gördükleri ve bir peygamberine (onu yenmeye) gücünün yetmediği âciz bir varlık gibi algıladıkları olanca çirkinliğiyle sırıtmaktadır. Kudüs'ü işgal edip o kutsal topraklarda devamlı müslüman kanı akıtan zâlim siyonist rejimine ve o topraklara da, bilindiği gibi İsrâil adı uygun görülmüştür.
“İbrânî” adı, İsrâil’in mürâdifi/eş anlamlısıdır. Kelime anlamı olarak, “öte tarafın adamları” anlamını ifade eder. Bu isim, İsrâiloğullarına Fırat veya Ürdün nehrinin öbür tarafından geldikleri için verilmiştir. Bu ismi yahudilere Kenan ülkesinin yerlileri vermiştir. Yani Kenanlılar bu ismi göçmen olanlar için kullanmışlardır. Bugün kendilerine yahudi dediğimiz kavmin ilk adı İbrânî idi. İsrâiloğullarına İbrânî adının verilmesi, onların göçebe bir kavim olduklarını ve üzerinde bulundukları toprakların gerçek sahipleri olmadıklarını da ispatlar.
“Yahûdi”: (Hâde-yehûdü; tehevvede:) Bu kelime, tevbe etti, hakka döndü anlamına gelmektedir. Yahûdi kelimesi, Peygamberimiz’in risâIetinden önce de Arabistan’da biliniyor ve kullanılıyordu. Yahûdiler (yehûd) ifadesi Kur’an’da 41 yerde geçer. Bu kelimenin İsrâiloğullarına isim verilmesi konusunda şu görüş ileri sürülmüştür: Hz. Mûsâ’nın Tur dağına gitmesinden sonra onlar buzağıya tapmışlar, ancak Hz. Mûsâ onların yanına dönünce kendilerine çok kızmış, onlar da bu çirkin işten dolayı pişman olmuş ve tevbe etmişlerdir. İsrâiloğullarının tevbe edişleri Kur’an’da şöyle geçmektedir: “İnnâ hüdnâ ileyk / Biz Sana yöneldik (tevbe ettik)”2905 İşte İsrâiloğullarının bu şekilde tevbe etmeleri dolayısıyla kendilerine yahudi denilmiştir. Bir başka görüşe göre, onlar Peygamberimiz’in İslâm’a dâvetinde O’nu inkâr ettikleri için bu isimle (“dönek” anlamında) anılmışlardır. İsrâiloğullarına yahudi denilmesinin bir başka sebebi şudur: Hz. Yakub'un dördüncü oğlunun adı Yuda veya Yahuda idi. Dolayısıyla Yahuda'nın adına izafeten, dedelerinin isminden ötürü İsrâiloğullarına yahudi denilmiştir. Bu ırk, her ne kadar Hz. İbrâhim'e dayanıyorsa da, teşkilatçısı ve en büyük peygamberi İsrâiloğullarının kurtarıcısı Hz. Mûsâ'dır. “Hz. Mûsâ'ya inanan, bağlanan” anlamına (O'na ne kadar bağlı oldukları tartışılacak konu olmakla birlikte) İsrâiloğullarına Mûsevî de denilir.
İsrâiloğullarının Özelliklerinden Bahseden Bazı Âyetler
“Onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahudiler ve hıristiyanlar asla senden râzı olacak değillerdir. De ki: ‹Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur.' Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” 2906
“Ey iman edenler, yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” 2907
“(Yahudiler ve hıristiyanlar, müslümanlara:) Yahûdileşin ya da hıristiyanlaşın ki doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: ‘Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim’in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi.” 2908
“Kendilerine tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar taşıyan eşeğin
2905] 7/A’râf, 156
2906] 2/Bakara, 120
2907] 5/Mâide, 51
2908] 2/Bakara, 135
YAHÛDİLER
- 581 -
hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne berbattır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” 2909
“Yahudiler, ‘Allah’ın eli bağlıdır/sıkıdır’ dediler. Kendi elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lânetlendiler. Bilâkis Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına kıyâmete kadar sürecek düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.” 2910
“Andolsun ki İsrâiloğullarından ahid/sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.” 2911
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 2912
“İnsanlar içerisinde, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın.” 2913
“Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” 2914
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar da) râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha ibâdet/kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 2915
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’ nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” 2916
Benî İsrâille İlgili Bazı Hadis-i Şerifler
“İsrâiloğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda (onları devamlı gündemde tutmanızda) bir sakınca yoktur.” 2917
“Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir
2909] 62/Cum’a, 5
2910] 5/Mâide, 64
2911] 5/Mâide, 70
2912] 5/Mâide, 78-80
2913] 5/Mâide, 82
2914] 9/Tevbe, 30
2915] 9/Tevbe, 31
2916] 9/Tevbe, 29
2917] Buhâri, Enbiyâ 50; Ebû Dâvud, ilim 11; Tirmizi, İlim 13; Ahmed bin Hanbel, II/159; Dârimî, Mukaddime 6
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kertenkele/sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.’ ‘Ey Allah’ın Rasûlü, yahûdilerin ve hıristiyanların yolunu mu?’ diye sorduk. ‹Başka kim olacak?' dedi.” 2918
“Ümmetim, önceki ümmetlerin yolunu adım adım, karış karış izlemeden kıyamet kopmaz. ‹Ey Allah Rasûlü, Farslar ve Rumlar gibi mi?’ denildi. ‹Başka kim olacak?” buyurdu. 2919
“Ümmetimin başına İsrâiloğullarının başına gelenin aynısı gelecek. Tıpkı bir ayakkabı kalıbıyla ayakkabının birbirine uyduğu gibi. Hatta, eğer onlardan biri annesine açıktan varsa, ümmetimden de aynısını yapan çıkacak. Ve İsrâiloğulları 72 gruba bölünmüştü; ümmetim de 73 gruba ayrılacak.” 2920
“Benî İsrâil’in ilk terk ettiği şey şuydu: Bir kimse diğeriyle bir araya gelir, biri diğerine derdi ki: ‘Ey falan, Allah’tan kork ve böyle yapmayı bırak, kuşkusuz bu sana helâl değil.’ Ertesi gün karşılaştıklarında onu yine aynı şeyi yaparken görür. Bu durum o adamla yemesine içmesine, onunla oturup kalkmasına engel olmaz. Adamın günahta ısrar etmesine rağmen dostluğunu sürdürürdü. Allah da onların bazısıyla bazısının kalbini mühürledi: “De ki: ‘ey ehl-i kitab, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, doğru yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın.”2921 âyetini okudu. Sonra ekledi: “Hayır, vallahi ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, hakka aykırı davrananı hakka çevirirsiniz ve haktan ayrılmasına engel olursunuz; ya da Allah sizin kalplerinizi yahudilerin kalplerine benzetir, sonra onlara lânet ettiği gibi size de lânet eder.” 2922
Kur’an-ı Kerim’de İsrâiloğullarıyla ilgili çok sayıda âyet-i kerime vardır. 712 âyet, direkt olarak bu konuyla ilgilidir. Kur’an-ı Kerim, İsrailoğullarının Firavun baskısı altındaki yaşayışları, ondan kurtulmaları ve daha sonra Hz. Mûsâ ile geçen ve daha çok olumsuzluklarla dolu olan yaşayışları üzerinde durur.
İsrâiloğullarının Tarihi
İsrâil, Hz. Yâkub’un lâkabıdır. Bilindiği gibi Hz. Yâkub, Hz. İbrâhim’in Hz. İshak’tan olma torunudur. İsrâiloğulları, Hz. Yakub’un 12 oğlunun neslinden gelenlerin tümüne verilen ortak addır. Hz. Yakub’un büyük atası Hz. İbrahim, Sümer’deki Ur şehrinden gelmiş ve milattan yaklaşık 2200, Hz. Mûsâ'dan da 1000 yıl önce Filistin'e yerleşmiştir. İsrâiloğullarından Mısır'a ilk yerleşen Hz. Yusuf'tur. Kardeşlerinin kıskançlık ve ihaneti sebebiyle Hz. Yusuf'un esaretle başlayıp Mısır hükümetinde yetkili olana kadar varan serüveni sonucunda, Filistin'de çıkan bir kıtlık nedeniyle 70 kişilik bir kafileyle Mısır'a gelip yerleştiler.
İsrâiloğulları, ataları Hz. İbrahim’den beri tevhid akidesine inanan müslüman bir neslin torunuydular. Tümü de peygamber çocuğu olan 12 kardeşten üreyen bu topluluğu Hz. Yusuf Mısır’a yerleştirdiğinde tek Allah’a iman ediyorlar, ataları Hz. İbrahim, İshak ve Yakub’un inancını sürdürüyorlardı. Kur’an’a göre, ölüm döşeğindeki babalarına, tevhidden ayrılmayacaklarına dair söz vermişlerdi.
Yakup (İsrâil) peygamberin oğullarından Hz. Yusuf'un Mısır'da söz sahibi
2918] Buhâri, İ’tisâm 14; Müslim, İlim 6; İbn Mâce, Fiten 17; Ahmed bin Hanbel, III/84
2919] Buhâri, İ’tisam 14
2920] Tirmizî, İman 18
2921] 5/Mâide, 77
2922] Ebû Dâvud, Melâhim 17 (4336); Tirmizî, Tefsir 5/6 (3047
YAHÛDİLER
- 583 -
olup, babası ve kardeşlerini Mısır'a yerleştirmesinden sonra İsrailoğulları Mısır'da hâkim duruma gelmişlerdi. Ancak zamanla adaleti ihlâl etmeleri, Firavunların yeniden işbaşına geçmeleriyle sonuçlanmış ve İsrailoğulları Mısır'da efendi durumundan köle durumuna düşmüşlerdi.
Allah, İsrailoğullarına tarih boyunca birçok peygamber göndererek onları yalnız Allah'a kulluk etmeye, ataları İbrahim'in “Hanif” yoluna döndürmeye çalışmıştır. Fakat İsrailoğullarının, peygamberleriyle araları genellikle kötü gitmiş, peygamberlerini yalanlamaktan, yalnız bırakmaktan ve hatta öldürmekten geri durmamışlardır. Kur'an'ın anlatımıyla “onlara ne zaman bir peygamber, hoşlarına gitmeyen bir şey getirse büyüklük taslamışlar, kimini yalanlamışlar, kimini de öldürmüşlerdir.” 2923
İsrâiloğulları, son peygamber Hz. Muhammed’in Rasûl olarak gönderildiği günlerde de aynı minval üzere yaşamaya devam ediyorlardı. Onlardan pek azı hariç adları devamlı fesad, isyan ve azgınlıkla beraber anılmıştır.
Firavun ve İsrâiloğulları
Mısır’da hâkim sınıf kıptîler olmasına rağmen, İsrâiloğulları ülkenin ticaret ve zenaatinde önemli rol oynuyorlardı. Bu durum, Firavun’u etnik temizlik yapmaya itti. O kadar ki, kabilenin tüm erkek çocuklarını daha doğar doğmaz boğazlayarak, bilinçli bir etnik temizlik politikası uyguladı. Ağır işlere koşulmaları sebebiyle ihtiyarlar arasında ölüm çoğaldı. Kıpti reisleri Firavun’a çıktılar ve şöyle dediler: İsrailoğullarının yaşlıları arasında ölüm arttı. Sen ise küçüklerini öldürüyorsun; sonra işler başımıza kalacak, hizmet için bizden başkası kalmayacak. Bunun üzerine Firavun bütün İsrailoğulları yok olmasın diye çocukların bir sene öldürülüp, bir sene bırakılmasını emretti.
Allah Teâlâ, Firavun'un İsrâiloğullarına karşı zulmü ve çocuklarını öldürüşüne şöyle işâret etmektedir: “Sana Mûsâ ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını, iman edecek bir zümrenin faydalanması için gerçek olarak okuyacağız. Firavun Mısır'da baş kaldırmış, halkını fırkalara bölüp kendisine bağlamıştı. Onlardan bir zümreyi ezmek istiyor, bunların oğullarını boğazlatıyor, kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, fesatçılardandı. Biz ise istiyorduk ki; yeryüzünde o ezilmekte olan mustaz'aflara lutfedelim, onları hayırda önderler yapalım ve kendilerini Firavun mülkünün mirasçıları yapalım.” 2924
Bu ortamda Allah bir çocuğu bu soykırımdan kurtardı2925 ve Firavun’un eliyle onu büyüterek kendisine peygamberlik verdi. Allah, mustaz’af durumda olan bu kavme luftetmek, onları önderler yapmak, Firavun mülküne mirasçı kılmak üzere içlerinden biri olan Hz. Mûsâ’yı, yoldan çıkmış, azgın, zâlim Firavun ve adamlarına elçi olarak gönderdi.2926 Allah, Hz. Mûsâ’ya kardeşi Harun’u da yardımcı olarak verdi ve Mısır’a, Firavun’a ve köleleştirilmiş halkına tebliğini sunmak üzere gönderdi.2927 Firavun’un bütün azgınlığına rağmen yumuşak sözlerle hitabına başlayan Hz. Mûsâ, Firavun’dan İsrâiloğullarını serbest bırakmasını
2923] 2/Bakara, 87; 5/Mâide, 70
2924] 28/Kasas, 3-5
2925] 28/Kasas, 3-13
2926] 28/Kasas, 5-32; 20/Tâhâ, 24-43
2927] 20/Tâhâ, 29-36, 47, 48
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istedi.2928 Hz. Mûsâ onlara apaçık âyetlerle geldiği halde Firavun yalanladı ve ilk atalarından böyle bir şey işitmediğini, Mûsâ’nın kendilerinin örnek dinlerini değiştirmek için gelmiş bir sihirbaz olduğunu ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalıştığını söyledi.2929 Yine Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’un davetine karşılık Firavun, onları nankörlükle suçladı, tehdit ve alaylarından sonra onları ülkesinin en iyi sihirbazlarıyla yarıştırdı. 2930
Hz. Mûsâ, bir taraftan Firavun ve ileri gelen adamlarıyla mücadele ederken, diğer taraftan da İsrâiloğullarını eğitmeye, onları Firavun ile olan mücadeleleri için hazırlamaya çalışıyor, yalnız Allah’a dayanmalarını istiyordu.2931 Hz. Mûsâ’nın sabır tavsiyelerine karşı İsrâiloğulları yeterli mücadeleyi vermeden hemen kurtarılmaları gerektiğini düşünüyorlar, “inandık” diyerek Mûsâ peygamberin yanında olduklarını söylemelerinin kurtuluşları için yeterli olduğunu sanıyorlardı. “Sen bize gelmeden önce de işkence ediliyordu, sen geldikten sonra da.” diyorlardı. 2932
Firavun’un zulmünden korkan İsrâiloğullarından ancak küçük bir grup Hz. Mûsâ’ya inandı.2933 Zaten Firavun da onları pek adam yerine koymuyordu.2934 Ama yine de onlar kendilerini doğru yola iletmeyen, kendilerini küçümseyen Firavun’un emrine uymuşlardı. Firavun’un gözünde onlar bir hiçti, kendisi Mısır’ın tek hâkimi,2935 yeryüzünde büyük bir yere sahip,2936 insanları korkutacak, sindirecek gücü olan,2937 bundan dolayı da tuğyan etmekten geri durmayan biriydi.2938 Tüm bu özellikleriyle Firavun, onları doğru yola götüremezdi ve de götürmedi, sapıklığa itti.2939 Fakat Firavun bunu yaparken, dünyadaki tüm sapık azgınların yaptığı gibi doğruluk(!) adına yapıyordu. Bir konuşmasında şöyle diyordu: “Ben size ancak doğru gördüğüm yolu gösteriyorum ve sizi ancak doğru yola götürüyorum.” 2940
Onun yaptığı zorbalık, zulüm, azgınlık ve tuğyan, halkının yüce menfaatleri için gerekliydi, kendisi son derece iyi niyetli(!) olduğu halde, Hz. Mûsâ ve yanındakiler bunu anlamıyordu. O, Hz. Mûsâ’nın dâvetine anlam veremiyor ve “Ey Mûsâ, sanıyorum ki sen büyülenmişsin” diyordu. Firavun’un bu sözüne Hz. Mûsâ’nın karşılığı gayet açık ve çıldırtıcıydı: “Ey Firavun, ben de seni mahvolmuş olarak görüyorum.”2941 Firavun, Hz. Mûsâ’nın kendisine karşı bu rahat konuşması karşısında bir gün sinir krizi içinde “bırakın beni, şu Mûsâ’yı öldüreyim de o gitsin Rabbini çağırsın da kurtulsun”2942 diye bağırmıştı. Ama onu öldürmek hesaplarına gelmediği için öldürmediler. Allah’ın hesabı ise herkesin hesabını kuşatacak
2928] 20/Tâhâ, 44, 47; 26/Şuarâ, 17
2929] 20/Tâhâ, 63; 28/Kasas, 36; 40/Mü’min, 26
2930] 26/Şuarâ, 19; 20/Tâhâ, 44-76; 28/Kasas, 36, 39
2931] 10/Yûnus, 84-87
2932] 7/A’râf, 128-129
2933] 10/Yûnus, 83
2934] 26/Şuarâ, 54-55
2935] 43/Zuhruf, 51
2936] 28/Kasas, 4; 29/Ankebut, 39
2937] 10/Yûnus, 83; 26/Şuarâ, 54-56
2938] 20/Tâhâ, 24-43
2939] 20/Tâhâ, 79
2940] 40/Mü’min, 29
2941] 17/İsrâ, 101, 102
2942] 40/Mü’min, 26
YAHÛDİLER
- 585 -
kadar güçlü ve kapsamlıydı. Onların hesapları ise çok zayıf ve basitti. 2943
Hz. Mûsâ, yıllarca süren çalışmalarıyla İsrâiloğulları içinde sabreden (direnen) bir topluluk oluşturmaya muvaffak oldu.2944 Ve beklenen an geldi. Allah’ın “kullarımı geceleyin yürüt, Firavun’un yetişmesinden korkma!”2945 emriyle Hz. Mûsâ kavmini Mısır’dan çıkarttı. İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ ile çıkışlarını ve Kızıldeniz’i geçişlerini Kur’an şöyle anlatıyor: “Mûsâ’ya: ‘Kullarımı yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz, diye vahyettik. Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi. Onlara şöyle dedi: ‘Şüphesiz ki, bunlar (İsrâiloğulları) önemsiz bir topluluktur. Böyle iken onlar bizi öfkelendiriyorlar. Biz ise uyanık bir toplumuz.’ Bu suretle Firavun ve kavmini bostanlardan, akarsulardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. İşte çıkarışımız böyle oldu. Ve İsrâiloğullarını onlara mirasçı kıldık. Derken Firavun ve taraftarları güneş doğarken onların arkalarına düştüler. Ne zaman ki iki ordu birbirine girdi, Mûsâ’nın ashâbı dedi ki; ‘muhakkak erişilip yakalandık.’ Mûsâ ‘hayır’ dedi. ‘Şüphesiz ki Rabbim benimle beraberdir. O, beni selâmet yoluna iletecektir.’ Bunun üzerine Mûsâ’ya; ‘Asanı denize vur’ diye vahyettik. Vurunca derhal deniz yarıldı. Her parçası kocaman dağ gibi oldu. Ötekileri de (Firavun ve ordusunu) buraya yanaştırdık. Mûsâ ile beraberinde olan kimseleri toptan kurtardık. Sonra diğerlerini suda boğduk. Bunda elbette bir ibret vardır. Fakat onların çoğu iman etmiş değildi.” 2946
Daha dün havasından yanına varılamayan, yeryüzünün büyük tâğutu, kendisini halkının tek ilâhı gören, yeryüzünde büyüklük taslayan, hiç ölmeyeceğini sanan Firavun, şimdi boğuluyor ve daha önce hiç değer vermediği Mûsâ ve Harun’un Rabbine iman ettiğini, O’ndan başka ilâh olmadığını ve artık O’na teslim olduğunu söylüyordu. 2947
Allah onu ve askerlerini ateşe çağıran önderler olarak yakaladı, denizde boğdu ve kıyamete kadar da adlarının lânetle anılmasını sağladı. Kıyamet günüyse onlar çirkinleştirilmiş ve kovulmuş kimselerden olacaklardır. 2948
Firavun’dan Kurtulduktan Sonra İsrâiloğulları
Allah, İsrâiloğullarını ihsânına mazhar ettiği, diğer toplumlara karşı üstün kıldığı halde onlar, Allah’ı bırakıp, başka putlar istiyorlardı. “İsrâiloğullarını denizden geçirdik. Denizi geçince, orada kendilerine ait birtakım putlara tapan bir kavme (buzağıya tapan Amalika kavmine) rastladılar. Bunun üzerine: ‹Ey Mûsâ, onların nasıl tanrıları (putları) varsa, sen de bizim için öyle bir tanrı yap!' dediler. Mûsâ: ‹Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz' dedi. Şüphe yok ki, bunların içinde bulundukları (din) helâke mahkûmdur, yıkılmıştır. İbadet diye yapmakta oldukları da bâtıldır, boş şeydir. Allah sizi âlemlere üstün kılmışken ben size ilâh olarak, Allah'tan başka bir tanrı mı arayacakmışım?” 2949
İsrâiloğulları Kızıl Deniz’i geçtikten sonra susadılar, kavurucu sıcaktan rahatsız oldular. Bu durumlarını Hz. Mûsâ'ya arzettiler. “Biz İsrâiloğullarını oymaklar
2943] 7/A’râf, 183; 40/Mü’min, 25; 4/Nisâ, 76
2944] 10/Yûnus, 85-86
2945] 20/Tâhâ, 77
2946] 26/Şuarâ, 52-67
2947] 10/Yûnus, 90; 26/Şuarâ, 53-66; 7/A’râf, 134, 137
2948] 28/Kasas, 39-42
2949] 7/A’râf, 138-140
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
halinde on iki kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya ‘asanı taşa vur!’ diye vahyetti. Derhal ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki) ‘Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin.’ Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil; kendilerine zulmediyorlardı.” 2950
Mısırlılarla beraber yaşamaları sebebiyle İsrâiloğullarının kalplerinde putperestlik iyice kök salmıştı. Bunun en belirgin görüntülerinden biri, altın buzağıya tapmalarıdır. İsrâiloğulları Firavun’dan kurtulup Sina’ya geçtikten sonra Hz. Mûsâ, kavmini Hz. Hârun’a bırakarak Tur dağına gitti. Çünkü daha önce Allah Teâlâ ile kırk gece için sözleşmişti.2951 Bu buluşmada Allah ona Kitab’ı ve Furkan’ı verdi.2952 Ancak İsrâiloğulları onun gelmesine kadar sabredemediler ve Hz. Harun’un tüm uyarılarına rağmen Sâmirî’nin önderliğinde bir buzağı heykeli yaparak ona tapmaya başladılar. “Allah, Mûsâ’ya; ‘Biz senden sonra kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.’ buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü. Ey kavmim! dedi, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan vâdinizden döndünüz? Dediler ki: ‘Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısır’lıların) zînet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı. (Sâmirî’nin telkini ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak için ateşe attılar.)
Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli icat etti. Bunun üzerine: ‘İşte, dediler, bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır. Fakat onu unuttu. O şeyin, kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine ne bir zarar ve ne de bir fayda vermek gücünde olmadığını görmezler mi? Hakikaten Harun, onlara daha önce: ‘Ey kavmim! demişti, siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyun ve emrime itaat edin.’ Onlar: ‘Biz dediler, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz!’ (Mûsâ, döndüğünde:) ‘Ey Harun! dedi, sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun?’ Harun: ‘Ey annemin oğlu! dedi, saçımı sakalımı yolma! Ben, senin; ‘İsrâiloğullarının arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!’ demenden korktum.’ Mûsâ: Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî? dedi. O da: ‘Ben onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevherlerin içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi’ dedi. Mûsâ: ‘Defol! dedi, artık hayatın boyunca sen; ‘bana dokunmayın!’ diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemin ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız! Sizin ilâhınız, yalnızca, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” 2953
Hz. Mûsâ, içinde Rablerinden korkanlar için yol gösterme ve rahmet olan levhaları aldı ve kavmine tebliğ etti. Onları temizlemeye, Allah’a sâlih kullar olarak her türlü geçici, gerçek gücü olmayan, Allah tarafından yaratılmış şeylere kulluktan kurtarmaya çalıştı. Allah onları çeşitli rızıklarla besledi ve onlara tertemiz sular vererek ikramda bulundu. Onları buluttan gölgelerle gölgelendirdi.2954
2950] 7/A’râf, 160
2951] 2/Bakara, 51
2952] 2/Bakara, 53
2953] 20/Tâhâ, 85-98
2954] 7/A’râf, 160
YAHÛDİLER
- 587 -
Fakat onlar bunu az bularak Hz. Mûsâ’dan kendilerine daha başka sebze ve meyvelerden vermesi için Allah’a dua etmesini istediler. Allah da onlara istediklerinin yerine gelmesi için yakınlarındaki bir şehre karşı hareket etmeye çağırınca onlar hemen yan çizdiler. Ve sonuçta zillet ve meskenet (yoksulluk) damgasını hak ettiler, Allah’ın gazabına uğradılar.
Hz. Mûsâ, İsrâiloğullarını Firavun’dan kurtarmıştı, ama onları başıboşluklarından, vurdumduymazlıklarından ve Allah’ın emirlerine karşı hareketsizliklerinden kurtaramıyordu. Hz. Mûsâ onları ne zaman bir emrin yerine getirilmesi için çağırsa yüz çeviriyorlar, o işi yerine getirmemek için ellerinden gelen her çareye başvuruyorlardı. Hz. Mûsâ bir keresinde bir buzağı kesmeleri konusundaki Allah’ın emrini onlara bildirmişti. Onlar, hemen kesmemek için onun nasıl bir buzağı olduğunu, rengini, yaşını vb. sormaya başlamışlar, en sonunda soracak bir şey bulamayınca kesmişlerdi, ama az kalsın kesmeyeceklerdi.2955 Onlar peygamberlerinin kendilerine olan emirlerine karşı küstahça “işittik/anladık, isyan ediyoruz” diyerek meydan okuyorlardı.2956 Bir defasında da Hz. Mûsâ onlara Allah’ın kendilerine olan nimetlerini hatırlatıp Allah için kendilerine va’d edilen toprakları ele geçirmeğe davet edince onlar her zaman olduğu gibi yine yan çizmişler ve “sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturuyoruz” demişlerdi. 2957
İşte İsrâiloğulları kendilerine her türlü zulmü yapan, onları köleleştiren Firavun’dan kurtaran Hz. Mûsâ'ya karşı istikrarlı bir şekilde lâkayt ve küstahça davranışlarını sürdürüyorlar, pek azı hariç itaate yaklaşmıyorlardı. Hz. Mûsâ'nın sağlığında böyle olan bu kavim, ondan sonra da aynı huylarını sürdürmüştür. Onların bu halini Kur'an-ı Kerim, çeşitli ifadelerle anlatmaktadır. Meselâ şu âyetler, onların genel karakterinin anlaşılması için yeterli bilgiyi verir:
“İçlerinden pek azı hariç, onlar hâindir. 2958
“Onlar, sözlerinden dönerler, kelimeleri tahrif ederler/yerlerinden değiştirirler ve uyarıldıkları şeyden pay (öğüt) almayı unuturlar.” 2959
“Onlar fâsık bir topluluktur.” 2960
“Onlar kibirlerinden dolayı kendilerine yasaklanan şeylerden vazgeçmezler.” 2961
“Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ederler, peygamberleri kendilerine hoşlanmadıkları bir şey getirince büyüklük taslayarak reddederler, peygamberlerini yalanlar veya öldürürler.” 2962
“Yaptıkları kötülüklerden dönmezler, ısrarla devam ederler.” 2963
İsrâiloğulları genel olarak bu olumsuz özelliklerine rağmen içlerinden sabredip takvaya sarılanlar çıkabiliyor ve Allah da onlardan yol gösterici
2955] 2/Bakara, 67-71
2956] 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 46
2957] 5/Mâide, 20-26
2958] 5/Mâide, 13
2959] 5/Mâide, 13
2960] 5/Mâide, 26
2961] 7/A’râf, 166
2962] 2/Bakara, 61, 87; 5/Mâide, 70
2963] 5/Mâide, 79
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imamlar/önderler çıkararak onları kurtarıyordu.2964 Yine Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğullarına lider olarak seçilen Tâlût’a takva ile sabrederek uyanlar çıkmış ve Allah o çok küçük topluluğu düşmanlarına karşı galip getirmişti.2965 Çünkü Allah sabredenlerle/direnenlerle beraberdir. Sabreden topluluk az da olsa, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelecektir. 2966
Hz. İsa ve Benî İsrâil
Hz. İsa, tüm kötü vasıfları içine iyice sindirmiş, İncil’in tâbiriyle “İsrâil evinin kaybolmuş koyunları”na2967 tebliğe başlayınca onlar ona karşı tuzaklar kurmaya, iftira ve yalanlama kampanyasına başlamışlardı. Onun sihirbaz olduğunu iddia ediyorlardı.2968 Oysa Hz. İsa onlara örnek alacakları bir lider olarak gönderilmiş, çeşitli mucizelerle desteklenmiş, kendilerine daha önce haram kılınan bazı şeyleri Allah’ın izniyle helâl kılarak onların yükünü hafifletmek için gelmiş olmasına rağmen İsrâiloğulları ona tuzak kurmaktan geri durmamışlardı.2969 Çünkü onların örneğe, lidere ihtiyaçları yoktu ve kendi kendilerine yeteceklerine inanmaktaydılar ve diledikleri gibi yaşayacaklardı. Sonuçta bu çabalarıyla Hz. İsa’yı öldürdüklerine inanarak ondan kurtulmuş olmanın övüncüyle yollarına devam etmişlerdi.2970 Ve onların bu konudaki tavırları Kur’an’da şöyle anlatılır:
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve haddi/sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar.” 2971
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İsrâiloğulları
Hicretten önce Hz. Muhammed (s.a.s.), İsrâiloğullarıyla çok fazla bir ilişkiye girmemiştir. Mekke’de daha çok yabancı unsur olarak hıristiyanlar bulunmakta iken, yahudilerin asıl yoğun olarak bulundukları yerler, Medine ve Hayber’di. Kur’an-ı Kerim’deki bazı ifadelerden Mekke’lilerin İsrâiloğullarıyla ilişkileri olduğunu anlamaktayız. Meselâ, Mekke’li müşriklerin inkârına karşılık Şuarâ suresindeki bir âyet, İsrâiloğulları âlimlerinin Kur’an’ın doğruluğuna şahitliklerini delil olarak gösterir.2972 Yine benzer bir ifade de Ahkaf suresinde yer alır. 2973
Bu âyetlerin dışında genel olarak “ehli kitap” ifadesiyle yahudi ve hıristiyanları birlikte ifade eden birçok Mekkî âyet vardır. Bu âyetleri incelediğimizde Mekke’deki ehl-i kitab’ın Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e karşı olumlu bir tavır
2964] 32/Secde, 24
2965] 2/Bakara, 246-251
2966] 2/Bakara, 249
2967] Matta, 10/6
2968] 5/Mâide, 110
2969] 3/Âl-i İmran, 49-54
2970] 4/Nisâ, 157
2971] 5/Mâide, 78-80
2972] 26/Şuarâ, 197
2973] Bk. 46/Ahkaf, 10
YAHÛDİLER
- 589 -
içinde olduklarını söyleyebiliriz. 2974
Hicretten itibaren İsrâiloğullarının bu olumlu tavrı, yerini yavaş yavaş yalanlamaya, ilgisizliğe, bazen de asılsız iddialarla iftiralara varan bir seyir takip etmiştir. Hatta onlarla mücadelenin, Hicret’ten önce Medine’de müslümanlar belli bir taban oluşturmaya başladığı günlerde başladığını söyleyebiliriz. Mekkî dönemin son suresi sayılabilecek Ankebut suresindeki şu âyet, bunu çağrıştırmaktadır: “İçlerinden zulmedenler hariç Kitap ehliyle en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir ve biz O’na teslim olanlardanız.” 2975
Bu mücadele, özellikle Hicretin ilk yılında sıcak bir çatışmaya dönüşmedi. Ancak müslümanların gittikçe güçlenmesi Medine’de İslâm’dan önce önemli bir güç olan yahudileri rahatsız etmeye başladı ve onlar da bu rahatsızlıklarını çeşitli şekillerde ifadeye başladılar. İlk sıcak çatışma Medine’deki üç yahudi kabilesinden biri olan Benî Kaynuka ile yaşandı. Hicrî birinci yılın sonlarına doğru önce kendilerini İslâm’a davet eden Hz. Peygamber’i tehdit eden Benî Kaynuka yahudileri, arkasından da kendilerine ait bir kuyumcu dükkânında bir müslüman kadına saldırıda bulundular ve kadına yardım etmeye gelen bir müslümanı da şehid ettiler. Ve bu olaylardan sonra müslümanlar, Benî Kaynuka yahudileri ile savaştılar ve sonuçta Medine’den topluca sürüldüler. Diğer bir yahudi kabilesi olan Benî Nâdir ise Bedir savaşında müslümanların galibiyetinden son derece rahatsız oldular. Onlardan biri olan şair Kâ’b bin Eşref’in Mekke’li müşrikleri müslümanlar aleyhine kışkırttı ve müslümanlar tarafından cezalandırıldı. Medine sözleşmesindeki yükümlülüklerini yerine getirmeye yanaşmamaları ve kendileriyle görüşmek üzere mahallelerine gelen Peygamberimiz’e suikast girişimleri müslümanlarla Benî Nâdir yahudilerini savaş noktasına getirdi. Sonuçta müslüman olanlar Medine’de kaldı, diğerleri sürüldü.
Üçüncü yahudi kabilesi Benî Kureyza ise müslümanların en hassas günlerini yaşadıkları Hendek savaşında sözleşmelerini bozarak Mekke’li müşriklerle işbirliğine girdiler. Ve Hendek savaşından hemen sonra da kuşatılarak teslim olmaya zorlandılar. Ve Tevrat’ın hükümlerine göre yargılanarak öldürüldüler. Böylece Hicret’in beşinci yılından itibaren Medine, yahudilerden tamamen temizlenmiş oldu. Hicrî 7. yılda Hayber’in fethiyle Arabistan yarımadası yahudilerden tümüyle temizlendi.
Müslümanların Medine'ye hicreti ve orayı merkez edinmelerinden sonra müslümanlar ile İsrâiloğulları, aynı bölgede yaşamaya başladılar. Yahudilerin İslâm'a karşı tavırlarına paralel olarak Kur'an'ın onlar hakkındaki anlatımları da sertleşmiştir. Mekkî surelerde daha çok onların Firavun ile olan ilişkileri ve ondan kurtulduktan sonra Hz. Mûsâ ile birlikte geçirdikleri günler anlatılır. Bu anlatımlar içinde de onların acelecilikleri, Hz. Mûsâ'ya karşı olan olumsuz tavırları ve buzağıya tapmaları gibi olumsuzlukları A'râf, Tâhâ, Şuarâ ve Kasas gibi Mekkî surelerde dile getirilmekle birlikte o gün yaşamakta olan İsrâiloğullarıyla bağlantılar kurularak yapılan anlatımlar, Medine'de inzal olan Bakara, Âl-i İmran, Nisâ ve Mâide gibi surelerde de yer almıştır.
2974] Bk. 28/Kasas, 52-53; 13/Ra’d, 36; 17/İsrâ, 107; 7/A’râf, 157
2975] 29/Ankebut, 46
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz, Hicretten sonra onların müslüman olmaları için sürekli çalışmış, mahallelerine giderek onlara tebliğde bulunmuştur. İçlerinden bir kısmı müslüman olmakla birlikte, çoğu İslâm'a girmeye yanaşmamıştır. Özellikle Medine döneminin ilk suresi kabul edilen Bakara suresinde İsrâiloğullarının geçmişteki olumsuz tavırlarına devam ettikleri vurgulanmıştır. Bu anlatımlarda onlar, atalarının karakterinden ayrılarak İslâm'a samimiyetle bağlanmaya çağrılmışlardır. Daha önceden bir peygamberin gelmesini bekleyip durdukları hatırlatılarak, gönderilen peygambere uymaları istenmiştir.2976 Ancak onlardan çoğu “atalarının yolu”na uymakta ısrar etmişlerdir. 2977
İsrâiloğullarının Karakteri /
Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
1. Allah’a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 2978
2. Maymunlaşmak, 2979
3. Kör ve sağır kesilmek, 2980
4. Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 2981
5. Yalnız Allah’a güvenip sadece O’ndan korkmamak, 2982
6. Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, 2983
7. Güzel nimetlere nankörlük, 2984
8. Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 2985
9. Fesat/bozgunculuk, 2986
10. Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek, 2987
11. Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 2988
12. “Gözümüzle görmeden inanmayız” demek, 2989
13. İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 2990
14. Kitab’ı değiştirmek, 2991
2976] 2/Bakara, 89
2977] 2/Bakara, 170; Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
2978] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
2979] 2/Bakara, 65; 7/A’râf, 166
2980] 5/Mâide, 70-71
2981] 2/Bakara, 93
2982] 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
2983] 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
2984] 2/Bakara, 61
2985] 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
2986] 5/Mâide, 64, 81; 7/A’râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
2987] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
2988] 2/Bakara, 87
2989] 2/Bakara, 55
2990] 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
2991] 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
YAHÛDİLER
- 591 -
15. Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak, 2992
16. Hakka bâtılı karıştırmak, 2993
17. Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 2994
18. Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 2995
19. Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 2996
20. Ahireti dünyayla değiştirmek, 2997
21. İsyankârlık ve aşırı gitmek, 2998
22. “İşitittik ve isyan ettik” diyecek kadar küstahlaşmak, 2999
23. Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 3000
24. Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 3001
25. Firavun’un işbirlikçisi kapitalist Karun’a özenmek, 3002
26. Rüşvet alıp vermek, 3003
27. Fâiz yemek, 3004
28. Başkalarının malını haksız yere yemek, 3005
29. Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 3006
30. Cimrilik (Kendi malında), 3007
31. Müsrif olmak/savurganlık, 3008
32. Nankörlük, 3009
33. Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 3010
2992] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
2993] 2/Bakara, 42
2994] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
2995] 7/A’râf, 169
2996] 2/Bakara, 61
2997] 2/Bakara, 86
2998] 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En’am, 146
2999] 4/Nisâ, 46
3000] 5/Mâide, 40-42
3001] 5/Mâide, 64
3002] 28/Kasas, 79
3003] 5/Mâide, 42, 62
3004] 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
3005] 3/Âl-i İmran, 161
3006] 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
3007] 4/Nisâ, 53
3008] Doğa ve diğer insanlar konusunda: 5/Mâide, 32
3009] 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
3010] 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A’râf, 169
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
34. Zâlimlik, 3011
35. Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 3012
36. Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 3013
37. Kalbin mühürlenmesi, 3014
38. Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 3015
39. Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak, 3016
40. İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, 3017
41. Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 3018
42. Şeytana tâbi olmak, 3019
43. Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 3020
44. Mü’minleri de saptırmaya çalışmak, 3021
45. Mü’minlere inanmamak, 3022
46. Kendi yanlış dinlerine davet etmek, 3023
47. Mü’minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, 3024
48. Allah’ın nurunu söndürmek istemek, 3025
49. Mü’minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, 3026
50. Hâinlik yapmak, 3027
51. Antlaşmalara uymamak, 3028
52. Bir insanın (Hz. İsa’nın) tanrılığını iddia etmek, 3029
3011] 2/Bakara, 92
3012] 2/Bakara, 74
3013] 2/Bakara, 88
3014] 3/Âl-i İmran, 155
3015] 5/Mâide, 78
3016] 2/Bakara, 44
3017] 5/Mâide, 79
3018] 5/Mâide, 41
3019] 2/Bakara, 102
3020] 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
3021] 4/Nisâ, 44
3022] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
3023] 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
3024] 2/Bakara, 109
3025] 9/Tevbe, 32-33
3026] 5/Mâide, 80-81
3027] 5/Mâide, 13, 32
3028] 8/Enfâl, 56, 57
3029] 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
YAHÛDİLER
- 593 -
53. Kur’an’ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, 3030
54. Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık” demek, 3031
55. Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah’tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 3032
56. Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, 3033
57. Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, 3034
58. Rasûl’e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin” demek, 3035
59. Göre göre, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 3036
60. Bilginlerini tanrı edinmek, 3037
61. Tekrar tekrar dinden dönmek, 3038
62. Allah’ın rahmetinden kovulmak, 3039
63. Lânetlenmek ve Allah’ın gazabına uğramak, 3040
64. Dostlukları olmaz. 3041
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım” diyenlerce aynen uygulanan şu yahudi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 3042
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma, 3043
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri, 3044
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri, 3045
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 3046
3030] 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En’am, 91
3031] 2/Bakara, 76
3032] 2/Bakara, 79
3033] 3/Âl-i İmran, 75
3034] 2/Bakara, 80
3035] 5/Mâide, 41
3036] Âl-i İmran, 70
3037] 9/Tevbe, 31, 34
3038] 4/Nisâ, 157
3039] 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
3040] 5/Mâide, 3, 60
3041] 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
3042] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
3043] 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
3044] 5/Mâide, 60
3045] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 166
3046] 5/Mâide, 13, 32, 41
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sözlerinde durmamaları, 3047
Sihirle uğraşma, 3048
Ahlâkî dejenerasyon, 3049
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma, 3050
Bilginlerini tanrı edinmek, 3051
Dini tahrif, 3052
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmedikçe inanmayacağız” demek, 3053
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 3054
Gerçeği bile bile inat, 3055
Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek. 3056
Onlar ve Biz
Bugün İslâm toplumu dediğimiz toplum, İsrâiloğullarının olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü arzetmektedir. Meselâ, Kur’an-ı Kerim onlara yönettiği “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (2/Bakara, 85) sorusunun muhatabı olan sayılamayacak kadar insanımız vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere benzeten Kur’an’ı (3057) okurken, ister istemez Kur’an’a inandığını söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı halde ümmîler gibi hareket eden nice insanımızın varlığını görerek Allah Teâlâ’nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur’an’ı yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz. İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak gelen Allah’ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur’an’ın onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz gerekecektir. Çünkü isrâiloğullarını Kur’an’ın kötülemesinin sebebi, onların Kitab’a ve Rasûllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır, keyfî hareketleri ve her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan bir mantığın temsilcisi olmalarıdır. 3058
Yahudileşme ve Yahudileşme Temâyülü
Yahudiler, başlangıçta müslüman idiler. Daha sonra dejenere olarak
3047] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60)
3048] 2/Bakara, 102
3049] 3/Âl-i İmran, 188
3050] 5/Mâide, 64
3051] 9/Tevbe, 31, 34
3052] 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
3053] 2/Bakara, 55
3054] 6/En’am, 159
3055] 3/Âl-i İmran, 70
3056] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
3057] 62/Cum’a, 5
3058] Adnan Adıgüzel, İsrailoğulları, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 35
YAHÛDİLER
- 595 -
yahudileştiler. Yahudileşmek, sadece Benî İsrâil için ve tarihte kalmış bir problem değil; tüm insanlık için ve bütün zamanlarda bir büyük problem ve risktir. Yahudileşmek, Hz. Muhammed ümmetinin kıyametidir.
Yahudilik, etnik ve teolojik yönleri olan çift cinsiyetli bir kavramdır. Tabiatı icabı, hem “İsrâiloğulları kavmine mensup olma” anlamına etnik kimliği ifade eder; hem de İsrâiloğullarının dini olan “Mûseviliğe/yahudiliğe mensup olma” anlamına dinî kimliği ifade eder.
Yahudileşme ise, etnik ve dinî menşe itibariyle yahudiliğe mensup olmadığı halde onlar gibi olma, onlara benzeme, onların tavır ve davranışlarını gösterme mânâsına gelir. Yahudileşme temâyülü ise, sosyolojik olmaktan daha çok bireysel bir eğilimdir ve tek tek her insanda örtük bir biçimde bulunabilir. Bu temâyül, her bünyede bulunup da, vücut, direncini kaybedince ortaya çıkan bulaşıcı bir virüs gibi, ortamını bulduğunda bir tavır ve davranış biçimine dönüşür ve bulaşıcılığı sayesinde toplumsal bir felâket halini alır. Yahudileşmiş bir toplumu ya da sistemi ortaya çıkaran, tek tek fertlerdeki yahudileşme temayülü olsa gerektir.
İsrâiloğulları konusu, eğer bu ümmeti doğrudan ilgilendirmiyorsa, Kur’an’ın bu konuya yüzlerce âyet ayırmasının anlamı ne olabilirdi? Kur’an’da hiçbir kavim ve din mensubundan İsrâiloğullarından söz edildiği kadar geniş söz edilmez. Kısaca Kur’an’da İsrâiloğullarının yahudileşme sürecini anlatan âyetlerin bir sayım-dökümünü yaptığımızda, bu konu ile doğrudan ilgili olan âyetlerin sayısının 712 adet olduğunu görürüz. Yahudileşme süreciyle dolaylı ilişkisi olan diğer âyetleri de sayacak olursak, bu rakam en az ikiye katlanacaktır. Kaldı ki, olayla doğrudan ilgili âyetlerin toplamı olan 712 rakamı bile Kur’an’ın tamamı göz önüne alındığında 10’da biri aşan bir oran tutmaktadır. Bunca âyeti, sadece tarihte yaşamış bir kavmin hikâyesi olarak görmek, Mekke müşriklerinin Kur’an’a yaklaşımı olan “eskilerin masalları” mantığını benimsemekten başka bir manaya gelmez. İsrâiloğullarına Kur'an'da bu kadar fazla yer verilmesinin sebebi, bu ümmeti gelecekte bekleyen “yahudileşme tehlikesi”ne dikkat çekmek, Muhammed ümmetini yahudileşme tehlikesinden korumaktır.
Her mü'minin her gün onlarca kez “gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna iletme!”3059 duâsını tekrarlamak zorunda olması, Kur’an’ın bunca yer vererek uyardığı tehlikenin büyüklüğünün başka bir işaretidir. Fâtiha’nın sonundaki bu âyeti her okuyuş, “Allah’ım, bizi yahudileştirme! Allah’ım, bizi hıristiyanlaştırma!” anlamına gelmektedir. Bu duanın namazın her rek’atında tekrarı, yahudileşme tehlikesinin büyüklüğüne işarettir. Bunun anlamı, bir bilincin sürekli diri tutulmasıdır. Yahudileşmeye karşı kendisine iman edenleri sürekli uyanık halde tutan Kur’an, tarihin tekerrür etmemesi için İsrâiloğullarının yahudileşme serüvenini bir ibret vesikası olarak gündemde tutmaktadır.
Kur’an’da bunca yer tutan İsrâiloğullarının yahudileşme sürecinin müslümanlar tarafından amacına uygun bir biçimde anlaşılıp ibret alınmasının önündeki en büyük engel “lânetli kavim” anlayışıdır. Allah’ın, meleklerin ve insanların lânetlediği herhangi bir kavim, ya da belli bir kavme mensup olan kişiler değil; bir tavır, eğilim, eylem ve onlara kaynak olan “mantık”tır. İsrâiloğulları, Allah kendilerini âlemler içerisinden seçip vahyi üstlenme nimetini verdiği halde bu
3059] 1/Fâtiha,7
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lânetli tavra/mantığa saplanıp yahudileştiler. Ümmet, ya da ümmetin içerisinden herhangi bir grup aynı tavıra/mantığa saplanırsa o zaman o da “lânetli mantığa” yakalanmış, yahudileşme temâyülüne girmiş demektir. Allah bu sürece giren toplulukların elinden hilâfet emanetini, aynen yahudileşen İsrâiloğullarından aldığı gibi alacaktır. “Ey iman edenler, kim Allah'ın yolundan dönerse bilsin ki Allah yakında bir toplum getirecek, O onları sever, onlar da O'nu.” 3060
İmanda Pazarlık
“Bir zamanlar da şunu söylediniz: ‹Ey Mûsâ, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.' Bunun üzerine, bön bön bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.”3061 İmanda pazarlık etmek, bir yahudileşme alâmetidir. İsrâiloğulları, Allah’ın birçok mucizesini gördüler. Mısır’a gelen on belâ, sihirbazların sihirlerinin boşa çıkıp onların iman etmesi, denizin yarılması, kayalık araziden suların fışkırması ve hepsinden öte Hz. Mûsâ’nın Mısır kralının soykırımından kurtularak onun kucağında yetişmesi bunlardan bazıları. Allah’ın varlığına bunlardan büyük delil mi olurdu? Fakat onlar, “Allah’ı hakkıyla takdir edememişlerdi.” İsrâiloğulları, Allah’a itimatsızlıkları yüzünden peygamberleri ile imanda pazarlık yapıyorlardı: “Sen Allah’ı bize göster, biz de inanalım.”
Allah, bu ümmetin de İsrâiloğullarının peygamberleriyle pazarlık yapmak için onlardan kimi taleplerde bulunmasına benzer isteklerine set çekiyordu: “Yoksa siz de daha önce Mûsâ’ya sorulup/istekte bulunulduğu gibi, peygamberinize sormak/istekte bulunmak mı istiyorsunuz?”3062 Pazarlıklı iman “yahudi imanı”dır. Pazarlıksız iman İbrahim’in imanı, yani “İbrahimî iman”dır. İbrahimî imanda Allah'a itimat, güven, emniyet ve teslimiyet vardır. İbrahimî imanda şike, danışıklı dövüş, tereddüt, bahane, mazeret, taviz yoktur. İbrahimî iman sahibi bilir ki, imanda taviz, yahudileşme alâmetidir. İmanından taviz veren felâh bulmaz. İbrahimî imanda, ateşe atlanması gerekiyorsa göz kırpmadan atlanır. Putları kırmak, bunu göze almayı gerektirir. Tarih boyunca put kırıcı tüm İbrahimî iman sahipleri, putçular nezdinde put kırmanın bedelinin çok ağır olduğunu bilirler.
“Ey iman edenler, iman edin...” 3063
Yani, ey pazarlıklı iman edenler, yüzdelikli iman edenler, yarım yamalak iman edenler! Pazarlıksız, yüzde yüz, adam gibi iman edin.
Ey, biraz müslüman, biraz lâik olmak için Allah’la pazarlık edenler!
Ey, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tâğutlara verenler!
Ey, Allah’ıma da inanırım, falcıma ve burcuma da diyenler!
Ey, Allah rızası için yaptığını söyleyip, karşılığının tümünü kullardan bekleyenler!
Ey, Allah yolunda çektiği eziyet ve belâların faturasını Allah’a çıkarıp Rabb’ına şantaj yapanlar!
3060] 5/Mâide, 54; M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s. 24-47
3061] 2/Bakara, 55
3062] 2/Bakara, 108
3063] 4/Nisâ, 136
YAHÛDİLER
- 597 -
Ey, ölünceye kadar isyan içinde yaşayıp sonunda vereceği “sus payı” (iskat) ile kurtulacağını sananlar!
Ey, mücadelesinde başarıya ulaşamayınca işi tam yahudiler gibi ticarete bozup Allah’a kahredemediği için dâvâsına kahredenler!
Bu tavırlarınız hep birer yahudileşme alâmetidir. Yahudileşmeyin; imanda pazarlık olmaz. İman etmek, gök oluğunun altına başı tutmaktır. O oluktan ne akarsa kabul etmektir. İman etmek, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır, tıpkı Hz. İbrahim gibi: “Rabbi, kendisine ‘teslim ol!’ dediğinde, dedi: ‘teslim oldum âlemlerin Rabbine!” 3064
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt,3065 hidâyet kaynağı,3066 bir hidâyet ve rahmet3067 olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur’an, Tevrat’ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp ‘bu Allah katındandır’ diye yalan söylemektedirler.3068 Allah’ın kelâmını değiştirmektedirler.3069 Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar.3070 Vahyi gizlemektedirler.3071 Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. 3072
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz.” 3073
Tevrat’ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat’ta Allah’a oğul isnâd edilir.3074 Allah’ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir.3075 Allah’a yorgunluk isnâd edilir.3076 Allah’ın, Hz. Yakub’la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. 3077
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat’ta: Hz. Âdem, Allah’ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah’a hem Âdem’e iftira edilir: “İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.”3078 Hz. Nuh’a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir.3079 Yine aynı peygambere
3064] 2/Bakara, 131; A.g.e. s. 167-175
3065] 21/Enbiyâ, 48
3066] 17/İsrâ2
3067] 28/Kasas, 43
3068] 2/Bakara, 79
3069] 2/Bakara, 59, 75
3070] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
3071] 2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
3072] 5/Mâide, 13-14
3073] Yeremya, 23/36
3074] Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7
3075] Tesniye, 4/24
3076] Tekvin, 2/2
3077] Tekvin, 32/28
3078] Tekvin, 3/22-23
3079] Tekvin, 19/30-36
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken’an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır.3080 Hz. İbrahim de Tevrat’taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra’yı kendi elleriyle Firavun’a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. 3081
Hz. Yakub, Allah’a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir.3082 Hz. Harun, Tevrat’a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir.3083 Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya’ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir.3084 Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir.3085 Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. 3086
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmele-rini Kur’an şiddetle yerer. Tevrat’ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur’an’da da yer alır. Ne ki, Kur’an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivâyete yer vermez. Üstelik, tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla itham edilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır.3087 Tevrat’ta iftira edilip de Kur’an’ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat’ ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir.3088 Kur’an ise, yahudilerin bu iftirasını “Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular” diye reddederek Hz. Süleyman’ı “Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu” ifadesiyle aklar. 3089
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur’an’da, Tevrat’ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat’ta doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı. Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp işi yatırımcılığa, hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu
3080] Tekvin, 9/20-25
3081] Tekvin, 12/14-19
3082] Sayılar, 11/10-15
3083] Çıkış, 32/1-5; 24, 35
3084] II. Samuel, 11/2-27
3085] Krallar, 11/4
3086] Neşideler Neşidesi, 1/1-4
3087] 7/A’râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94
3088] I. Krallar, 11/5, 9
3089] 2/Bakara, 102
YAHÛDİLER
- 599 -
kötü alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı. Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan insanlara “bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük, filân ulu kişi de böyle yapmış” yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.
Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler, ucuz bir popülizmi bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Câhil yığınların önünde onlara kılavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp sürüden biri haline geliyorlar.
Belki peygamberlerine yahudileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olabiliyorlar. Aksine “örneği” unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş” oluyorlar. Tabii bu da peygamberlere yapılabilecek dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Bir gün birileri çıkıp peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yapıştırıp, ağıza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen İsrâiloğulları toplumu gibi “neme lazımcılıkla” sineye çekiyorlar.
Tevrat'ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah'ın onu korumayı Benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: “Rabbânîler ve ahbâr da Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.”3090 Ne ki, Allah’ın Tevrat’ı koruma işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah’tan korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler. Allah’ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu.
Mûsâ ümmetinin Tevrat’a yaptığının benzerini Muhmmed ümmeti de Kur’an’a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur’an olması gerekenler Allah’tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya, muskalar yazılmaya, anma günlerinde “müsekkin” olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahudileşme temayülüne kapılsa da, Kur’an’ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat’ın korunmasını daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları âlimlerine tevdi etmişken, Kur’an’ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: “Elbette Biz, Biz indirdik Zikr’i (Kur’an’ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz.” 3091
Kur’an, Tevrat’ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: Tahrif, “geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan çıkmak,
3090] 5/Mâide, 44
3091] 15/Hicr, 9
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bozmak, eğilmek, ayağı kaymak” anlamlarına gelir. Kur’an’da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: “Allah’ın kelâmını kökünden bozup değiştiriyorlar.”3092; “Kelimeleri konuldukları mânâdan çıkarıyorlar.” 3093
Tahrifin bu çeşidini yahudiler sık sık yapıyorlardı. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Rasûlullah’a gelip “bizi dinle” diyorlar, hemen arkasından da “dinlemez olasıca” gibi hakaret ifadesini ekliyebiliyorlardı.3094 “Bizi gözet, kolla” mânâsına gelen “râınâ” ifadesini, dillerini ayın harfinde kırarak çobanımız anlamında “raînâ”ya çeviriyorlardı.3095 “Hıtta” yani, “Ya Rabbi bizi affet” demeleri gerekirken, “buğday” anlamına gelen “hınta” dedikleri de bu örnekler arasındadır.3096 Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe’nin şahid olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasûlullah’a verdikleri selâmda dahi tahrifat yaparak “es-selâmu aleyküm” yerine “es-sâmu aleyküm” (kahrol) kelimesini geveliyorlardı. 3097
Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: “De ki, ben de yalnızca sizin gibi bir insanım.”3098 âyetindeki “innemâ” daki “mâ”ya olumsuz anlam vererek, âyeti “De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim” gibi tam tersi bir manaya tahrif etmişlerdir.3099 İlginç olan da şudur ki, Kur’an’ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber’i yüceltme adına bu cinayeti işliyorlardı.
b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek mânâsına gelen tebdil, Kur’an’da iki yerde geçer: “Onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler.”3100; “Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla değiştirdiler.” 3101
Bu tip tahrif Kur’an’da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin sonradan hadisin metnine dâhil edildiğinin sayısız örnekleri vardır. Bu türden rivâyetlere hadis ilminde “müdrec” denir. Bazılarınca tek lafzî mütevâtir olarak anılan “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadisine belki de öncekilerin tefsir olarak düştüğü “müteammiden (kasıtlı olarak)” notunun, sonradan metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.
c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’ya indirilen kitabın çoğunu gizliyorlardı.3102 Kitaptaki delilleri ve hidayeti gizliyorlardı.3103 Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi Kur’an açıklıyordu.3104 Bile bile gerçeği gizliyorlardı. 3105
3092] 2/Bakara, 75
3093] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
3094] 4/Nisâ, 46
3095] 2/Bakara, 104
3096] Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1
3097] Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12
3098] 18/Kehf, 110
3099] Mevdudi, Tefhim I/239
3100] 2/Bakara, 59
3101] 7/A’râf, 162
3102] 6/En’am, 91
3103] 2/Bakara, 159, 174
3104] 5/Mâide, 15
3105] 3/Âl-i İmran, 71
YAHÛDİLER
- 601 -
d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip onu unutulmaya terkediyorlardı. “Uyarıldıkları şeyden bir payı unuttular.” 3106
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab’ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab’ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, “tahlit”i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur’an buna dikkat çeker: “Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” 3107
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm’a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivâyetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur'an'dan şüphe uyandıracak rivâyetlerle, tefsir ve te'vil adı altında nice tahrifat içinde Kur'an'a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezahür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab'ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah'ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel'am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”3108 Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedrîcilik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber’den Kur’an’da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensuhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel'amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. 3109
Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü bu ümmet, yahudileşmekten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir. Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika’yı, dolayısıyla dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç
3106] 5/Mâide, 13
3107] 3/Al-i İmran, 71
3108] 2/Bakara, 85
3109] A.g.e. s. 176-253
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olanı, bu ümmetin yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü” sonucunda ümmet olarak geldiğimiz vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar, bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden diriliş gerek. Eğer nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü”nü frenler, onu “müslümanlaşma temâyülü”ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu zaman çölünden “çıkış”a kadir olup, “arz-ı mev'ûd”a değil ama Kur'an'da va'dedilen “nasr-ı mev'ûd”a ulaşabiliriz. 3110
Yahudilerden mü’min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisiyle münâfık (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur’an’ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur’an’da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adaletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”3111 Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Ey iman edenler, iman edin!”3112 Gâvurlaşmaya, yahudileşmeye, maymunlaşmaya giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip edenlere ne mutlu!
3110] A.g.e. s. 13-14
3111] 5/Mâide, 105
3112] 4/Nisâ, 136
YAHÛDİLER
- 603 -
İsrâiloğullarıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Benî İsrâîl Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 41 Yerde): 2/Bakara, 40, 47, 83, 122, 211, 246; 3/Âl-i İmrân, 49, 93; 5/Mâide, 12, 32, 70, 72, 78, 110; 7/A’râf, 105, 134, 137, 138; 10/Yûnus, 90, 90, 93; 17/İsrâ, 2, 4, 101, 104; 20/Tâhâ, 47, 80, 94; 26/Şuarâ, 17, 22, 59, 197; 27/Neml, 76; 32/Secde, 23; 40/Mü’minş 53; 43/Zuhruf, 59; 44/Duhân, 30; 45/Câsiye, 16; 46/Ahkaf, 10, 61/Saff, 6, 14.
B- Yahûdi Anlamında “Yehûd” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 113, 113, 120; 3/Âl-i İmrân, 67; 5/Mâide, 18, 51, 64, 82; 9/Tevbe, 30.
C- Benî İsrâil Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C1- İsrâiloğullarının Nankörlükleri ve İhânetleri
a- İsrâiloğullarına Verilen Nimetler: 7/A'râf, 160-161, 163, 171; 10 /Yûnus, 93; 17/İsrâ, 6; 20/Tâhâ, 80-81; 44/Duhân, 32-33; 45/Câsiye, 16.
b- İsrâiloğullarına Verilen Nimetlerin Hatırlatılması: 2/Bakara, 40, 48-60, 122, 211.
c- İsrâiloğullarının Nankörlükleri: 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162.
d- İsrâiloğulları Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 83, 93, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'raf, 164, 169.
e- İsrâiloğulları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmazlar: 5/Mâide, 79.
f- İsrâiloğulları, Mü'minler Aleyhine Müşriklerle Dostluk Kurarlar: 5/Mâide, 80-81.
g- İsrâiloğulları Tevrat'ı Tahrif Ettiler (Bozdular): 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
h- İsrâiloğullarının Birçoğu Hâindir: 5/Mâide, 13, 32.
i- İsrâiloğullarının İçinden Birçok Önderler Çıkmıştır: 32/Secde, 24.
j- İsrâiloğullarının On İki Boya Ayrılmaları: 7/A'râf, 160.
k- İsrâiloğullarının Firavun'un Elinden Kurtulması: 7/A'râf, 136-138, 141; 10/Yûnus, 90; 44/Duhân, 30-31.
C2- İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri
a- İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri: 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17.
b- İsrâiloğullarının Hz. Musa'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
c- İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
d- İsrâiloğulları Peygamberleri Yalanladılar ve Öldürdüler: 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4.
e- İsrâiloğulları Hz. İsa'nın Tanrılığını İddia Ettiler: 5/Mâide, 72, 75, 116-117.
f- İsrâiloğulları, Peygamberimiz'e Haset Ettikleri İçin İman Etmediler: 5/Mâide, 13; 45/Câsiye, 17.
g- İsrâiloğulları, Kesilmesi Emredilen İneği Zoraki Kestiler: 2/Bakara, 67-73.
h- İsrâiloğullarından İman Edenler: 7/A'râf, 159.
i- İsrâiloğullarının Bilginleri, Kur'an'ın Geleceğini Biliyordu: 26/Şuarâ, 196-197.
j- İsrâiloğullarının İhtilâf Ettikleri Konuları Kur'an Açıklar: 27/Neml, 76, 78.
k- İsrâiloğullarını Kur'an'a İman Etmeye Dâvet: 2/Bakara, 41-42.
l- İsrâiloğullarının Dünya Sevgileri: 7/A'râf, 169.
C3- İsrâiloğullarının Cezalandırılmaları
a- İsrâiloğulları, Hz. Dâvud ve Hz. İsa'nın Diliyle Lânetlenmişlerdir: 5/Mâide, 78.
b- İsrâiloğullarının Üzerine Horluk ve Yoksulluk Vurulmuştur: 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 167-168.
c- İsrâiloğullarının Maymuna Çevrilmeleri: 2/Bakara, 65-66; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166.
d- İsrâiloğullarının Allah'ın Rahmetinden Koğulmaları: 5/Mâide, 12-13.
e- İsrâiloğullarının Domuza Çevrilmeleri: 5/Mâide, 60.
f- İsrâiloğullarının Azaba Uğraması: 2/Bakara, 55, 58-59, 61, 65-66; 4/Nisâ, 47, 153; 5/Mâide, 12-13, 20-26; 7/A'râf, 161-166: 17/İsrâ, 4-8.
g- İsrâiloğullarına Tâlût'un Kral Olarak Gönderilmesi ve Câlût'un Hz. Davut Tarafından Öldürül-mesi: 2/Bakara, 247-251.
C4- Yahudilerin Bazı Özellikleri
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
a- Yahudiler Cimridir: 4/Nisâ, 47.
b- Yahudiler, Allah'ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
c- Yahudiler, Yeryüzünde Fesat Çıkarırlar: 5/Mâide, 64.
d- Yahudilerin Misali: 59/Haşr, 15.
e- Yahudiler “Cennet Bizimdir“ Derler: 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49.
f- Yahudiler Hayata Düşkündürler: 2/Bakara, 102-103.
g- Yahudiler, Sihir Yoluna Saptılar: 2/Bakara, 102-103.
h- Yahudiler, Hıristiyanlara Düşmandırlar: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/ Şûrâ, 14.
i- Yahudiler, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136; 3/Âl-i İmran, 72-73.
j- Cumartesi/Sebt Günü: 2/Bakara, 65; 4/Nisâ, 47; 7/A'râf, 163; 16/Nahl, 124; 55/Rahmân, 29.
k- Yahudiler, Mü'minlere Karşı Çok Zayıftır: Haşr, 14-15.
l- Yahudiler Faiz Yer: 4/Nisâ, 161.
m- Yahudiler, Allah'ı Fakir; Kendilerini Zengin Kabul Ederler: 3/Âl-i İmran, 181.
C5- Yahudilerin İmandan Yüz Çevirmeleri:
a- Yahudiler, Allah'ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 3/Âl-i İmran, 112; 6/En'am, 91.
b- Yahudiler, Kendilerinin Allah'ın Oğulları, Dostları Olduklarını Söylerler: 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cum'a, 6-8.
c- Yahudiler, Tekrar Tekrar Dinlerinden Dönerler: 4/Nisâ, 137.
d- Yahudiler, Peygamberlerden İnanmayacakları Şeyler İsterler: 4/Nisâ, 153.
e- Yahudiler, Allah'ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
f- Yahudi Münafıklar: 2/Bakara, 76-78.
g- Yahudilerin Peygamberimizi Yalanlamaları: 2/Bakara, 88, 90, 101, 139-140, 146; 4/Nisâ, 54-55; 6/En'am, 20; 7/A'râf, 175-177.
h- Yahudilerin Az Bir Kısmı İman Eder: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 55, 155.
i- Yahudilerin İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide, 69; 7/A'râf, 159.
j- Yahudiler, Cebrâil'e Düşmandırlar: 2/Bakara, 97.
k- Yahudiler, Allah'a Çocuk İsnadında bulundular: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
l- Yahudi ve Hıristiyanların İnkârlarına Karşı Mü'minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140; 3/Âl-i İmran, 73.
m- Yahudiler, Hakikata Yüz Çevirmeyi İş Edinmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 23-24.
n- Yahudiler Tevrat'a Bile Uymazlar: 3/Âl-i İmran, 23-24, 93-94; 5/Mâide, 41-43; 62/Cum'a, 5.
o- Yahudiler, Yahudi Bilginlerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
p- Yahudiler, Kur'an'ı Hasetlerinden ve Mevki Hırslarından Dolayı İnkâr Ettiler: 2/Bakara, 89-91, 101, 4/Nisâ, 54.
C6- Yahudilerin Nankörlükleri ve İhanetleri
a- Yahudiler, Mü'minlere Eziyetten Başka Zarar Veremezler: 3/Âl-i İmran, 112.
b- Yahudiler, İsyan Etmiş ve Aşırı Gitmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 112.
c- Yahudiler, Mü'minlere İnanmazlar: 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43.
d- Yahudiler, Tevrat'ı Tahrif Ettiler: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
e- Yahudilerin Peygamberimiz'e Selâm Verme Şekli: 58/Mücadele, 8.
f- Yahudiler, Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 84-86, 93, 100; 4/Nisâ, 154-155.
g- Yahudiler, Peygamberleri Öldürdüler veya Yalanladılar: 2/Bakara, 87; 3/Âl-i İmran, 21-22, 54-55, 112, 181, 183; 4/Nisâ, 155, 157; 5/Mâide, 10.
h- Yahudilerin Dostlukları Yoktur: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
i- Yahudiler, Yahudi Olmayanın Düşmanıdırlar: 3/Âl-i İmran, 72-73; 4/Nisâ, 160,
j- Yahudiler, Antlaşmalarına Uymazlar: 8/Enfâl, 56-57.
k- Yahudiler, Allah'ın Nurunu Söndürmek İsterler: 9/Tevbe, 32-33.
l- Yahudiler, Hz. İsa'yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
YAHÛDİLER
- 605 -
m- Yahudiler, Hz. Meryem'e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34.
C7- Yahudilerin Cezalandırılmaları
a- Yahudilerin Peygamberimiz Tarafından Sürülmeleri: 59/Haşr, 1-6.
b- Yahudiler, “Allah'ın Azabı Bize Dokunmayacak“ Derler: 2/Bakara, 80-82; 3/Âl-i İmran, 24-25.
c- Yahudiler, Allah'ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156-157.
d- Yahudilerin Zulümlerinden Dolayı Kendilerine Haram Edilen Şeyler: 6/En'am, 146-147; 16/Nahl, 118.
e- Yahudilerin Cezası: 3/Âl-i İmran, 12, 25, 181-182; 4/Nisâ, 55, 161; 5/Mâide, 41; 22/Hacc, 17; 59/Haşr, 15.
f- Yahudilerin üstüne Zillet Damgası Vurulmuştur: 3/Âl-i İmran, 112.
g- Yahudiler, Lânetlenmişlerdir: 4/Nisâ, 47, 52, 155.
h- Yahudiler, Tutuşturdukları Savaşta Mağlup Olurlar: 5/Mâide, 64.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 133-141
2. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 69-70
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 256-283
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 127-128
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 318-321
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 108-110
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 442-465
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 212-213
9. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 9-18
10. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 116-117
11. Bakara Suresi Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y. s. 197-200
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 208-210
13. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 10, s. 516-518
14. Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
15. Yahudi Dâvâsı ve Filistin, Said Şamil, Kitabevi Y.
16. Yahudi, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
17. Yahudiliğin Gerçek Yüzü, Fuad Abdurrahman er-Rıfai, Hak Y.
18. Yahudi Hâkimiyeti, Seyyid Abdurrahman eRıfai, çev. Tarık Akarsu, Ferşat Y.
19. Yahudi ile Savaşımız, Seyyid Kutub, Arslan Y.
20. Yahudileşme Temayülleri, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
21. Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Vill Durant, İnkılab Y.
22. Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri, Roger Lambel, Ank.
23. Yahudiliği Anlamak, Samuel bin Yahya, İnsan Y.
24. Yahudiliğin Çöküşü, Otto Heller, İnter Y.
25. Yahudilik ve Masonluk, Harun Yahya, Sezgin Neşriyat
26. Yahudilerin Kanlı Böreği, Necip el-Kıylânî, çev. Ali Nar, Aksa Yayım Paz.
27. Yahudinin Tahta Kılıcı, Mustafa Akgün, Şahsi Y.
28. Yahudilik’de Talmud’un Mevkii ve Prensipleri, Zaferü’l İslâm Han, çev. Mehmet Aydın, İhya Y.
29. Hz. Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
30. Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İsmail Hakkı Atçeken, Marifet Y.
31. Tarih Aynasında Yahudiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
32. Tarih Boyunca Yahûdiler ve Türkler I-II, Hikmet Tanyu, Vadi Y.
33. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet Vakfı Y.
34. Kur’an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T. Diy. V. Y.
35. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
36. Kur’an Açısından Yahudi, Afif Abdülfettah Tabbara, terc. M. Aydın
37. İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Yaşar Kutluay, Ankara
38. Emeviler Döneminde Yahudiler, Nuh Arslantaş, Gökkubbe Y.
39. Beynelmilel Yahudi, Henry Ford, Kamer Neşriyat
40. İbrânîler, Şemsettin Günaltay, İst.
41. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
42. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
43. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
44. Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
45. Tevrat, İncil ve Kur’an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız
46. Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
47. Kudüs Müftüsü, Philip Mattar, Akademi Y.
48. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
49. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
50. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
51. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
52. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
53. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
54. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
55. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
56. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
57. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
58. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
59. Çağdaş Dinler, R. Abdullah el Ferhan, çev. F. Demirci, H. Kemal, Ulus. İslâm’a Çağrı C. Y.
60. Yehova’nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
61. Masonluk ve Kapitalizm, Heyet, Araştırma Y.
62. Şeytanın Dini Masonluk, Heyet, Araştırma Y.
63. Tarih Boyunca Masonluk, Jose Maria Ceardenal Rogriguez, Kayıhan Y.
64. Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Y.
65. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
66. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
67. Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. c. 3, s. 85-140, c. 2, s. 287-297
68. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
69. Din Anlayışımızdaki Temel Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
70. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, s. 327-376
71. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s. 217-307
72. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y. s. 184-194
73. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 129-154
74. Kur’an’da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-128
75. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 156-162
76. Fâtiha Tefsiri, Âzad, Bir Y. s. 241-306
77. Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 60-69
78. Sorularla Fâtiha Suresi, Sabit Durmuş, Ali İçipak, Ölçü/Yenda Y. s. 178-207
79. Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 225-231
80. Fâtiha’nın Kırk Yorumu, Halûk Nurbaki, Damla Y.
81. İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:27

VESVESE

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

VESVESE


- 503 -
Kavram no 188
İmtihan 17
Bk. Şirk; İbâdet; Zikir; Murâbata
VESVESE


• Vesvese; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Vesvese Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Vesvese Kavramı
• Vesvesenin Sebepleri ve Kurtuluş Yolları
• İnsana İlişen Vesvese ve Kurtuluş Yolları
• Vesvese ile Mücâdele Edenlerin Başından Geçenler
• İnsana Gelen Vesvesenin Hikmetleri
• Vesvese En Çok Kimlerde Görülür?
• İmam Gazâli'ye Göre Kalbin Mâhiyeti, Vesvese ve Kurtuluş Yolları
• Nâs Sûresi, Şeytanın Hilesi ve Vesveseden Kurtuluş Çareleri
• Vesveseyi Gideren ve Şeytanın Desiselerine Engel Olan Çareler
• Şeytan ve Vesvese
• Vesveseden Kurtulmanın Pratik On Çaresi
• Büyük Düşmanın Âdî Oyunları
“De ki: sığınırım insanların Rabbine, İnsanların Melikine (Mutlak sahip ve hâkimine, yöneticisine), İnsanların ilâhına. Vesveseci ve sinsi şeytanın şerrinden. O şeytan ki, insanların kalplerine vesvese verir, şüphe ve tereddüt sokar. Cinlerden ve insanlardan olan.” 2749
Vesvese; Anlam ve Mâhiyeti
Fısıltı, hışırtı ve fışırtı gibi gizli ses, fiskos, kuruntu, işkillenme gibi anlamlara gelir. Kalpte meydana gelen şüphe, tereddüt vehim, kuruntu, iç üzüntüsü, nefis ve şeytanın meydana getirdiği iç karışıklığı anlamları için kullanır. Şeytanın insanın gönlüne ilkası, yani kötü bir işin yapılması, iyi bir işin terkedilmesi veya geciktirilmesi ya da eksik yapılması için insanı kışkırtması, aklını çelmesi, nefsin bayağı arzularına uymaya teşvik etmesi demektir. Zıddı tereddütsüz, kararlı, emin ve azimli olmak demektir.2750
Vesvese kelimesi Kur’ân’da beş yerde geçmektedir. Şeytanın Cennette bulunan Âdem (a.s.) ve Havva validemize nasıl vesvesede bulunduğu Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir: “Derken Şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı (vesvesede bulundu): ‘Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan menetti.”2751 Bu âyette geçen vesvese kelimesi, fısıldama şeklinde anlaşılmakta ve tercüme edilmektedir.
2749] 114/Nâs, 1-6
2750] el-İsfahanî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, 819 vesvese mad
2751] 7/A’râf, 20
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeytanın Cennete nasıl girdiği ve Âdem (a.s.) ile Havva vâlidemize nasıl vesvesede bulunduğu hususunda, âlimlerin farklı yorumları vardır. Bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.2752 Kur’ân’ın başka bir yerinde, Tâhâ sûresinin 120. âyetinde de şeytanın Âdem (a.s.) ve Havva validemize yaptığı bu vesvese dile getirilmiştir.
Vesvese ile ilgili diğer bir âyetin meali de şöyledir: “Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesvese verdiğini (fısıldadığını) biliriz. (Çünkü) Biz ona şah damarından daha yakınız.”2753 Bu âyette de Yüce Allah’ın kudretine işâret buyrulmaktadır. O, insanı yaratan, yoktan var edendir. İnsanların gizli ve açık her şeylerinden haberdardır. İnsanın kalbinden geçirdiği vesvese ve düşüncelerin tamamına vâkıftır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.), bu âyetin tefsiri mâhiyetinde açıklamada bulunurken; “Şüphesiz Yüce Allah, ümmetimden olan kişilerin kalbinden geçirdikleri şeyleri, söylemedikleri ve işlemedikleri takdirde affeder; günah olarak saymaz” diye buyurmuştur. 2754
Başka bir sûrede ise vesvese hakkında şu bilgiler verilmiştir: “De ki: Sığınırım ben, insanların Rabb’ine, insanların yöneticisine, insanların ilâhına. İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvesecinin şerrinden. O ki, insanların göğüslerine (kötü düşünceleri) fısıldar. Gerek cinlerden, gerek insanlardan (olan bütün vesvesecilerin şerrinden Allah’a sığınırım).”2755 Burada geçen “vesvâs” kelimesi, şeytan için kullanılmıştır. Yani bununla şeytan kastedilmektedir ve vesvese de onun eseridir. İnsana vesvese veren şeytan iki türlüdür. Biri cinlerden ve diğeri de insanlardan olan şeytanlardır. Bu şeytanlar, insanların kalbinde vesveseyi meydana getirecek akıl ve fikirlerini çeler, onları kötü emeller işlemeye sevkeder. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkoyarlar. Nihâyet din ve imandan çıkarır, ebedi helâke sürükler. İnsanların kalbine fısıldayıp duran, onları gaflete düşüren, her şerrin başı olan vesveseyi meydana getiren her şey, “hannâs” ve “vesvâs” olarak kabul edilir. 2756
Hiç şüphesiz, şeytanın verdiği vesvese insanı imandan ve ibâdetten uzaklaştırır; fert, aile ve toplumun hayatında çeşitli sıkıntıların meydana gelmesine sebep olur. Medine çevresinde bâdiyede yaşayan Müslümanlar, koyun ve sığır kesip etini satmak üzere şehre getiriyorlardı. Bu eti yemekten çekinen bazı Müslümanlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’e giderek; “Yâ Rasûlallah! Bazı bâdiye halkı bize et getirip satıyorlar. Bunların, hayvanı keserken besmeleyi söyleyip söylemediklerini bilmiyoruz” diye sormuşlar. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) şu cevabı vermiştir: “Bismillâh deyin ve sonra bu eti yiyin.”2757 Rasûlullah (s.a.s.) bununla vesveseden uzak durmaya işaret buyurmuştur.
Başka bir konu ile ilgili olarak Hz. Muhammed’e (s.a.s.) şöyle sormuşlar: “Yâ Rasûlallah! Birisi namaz kılarken abdestim bozuldu diye gönlünde bir vesvese hissederse, bu kişinin namazı bozulur mu, bozulmaz mı? Hz. Muhammed (s.a.s.) bu soruya şu cevabı vermiştir: “Hayır. Bir yellenme sesi veya bir kokuyu duymadıkça
2752] Geniş bilgi için bk. el-Maverdî, en-Nuketü ve’l-Uyun, Beyrut 1992, II, 210
2753] 50/Kaf, 16
2754] Buhârî, Itk 6, İman 15; Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 16
2755] 114/Nâs, 1-6
2756] ez-Zemahşerî, el-Keşâf, Mısır 1977, VI, 265 vd
2757] ez-Zebidî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, trc. Kâmil Miras, Ankara 1974, VI, 354 vd
VESVESE
- 505 -
namazı bozmaz”2758 Burada da Rasûlullah (s.a.s.) vesveseden uzak durmayı, abdestin bozulduğuna dair kanaat hâsıl olmadıkça namazı bozmamayı tavsiye etmiştir.
Fıkıh usûlünde de vesvese kötü bir şey olarak kabul edilmiştir. Her şeyde tereddüt ve vesvese ile hareket edenin sözüne itibar edilmemiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) vesvese ile hareket edenin talâkının geçerliliğini kabul etmemiştir.2759 Yani hanımını boşayıp boşamadığını veya söylediği sözler hakkında vesvese içinde olan bir kişinin talâkı (boşaması) geçerli kabul edilmemiştir.
Görüldüğü gibi, Kur’ân ve sünnette vesvese tasvib edilmemiştir. Bilhassa vesvese ile ilgili bütün âyetlerde vesvesenin şeytandan geldiğine işaret buyrulmuştur. Buna göre İslâm vesveseden sakınmayı istemiştir. Çünkü vesvese faydalı değil, zararlı olan bir şeydir. Vesveseye kapılan insan, ibâdetlerinde yanılır, çeşitli hatalara düşer ve haz almaz. Vesvese insanı yanlış ve bâtıl yollara saptırır. Hatta vesvesenin neticesinde insan aklî dengesini bile kaybedebilir. 2760
Modern psikolojinin her birine ayrı teşhis ve tanımlar bulduğu fobi, takıntı, şizofreni, paranoya vb. gibi kavramların tümü dinî literatürde “vesvese” ve “evham” ile izah edilirdi.
Hepsi de birbirinden farklı olan psikolojik durumları tek bir terimle ifade etmek elbette sıkıntı doğurur. Fakat bu sıkıntı “vesvese”ye verilen farklı tariflerle fazlasıyla aşılmıştı. Bu tariflerin her biri vesvesenin farklı bir türüne karşılık sayılabilirdi.
Vesvese, konuluşu itibarıyla doğal bir kelime. “Nefsin ya da şeytanın fiskosu, fıs-fıs-fıs diye üflemesinden” yola çıkılarak türetilmişti. Daha kolay anlaşılması için vesveseyi şöyle tanımlayabiliriz: Gözün ardında ve beynin önünde sinema perdesi gibi bir perde gerili olduğunu düşünün. Bu perdede ayartıcı güdülerin baskısındaki bilinçaltı, ya da dışarıdan ve içeriden bilincimiz üzerinde baskı kurmaya ve ruhun bilinç üzerindeki etkisini yok edip orada hüküm yürütmeye çalışan her tür şeytanî güç film oynatır.
Eğer şeytanî güçlerin filminin seyircisi olursanız, onlar oynatmaktan usanmaz. Siyah-beyaz, renkli, üç boyutlu… Avantür, romantik, korku, şiddet, cinsellik sömürüsü içeren filmler… Şeytanın arşivi çok geniş. Kur’an’ın buyurduğu gibi “önlerden, arkalardan, sağlardan, sollardan gelerek” insanı ayartmaya çalışır.
Peki, insan üzerinde bir gücü var mı? Kur’an defaatle “asla” diyor. Rabbimiz’in dilinden “Senin Benim kullarım üzerinde etkili bir otoriten (sultân) yoktur.” 2761
Peki, şeytan ve tüm şeytansılar bu gücü nereden alıyor? Vesvese verdiği insanın kendisinden. Yani mağdurdan. İrâdenizde oluşacak her zaaf, şeytanın ve nefsin gücüne dönüşür. Siz âdeta irâdenizden şeytana ve nefse transfer yaparsınız, o da sizden aldığını size karşı kullanır.
Unutmayın: Seyircisi olmayan oyun uzun süre devam etmez. Eğer siz onun seyircisi olmayı ısrarla sürdürürseniz, o zengin galerisinden sizin için, sizin zaaflarınıza, eğilimlerinize, çürük yanlarınıza uygun bir film seçer.
2758] ez-Zebidî, a.g.e., VI, 355
2759] Buharî, Talâk 11
2760] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 347-348
2761] 15/Hıcr, 42). Yine bk. 14/İbrâhim, 22; 16/Nahl, 99
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Herhangi bir konudaki korkunuz bir zaafa dönüşmüşse, kalenizi oradan döver toplarıyla. Çünkü orası kalenin en zayıf yanıdır. Herhangi bir konuda takıntınız varsa, bilincinizi oradan tırtıklar. Geminizi delmeye oradan başlar ki, su alıp da batsın.
Şehvet, şöhret, tutku, para… Hatta kimi zaman insanın ibâdetini dahi kendi emelleri uğruna kullanmaya, Kur’an’ın ifadesiyle onu “Allah’la aldatmaya” bile kalkışır.2762
Şeytanın ve şeytansıların vesvese ve vehimleri hakkında birçok eser vermiş ulemâmız. Ama bunların içerisinde en müstesnâsı İbnu’l-Cevzi’nin Telbîsu İblis’i. Peki, bütün bu saldırılara karşı ne yapmalı?
Bir kez, şeytanın ve nefsin tasallutundan âzâde bir kul düşünülemez. Herkes her an vesvese ve evhâma karşı mücadele etmek durumundadır. O halde böyle bir saldırıya muhâtap olmak suçlanacak bir şey değildir. Hele küçük vehimlerimizi büyütmekten daha büyük vesvese olamaz.
Yükseklik korkusu olan birine “Yahu sen nasıl Müslümansın?” diye târizde bulunmanın abesliği gibi. Ya da fareden aşırı korkan birinin “Allah korkusunu” sorgulamak gibi. Bu abesle iştigaldir. Elbet bu bir zaaftır, ama iman zaafı diyecek kadar da değil. Bunun bir yığın psikolojik ve bilinçaltı sebepleri vardır ve bu sebepler bazen basit bir klinik müdâhaleyle bile çözülebilir.
Ama bu konudaki zaafın derecesi ne olursa olsun yine de mü’min, imanın makarrı olan akleden kalbi, bir rehabilitasyon merkezi olarak kullanmayı bilmelidir. Söyler misiniz; iman bize emniyet vermeyecekse başka hangi şey verir?
Vesvese ve evhamdan kurtulmak isteyen, şeytanın filmini seyretmesin. 2763
Kur’ân-ı Kerim’de Vesvese Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de vesvese kelimesi değişik kullanımlarla toplam 5 yerde geçer.2764 İblis kelimesi toplam 11 yerde, şeytan kelimesi 70, çoğulu olan şeyâtîn kelimesi de toplam 18 yerde zikredilir.
“Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayasızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” 2765
“Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan başka bir şey vaat etmez.” 2766
“Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” 2767
“Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: ‘Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim’ dedi. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için
2762] 35/Fâtır, 5
2763] Mustafa İslâmoğlu vesvese, 03/09/2005
2764] 7/A’râf, 20; 20/Tâhâ, 120; 50/Kaf, 16; 114/Nâs, 4, 5
2765] 2/Bakara, 168-169
2766] 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
2767] 4/Nisâ, 76
VESVESE
- 507 -
nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler’ (dedi). Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. Şeytan onlara söz verir, vaadde bulunur, onları ümitlendirir ve kuruntulara düşürür. Ancak bu vaad sadece aldatmadan ibarettir. Onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.” 2768
“Böylece Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak. Âhirete inanmayanların kalpleri ona (o yaldızlı söze) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçu işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.” 2769
“İblis: ‘Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.’ dedi.” 2770
“Yerilmiş ve kovulmuş olarak defol! Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.” 2771
“Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve ‘Rabbiniz sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye sizi bu ağaçtan men etti, başka bir sebepten değil’ dedi.” 2772
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.” 2773
“Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir...” 2774
“İş olup bitince şeytan: ‘doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu; sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil; kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah’a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir azâb vardır’ der.” 2775
“Hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.” 2776
“Kur’an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Doğrusu şeytanın,
2768] 4/Nisâ, 117-121). Ayrıca bk. 18/Kehf, 50; 35/Fâtır, 6
2769] 6/En’âm, 112-113
2770] 7/A’râf, 16-17
2771] 7/A’râf, 18
2772] 7/A’râf, 20
2773] 7/A’râf, 26-27
2774] 7/A’râf, 200-201
2775] 14/İbrâhim, 22
2776] 15/Hıcr, 42
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” 2777
“Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür.” 2778
“Meleklere, ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis, ‘Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?’ Dedi ki: ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım! Allah buyurdu: ‘Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza! ‘Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun.’ Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vaad etmez. Şurası muhakkak ki, Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” 2779
“Sonunda şeytan vesvese verip ‘Ey Âdem! dedi, sana ebedîlik ağacını ve eskimeyen bir saltanatı göstereyim mi?” 2780
“Şeytanın (bu tür) katıp bırakmaları, kalplerinde hastalık olanlara ve kalpleri (her türlü) duyarlılıktan yoksun bulunanlara (Allah’ın) bir deneme kılması içindir. Şüphesiz zâlimler, (gerçeğin kendisinden) uzak bir ayrılık içindedirler.” 2781
“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin.
O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır.” 2782
“...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bu gün, inkârcılığınıza karşılık oraya girin.” 2783
“Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine verdiği vesveseyi/fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şahdamarından daha yakınız.” 2784
“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, hizbü’ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü’ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir.” 2785
“Vesveseci ve sinsi şeytanın şerrinden (sığınırım insanların Rabbine). O şeytan ki, insanların kalplerine vesvese verir, şüphe ve tereddüt sokar.” 2786
Hadis-i Şeriflerde Vesvese Kavramı
“Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (telkini) vardır, bir de meleğin lemmesi/
2777] 16/Nahl, 98-100
2778] 17/İsrâ, 27
2779] 17/İsrâ, 61-65
2780] 20/Tâhâ, 120
2781] 22/Hacc, 53
2782] 35/Fâtır, 6
2783] 36/Yâsin, 59-64
2784] 50/Kaf, 16
2785] 58/Mücâdele, 19
2786] 114/Nâs, 4, 5
VESVESE
- 509 -
telkini vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Öbürünü (şeytanın telkinini) hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: ‹Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise Kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor...” 2787
“Doğan her çocuğun kalbi üzerinde mutlaka vesvâs bulunur. Sonra o, Cenâb-ı Hakk’ı zikredip anınca vesvâs arkasını dönüp uzaklaşır; unutup gaflete dalınca o vesvâs dönüp gelir ve vesvese verir.” 2788
“Şüphesiz Yüce Allah, ümmetimden olan kişilerin kalbinden geçirdikleri şeyleri, (kötü duygu ve düşünceleri) söylemedikleri ve işlemedikleri takdirde affeder; günah olarak saymaz.” 2789
“İçimizden öyle şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük bir suç sayıyor.” Rasûlulluh (s.a.s.), “Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sordu. Sahabiler, “Evet yâ Rasûlallah” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) “İşte sarih, açık iman budur; bu, imanın katıksız olmasındandır.” 2790
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashâbından bir kısmı ona sordular: “Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor, normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz.” Hz. Peygamber (s.a.s.): “Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?” diye sordu. Oradakiler: Evet! deyince: “İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez)” dedi.
Diğer bir rivâyette: “(Şeytanın) hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamdolsun” demiştir.
Müslim’in İbn Mes’ud’dan (r.a.) kaydettiği bir rivâyet şöyledir: “Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki, onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercîh eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)” Hz. Peygamber (s.a.s.): “İşte bu (hassâsiyetiniz) katıksız/saf imandır” buyurdu.” 2791
Açıklama: Hadiste, Ashab, irâdeleri olmadan içlerinden, kendiliğinden doğan vesveselerden sormaktadır. Bu hadiste imanî meseleler üzerinde olduğu anlaşılan bu vesveselerin, bazı rivâyetlerde Allah hakkında olduğu belirtilir. Bunlar normalde kabul edilemeyecek, muhal şeyler olduğu için, iradî olarak konuşmanın günah olacağı korkusu hâkimdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) içten, kendiliğinden gelen bu vesveselerin/seslerin kişiye zarar vermeyeceğini belirtiyor. Delil olarak da kişinin duyduğu korkuyu gösteriyor. İnsanda merak, korku gibi, irâdeyi dinlemeyen, zabt altına alınamayan bir kısım duyguların sevkiyle içten gelen bu
2787] 2/Bakara, 268; Tirmizî, Tefsîrü’l-Kurân 2, hadis no: 2988
2788] Şevkanî, Fethülkadîr 5/524; Hâkim sahihlemiş ve İbn Ebî Dünya, İbn Cerîr ve İbn Münzir tahric etmiştir.
2789] Buhârî, Itk 6, İman 15; Müslim, İman 20, h. no: 202; Nesâî, Talâk 22; İbn Mâce, Talâk 16; Ebû Dâvud, Talâk 15; Tirmizî, Talâk 8; Ahmed bin Hanbel, II/398, 481, 491
2790] Müslim, İman 209, 211
2791] Müslim, İman 209, h. no: 132; Ebû Dâvud, Edeb 118, h. no: 5110; Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/106
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sesi hepimiz bazı zamanlar duyarız. Vehimli mizaçlar “içim bozulmuş” diye ye’se bile düşebilir. Ancak Rasûlullah (s.a.s.), bu seslerden duyduğumuz endişeyi en büyük bir delil yapmak “Madem ki o sese irâdemizle iştirak etmiyor, aklımızla tasdik etmiyor, aksine üzülüyoruz, öyle ise bu şeytanın bir vesvesesidir, aldırmayın” mânasında “Korkunuz gerçek imanın ifadesidir” buyuruyor.
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah'ın Rasûlü dendi, herbirimiz içinde, (bazen öylesine çirkin) bir şeyin ârız olduğunu görür ki, bunu söylemektense o şeyin bir kor parçası olup (kendisini) yakması ona daha sevimli gelmektedir!” Rasûlullah (s.a.s.) bu söze şöyle mukabelede bulundu:”Allahu ekber, Allahu ekber, (Allahu ekber!) Şeytanın hilesini vesveseye çeviren Allah’a hamd olsun!” 2792
Ebu Zümeyl anlatıyor: “İbn Abbas’a (r.a.) (bir gün): “İçimde duyduğum bu (fena) şeyler de ne?” diye sormuştum. Bana: “Ne hissediyorsun ki?” dedi. Ben: “Vallahi (onlar çok fena!) dilime alamam!” dedim. “Şekk nevinden bir şey mi?” dedi ve güldü. Sonra açıkladı: “Bu (çeşit vesveseler)den hiç kimse kurtulamaz. Nitekim Allah Teâlâ (Rasûlüne) şu âyeti inzâl buyurmuştur: “Eğer sana indirdiğimiz (Kitapta anlatılan bu kıssalar) hakkında bir şüphen varsa, senden evvel indirilmiş olanları okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak (olan Kitap) gelmiştir, sakın şüphe edenlerden olma!”2793 İbn Abbas bana dedi ki: “Eğer içinde herhangi bir vesvese bulursan şöyle de: “O (Allah), hem evveldir, hem âhirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O her şeyi bilendir.” 2794
Açıklama:
1- Son iki hadis Ebu Davud’da “Vesveseyi Red” adını taşıyan bir babta kaydedilmiştir. Hadislerin muhtevasından da anlaşılacağı üzere her insana arız olan vesveseler hakkında mü’mine bir bilgi verilmek istenmektedir. Bu bilginin özü şudur: “Her insan, gayrı ihtiyarî olarak bazı vesveselere düşmektedir. Bu vesveseler, irâdeye tabi olmadan geldiği ve vicdanda bir tasdik bulmadığı için insana herhangi bir zararı yoktur. Bu çeşit imana, edebe muhalif vesveseler geldiği zaman telaşlanmadan imanı takviye edici, iman esaslarını hatırlatıcı âyetlerden okumalıdır.
İbn Abbas’ın vesvese anında okunmasını tavsiye ettiği âyet Rabb Teâlâ’nın zatî vasıflarıyla ilgili: “O, evveldir, ahirdir, zahirdir, batındır, her şeyi bilicidir.” Âyetin mânâsını şöyle anlamamız münasibtir: “O, evveldir: Başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da O'nun ilim ve kudretine bağlıdır. O, ahirdir: Sonu olmadığı gibi, bütün varlıkların neticesi O'na bakar ve dönüşü O'nadır. O, zahirdir: Varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünür ve bütün varlıklar dış görünüşleri ve san'atlı yapılışlarıyla O'nun kudret ve sanatına şahidlik eder. O batındır. Her şeyin hakikatine vakıftır ve her şeyin içyüzü O'nun kudret ve hikmetine şahidlik eder. O her şeyi hakkıyla bilendir.”
2- Vesvese hususunda sorulunca İbn Abbas (r.a.), âyeti okuyarak Rasûlullah (s.a.s.) da benzer vesveselere mâruz kaldığını, bunun üzerine Efendimiz'i takviyeye matuf o âyetin indiğini ifade etmek istiyor. Müfessirler, âyette muhatap Rasûlullah mı başkaları mı ihtilaf etmiştir. Rasûlullah olduğunu söyleyenlerden
2792] Ebû Dâvud, Edeb 118, h. no: 5112
2793] 10/Yûnus, 94
2794] 57/Hadîd, 3; Ebû Dâvud, Edeb 118, h. no: 5110
VESVESE
- 511 -
bazısına göre: “Zahirde Rasûlullah ise de asıl murad edilen başkasıdır ve bu muhtevâda başka örnekler vardır: “Ey peygamber! Allah’a muttaki ol, kâfirlere ve münafıklara itaat etme.”2795 mealindeki âyette, “...Allah sorar: ‘Ey Meryemoğlu İsa! İnsanlara ‘beni ve annemi Allah’tan başka ilâhlar edinin’ diyen sen misin.?”2796 âyetlerinde olduğu gibi.” Meseleyi açıklayan Râzi, buna bizim “kızım sana söyledim gelinim sen anla!” tabirinin karşılığı olan Arapça’daki “iyyâke a’nî ve’sma’ yâ câreh” deyimini örnek verir.
Müfessirlerin yer verdikleri bir diğer görüşe göre, “Muhammed (s.a.s.) bir beşerdir. Bu sebeple onun kalbine de, diğer insanlara olduğu üzere müşevves hâtıraların ve sıkıntı veren fikirlerin gelmesi câizdir. İşte bu çeşit vesveseler bir kısım delillerin getirilmesi, beyyinelerin takriri ile bertaraf edilebilir. İşte Allah Teâlâ bu maksatla zaman zaman âyetler inzal buyurarak Rasûlünün benzer vesveselerini izale etmiştir. 2797
“Şüphesiz ki şeytan insanın kurdudur; tıpkı davarlara Musallat olup (sürüden) uzak kalan zayıf sıska olanını yakalayan kurt gibi.” 2798
“Şüphesiz mü’min, birinizin devesini yolculukta yorduğu gibi, (yaptığı ibâdet ve tâatlerle) şeytanlarını yorup zayıflatır.” 2799
“Eğer insan şeytana boyun eğerse, hemen kendisini köstekler ya da bir gem takar (ve dilediği şekilde onu yönlendirir.” 2800
“İblîs, Rabbine şöyle dedi: ‘Rabbim! Senin izzetin hakkı için hiç durmadan senin kullarını, ruhları bedenlerinde olduğu sürece aldatıp şaşırtacağım.’ Bunun üzerine Cenâb-ı Hak ona: ‘İzzet ve Celâlime and olsun ki, kullarım istiğfar ettikleri sürece Ben onları bağışlayacağım’ buyurdu.” 2801
“Şüphesiz şeytan sizden birinize gelir de şöyle fısıldar: ‘Göğü kim yarattı?’ O da: ‘Allah yarattı’ der. O yine: ‘Ya yeri kim yarattı?’ diye fısıldar. O da: ‘Allah yarattı’ der. Bu defa şeytan: ‘Allah’ı kim yarattı?’ diye fısıldar. İşte sizden biriniz böyle bir fısıltıyı hissedince: ‘Ben Allah’a ve Rasûlüne imân ettim.’ desin; Allah’a sığınsın ve vesveseye son versin.” 2802
Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in zevcesi Safiye (r.a.), itikâfta bulunan Rasûlullah’ı ziyarete gelmiş ve geceleyin ikisi birlikte dışarı çıkmışlardı ki, Rasûlullah (s.a.s.) onu evine kadar götürmek istiyordu. Derken yolda Ensar’dan iki adamla karşılaştı. Onlar Rasûlullah’ı görünce oradan süratle ayrılmaya koyuldular. Rasûlullah onlara seslenerek: “Biraz yavaş olun! Bu yanımdaki kadın Safiye bint Hay’dir.” O iki adam “Sübhânallah yâ Rasûlallah! (Senin hakkında şüphe mi ederiz?)” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki şeytan, Âdemoğlunun kan kanalından (damarlarından) girer (şeytan insanın bedeninde
2795] 33/Ahzâb, 1
2796] 5/Mâide, 116
2797] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 16/362-363
2798] Ahmed bin Hanbel, Müsned; Câmiu’s-Sağîr, 1/81
2799] Ahmed bin Hanbel, II/380
2800] Ahmed bin Hanbel, II/330
2801] Ahmed bin Hanbel, III/29, 41, 76; Câmiu’s-Sağîr, 1/81
2802] Buhârî, Bed’ü’l-halk, 11; Müslim, İman 212-215; Nesâî, VI/170; Ebû Dâvud, Sünnet 19, h. no: 4722; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/331, h. no: 8358; Taberânî, Câmiu’s-Sağîr 1/81
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kanın dolaştığı gibi dolaşır). O bakımdan şeytanın sizin kalbinize bir şey, bir şer atıp fısıldamasından endişe ettim.” 2803
Kadı Iyâz gibi bazı âlimler, bu hadisleri zahirine göre mânâlandırmışlar ve Allah’ın şeytâna insanın damarlarında dolaşacak gücü verdiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak diğer âlimler de bu ifâdede bir benzetmenin söz konusu olduğunu söyleyerek, nasıl ki kan insan vücûdundan ayrılmaz ise, şeytan da insanı saptırmak maksadıyla vesvese vermekten geri kalmaz ve asla insandan ayrılmaz, demişlerdir. Kanaatimizce hadiste zâhirî anlam değil, bir teşbih kasdedildiğini söyleyen âlimlerin bu görüşü daha isâbetlidir.
“Sizden biriniz namaza durunca şeytan yanına gelir, onu şaşırtır. Kaç rekât kıldığını bilemez. Hanginiz böyle bir şeyle karşılaşırsa oturduğu yerde sehiv secdesi etsin.” 2804
“Herhangi biriniz namazda iken şeytan ona gelerek, ‘falan şeyi ve şu şeyi hatırla.’ Ta ki, kul gafletle namazdan çıkıp gitsin. Ve herhangi biriniz yatağında uzanmış iken şeytan onun yanına gelir ve kişi uyuyuncaya kadar şeytan durmadan onu uyutmaya çalışır.” 2805
“Biriniz namazının rekâtlerinde şüphe ettiği zaman şüpheyi atsın ve şüphesiz bildiği rekâtine göre davransın. Rekâtların tamam olduğuna inandığı zaman selâmdan önce iki secde (sehiv secdesi) etsin. Eğer namazı tam idiyse bir nâfile olur. Eğer namazı noksan idiyse o rekât, namazını tamamlamak için olmuş olur. Ve namaz sonunda yaptığı iki sehiv secdesi de şeytanın burnunun toprağa sürünmesi için olmuş olur.” 2806
“Şüphesiz şeytan Âdemoğlu ile kalbi arasına girer, maksadından uzaklaştırır. Artık kaç rekât kıldığını bilemez. Bu hal o kişinin başına geleceği zaman selâm vermeden önce iki secde etsin.” 2807
Osman bin Ebi’l-Âs Rasûlullaha (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Şeytan benimle namazımın ve namazda okuyuşumun arasına giriyor, namazımı karıştırıyor.” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Bu, Hinzeb denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin vakit Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür (tükürür gibi tü de).” “Ben bunu yaptım, Allah da onu benden giderdi.” 2808
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ashâbdan biri şöyle sordu: “Yâ Rasûlallah! Birisi namaz kılarken abdestim bozuldu diye gönlünde bir vesvese hissederse, bu kişinin namazı bozulur mu, bozulmaz mı?” Peygamberimiz (s.a.s.) bu soruya şu cevabı verdi: “Hayır. Bir yellenme sesi veya bir kokuyu duymadıkça namazı bozmaz.” 2809
“Sizden biriniz namazdayken Şeytan ona gelir ve o kimseyi bir adamın hayvanını yumuşakça zaptettiği gibi ele geçirir. Onun üzerine yerleşince o kimsenin kalçalarının arasından, onu namazdan vazgeçirmek için yellenme gibi bir şey yapar. Sizden birisi böyle bir durumla karşılaşırsa, şüphe bırakmayacak bir şekilde, kesin olarak bir ses ya da koku
2803] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11, Hums 4, Ahkâm 21, Edeb 121, Mevakît 22, İtikâf 8, 11, Fezâilu’s-sahâbe 5; Müslim, Selâm 23-24, Mesâcid 224, Fezâilu’s-sahâbe 29, 34; Ebû Dâvud, Savm 79, h. no: 2470; İbn Mâce, Sıyâm 65, h. no: 1179; Ahmed bin Hanbel, III/156, 285; VI/337
2804] Muvatta, Sehv 1
2805] İbn Mâce, İkame 32
2806] İbn Mâce, İkame 132
2807] İbn Mâce, İkame 135
2808] Müslim, Selâm 38
2809] ez-Zebidî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi, trc. Kamil Miras, Ankara 1974, VI, 355
VESVESE
- 513 -
hissetmedikçe namazım bozmasın.” 2810
“Sizden biriniz namaz kıldığı vakit, fazla mı kıldı? eksik mi? bilmez ise oturduğu yerden iki (sehiv) secdesi yapsın. Şeytan ona gelip de ‘abdestin bozuldu’ derse, ona ‘yalancısın’ desin. Fakat burnu ile koku alır, kulağıyla ses duyarsa o başka.” 2811
Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bir insanın yellenme yoluyla abdestinin bozulduğuna hükmedilebilmesi için, iki alâmet ortaya konmuştur. Bunlar da koku ve sestir. Bunlardan birisi bulunduğu takdirde o kimsenin abdestinin bozulduğuna hükmolunabilir. Aksi takdirde o kimse, namazına devam etmek durumundadır. Bir namaz için on kere abdest alabilecek yapıda vesveseli insanların mevcut olduğunu göz önünde bulundurursak, Hz. Peygamberin bu uyarılarının ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Nitekim, İslâm Hukûku’nun temel esaslarından olan “Şek ile yakın zâil olmaz” prensibi de bu hususları bir kayda bağlamaktadır.
“...Şüphesiz şeytan, namaz için ezan okunduğu zaman süratle koşarak geri döner ve kaçar.” 2812
“Namaz için ezan okunduğu zaman, Şeytân onu duymamak için gerisin geriye dönüp yellenerek kaçar. Ezan bitince yine gelir. Namaz için kamet getirildiği zaman tekrar geriye dönüp kaçar. Kamet bitince de tekrar gelerek insan ile nefsi arasına sokulur. Filân şeyi hatırla, filân şeyi hatırla diyerek, namazdan önce insanın hiç de aklında bulunmayan şeyleri hatırına getirir durur. O kişi artık kaç rekât kıldığını bilmez hale gelinceye kadar onunla uğraşmaya devam eder. Herhangi biriniz kaç rekât kıldığını bilemediği zaman, otururken iki secde yapsın.” 2813
Hz. Peygamber, ashâb’dan Osman b. Ebi’1-Âs’ı (r.a.) Tâif valiliğine tayin etmişti. İşte bu sıralarda Osman (r.a.) Hz. Peygamber'e başvurarak, “Yâ Rasûlallah! Şeytân benimle namazım ve kıraatim arasına perde oldu. Namaz ve kıraatimi karıştırıp, beni onlarda şüpheye düşürüyor” dedi. Hz. Peygamber de, “Bu, Hınzıb (veya Hınzeb) denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman, hemen ondan Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür” buyurdu. Osman b. Ebi’1-Âs (r.a.), bu tavsiyeyi yerine getirdiğini ve o şeytânın şerrinden kurtulduğunu söylemiştir. 2814
Hz. Peygamber’in yukarıda kaydettiğimiz hadisinden, şeytanın vesvesesinden kurtulmanın tek yolunun Allah’a sığınmak olduğu bir kere daha anlaşılmış olmaktadır. Bu hadislerden namazda şeytanın vesvesesinden sahâbenin bile emîn olamadıkları anlaşılmaktadır. Nitekim Ammâr b. Yâsir’in (r.a.), bir defasında şeytânın vesvesesinden emîn olmak için namazı hızlıca kıldığı nakle dilmektedir.2815 Yine, Hz. Ömer’in de, şeytanı kovmak maksadıyla yüksek sesle namaz kıldığı, Hz. Peygamberin kendisine sesini
2810] Ahmed bin Hanbel, II/330
2811] Ebû Dâvud, Salât, 195, H. no: 1029; Ahmed bin Hanbel, III/12, 37, 50, 51, 53, 54
2812] Müslim, Salât 18
2813] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18; Sehv 6-7; Müs1im, Salât 17, 19, Mesâcid 82-84; Nesâî, Sehv 25, h. no: 1251, Ezan 30, h. no: 668; Ebû Dâvud, Salât 198, h. no: 1030; Tirmizî, Salât 291, h. no: 397; İbn Mâce, İkamet 135, h. no: 1216-1217; Muvatta, Sehv 1, h. no: 1, Nidâ 1, h. no: 6; Dârimî, Sünen, Salât 11; Ahmed bin Hanbel, II/233-284, 313, 398, 411, 460, 483, 503-504, 522, 531
2814] Müslim, Selâm 68; Ahmed bin Hanbel, IV/216; İbn Mâce, Tıb 46, h. no: 3548
2815] Ahmed bin Hanbel, IV/264, 321
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
biraz kısmasını tenbihlediği rivâyet edilmiştir. 2816
Hz. Aişe, “Hz. Peygamber’e, kişinin namazda başını sağa-sola çevirmesini sordum. O da, ‘O, kulun namazının (faziletinden) şeytanın süratle kapıp aşırmakta olduğu bir şeydir’ buyurdu demiştir. 2817
“Abdeste Musallat olan bir şeytan vardır ki, ona Velehan (şaşkınlık veren) derler. Onun için abdest ve gusülde su vesvesesinden korunun.” 2818
Bedevînin birisi Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek abdestin nasıl alınacağını sordu.
Rasûlullah (s.a.s.) âzâlarını üçer defa yıkayarak ona abdest almayı gösterdi. Sonra da şöyle buyurdu: “İşte abdest budur. Bundan fazla yapan sünneti terk ederek hata yaptı, sınırı aştı ve nefsine zulmetti demektir.” 2819
Hz. Peygamber (s.a.s.) Sa’d’ın (r.a.) yanına geldi, o abdest alıyordu. Ona: “Bu ne israf, ey Sa’d!?” dedi. Sa’d: ‘Abdestte de israf olur mu?’ diye sorunca Rasûlullah şöyle buyurdu: “Evet, akan bir nehirde, nehir kenarında olsan bile (israf olur).”2820
Abdullah bin Mes’ud şöyle rivâyet eder: “Rasûlullah (s.a.s.) namaz kıldırdı. Ya fazla yaptı, ya eksik yaptı. Bunun üzerine, ‘Yâ Rasûlallah! Namaza bir şey mi ilave edildi?’ denildi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben ancak bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Biriniz unuttuğu vakit, oturduğu halde iki secde (sehiv secdesi) yapıversin” buyurdu. Sonra Rasûlullah kıbleye dönerek iki secde etti. 2821
Rasûlullah (s.a.s.) bevletti, sonra abdest aldı ve (vesveseden kurtulmak için) önüne su serpti.” 2822
“Sizden biriniz namazda iken dübüründe bir hareket hisseder (abdestim) bozuldu (mu), bozulmadı (mı) diye şüpheye düşerse, (yellenme) sesi işitmedikçe ve kokusunu duymadıkça namazı bozmasın.” 2823
Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz Mescid’de bulunduğu bir sırada gidip yanına oturdum. O bana: “Ya Ebâ Zer! Namaz kıldın mı?” diye sordu. Ben de: ‘Hayır’ dedim. Bana: “Öyleyse kalk namaz kıl!” buyurdu. Ben de kalkıp namaz kıldım ve öylece oturdum. Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Yâ Ebâ Zer! İnsan ve cinlerin şeytanlarından Allah’a sığın.” Ben de: ‘Yâ Rasûlallah! İnsanlardan da şeytan var mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber de “Evet” buyurarak, “Aldatmak için birbirine câzip sözler fısıldayan cin ve insan şeytânlarını her peygambere düşman kıldık.”2824 âyetini okumuştur. 2825
2816] Ebû Davud, Salât 315, h. no: 1330; Tirmizî, Salât 330, h. no: 447; Ahmed bin Hanbel, I/109
2817] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11; Ezan 93; Ebû Dâvud, Salât 165, h. no: 910; Tirmizî, Salât 413, h. no: 559; Nesâî, Sehv 10, h. no: 1194-1197; Ahmed bin Hanbel, VI/70, 106
2818] Tirmizî, Tahâret 43, h. no: 57; İbn Mâce, Tahâret 48, h. no: 421; Ahmed bin Hanbel, V/136
2819] Ebû Dâvud, Tahâret 52, h. no: 135; Nesâî, Tahâret 105, h. no: 140; İbn Mâce, İkame 48, h. no: 422; Ahmed bin Hanbel, II/180
2820] İbn Mâce, Tahâret 48, h. no: 425; Ahmed bin Hanbel, II/221
2821] İbn Mâce, İkame 129
2822] Ebû Dâvud, Tahâret 64, h. no: 166-168; Tirmizî, Tahâret 38, h. no: 50; Nesâî, Tahâret 102, h. no: 134-135; İbn Mâce, Tahâret 58, h. no: 461; Ahmed bin Hanbel, Müsned V/408, IV/69
2823] Müslim, Hayz 99; Ebû Dâvud, Tahâret 67, h. no: 177; Tirmizî, Tahâret 56, h. no: 74-75; İbn Mâce, Tahâret 74, h. no: 515; Ahmed bin Hanbel, II/414; Dârimî, Vudû’ 47, h. no: 727; Sahih-i Deylemî, Kitabul Vudû’ 47
2824] 6/En’âm, 112
2825] Buhârî, Bed’u’l-halk 11, Edeb 44; Nesâî, İstiâze 48, h.no: 504; Ahmed bin Hanbel, V/178,
VESVESE
- 515 -
Peygamber Efendimiz, kişinin banyo ettiği yere bevletmesini nehyetti ve dedi ki: “Muhakkak ki vesveselerin geneli bundandır.” 2826
Ümmü Seleme’den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber, kızı Fâtıma’ya, sabah namazını kıldıktan sonra on kere, akşam namazını kıldıktan sonra da on kere: “Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh. Lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu yuhyî ve yumîtu vehuve alâ külli şey’in kadîr / Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Dirilten ve öldüren O’dur. O, her şeye kadirdir.” demesini istemiştir. Hz. Peygamber, bunu söylediği takdirde, Hz. Fâtıma’nın sabahtan akşama kadar şeytandan ve her kötülükten korunacağını bildirmiştir. 2827
Ebû Hureyre’den (r.a.) gelen rivâyetlerde ise Hz. Peygamber, bir kimsenin yukardaki hadiste geçen Kelime-i Tevhîd’i, günde yüz defa söylemesi durumunda, bu zikrin o kimse için on köleyi âzâd etme sevâbına denk olduğunu, bu kimseye yüz iyilik (hasene) yazılıp, yüz günahın silindiğini söylemişler, bu zikrin o kimse için akşama kadar şeytanın şerrinden güvence olduğunu haber vermişlerdir. 2828
“Bir ev, Kur’ân okunması sebebiyle içindekilere geniş gelir. Orada melekler hazır bulunur ve şeytanlar kaçar ve o evin hayır ve bereketi çok olur. Yine bir ev, Kur’ân okunmaması sebebiyle içindekilere dar gelir. Oradan melekler gider, şeytanlar ise hazır bulunur, o evin hayır ve bereketi de az olur.” 2829
“Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Muhakkak ki şeytan, içinde Bakara Sûresi okunan evden kaçar.” 2830
“Bakara Sûresi’nin son iki âyeti2831 bir evde üç gün okunmazsa, o eve şeytan yaklaşır.” 2832
“Herhangi bir evde Bakara sûresi okunursa, şeytan oradan mutlaka yellenerek çıkar.” 2833
“Herhangi birinize, bir ayağını diğerinin üstüne atmış, Bakara Sûresini okumayı bırakıp, şarkı söylerken sakın rastlamayayım. Şüphesiz ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden kaçar.” 2834
“Evinde bulunduğu sırada veya yatağına girdiği zaman bir kimse Âyetü’l-Kürsî’yi2835 okursa, Allah tarafından vazifeli bir muhâfız (melek) sabaha kadar hiç ayrılmadan o kimsenin yanında bulunur ve o süre içinde o kimseye hiçbir şeytan yaklaşamaz.” 2836 256
2826] Ebu Dâvud, Tahâre, 15; Tirmizî, Tahâre 17; Nesâî, Tahâre 31; İbn Mâce, Tahâre 12; Ahmed bin Hanbel, V/56
2827] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 298
2828] Buhârî, Bed’ul-Halk 11; Deavât 64; İbn Mâce, Edeb, 54, h. no: 3798, Duâ 14, h. no: 3567; Mâlik, Muvatta, Kur’ân, 7/20; Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/415
2829] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân 1
2830] Müslim, Müsâfırîn 212; Tirmizî, S. Kur’ân, 2, h. no: 2877; Ahmed bin Hanbel, II/337, 378, 388
2831] 2/285-286
2832] Tirmizî, S. Kur’ân; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/274; Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân 14
2833] Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân 13
2834] Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân 34
2835] 2/Bakara, 255
2836] Buhârî, Bed’u’l-Halk 11 vekâlet 10; Fedâilu’1-Kur’ân 10; Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 3, h. no: 2880
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İblis, dostlarını toplayarak onlara, ‘Âdem’in çocuklarına hangi yönden yaklaşıyorsunuz?’ diye sordu. Onlar da: ‘Her yönden’ dediler. İblîs de, ‘Ben onların arasına öyle bir şey yayacağım ki, ondan dolayı Allah’a istiğfar etmeyecekler’ dedi. Ve insanların arasında hevâları (nefsin arzularını) yaygınlaştırdı.” 2837
“İblîs, tahtını deniz üzerine kurar. Bölük bölük askerlerini oradan göndererek, insanları çeşit çeşit fitnelere düşürür. Askerlerinin kendisi katında en büyüğü, fitne koparmak bakımından en büyük olanıdır.” 2838
“...Askerlerinin birisi gelir de, şöyle şöyle yaptım, der. İblîs ona, ‘Sen hiçbir şey yapmadın’ der. Sonra onlardan bir diğeri gelir ve ‘O insanı, kendisiyle karısının arasını iyice ayırıncaya kadar terk etmedim’ der. Bunun üzerine İblîs, o askerini kendisine yaklaştırır ve ‘sen ne kadar iyisin’ diyerek takdir eder.” 2839
Câbir ve Abdullah b. Mes’ûd’dan (r.a.) nakledildiğine göre bir gün Hz. Peygamber ashabına bir çizgi çizmiş ve “Bu Allah’ın yoludur” buyurmuş, daha sonra o çizginin sağ ve solunda da bir takım çizgiler çizerek: “Bunlar da çeşitli yollardır. Bunların herbirinin üzerinde kendine çağıran bir şeytan bulunmaktadır.” buyurdu. 2840
“Mü’minlerin herbirinde ayrı ayrı hayır olmakla beraber Allah katında, kuvvetli mü’min zayıf mü’minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. Sana fayda verecek şeyler üzerinde hırs ile çalış. Allah’tan yardım iste, acze düşme. Eğer sana bir şey, bir musibet gelip çatarsa, keşke ben şöyle yapsaydım, böyle olurdu, deme! Fakat, Allah böyle takdir etmiş, o dilediğini yaptı, de! Çünkü bu (leyte) “keşke” kelimesi şeytanın vesvesesine fırsat verir.” 2841
Hz. Peygamber torunları Hasan ve Hüseyin’i (r.a,), “İkinizi de her şeytandan, zehirli hayvanlardan, nazar değen her gözden, Allah'ın mükemmel olan kelimelerine havâle ederim” diyerek Allah’a ısmarlardı. Hz. Peygamber, Hz. İbrahim’in, oğulları Hz. İsmail ve İshak’a da böyle yaptığını haber vermişlerdir. 2842
Vesvesenin Sebepleri ve Kurtuluş Yolları
Kur’an’ın ifadesiyle vesvesenin kaynağı şeytandır. Ancak ezelî düşman olan şeytan her insana ayrı bir yönden, ayrı bir yöntemle gelir. İnsan hangi meselede titizse, hangi konuda hassas ise ve hangi cihetten zaafı varsa, şeytan ona o taraftan hücum eder. Yani, insanı zayıf tarafından vurmaya çalışır. Kendi tarafına çekince de kolay kolay bırakmaz.
Vesvesenin en zor ve en çözümsüz tarafı vesveseye kapılan kişinin teşhis ve tedavideki çaresizliğidir. Şu veya bu şekilde, az veya çok vesveseye kapılan insanlar, bunun şeytandan kaynaklandığını bilmedikleri gibi, onunla mücadele etmeyi, kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini ve ilacını da bilemiyorlar. “Bir derdin dermanı bilinirse tedavisi kolay olur” kuralınca, psikolojik bir hastalık olan vesvesenin de dermanı bilinince kolaylaşmaktadır. Vesvesenin tedavisi Kur’ân ve
2837] Dârimî, Sünen Mukaddime 30
2838] Müslim, Münâfıkûn 66, 68; Ahmed bin Hanbel, III/332, 354, 366, 384
2839] Müslim, Münâfikûn 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned III/314
2840] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 435, 465; III, 397; ed-Dârimî, Sünen, I, 67-68
2841] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Mukaddime 10, h. no: 79; Zühd, 14, h. no: 4168; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/366, 370
2842] Bubârî, Enbiyâ 10; Ebû Dâvud, Sünnet 22, h. no: 4737; Tirmizî, Tıb 18, h. no: 2060; İbn Mâce, Tıb 36, h. no: 3525; Ahmed bin Hanbel, Müsned I/236, 270
VESVESE
- 517 -
sünnette var, ama bu ilâcı yapacak bir eczacıya ve uygulamayı tarif edecek bir hekime ihtiyaç vardır.
Vesvese Nedir?
1. Vesvese Bir Hastalıktır: Öncelikle vesvesenin bir hastalık olduğunu kabul etmek lazım. Vesvesenin hastalık olduğuna inanmalı. Çünkü hasta bir insan hastalığını kabullenirse çareye başvurur, derman kapılarını çalar; tedavi olmaya ve ilaç kullanmaya çalışır. Ancak vesveseyi normal bir şey gibi kabul eder, “Benim bir şeyim yok, sağlığım sıhhatim yerinde, neyim var ki?” der, teşhisi kabul etmez, tedaviye yanaşmaz, ilaçlan reddederse. İşte o zaman asıl sıkıntı başlamış demektir.
Özellikle ruhsal ve sinirsel hastalıklarda, bazı hastalar hasta olduğunu kolay kolay kabul etmez. Demek ki, birinci mesele vesveseye kapılan insanın bunu anormal bir durum olarak kabul etmesidir.
2. Vesvese Bir Evham ve Kuruntudur: Evham ve kuruntu olduğu için vesvesenin temeli yoktur; haklı bir gerekçeye, doğru bir esasa dayanmaz. Evham vehimler demektir. Vehim de, isteğimiz dışında kalbe ve zihnimize ilişen, şüphe ve tereddüde sebep olan bâtıl düşünce, sebepsiz kuruntulardır. Aynı zamanda yersiz bir korku, yanlış bir kanaat; gerçekte varlığı olmadığı halde varlığına inanılan şeylerden ibarettir.
3. Vesvese, Şüpheler ve Tereddütler Zinciridir: Şüphe nedir? Doğrusu ve gerçek tarafı kestirilemeyen bir şeyin zihinde oluşmasıdır. Şüphe, bir meselenin aslı öyle mi, böyle mi diye zihince kestirilememe halidir. Tereddüt ise, iki husustan birine zihinde karar veremeyip düşünceye dalmak, iki şeyin arasını zihnen kestirememektir. “Hayırlı işlerde tereddüt câiz değildir” şeklinde İslâmî bir kural da vardır.
Öyle ise vesvese insanın şüphelerini arttırır, tereddütlerini çoğaltır. Düşünce melekesini dumura uğratır, insanı sağlıklı olarak düşünemez bir hale getirir. Yani vesveseye kapılan insanın kafası işlemez duruma gelir. Zihni durur, muhakeme gücü zayıflar, irâde hakimiyetini kaybeder. Böyle bir hale düşmeyi kim ister? Elbette hiç kimse...
4. Vesvese Bir Musibet ve Bir Belâdır: Musibet sabır gücünü deforme eder; birkaç günlük, bazen birkaç haftalık dayanma gücünü bir anda harcar, kişiyi sinîrküpüne çevirir; “Bu musibetten, bu dertten, bu hastalıktan kurtulamam artık” gibi bir kanaate vardırır.
Hâlbuki, “Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin baskısıyla, insanın gaflete dalmasıyla ve geçici dünya hayatını baki sanmasıyla sabır gücünü geçmişe ve geleceğe dağıtıp halihazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez.
Buna karşılık, “Geçmiş günlerin musibeti gitmiş, rahatı kalmış; gelecek günler ise madem gelmemişler, şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek ahmaklıktan başka bir şey değildir” dese rahat edecek, kendi eliyle kendi kuyusunu kazmamış olacaktır.
İşte vesvese de insana bir defa Musallat olmaya görsün; artık onda ne sabır
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kuvveti kalır, ne dayanma gücü, ne azim kalır, ne de himmet ve gayret... Öyle ki, tedbir almayı bile aklına getirmez. Üzerine saldıran düşmana karşı elindeki savunma gücünü kullanmadan teslim bayrağını çeker. Neticede yenilgiyi kabul eder, teslimiyete razı olur. Artık bundan sonra ağrımaz başı ağrır olmuş; huzur dolu kalbi huzursuzluk ve sıkıntıyla bunalır hale gelmiştir.
5. Vesveseye Ehemmiyet Verdikçe Şişer, Ehemmiyet Vermezsen Söner: Vesveseye önem verdikçe, ciddiye aldıkça, insanın bütün âlemini ve duygularını kaplar. Kafaya taktıkça takılır kalır. Üzerinde durdukça durulur, yorum üstüne yorum yaptıkça dal budak salar, gelişir; şişer ve balon olur. Fakat önemsenmez, değer verilmez, üzerinde durulmazsa söner, kaybolur, gider.
Bu durum sadece vesvese için söz konusu değildir. Gerçekte, önemsiz ve değersiz şeylere ne zaman önem verilmişse, insanın başına bela olmuştur. Meselâ, sıradan bir dedikodunun veya basit bir polisiye olayının üzerine gittikçe, olay büyür, şişer; bir de bakmışsınız ki, hiç alakanız olmadığı halde olayın içinde yer almışsınızdır. Fakat üzerinde durulmaz, âdi bir vaka gibi görülüp geçilirse söner, kaybolur.
6. Vesveseye Büyük Nazarıyla Baksan Büyür, Küçük Görsen Küçülür: Vesvese gözde büyütülürse büyür, küçük görülürse hemen küçülür. Bazen insanın hayal gözüne incecik bir ip ilişir. Dikkat edilir, üzerinde durulursa, biraz sonra o incecik ip halat gibi kalınlaşıverir.
Yine bazen loş bir ışıkta kalan insan, bir ipe bakıp dururken bir süre sonra o ip gözünde yılan gibi sallanmaya başlar ve kendi kendini korkutur hale gelir, Elini bile vurmaya çekinir. Hâlbuki yanına varsa, ipi eline alsa, onun yılan olmadığını görecektir. Böylece kendisini korkuya iten bu halin bir hayal ürünü olduğunu anlar ve rahat eder.
7. Vesveseden Korksan Hasta Eder; Korkmazsan Hafif Olur, Gizli Kalır: Vesveseden korkulsa, endişe edilse artar, bir iken yüz olur, ağırlaşır, insanı alt eder, hasta eder. Demek ki vesvese insanın korku damarını işletiyor. Korkulmayacak şeylerden bile korkutuyor. Bunun için vesveseden korkutmaman, endişeye düşürmemelidir. Çünkü ondan korkulmaz, endişe edilmezse vesvese basitleşir, hafifleşir, ufalır, gizli kalır ve kaybolur gider. Varlığı ile yokluğu bir olur.
8. Vesvesenin Mâhiyetini Bilmezsen Devam Eder: Vesvesenin ne olduğu bilinmez, kaynağı fark edilmez, neden ibaret olduğu anlaşılmazsa devam edip gider, sonunda kalbte yerleşiverir. Fakat mâhiyeti bilinse, nereden kaynaklandığı, hangi vâsıtayla geldiği fark edilip tanınsa, geldiği gibi gerisin geriye gider.
İnsana İlişen Vesvese ve Kurtuluş Yolları
A. Vesvesenin Birinci Şekli (Birinci Yara)
Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.
Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır? Cevabı Kur’ân’dan alalım:
VESVESE
- 519 -
“Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır.”2843; “Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidâyet verir.” 2844
“Kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.” 2845
“İmanlarına iman katmak İçin mü’minlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren O'dur.” 2846
“Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti.”2847; “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer.” 2848
Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaç âyette kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz:
1. Allah kalbe yakındır.
2. Allah kalbe hidâyet verir.
3. Kalb Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.
4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir.
5. Allah imanı kalblere benimsetir.
Evet, kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidâyetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mü’mindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mü’mini bunlardan mahrum kılmak için elinden geh’n düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, “Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur.”
Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe İsabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda “Eyvah!” diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.
Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanını sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete dalar.
2843] 8/Enfâl, 24
2844] 64/Teğâbün, 11
2845] 13/Ra’d, 28
2846] 48/Fetih, 4
2847] 49/Hucurât, 7
2848] 8/Enfâl, 2
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Evet, artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini arar. Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?
Ve Tedavi Yolu
Birinci Tedavi: Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka bir şey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.
Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı bir şeyi düşünmesi de edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes’ul durumda kalsın.
İkinci Tedavi: Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden geliyor.
Lemme-i şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedir: “Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah’tan olduğunu bilsin ve Allah’a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: ‹Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise Kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor...” 2849
Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından “şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi” olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de “ilham” olarak izah edilmektedir.
Lemme, şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır. Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, İsyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka çağırır.
İşte insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından gelmektedir. Aynı kalpte şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması gibidir.
Bunun için melek ilhamı ile şeytan vesvesesinin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez. Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür? İnsan vesvesenin
2849] 2/Bakara, 268; Tirmizî, Tefsîrü’l-Kurân, hadis no: 2988
VESVESE
- 521 -
zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ızdıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.
Bundan kurtulmak için ne yapmalı? Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalıdır.
B. Vesvesenin İkinci Şekli
Kalb bir düşünce denizidir, bir mâna çağlayanıdır. Her an mâna anaforu yaşar. Kısa süre içinde bini gelir, bini gider. Yani kalb düşünce üreten, mâna dokuyan bir özelliğe sahiptir. Öyle ki, seri üretim yapan bir fabrika bandı gibidir, üretimin ardı arkası gelmez. Mânâlar birer birer kalbten çıkarlar, fakat hayal havuzuna çıplak olarak akarlar.
Hayal havuzuna akar akmaz her mânâ ayrı bir sûret ve şekle bürünür. Hayal her fırsatta bir sebep bularak devamlı olarak sûret dokuyup durur. Hayalin kendine göre bir prensibi vardır. Kendi Ölçülerine göre Önem verdiği sûretleri bulunur. O sûretleri dışarıda yol üstüne çıkarır, oraya diker, bekletir. Oradan hangi mâna geçse, ona ya giydirir, ya arkasına takar takıştırır, yahut bulaştırır veya önüne perde eder. Gelip geçen mânalar nezih ve temiz iseler; fakat sûretler pis ve rezilse, bir miktar temas etmiş olsa da mâna o sûreti giymiş olmaz. Yani bu mânalar o çirkin ve kötü sûretleri ve maskeleri üzerine almış değillerdir.
Vesveseye kapılan adam, pis ve rezil sûretlerin mâna ile temas etmesini, o mânânın o sûreti üzerine aldığını, giydiğini kabullenir. “Eyvah!” der, “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu sefillik, bu rezillik beni yoldan çıkarır” diyerek kendini tehlikeye sürükler.
İşte şeytan bu sırada devreye girer, onun bu zayıf damarından istifade eder. Yapmadığı şeyi yapmış gibi, hayalinden geçen kötü ve çirkin şeyleri kalben kabul etmiş gibi düşündürür. Öyle ki, meselâ, içki fabrikasının yanından geçerken burnuna gelen kokuyu unutarak, içki içmiş gibi sarhoş numarası yapan adama benzeyerek kendini gülünç duruma düşürür, şeytanın maskarası oluverir.
Tedavi Yolu
Böyle bir vesveseye kapılan insan hemen kendine çekidüzen vermeli, meselenin, öyle düşündüğü gibi, göründüğü tarzda olmadığını anlamalı. Hayal aynasına yansımış bulunan kötü düşünceyi kalbine bulaşmış gibi kabul etmemelidir. Meselâ, huzur içinde namaz kılan bir insanın iç organlarındaki pislik, damarındaki kan bedenden dışarı çıkmadıkça namazı bozmaz.
Kalbte bulunan nezih ve mukaddes mânaların, temiz ve güzel düşüncelerin hayalde pis sûretlere yakın olması o güzel şeylere zarar vermez, insanı tehlikeye atmaz. O kötü hayaller, güzel düşünceleri bozmaz. İnsan bundan dolayı mes'ul da olmaz. Meselâ, insan İlâhî bir tefekküre dalıp, Cenâb-ı Hakkın varlıklar üzerinde görünen isim ve sıfatlarının tecellilerini düşünmektedir. Yağmur yağarken İlâhi rahmetin dünyayı şenlendirdiğini; karada, havada ve denizde her türden milyarlarca canlının hiçbirinin ihmal edilmeden beslendiklerini, Rezzak isminin
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün varlıklarda aynı anda tecelli ettiğini, güzel bir bahçenin yanından geçerken Cenâb-ı Hakkın Müzeyyin (süsleyici), Mülevvin (renkleri yarattığını), Mücemmil (güzelleştirici) isimlerini okumaktadır. Bu esnada hastalığı sebebiyle birden başka şeyleri düşünebilir veya canının çektiği bir yiyecek aklına gelebilir, zihni oraya takılır yahut tuvalet ihtiyacını giderme sıkıntısı rahatsız eder, aklı oraya kayıverir.
Artık hayalimiz işlemeye başlar. “İlâçtı, yiyecekti, tuvalete gitmekti” derken, bu ihtiyaçlara uygun gelebilecek lüzumsuz ve çirkin sûretleri dokuyup durur. Oysa insan bu esnada çok güzel ve ulvî şeylerle içiçedir. İşte bu süflî sûretler, bu güzel mânâların yanından geçerler, ilk anda birbirine karışır gibi görünürler, ancak dikkatli olmak gerekir; çünkü ne kirlenir, ne çirkinleşir, ne de insan bu durumdan zarar görür.
Yalnız bu sırada o kötü ve süfli şeylerin üzerinde durursa, o güzel şeylerin yerine bunları düşünürse; gözünü dikerse, bundan zarar gördüğünü vehmederse, işte o zaman zarar görür. Hâlbuki zihnini dağıtmasaydı başına hiç de öyle şeyler gelmeyecekti.
“İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye (İlâhî hakikatlere) bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibâdet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hâtıralar sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî (nefsin hoşuna giden) ve çirkin şeylerin def'iyle (uzaklaştırmasıyla) uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafâayı terk edip onlarla uğraşmamaktır. Evet, onlarla uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde insanı terk eder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin ne hakaik-i İlâhiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı (zararı) yoktur. Evet, pis bir menzilin (odanın) deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, Cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz ve fena bir tesir etmez.”
Demek ki, insan irâdesine hâkim olmalı, zihnî dağınıklığa meydan vermemeli, hayali hakikatle karıştırmamalı ve rüyayı gerçek hayatla bulandırmamalıdır.
C. Vesvesenin Üçüncü Şekli
Varlıklar arasında, olayların içinde veya düşünce planında çok gizli, dolaylı birtakım münasebet ve ilişkiler bulunabilir. Bazen öyle olur ki, birbiriyle hiç alakası olmayan şeyler arasında bağlantı ve bağıntı kurulabilir. Bu bağlantı ve ilişkileri insanın bizzat kendisi kasdî olarak, düşünerek kurabilir. Bazen da hayalî olarak, elde olmadan, irâde dışı, farkına varmadan zayıf bir vesile bahane edilerek o ilişki kurulur. O anda hayal nasıl bir şeyle meşgulse, o şekilde bir düşünceyi oluşturur, aykırı şeyleri birbirine bağlayıverir.
Öyle ki meselâ, bazen mukaddes, mübarek ve nezih bir şeyi görünce pis ve çirkin bir şeyi akla getirir. Aslına bakılırsa, aralarında herhangi bir münasebet de yoktur; hattâ birbirine taban tabana zıttır. “Her ne kadar dış dünyada, yakın gibi görünür.” Yani, bu zıtları bir arada tutan, birbirine yaklaştıran, bitişikmiş gibi, içiçeymiş gibi gösteren hayalin kendisidir. Bunun için böyle bir düşünce karmaşasına “tedâi-yi efkâr”, bir düşüncenin bir başka düşünceyi hatıra getirmesi, çağrıştırması, kısaca çağrışım denir.
VESVESE
- 523 -
Meselâ, bazen namazda iken, bazen dua ederken, Kâbe'yi hayalinde canlandırırken, İlâhî huzurda kendinden geçmiş tatlı bir ânı yaşarken, âyetleri düşünürken bu fikir akışı insanı alır, en uzak ve rezil hallere götürür. Oysa namazla meselâ o müstehcen manzaranın hiçbir alakası yoktur, dua ile işret ânının bir bağlantısı yoktur, yine aynı şekilde Kâbe düşüncesiyle şeytanın telkin ettiği günahlı hallerin bir münasebeti yoktur; o huzurlu an ile akla gelen o çirkin düşüncelerin bir irtibatı yoktur. Ancak bunlar daha çok hayal ürünü olarak, çağrışım yoluyla zihne gelip yerleşir ve insanı meşgul eder, kafasını allak bullak eder. Böylece şeytan lüzumsuz ve çirkin şeylerle insanı oyalayıp durur.
Bu hususta yaşanmış olan bir örneğe yer vermek istiyoruz. “Namaza yeni başladığım günlerdi. Namaz esnasında aklıma klozet taşından tutun da, sevmediğim bazı büyük sanılan kimselerin yattığı kabirlere ve hattâ müstehcen manzaralara dek her şey geliyordu. Bunların şeytandan gelen vesveseler olduğunu o günlerde bilmiyordum. Namaz kılarken çok günaha girdiğimi düşünmeye başladım, öyle ki, namaz kılmıyorken bu kadar günaha girmiyordum diye düşünüyordum. Oysa çok kötü bir hayatım olmuştu. Bazen öyle anlar oldu ki, namaz kılarken namazı terk etmeyi ve bir daha kılmamak üzere bırakmayı düşündüm. Yine böyle zor bir anda namazı terk etmek üzereyken, ‹Ercan, sen ne yapıyorsun? Namaz kılmak Allah'ın emri, namaza Allah'a kul olmak için başladın. Allah'a kul olmaktan vaz mı geçeceksin? Madem Allah namaz kılmayı emretti, bu kıldığım namaz beni Cehenneme götürse dahi kılacağım' dedim. O anda ağlamaya başladım. Namaz kılmaya da devam ediyordum. Kıldığım namaz tamamen değişmişti. Aklıma gelen kötü ve pis şeylerden eser kalmamıştı. Ne kadar ağladığımı bilemiyorum. Kendime geldiğimde yeniden doğmuş gibiydim. Ondan sonra secde ederken aklıma hep Kabe gelmeye başladı.”
Demek ki, önemli olan, insanın kendine hâkim olması, irâdesini yerli yerinde kullanması ve telâşa kapılmamasıdır.
Tedavi Yolu
Bu çeşit bir vesveseye kapılan, birbirini çağrıştıran böylesi düşüncelere müptela olan kimse öncelikle telâş etmemeli, “Bu kötü düşünceler nereden aklıma geldi?” diye endişeye varmamalıdır. Çünkü böyle bir vesvesede şeytanın yapacağı ilk iş insanı bir an için telaşlandırmaktır: “Sen iyi bir adam olsaydın, namazda iken aklına böyle kötü manzaralar gelmezdi, dua ederken, Allah'ın huzurundayken kalbin böyle karmakarışık şeylerle meşgul olmazdı, Kur'ân okurken hayaline böyle rezil düşünceler ilişmezdi” diye vesvese vererek insanı telâşa sevk eder, o mânevî halden soğutur.
Bu durum birkaç defa tekrarlanınca, üst üste gelince namazı bırakmaya, duâyı terk etmeye, Kur'ân'ı okumamaya kadar işi götürür. Sonunda insanın eli ayağı birbirine dolaşır, ne yapacağını, ne edeceğini bilemez bir hale gelir.
Öncelikle şeytanın bu tuzağına düşmemeli. Kısa bir süre sonra insan kendine geldiği zaman, bu düşüncelerin şeytanın bir işi olduğunun farkına varır varmaz o eski güzel haline dönmeli ve “Aman ne hatâ ettim de bu düşünceler aklıma geldi?” deyip vesvesenin mâhiyetini incelemekle meşgul olmamalıdır. Şâyet nasıl bir şeydi, ne düşünmüştüm gibi sözlerle üzerinde durmaya kalkarsa, o zayıf ilişki iyice kuvvet kazanır. Onun için böyle bir hale düşmemek için üzerinde
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durmamalıdır.
Çünkü insan bu çeşit vesveseden dolayı üzüldükçe, önem verip üzerinde durdukça, o zayıf düşünce bir meleke ve alışkanlık halini alır; bir hayal hastalığı olur. Oysa bu durum kalbî bir hastalık değildir. Böyle düşünceler elde olmadan oluşur, insanın irâdesini dinlemez, ne kadar “Aklıma getirmeyeyim” diye mücadele etse de önüne geçemez, engelleyemez. Özellikle hassas, titiz: ve asabi insanlarda bu hal daha sık görülür. İşte şeytan en çok bu çeşit vesveseyi işletir.
Bir fikri başka bir fikrin hatıra getirmesi olan çağrışım, çok kere irâde dışı bir olaydır. Bunda insanın tercihini kullanması söz konusu değildir. Dolayısıyla insanın aklına böyle yanlış bir düşüncenin gelmiş olması onu vebale sokmaz. Birbirine zıt olan bu düşünceler arasında bir yakınlık bulunsa da birbirine temas etmiyor ve karışmıyor. Bundan dolayı düşünceler ne kadar farklı ve birbirine aykırı olsalar da biri öbürüne sirâyet etmez, birbirine zarar vermez.
Kalpte hem şeytanın vesvese santralı var, hem de meleğin ilham karargâhı vardır. Bunlar bir kalpte birbirlerine yakın bulunurlar; fakat birbirlerine karışmaz, zarar vermezler. Dindar bir mü'minle fasık bir insanın aynı odada bulunmaları birbirine zarar vermediği gibi. Bu ve benzeri, hayalin kuruntular halinde getirdiği çirkin fikirler kalpteki nezih ve temiz düşüncelere zarar vermez. Ne zaman ki insan o gelen çirkin fikirlerin üzerinde durur, isteyerek meşgul olursa zarar görür.
Bazı zamanlar da kalb yorulunca, düşünce melekesi kendini eğlendirmek için rastgele bir şeyle meşgul eder. İşte o zaman şeytan fırsat bulur, pis şeyleri önüne serper ve insanı istediği gibi düşündürür ve yönlendirir.
D. Vesvesenin Dördüncü Şekli
Vesveseye müptelâ olan insanların en çok karşılaştıkları vesvese türü şudur: İdealinde en mükemmel ibâdeti yapma düşüncesi vardır. Yanlışsız ve eksiksiz en iyi amel ve hizmeti yapma zannına kapılmıştır. Buna bir de takvâ düşüncesi girmişse, meselenin üstüne üstüne gider. Gittikçe de vesvesenin şiddeti artar. Zaman içinde öyle bir dereceye varır ki, amel ve ibâdetin en iyisine ulaşayım derken harama düşebilir. Bazen sünnet olan bir ibâdeti ideal mânada yapmaya çalışırken, farkında olmadan bir farzı terk eder. Sonunda da “Acaba ibâdetim sahih oldu mu?” diye peş peşe o ibâdeti iade eder durur. Zaman içinde bu hal devam eder, sonunda büyük bir ümitsizliğe düşer. Şeytan şu halinden istifade eder ve onu yaralar.
Bu tür vesveseye kapılan bir insan abdest almaya başlar, o anda vesveseye yakalanır, kollarını yıkarken tekrar başa döner, ayağını yıkayıp abdestini bitirmesi gerekirken bir daha başa döner veya abdestini aldıktan sonra “Herhalde sağ kolumu yıkamadım, başımı meshetmedim” gibi bahanelerle üst üste üç-beş defa abdest alır. İşte burada şeytanın attığı vesvese oku hedefini bulmuştur. Bu durum artık o insanda bir hastalık haline gelmiştir.
Bu tür vesveseye kapılan birçok insan tanıdım. İbâdetlerine yeni yeni başlayan bir genç kardeşimiz vardı. Ezan okunmazdan yarım saat önce abdest almaya başlar, namazın farzına zor yetişirdi. Üst üste en az beş defa abdest aldığı olurdu.
Boy abdestinde de vesveseye kapılan insanlar, bir kere gusül yeterliyken, kurulandıktan sonra kendilerini tekrar tekrar yıkanmaya mecbur hissediyorlar.
VESVESE
- 525 -
Bazı insanlarda vesvese öyle bir yoğunluk kazanır ki, kendine göre en iyi guslü alayım derken, vücudunu, organlarını defalarca yıkadığı halde içi rahatlamaz, üstelik bir de sağlığını tehlikeye sokar. Bu şekilde da şeytan emeline nâil olmuş ve Musallat olduğu insanı alt etmiş, ibâdetin tadını kaçırmış olur.
Bu çeşit vesvese abdest ve gusülde görüldüğü gibi, en çok da namazda karşılaşılıyor. Normal olarak namazda insanın aklına her türlü düşünce gelebiliyor. Özellikle şeytanın işlettiği bu düşünce akımına kapılan insan namazını bir türlü bitiremiyor, şâyet camide ise cemaate yetişemiyor. Gerek sünneti, gerekse farzı dönüp dönüp yeni baştan kılıyor. Namazın içinde ise Fâtiha ve sûreleri birkaç defa okumak zorunda hissediyor kendini. Yahut namazın müstehap ve sünnetlerini en ideal bir şekilde yapayım derken, ya vaciplerini veya farzını terk etmek gibi bir duruma düşüyor, hata üstüne hata yapıyor.
Tedavi Yolu:
Bu şekildeki vesvese, şimdi bağlıları kalmamış ve bazı yanlış görüşleri olan bir itikadî mezhep olan Mûtezileye mahsustur. Bunlar şu görüşü benimserler: Birer mükellefiyet olan amel ve ibâdetler âhiret itibariyle ya güzeldir; güzel olduğu için emredilmiştir veya çirkindir, çirkin olduğu için yasaklanmıştır. Demek ki, âhiret noktasından bakıldığında güzellik ve çirkinlik o şeyin zatında ve aslında vardır, Allah’ın emretmesi ve yasaklaması ona bağlıdır. Bu görüşe göre, insana her yaptığı ibâdette şöyle bir vesvese gelir: “Acaba ibâdetim gerçekte güzel bir şekilde yapılmış mıdır?”
Bu yanlış fikri Ehl-i Sünnet âlimleri şu şekilde cevaplayarak çürütürler: Cenâb-ı Hak bir şeyi emreder, o şey güzel olur; yasaklar, çirkin olur. Demek ki, emirle güzellik, yasaklamakla çirkinlik gerçekleşir. Çirkinlik ve güzellik o şeyin zatında değil de, Allah’ın emretmesi veya yasaklaması ile meydana gelmiştir.
Ayrıca güzellik ve çirkinlik muhatabın bilgisine bakar ve ona göre hüküm alır. Amel ve ibâdetteki güzellik ve çirkinlik, meselenin dünyaya bakan yüzüne göre değil de, âhirete bakan yüzüne göre değerlendirilir. Meselâ, abdest alan veya namaz kılan bir kimsenin abdestini ve namazını bozacak bir hal gerçekte bulunsa, fakat insan bunun farkında olmamış olsa, esas itibariyle abdesti de, namazı da sahihtir ve inşaallah makbuldür. Mutezile mezhebi der ki: “Böyle bir insanın abdesti ve namazı gerçekte bozulmuştur, ancak Allah kabul eder. Çünkü cehaletin var, bilmiyorsun, mazursun.”
Ehl-i Sünnete göre, ibâdetler dinin şartlarına uygun olarak işlenmişse “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesveseye kapılmamalı, “Kabul olmuş mu?” demeli, gurura düşmemeli, ucbe girmemeli, amel ve ibâdetine güvenmemelidir.
Daha açık bir ifade ile abdest alırken, guslederken veya namaz kılarken; abdesti bozacak, guslü geçersiz kılacak veya namazı bozacak bir hal, bir eksiklik ve bir hatâ yoksa esas itibariyle abdest de, gusül de, namaz da sahihtir. Herhangi bir şüpheye düşmemeli vesveseye kapılmamalıdır. Çünkü insanın elinden gelen bu kadardır. Bir kere vazifesini yapmıştır. Meşhur ifadesiyle maa'l-kusûr ve'1-küsûr, eksiğiyle noksanıyla; elinden geldiği, gücünün yettiği, ilminin erdiği kadarıyla kulluk görevini yerine getirmiştir. Abdestini almış, guslünü yapmış, namazını kılmıştır. Artık üzerinde durmaya gerek kalmamıştır. Netice Allah'a kalmıştır. Kabul edip etmemek Allah'a aittir.
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir de meselenin şu yönü vardır: İnsan bu çeşit vesvesenin şeytandan kaynaklandığını bildiği halde veya sevdiği, itimat ettiği, bilgisine güvendiği birisi tarafından kendisine haber verildiği halde, hiç aldırmadan vesvese etmeye devam ederse, bu sefer vebal altına girmiş, hatta günah işlemiş olur. Çünkü bu takdirde Allah'ı ve Allah dostlarını dinlemiyor, şeytana kulak veriyor demektir. Bu durumda tercihini belirleyecektir: “Allah'a mı itaat edeceğim, yoksa şeytana mı kulak vereceğim?” Birinci tercih kendisini hep güzelliklere götürecektir, ikinci tercih ise musibetten musibete sürükleyecektir.
Abdestte karşılaşılan vesveseye karşı nasıl hareket edilmesi gerektiği hususunda Efendimizin (s.a.s.) tavsiyelerine kulak verelim: Ubey bin Kâ'b'ın rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Abdeste Musallat olan bir şeytan vardır ki, ona Velehan (şaşkınlık veren) derler. Onun için abdest ve gusülde su vesvesesinden korunun.” 2850
Abdest işinde vesvese veren şeytana bu adın verilmesinin sebebi, mü’mini abdest esnasında vesveseye itme yolundaki aşırı hırsıdır. Yahut şeytan vesvesesiyle insanı öyle telaşa sokar ki, insan şaşırır kalır, şeytanın kendisiyle oynadığını bile anlamaz, Abdest alırken âzâsını ıslatıp ıslatmadığını ve kaç defa yıkadığını bilemez hale gelir.
Abdestte görevli şeytandan kaçınmanın mânâsı da şöyledir: Yani abdest âzâsı ıslandı mı ıslanmadı mı, bir defa mı iki defa mı yıkandı, su temiz mi, kirli mi gibi Velehan adlı şeytanın suyla ilgili yapmak istediği bu ve benzeri vesveseden kaçının demektir,
Abdestte gelen vesveseyi temelinden halleden ve herkesin rahatça tatbik edebileceği Peygamberimizin bir tavsiyesi de şu şekildedir: Bedevînin birisi Rasûlullaha (s.a.s.) gelerek abdestin nasıl alınacağını sordu.
Rasûlullah (s.a.s.) âzâlarını üçer defa yıkayarak ona abdest almayı gösterdi. Sonra da şöyle buyurdu: “İşte abdest budur. Bundan fazla yapan sünneti terk ederek hata yaptı, sınırı aştı ve nefsine zulmetti demektir.” 2851
Bu hadisin izahında İbn Hacer der ki: “Elini yüzlerce defa yıkadığı halde abdestsizliğinin kalkmadığına inanan çok vesveseli insan gördük.” İbn Hacer, beş asır önce yaşamış bir hadis âlimidir. Demek ki, ibâdetlerdeki vesveseyle sadece günümüz insanı karşılaşmıyor, asırlar öncesinden beri insanlık hep bu musibetle muhatap oluyor. Zira şeytan her zaman aynı taktiği kullanarak Allah’a verdiği, sâlih kulları saptıracağına dair sözünü hep tutuyor.
Abdestte olduğu gibi, namazda da yanılma, şüphe ve vesveselere karşı neler yapılacağı hususunda hadis-i şeriflerde pratik çözümler verilmektedir. Bu hadislerden bazılarının mealini verelim:
Abdullah bin Amr’in rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Herhangi biriniz namazda iken şeytan ona gelerek şöyle der: ‘Falan şeyi ve şu şeyi hatırla.’ Ta ki, kul gafletle namazdan çıkıp gitsin. Ve herhangi biriniz yatağında uzanmış iken şeytan onun yanına gelir ve kişi uyuyuncaya kadar şeytan durmadan onu uyutmaya çalışır.”
2850] Timizî, Tahâret 43; İbn Mâce, Tahâret 48
2851] İbn Mâce, İkame 48
VESVESE
- 527 -
2852
Çünkü uyku bir nevi gaflettir, gaflet de insanı ibâdet ve taatten bir derece uzaklaştırır. Namazdaki şaşırmalarımızda da şeytanın parmağı vardır. Özellikle kaç rekât kılıp kılmadığımız hususunda tereddüde düşmemizin altında şeytanın vesvesesi vardır.
Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz namaza durunca şeytan yanına gelir, onu şaşırtır. Kaç rekât kıldığını bilemez. Hanginiz böyle bir şeyle karşılaşırsa oturduğu yerde sehiv secdesi etsin.” 2853
Sehiv secdesi, yanılmayı telâfi eden bir secde türüdür. Bu secde aynı zamanda şeytanı red, onun en sevmediği secde ibâdetini yaparak burnunu yere sürtmektir. Bu hadisten bir de şu noktayı anlıyoruz: Namazda da yanılsak yine çare namazın içinde, yani namazın bir rüknünü (secdesini) tekrarlayınca o hata düzeltiliyor.
Aynı mesele bir başka hadis-i şerifte daha farklı bir şekilde ifade edilir. Şöyle ki mealini okuyacağımız bu hadiste namazda şüpheye kapılan insanın hemen o şüpheyi üzerinden atması gerekiyor. Tereddütte kalmadan kaç rekât kıldığı kanaatine varıyorsa, ona göre hareket etmesi icap ediyor.
Abdurrahman bin Avf’ın rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Biriniz namazının rek’atlerinde şüphe ettiği zaman şüpheyi atsın ve şüphesiz bildiği rek’atine bina etsin. Rek’atların tamam olduğuna inandığı zaman selamdan önce iki secde etsin. Eğer namazı tam idiyse bir nâfile olur. Eğer namazı noksan idiyse o rek’at, namazını tamamlamak için olmuş olur. Ve namaz sonunda yaptığı iki sehiv secdesi de şeytanın burnunun toprağa sürünmesi için olmuş olur.” 2854
Başta abdest ve namaz olmak üzere ibâdetlerde unutabiliriz, ne okuduğumuzu, ne kadar okuduğumuzu, kaç rekât kıldığımızı bir an için aklımızda tutamayabiliriz. Böyle durumlarda da hemen telâşa kapılmamalı, çareyi yine ibâdetin kendi içinde aramalıyız. Hiçbir insan unutkanlıktan kurtulamadığı gibi, en üstün insan olan Peygamberimiz (s.a.s.) bile çok az da olsa unutkanlığa mâruz kalabiliyordu. Çünkü o ne kadar büyük ve mükemmel bir insan olsa da, insanî halleri itibariyle bizden birisi gibiydi. Acıktığı, susadığı, hasta olduğu ve sıkıntıya düştüğü gibi, unuttuğu da olurdu. Bu meseleyi hadiste şu şekilde görüyoruz:
Abdullah bin Mes’ud şöyle rivâyet eder: “Rasûlullah (s.a.s.) namaz kıldırdı. Ya fazla yaptı, ya eksik yaptı. Bunun üzerine, ‘Yâ Rasûlallah! Namaza bir şey mi ilave edildi?’ denildi. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ben ancak bir insanım. Siz unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Biriniz unuttuğu vakit, oturduğu halde iki secde yapıversin” buyurdu. Sonra Rasûlullah kıbleye dönerek iki secde etti. 2855
Şeytanın tek isteği ve görevi vardır, o da insanı ibâdetten, özellikle namazdan alıkoymak, kendisi namaz ve secdeden mahrum kaldığı gibi, insanlığı da bu nimetten mahrum etmek ve uzak tutmaktır. Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam İblis'in bu hedefini açığa çıkarırlar.
Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
2852] İbn Mâce, İkame 32
2853] Muvatta, Sehv 1
2854] İbn Mâce, İkame 132
2855] İbn Mâce, İkame l29
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Şüphesiz şeytan Âdemoğlu ile kalbi arasına girer, maksadından uzaklaştırır. Artık kaç rek'at kıldığını bilemez. Bu hal o kişinin başına geleceği zaman selam vermeden önce iki secde etsin.” 2856
Namazda vesvese ile görevli şeytanın özel bir ismi vardır. Bu özel ismin ona verilmesinin en önemli hikmeti, yaptığı işin şeytanca büyük bir iş olmasının yanında, mü’minin uyanık olması, düşmanını çok iyi tanımasıdır. Çünkü düşman hem Özellikleri, hem de adıyla sanıyla bilinirse ona göre daha iyi tedbir almaya çalışır.
Osman bin Ebi’l-Âs Rasûlullaha (s.a.s.) gelerek şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Şeytan benimle namazımın ve namazda okuyuşumun arasına giriyor, namazımı karıştırıyor.” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: “Bu, Hinzeb denilen bir şeytandır. Onu hissettiğin vakit Allah’a sığın ve sol tarafına üç defa tükür.” “Ben bunu yaptım, Allah da onu benden giderdi.”2857 Şeytana böyle bir uygulamanın yapılmasının iki önemli sebebi vardır: Birincisi, şeytana tükürerek ona hakaret etmek, kızdırarak, küstürerek huzurdan kovmaktır. Diğeri de, insanın psikolojik olarak rahatlamasıdır. Çünkü bu şeytana karşı insanın içini boşaltması, ona olan düşmanlığını açıkça ilan ederek ciddi bir tedbir alması ve hiçbir yakınlığının olmadığını bildirmesidir. Buradaki tükürme işlemi sadece “Tu, tu” diyerek de yerine getirilebilir.
İkinci Tedavi Yolu
Bu meselede şu hususları dikkate almak gerekir: Birincisi, dinde zorluğun olmayışıdır, ikincisi de, kendi bağlı bulunduğu mezhebin dışında da hak mezheplerin oluşudur. Böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse daha kârlı ve kazançlı çıkar.
Diğer taraftan, ibâdetlerinde vesveseye kapılan insan amel ve ibâdetine güvenip, mükemmel ve güzel görmek yerine, kusurunu kabul edip istiğfar etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyazda bulunmalıdır: “Yâ Rabbi, ben bir kul olarak elimden geleni yaptım, farkında olmadan bir kusurum, bir hatâm olmuşsa beni bağışla, eksiklerimi, noksanlarımı tam olarak kabul buyur.”
Kalbindeki vesveseyi atıp şeytanı tard eder bir tarzda ona da şöyle demeli: “Bu durum insanı zorluğa itiyor, meselenin gerçek yüzünü bilmek mümkün değildir. Bu durum da dindeki kolaylık prensibine aykırıdır. Oysa din insanı zora sokmaz, kolaylığı emreder. İnsanın üstesinden gelemediği bir şeyle onu mükellef tutmaz.
Esas itibariyle böyle farkında olmadan işlenen amel ve ibâdetlerdeki kusurlara karşı şu gerçeği de hatırlamalı: “Amel ve ibâdetim bağlı bulunduğum mezhebe göre sahih olmasa bile diğer İslâm mezheplerinden birisine uygun gelse, o bana kâfidir.
Zaten ibâdetlerde elinden geleni yapan bir mü'min kusurunun, eksiğinin ve hatâsının farkındadır. Bir kul olarak hangi insan, hata ve kusurdan uzaktır ki? “Kusurunu bilmek kadar fazilet olmaz” kaidesiyle insan acizliğini itiraf eder, ibâdetlerini ideal bir seviyede, mükemmel mânâda yapamadığından dolayı istiğfar ve dua ile İlâhî merhamete iltica eder, hatasının affolmasını ve kusurlu
2856] İbn Mâce, İkame 135
2857] Müslim, Selâm 38
VESVESE
- 529 -
amelinin kabul edilmesi için niyazda bulunur.
E. Vesvesenin Beşinci Şekli
Bu çeşit vesvese, imanî meselelerde şüphe şeklinde gelir. Böyle bir vesveseye mâruz kalan biçare insan, hayaline gelen bir şüpheyi aklına girmiş gibi bir vehme kapılır, imanına bir zarar geldiğini sanar. Bazen tevehhüm ettiği, varsayım halindeki bir şüpheyi imana zarar veren bir şüphe şeklinde değerlendirir. Bazen da tasarım halindeki bir şüpheyi aklen tasdik edip kabul etmiş bir şüphe gibi görür.
Yani bazı zamanlar, inanca aykırı bir şeyi düşünmeyi küfre girmiş gibi zanneder. Dalalete ve sapkınlığa düşmenin sebeplerini anlamak için düşünce gücünün serbest hareket etmesini, incelemeye girişmesini ve tarafsız değerlendirmesini imana aykırı zanneder.
İşte şeytanın telkinlerinin bir eseri olan şu zanlardan, düşünce ve vesveselerden ürkerek “Eyvah! Kalbim bozulmuş, inancıma zarar gelmiş” der. Bu durumlar çok defa insanın elinde olmadan gelir. Neticede kendi irâdesi ile ıslâh edip düzeltemediğinden de ümitsizliğe düşer. 2858
Vesvese ile Mücâdele Edenlerin Başından Geçenler
Bu konuyu açan, yaşanmış bazı vak’alara yer vermek istiyoruz:
Bir kardeşimiz anlatıyor: “Sıkıntılı bir ânımda tuvalete girmiştim. Sıkıntım daha da artmaya başladı. İçimden bir ses, ‘Allah yok, Hazret-i Muhammed peygamber değil’ diyor ve beni bunu tasdik etmem için zorluyordu. Dayanmaya çalıştım, ama bir el veya pençe kalbimi sıktıkça sıkıyordu. Kalbim fındık kadar olmuştu. Tuvalette olduğum için Allah’ı anmak istemiyordum. Yani dua edemiyordum, sûre okuyamıyordum. Fakat öyle bir an geldi ki, dayanacak gücüm kalmadı. İşte o anda kalbimden, ‘Allah’ım, beni şeytanın eline bırakma’ diye bir ifade geçti, O ana kadar kalbimi limon gibi sıkan o elin veya pençenin parmaklarının bir bir kalbimin üzerinden kalktığını hissetmeye başladım. Bu durum, sıkılan bir süngerin yavaş yavaş bırakıldığında eski halini alması gibi bir şeydi. Kalbim ferahlamış, genişlemişti.”
Vesvesenin en dehşetli olduğu anda Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, insanı kalbî ferahlığa ulaştırmakta ve rahatlatmaktadır.
Başından geçen bir başka olayı da şöyle dile getiriyor kardeşimiz: “Yine bir akşam arkadaşlarla alevilik üzerinde tartışmıştık. Çok sinirlenmiştim. Biraz da ileri gitmiştim, o gece bir rüya gördüm. Daha doğrusu rüya da değildi. Ne uyku, ne uyanıklık, ikisi arası bir şey. İçimden bir ses ‹Rabbim Ali' deyip duruyordu. Tasdik etmem için beni de zorluyordu. Bir süre dayandım. Fakat beni sıktıkça sıkıyordu. Uyanmak istiyordum, uyanamıyordum. Dayanamayacağım bir an gelince, ‹Rabbim Allah, çok şükür, elhamdülillah' dedim. Ve uyandım, hiçbir sıkıntım kalmamıştı, çok rahatlamıştım.”
Şeytan insana değişik yönlerden gelmektedir. Bir taraftan önünü kapatsanız, diğer taraftan karşınıza çıkıyor. Fakat vesveseye kapılan insanın kararlılığı ve
2858] Mehmed Paksu vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, s. 17-47
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyanık davranması şeytanın elini boşa çeviriyor. Ancak her fırsatta vesveseyi fark eder etmez, hemen Rabbimize sığınmalı, Onun rahmetine yönelmeli, yardımı ve kurtuluşu Ondan beklemeliyiz.
Bir başka kardeşimizin anlattıkları soru şeklindeydi: “Ben Allah'ın varlığına ve birliğine inanan bir insanım. Ben ‹Allah bir” diyorum, sanki içimden şeytan ‹Hayır' diyor. Acaba ben şeytanın bu söylediğini söyledim mi, söylemedim mi, acaba imanım gitti mi, gitmedi mi diye vesvese ediyorum ve korkuyorum. Acaba imanım gitmiş midir? Allah'ıma hep dua ediyorum, şu içimdeki şeytanı al ve şeytana uydurma diye devamlı Lâ ilâhe illâllah çekiyorum. İmanımın gitmemesi için ne yapmam gerekiyor?”
Şeytandan gelen bu şekildeki vesveselerle insanın imanına bir zarar gelmemektedir. Kalbe gelen imana aykırı sözler kalbin kendi sözleri değil, bütünüyle şeytana ait safsatalardır. Bundan dolayı bir endişeye düşmemelidir. Zaten siz bunun farkındasınız, Kelime-i Tevhidi söyleyerek şeytandan gelen telkinleri reddediyorsunuz. Bunun için imanınız gitmiyor ki, bir şey yapasınız. Sizin kararlı davranışınız şeytanı yüzüstü geri çevirmeye yetiyor.
Bir hanım kardeşimizin vesvese mücadelesi: Uzun bir süre vesvese baskısı altında kalan hanım kardeşimizin anlattıkları aslında vesveseye kapılan yüzlerce insanın ortak problemini dile getirmekteydi.
“İçimden bir güç beni İslâm dininden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama kalbim uzaklaşmıyordu. Ve namaz. Namaz kıldığım sıradaki vesveselerim yine zordu. ‘Neden kılıyorsun, -hâşâ- Allah yok ki, bu yaptığın jimnastik hareketinden başka bir şey değil, âhiret yok, sakın inanma!' Biliyor musunuz, dizlerim titreyerek ve sırtımdan anlatılmaz derecede terler boşanarak o vaktin namazını kılıyordum. ‹Rabbim' diyordum, ‹ben bu seslere inanmıyorum, ben sadece Sana inanıyorum ve yalnız Seni seviyorum Rabbim' diyordum ve sürekli namaz kılarken ağlıyordum. Düşüncelerim yüzünden hayasızlık ettiğimi düşünüyordum. Bu bir vesveseydi. Her namaz bitiminde sanki bir ordu ile savaştan çıkmış gibi yoruluyordum. Ama namazımı asla bırakmadım, her türlü zorluğa rağmen Rabbime secde etmeye devam ettim.”
Şeytanın en ağır vesvesesi namazda iken gelir. Her seferinde bir başka oyun kurarak insanı namazdan soğutmaya yeltenir. Namazı basite almak, jimnastik hareketi gibi göstermek şeytanın hep kullandığı ve namaza karşı olan bazı kişilere söylettiği sözlerdir. Ancak bu sözlere prim verilmediği zaman şeytan bir zarar verememekte, en azından o an için vazgeçmektedir.
Namazla ilgili vesvesenin bir başka şeklini şöyle dile getiriyordu: “Tesettüre girdikten üç ay sonra bir gün namaz kılarken içimden bir ses işittim. ‹Allah yok ki (haşa), neden namaz kılıyorsun?' Bu sesi duyunca ne yapacağımı şaşırdım. Benden geliyor zannettim. Vesvesenin mâhiyetini bilmiyordum ki... Namazdan sonra tevbe ettim. Bu durum üç gün sürdü. Daha sonra geçti. Galiba o güne kadar yolunda gittiğim şeytanı ve nefsimi kızdırmıştım. Onlardan yüz çevirdiğim için bana saldırmaya başlamışlardı. Ve Cenâb-ı Hakka yöneleli tam bir yıl olmuştu ki, o korkunç imtihan günleri geldi çattı. Çeşitli vesveseler ruhumu rahatsız etmeye başlamıştı.”
Şeytan namaz kılan insanla vur-kaç harbi yapmaktadır. Önemli olan şeytanın
VESVESE
- 531 -
savaş taktiklerini iyi kavramaktır. Vesvesenin geliş şekli bilinirse tedbir almak ve ondan kurtulmak kolaylaşmaktadır. Olanca gücüyle vesvese mücadelesi veren bu kardeşimizin karşılaştığı en rahatsız edici vesvese çeşidi imani meselelerle alakalıdır. Bütün açıklığıyla olayı gözler önüne sermesi, kendi bilgi ve imkânları Ölçüsünde çareler bulması da meselenin sevindirici tarafıdır. şöyle anlatıyordu:
“Bir Ramazan günü, bir tanıdığa iftar yemeğine gitmiştik. Yemek yediğim sırada, bir büyüğüm bize Cenâb-ı Hakkın büyüklüğünü anlatıyordu. Onu dinlerken, bir an için rahatsız olduğumu hissettim. Sanki anlattıklarından sıkılmıştım. Allah'tan bahsetmesini istemiyordum. Bana ne olmuştu ki böyle? O sıralarda bir rahatsızlığım oldu. Şeytan vücudumun zayıf düşmesinden faydalanıp daha çok saldırmaya başladı. Geceleri rahatsızlığım yüzünden uyuyamıyordum. Izdırabım vardı. Ve hastalığımın bir an evvel geçmesi için sürekli Yâsin-i Şerif okuyordum.
“Bir gece yine okurken annemin yanıma gelip, bana kızdığını hatırlıyorum: ‘Yeter artık, başına ne geldiyse çok Kur’an okumaktan, kitap okumaktan geldi’ dedi. Şaşırdım, ‘Anne, nasıl böyle söylersin, Kur’ân-ı Kerimden insana hiç zarar gelir mi?’ dedim. Aslında annemin bir suçu yoktu, onu kullanan yine şeytandı. Anneme öyle söyledim, ama içime korkunç bir düşünce girdi. Annemin söylediği doğru olabilir miydi? Böylece Kur’ân-ı Kerime karşı da bir soğukluk oluşmuştu içimde. Ve vesveseler gittikçe büyüyordu. Ben Allah'a yaklaşmaya çalıştıkça, şeytan bana daha da güçlü saldırıyordu.
“Derken içimde korkunç bir ses oluştu -Hâşâ- ‹Allah yok' sesi. Bu ses ritmik bir şekilde sürekli kulaklarımda çınlıyordu. ‹Ona inanma, O yok' sesleri. O ses ‹Yok' dedikçe, ben ‹Var' diyordum. Onca okuduklarım hep bana Rabbimi anlatmamış mıydı? Kâinat bu kadar muazzam yaratılmışken, Onu reddetmek hangi akla sığardı?
“Sanki içimde iki insan oluşmuştu. Biri çok iyi, biri çok kötü. Sonunda, içimde korkunç bir savaş başladı. ‹Korkunç' tâbirini kullanıyorum, gerçekten korkunçtu, yaşayan bilir. Çoğunlukla şeytan bana vesveseleri imâni mevzularda veriyordu. En zor noktadan bana saldırmıştı. Dimağımı âdeta ele geçirmişti. Ama ele geçiremediği bir tek şey vardı: kalbim... Oraya tesir edemiyordu. Sürekli Rasûlullah’ı kötüleyici fikirler oluşuyordu içimde. Ama o fikirlerin hiçbirini tasdik etmiyordum.”
Evet, insanın içinde iki telkinin tesiri var. Biri meleğin ilhamı, diğeri de şeytanın vesvesesi. Bu iki telkin arasındaki savaş olanca hızıyla sürmektedir. “Kalbimi eline geçirememişti” diyor. Zaten en önemlisi, meselenin bu yönüdür. Yani kalbi şeytandan uzak tutmaktır. Diğer taraftan vesvese insana makineli tüfek ateşi gibi üst üste gelmektedir. Bunun için gelen vesveseden daha hızlı bir şekilde ona karşılık verilmesi gerekir ki, onu bertaraf edelim.
Vesvese hastalığı insana bir defa gelmeye dursun, ondan kurtulmak hakikaten büyük bir gayret istiyor. Çünkü vesvese elvan türlü, biri biter, diğeri başlar. Bunun için mücadeleye ara vermemek gerekiyor. Vesveseyi bir ejderhaya benzeten kardeşimiz şöyle anlatıyordu:
“Şu konu bir türlü dimağımdan çıkmıyordu. Hıristiyan âlemi neden cennete giremiyor. Onların hakkı yok mu? Onlar da Allah’a inanıyor, Allah -hâşâ- haksızlık etmiyor mu? Şeytanın bir başka korkunç vesvesesi. Hâlbuki bu konuyu
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defalarca insanlara izah etmiştim. Bir insan son peygamber Hz. Muhammed'e (s.a.s.) inanmadıkça iman etmiş olmazdı ve iman etmedikçe Cennete giremezdi. Ama o an bunu kendime izah edemiyordum. Vesvese geldiği zaman öyle kolay gitmiyordu. Yedi başlı ejderha gibi, biri bitiyor, diğeri başlıyordu.”
Vesvese mücadelesi veren insanı şeytan boş bırakmadığı gibi, meselenin asıl kaynağını fark edemeyen başta insanın yakınları olmak üzere, bilen bilmeyen herkes bir şeyler söylemektedir. Sinirleri yıpranan hastanın sinir sistemi iyice bozulmakta, hatta psikolojik dengesi alt üst olmaktadır. Öyle bir an gelmektedir ki, hasta derdini kimseye anlatamamaktadır. İşte ifade etmeye çalıştığımız meselenin yaşanmış hali:
“Bir başka vesvese ise kitaplara karşı oldu. Özellikle imâni kitaplara. Kitapları evimde istemiyordum, onlara karşı içimde soğukluk oluşmuştu. Bu arada içimdeki saldırılar yetmiyormuş gibi, dıştan da saldırılara mâruz kalıyordum. İçimdeki bu savaştan dolayı sinir sistemim alt üst olmuştu, ruhî dengem bozulmuştu. Gözüme bir damla uyku girmiyordu. Herkes ‹Bak aşırıya gittin, helak oldun, aklını bozdun, falanca da böyle olmuştu, kafayı bozdu, merdivenleri üçer beşer çıkarsan böyle sırtüstü seni atarlar' gibi sözleri duydukça daha da çıkmaza giriyordum. Kendimi kimselere anlatamıyordum. Bir tek ablam biraz beni anlıyordu. Ah şu insanlar... Hep Rabbime yalvarıyordum, ‹Ne olur Rabbim, beni helak eyleme, sevmekten başka bir amacım yok, ne olur, yardım et' diyordum.”
Yakınları tarafından şefkat kurbanı olan hastayı tutar, psikiyatrise götürürler. Hele doktorun mana ve inanç yetersizliği varsa, hastaya derman olacak derdine dert katar. Olmadı, bu sefer tutarlar cin Musallat olmuş diyerek cincilere götürmeye kalkışırlar. İnsanın hem zamanı gider, hem parası gider, hem de huzuru ve rahatı gider. Anlatmaya devam ediyordu dertli insan: “Daha sonra beni sinir doktoruna götürdüler. Doktorlar da anlamıyordu. ‹Zekâsında hiçbir aksaklık yok' diyorlardı. Sadece sinirleri yıpranmış. Bu arada bana cin musallat olduğunu söyleyenler de oldu. ‹Falanca yerde cinci hoca var, ona götürün' dediler.”
Ama kardeşimiz çareyi çoktan bulmuştur ve uygulamaktadır: “Ben istemiyorum, çünkü her türlü zorluk anında insan sadece Rabbine sığınmalı ve O’na münâcaatta bulunmalıydı. O tür hocalar bence para tuzağı idi. Bu arada vesveseye karşı en güçlü silahım Kur'ân-ı Kerim’di. Gece-gündüz Kur'ân okuyordum. Hattâ öyle çok okudum ki, defalarca hatmettim. Çünkü Kur'ân'ı okurken şeytan bana saldıramıyordu. Ayrıca muavvizeteyn sûrelerini de çok sık okudum ve bol bol salevât-ı şerife getirdim.”
Vesvesesiyle insana zarar vermekten vaz geçmeyen şeytan kişiyi rüyada da rahat bırakmamakta, üstüne üstüne gelmektedir: “Bir gün bir rüya gördüm. Rüyamda korkunç bir mahlûkla karşılaştım. Aramızda şiddetli bir tartışma geçti. Üstüme üstüme gelip sıkıştırmaya başladı: “Seninle hep uğraşacağım.” “Ne zamana kadar?” “Üniversite diplomanı alana kadar.” “Ama ben üniversitede okumuyorum ki...” “Olsun.” “Ya seninle mücadele edemezsem ne olur?” “Helâk olursun!”
Birden uyandım. “Evet, bu düşmandan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Ama sürekli Rabbime sığmıyordum. Ve bu savaş ciddiye binmişti. O bana saldırdıkça, ben daha çok namaz kılıyor, Kur'ân-ı Kerim okuyor, dinî sohbetler dinliyordum. Bu arada nefsimin de saldırılarına mâruz kaldım. Nefis ve şeytan birleşince
VESVESE
- 533 -
korkunç durumlar ortaya çıkıyor. Bu arada ailem bilmedikleri için benim bu duruma sohbetlere çok gitmemden dolayı düştüğümü sanıyorlardı. Onun için derslere beni yollamamaya başladılar.”
Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. O da imanî ve mânevî açığını dinî sohbetlerle telâfi etmeye çalışan insana engel olmamaktır. Çünkü engel oldukça dert iyice müzminleşmektedir.
Vesvese bütünüyle zararlı değildir. İnsanı araştırmaya, meselenin gerçek yüzünü incelemeye götürür. Hatta insanın imanını bile arttırır. Kişiyi Rabbine biraz daha yaklaştırır. Vesvesenin kaynağını bilen ve ona mânevî olarak iman silahıyla cevap veren insan artık imtihanı kazanmıştır. Bu safhadan sonra şeytan ondan bir şey anlamaz hale gelmiştir.
Mücadeleyi sonuna kadar sürdüren kardeşimiz konuyu şöyle bağlıyordu: “Şeytanın saldırıları iki yıl kadar devam etti. Bazen gücümün bittiğini zannediyordum, ama nasıl olduysa tekrar bana güç veriliyordu. Beynimde tarifi imkânsız uyuşmalar oluyordu. Yalnız, bu savaş sırasında imânımın gittikçe güçlendiğini hissediyordum. Zavallı şeytan, bana kötülük yaptığını zannediyordu, oysa onunla her mücadelem Rabbime bir adım daha atmama vesile oluyordu. Ve iki yıl sonra, benimle mücadele etmekten bıkmış olmalı ki vesveseler yavaş yavaş geçmeye başladı.
“Bu arada abdest vs. gibi şeylerde de vesvese veriyordu, ama artık onu tanımıştım, dinlemiyordum. Şimdi ise elhamdülillah bu imtihanı atlattım. Tabii ki bazen arada saldırdığı oluyor, ama gülüp geçiyorum. Zavallı, desiseleri öyle saçma ki, beni güldürüyor. Benim gibi niceleri ile uğraşıyordur kim bilir? Allah yardımcıları olsun.
“Burada rahatlıkla anlattıklarıma bakmayın, nefisle birleştiği zaman şeytanla mücadele etmek çok zordur. Hele yalnızsanız. Ama Allah'a ulaşmak Öyle kolay iş değildir. Demir ateşte ısıtılmadan, dövülmeden şekil alır mı?
“İşte yaşamış olduğumuz zorluklar, maddî ve mânevî musibetler, hepsi birer imtihandır, insanın olgunlaşmasına sebep olur. Cenâb-ı Allah bu zorluklarla kulun sevgisini ölçer. Şunu unutmamalıdır ki, şeytan insanla ölünceye kadar uğraşır. Mühim olan, onun apaçık bir düşman olduğunu anlayabilmemizdir. Bu mücadeleden, bu zorluklardan sonraki mükâfat ise kelimelerle anlatılamaz. Her zahmetin sonu rahmettir. Allah hiçbir kuluna kaldıramayacağı yükü yüklemez. Rabbim cümlemizi nefs ve şeytan denilen iki azılı düşmanın şerrinden muhâfaza eylesin.”
Evet, yaşanan olaylar vesveseyi değişik şekillerde dile getiriyordu. “Tahayyül” ve “tevehhüm” hak ve hakikat gibi telkin ediliyordu şeytan tarafından. İşin sevindirici tarafı, bu kardeşlerimiz meselenin farkındalar. O kadar ıstırap çekmiş olmalarına rağmen şeytanî bir vesvese olduğunu biliyorlar. Kendi bilgi ve imkânlarıyla tedbir ve çarelerini de bulmuşlar ve tatbik etmişlerdir. Ama meselenin asıl merhemi ve ilâcı şöyledir:
Tedavi You
Evet, küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, küfre girdiğini tevehhüm etmek de küfür değildir. Dalaleti tasavvur etmek dalalet olmadığı gibi, dalaleti düşünmek de dalalet değildir. Çünkü bir şeyi hayal etmek vehmetmek, tasavvur
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmek ve düşünmek; aklen tasdik etmekten, kalben kabul etmekten tamamen ayrıdır. Çünkü başta hayal olmak üzere, bütün bu duygular serbest hareket ederler. Kayıt ve hat altına girmezler, irâdenin sınırını tanımazlar. Bunun için kişiyi dinî bir vebale sokmazlar, bir sakınca doğurmazlar. Oysa tasdik ve kabul etmek böyle değildir, bir ölçü ve esasa bağlıdırlar.
Diğer taraftan, bir şeyi hayal etmek vehmetmek, tasavvur etmek ve düşünmek; aklen tasdik etmek, kalben kabul etmek değildir. Ayrıca böyle bir durum şüphe ve tereddüt de sayılmaz. Fakat kişiyi inançsızlığa ve dalalete götüren kelimeler, gereksiz yere devamlı olarak tekrar edilse, kalpte ve zihinde yer edecek olsa, o takdirde ondan gerçek mânada bir şüphe çıkabilir.
Meseleyi tarafsız bir şekilde değerlendirmekle veya insaf adına haksız tarafı haklı görmek gibi bir hale gelir ki, ister istemez yanlışı ve haksızlığı kabullenmeye kadar gidilir. Böylece haklı tarafı tercih etme meyli kırılır ve sonunda insan tehlikeye düşer. Düşmanın ve şeytanın fuzuli vekili olacak bir hal zihnine yerleşir.
Böyle vesvesenin en önemlisi şudur: Vesveseli adam, gerçekleşmesi mümkün olan bir şeyi olmuş gibi birbirine karıştırır. Kendi şartları içinde mümkün olan bir olayı, zihnen de mümkün sanar ve aklen şüpheli vehmine kapılır.
Bunun yanında kelâm ilminin şöyle bir kaidesi vardır: Zatında ve gerçekte mümkün olan bir şey doğru bilgiye aykırı değildir, zihnî zarûrete ters düşmez. Meselâ şu dakikada Karadeniz'in yere batması, suyunun çekilip kuruması mümkündür ve muhtemeldir. Hâlbuki hepimiz Karadeniz'in olduğu yerde durduğunu şüphe götürmez bir şekilde biliyoruz ve inanıyoruz. Fakat bu ihtimal ve olabilirlik bize bir şüphe vermez ve doğru bilgimize zarar getirmez.
Başka bir misal: Güneş bugün batmayabilir veya yarın doğmayabilir. Böyle bir şey yoktur ve olmamıştır. Ancak bu ihtimal, bizim güneş hakkında şu andaki bilgimize ne şüphe verir, ne de zarar...
Bu misallerde olduğu gibi, iman hakikatlerinin mühim bir rüknü olan dünya kapısının kapanıp âhiret kapısının onun yerine açılması gerçeği, yani öldükten sonra tekrar dirilip ebedî yaşama hakikati hususunda akla gelebilecek vehim ve şüphelerin, insanın doğru bilgisine ve imanına zarar vermez. Çünkü bir sebep ve delilden doğmayan bir ihtimalin hiçbir değeri yoktur.
Haşrin geleceği, öldükten sonra insanların dirilip ebedî bir hayata geçecekleri gündüz gibi açık bir gerçektir. Her geceden sonra bir sabahın, her kıştan sonra bir baharın geleceği katiyetinde, insanlığın da ebedî bir geleceği, nurlu bir sabahı, saadetli bir Cenneti olacaktır. Bu dünyayı kuran, insanları burada misafir olarak tutan Zat, onları geçici olarak kabirde bulunduracak, daha sonra huzuruna alacak, mü'mine mükâfatını, zâlime cezasını verecektir. 2859
İnsana Gelen Vesvesenin Hikmetleri
“Bu kadar zararlı olan ve rahatsız eden vesvese belasının mü’mine verilmesinin hikmeti nedir?” diye soru akla gelebilir.
Cevap: Aşırıya kaçmamak, fazla baskın gelmemek şartıyla vesvese asıl
2859] M. Paksu, a.g.e., s. 47-61
VESVESE
- 535 -
itibariyle uyanmaya sebeptir. İnsanı araştırmaya yöneltir, ciddiyete vesile olur. Şu imtihan meydanı olan dünyada bize bir teşvik kamçısı olarak Cenâb-ı Hak vesveseyi şeytanın eline vermiş, insanlığın başına vuruyor. Şâyet fazla incitecek olsa, şeytanı, Rahîm olan Rabbimize şikâyet etmeli ve O’na sığınmalıdır. Bu husus Kur'ân-ı Kerimde şöyle bildirilir: “Takvâ sahipleri kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünürler ve derhal hakkı görüverirler. Şeytanlar ise kardeşleri olan kâfirleri sapıklığa sürükleyip dururlar, bir daha da yakalarını kurtaramazlar.” 2860
Vesvesenin insana veriliş hikmetini birkaç noktada şu şekilde açıklamak mümkündür;
1- Aşırıya kaçıp insanı alt etmemesi, başta abdest ve namaz olmak üzere kişiyi ibâdetten, taatten uzaklaştırmaması, hayatı yaşanmaz ve çekilmez bir hale getirmemesi, imana ve itikada zarar vermemesi kaydıyla vesvese insanı devamlı ayık ve uyanık tutar, gaflete düşmesini önler.
Çünkü vesvese, ebedî düşmanımız olan şeytanın tuzağı ve silâhıdır. Düşmanın silâh ve saldırısına her an mâruz kaldığını bilen insan, ona karşı savunmaya geçecek ve kendi silâhını kullanmasını çok iyi öğrenecektir.
Sınırda nöbet bekleyen veya mevzide düşmanı gözetleyen askeri düşünelim. Böyle bir asker hep tetiktedir. Kulağına gelen en ufak bir gürültü, gözüne çarpan en küçük bir karartı elini silâhına götürür. Şâyet ufaktır, küçüktür diye önem vermezse, kendi eliyle hayatını ve nöbet yerini tehlikeye atmış olur.
Mü'min de her an şeytanın vesvese oklarına ve hücumuna mâruzdur. Bundan kimse istisna değildir. Bunun için hep dikkatli hareket eder, müdafaa halindedir. Silâhını hep hazır bulundurur. Vesvese mikrobuna karşı istiaze, istiğfar gibi manevî antibiyotikleri hemen kullanmaya çalışır.
2- Vesvese, insanı vesveseye kapıldığı mesele hakkında araştırmaya, incelemeye ve öğrenmeye sevkeder. Meselâ, meleklerin varlığı ve gördükleri işler hakkında vesveseye düşen bir insan, birer ruhanî varlık olan meleklerin yaratılışları ve gördükleri vazifeler hakkında araştırmaya girişir, bu konudaki bilgisini arttırır, meleklerle insan arasındaki ilişkiyi öğrenir.
Yine meselâ, namazı kaç rekât kıldığı hususunda vesveseye düşen bir insan, başta namazın vacip ve sünnetleri olmak üzere, sehiv secdesini gerektiren halleri araştırıp öğrenir, bir daha aynı vesveseye kapılmaz.
3- Vesvese insanı ciddiyete götürür. Böyle bir insan gerek imanî meseleleri, gerekse ibâdetlerini ciddiye alır, daha eksiksiz, daha sağlam ve daha titiz bir şekilde yapmaya gayret eder. Çünkü meselesini ciddiye alan, görev ve işine ihlâsla sarılan insana rakipleri, hasımları ve düşmanları zarar veremez.
4- Vesvese, insanın taklidî olan imanını tahkîke, zayıf olan inancını kuvvetlendirmeye vesile olur. Bu açıdan vesveseden fazla korkmamalı. Çünkü iman var ki, onun için vesvese geliyor. Zaman zaman vesvese kuvvetli imana sahip insanlara da gelmektedir.
Meselâ Sahabiler, başta Kur'ân'ın nüzûlü -Hz. Dıhye gibi bazı sahabilerin kılığına girerek de olsa- Hz. Cebrâil'in görünmesi ve Peygamberimizle (s.a.s.) bizzat
2860] 7/A’râf, 201-202
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşüp konuşmaları gibi imanın en mühim üç rüknü olan kitaba, meleklere ve peygamberlere imanı gözleriyle görmüşlerdi.
İşte böyle imana sahip olan Sahabiler, Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle bir soru sorabilmişlerdi: “İçimizden öyle şeyler geçiyor ki, herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük bir suç sayıyor.” Rasûlulluh (s.a.s.), “Gerçekten böyle bir şey hissetiniz mi?” diye sordu. Sahabiler, “Evet, yâ Rasûlallah” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) “İşte sarih, açık açık iman budur.”2861 buyurdular.
Yani, mü’minin ruh ve kalbinde iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve İslâm’a hizmet gibi incilerin varlığını şeytan çok iyi bilmektedir. Bildiği için de göz koymakta, fırsat bulur bulmaz çalıp çırpmakta ve saldırıya geçmektedir. Nasıl ki, hırsızlar başta para ve altın olmak üzere en değerli malların bulunduğu yere girmek isterler; öyle de şeytan, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine vesvese oklarıyla saldırır. Oradan ne çalarsa kendini kazançlı sayar. Bunun yanında yoksul ve boş evlere hırsız uğramadığı gibi, tam takır, kup kuru ve bom boş kalblere de şeytan yanaşmaz, buraları ateşlemez.
Diğer taraftan, mü'min şeytanın vesvesesinden dolayı rahatsız olmaktadır. Bu rahatsızlık aynı zamanda imanın alâmetidir. O insanın kuvvetli bir imana sahip olduğunun işaretidir. Hadiste geçen “mahz-ı iman”, yani imanın tâ kendisi demek budur. Yani insan imanının tehlikeye düştüğünü fark eder etmez, hatalarını anlar, eksiklerini tamamlar, hakiki imanı elde etmek için gayret sarf eder.
Zaten iman her zaman yenilenmeye ve tazelenmeye muhtaçtır. Elbise nasıl eskir ve yıpranırsa, iman da öyle yıpranabilir. Bunun önüne geçmek için tedbirimizi baştan alırız, “Lâ ilâhe illâllah” kudsi kelimesini dilimizden düşürmediğimiz gibi, onun mâna ve muhtevasını da düşünce ve kalbimizle yaşarız.
İnsanı devamlı imanına aykırı hareket etmeye iten başta şeytan olmak üzere nefsi ve gayr-ı meşru arzuları gibi bazı düşmanları vardır. Bu güçler insanın gafletinden fırsat bularak çeşitli hile vesvese ve şüphelerle imanı zedeleyip nurunu söndürmeye çalışırlar.
Bundan başka, insanın farkında olmadan ağzından çıkan bazı söz ve hareketler imanına zarar verecek bir mâhiyet taşıdıklarından, imanın insan üzerindeki etkisini azaltabilmektedir. İmana aykırı olan “silik” sözler o kadar ileri varır ki, imanlı bir insan onu duyduğunda ürperir, böyle bir söz kendisinin içinden geçecek olan imanından şüphe edecek bir hale gelir. Bugün bazı kimselerin ağzından duyduğumuz, bazen de bize soru halinde intikal eden birtakım sözler vardır ki, bunlar sadece bu devirde, zamanımızda değil, asırlar öncesinde de söylenmiştir.
Bunun için mü'minin her vakit, her saat ve her gün imanını yenilemesi, bu şekilde mânevî tehlike ve düşmanlardan korunması gerekir.
5- Vesvese lâkaytlığı atar, miskinliği giderir, tembelliği kaçırır, rehâveti yok eder. Meselâ, atmaca kuşu, serçeye saldırıp avlamaya kalkışmasa serçe insanın eline ayağına dolaşır, ne uçar, ne de kaçar. İlk bakışta atmacanın serçenin üzerine atılması, şefkat ve merhamet duygumuza ters gelebilir; ancak serçenin başka türlü uçma kabiliyeti ve düşmanlarından korunma alışkanlığı gelişmezdi. Bu saldırı ve kaçış, bir eğitim, bir antrenman sayılmaktadır.
2861] Müslim, İman 209
VESVESE
- 537 -
Vesveseye müptela olan insan da, bu sayede şeytanla mücadele etmesini öğrenir, şeytana galibiyet fırsatı vermez, devamlı bir mücahede şuuru içinde yaşayarak bir çekirdek halinde bulunan iman ağacını yeşillendirir, ibâdet kabiliyetlerini geliştirir, üzerindeki tembellik ve rehavet paslarını temizler ve her an tetikte bekleyen bir fedâi gibi görür kendini...
İşte bütün bunlar için, Cenâb-ı Hak şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında, bir teşvik kamçısı olarak vesveseyi şeytanın eline vermiş, insanın başına vuruyor. Şâyet fazla incitse Cenâb-ı Hakka şikâyet etmeli, Euzübillâhi mine’ş-şeytânirracîm demeli, O’na sığınmalıdır. 2862
Vesvese En Çok Kimlerde Görülür?
Birincisi: İbâdetlerine dikkat etmeyen, dinî vazifelerini yerine getirmeyen, şuurlu bir İslâmî yaşayışta olmayan kimselerde vesvese pek bulunmaz. Vesveseden ziyade bu insanlar, farkında olmadan şeytanın telkini altındadırlar. Şeytanın istediği bir hayat seyrinin yolcusu olmuşlardır.
Bunun için vesvese daha çok imanda terakki etme yoluna giren, dinî hayatına dikkat eden, elinden geldiği kadar ibâdetlerini yerine getiren, yakasını şeytanın elinden kurtarmaya çalışan, kalbini İlâhî nurun aynası yapmaya gayret eden mü'minlerde görülür. Çünkü şeytanın tesir sahasından kurtulup meleklerin ilhamına kulak veren bu insanı şeytan kıskanmakta ve onu rahat bırakmamaktadır.
Şeytan, bu mü’minin yolunun üzerine çeşitli tuzaklar kurar, devamlı fırsat kollar, müsait bulduğu an, kalbi hedef alarak hemen silâhını ateşler ve yaralar açar. Bir kere yara açtıktan sonra artık bu yaranın içinde vesvese mikropları üremeye başlar ve bazen iyice azıtırlar. Zaman içinde öyle bir hal alır ki, bu insan her halinde şüphe ve vesvese etmeye başlar.
İkincisi: Vesvese, asabi, hassas, titiz, kılı kırk yarar tarzda bir yaratılışa sahip olan insanlarda çok daha fazla görülür. Vesveseye mâruz kalan insanların çoğuna, “Hassas bir insan olmalısınız” diye sorduğunuzda müsbet cevap alırsınız. Hattâ böyle insanları, “hararetten nem kapar” diye tarif ederler. Ayrıca vesveseye müptela olan bu insanlar bünye itibariyle de zayıf bir yapıya sahiptirler. En küçük bir kıvılcımdan alev alan vesveseli insanın kalbi, şeytanın telkinlerine karşı hazır bir zemin gibidir. 2863
İmam Gazâli’ye Göre Kalbin Mâhiyeti, Vesvese ve Kurtuluş Yolları
Kalbin Mâhiyeti ve Kalbe Gelen Düşünceler
Kalbin Mâhiyeti: Kalb, kurulmuş bir çadır gibidir, kapıları vardır. Her kapısından kendisine haller gelir. Kalb hedefe benzer, ona her taraftan oklar atılır.
Kalb dikili bir aynaya benzer, üzerindeki çeşitli sûretlerin çeşitli akisleri geçer. Bir sûretten sonra başka bir sûret aynada görünür. O ayna bu geçen sûretlerden boş değildir. Kalb bir denize benzer. Çeşitli nehirlerden o denize sular akar.
Her hâl ü kârda kalbe akan bu yeni yeni eserlerin giriş noktaları ya beş
2862] M. Paksu, a.g.e., s. 61-66
2863] M. Paksu, a.g.e., s. 66-67
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duyudandır veya iç duyulardandır. İç duyulara gelince, bunlar hayal, şehvet ve öfkedir. İnsanın mizacında var olan ve ondan meydana gelen ahlakın esası ise şudur: İnsan bu duygularla bir şeyi idrak ederse kalbte ona ait bir tesir meydana gelir. Meselâ, çok yemek yemekle güçlenen mizaç sebebiyle şehevi duygu heyecana gelir, dolayısıyla kalbte tesirini gösterir. Şâyet şehevi duygu bastırılırsa hayal gücü devreye girer ve bir şeyden diğer şeye intikal etmeye başlar. Bu intikal sonunda kalpte üst üste değişiklikler olur. Kalbin değişmesi ve etkilenmesi devamlı bu sebeplerdendir. Kalpte meydana gelen eserlerin en güzeli hâtıralardır. Hâtıralardan gaye, kalpte meydana gelen fikir ve zikirlerdir. Bunlardan gaye, yenilenme ve hatırlama yoluyla gelen ilimlerdir. İşte bu ilimlere hatıra denir. Çünkü bunlar, kalb kendilerinden gafil olduktan sonra kalbe gelirler.
İrâdeyi harekete getiren hâtıralardır. Çünkü niyet, azim ve irâde, istenen mânâ kalbe geldikten sonra peyda olur.
Kalbe Gelen Hâtıralar ve Çeşitleri: Fiillerin başlangıcı hâtıralardır. Arzuyu harekete geçiren hâtıralardır. Arzu azmi, azim niyeti, niyet de azayı harekete geçirir. Arzuyu harekete geçiren hâtıralar olduğuna göre; güzel sonuç doğuran ve kötü sonuç doğuran hâtıralar olmak üzere hatıra ikiye ayrılır. Güzel sonuç veren hâtıralara ilham denir. Kötü sonuç veren hâtıralara da vesvese denir.
Bu hâtıralar hâdistir, sonradan meydana gelmedir. Her hâdisin bir muhdisi vardır. Hâdiseler ne kadar değişik olursa, sebepleri de o nisbette değişik olur. İşte neticeleri sebeplere bağlamadaki İlâhî kanundan anlaşılan budur. Evin orta yerinde bir ateş yakılsa, duvarları ateşin ışığıyla aydınlanırken, tavanı da isiyle kararır. Buna göre aydınlığın sebebi ayrıdır, kararmanın sebebi ayrıdır.
Bunun gibi kalbin nurlanmasıyla kararmasının sebepleri de ayrıdır. Güzel sonuç veren hâtıranın sebebine melek, kötü sonuç veren hâtıranın sebebine de şeytan denir.
Kalbi hayır ilhamına hazırlayan lütfa tevfik denir. Şeytanın vesvesesini kabule hazırlayan kuvvete de iğvâ ve hizlan denir.
Melek ve Şeytanın Kalpteki Yeri
Çeşitli mânâlar çeşitli isimler ister. Meleğin özelliği hayrı ulaştırmak, ilmi anlatmak, hakkı keşfetmek, hayrı vaad etmek ve iyiliği tavsiye etmektir. Allah meleği bunun için yarattı ve insanların hizmetine verdi.
Şeytanın özelliği de tamamen meleğin aksinedir. Şeytan şerri, kötülüğü vaad eder, çirkin şeyleri telkin eder; hayır ve iyilik yapılacağı zaman kişiyi yoksullukla korkutur.
Vesvese ilhamın, şeytan meleğin, tevfik de hizlanın karşılığıdır. Kalb ise şeytanla melek arasında döner durur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bir hadislerinde: ‘’Kalbe iki yönden baskı gelir: Birisi melektendir, hayrı vaad eder, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu hisseden kimse bilsin ki, bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Diğeri de vesvesedir, şeytandan gelir ve şerre teşvik eder, hakkı reddeder, hayırdan uzaklaştırır. Kalbinde bunu hisseden kimse şeytanm şerrinden Allah'a sığınsın' buyurdu ve sonra, ‹Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder' mealindeki âyeti okudu.
VESVESE
- 539 -
Kalbin Melekleşmesi ve Şeytanlaşması
Kalb, yaratılışı itibariyle ilhamla vesveseyi kabul edecek yapıdadır. İnsan bunlardan birini tercih etmekle karşı karşıyadır. Yani ya vesveseye kapılarak şehvetine uyar, heva ve hevesinin peşinden gider veya bunlardan yüz çevirerek hayra yönelir.
İnsan, şehvetine, gazabına ve hevasına uyarsa şeytanın tasallutuna kapılır. Böyle bir kalb şeytana yataklık yapıyor demektir. Çünkü heva şeytanın yuvasıdır. İnsan şehve-tiyle mücadele eder ve onu kendine Musallat kılmaz da melek ahlakına bürünürse, kalbi meleklerin dolup taştığı bir merkez haline gelir.
Ne zaman ki insan; şehvet, gazap, hırs, tama, tul-u emel ve benzeri kötü hasletlerle içice olursa, şeytan vesvesesiyle kalb sahasında at oynatır.
Yine ne zaman ki insan nefsî arzularına uyarak dünya sevgisi kalbe galebe çalarsa şeytan vesevese için yol bulmuş olur. Ne zaman ki, kalb Allah'ın zikriyle meşgul olursa, şeytan ondan uzaklaşır, kalbe girme imkânı daralır, yerine hemen melek geçer ve ilhama başlar. Şeytan ve meleğin askerleri arasındaki koşuşturma, birinin üstün gelip açılan kapıdan içeri girmesine ve orada yer tutup oturmasına kadar savaş kalbin çevresinde devam eder.
Nice kalbler var ki, oraları şeytanın ordusu fethetmiş ve sahip olmuştur. Ahireti arka plâna atıp dünyayı tercih eden vesveselerle kalbi doldurmuşlardır. Bunların kalbi istila etmesinin birinci yolu şehvet ve hevaya uymaktır. Bundan sonra kalb ancak şeytanî güçlerden boşaltılmakla yeniden fethedilir. O güçler de heva ve şehvettir. Bunları boşalttıktan sonra, kalbi zikirle tamir etmek gerektir.
Câbir bin Ubeyd diyor ki: Alâ bin Ziyad'a içimdeki vesveseden şikâyet ettim. Şöyle bir açıklama yaptı: “Kalb, İçine hırsız giren bir eve benzer. Hırsız girdiği evde işine yarayan bir şey varsa alır çıkar, yoksa sağa sola dönüp durur, bir şey bulamazsa da evi terk eder gider. Bunun gibi heva ve heves olmadığı kalbe şeytan girmez. Nitekim âyette şeytana şöyle demektedir: ‘Benim ihlâslı kullarım üzerinde senin hiçbir gücün yoktur. Onlara vekil olarak Rabbin yeter.” 2864
Kalbi Vesveseden Korumanın Yolları
Vesveseden kurtulmanın çaresi, kalbe vesveseyi veren şeyden başka bir şey koymaktır. Allah’ı zikirden başka kalbe ne koyarsan, şeytanın vesvesesine yardımcı olur. Kalbi şeytanın vesvesesinden koruyan şey ise ancak Allah’ı anmaktır. Çünkü Allah’ı anmakla şeytanın nasibi kesilir. Bir şey ancak zıddıyla tedavi edilir. Şeytanın vesvesesinin zıddı da Allah’ı anmak ve Allah’tan yardım istemektir.
İşte “Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm velâ havle velâ kuvvete illâ billahi'l aliyyi'l-azîm” sözlerinin mânası budur. Buna kendilerine Allah'ın zikri galebe çalan takvâ sahipleri yol bulur. Şeytan bu kimselerin etrafında çapulcu bir hırsız gibi dolaşır durur. “Takvâ sahipleri, kendilerine Allah’tan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünürler ve derhal hakkı görüverirler.” 2865
“Min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs” âyetinin tefsirinde İmam Mücahid der ki: “Hannâs kalbe yayılır. Allah’ı zikrettiği vakit toparlanıp kaçar. Kalb gaflete dalınca yine
2864] 17/İsrâ, 65
2865] 7/A’râf, 201
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hannâs faaliyete geçer. Âdeta karanlık ile aydınlığın çarpışması gibi çarpışıp dururlar. Işığın gelmesiyle karanlığın kaybolması gibi, Allah’ın hatırlanmasıyla da şeytan uzaklaşır. Bunlar birbirlerinin zıddı oldukları için Allah Teâlâ bunlar hakkında, “Şeytan onları hakimiyetleri altına aldı ve Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun, şeytanın taraftarları hüsrana düşenlerin tâ kendileridir”2866 buyurmuştur.”
Enes bin Malik’in rivâyetine göre Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
‘Şeytan hortumunu insanoğlunun kalbinin üzerine koyar. Allah’ı hatırlarsa oradan uzaklaşır; Allah’ı unutursa, kalbini yutar.”; “Şeytan insanın kan damarlarında dolaşır. Şeytanın dolaştığı yolları açlıkla daraltınız.”
Şeytanın Mâhiyetini İncelemenin Zararı
“Şeytan latif bir cisim midir, değil midir? Cisim değilse insanın bedenine nasıl girer?” gibi sözlerle şeytanın beden yapısını inceleyen insanın hali koynuna yılan giren adama benzer. Böyle bir insanın yapacağı ilk iş, bir an önce yılanı çıkarıp atmak, zararından kurtulmaktır. Oysa bu adam yılanı çıkarıp atmıyor da, şeklini, rengini, uzunluğunu incelemekle meşgul oluyor. Bu ise cehaletin tâ kendisidir. İnsanın yapacağı ilk iş, düşmanı kendinden uzaklaştırmaktır.
Bunun yanında düşmanın gücünü ve silahını da iyi bilmek gerekir. Şeytanın silahı, hevâ, heves ve şehvettir. Böylece hâtıralardan bir kısmının şerre dâvet ettiğini ve bunların vesvese olduklarında şüphe olmadığı gibi, bir kısmının da hayra dâvet ettiğini ve bunların ilham olduğunu bilmek gerekir.
İlhamla Vesvese Nasıl Ayırt Edilir?
Meleğin ilhamı ile şeytanın vesvesesi arasında tereddüt veren hâtıralar vardır. Şeytanın hilelerinden biri de şerri hayır gibi göstermesidir. Bunu ayırmak zordur. Çokları buradan tehlikeye düşer. Şeytan bu gibi insanları açıkça kötülüğe dâvet edemez, bunun yerine kötülüğü iyilik gibi göstermeye çalışır.
Kalbe gelen hâtıraların ilham veya vesvese olduğu ancak takvâ nuru, basiret ve ilim kabiliyeti ile öğrenilebilir.
Şeytan Nasıl Zayıf Düşürülür?
Bir kişi Hasan Basri'ye sordu: “Ey Ebâ Said şeytan uyur mu?” Hasan Basrî gülümseyerek dedi ki: “Şeytan uyusaydı da biz de rahat etseydik!”
O halde hiçbir zaman ehl-i iman şeytandan kurtulamaz. Ama, her Müslüman için, şeytanı defetmenin ve zayıf düşürmenin bir yolu vardır. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Yolculukta insan devesini zayıflattığı gibi, mü'min de şeytanını zayıflatabilir.”
Kays bin Haccac der ki: “Şeytanım bana, ‘senin yanına geldiğim zaman besili hayvan gibiydim, şimdi ise kuş kadar bile kalmadım' dedi.” “Neden böyle oldun?” demem üzerine, “Allah'ı zikretmekle beni erittin” dedi.
İşin zor tarafı, şeytana açılan kapıların pek çok, meleğe açılan kapıların tek olmasıdır. O tek kapı ise o çok kapının içine karışmıştır. Bu durumda insanoğlu
2866] 58/Mücâdele, 19
VESVESE
- 541 -
karanlıkta birkaç yöne giden ve yolun ortasında şaşkın bir halde kalmış gibidir. Güneş doğup da çevresini açık gözle görmedikten sonra gideceği istikameti kestiremez.
Buradaki açık göz, takvâ ile cilalanmış kalb gözüdür. Doğup parlayacak güneş de yolların bataklık taraflarını gösteren kitap ve sünnetten istifade edilen ilimdir. Ancak bu sayede yolunu bulabilir. Yoksa yollar çok ve hepsi karanlık ve bataklıktır.
Abdullah bin Mes'ud diyor ki: Birgün Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bize düz bir çizgi çizdi ve ‹İşte bu yol Allah'a giden yoldur' buyurdu. Sonra o çizginin sağma ve soluna bazı çizgiler çizdi ve ‘Bu yollar yok mu? Bu yolların herbirinin başında bir şeytan durur ve insanları bu yola dâvet eder’ buyurdu. “Daha sonra şu âyeti okudu: “İşte, Benim dos doğru yolum budur. Siz de ona uyun. Başka yollara sapmayın ki, sizi fırkalara bölüp Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınasmız diye Rabbiniz size bunları emretti.” 2867
Şeytanın Kalbe Giriş Yolları
Kalb bir kale, şeytan da o kaleye girmek isteyen bir düşman gibidir. Şeytan kaleyi fethedip sahip olmak ister. Kaleyi düşmandan korumak, ancak kapılarını sağlamlaştırmak ve gediklerini kapatmakla mümkündür. Kalenin kapılarını ve gedik yerlerini bilmeyen adam, elbette kaleyi koruyamaz.
Kalbi şeytanın vesvesesinden korumak herkes için farz-ı ayndır. Farza ulaşmak için lazım olan şey de farzdır. Şeytanın kalbe giriş yol ve kapıları kişinin vasıflarıdır. Onlar ne kadar çok olursa şeytanın kapıları da o kadar çok olur. Kalbi korumanın çaresi, bu yolları kapamaktır. Bu da, kalbi kötü huylardan temizlemekle mümkündür. Bu huyların kökleri kalpten kesilip kapıları kapansa bile yine de şeytanın kalbe giden birtakım tehlikeli yolları vardır, istikrarlı değildir.
Allah'ı zikretmek, şeytanı kalbe uğramasını engeller. Zira gerçek zikir, kalbi takvâ ile tamir ettikten ve kötü sıfatlardan temizledikten sonra kalpte yerleşir. Böyle olmazsa zikrin kalb üzerinde bir hâkimiyeti olamaz ve şeytanın baskısını önleyemez.
Şeytan Aç Köpek Gibidir
Şeytan aç bir köpek gibidir. Köpek sana yaklaşır. Önünde et ve ekmek gibi yiyecek bir şey yoksa “defol git” demekle köpek uzaklaşır gider, fakat yiyecek bir şey varsa, kovmakla oradan uzaklaşmaz.
Şeytan da böyledir. Şâyet kalpte bir kuvveti yoksa yalnız zikirle oradan uzaklaşır. Şâyet şehvet kalbe galebe çalmışsa, zikrin hakikati kalbin kenarına doğru iner, fakat ortasında yerleşemez. Böylece yine şeytan kalbin merkezine hakim olur. Fakat heva ve kötü sıfatlardan temizlenmiş olan takvâ sahiplerinin kalbine gelince, şeytanın buraya girmesi şehvet yönünden değil, zikirden ayrı kalmasından dolayıdır. Kalb zikre döndüğü zaman şeytan geri çekilir.
Namaz Kılarken Gelen Vesvese
Şöyle bir düşün: İbâdet ve zikrin son sınırı namazdır. Kalbine dikkat et, bak, namazda iken şeytan kalbini nasıl sokaklara götürür, nasıl âlemin hesaplarını
2867] 6/En’âm, 153
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gördürür? Nasıl inatçı insanlara cevaplar hatırlatır ve nasıl seninle birlikte ovaları, dağları dolaşır? Sonunda öyle bir hale gelir ki, namazdan önce unuttuklarını sana namazda hatırlatır.
Şeytan bilhassa namaz kılarken kalbe hücum eder. Namaz kalbin mihenk taşıdır (ölçüsüdür). Kalbin iyilik ve kötülüğü namazda belli olur. Dünya şehvetleri ile dolu olan kalblerden gelen namaz kabul olmaz. Görüyorsun ki, namazda da şeytan uzaklaşmıyor, belki vesveselerini arttırıyor. Tıpkı gereken perhizi yapmadan alınan bazı ilaçların verdiği zarar gibi. Şâyet şeytandan kurtulmak istersen, her şeyden önce takvâ ile perhiz yap. İşte o zaman Hz. Ömer'den kaçtığı gibi, şeytan senden de kaçar.
Vesvese, Hemm, Hatır ve Kasıd Nedir?
İnsan hangilerinden sorumlu olur, hangilerinden bağışlanır? Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim, hatırına gelen şeyleri konuşmadıkça veya yapmadıkça mes’ul değildirler.”
“Allah Teâlâ hafaza/muhâfız meleklere der ki: ‘Kulum bir günah yapmaya hemm (teşebbüs) ettiği zaman, bu hemminden (teşebbüsünden) dolayı ona bir şey yazmayın. Şâyet o günahı işlerse, ona bir kötülük yazın. Kulum bir iyiliği hemmettiği zaman, hemen ona bir sevap yazın. Şâyet hemmettiği iyiliği yaparsa onu on misli ile yazın.”
“İyiliği hemmedip yapmayana bir sevap, iyiliği hemmedip yapana yedi yüze kadar mükâfat verilir. Kötülüğü hemmedip yapmayana bir şey yazılmaz, yapana ise bir günah yazılır.”
“Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu: “Kulum bir günah yapmayı içinden geçirdiği zaman, onu yapmadıkça bağışlarım.”
Kalbin Dört Hali
a) Kalbe gelen ilk şey hatır’dır. Meselâ insan arkasından gelen bir kadının sûretini hatırında canlandırır. Öyle ki ardına dönüp baksa kadını görecek. Buna hatır ve hâdis-i nefis denir.
b) Heyecan, arzu, meyl-i tabii. O kadına dönüp bakmaya meyletme tabiatında olan şehvetin harekete geçmesi demektir.
Bunların her ikisi insanın irâde ve isteği dışındadır. Bunlarla kul sorumlu tutulmaz, aksi takdirde bu, gücü yetmediği bir şeyi ona yüklemek mânâsına gelir ki, bu câiz değildir.
Müslim’in Ebû Hüreyre’den beyanına göre, “İçinizdeki şeyi ister açığa çıkarın, ister gizleyin, Allah onunla sizi hesaba çeker.”2868 âyeti nâzil olunca Sahâbe-i Kiram Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek sordular: “Yâ Rasûlallah, gücümüzün yetmediği şeyle mükellef tutulduk. Çünkü hatırımızdan öyle şeyler geçer ki, onların kalbimizde durmasına asla râzı değiliz. Üstelik bundan hesaba çekilirsek halimiz nice olur?” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) “Yoksa siz de Yahûdiler gibi, ‘duyduk da isyan ettik’ mi demek istiyorsunuz. Öyle yapmayın, duyduk ve itaat ettik deyin” buyurdu. Ve bir sene sonra, “Allah kimseye gücünden fazlasını teklif etmez”2869 âyeti nâzil oldu.
2868] 2/Bakara, 284
2869] 2/Bakara, 286
VESVESE
- 543 -
c) Kalbin hükmü. Yani kalbin o arkadaki kadına bakmasına hüküm vermesidir. Tabiat bir şeye meylettiği zaman engeller kaldırılmadıkça himmet ve niyet meydana gelmez. Çünkü bazen utandığından, bazen da korktuğundan düşündüğünü yapamaz. Buna da itikat denir. Yani “Evet, bu işin yapılması uygundur” diye kalbin hükmetmesidir.
d) Hemm, niyet, kasd: Arkadan gelen kadına bakmak için kesin karar vermek, azmetmek ve niyet etmektir. Buna da bilfiil hemm denir. İnsan bundan mes'uldür. Fakat hemmettiği bu işi yapmadığı zaman, şâyet Allah korkusundan pişman olmuşsa buna sevap yazılır.
Bu meselenin delili şu hadistir: “Melekler, ‘Yâ Rabbi, şu kulun kötülük yapmayı istiyor’ derler. Allah Teâlâ en iyisini bilir, fakat meleklere, ‘Onu gözetleyiniz, niyet ettiği bu kötülüğü işlerse onun defterine bir günah yazın. O kötülüğü yapmazsa bir sevap yazın. Çünkü o kötülüğü Benim rızam için terk etmiştir.”
Hemm başlangıçta zayıf olabilir. Fakat kalb birinci derecedeki hatıra meylettiği zaman nefsi kendine doğru çeker ve bu sayede hemmi kuvvetleşerek kararlı bir irâde haline gelir, irâde de kesinlik kazanınca bazen pişman olup o işten vazgeçebilir. Bazen bir sebeple unutur ve yapamaz ve benzeri sebepler işi güçleştirebilir. Demek ki, uygulamaya geçmeden önce kalbin dört hali vardır:
Hatır, Meyl, İtikat ve Hemm Nedir?
Hatır ile kalb sorumlu tutulmaz. Zira bu durum kişinin istek ve irâdesinde değildir. Bunun gibi meyil, heyecan ve şehvet ihtiyarî olmadıkları için onlardan mes’ul değildir.
“İyilik kalbin huzur bulup rahat ettiği şeydir. Bunun aksine, cevaz fetvası verseler de yine böyledir” Hatta biz de deriz ki, müftünün kalbi bir şeyin olması için hükmetse, hata olsa da mükâfatı vardır.
Meselâ abdest aldığını zanneden kişi hemen namazını kılmalıdır. Namazı kıldıktan sonra abdestsiz olduğunu hatırlasa da o namazın mükâfatını alır. Fakat abdestsiz kıldığını hatırladığı halde yeniden abdest alıp namaz kılmazsa günahkâr olur.
Mücerret hâtıra ve insana galip olan haller namaz dışında bazı düşüncelerden doğar. Allah’ı zikrettiği zaman bu vesvese uzaklaşır, zikirden kesilince gelir. Böylece birbirini takip eder.
Zikirle vesvesenin bir arada bulunması da mümkündür. Hatta insan hem okuduğu Kur'ân'ın mânâsını, hem de vesveseyi birden anlayabilir. Öyle ki bunlar kalbin ayrı ayrı iki yerinde durabilir.
Vesvesesiz Namaz Kılınabilir mi?
Bu kabil vesvesenin hiç hatıra gelmeyecek şekilde, bütünüyle yok edilmesi çok uzak bir ihtimaldir. Bununla beraber mümkün olmayan şeylerden de değildir.
Bu hususta Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Dünyalıktan hatırına hiçbir şey gelmeden iki rekât namaz kılan kimsenin günahları bağışlanır.”
Şâyet böyle namaz kılmak mümkün olmasa, Rasûl-i Ekrem böyle bir şey buyurmazdı. Ancak böyle bir hal her kalbte değil, İlahi sevgi ile dolan kalblerde
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olur. Allah sevgisi ile dolu muhabbet deryasına dalmış olan gönüller hatırına başka bir şey gelmeyecek şekilde, içinden sevgilisi ile sohbete dalar, hatta başkası bir şey söylese dahi onu duymaz olur. Öyle ki, önünden bir adam geçecek olsa onu görmez. Ne var ki, Allah ve ahirete iman zayıflığından dolayı bu gibi insanlar çok az bulunur.
Peygamberimize Vesvese Gelir miydi?
Şeytandan bir an veya bir saat, yani kısa bir müddet uzaklaşmak mümkündür. Fakat ömür boyu ondan kurtulmak cidden zordur. Şâyet bir insan şeytanın heyecana sürükleme, arzu ve hâtıra yolu ile vesveselerinden kurtulabilseydi, Rasûl-i Ekrem’in kurtulması gerekirdi.
Rasûl-i Ekrem namaz kılarken gözü cübbesinin damgasına ilişti. Selâm verince cübbeyi kaldırıp attı ve, “Bu cübbe beni namaz kılarken meşgul etti. Bunu Ebû Cehm'e götürün ve onun damgasız olan cübbesini bana getirin” buyurdu. Bir seferinde Rasûl-i Ekrem’in parmağında altın bir yüzük vardı. Minberde hutbe okurken gözü yüzüğe takıldı ve yüzüğü parmağından çıkarıp attı. Buyurdu ki: “Bir ona, bir de size bakıyorum.” Yani, böyle şey olmaz. İşte bu elbisenin damgasına ve altın yüzüğüne bakmayı harekete geçiren kuvvet şeytanın vesvesesidir. (Bu mesele, altının erkeklere haram olmasından önceydi. Bunun için Rasûlullah (s.a.s.) altını kullandı ve sonra da attı.)
Dünya malının, altının ve gümüşün vesvesesi, onları kalb-den ancak atmakla kesilir, onlardan ayrılınca vesvese de kalmaz. İhtiyacından fazla malı bulunan kimse bir altın da olsa altını düşünmek hususunda namazda kendisine vesvese vermekten şeytan boş kalmaz. Bu altını nasıl koruyacak, nereye verecek, başkasının bilmeyeceği şekilde nasıl gizleyecek veya onu gösterip de övünecek gibi çeşitli vesveseler verir durur.
Vesveseden Rahatsız Olan Adamın Hali
Var gücüyle dünyaya sarılıp tırnaklarını dünyaya takan ve sonunda da şeytanın vesvesesinden kurtulmak isteyen kimse elini bala batırdıktan sonra eline sineklerin konmayacağını sanan kimse gibidir ki, bu olmaz. Dünya, şeytanın vesvesesi için en büyük kapıdır. Bununla beraber onun pek çok kapıları vardır. Bunları korumak zordur.
Şeytanın Vesvese Verme Yolları
Şeytan insana önce günah tarafından vesvese verir. Bunu başaramazsa nasihat tarafından gelir, ona bid'atları güzel gösterir ve İnsanı bid'atlere sürükler. Bunu da başaramazsa, ona güçlükleri ve zorlukları teklif eder. Hatta birçok helâl ve mubah olan şeyleri ona haram olarak göstermeye yeltenir. Bu yoldan da bir şey anlamazsa, abdest ve namazında onu şüpheye düşürecek şekilde vesvese vermeye başlar. Bunda da başarı gösteremeyince bu sefer iyilikleri ona kolay gösterir, her çeşit ibâdeti sabır ve metanetle yerine getirir. Maksat, insanların kendisini görüp bahsetmelerini sağlamaktır. Böylece kendi kendini beğenmiş olur ve buradan felakete gider. İnsanoğlu şeytanın bu engelini de aşabilirse Cennete gider.
Kalpte Melek-Şeytan Mücâdelesi
Kalb, her taraftan yağan okların bir hedefidir. Atılan oklardan biri kalbe
VESVESE
- 545 -
isabet ettiği zaman ondan müteesssir olur ve onun tesirinde kalır. Başka taraftan bunun zıddı olan bir şey isabet ederse bu defa vaziyeti değişir. Meselâ şeytan gelip kalbi kötülüğe çağırdığı zaman bir taraftan melek gelir iyiliğe çeker, öbür taraftan da şeytan gelir kötülüğe çağırır. Başka bir şeytan gelir diğer bir kötülüğe çeker. Başka bir melek gelir, bir iyiliğe dâvet eder. Bazen iki melek, iki şeytan arasında çekişme olur. Hiçbir zaman boş kalmaz. İşte buna işaret olarak Allah Teâlâ “Onların kalblerini ve gözlerini çeviririz.” 2870 buyurur.
Kalbin Hayra ve Şerre Yönelme Şekilleri
Kalb, hayır ve şer üzerinde sebat etmede ve tereddüt göstermede üçe ayrılır:
a. Kötülüklerden Arınıp Takvâ ile Temizlenen Kalb
Bu kalbe melekût âleminden ve gayb hazinelerinden güzel hâtıralar akar. Akıl da hayırların inceliklerini anlamak için kalbe gelen hâtıraları anlamaya yönelir. Bu hâtıraları yaymanın gereğine hükmeder ve onları yaymaya teşvik eder.
Bundan sonra melek kalbe bakar, kalbi, kendi cevherinde arınmış, takvâ ile temizlenmiş, akıl ışığıyla aydınlanmış, marifet nuruyla imar edilmiş bulur. Melek böyle bir kalbi kendine mesken edinir. Kendi askerleriyle kalbe yardım eder, o kalbin sahibini hayırlara yöneltir. Artık bu ilahi nura karşı hiçbir şey gizli kalmaz.
Bu kalpte şeytanın hilesi revaç bulamaz. Şeytan uzakta durur, parlak ve yaldızlı sözlerle aldatmaya çalışsa da, kalb ona iltifat etmez. Kalb bu gibi tehlikelerden temizlendikten sonra kurtuluşa erer, İşte Allah'ın rahmetiyle yöneldiği kalb bu kalbdir. Kur'ân-ı Kerim bu kalbi şöyle anlatır: “Onlar, iman eden ve kalbleri Allah’ın zikriyle huzur bulan kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.” 2871
b. Hevesle Dolu Rüsvay ve Perişan Olmuş, Kötü Huy ve Pis Şeylerle Kirlenmiş Kalb
Bu kalpte kötülük şöyle başlar: Nefsin kötülükleri kalbe dökülür ve orada kökleşir. Sonra kalb fetva almak ve doğruyu bulmak için aklın hükmüne müracaat eder. Hâlbuki akıl. nefse hizmet etmeye alışmış ve onunla ünsiyet etmiştir. Nefis devamlı olarak kalbe hileler hazırlamıştır. Bunun için nefis aklı istila eder ve ona galebe çalar.
İnsanın içi nefsin istekleri ile dolar, şişer ve akim askerlerinin savunmasını köreltmek için heva zulmetleri kalbe yayılır. Böylece şeytanın sultası güçlenir. Çünkü hevanın etrafa dağılmasıyla şeytanın çevresi genişlemiş olur. Böylece şeytan kalbe hücum eder, kötülükleri süsler, insanı kibir ve gurura kaptırıp aldatır.
Neticede imanın gücü azalır, âhiret korkusundan meydana gelen yakın nuru söner. Çünkü heva ateşiyle kalbin içini zifiri bir duman bürümüş ve her tarafım doldurmuştur. Sonunda kalbin nuru söner.
Akıl, kapakları dumanla dolmuş göze benzer, artık göremez hale gelir. İşte kalbe üstün gelen şehvet böyle yapar. Bundan sonra kalbin durup düşünme imkânı kalmaz. Kişi hiçbir öğüt dinlemez olur, kör ve sağır hale gelir. “Hevâsını,
2870] 6/En’âm, 110
2871] 13/Ra’d, 28
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arzusunu kendisine mâbud edinip onun her emrine uyan kimseyi gördün mü? Sen onu bundan alıkoyacak bir muhâfız mısın? Yoksa zanneder misin ki, onların çoğu söz dinler yahut akıllarını kullanır? Onlar hayvan gibidir, hatta tuttukları yolda hayvandan da sapıktır.” 2872
c. İyilik ve Kötülük Arasında Mütereddit Kalb
Böyle bir kalpte hevanın hâtıraları canlanır ve kalbi kötülüğe sevkeder. Bu arada iman hâtıraları gelir ve kalbi iyiliğe iter. Nefis ise şer hâtıraları kalbe sevk eder, şehveti takviye eder. Böylece gayr-ı meşru arzular kuvvetlenir. Buna karşılık, akıl iyilik hâtıralarına doğru gider ve şehveti uzaklaştırır, kötü halleri çirkin gösterir. Böylece nefis aklın öğütlerine yönelir. Bu sefer şeytan akla saldırır; nefsi de heva ve kötü arzularla takviye eder, şu telkinde bulunur:
“Bu çekingenlik nedir, Neden arzularından bu kadar uzak-laşıyorsun, kendi kendine eziyet ediyorsun? Bir çevrene baksana, bu zamanda senin kadar çekingen davranan var mı? Dünyanın nimetlerini hep onlara mı bırakalım? Kendimizi diyete mi çekelim? Her şeyden mahrum ve perişan hale mi gelelim? Bu haline emsallerin güler. Yoksa sen de falan falan kişilerden daha ileride mi olacaksın? İşte onlar da bu işleri yapmışlar ve çekinmemişlerdir. Baksana, işte falan âlim bu işten çekinmedi. Şâyet bu bir kötülük olsa, o senden önce bundan uzaklaşırdı.”
Şeytanın bu vesvesesine karşı nefis şeytana meyleder ve ona doğru dönmeye başlar. Bu sefer melek şeytan üzerine bir hamle yapar ve der ki: “Âkibeti unutup hazır lezzete tabi olanın başına gelecek tek şey helak olmaktır. Cenneti ve ebedi saadeti basit bir lezzete tercih ediyorsun. Şehvetini teskin etmek için göstereceğin az bir sabır acısına dayanamıyorsun. Cehennem azabının bundan daha hafif olduğunu mu sanıyorsun. Yoksa sana cesaret veren, diğer insanların da şeytanın yardımıyla nefis ve arzularına yenik düşmeleri ve gaflet içinde yaşamaları mıdır? Oysa başkalarının aynı günahı işlemeleri, tadacağın Cehennem azabını hafifletmez.”
“Şöyle bir düşün: Sıcak bir yaz gününde insanların hepsi güneşin altında yanarken, ben de yanayım der misin? Elbette demez ve kendini bir gölgelikte korumaya alırsın. Bu konuda onlara çekinmeden muhalefet etmek istersin. Dünya güneşinde hal böyle olduğuna göre, Cehennem ateşinde öncelikle böyle olması gerekir.”
Bunu dinleyen nefis meleğin sözüne uyar ve doğrusu budur der. Böylece iki güç arasında bocalar durur. Sonunda layık olduğu tarafa yönelir. Şöyle ki: Şeytanî sıfatlar kalpte garipse şeytan üstün gelir, kalb Allah'tan ve dostlarından uzaklaşır ve şeytanın askerlerine karışır. Şâyet melekî sıfatlar kalpte galipse kalb şeytanın vesvesesine ve peşin zevklere olan teşvikine meyletmez. Onun ahireti küçümsemesine değer vermez, Allah'ın ordusuna meyleder. 2873
Nâs Sûresi, Şeytanın Hilesi ve Vesveseden Kurtuluş Çareleri
Nâs Sûresi Işığında Vesvese vesvâs ve Hannâs
“Vesvese”, lügatte hışırtı, fısırtı, fısıltı gibi gizli ses anlamına gelir. Buna göre gönülden, birbiri arkasından gelip tekrar eden gizli söze vesvese, bir nefse böyle
2872] 25/Furkan, 43-44
2873] Gazâlî, İhyâu Ulûmiddîn, Dârü İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, 3/25-48; Mehmed Paksu, a.g.e., s. 71-88
VESVESE
- 547 -
söz bırakmaya da vesvese vermek denir.2874
Min şerri’l-vesvâsi’l-hannâs: O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen; sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip kötülüğe sürüklemek için döne döne vesvese verme âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.2875
Vesvâs, şeytanın bir ismidir. Şehvetlerin fısıldadığına da vesvese denir. Bu ise yasaklanmış olan nefsin arzularıdır.
Vesvese: Fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denir. Avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi de bundandır. “Hâtırâ-i redie”ye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya da vesvese denilir. “Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz.”2876 âyeti nefsin vesvesesi hakkında, “Şeytan Âdem'e vesvese verdi/fısıldadı.”2877 âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.
Hannâs: Gerilemek, geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak, görünmez olmak mânâlarına gelir. Geri çekilerek veya büzülüp sinerek fırsat bulunca dönme âdeti olan demektir.
Said bin Cübeyr der ki: “İnsan Rabbini zikrettiği zaman şeytan geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye başlar.” Kul Allah Teâlâ’yı zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da iman ile meleğin ilhamı ile ve haya ile siner, çekinir. Her iki mânâ “vesvâs”ta vardır.
“Vesvâs”tan murat: Şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtanlar... Şeytanlar ve şehvetler vesveseleriyle insanı geriletir. İnsanlık ruhunu Hak yolda ilerlemekten alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve metanetini, azim ve irâdesini kırarak imandan ve şüphe bulunmayan bilgiden, güzel ameller vâsıtasıyla mücahede etmekten çekindirir, sırf hayvanî, fânî zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere aldatışlara sevk ederek geriletir, aşağılatarak ve soysuzlaştırarak fani hayatta çürütüp bitirmek ister. Allah anıldıkça, hak korkusu görüldükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz buldukça şımarır, Musallat oldukça olur, Musallat olduğunu da düğümlere üfleye üfleye vehimler ve hayaller içinde sindire sindire zelil eder, alçaltır ve adını kötüye çıkararak yüzüstü bırakır.
İbn Sinâ der ki: “Vesvâs vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvanî nefsi kullanmaya geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetiyle hayal gücüdür. Zira nefsin asıl yüzü gelip geçici zevklerin özüne yöneliktir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç tersine dönmüş olur.”
Bazı âlimler de şöyle der: “Vesvâs', kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçta akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gelince çekinir vesvese vermeye, şüpheye düşürmeye başlar.” ‹'Vesvâs”m vesvese veren güç demek olduğunda ve vesvesenin hayal etmek ve kuruntu ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise kalkışmayıp da şu ilahi beyanın genişliği ve kapsamı üzere anlamak daha doğrudur. Zira “vesvâs-ı hannâs” nedir, diye tereddüde
2874] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 4/24
2875] 114/Nâs, 4
2876] 50/Kaf, 16
2877] 20/Tâhâ, 120
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşülmemek için Kur'ân şöyle açıklamada bulunmuştur: “O ki insanların göğüslerinde vesvese verip durur.” 2878
Yani insanların içlerinde, gerek fert olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek toplum olarak içlerinde, aralarında yahut Allah’ı unutanların göğüsleri, bağırları içinde, iç ve dış duyularından hâtıralarına, gönüllerine türlü vesvese sokar; sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşça gıcıklayarak kötü telkinler yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alçak hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkor, nihâyet din ve imandan çıkarır, ebedi felâkete sürükler. O “vesvâs-ı hannâs” işte böyle her şerrin başı olan vesveseyi gafil insanların sinelerinde fısıldayıp duran sinsi etken ne ise odur. İbn Sina der ki: “Nefsin birinci bineği sinelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği kalbdir. Onun aracılığı ile diğer organlara yayılır. Onun için vesvesenin etkisi ilk önce sinelerde olur.”
Mine’l-cinneti ve’n-nâs 2879:
Birinci mânâ: O vesvese veren gizli cin taifesinden, cinlerden olsun, insanlardan olsun vesvâsi’l-hannâs her ikisini de kapsar.
İkinci mânâ: Cinden de vesvese verir, insanlardan da vesvese verir. Yani cinlerden, yani tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek onlara ilişik ettirerek o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek, onlara ilişik ettirerek o yönden de vesvese verir.
Üçüncü mânâ: Gerek cinden olan, gerekse insanlardan olan ve insanların sîneleri içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır, insanı da azıtır.
Dördüncü mânâ; Gizli açık cin ve insanın şerrinden...
Ellezî yüvesvisü:
Vesvese verenlerin cins ve türlerini açıklar. Vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik ötesi sahada gizli takımdan, cin soyundan; biri de normal düzeyde açık ilgi kurulan, bilinen insan soyundandır. Bu mânâ En’âm Sûresinde geçtiği üzere, “Böylece Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.”2880 âyeti mânâsına uygun olarak vesvesecinin insan ve cin şeytanlarından daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah’a sığınmak lüzumunu beyan eder. En açık mâna da budur. Ebû Zer, bir adama, “Sen insan şeytanından Allah’a sığındın mı?” demiştir.2881
Şeytanın Hilesi ve Vesvesenin Aslı
“İnne keyde’ş-şeytâni kâne daîfâ (Şeytanın hilesi çok zayıftır.)”2882 Vesvesenin insana yaptığı en büyük kötülük kişiyi ümitsizliğe, bedbinliğe düşürmesidir. Vesveseye kapılan insan bu hastalıktan kurtulamayacağı, iyileşemeyeceği kanaatine kapılır. Vesveseyi şifa bulmaz bir kabir yoldaşı olarak görmeye çalışır. Bu tutum ve davranışı vesvesenin iyice kökleşmesine, kan ve damarlarına kadar işlemesine
2878] 114/Nâs, 5
2879] 114/Nâs, 6
2880] 6/En’âm, 11
2881] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 10/187-191
2882] 4/Nisâ, 76
VESVESE
- 549 -
yol açar. Kendisine sunulan tedavi çarelerini görmezden, duymazdan ve anlamazdan gelme gibi bir saplantıya girer. Aynı hastalığın kendisinden başka pek çok insanda bulunduğu şeklindeki bilgiler bile başındaki musibeti hafifleteceği yerde kalınlaşmasına meydan verir.
“Sû-i vesvese”:
Vesvese iki çeşittir: Biri iyi, diğeri kötü. İyi vesvese, insanın kafasına takılan meselenin aslını ve mâhiyetini araştırmaya sevkeder, o konuda bilgi ve kültürünü arttırmaya yöneltir. îmanî bir meselede vesveseye kapılmışsa, o mesele hakkındaki bütün şüphe, tereddüt ve açmazları gidermeye, kalb ve kafasındaki bulanıkları dağıtmaya çalışır.
Kötü vesvese ise bir hastalıktır. Bir kere dizginler şeytanın eline geçmiştir. Direksiyonda şeytan vardır, insan yakayı onun eline geçirmiştir. Öyle ki, insan en basit meselede dahi gizli bir güç aramaya meyleder. îmanında, ibâdetinde, hizmetinde, evinde, barkında, ailede, iş yerinde hep huzursuzdur; hatta geçimsizdir, çekilmez bir yapıya bürünmüştür, problemli bir kişidir. Her şeyden şüphe ettiği gibi, herkesten de şüphe eder. Olmadık şeyden nem kapacak bir hâlet-i ruhiye içine düşer, psikolojik yapıya bürünür.
İşin en acıklı tarafı, insanın ümidini yitirmesidir. “Benden Müslüman olmaz”, “Benim namazım kabul olmaz”, “Benim günahım çok büyük, Allah affetmez”, “Herkes bana hasta gözüyle bakıyor”, “Bu insanlarla yaşanmaz” gibi peşin hüküm ve sâbit fikir sahibi olmuştur.
Bütün bu vesveselerin mâhiyeti nedir?
1. “Tedâi-yi hayâlât”: Yani hayalî çağrışımlardır. Hayalin dâvet ettiği kuruntulardır. Hayale gelen dâvetsiz misafirlerdir. Kendisi bile kontrol altına girmesi mümkün olmayan hayalin ürünleridir. Hayalin kendisi bile sınırsız bir özgürlük içinde olunca, oraya gelen misafirler ne derece kayıt altına girebilir? Buna “hayalin hayalleri” demek bile mümkündür. Gölgenin gölgesi, suyunun suyu gibi bir şey veya sadece adı olup da vücudu olmayan anka kuşunun yavrusu demeye gelen bir tabirdir. Su üstüne yazı yazma da diyelim. Hepsi aynı kapıya çıkar.
Bütün bu benzetmeler, hayalî çağrışımların aslının, esasının olmadığını, temelinin, dayanağının bulunmadığını anlatmaktadır. İnsanın latife ve duyguları içinde en çok çalışan ve hiçbir şekilde yorgunluk bilmeyen tek duygu varsa, o da öncelikle, hayaldir dense, mübalağa olmaz.
Demek ki vesvesenin birinci ve en belli başlı özelliği hayal ürünü oluşudur. Oysa insan, zenginliği hayal ediyor, zengin olamıyor; krallığı hayal ediyor kral olamıyor, büyük bir adam olmayı hayal ediyor, büyük adam olamıyor. İleride olsa bile o an için hemen olamıyor. Bunların üzerinde durmuyor, gülüp geçiyor, dudak büküp önemsemiyor. Ama hayaline kötü düşünceler gelince onu işlemiş gibi üzüntü duyuyor, namaz kılarken hayaline çirkin manzaralar geliyor, “Kalbim bozulmuş” diye ümitsizliğe kapılıyor; kuru yer kalmıştır diye üst üste abdest alıyor. Yani hayal örüyor, kendisi katlıyor, hayal üretiyor, kendisi topluyor. Hâlbuki ne elde bir şey var, ne de kalpte ve gönülde bir şey...
2. “Tahattur-u farazîye” Farazî bir şeyin hatıra getirilmesidir. Olmayacak bir şeyi olacak gibi düşünme yahut gerçekleşmesi imkânsız olan düşüncelerin hatıra
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelmesidir. Bu tabiri zaman zaman günlük konuşmalarımızda, “faraza”, “bilfarz”, “muhal-farz”, “farz edelim ki, öyle”, “elde yok, ama tahmin et”, “öyle say”, “tut ki, öyle” şeklinde kullandığımız olur. Meselâ, “farz et ki, gökte uçuyorsun”, “öyle değil, ama faraza anne-baba kardeşiz”, “muhal-farz dünya durmuş olsun” gibi ifadeler bu tâbiri biraz anlatıyor olsa gerektir.
Vesvese de işte böyle farazî bir hatırlayıştır. Olmamış bir şeyi olmuş gibi kabul etmektir. Vehimlerimizin ördüğü vesvese gerçekleşmiş değildir, olma ihtimali de yoktur, imkân dâhilinde de değildir. Ancak ana karnında bile olmayan çocuğa don biçmektir. Dövülmeden ağlamaktır, gerçekten ölmediği halde kendini ölmüş kabul etmektir. Hiçbir yeri ağrımadığı, hiçbir hastalığı bulunmadığı halde kıvranıp durmaktır, yani bilinen tabiriyle hastalık hastası olmaktır. Şeytanın işlettiği en zayıf damardır vesvesenin bu yönü...
Yani “Olmamış”ı gerçekten olmamış kabul etmek vesveseye kapılan insan için bir cankurtaran simididir. Bu simide yapıştığı an şeytanın bataklığından kendini kurtarır, selamet sahiline çıkar.
3. “Bir nevi irtisâm-ı gayr-ı ihtiyarî”: Bir çeşit irâde dışı izdüşümü, istek dışı bir görüntünün oluşması, bir güç harcanmadan oluşan bir yansımadır. Biraz daha basit ifade ile hayalî gölge, anka kuşunun izdüşümü.
Konu biraz açılacak olursa: “İrtisam ise, eğer hayırdan ve nuraniyetten olsa, hakikatin hükmü bir derece sûretine ve misaline geçer; güneşin ziyası ve harareti aynadaki misaline geçtiği gibi. Eğer serden ve kesiften olsa, aslın hükmü ve hassası sûretine geçmez ve timsaline sirâyet etmez.” Yani, yansıma ve izdüşümü; hayır, sevap ve güzel şeylerde yahut aydınlık ve nurlu bir şeyde olsa, gerçeğin hükmü bir derece sûretine ve misaline geçer. Meselâ, güneşin ışığı ve ısısı aynadaki görüntüsüne geçtiği gibi. Zira aynaya yansıyan güneşte, çok basit ve küçük de olsa güneşin bir benzeri, temel birer özelliği olan ışığı ve ısısı mevcuttur.
Yani, Rahmânî bir özellik taşıyan iman veya mukaddes bir mesele olan mânevî hal, irâde dışı da olsa hayalde bir izdüşümü oluşturursa, bunun insana bir faydası vardır. Ancak bu izdüşümü serden, günahlı şeylerden ve haramdan kaynaklanıyorsa ve görüntü yansıtmayan mat bir şey ise asıl meselenin hükmü ve özelliği sûretine geçmez, görüntüsüne zarar vermez. “Meselâ necis ve murdar bir şeyin aynadaki sûreti ne necistir, ne murdardır ve yılanın timsali/görüntüsü ısırmaz.”
Yani necisin aynadaki görüntüsü ne kokar, ne de bulaşır. Aynı şekilde aynada görünen murdar bir şey de gerçekten murdar değildir. Yine aynadaki yılan insana zarar vermez, ısırmaz. Çünkü görüntüler necisin, murdarın ve yılanın gerçek özelliğini taşımıyor. Sadece birer yansımadan ibarettir. Yani aynada görünen necis necis değildir, murdar murdar değildir, yılan da gerçek yılan değildir.
Vesvesede yer alan küfür ve dalâlet de böyledir. Şöyle ki: “İşte şu sırra binaen tasavvur-ı küfür küfür değil, tahayyül-i şetim şetim değil. Hususan ihtiyatsız olsa ve farazî bir tahattur olsa bütün bütün zararsızdır. Bundan dolayı küfrü tasavvur etmek, yani hayalde canlandırmak, krokisini çıkarmak, taslağını yapmak, mâhiyetini anlamak için varsayımlardan hareket etmek küfür olmadığı gibi, günah ve haram bir şeyi hayal etmek de günah ve haram değildir. Özellikle yukarıda genişçe açıklandığı gibi, irâde dışı farazî bir hatırlama şeklinde olunca büs bütün zarar vermez.
VESVESE
- 551 -
Ehl-i Sünnet inancına göre, bir şey dinen çirkin ve pis ise, Allah tarafından onun yapılması yasaklandığı için çirkin ve pis olmuştur. Asıl sebep budur. Yani Allah yasaklamamış olsaydı o şey çirkin ve pis olmazdı. Bir şey haram ve günah ise, Allah o şeyin yapılmasını yasakladığı için o şey haram ve günah olmuştur. Başka bir ifade ile bir şeyi Allah emreder güzel olur, yasak eder çirkin olur.
Bu çirkin, pis, haram ve günah olan şeyler sadece irâde ve istek dışı farazî bir hatırlama, bir hayal ürünü ise Allah'ın yasakladığı şeyler sınıfına girmez. Yani hayale, akla gelen kötü şeyler çirkin, pis, haram ve günah olmaz; çünkü Allah'ın yasaklaması hayalî şeyleri içine almıyor.
Buna göre, bir insan elinde olmadan, kasdi olarak, düşünmeden hayaline küfre ait şeyler ne kadar ilişirse ilişsin küfre düşmediği gibi, aklına ne kadar haram ve günahlı şeyler gelirse gelsin günahkâr olmaz. Hiçbir şekilde sorumlu duruma da düşmez. 2883
Vesveseyi Gideren ve Şeytanın Desiselerine Engel Olan Çareler
1. İhlâsı Esas Almalı
Önemli ve hayırlı işlerin önüne çok zararlı engeller çıkar. Şeytanlar bu hizmette çalışanlarla çok uğraşır. Bu engellere ve şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak sebeplerden yılandan, akrepten çekinir gibi çekinmek lâzımdır.
Eğer Allah râzı olsa bütün dünya küsse önemi yoktur. Eğer o kabul etse, bütün insanlar reddetse tesiri yoktur. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra isterse ve hikmetine uygun gelirse, istemediğiniz halde insanlara da kabul ettirir, onları da razı eder. Bunun için doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
Bütün insanları aldatacağına dair Allah'a söz veren şeytan, Kur'ân lisanıyla ihlâsı esas alan insanları istisna ederek şöyle demektedir: “Senin izzetine yemin olsun ki, ben de onların hepsini azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirdiğin kulların müstesnâ.” Cenâb-ı Hak, şeytanın bu itirafını tasdik ederek buyurur ki: “İhlâslı kullarımı yoldan çıkaramayacağın doğrudur...” 2884
2. Ölümü Düşünmeli
İhlâsı zedeleyen, insanı gösterişe ve dünyaya çeken şey tûl-i emel (bitmez tükenmez hırs ve arzu) olduğu gibi, gösterişten nefret ettiren ve ihlâsı kazandıran şey de ölümü ve dünyanın fâni olduğunu düşünüp nefsin desiselerinden kurtulmaktır. “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok hatırlayın” hadis-i şerifi bu dersi veriyor.
Evet, insan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onda yalnız kendi ölümünü gördüğü gibi, biri parça öbür tarafa baksa yüzyılının ölümünü görür. Daha bir parça Öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de görür, böylece insan tam olarak ihlâsı kazanır.
2883] M. Paksu, a.g.e., s. 91-100
2884] 32/Sâd, 82-84
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu hayat ve bu beden şu koca dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Çünkü onlar taştan ve demirden değildir. Et ve kemik gibi çeşitli maddelerden meydana gelmiştir. Çok kısa sürede bir araya gelseler de, çok çabuk dağılabilirler.
3. Ölümden Korkulmamalı
Ölümün inanç bakımından üç sınıf insana göre ayrı bir mânâsı vardır:
Birinci sınıf: Mü'min için ölüm, bu fânî dünyadan ebedî ve sonsuz bir âleme geçiştir.
İkinci sınıf: Âhirete inandığı halde büyük günahlardan elini eteğini çekmeyen kimse için tek kişilik bir hücredir.
Üçüncü sınıf: Öldükten sonra dirilmeye inanmayan kimseler için ise, ebedî bir yok oluştur.
Mü'minler, ecel darağacının arkasında kurulan piyango dairesinden imanla kabre girdikleri için onlar için ölüm, ebedî ve tükenmez bir hazinenin biletini almaktır. Sefâhet içinde yüzen, büyük günahları çekinmeden işleyen ve tövbe etmeden ölen fâsıklar için ölüm devamlı tek kişilik bir hapistir. Kâfirler için ise, ebedî olarak devam edecek bir zindanın kapısıdır.
Ölümün yüzü
Ölüm, soğuktur, korkunçtur ve ürkütücüdür. Peçesi karanlık, yüzü siyah ve çirkindir. Fakat mü'min için ölümün siması nurludur, güzeldir ve sevimlidir. İlk bakışta yok olmak, idam olmak, hiçliğe gitmek, fena bulmak, dağılıp bozulmak, sönmek ve kaybolmak gibi görünse de, mü'min için ölüm:
Hayat yükünden bir terhis,
İmtihan meydanından bir paydos,
Güzel bir değişiklik,
Ölümsüz hayata bir geçiş,
Sonsuz hayata bir başlangıç,
Ebedî saâdet tarafına bir varış,
Asıl vatana bir sevkiyat,
Dünya zindanından Cennet bahçelerine bir dâvet,
Yüzde doksan dokuz dost ve sevdiklerimizin toplanmış olduğu berzah âlemine bir kavuşma,
Yüz yirmi dört bin peygamberle bir buluşma, •yüz yirmi dört milyon evliya ile bir görüşme,
Yüz yirmi dört milyar asfiyâ ile bir sohbet,
Yaptığımız kulluk hizmetine karşılık Cenâb-ı Hakk’ın fazlından ücret almak için bir nöbet yeridir.
“Ey nefis! Başta Rasûlullah (s.a.s.), bütün sevdiklerin kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki kişi ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp kabirden
VESVESE
- 553 -
korkup başını çevirme. Erkekçe kabre bak. Dinle ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül. Bak ne ister?
Ölümün güzel olduğunu Necip Fazıl şöyle mısralaştırır: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber... Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber? O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner. Azrail’e hoş geldin diyebilmekte hüner.” Bir başka şâir de duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirir: “Düşünsek biz, ölümden korkmamak lâzım gelir, zira yerin altında üstünden ziyade akrabamız var.”
4. Allah Adına Bakmalı
Her şeyin iki yönü vardır. Bir yönü Hakka bakar, diğer yönü varlıklara. Hakka bakan taraf tenteli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi olmalı, Hakkı göstermelidir, nimete bakıldığı zaman Mün’im (Nimeti Veren), sanata takıldığı zaman onun sanatkârı olan Yaratıcısı, sebeplere bakıldığı zaman hakiki tesiri yaratan zihne ve akla gelmelidir.
İnsanın bakış tarzı ve taşıdığı niyeti her şeyin mâhiyetini değiştirebilir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirebilir. Niyet basit bir davranışı ibâdet haline getirebilir. Meselâ, gösteriş için yapılan bir ibâdeti günaha dönüştürür. Varlıklara, sebepler adına bakılırsa cahillik, Allah hesabına bakılırsa İlâhî marifet olur.
5. Allah’tan Korkmalı ve Sevmeli
İnsanda hem sevgi, hem de korku hissi vardır. İnsan bu duyguyu ya yaratılanlara yöneltir veya Yaratıcıya. Hâlbuki yaratılandan korkmak acı bir beladır, onları sevmek belalı bir musibettir. Çünkü sen öylelerinden korkarsın ki, sana acımaz ve istirhamını kabul etmez.
Sevgi ise; sevdiğin şey ya seni tanımaz Allahaısmarladık demeyip gider (gençliğin ve malın gibi) ya sevdiğin için seni tahkir eder. Âşıkların çoğunun (şarkılarda ve türkülerde) sevdiklerinden şikâyet etmesi gibi... Çünkü İlâhî bir ayna olan kalbi yanlış yerde kullanmıştır.
Yahut sevdiğin şeyler sana arkadaşlık etmez, sana rağmen senden ayrılır. Madem öyledir, korku ve sevgiyi öyle birisine yönelt ki, korkun lezzetli bir tezellül olsun, sevgin zilletsiz bir saâdet olsun. Allah'tan korkmak, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup sığanmak demektir. Korku bir kamçıdır. İnsanı rahmetin kucağına atar. Bir anne yavrusunu korkutup kendine çekmek ister. O korku o yavruya çok lezzetli gelir. Çünkü şefkat kucağına çekiyor. Hâlbuki bütün annelerin şefkati İlâhî rahmetin sadece bir pırıltısıdır. Demek Allah korkusunda büyük bir lezzet vardır. Çünkü Allah’tan korkan, başkalarının karanlık ve belalı korkusundan kurtulur. Ayrıca Allah adına olduğu için yaratıklara olan sevgi ayrılıklı ve elemli olmaz.
6. Nefse Acımalı
İnsan her şeyi nefsine fedâ eder. Her şeyi nefsi adına sever. Nefsini kendine mâbud yapar. Elden geldiği kadar kusurları kendine layık görmez ve kabul etmez. Nefsine tapar tarzda şiddetle savunmaya geçer.
Birinci çare insan nefsini temize çıkarmamalıdır. Çünkü nefis yapısı itibarıyla devamlı kötülüğe meyillidir. Diğer taraftan bir şey dört şeyden dolayı sevilir: Kemâl (kıymet ve fazilet), menfaat (çıkar ve fayda), lezzet (haz ve tat), hayriyet
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(iyilik ve güzellik). Nefiste bu özellikler mevcut değildir. Nefsin asıl mâhiyeti: kusur (hata ve ayıp), naks (noksanlık ve eksiklik), fakr (yoksulluk ve muhtaçlık) ve acz (çaresizlik ve zayıflık) gibi şeylerden yoğrulmuştur.
Karanlığın derecesine göre nurun parlaklığı göründüğü gibi, nefis bu haliyle Cenâb-ı Hakkın kemâline, cemâline, kudretine ve rahmetine aynalık vazifesi görüyor, Rabbini gösterir ve anlatır.
7. Sünnete Uymalı
Sünnete uymak, her halinde Rasûl-i Ekrem’i (s.a.s.) hatıra getirmek, onu taklit etmek, her şeyde onu örnek almaktır. Onun sevgisini kâinattaki bütün sevgilerin üstünde tutmaktır. Çünkü onu sevmek Allah’ı sevmekir. Âyette buyrulduğu gibi, “Allah’a imanınız varsa elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise Allah’ın sevdiği zata benzemektir. Ona benzemek ise ona uymaktır. Ne vakit ona uydunuz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
Sünnete uymanın önemini şu hadisten öğreniyoruz: “Ümmetimin fesada gittiği bir zamanda kim benim sünnetime tutunsa, yüz şehidin sevabını kazanabilir.” Özellikle bid’atların, sünneti unutturan alışkanlık ve âdetlerin her tarafı istila ettiği bir zamanda sünnete uymak bir kat daha değer kazanmaktadır.
Ümmetin bozulmaya yüz tuttuğu bir zamanda sünnetin en küçük âdabını hayata mal etmek çok önemli bir takvâyı gösteriyor ve kuvvetli bir imanın varlığını ortaya çıkarıyor. Çünkü sünnet Rasûl-i Ekremi (s.a.s.) hatıra getiriyor. O hatırlama İlâhî bir huzura dönüşüyor. Hatta bir şey yemek, içmek veya yatma gibi en küçük bir davranışta sünnete göre hareket etmek o basit ve sıradan hali sevaplı bir ibâdet ve dinî bir harekete çevirir. Çünkü o basit davranışıyla Rasûl-i Ekreme (s.a.s.) uymayı ve dinin bir edebini düşünüyor, oradan da kalbi Cenâb-ı Hakk’a yöneliyor, bir çeşit huzur ve ibâdet kazanıyor.
Sünnetin meseleleri ve en küçük edepleri gemilerdeki harita ve pusula gibi oluyor; hayatın zararlı ve karanlık yolları arasında birer düğme hükmüne geçiyor. İnsanın önünü açıyor, aydınlatıyor, emin adımlarla ilerliyor; mânevî tazyik kalkıyor ve streslerden kurtuluyor, hayat yükü hafifliyor. Sünnete teslim olmakla bütün tereddütlerden vesveselerden ve endişelerden kurtuluyor.
Her sünnetin altında mutlaka bir nur ve edep vardır. Çünkü Rasûl-i Ekrem Efendimiz edep ve terbiye dersini bizzat Rabbinden almış, Ondan öğrenmiştir. Bir hadiste ise, “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etmiş, edeplendirmiştir” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in hayatıyla ilgili kitapları okuduğumuzda ve sünnetini incelediğimizde, edebin ve güzel ahlâkın bütün çeşitlerini Cenâb-ı Hakk’ın onda topladığını görüyoruz. Bunun için onun sünnetini terk eden, edebi terk eder, zararlı bir edepsizliğe düşer.
8. Kur’ân-ı Kerim’le Meşgul Olmalı
Kur’ân âlemlerin Rabbi tarafından, bütün insanlara ve bütün zamanlara gönderilmiş ezelî bir hitap olarak yeryüzüne indirildi. Arayan herkes, dünya ve âhiret saadetini onda buldu. Hükümdarlar adaletle hükmetmeyi ondan öğrendi. Filozoflar akıllarını onunla nurlandırdı. Sosyologlar bir milletin hayatını düzenleyen en sağlam prensipleri ondan aldı. Âlimler ilmi, idareciler idareciliği,
VESVESE
- 555 -
tüccarlar dürüstlüğü ondan öğrendi. Anneler, babalar, evlatlar, akrabalar, çalışanlar, çalıştıranlar, köylüler, şehirliler, önce geçenler, sonra gelenler, evliyalar, asfiyalar, âlimler ve sıradan insanlar yanyana diz çöküp ondan derslerini aldılar, dünyalarını aydınlatıp âhiretlerini kazandılar. Milyonlarca hayırlı ve olgun insan onun vâsıtasıyla Allah'ın rızâsına erişip insanlık âleminin semasında birer yıldız gibi parlamaya başladı. Zaman geçti, o gençleşti. Üzerinde binlerce cilt tefsirler yazıldı. Her âyetinde, her kelimesinde, her harfinde yeni yeni hazineler keşfedildi. Her asır, evvelkilere nisbetle, onun mânâsından biraz daha fazla anlama bahtiyarlığına erişti.
Bugüne kadar tek bir harfinin bile değişmemiş olması Kur'ân'ın bir mûcizesidir. Tekrarlamakla usandırmaması bir mucizedir. Kolaylıkla ezberlenmesi bir mucizedir. Mânâsını anlamasa bile onu dinleyen kimse üzerinde meydana getirdiği tesir bir mucizedir: Sıkıntıdan bunalmış, yeisten dünyası kararmış insanlar bir Kur'ân sesiyle huzura erişir. En küçük bir gürültüye tahammül edemeyen hastalar bir Kur'ân sesiyle sükûn bulur. Ölüm döşeğindeki hastanın başında okunabilecek başka hangi kitap vardır?
O, beşer eliyle yazılmış kitaplara benzemez. O bize kâinat kitabını okur, Rabbimizin emirlerini bildirir, dinimizin esaslarını gösterir, hayatımızı tanzim eder, ibâdetimizi ve dualarımızı öğretir, Öğüt verir, tefekkür ettirir, zikir ettirir, ibretler sunar, dünya ve âhiret saadetimizin yollarını açar. Bütün bu maksatları birden kendisinde topladığı için, ifadesi de, tek bir maksada göre yazılmış beşer kitaplarından elbette farklıdır,
Kur'ân, Allah'ın bizzat Kendi sözüdür. O insanın sadece aklına değil, aynı zamanda kalbine, ruhuna ve şâir duygularına da birden hitap eder. Her harfinde ise en az on sevap vardır. Bazı sûrelerde bu daha da yükselir; meselâ Yasin Sûresinin her harfinde beş yüze, İhlâs Sûresinin her harfinde bin beş yüz sevaba kadar çıkar. Mübarek gün ve gecelerde ise bu sevap kat kat artar. Onu, Alemlerin Rabbinden geldiği şekilde okumak ve dinlemek, hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanların esaslı ve pek güzel bir âdet ve ibâdeti olarak ebediyete kadar devam edecektir.
Kur'ân, hayatımızın her safhasında bize ışık tutacak birbirinden değerli prensipleri, ders ve ikazları içine almaktadır. Nitekim Kur'ân'ı bize getiren Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “O kitapta sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi vardır. Aranızdaki meselelerle ilgili hükümler vardır. O hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran bir hakemdir. Onda boş söz yoktur. Kim onun hükümlerine karşı gelerek onu terk ederse, Allah onun boynunu kırar, perişan eder. Kim ondan başka bir kurtuluş yolu ararsa, Allah onu saptırır. O Allah’ın sapa sağlam bir ipidir. O hikmet dolu bir öğüttür. O dosdoğru bir yoldur. Hevâ ve hevesler onu saptıramaz, diller onu karıştıramaz. Âlimler ona doymaz; tekrarlamakla usandırmaz; insanı hayran bırakan yönleri bitip tükenmek bilmez. O Öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinledikleri zaman ‘Biz doğru yolu gösteren harikulade bir Kur’ân dinledik ve îmân ettik’ derler. Kim ona dayanarak konuşursa doğru yolu bulur. Kim onunla amel ederse mükâfatım görür. Kim onunla hükmederse adalet etmiş olur. Kim ona çağırılırsa dos doğru bir yol kendisine gösterilmiş olur.” 2885
2885] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 14
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
9. İmanı Tazelemeye Çalışmalı
İnsanın dünyada en büyük sermayesi ve elde ettiği en kıymetli hazinesi imanıdır. Onu her an taze ve canlı tutmak, muhtemel tehlike ve düşmanlardan muhafaza etmek zorundadır. Çünkü hem bu dünyadaki rahatı, hem de Öbür âlemdeki saadeti iman sayesinde kazanacaktır. Bunun için imanın elde edilmesi ne kadar mühimse, muhafâzâsı da o derece büyük ehemmiyet taşır. Son nefesin de imanlı olarak verilmesi lâzımdır ki ebedî saadete ermek nasip olsun.
İşte imanın muhafâzâsı, onu her an inkişaf ettirip tazelemekle mümkündür. Bunun çaresini ve yolunu Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde gösterirler: “İmanınızı Lâilâheillallah Kelime-i Tevhidiyle yenileyiniz.” 2886
Peygamberimizin (s.a.s.) bu tavsiyesinin hem insanın kendisini devamlı şekilde tazelemesi, hem de zaman zaman ârız olan gaflet anlarında işlenen hatalardan temizlemesi yönünden büyük hikmetleri vardır.
Evet, insan nasıl bir değişikliğe uğramaktadır ki, bu değişikliğin ardından imanını tazelemeye ihtiyaç duysun? İnsanda görülen bu değişmeyi birkaç şekilde görmek mümkündür. İnsan vücut yapısı ve hâlet-i rûhiyesi itibariyle her an değişmektedir. Vücudumuz, her biri birer yapı taşı hükmünde olan altmış küsur trilyon hücreden meydana gelmiştir. Bu hücreler sabit kalmamakta, devamlı değişmektedir. Bir saniyede otuz milyon hücrenin ölüp, bir o kadarının yaratıldığını düşünürsek, maddî bünyenin ne kadar değiştiğini fark ederiz. İşte bu yönüyle insan bir ferd-i âher, başka bir fert olmaktadır.
Diğer taraftan insan manevî yapısı ve ruhî durumu yönüyle de sık sık değişikliğe mâruzdur. Manevî şahsiyetimizin merkezi olması hasebiyle kalbimiz, en çok değişen bir özelliğe sahiptir. Kalbin bu hâlini bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle ifade ederler: “Her an değiştiği için ona kalb denilmiştir. Kalb bir ağacın basma asılmış kuş tüyüne benzer. Rüzgâr devamlı onun içini dışına çevirir.” 2887
İşte imanın mekânı olan kalb, meydana gelen hâdiselerden ve insanda mevcut olan diğer duygularının da tesiriyle kuş tüyü misâli halden hale girmekte, dolayısıyla insanı her değişiklikte yeni bir şekle sokmaktadır. Öyle ki insanın ruhî durumu bazen birkaç dakika içinde değişebilmekte, bazen da tam tersine dönebilmektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, insan bu yüzden ömrünün seneleri, belki günleri, hatta saatleri sayısınca farklı bir insan olmaktadır.
Maddî ve mânevî hayatında bu kadar değişikliğe uğrayan insan için esas olan bütün bu hal ve değişikliklerinde yine iman nurunu ışıldatarak o zaman parçacıklarını aydınlatmaktır. Aksi takdirde ruh dünyamızda meydana gelen küçük bir inkılâbın kararttığı âlemimiz bize dünyayı zindan edebilir. Bilhassa günahların neticesinde meydana gelen bu hallerin sıkça tekrarı insanı bazen öyle bir noktaya getirir ki, Allah korusun, kalpteki İman da tesirini gösteremez duruma gelir. Bu bakımdan Allah'a iman etmiş olma şuurunu hayatımızın her safhasında canlı ve taze tutabilmemiz için “Lâilâheillallah” kudsî kelimesini tekrar ederek ruhu aydınlatmalı, kalbi işletmelidir.
İnsanı devamlı imanına aykırı hareket etmeye teşvik eden başta şeytan
2886] Ahmed bin Hanbel, Musned, II/359
2887] Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/408
VESVESE
- 557 -
olmak üzere, nefsinin hevâsı ve gayr-ı meşrû arzuları gibi bazı düşmanları vardır. Bu güçler insanın gafletinden faydalanarak çeşitli hile vesvese ve şüphelerle imanını zedeleyip, nurunu söndürmeye çalışırlar. Bundan başka, insanın farkında olmadan sarfettiği bazı söz ve hareketleri imana zarar verecek bir mâhiyet taşıdıklarından imanın insan üzerindeki tesirini azaltabilmektedirler.
Bunun için Müslümanın her vakit, her saat ve her gün imanını yenilemesi, bu şekilde manevî tehlike ve düşmanlardan muhafaza etmesi lazımdır. Bunun da yolu hadis-i şerifte geçtiği gibi “Lâ ilâhe illâllah” lafzını dilden düşürmemek, mânâsını ve ruhunu kalpte yaşatmaktır. 2888
Şeytan ve Vesvese
1. Şeytan ve fonksiyonu
Şeytanın içinde bulunan kibir nüvesi ve isyan tohumu, Âdem’e (a.s.) secde teklifi karşısında çatlayıp hortlayıverince, gerçek mâhiyeti ortaya çıkmıştı. Kibirle, “Ben ondan üstünüm ve hayırlıyım; onu çamurdan, beni ise ateşten yarattın” dedi.2889 Âyetin beyanıyla, esas isyan eden İblis olup, İmam-ı Şibli’nin de ifâde ettiği gibi, bu isyanından sonra “Şeytan” ismini ve Kıyamet'e kadar da yaşama iznini aldı ve “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım (baştan çıkarıp, isyan ettireceğim) diye yemin etti.” 2890
Burada şu hususu öncelikle belirtmek isteriz: Savaşta düşman ordusunun tek tek fertlerinden ziyade mensubu bulundukları birliklerin kuvvet ve güç durumları, silah ve cephane keyfiyetleri, manevra kabiliyetleri, sayı ve silah üstünlükleri ve tuttukları mevziler gibi, muharebede en mühim yeri olan hususlar etüd edilir ve ona göre vaziyet alınır. Yoksa düşman subay ve eratının saç ve göz rengi, elbise tipi ve diğer şahsî husûsiyetlerini bilip tesbit etmek hiç bir işe yaramaz. Yarasa da, diğer hususlar kadar ağırlığı olamaz. Durum, cin ve şeytanlar hususunda da böyledir.
Bize bu mevzûda esas gerekli olan, şeytanların yaklaşma yollarını ve ebedî hayatımızın teminatı olan iman evimizden bizi vurabileceği hile ve desiselerini tesbit edip, gerekli çareleri bulup kullanmaktır.
2. Şeytanın yaratılmasının ve insanları yoldan
çıkarmasına müsâade edilmesinin hikmeti nedir?
a. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah’ın (c.c.) asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine mâruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yaratığı vardır. Allah (c.c.), insandan ayrı ve farklı olarak nebatâtı ve hayvanâtı yarattığı gibi, İlâhi san’atları meleklerden farklı şekilde aksettiren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mâhiyetlerinde meknî bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması için de, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak şeytan ve habîs ruhları çıkarmıştır. İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır.
2888] M. Paksu, a.g.e., s. 101-114
2889] 38/Sâd, 76
2890] 7/A’râf, 17
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi, muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi kat’iyyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mertebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekirler yetiştirmiştir. Ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve irâdesizliğiyle de Ebu cehillerin meşcereliği olmuştur.
b. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinâyete, o cinâyette kullanılan bıçak veya tabanca değil de, cinâyeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti isti’mal eden kanlı eldir. Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan irâdenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekte ulaşdıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebepdirler; hakikî illet, insanın irâdesidir. Evet insanlar, şeytanın varolmasıyla değil, kendi irâdeleriyle kötülük işlemektedirler.
c. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah’ın (c.c.) yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda ateş, elimizi yakar; -ki, bu bir kesbdir- şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi bu türden cüz’î zararları olduğunu kabul etsek bile biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin fayda ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da.. Allah (c.c.), bir şeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte Şeytan da, yaratılış noktasında böyle umumi neticelere bakar; Ebu Cehil’in irâdesinin dahliyle Cehennem’e sürüklenmesinde de, Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlu binlerce evliya, asfiya ve kâmil mü’minlerin terakki edip, cennetlere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır.
d. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da, cüz’î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Hayır. Aynı şekilde, “Neden şeytan yaratıldı” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de, getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, bir takım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, Nebî’nin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nisbetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın iğvasıyla binlerce insan Cehennem’e gitmiyor mu?” denemez. Çünkü, mü’mindeki keyfiyet, kâfirdeki kemmiyetten hem daha önemli, hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11’i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır?
VESVESE
- 559 -
3. Vesvese nedir?
Vesvese, Şeytanın insan kalbini kurcalaması ve hayâl aynasına bir kısım resim ve manzaralar, hâtıra ve hayâller atması demektir. Şeytanın bir insana, bilhassa mü’mine karşı oynayacağı son oyun, kullanacağı son siper, son mevzî ve silah vesvesedir. O, küfür ve dalâlet adına alt edemediği kimseye karşı çaresizliğinin ifadesi olarak ‘vesvese’ ok ve mermisini kullanır. Bir cihetle vesvese, şeytanın “Bana yâr olmadın, kendine de olma” düşüncesiyle, mü’mini kendinden etme çırpınış ve gayretidir.
4. Lümme-i şeytâniye nedir?
Lümme-i şeytaniye, Şeytanın kendine mahsus topunu, tüfeğini, okunu çevirip, nişan aldığı mü’minin kalp merkezinde önemli bir noktadır... İnsan kalbinde bir bant gibi kayıt yapan, meleğin ilhamının geldiği santralin yanıbaşında bir de şeytanın yağdırdığı şüphe, tereddüt ve vesvese oklarına hedef olabilecek santral vardır. Bu, aynen aynanın şeffaf ve parlak yüzü ile siyah ve mat yüzünün bir arada bulunması, bir odada mü’minle kâfirin yanyana durması gibidir. Biliyorsunuz, pilde bile (-) ve (+) kutuplar vardır. Bir mânâda bunlar da, böyle bir tamamlayıcılık içindedir.
5. Vesvese daha çok kimlerde olur?
Mübtedî müslümanlarda, işe yeni başlamışlarda pek vesvese olmaz. Vesvese, daha çok kendini can u gönülden Din’e vermiş, zimamı ve dizginleri şeytanın elinden koparıp almış, Allah’a (c.c.) karşı ubûdiyetini az çok yapan ve iman mevzûunda da terakki edip saffete ulaşan bazı müslümanlarda olur. Kalbî istidadlarıyla iç âleminde ilerleme yolunda olan, arşiye ve kavsiyeler çizerek insan-ı kâmil mertebesine doğru tırmanan mü’minler, yolun puslu noktalarında şeytanın vesvesesi ile yüz yüze gelirler. Evet insan, ruhun semalarına doğru yükselirken, her menzilde şeytan ayrı bir tuzak kurar ve bekler.. kendine göre en müsait anda okunu çekip atar ve kendine ait yamaçların yeşermesi için kalbe vesvese salar. Demek ki vesvese, biraz da iman babındaki derinlik ve istidât’a karşı şeytanın bir kıskançlık ve reaksiyonu oluyor.
Vesvese, bazen asabî ve hassas ruhlarda, bazen de fazla gıda alan tenperverlerde olur. Mü’mindeki vesvese, buhranlar ve deprasyonlar şeklinde değil de, rahatsızlık verebilecek türdendir. Mü’min çok müterakki de olsa, yine kendisine vesvese gelebilir. Hattâ, Sahabe’den sonra en büyük şahsiyetlerden İmam-ı Rabbanî bile vesveseye mâruz kalabilir. Her vesveseye müptelâ insanın mutlaka müterakkî ve yükseliyor olması gerekmediği gibi vesveseye ma’ruz kalmayanın da sükut ediyor olması lâzım gelmez.
Vesvese, kâfirde olmaz. Kâfirin küfrü vesvese değil, belki hesaplı, plânlı ve inadî bir küfürdür. Kâfirde bunalımlar, iç buhranlar, tatminsizlikler, sıkıntılar olabilir. Fakat bütün bunlar, onu iyice saldırgan ve mütecaviz kılar. Şeytan, kendisine orijinal ve yeni yeni felsefeler üfler; inkârcılık adına çeşitli fikirler verir ve sonunda kâfire kendini de inkâr ettirerek, “şeytan yok” dedirtir.
Evet şeytan, kendi defterine kaydolmuş, zimamını eline vermiş ve arkasından tıpış tıpış gelen kimselere vesvese vermez. Keza şeytan, onun atmosferi ve manyetik alanı içinde daire çizip duran, yerinde sayan, gözleri bağlı, beyinleri
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözlerinde ve kalbleri midelerinde olanlara da ilişmez. Onlar, onun kafesinde ve tuzağında eli-kolu bağlı avlardır; “ne yapalım da kurtulalım” demeyen avlar. Onlar şeytandan, o da onlardan memnun geçinip gitmektedirler; tabii ki gidecekleri yere kadar...
6. Şeytanın vesvese vermedeki gayesi nedir?
Şeytan inanmış, iman ve akide zaviyesinden ma’mur, ibâdetlerini yerine getiren mü’minin kalbine girip, onu küfre sevkedemez. Ve, hiçbir zaman onun kalbinde Allah’ın (c.c.) marifet ve muhabbetinin, Fahr-i Kâinatın (s.a.s.) sünnetine ittiba ve iktida düşüncesinin yerini alamaz; ona ibâdetlerini terkettirme mevzuunda başarı kazanamaz. Çünkü mü'min, her şeye rağmen sürekli terakkî etmekte, Allah’a (c.c.) kurbiyet kazanmakta ve ruhuyla, duygularıyla, cismiyle nurdan bir helezon içinde yükselmektedir. Bu durumda şeytan, “Hiç olmazsa son mevziinden ona taş atayım; vesvese oklarıyla kalbini bulandırmaya ve ibâdetlerindeki huzurunu bozmaya çalışayım. Belki onu meşgûl ederim; ederim de, “Hiç böyle şey olmazdı, bu da ne?” der vesveseye sahip çıkar ve derken “Bu kadarı da çekilmez ki” deme noktasına varır” umuduyla, mü’mine vesvese oklarını göndermeğe başlar. Bu oklara ma’ruz kalan vesveseli mü’minin başka zamanlarda aklına gelmeyen şeyler, namazda aklına üşüşür: Abdest aldıktan sonra, “Acaba kolumu yıkadım mı, başımı meshettim mi?” der ve tekrar abdest alır; bir daha, bir daha derken, artık abdest de, diğer ibâdetler de ona zor gelmeye başlar ve -Allah (c.c.) korusun- sonunda hepsini bırakıverir; neticede de, zaten hedefi kendisini ibâdetlerden soğutmak olan şeytanın oyuncağı haline gelir.
Vesveseler ibâdetle alâkalı olabileceği gibi, akide ile ilgili mevzûlarda da olabilir. Bunun ötesinde şeytan, günahları süsleyerek hayâli bulandırır, hissiyatı tahrik eder ve insanı akıl, mantık, muhakeme dinlemez bir hezeyancı haline de getirebilir.
7. Şeytanın sağdan, soldan ve daha başka
çok değişik yönlerden gelip, insana vurması ne demektir?
Şeytanın insana çeşitli yönlerden gelişi, onun içinde bulunduğu değişik durumlara göre değişik buudlarda fenalıklara karşı uyarılması mânâsını ifâde eder. Ma'nâ ve muhteva itibariyle çok buudlu olan insan, bu buudları geliştirmekle, cismaniyetine rağmen Cennet'e ehil hale gelir. Hattâ, daha dünyadayken bile Allah’ın (c.c.) kendisine bahşettiği âdeta melek kanatlarına benzer kanatları sayesinde ruhânîlerle temasa geçer, cinlerle görüşüp konuşur, meleklerle münasebet kurar ve ötelerden vicdanlara esip gelen hakikatları duyup, hissetmeye muvaffak olur. Buna karşılık, şeytanın da insanın içinde işleteceği bir takım madenler vardır; bütün himmet ve gayretini bu madenleri işletme üzerine teksif edip, insanı yoldan çıkarmak için uğraşır durur o. Evet, bir kısım fayda ve hikmetler için insanın mâhiyetine konan şehvet, gazap, öfke , hiddet, akıl, hırs ve inat gibi şeylerden her biri, diyanetle ta’dil edilmediği takdirde vicdan mekanizması aleyhinde işlettirilebilir ve, bu işi yapan da şeytandır.
Meselâ, insan nefsanîlik mekanizmasının altında kaldığı sürece, vicdan, yani meleklik mekanizması, bütün erkâniyle ezilip gitmiş demektir. Meleklik inkişaf edince de nefsanîlik, bütün mekanizmasıyla vicdanın emrine girmiş sayılır. Şeytan, insanın özünü bulmasına karşı hep nefis mekanizmasını kullanır. Sözgelimi,
VESVESE
- 561 -
vicdan mekanizması veya vicdanın erkanı diyeceğimiz noktalara hiç yanaşmaz veya yanaşamaz; çünkü orada irâde vardır; lâtife-i rabbaniye ve şuur vardır. İnsan, irâdesini kullanmasını biliyorsa, kendisine şeytan yanaşamaz; şuur ve lâtife-i rabbaniye ile kanatlı ise şeytanî engellere takılmaz ve irfan semalarında pervaz eder durur. Evet, insan kalbinin daima Allah (c.c.) ile doyduğu bu kuşakta kalbin kapıları, her zaman şeytana sürmelidir! Onun bütün velvele ve fırtınaları, dışarda ve kendine ait sahada cereyan eder.
Şeytanî ve melekî saha, insanın mâhiyetinde birbirine o kadar yakındır ki, biri diğerinden her zaman müteessir olabilir. Meselâ, şeytanî tarafta patlayan bombanın radyoaktif te’sirleri melekî sahayı da te’siri altına alır. Yukarda temas ettiğimiz gibi, şeytan şehveti kurcalar ve insanı nefsanîliğe zorlar; aklı kurcalar, cerbezeye sürükler.. keza, insanın hırsını, öfkesini, kibrini, dünyâya tamâını tahrik eder; ağına düşürdüğü kimselerin his ve ruh dünyalarını bulandırmak ve onları kendilerinden uzaklaştırmak ister.
Fakat şeytan, hep fenalıklarını hissettirerek ve fena şeyler yaptırarak üzerimize gelmez. Soldan geldiği gibi sağdan, önden ve arkadan da gelir. Şeytanın, Allah (cc)'a karşı o korkunç düşmanlığını ve insanı nasıl baştan çıkaracağına dair terbiyesizce ve küstahça ifadelerini bizzat Kur’ân anlatmaktadır.2891 Şeytan, önden gelir ve insanın ileriye matuf ümitlerini kırar; Haşr-ü neşri inkâr ettirir; “İslâm Dini, vazifesini bitirdi; artık bir daha dirilmeyecek” dedirtir; sinelere yeis atar, geleceği karanlık ve karadelikler, kaoslar gibi gösterir... Arkadan gelir, geçmişle alâkamızı, Nur-u Nübüvvet ve Nur-u Velâyet ile bağlarımızı keser, “Devir değişti, onlar geride kaldı” dedirtir. Yerinde mâziye sövdürür ve kökünü inkâr ettirir. Şeytan, bu şekilde geçmiş ve geleceğe ait menfezleri kapatıp, dün ve yarınla alâkalı bütün bağları kopardıktan sonra, bize içi zehir dolu bir düşünce tarzı ve süslü püslü bir hayat felsefesi takdim eder: “Geçmiş gelecek hep masal, bir daha dünyâya gelecek değilsin; geçen de geçti, sen şimdi yaşamana bak ve ömrünü berbad etme!..” der.
Soldan gelir, insanı açık ve bilinen günah akıntılarına çeker götürür. Beşinci kol faaliyetleri, şeytanın soldan gelip yardımcılarına gördürdüğü faaliyetlerdir. Günümüzde çok yaygın olan bütün haram yolları, şeytanın soldan çarpmasının neticesidir. Burada tek tek bunları sayıp dökerek bâtılı tasvir etmek istemiyoruz...
Evet, şeytanın bir diğer geliş şekli de, sûret-i haktan görünmek ve fena şeyleri iyi göstermek sûretiyledir ki, bir mü'min için en tehlikeli olanı da budur. Günahlara kapısını kapamış, ibâdetine düşkün bir mü'mine şeytan sağdan gelerek kendini beğendirme, muvaffakiyetleri nefsine, fenalık, şer ve hezimetleri de başkalarına nisbet ettirme yollarıyla başarı kuşağında ona kayıpların en acılarını tattırır. Evet mü'min, gece teheccüde kalkar; kalkar da, ertesi gün bunu başkalarına anlatırsa, şeytanın sağdan mühim bir darbesine mâruz kalmış demektir. Yaptıklarımız ve anlattıklarımızdan ötürü başkaları tarafından medh ü senâ edilmeyi hedefliyor, iş ve hizmet değil de övülmeler hoşumuza gidiyor ve bu övgülerle coşuyorsak, şeytan bizi sağdan vuruyor demektir. Evet, böyle birinin, Kâbe'de tavaf ederken de, cephede en ön saflarda savaş verirken de işi bitiktir.
Ömer bin Abdülaziz, birine ifade âbidesi bir mektup yazar; sonra da, az
2891] A’raf, 7/17
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalımlı ve tumturaklı ifâdelerle yazdığını farkedince, nefsine bundan pay çıkar mülahâzâsıyla tutar, mektubu yırtar. Yaptığımız işler, vazifeler ve hizmetlerden dolayı nefsimizde bir çoşma, bir sevinç meydana geliyorsa, işin içine şeytandan bir şeyler karışmış olabileceği mülahâzâsıyla Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli ve biatımızı yenilemeliyiz. Evet bize gereken, nefsimizin hoşuna giden şeylere iltifat etmemek; yaptığımızı Allah (c.c.) emrettiği için yapmak, amelin lâzımı olan hazları da ahirete bırakmaktır.
Her insan, Hakk’ın kendisine olan lûtuflarını düşünmek ve hangi mertebede olursa olsun, Hakk’ın ihsanlarına mazhariyetin şükrünü eda etmek mecburiyetindedir. O, Allah’a karşı sorumluluk ve şükrân vazifesini yerine getirecek, Allah da, engin rahmetinin muktezası olarak, onun niyet ve ihlâsına göre Cennet gibi, ebediyet gibi nimetlerle ihsanlarına ayrı bir derinlik kazandıracaktır.
Bunlardan başka, umumî ma'nâda, şeytanın sağdan yaklaşıp, büyük mes'eleleri küçük, küçük mes'eleleri ise büyük göstermesini de düşünebilirsiniz. Her zaman rastlarsınız; müslümandır, hacıdır ve caminin müdavimlerindendir. Allah (c.c.), ibâdetten ayırmasın. Fakat evinde namaz kılmayan evlâdları vardır; böyle bir durum karşısında kalbi çatlayıp devrilmez de, gelir, câmide teferruata ait bir mes’elenin kavgasını verir.. bazen böyle bir mes’ele, bid’at bile olabilir. Nesiller, sokaklarda derbeder ve perişandır; hatta bunların içinde onun da oğlu, kızı, torunu vardır; ama gel gör ki, bunları düşünüp üzüleceğine, üzülüp çare arayacağına kalkar, “Camide cenaze bekletilir mi; neden tesbih çekmiyorsunuz; ihlâsları neden okumuyorsunuz?” gibi teferruata ait mes’elelerin münakaşasını yapar. Bunlar, cenazenin arkasından yedinci, kırkıncı, elli ikinci gecelerdeki şenlikleri kaçırmazlar.. perşembe akşamları nikah tazelemez ve istiğfar merasimi yapmazsanız, sizi topa tutarlar. Evlerinin en mûtena yerinde bir Kur’ân-ı Kerim vardır ama, o hânede hiçbir fert ondan bir şey anlamamaktadır. İşte bu ve benzeri haller de, şeytanın sağ tokadından da öte sağ kroşeleridir.
Vesveseden Kurtulmanin Pratik On Çaresi
1. Vesvese, imanın kuvvetindendir
Önce hemen şunu belirtelim ki vesvese çok korkulacak bir şey değildir, çünkü iman var ki vesvese geliyor. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, “Ya Rasûlallah vesveseye mübtelâyım” diyen birine, Efendimiz (s.a.s.)'in cevabı, “Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın kuvvetindendir” şeklinde olurdu.
Şeytan, sizde de iman cevheri, ibâdet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı taarruza geçmektedir. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihte gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle Âdem (as) ile başlamış olup, kıyamete kadar da devam edecektir.
Nasıl deniz korsanları, hazine taşıyan zengin gemilerine tecavüz eder ve define bulunan adalara saldırırlar, öyle de şeytan dahi, mü'minin iman cevheri taşıyan kalbine hücum eder. Zaten o, tamtakır, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz; böylelerine vesvese okları göndermez. Hırsızlar bile zengin evleri kollarlar; Doğu'nun ve Batı'nın kâfir ve zâlimleri de öyle değil mi?
Vesveseye düşen mü'min, “Şeytan bütün cephelerde mağlûp oldu; bu
VESVESE
- 563 -
yüzden, şimdi de iman ve İslâm’a ait vesveselerle, şüphelerle beni meşgûl etmek, hazineme el atmak istiyor; ama, benden bir şey koparamayacak. Bu, onun son çırpınışlarıdır; bir gün gelecek, benden bir şey koparamayacağını anlayınca çekip gidecektir. Kapıma haydut kılıklı birinin gelip, birkaç gün el açtıktan sonra çekip gitmesi gibi. Hoşa gitmese de kapılar ona sürmeli ve beni koruyan kale de çok sağlam; bana Allah’ın izniyle hiç bir şey yapamaz” diye düşünmelidir.
2. Vesvese, kalbin malı değildir
Kalb rahatsız olduğuna göre vesvese kalbe mal edilemez; çünkü eğer o, kalbin malı olsaydı, kalb ondan rahatsız ve tedirgin olmayacaktı ve böyle bir kalble şeytan da uğraşmayacaktı...
Kalbin rahatsız ve tedirgin olması şundandır: Kalb vesveseye razı değil, sahip de değil; vesvese ile arasında manâ ve mâhiyet bakımından bir münasebet olmadığı içindir ki, kalb vesveseden rahatsız olmaktadır. Kişinin gösterdiği reaksiyondan, ateşinin yükselmesi, kaşlarının çatılması, başının ağrıması, iştiha ve ağız tadının kaçmasından anlıyoruz bunu; tıpkı vücuda giren yabancı mikroplara ve bu mikropların fizyolojik yapıda açtığı rahnelere, meydana getirdiği arızalara karşı vücudun muharipler üretmesi, antikorları devreye sokması ve bu ciddi muharebenin meydana gelmesi neticesinde hararetin yükselmesi gibi. İşte, şeytanın da kalbimize gönderdiği bizim malımız olmayan yabancı hayâl, düşünce ve vesveselere karşı mânevî yapımız, iman potansiyelimiz, âdeta antikor üreterek, bu şer ve şerareler ordusuna karşı kavga vermekte, bunun neticesinde de ateşimiz yükselip, kalbimiz sıkılmaktadır. Eğer, vücudumuz herhangi bir mukavemette bulunmuyor ve boğa yılanı görmüş bir keçi gibi hemen teslim oluyorsa, o zaman, AİDS virüsüne karşı antikorların teslim-i silah ettikleri gibi, bizde de iş bitmiş demektir. Gelen vesvese karşısında kalbimiz, imanımız mukavemet etmezse, o zaman vesvese de olmaz, hararet de yükselmez! Bu, “Gel, ne istersen yap!” demektir ki, şeytanın da istediği budur.
3. Vesveseye mâruz kalb, içine kötülerin çer-çöp attığı pınara benzer
Meseleyi bir de şöyle düşünebiliriz: Berrak, saf ve tertemiz bir su kaynağı var; bileşikleri, tadı ve takdim ettiği şifasıyla zemzem suyu gibi bir su kaynağı. Herkes tarafından mâlum ve meşhur hale gelmiş, dünyâca da kabûl edilmiş mübarek bir kaynak. Şimdi, hain biri geliyor, sinsice kaynağa yaklaşıp, su üzerine boya, toz, çer-çöp döküp kaçıyor. Siz bunu görünce, “Eyvah” diyorsunuz; “Pınarım kurudu, mahvoldu, pislendi ve ölüp gitti!” Oysa, hakikat böyle değildir. Akan su, üzerinde atılan o çer çöpü götürecek ve safiyetini muhafaza edecektir. Sizin kalbiniz, imanınız berrak, pırıl pırıl bir pınar ise, o zaman bulandırmak için üzerine atılan tozun, toprağın ona hiç bir zararı olmayacaktır. O toz, toprak akıp gidecek ve sizin menba’ınız her zaman temiz kalacaktır. Demek oluyor ki, o bulanıklık pınarın kendinden değil... Evet, işte vesveseye mâruz kalb de böyledir...
4. Vesvese, iradî olmayıp, fiiliyata da dökülmüyorsa insanı mes’ul etmez
Bildiğiniz gibi, mükellef ve mes’ul olmada irâde ve şuur şarttır. Hayvanatın yanısıra mecnunlara, aklı, şuuru yerinde olmayanlara teklif yoktur. Bu itibarla vesvese için irâde devrede değilse ve plân, programı yapıp, “gel” diye kalb ve düşünce kapılarımızı bizzat kendimiz aralamıyorsak, mes’ul sayılmayız. Elverir ki, onu fiiliyata dökmeyelim, işlemeyelim. İrâde, umumiyetle böyle kendi kendine
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelen vesveseyi karşısında bulur ve ona mukavemet edemez, çünkü o dâvetsiz gelir. Ayrıca insan, tedayi-i efkâr ile irâdesi dâhilinde olmadan gördüğü, duyduğu ve okuduğu şeylerle de bir takım hâtıralara, hayâllere ve düşüncelere mâruz kalabilir. Aslında, çok defa bunlardan kurtulmak mümkün de değildir; çünkü insanın bu hali, yaratılışın gereğidir.
5. Vesvese, insanın ilerlemesine mani olmayan örümcek ağı gibidir
Vesvese, kendine has tutarsızlığıyla bilindiği zaman zararlı olmaz. Kur’ân, “Muhakkak, şeytanın hilesi zayıftır” diye ferman etmektedir.2892 Evet var ama, yok gibidir şeytanın hilesi. Meselâ, iki duvar arasından geçmek istiyorsunuz; bakıyorsunuz ki, bir örümcek, ağlarını gerip yolunuzu kapatmış; döner misiniz, devam mı edersiniz? Örümcek ağı sizin ilerlemenize mâni olabilir mi gerçekten? Şüphesiz hayır; onu bir engel olarak görmez ve hiçbir şey yokmuş gibi yolunuza devam edersiniz.
Efendimiz, şeytanın dalâleti, küfrü, küfranı, günahı ve kötülükleri yaptırmadığını ve elinden tutup da kimseye günah işletemeyeceğini beyan buyurur. Şeytanın yaptığı, ancak fenalıkları süsleyip-püslemek, allayıp-pullamak, câzip ve çekici göstermektir. İyiyi de kötüyü de yaratan, dalâlete de hidâyete de sevkeden Allah (c.c.)’tır. Rengârenk köpüklerle süslenip imar edilmiş bir saray gibidir şeytanın vesveseleri; fakat altında derin çukurlar bulunur, kilometrelere ulaşan derin çukurlar...
Gelip geçiciliği bilindiği zaman vesvesenin zararı olmaz. Vesvese, üflemekle uçup giden tüy kadar zayıftır. Bir ara toplanıp sonra dağılıveren bulutlara benzer o; ardından ne yağmur gelir, ne de yel!.. O, uçak yolcularının bir anlığına içine düştüğü hava boşluğu gibidir; ne feryat etmeye değer, ne de dövünüp yakınmaya!..
6. Vesvese, üzerinde durulmadığı ve dert haline getirilmediği takdirde hiçbir zarar vermez
Düşüncenize bulaşıp da onu kirletmeyeceğini bildiğiniz zaman vesvese zararlı olmaz. Vesvese, hayâl aynasında sönüp gidecek derecede zayıf ve gelip geçici bir iz; leke ve pislik bulaştırmayacak bir görüntü ve çok hafif yansımalardan ibarettir. Akla ve hayâle gelen şeyler, hayır kaynaklı ise akıl ve düşünceyi bir derece nurlandırır; fakat şer kaynaklı bir vesvese ise, o zaman da akla, düşünceye ve kalbe tesir etmez, kir bırakmaz ve zarar da vermez. Elinizde tuttuğunuz aynaya karşıdaki yılanın görüntüsü aksetse, aynadaki o yılanın elinize zararı olur mu? Ya da, aynaya akseden bir pislik elinizi kirletir mi? Veya elinizdeki aynaya akseden
alevli ateş, elinizi yakar mı? Aynen bunun gibi, nasıl karnınızdaki pisliklerin namaza ve elmasın etrafındaki kömür tozlarının elmasa zararı yoksa aynı şekilde, şeytanın da dışta ya da içte aslî ve zatî bir varlığı ve hüviyeti olsa bile attığı okların, gönderdiği görüntülerin aslî hüviyeti ve hiç bir zararı yoktur.
Üzerinde durmadığınız, merakla üzerine varmadığınız, sahip çıkıp kabullenmediğiniz, küçük görerek şişmesine meydan vermediğiniz ve bir dert haline getirmediğiniz zaman vesvesenin hiç bir zararı olmaz. Ona hep tepeden bakacak ve “Allah'ın (c.c.) izniyle bunun altından vurup, üstünden çıkarım” diyeceksiniz.
2892] 4/Nisâ, 76
VESVESE
- 565 -
7. Vesvese, zararlı tevehhüm edildiği zaman zarar verir:
Şimdiye kadar anlattıklarımızın hilafına hareket edildiği takdirde vesvesenin zararı olabilir. Evet vesvese, zararsız olduğu bilinmeyip, zararlı tevehhüm edildiği zaman zararlıdır. Üzerinde durulup kurcalandığı ve merakla karıştırıldığı zaman zararlıdır o; büyük gördükçe, mühimsedikçe büyür ve bir balon gibi şişerek bizi yutacak hale gelir. Bir arı kovanı içinde yüzlerce arı bulunur ama, siz önemsemeden kovanın önünden geçer gidersiniz.
Vesvese karşısında da yapmamız gereken şey, bundan farklı olmamalıdır.
Şeytan, zayıf ve geçici bir görüntü karesini hayalimize atar; biz de cazip bulur ve onu işlettirirsek, o bir karelik manzara, hayâl sinemamızda saatleri içine alan bir film şeridi haline gelir de, farkına bile varamayız. Hususiyle yalnız kalınca, özellikle gençlerde ve hele bu sûretler, nefsâniliğe bakan, bedeni tesir altına alan sûretler olursa...
Evet, insan onu alır ve hayâlinde maceralı bir film haline getirir. Hâlbuki şeytana ait olan, o ilk sahnedir. Öyleyse, o ilk oltaya sahip çıkmamak, takılmamak ve onu işlettirmemek gerekir ki, şeytan da bizi işletmesin ve işlete işlete hayâllerimizi gerçeğe dönüştürmesin; dönüştürmesin ki, biz de neticede o bir karelik görüntünün kurbanı olmayalım.
8. Hassas ve asabî ruhlar, şeytanın vesvesesine önem verip vehme kapılmamalıdırlar
Vesvese, hassas ve asabî ruhlarda daha da zararlı bir hastalık ve meleke haline gelir. Böyle birisi vesvese geldiğinde, zararlı olacağı endişesiyle telaşa ve vehme kapılır; sonra da bunu kalben, fikren ve im’an-ı nazarla büyütüp, kendine mal eder. Derken onu huy haline getirir ve onunla bütünleşir. Bu ise, şeytan karşısında ye’se düşüp, tam zarara uğramanın ifâdesidir. Bu hale ma’ruz kalmış biri, ümitsiz bir şekilde “Artık ben mahvoldum” deyip, mağlûbiyeti kabûl eder ve böylece önce merkezi şeytanın salvolarına açık hale getirir, sonra da onu terk eder.
Bir kumandan düşünün; ilerde sağ tarafta bir kaç madenî parlama görerek, düşman o taraftan saldırıya geçecek vehmine kapılır ve ordusunun sağ kanadını boşaltıp o tarafa sürer; sol tarafındaki dağlarda da ağaç yapraklarının kıpırdanmalarından, düşmanın saklandığı ve hücum edeceği düşüncesine kapılarak, ordusunun sol kanadını da oraya sevk eder. Neticede merkez, hasmın taarruz ve imha etmesine açık ve hazır hale gelmiş olur. Esasen bu,
taktik bilememenin ve düşmanı tanımamanın ifâdesidir. Görüyorsunuz ki, şeytanın yaptığının vesvese adına bir kibrit çöpü kadar önemi yokken, insan onu azmanlaştırıyor, azgınlaştırıyor ve kendi başına salıyor. Evet, dikkat edelim, onu hayalimizde ve düşüncemizde büyütmeyelim...
9. Vesvesenin manyetik alanından ibâdet ile uzaklaşmalı ve psikolojik tesirinden çıkılmalıdır
Vesveseye karşı sizi vesvesenin manyetik alanından kurtaracak davranışlarda bulunun. Hadiste de ifâde edildiği gibi, böyle bir şey arız olduğunda, söz gelimi gazaplandığınızda, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız uzanın veya kalkıp abdest alarak iki rekât namaz kılın ve iç dünyanızda değişiklik yapın; ayrıca o sisi
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dağıtacak daha başka meşrû bir kısım davranışlarda bulunun!.. İrâdenizi devreye sokarak, psikolojinize te’sir edebilecek, elinizde olmadan içine düştüğünüz hava boşluğundan sizi çıkaracak veya tutulduğunuz elektrik akımından sizi çekip alacak küçük de olsa bir vesile arayın.! Efendimiz (sav), bir sefer dönüşü -bir defaya mahsus olmak üzere- yorgunluktan uyanamayıp sabah namazı kazaya kalınca, “Burayı derhal terkedin; şeytan burada hâkimiyet ve saltanat kurmuş” buyurmuşlardı.
Evet, her zaman şeytanın manyetik alanına karşı dikkatli olunmalı ve bilmeyerek içine girilmişse, çarçabuk oradan uzaklaşılmalıdır. Gaflet ve dikkatsizlik, şeytan ve şeytanî şeylere birer hüsn-ü istikbalse, evrad u ezkâr, Allah’ı ilan ve O’nunla irtibatlanma, bütün şer kuvvetlere karşı bir müdafaa, hattâ bir taarruzdur. Meselâ, Efendimiz (s.a.s.) bir yerde, şeytanın ezan sesinden nasıl kaçtığını anlatır. Demek ki, onun ezana ve ezanın ihtiva ettiği manâlara tahammülü yok. Öyle ise, şeytan vesveselerle taarruza geçtikce, biz de Allah ve Rasûlü’yle irtibatımızı kuvvetlendirmeli ve hep lâhûtî hâtıralara dalmalıyız. Efendimiz (s.a.s.)’in Mi’rac yolculuğunu hatırlamanın vesveseyi, hususiyle namazda akla gelenleri, hattâ esnemeyi bıçak gibi kestiği ve keseceği söylenebilir. Keza bir yerde sol tarafınıza atacağınız üç tükürük, bir de bakarsınız onun geldiği sisli perdeyi yırtıverir. Şeytanın harama teşvik adına gelen vesveselerine karşı bazen yumruğu sıkıp meydan okuma, bazen da hafife alma manâsına tebessüm edip geçme, onun manyetik alanına karşı gerilimde bulunma ifadesidir.
Bir genç arkadaşımıza şöyle dediğimi hatırlıyorum: ”Şeytan, karşına çıkıp da bir harama bakmanı istediğinde şöyle düşün: Bakmakla elime ne geçecek? Bakacaksın, o boş... Daha ileri götürsen, yine boş... Kaldı ki, imanının sana vereceği pişmanlık ve ızdırap da var. Sonu böylesine boş, ızdıraplı ve karanlık olacak bir bakışın ne manâsı olabilir ki!” Esasen, insan kendini böyle ikna ederken, o haram manzara da çoktan kaybolup gitmiş olur.
Akla gelen her vesvese, her süslü manzara, gelecekte elde edilecek daha mükemmellerini düşünmekle izale olabilir. Kur'an'ın pek çok yerinde, dünyâ hayatının bir oyun ve eğlenceden ibâret bulunduğu ve gerçek hayatın Ahiret hayatı, yaşanacak gerçek yurdun da ahiret yurdu olduğu ifade edilir.2893 Vesvese, sana ıspanak ve tere otunu mu teklif ediyor; ama Allah (c.c.) diyor ki, orada peş peşe koparılmaya hazır
meyveler var.2894 Hem, dünyadaki gibi hazımsızlık, karın ağrısı ve defekasyon lüzumu da duymayacaksın. Buradaki haramlara nazar noktasından gelen vesveseye de aynı şekilde mukabele edilebilir. Ama biz, dünyânın bütün güzelliklerine karşı “İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni” diyeceğiz. Yaz aylarının kavurucu sıcağını bahane ederek, şeytan sizi hizmetten ve irşad gayesiyle etrafa gidip gelmekten alıkoymak ve başkalarına yaptığı gibi sizi de deniz kıyılarına veya gölgesi serin mesire yerlerine çekmek mi istiyor? Ona Cehennem
ateşinin çok daha sıcak olduğunu hatırlatıverin. Öyle zannediyorum ki, kalbinize atmak istediği bu vesvese, kendi gırtlağına tıkanıp kalacaktır.
Hem “Allah Rasûlü (s.a.s.) ve O’nun sâdık yârânı ve arkadan gelen sâlihler bizi bekleyip dururken, benim şurada burada avare ve bana yakışmayan bir vaziyette dolaşmam hiç doğru olur mu?” diyerek, bu mevzûda şeytanın telkin etmek
2893] 3/Âl-i İmran, 185; 29/Ankebût, 64
2894] 69/Haakka, 23
VESVESE
- 567 -
istediği gaflet ve rehavet vesvesesini izale etmek mümkün olur kanaatindeyim.
10. Abdest ve namazda “eksik mi yaptım?” şeklindeki vesveselere de önem verilmemelidir
“Abdest ve namazda yanlış ve kusurum oldu mu acaba?” şeklinde gelen vesveselere de aldırış etmemek gerekir. Böyle bir vesvese ilk defa vuku buluyorsa, o abdest veya namaz tekrar edilebilir. Ama mükerreren oluyorsa, sözgelimi bir abdest uzvunu yıkayıp yıkamadığından devamlı şüpheye düşen birisi, o zaman hiç vesveseye meydan vermeden, o uzvunu yıkadığını kabûl ederek namaza durmalıdır. Ve yine namazı kaç rekât kıldığı mevzuunda vesveseye mübtelâ olmuşsa, namazının tamam olduğu kanaatıyla hareket etmelidir.
Vesvesenin ilka ettiği şeyin üzerine üzerine gidilmelidir. Vesvesenin üzerinde durmak değil, aksine, tam tersi istikamette yürümek lâzımdır. Hiç kâle almadan, önem vermeden, yapılan yanlış bile olsa, “Mezheplerimizden birine uyar” deyip geçmek maslahata binaen daha muvafık olur kanaatindeyim. Gâye, şeytanın canına okuyup vesveseyi def’etmektir. 2895
İnsan vesveseden nasıl kurtulur?
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi şeytanın hileli düzeni çok zayıftır.2896 İman edenler ve Rableri’ne tevekkül edenler üzerinde bir etkisi yoktur. Allah mü’minlere kendilerine bir vesvese geldiği zaman ne yapmaları ve bu vesveseden nasıl kurtulmaları gerektiğini Kuran’da bildirmiştir. Kuran’a tabi olan mü’minler kendilerine bir vesvese geldiği zaman hemen şeytandan Allah’a sığınırlar. Kısa süre içinde akıllarından geçen düşüncenin şeytana ait bir vesvese olduğunu anlarlar. Hiçbir kuruntuya, ya da sıkıntıya kapılmadan, Allah’ı zikreder ve şeytanın bu pisliğinden kurtulurlar.
Allah Kuran’da kendilerine vesvese geldiğinde mü’minlerin bunu hemen düşünüp tanıyacaklarını şöyle bildirmiştir: “Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir...” 2897
“Ben namaza başladığımdan beri, ruhumda büyük bir huzur hissetmekle birlikte, aklımda hiç de hoş olmayan bir hayli düşünce kaynaşmaya başladı. Birisini uzaklaştırayım derken bir başkası hücum ediyor ve onun yerini fazlasıyla dolduruyor. Bundan çok rahatsızım.”
Birçok kişi, namaza başlar başlamaz şeytanın hücumuna mâruz kalmıştır. Âdemoğlunun o amansız düşmanı vesvese denilen oklarını nice insanın aklına ve kalbine aralıksız atmaktadır.
“Namaza durduğumda mukaddes mânâlara taban tabana zıt pis hayaller aklıma hücum ediyorlar. Onları uzaklaştırmak için aklımı farklı sahalara kaydırmaya çalışıyorum. Dolayısıyla ne okuduğumu, namazın neresinde olduğumu adeta unutuyorum. Kötü düşünceler, birbiri ardınca ruhumu kanatıyor ve ben onları
2895] F. Gülen, İnancın Gölgesinde
2896] Nisa Sûresi, 76
2897] 7/A’râf, 200-201
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçırmaya yarayacakmış gibi farkında olmadan kafamı sağa sola çeviriyorum. Siz de buna şahit oldunuz ve beni rahatsızlanmış sandınız. Rahatsız olduğum doğru, ama bu bedenimden gelen bir acı sebebiyle değil. İçim kan ağlıyor, aklım paramparça oluyor, kalbimin bozulduğu zannına kapılıyorum...”
“Bir abdesti yirmi dakikada, bazen yarım saatte alıyorum. Yine de gönlüm tam rahat etmiyor. Acaba kuru bir yer kaldı mı diye defalarca abdesti tekrarlıyorum. Sanıyorum, üçten fazla yıkamanın mahsuru da var, ama ben beş kere de yıkıyorum, yedi kere de. Bu vesveseyi nasıl atlatabilirim?”
Abdest alırken çok acele etmek elbette doğru değil. Her organını rahatlıkla yıkamalı. Bu ilk yıkayış farzdır. Ondan sonra iki kez de sünnet olarak yıkıyorsun. Fazla acele edilmediği takdirde bu üç yıkayışta zaten kuru yer kalmaz. Bundan sonraki hassasiyetler vesveseden başka bir şey değildir. Bundan kurtuluşun yolu da, ‘abdestim tamamdır’ deyip namaza durmak olacaktır. Birkaç kez böyle yaptığında o hastalığın geçtiği görülecektir.
Kaldı ki, sen bütün dikkatini sarf ettiğin halde, kuru bir yer kalsa bile abdestin geçerlidir. Bildiğin gibi, abdestin mânâsı, namaz ile İlahî huzura çıkmadan önce bir hazırlıkta bulunmaktır. Bu hazırlığın nasıl yapılacağını Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bize bildirmiş, tarif etmiştir. Onun tarifinde bir uzvu üç kereden fazla yıkamak yoktur. Onun uygulamasında yarım saatlik abdest de yoktur. Bu hâl gösteriyor ki, bu yapılan sünnete aykırıdır; takvâ değil vesvesedir.
Eğer abdest organlarının su ile yıkanması mutlak şart olsaydı teyemmüm edenin abdestinin sahih olmaması gerekirdi. Bir uzvu noksan olanın da abdesti geçerli olmazdı. Bildiğin gibi, su bulunmayan yerde teyemmümle abdest alınır. Teyemmümde suyun yerini toprak almıştır. Bu şekilde alınan bir abdestle de namaz kılınır.
Su konusunda seni vesveseye düşüren şeytana aldırış etme. Onun vesvesesine karşı teyemmümü hatırla ve bu konuya gereğinden çok fazla önem vererek abdestini sünnete aykırı biçimde alma, namazını geciktirme.
Bildiğin gibi, dinde zorlama yoktur. Sen aklını, irâdeni, dikkatini yeterince yoğunlaştırdığın halde abdest organlarında senin bilemediğin bir kuru nokta kalmışsa, bunun bilinmesi senin için mümkün olmamış demektir. Bunu bilmeye zorlanmak doğru değildir vesveseye yol açar. “Dinde zorlama olmadığı” hükmüne aykırı düşer. “Dinde zorlama yoktur”2898 meâlindeki âyet-i kerime daha çok şu mânâda yorumlanıyor: “Bir kişiyi dine dâvette yahut ibâdet konusunda zorlamak doğru değildir. Mü’mine düşen görev; hakkı tebliğ etmek, gerçeği en güzel şekilde anlatmaktır. Kabul etme yahut etmeme konusunda kişi zorlamaya tâbi tutulmaz.”
Bu mânâ doğrudur. Ancak âyetin mânâsı sadece bu değildir. Nitekim bir tefsir âlimi âyete şu mânâyı vermektedir: “Dinde zorlama yoktur demek, zorlama denen şey dinde yoktur” demektir. Kendi ifadesiyle ‘Asl-ı ikrah dinde yoktur.’ Buna göre âyetin bir mânâsı da, “Zorlama, dinde yoktur” şeklinde olur.
Öyleyse değerli kardeşim, sen de kendini fazla zorlama. Abdestin için yahut bir başka ibâdet için kendine düşen görevi en iyi şekilde yapmaya çalış. Daha
2898] 2/Bakara, 256
VESVESE
- 569 -
sonra, kendini zorlayarak şeytana fırsat verme vesveseye düşme, kerâhete yahut harama girme.”
Şeytanın kendisini inkâr ettirmekteki bir maksadı da, insan kalbine görünmeyen şeylere inanmamak gibi bir vesvese sokmak, böylece bütün iman hakikatlerinin inkârına bir yol açmaktır. İnsan gözü, kendisinde ve çevresinde durmadan faaliyet gösteren ışınların, radyoaktif dalgaların çok az bir kısmını görebiliyor. Hâlbuki bu âlemde görünmeyen ve görünen nice mahlûklar birlikte, içiçe bulunuyorlar. Toprak ile yerçekimi adeta kucaklaşmış, bir tek şey olmuşlardır. İnsanın ruhu ve bedeni bunun en ileri örneğidir. İnsanın beyni görünür, ama ondaki merkezlerin görevleri görünmez. İşitme merkezinde ses yoktur. Görme merkezi de bir şey görmez. Ondaki bu merkezleri bir araç olarak kullanan ve her birinden ayrı bilgiler alan bir görünmez varlık vardır. Bu varlık ruhtur, kalptir, akıldır. Gel gör ki, o görünmeyen şeytanın vesvesesine kapılanlar, şeytanı yine o görünmeyen akıllarıyla inkâr ederler. Nefislerine uyarak sarhoş olmuş insanlar bu açık hatayı görmez yahut görmezlikten gelirler.
Melekler ve şeytanlar bir tarafa, insanoğlu yemeğin tadını da göremiyor, çiçeğin kokusunu da. Ama onların varlıklarından da hiç şüphesi yok. Çünkü çok iyi biliyor ki, görme tek bir çeşit değildir. Göz renkleri ve şekilleri görürken, dil de tatları görür, kulak da sesleri, akıl da mânâları ve hikmetleri.”
Şeytan, âyetler hakkında kalplere şüphe atmakla da nicelerin imanlarıyla oynuyor. Bunun en çok rastlanan bir örneği de güneşin dönmesiyle ilgili âyet. Şöyle bir soruya sıkça muhatap oluyoruz: “Günümüzde dünyanın güneş etrafında döndüğü biliniyor. Âyette ise, güneşin döndüğü belirtiliyor. Bu nasıl olur?’ Bu konuda da bir şeyler söylemek ister misiniz?”
“Kur’an âyetlerinin tefsirinde söz sahibi olanlar, bu ilmin ileri gelen şahsiyetleridir. İlme saygı, bu yetkili zatların sözlerine kulak vermeyi gerektirir. Bu zatların sarih yani hükmü açıkça anlaşılan âyetlere verdikleri mânâlar hepsinde aynıdır. İman hakikatleriyle ilgili, namazın, orucun farz olmasıyla ilgili âyetlerin tefsirinde zaten ittifak var. Müteşabih âyetler, yahut bazı gizli hakikatler içeren âyetler hakkında değişik tefsirler yapılabiliyor. Bu, Kur’anın mana zenginliğinin bir göstergesidir. Nur Külliyatı’ndan İşarât-ül İ’caz adlı eserde bu gibi farkı görüşler konusunda bize düşen görev çok güzel açıklanıyor. Ondan kısaca söz edip sorunuzun cevabına döneceğim.
Güneşin dönmesiyle ilgili âyeti okuduğumuzda, ilk iki şıkka inanmak durumundayız. İman bunu gerektirir. Farklı görüşler üçüncü maddede yoğunlaşıyor. Bunlardan birini kendimizce daha uygun bulup, diğerlerine katılmayabiliriz, elbette ki bir nezaket dairesinde. Onları haddimizi aşarak tenkit etmek yahut onlara saygı sınırlarını aşan ifadelerle hücum etmek elbette doğru değil.
Gelelim konumuz olan âyet-i kerimeye: Âyette ‘tecri’ kelimesi geçiyor. Bunun mânâsı cereyan eder, akar, döner demektir. Âyette cereyan etmek fiili yerine devretmek, yani dönmek fiili kullanılsaydı inkârcılara bir kapı açılmış olabilirdi. ‘Güneş dünyanın etrafında devreder.’ denilseydi seslerini iyice yükseltirlerdi. Ama âyette bunların hiçbiri yok. Dünyanın ismi bile geçmiyor. Sadece, ‘Güneşin cereyan ettiği’ belirtiliyor. Yakın zamana kadar dünyanın sabit olduğu, güneşin ise dünya etrafında döndüğü kabul edildiğinden, tefsir alimleri de haklı olarak
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu konuda o ilmin mensupları gibi konuşmuş ve “Güneş döner.” demişlerdir. Gerçekten de güneş halen, bütün insanların gözlerini bu konuda yanıltırcasına, bulunduğumuz beldenin bir ucundan doğmakta diğer ucundan batmaktadır.
Âyette, istikrar kılınan yer, mekân mânâsına gelen müstekar kelimesinden önce gelen “lam” harfi hakkında şöyle bir açıklama getiriliyor: “…Lâm’ı hem kendi mânasını, hem “fî” mânasını, hem “ilâ” mânasını ifade eder.”
Birinciye göre, “güneş kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor.” İkinciye göre, “Güneş kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvâri bir cereyan ile manzumesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder.” Üçüncü mânâya göre, güneş “mahall-i kararına yetişmek” üzere hareket ediyor. Buna göre âyette verilen mesaj şöyle oluyor: Güneş kendi istikrar kıldığı mekânda bir cereyan halindedir. Bu cereyandan bir kuvvet hasıl olmakta ve bu cazibe kuvvetiyle gezegenlerin düzenli bir şekilde hareket etmeleri sağlanmaktadır. Bununla birlikte güneş bütün manzumesiyle birlikte bir hareket halindedir ve bir yöne doğru akıp gitmektedir.”
“Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu âyete2899 “Güneş kendisi için mukadder bir müstekar için cereyan ediyor.” şeklinde mânâ veriyor ve şu noktaya dikkat çekiyor: “Bu cereyanı şemsin yalnız mekânında hareketi diye anlamamalı.... Meselâ, ziya ve hararet neşri de onun bir cereyanıdır.” Güneşimizi kaynayan bir kazana benzetmek yanlış olmaz. Bu kaynama sonunda madde önce yukarı çıkar, daha sonra soğuyarak aşağıya döner. Güneş enerjisinin üretildiği bölge, çekirdek tepkimelerinin yer aldığı merkez bölgesidir. Bu enerji dış katmanlara taşınmakta, oradan da uzaya yayılmaktadır. Güneş kendi ekseni etrafında diferansiyel dönme hareketi yapar. Yani kutuplar ve ekvator farklı hızlarda döner. Güneşin gözle görünen parlak yüzeyi teleskopla incelendiğinde granüler yapıya sahip olduğu görülür. Bu gazlar 0.5 km hızla yükselirler, enerjilerini kaybedince soğuyarak yüzeye doğru düşerler. Zaman zaman ortaya çıkan ani patlamalara püskürme denir. Bunlarla güneş yüzeyinde şerit biçimli gaz akımları görülür.”
Güneş, hidrojen atomlarını helyuma dönüştürür ve sahip olduğu enerjiyi meydana gelen nükleer reaksiyondan elde eder. Güneş’te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.”
Bütün bunlar teknik bilgiler, önceki asırlarda bilinmiyorlardı. Demek ki, âyette asıl olan, bu mânâların anlaşılması değil. Bu bilgiler, o ilahi kitabın uçsuz bucaksız mânâlarından bu asra düşen özel bir pay olarak değerlendirilmeli.
Kur’an insana Allah’ı tanıtmak ve bir kul olarak Ona karşı görevlerini öğretmek için nazil olduğuna göre, bu âyette kulların nazarı İlâhî icraatın azametine çekilmektedir. İnsana düşen görev bu ilahi icraat karşısında hayret görevini tekbir ve hamd ile yerine getirmektir; ister dünya güneş etrafında dönsün, ister güneş dünya etrafında.
Elbette ki, dünyanın ve güneşin yaratıcısı bunlardan hangisinin diğeri etrafında döndüğünü kullarına bildirebilirdi. Bunun açıkça beyan edilmemesindeki
2899] 36/Yâsin, 38
VESVESE
- 571 -
hikmet de yine Nur Külliyatı’nda güzelce ifade ediliyor. Anladığım kadarını kendi ifademe dökeyim: Böyle bir beyan, güneşin döndüğünü kabul eden önceki asırdaki tüm insanların inkârına yol açacak, sadece bu asrın insanlarının hoşuna gidecekti. Kur’anın asıl maksadı insanları iman ve sâlih amele irşat etmek olduğuna göre bu tarz bir ifade, insanların büyük kısmının küfürde kalmasına yol açacaktı. Onun için Kur’an bu konuda öyle bir üslup takip etmiştir ki, hem eski zaman insanları tasdik etsinler, hem de yeni dönemin insanları inkâr yoluna gitmesinler.
Kelimesiz Konuşmak
İnsanlar asırlardan beri hep görgülerinin, bilgilerinin, şahsî fikirlerinin ve çevrenin etkisinde kalmışlardır. Bunların doğruları yanında yanlışları da vardır. Her kişinin doğruyu bulmaya güç yetiremediği dünyanın şu karışık hâlinden de anlaşılmıyor mu? Demek ki, insana mutlak gerçeği, ancak bütün sıfatları sonsuz olan Allah bildirebilir.
İnsana yapılan sonsuz ihsanların başında hidâyet gelir. Yani, ‘mutlak gerçeği İlâhî kitaplardan ve hak elçilerinden öğrenmek, küfürden, şirkten ve her türlü sapıklıktan kurtulmak.’ Bu, apayrı bir konudur, gerekirse bir başka görüşmemizde üzerinde durabiliriz. Ben şimdi yukarıda saydığım etki faktörlerden “görgü” üzerinde durmak istiyorum. Bunun konumuzla yakın ilgisi var:
İnsanoğlu başka bir canlı türü görmemiş olsaydı, ‘yürüme’ denilince sadece iki ayak üzerinde hareket etmeyi anlayacaktı. Sonra gördü ve bildi ki, dört ayakla, altı ayakla da çok rahat yürünebiliyormuş. Yine böyle bir insan, yol alma denilince sadece yürümeyi anlıyordu. Sonra gördü ve bildi ki, yüzerek de uçarak da yol alan canlılar varmış.
Biz, ‘konuşma’ denilince kendi konuşmamıza takılır, bir başka tür konuşmaya akıl erdiremeyiz. Konuşma için mutlaka beyne, sinir sistemine, dile dudağa, havaya ihtiyaç olduğunu sanırız. Sessiz ve kelimesiz konuşma türü de olabileceğine pek ihtimal vermeyiz.
Hâlbuki birazcık düşünsek bunun mümkün olabileceğini kendi benliğimizde de okuyabiliriz. Biz içimizden plânlar kurarken, ‘şöyle edeyim, böyle yapayım, bugün şuraya gideyim’ derken, kendi kendimizle sessiz konuşuruz. Şu var ki, bu konuşmayı kelimelerle yaparız. Bu mümkün olabildiğine göre, hem sessiz, hem de kelimesiz konuşmalar niçin olmasın?”
“Cebrail de diğer meleklerle konuşur, ama bizim birbirimizle sohbet etmemiz gibi değil. Rabbinden ilham yoluyla aldığı emirleri, diğer meleklere yine ilham yoluyla aktarır. Ortada ne hava vardır, ne de ses.
Vesvese de ilhamın zıddıdır; kelimesiz ve sessiz bir konuşma olma noktasında ona benzer. Vesvese, ‘fısıltı hâlinde gizli konuşma, şeytanın kalbe attığı şüpheler’ demektir.
“Meyveler bizimle iki türlü konuşmaktadır. Rengiyle gözümüze, tadıyla dilimize, taşıdığı vitaminlerle bedenimize hitap ederken, bir kudret mucizesi ve rahmet hediyesi olması yönüyle de ruhumuza hitap etmektedir. Kalbimiz onu severken aklımız da tefekkür eder. İnsanı tanımayan ve ona merhamet etmekten çok uzak bir ağacın eliyle verilen bu nimetlerin doğrudan doğruya Allah’ın
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir ikramı olduğunu düşünürüz.
Şimdi insanın bedenini hayalen ortadan kaldıralım, ortada ruh kalacaktır. O bedensiz ruhun konuşması da, dinlemesi de bir başka olacaktır. İşte şeytan bu ruhla konuşmaktadır. İnsan bunu unutunca, şeytanın onun kalbiyle konuşmasını kendi sözleri ve düşünceleri sanır ve rahatsız olur. Hâlbuki olayı doğru değerlendirse, bozuk fikirli insanların sözlerinden nasıl etkilenmiyorsa, şeytanın vesveselerinden de etkilenmeyecektir. İşte senin düştüğün hata şeytanın sözlerini kendi sözlerin sanmandır.
Gerçek böyle olunca mesele kalmıyor. Şeytan kendi görevini yapacak mü’min de onu dinlemeden kendi işine bakacaktır. Düşünmeli ve kendi kendine demelidir ki: “O çirkin sözler benim kalbimin sözleri değil. Çünkü benim kalbim ondan üzüntü duymaktadır.”
İnsan bir şeyden rahatsız oluyorsa onu kendisi yapmıyor demektir. Yapan da rahatsız olan da kendisi olsa ortaya tuhaf bir tablo çıkar. Buna göre insanın, kalbine gelen çirkin sözlerden rahatsız olması gösteriyor ki, o sözler onun kendi sözleri değil. İşte vesvese, şeytanın insan kalbiyle konuşmasıdır. O halde sen kendi kalbinden değil şeytandan rahatsız oluyorsun. Gerçeği böylece tespit edemeyenler kalplerinin bozulduğunu sanarak üzülür ve yersiz dövünürler.
“Şeytan bunu niçin yapıyor? Bunda ne faydası olabilir?” diye sorulabilir. Şöyle cevap verebiliriz: Bu şeytanın derdi insanları üzmek, rahatsız etmek değildir. Bunlar dünyaya ait olaylardır ve sonunda bir türlü kaybolur giderler. Onun meselesi insanları mümkünse imansız, hiç olmazsa ibâdetsiz yapmaktır. Vesveseden rahatsız olan insan, kurtuluşu ibâdeti bırakmada bulursa, işte o zaman şeytan hedefine ulaşmış demektir.”
“İnsanların imansız ve ibâdetsiz olmasından şeytana ne? Bundan ne zevk alıyor?” denilse, şu cevabı verebiliriz: “İnsanlardan şeytan vazifesini gören canlı cesetler, çirkin ruhlar” bulunduğunu biliyoruz. Bu sorunun cevabını o insanlara sormak lâzım. İnsanları yoldan çıkarmaktan, ahlâksız ve inançsız yapmaktan ne anlıyorlar? Zevkler çok çeşitli. Bülbül ötmekten zevk duyarken, canavar parçalamaktan lezzet alır. İnsanın da ruhu bozuldu mu canavarlaşıyor. Şeytanın Âdem’e (a.s.) secde etmemesi de böyledir. İnadını sürdürmekte ve kan dâvâsı gütmekte de çirkin bir zevk vardır. Şeytan, Âdem’e (as.) secde etmemekle dönüşü olmayan bir yola girdi ve insanlığa zarar vermede yılanları, canavarları çok gerilerde bıraktı.” 2900
Büyük Düşmanın Âdî Oyunları
Etrafımıza şöyle bir göz atalım; dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar, ay, güneş ve yıldızlar hayalimizden sıra ile geçsinler. Bunların hepsi maddî varlıklar, ama birbirlerinden ne kadar farklılık gösteriyorlar!?
Bir de göremediğimiz, ışınlar âlemini, yer çekimini, güneşin cazibesini düşünelim. Bunların da yine birbirinden çok farklı şeyler olacaklarını dikkate alalım.
Ve şöyle devam ettirelim düşüncemizi:
2900] Alâaddin Başar, Şeytanın Bir Oyunu Vesvese vesveseden Kurtuluş 5, 7
VESVESE
- 573 -
Ateş topraktan ne kadar farklı ise, şeytan da Âdemoğlundan o kadar ayrı olmalı.
Karanlık ışıktan ne kadar uzak ise, cinler de meleklere o kadar benzememeli.
İlâhî imtihana tâbi tutulan iki tür varlık: İnsan ve cin.
Her ikisinin de inananları ve inanmayanları var. Her ikisinde de hayırlı ve şerli fertler mevcut. Her iki cinsin de mürşitleri ve müfsitleri bulunuyor.
İşte cin türünün, Allah’a isyan eden en şerli ferdi: Şeytan.
İnsanın bedeni topraktan yaratılmış ve o haneye ruh misafir olmuş. Cinler ise doğrudan ateşten yaratılmışlar. Zaten şeytanın kaybettiği ilk ve en büyük imtihan da bu yaratılış farkından kaynaklanmış ve ateşten yaratıldığı için insandan üstün olduğunu iddia etmekle ve Hz. Âdem'e(a.s.), secde etmemekle huzurdan kovulmuş ve lanetlenmiş.
Şeytan, cin türünden olduğu için normal olarak da ömrü insan ömründen fazladır. Bununla birlikte, bu asi cinnîye, kendi isteği üzerine ve gerçekte bir ceza olarak, uzun bir ömür verilmiş ve insanlara kıyamet gününe kadar Musallat olmasına müsaade edilmiş.
Hiç şeytan olmadan da Cenâb-ı Hakk insanları sadece nefisle ve dünyanın ahvaliyle, imtihan edebilir ve sonunda onları lâyık oldukları saadete erdirebilir yahut azaba duçar kılabilirdi. Bu konuda şeytanın da devreye sokulması, gerçekte, ona verilmiş büyük bir cezadır. Çünkü ne kadar insanı kötü yola sevk etmişse onların işedikleri günahların bir katı da kendisine yazılmakla azabı akıl almaz derecede artmış, Kahhar ismine en ileri mertebede mazhariyete lâyık kılınmıştır.
“İnsanlardan şeytan vazifesini gören kötü ruhlu kişilerin bulunduğu gibi, cinlerden cesetsiz ervâh-ı habîsenin (kötü ruhların) da bulunduğu, o kesinliktedir.”
Birisini görüyorsunuz, karşısındaki insana birtakım yanlış fikirler aşılamaya çalışıyor. Konuşurken muhatabının koluna, ayağına değil, gözüne bakıyor. Göz penceresinden ruha nüfuz etmeye, ona bir şeyler telkin etmeye çalışıyor. Bu iki şahsın bedenlerini hayalen ortadan kaldırırsanız, ortaya iki ayrı ruh çıkacaktır. Ve bunlardan birisi diğerini aldatmak istemektedir.
Hâl böyle olunca, şeytanın, insan ruhunu saptırmak, onu doğru yolan çıkarmak için çalışması akıldan uzak görülmemeli. Bazı kimselerin şeytanı inkâr ettiklerini görürüz. Bu, “şeytanın en büyük bir desisesi”dir. Bu inkârda tek temel dayanak, şeytanın gözle görülmemesidir.
Şimdi o şahsa soralım: Sen şeytanı neyinle inkâr ediyorsun? Yani şeytanın varlığını senin ellerin mi kabul etmiyor, kulakların mı; gövden mi kabul emiyor, bacakların mı?
Bu sorumuzu saçma bulacak ve “hiçbiriyle” diyerek ilave edecektir: O'nun varlığını aklım almıyor. O halde, şeytanın varlığını kabul etmeyen, o şahsın aklıdır.
Görünmeyen bir şey, yine görünmeyen bir şeyi inkâr etmektedir; delili ise “görülmemesi.”
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akıl kelimelerle düşünür, ama kalbin bütün işleri kelimesizdir. İnsan bir çiçeği veya güzel bir kokuyu “kelimelerle” sevmez. Bu işi kelimesiz yapar. Ama, bu sevgisini ifade etmek, başkalarına aktarmak istediğinde kelimelere iş düşer.
İşte, kelimesiz seven ve korkan ve yine kelimesiz inanan o insan kalbine, şeytan Musallat olmakta, onunla kelimesiz konuşmakta, ona fısıltı kabilinden birtakım telkinlerde bulunmaktadır. İşte şeytanın bu fısıltılarına “vesvese” deniliyor. Vesveseden söz açılmışken şeytanın bu yolla insanoğluna uyguladığı bazı taktiklerden söz etmek isterim:
Şeytanın birinci gayesi, insanın imansız olmasıdır. Bunu başaramadı mı, geri adım atar ve onun ibâdet etmemesine çalışır. Kulu bu şerefli vazifeden uzak tutmak için çok uğraşır. Kalbine birtakım kötü şeyler fısıldar. Ve insan bunların kendi kalbinden geldiğini sanarak rahatsız olur.
Bu defa şeytan yeni bir oyun sergiler: “Böyle karışık bir kalp ile de Allah'ın huzuruna durulmaz ki!” der. Kul, bu desiseye kandı mı şeytan zafere ulaşmıştır. Hâlbuki, her akıl kabul eder ki namazda bulamadığı huzuru, namazı terk etmekle yakalayacak değildir. İbâdet ve itaati bırakıp günah ve isyan yoluna giren bir insan, ilâhî feyizden gittikçe uzaklaşır. Tek çıkar yol, ibâdete devam etmektir.
Bir sohbette, şeytanın bu oyununa mâruz kalmış bir gençle dertleşiyorduk. “Ne zaman namaza dursam, aklıma kötü şeyler geliyor, namazdan çıktığımda kesiliyor.” diyor ve bir hâl çaresi arıyordu. Ona, önce, şu reçeteyi sundum: “O çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değildir. Çünkü senin kalbin ondan üzüntü duymaktadır.”
Kendi yüzünü tokatlayan ve ağlayan birini görsen, demez misin ki, bu adam yüzünü kendisi tokatlıyorsa niçin ağlıyor? Yoksa göremediğim bir el mi, onun yumruğunu onun aleyhine çalıştırıyor? İşte senin hâlin o adam gibi. Bu reçeteye göre, senin ağlaman gösteriyor ki o sözler senin kalbine ait değil. Namazı terk edip, meselâ, kumarhaneye gittiğinde o kötü sözlerin kesildiğini göreceksin. Demek ki, o sözlerin sahibi namaza düşman, kumara dost.
Hem kumar oynayan birisine şeytan niçin vesvese versin!?... Verse, kumarın haram olduğu aklına gelebilir, bu ise şeytanın işine gelmez. Onu öylece bırakmak şeytan için en geçerli yoldur.
Yine böyle birisine, şöyle bir soru sordum: Sen ilmihâl okudun mu? “Evet,” diye karşılık verdi. İkinci sorum şöyle oldu: İlmihâlde namazı bozan şeyler içinde “vesvese” de var mı? Soruma hayretle karışık bir tebessümle karşılık verdi. “O hâlde,” dedim, “sen namazına devam et.” Namazda aklına ne gelirse gelsin, “Haydin namaza, Haydin felaha” sözlerini işittiğinde Rabbinin seni huzuruna çağırdığının şuuru ile namaza koşmalısın. O anda aklına kötü şeyler gelebilir. Ama, sen aklından ne geçerse geçsin, namaza gitmekle bu emre uymuş olursun. Kalbime kötü şeyler geliyor bahanesiyle namazını kılmasan, emre isyan etmiş olursun ve böyle bir özür seni suçlu olmaktan kurtarmaz. Önemli olan emri tutmak ve namaza koşmaktır. Kalbimizin namaz esnasında ideal bir huzuru yakalaması ayrı bir meseledir.
Her taraftan mermiler yağmakta ve biz bu dehşetli ortamda huzur aramaktayız. Bunu başaramayacağımız açıktır. Ama huzur bulamıyorum diye düşman
VESVESE
- 575 -
saflarına iltihak edecek de değiliz.
İşte günahlar birer mermi, birer ok. Bu asrın toplum hayatı bir harp meydanı gibi. Her yandan yüzlerce hücuma uğrayan bir insan, namaza durduğunda ihlâslı, huzurlu bir ibâdete zor muvaffak olur. Ama, o zorlukta ayrı bir değer vardır. Harp esnasında ve cephede tutulan bir nöbetle, sulh zamanında çarşı içinde tutulan nöbetin bir olmadığı açıktır. “Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir” cümlesi bizi bu noktada hem teselli eder, hem de müjdeler.
Aynı mektupta ayrı bir müjde daha veriliyor: bir günahın terki vacip olduğundan, böyle bozuk bir ortamda yüzlerce günahı terk etmekle yüzlerce vacip işlenmiş olacağı müjdesi...
Birkaç asır önce, bu günahların yüzde birisine bile mâruz kalmayan insanlar, bu vacipleri işleyemiyorlardı, onun yerine sâlih amel sahasında yol alıyor, bu yönde ilerliyor, nâfile ibâdetlerini artırıyorlardı. Şimdi ise, sâlih amel işlemek zorlaşmış. “Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen kurtulur” hükmü bir müjdeli haber olmasının yanısıra, bu asrın dehşetinin de bir ifadesi, bir göstergesidir.
Biz asrı yargılamakla vakit geçireceğimize, kendi nefsimizle uğraşalım ve onu şeytana uymaktan alıkoymaya çalışalım. Bunda başarılı olanlar çoğaldıkça, asır da bu mutlu insanlara uymak zorunda kalacaktır. 2901
2901] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler 4, Zafer Y., s. 33-39
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âyet-i Kerimelerde Vesvese
A- Vesvese Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 7/A’râf, 20; 20/Tâhâ, 120; 50/Kaf, 16; 114/Nâs, 4, 5.
B- İblis Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 34; 7/A’râf, 11; 15/Hıcr, 31, 32; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 26/Şuarâ, 95; 34/Sebe’, 20; 38/Sâd, 74, 75.
C- Şeytan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara, 36, 168, 208, 268, 275; 3/Âl-i İmrân, 36, 155, 175; 4/Nisâ, 38, 60, 76, 76, 83, 117, 119, 120; 5/Mâide, 90, 91; 6/En’âm, 43, 68, 142; 7/A’râf, 20, 22, 27, 175, 200, 201; 8/Enfâl, 11, 48; 12/Yûsuf, 5, 42, 100; 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 17; 16/Nahl, 63, 98; 17/İsrâ, 27, 53, 53, 64; 18/Kehf, 63; 19/Meryem, 44, 44,45; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 3, 52, 52, 53; 24/Nûr, 21, 21; 25/Furkan, 29; 27/Neml, 24; 28/Kasas, 15; 29/Ankebût, 38; 31/Lokman, 21; 35/Fâtır, 6; 36/Yâsin,60; 37/Sâffât, 7; 38/Sâd, 41; 41/Fussılet, 36; 43/Zuhruf, 36, 62; 47/Muhammed, 25; 58/Mücâdele, 10, 19, 19, 19; 59/Haşr, 16; 81/Tekvîr, 25.
D- Şeytan Kelimesinin Çoğulu Şeyâtîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 14, 102, 102; 6/En’âm, 71, 112, 121; 7/A’râf, 27, 30; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 68, 83; 21/Enbiyâ, 82; 23/Mü’minûn, 97; 26/Şuarâ, 210, 221; 37/Sâffât, 65; 38/Sâd, 37; 67/Mülk, 5.
E- İblis Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- İblis: 2/Bakara, 34; Nisâ, 118-119; A’raf, 11-18; Hıcr, 28-38; İsrâ, 61-63; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sebe’, 21; Sâd, 71-81.
b- İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
c- İblis’in Cennetten Koğuluşu: A’raf, 11-18; Hıcr, 34-35; İsrâ, 62-63.
d- İblis Lânetlenmiştir: Hıcr, 35; Sâd, 78;
e- İblis’e Mühlet (Süre) Verilmesi: A’raf, 14-15; Hıcr, 36-38; İsrâ, 62; Sâd, 79-81.
f- İblis’e Verilen Fırsatın Hikmeti: Sebe’, 21.
g- İblis Allah’ın Rahmetinden Koğulmuştur: Nisâ, 118-119; A’raf, 18; İsrâ, 62-63; Sâd, 77.
F- Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Şeytanın Ateşten Yaratılışı: A’raf, 12; Hıcr, 27; Sâd, 76.
b- Şeytan, İnsan ve Cin’den Olabilir: En’am, 112-113; Nâs, 6.
c- Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar: Hıcr, 17-18; Şuarâ, 212; Saffat, 7-10; Mülk, 5; Cin, 8-9.
d- Şeytan, İnsanlara Düşmandır: Bakara, 168, 208-209; En’am, 142; A’raf, 16-17, 27; Yusuf, 5; Hıcr, 39 40; Tâhâ, 116-117; Hacc, 52; Fâtır, 6; Yâsin, 60-61; Zuhruf, 62.
e- Şeytan Kötülüğü, Hayasızlığı ve Allah’a Karşı Gelmeyi Emreder: Bakara, 169; Nisâ, 14, 118-119; En’am, 128; A’raf, 200; Nûr, 21; Sâd, 82-83.
f- Şeytan, İnsanların Kalbine Vesvese Verir: Nâs, 5.
g- Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Ederler: A’raf, 201; Hıcr, 39-40; İsrâ. 65.
h- Şeytan, İnsanları Kuruntulara Düşürür: Nisâ, 119-120; A’raf, 20-21; İsrâ, 63-64.
i- İnsan ve Cin Şeytanları, Düşmandır: En’am, 112.
j- İnsan ve Cin Şeytanları, Aldatmak İçin Yaldızlı Lâflar Söyler: En’am, 112-113
k- Şeytana Uymak: Bakara, 208-209; Nisâ, 38, 119-120; En’am, 128, 142; A’raf, 18; Hıcr, 41-44; İsrâ, 63-64; Kehf, 50-51; Nur, 21; Şuarâ, 221-223; Lokman, 33; Fâtır, 5; Sâd, 84-85; Fussılet, 36; Zuhruf, 36-39.
l- Şeytanın, Mü’minler Üzerinde Hiçbir Hâkimiyeti Yoktur: Hıcr, 42; Nahl, 99-100; İsrâ, 65; Sâd, 82-83.
m- Şeytanın Arkadaşlığı: Nisâ, 38; Fussılet, 25; Zuhruf, 36-38; Kaf, 27.
n- Şeytanın Aldatmasının Etkili Olduğu Kişiler: Hacc, 52-55.
o- Şeytan, Kâfirlerin Dostudur: Bakara, 257; Nisâ, 38, 76; En’am, 71; A’raf, 27, 201-202; Enfâl, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuarâ, 221-223; Fussılet, 25.
p- Şeytan, Münafıkların Dostudur: Mücadele: 19-20; Haşr, 16-17.
a- Şeytandan Allah’a Sığınmak: A’raf, 200; Nahl, 98; Mü’minun, 97-98; Fussılet, 36; Nâs, 1-6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y., İstanbul 2005
2. Şeytanın Bir Oyunu Vesvese, Alaaddin Başer, Zafer Y.
3. Kur’ân ve Hadislere Göre Şeytân, Ali Osman Ateş, Beyan Yayınları
VESVESE
- 577 -
4. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
5. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. / Büruc Y.
6. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
7. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
8. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
9. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
10. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
11. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
12. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
13. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
14. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
15. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi Y.
16. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
17. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
18. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
19. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
20. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
21. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
22. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
23. Cinlerin Esrarı, imam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşad Y.
24. Ana Konularıyla Kur’an, FazlurRahman, Fecr Y. s. 249-265
25. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
26. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42
27. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
28. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
29. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
30. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
31. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
32. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
33. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-277
34. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 64-65
35. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
36. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
37. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 96-99
38. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342; 380-386
39. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 176-178
40. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 505-506; c. 3, s. 1335-1336
41. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 173-181

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:24

VESÎLE

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

VESÎLE


- 441 -
Kavram no 188
İmtihan 17
Bk. Şirk; İbâdet; Zikir; Murâbata
VESÎLE


• Vesîle; Anlam ve Mâhiyeti
• Vesile Sâlih Ameldir
• Ölülerden Yardım Dileme Sapıklık ve Zavallılığı
• Kabirlerle Tevessül
• Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Rûhâniyetten İstimdat
• Duâda Tevessül
• Duânın İstismar Edilmesi
• Kur’ân-ı Kerim’de Vesîle Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Vesîle Kavramı
• Vesile Konusunda Zayıf ve Uydurma Hadis Rivâyetleri
• Tasavvufta Vesile Anlayışı
• İstiğâse
• İstimdâd
• Tevessül Tartışmaları
• Tefsirlerden İktibaslar
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve O’na vesile (yaklaşma yolu) arayın ve O’nun yolunda cihâd edin, umulur ki böylece kurtuluşa erersiniz.” 2402
Vesîle; Anlam ve Mâhiyeti
el-Vesile kelimesinden türemiştir. el-Vesile: Bir şeye “istek“ ile ulaşmadır. İstek-arzu anlamını içerdiğinden “el-Vâsile“ ifadesinden daha özeldir (dar anlamdadır). Allah (c.c.) şöyle buyurur: “O’na vesile (yaklaşma yol) arayın.” 2403
Allah’a (c.c.) (yaklaştıran) gerçek vesile; ilim ve ibâdetle onun yolundan gitmek ve şeriatın güzelliklerini benimsemektir. Kurbet (Allah’a yakınlık) gibi. el-Vasil, Allah’ı arzulayandır.2404 İbnü’l-Esîr şöyle der: el-Vâsil; arzulayan, isteyen demektir. el-Vesîle; Kurbet, vasıta ve kendisiyle bir şeye ulaşılabilen ve yakınlaşma sağlanabilen şey anlamındadır. Çoğulu, “vesâil’dir. 2405
Fıkıh Usûlünde yerleşik bir prensip vardır: İbadetlerde asl olan men’ (câiz olmaması)’dir, ta ki bir delil bulununcaya kadar; adetlerde de aslolan ibahadır ta ki bir delil bulununcaya kadar. Allah’ın (c.c.) bize emrettiği ibâdetler ise mutluluk ve sıkıntı halinde ona yalvarmamız, ondan yardım istememiz ve ona sığınmamızdır. Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: “Rabbiniz (şöyle) buyurdu; Bana duâ edin,
2402] 5/Mâide, 35
2403] 5/Mâide, 35
2404] Müfredât’tîr Rağıb el-İsfahan, s. 560-561
2405] en-Nihâye, 5/185
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.”2406 Allah (c.c.) bizlere, tevessülün faydalı birçok çeşidini meşrû kılmıştır ve ona yalvaranın duâsını -diğer şartlarını da yerine getirdiğinde- icabet edeceğini taahhüt etmiştir.
Müteahhirînin birçoğu, tevessül kelimesiyle duâdaki tevessülü kasdetmişlerdir. Oysa durum -daha önce geçtiği gibi- böyle değildir. Müteahhirinin örfünde yaygın olan tevessül üç çeşittir:
1- Meşrû Tevessül: Hakkında Kitab’dan ve sahih hadislerden bir delil bulunan. Meşrû Tevessül kendi içinde üçe ayrılır.
a) Allah’ın (c.c.) güzel isimlerinden veya yüce sıfatlarından biriyle ona tevessül. Örneğin şöyle duâ etmesi gibi: “Allah’ım sen Rahmân ve Rahim’sin, Senden merhamet diliyorum...”
Bu konudaki delil şudur: “En güzel isimler Allah’ındır, o halde O’na o güzel isimlerle duâ edin.”2407 Yani Allah’a, en güzel isimlerini vesile edinerek duâ edin. Allah’ın (c.c.) yüce sıfatları da buna dâhildir. Zira Allah’ın (c.c.) isimleri, onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Allah Süleyman’ın (a.s.) tevessülünden şöyle söz eder; “Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına kat.”2408 Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu konudaki duâlarından şu hadis-i şerif de bu konuya değinir. “Allah’ım! Gayb ilmin ve mahlûkat üzerindeki kudretinle, eğer hayat benim için hayırlıysa beni yaşat, eğer ölüm benim için daha hayırlı ise beni öldür.”2409 Bu anlamda daha birçok hadis vardır.
b) Duâ eden kişinin işlediği amel-i sâlihle tevessülü; “Allah’ım sana olan inancımla ve senin için olan sevgimle ve Rasûlüne tabi olmamla beni bağışla.” Veya duâcı, Allah’a (c.c.) olan sevgisi, ondan korkusu ve dilekleri için yaptığı iyi işleri zikreder ve duâsında bunlarla tevessül eder. Konuyla ilgili delil şudur: “Öyle kullar ki, ‘Ey Rabbimiz! İman ettik, öyleyse bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!’ derler.”2410 Görüldüğü gibi Allah’ın (c.c.) bâğışlamasına vesile kılarak amel-i sâlih (iman)'leri anarak duâ edilebilir. Şu hadis de bunu ifade eder: “Üç kişi mağaraya girmişler ve (büyük bir kaya ile) mağara üzerlerine kopanmış. Her biri yapmış olduğu iyi işlerle tevessül ederek Rabbine yalvarmış ve kaya kapının (çıkış bölümünün) önündeki kaya yarılmış ve böylece çıkmışlar...” 2411
c) Yaşamakta olan sâlih bir insanın duâsıyla yapılan tevessül: Sahâbe-i Kiram (r.a.) zor duruma düştüklerinde Rasûlullah’a (s.a.s.) gider ve ondan kendileri için duâ etmelerini dilerlerdi.2412 Enes’den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Ömer b. Hattab -onlara kuraklık bastığında- Abbas b. Abdulmuttalib (r.a.) ile istiska eder ve şöyle derdi: “Allah’ım biz (zamanında) nebimizle sana tevessül ediyorduk ve sen bize su gönderiyordun. (Şimdi ise) Nebimizin amcası ile sana tevessül ediyoruz, bize su gönder.” (Enes) diyor ki: “Ve sulanıyorlardı” (yağmur yağıyordu).”2413 Bu hadiste kastedilen mana şudur: “Yağmursuz kaldığımızda, Nebîmize (s.a.s.)
2406] Mü’min, 40/60
2407] 7/A’râf, 180
2408] 27/Neml, 19
2409] Nesâî, Sehv 62
2410] 3/Âl-i İmrân, 16
2411] Buhârî, İcâre12; Müslim, Zikr 100
2412] bk. Buhârî, Cum’a 34
2413] Buharî, İstiska, 3; Fedail eshabinnebî, 11
VESÎLE
- 443 -
gider. O'ndan bizim için duâ etmesini talep eder ve onun duâsıyla sana yaklaştırdık. Şimdi ise o vefat etti. Artık bizim için duâ etmesi imkansız. Bu yüzden amcası Abbas'a yöneliyor ve ondan bizim için duâ etmesini diliyor ve onun duâsıyla Allah’a (c.c.) yaklaşıyoruz.“
A'mâ hadisi de bu kabildendir. O Rasûlullah’a (s.a.s.) gelmiş ve ondan duâ etmesini istemiştir. O da a'maya, duâsıyla Allah’a (c.c.) tevessül etmeyi öğretmiştir. 2414
2- Bid’at Olan Tevessül: Bu zâtlarla, makamla, hürmet, büyüklük ve benzeri şeylerle tevessül etmektir. Şöyle demek gibi; “Allah’ım, Muhammed’in (s.a.s.) hürmetine veya Ka’be’nin hürmetine -veya benzeri şeylerle senden diliyorum...” Bu tür “tevessüller, hakkında bid’at olduğuna dair açık delil bulunan tevessüllerdir. Bu sebeple hiçbir imamdan, cevazlarına dair bir nakil yoktur.
Hanefi kitaplarından “ed-Durru'l Muhtâr”da şöyle denmektedir: “et-Tatarhaniyye'de, el-Münteka'ya atfen, Ebû Yusuf dan o da Ebti Hanife'den naklen şöyle geçer: “Kişi Allah’a (c.c.) ancak onunla duâ edilebilir. Bu konuda cevaz verilen duâda şu âyetten anlaşılandır: “En güzel isimler Allah'ındır, o halde O'na o güzel isimlerle duâ edin.“ Rasûllerinin, nebilerinin, dostlarımın hakkı için “veya Beytin hakkı için“ türünden ifadeleri kullanmak mekruh sayılmıştır.2415 Benzeri (bilgiler) bütün Hanefi metin ve şerh kitaplarının el-Mekruhat veya el-Hazr vel-ibâha bölümlerinde mevcuttur. Onlara göre mekruh harama en yakın olandır. İmam Muhammed’e göre ise cehennem azabı açısından “haram” gibidir. Nitekim Allâme İbn Abidin bunu el-Hazr ve’libaha bölümünün başlarında açıkça belirtmiştir. Bu yüzden selef-i sâlihinden bu tür bir tevessül naklolunmamıştır. Bu tür tevessüle cevaz verenlerin ileri sürdükleri deliller ya sahih olmayan hadislerdir veya kendisinden cevaz çıkmayan nasslardır. “el-Vesile” lafzının geçtiği âyetlerle delil getirmeye çalıştıkları gibi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ittifakla sabittir ki (burada vesileden) kasıt kurbe ve ta’ât’tır. Ayrıca az önce geçen Abbas (r.a.) ile tevessül hadisi gibi. Hâlbuki bundan ancak duâ ile tevessül olduğu anlaşılıyor. Zira, eğer zât’larla ve makamlarla tevessül etmek (câiz) olsaydı vefât etmiş olan Rasûlullah’tan (s.a.s.) vazgeçip ondan daha az fazilete sahip olan Abbas (r.a.) ile tevessül etmezlerdi. Zira Rasûlullah (s.a.s.) hürmet ve makam açısından -ölü veya diri olarak- Abbas’tan (r.a.) daha yücedir. Bunu ifade eden daha birçok deliller vardır.
3- Şirk olan Tevessül: Bu Allah’tan (c.c.) başka ölülerle, dirilerle ve hali hazırda bulunmayanlarla duâ etmek ve menfaat sağlamak, sıkıntıları gidermek için onlardan yardım istemektir. Veya ondan şefaat ve duâ dilemektir. (Şefaat ta duâ çeşitlerindendir). Bu doğru anlamda tevessül olmamasına rağmen, halkın cahil kesimi ve bazı ilim mensupları bu tevessül’ün (en azından) ihtilaflı tevessül olduğu imajını vermek amacıyla halkın kafasını bulandırıyorlar. Hâlbuki işin gerçeği, bu haram kılınan ve haramlığında icma edilen tevessüldür. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Mescidler Şüphesiz Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.“2416; “Kimseye” ifadesi belirsiz isimdir ve olumsuzluk ifadesinden sonra geliyor, dolayısıyla Allah (c.c.) dostu her kişiyi ve gönderilmiş her nebiyi kapsıyor. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “De ki: ‘Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar
2414] Tirmizi Da’avât, 118; İbn Mace, İkame, 189
2415] Hâşiyetü İbn Âbidîn, VI/396-397
2416] 72/Cinn, 18
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar onun bu rahmetini önleyebilir mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenip dayanacaklar, ancak O'na güvenip dayanırlar.“ 2417
İbn Teymiye bu konuda şöyle der; “Her kim Allah ile mahlukatı arasında -hükümdar ve teba’ası arasındaki aracılar gibi- aracılar oluşturursa, kişi kafir ve müşriktir. Öyle ki; kulların sorunlarını onlar Allah’a (c.c.) iletiyorlar, Allah (c.c.)'da kullarını onların aracılığıyla hidâyete erdiriyor ve rızıklandırıyor. Halk önce onlardan dilekte bulunuyor, onlar da Allah’tan (c.c.) diliyorlar. Kralların yanındaki aracılar gibi. Onlar halka (da) yakın oldukları için ihtiyaçları krallara onlar dile getirirler. Halk da edep göstererek kraldan dileklerini onların yapmalarını isterler. Veya halkın onlardan (önce) dilekte bulunması, belki direkt kraldan dilekte bulunmalarından daha faydalı olabilir. Çünkü o aracılar ihtiyaçlı (sıradan halk)'dan daha krala yakındır (dosttur). Her kim bu tarzda aracılar oluşturursa o kişi kâfirdir, müşrikdir. Ondan tevbe etmesi istenir eğer tevbe etmezse öldürülür.“2418 İşte bu önceki müşriklerin şirkinin aynısıdır. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ diyorlar.“ 2419
Bunun Allah’a (c.c.) şirk koşmak olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.2420 Şeyh Abdü’l-Kadir el-Geylânî de, el-Ğunye adlı kitabında (ondan Nu’man el-Âlûsî) nakletmiştir.2421 Şeyh Sanâullah el-Halebî el-Hanefi de kitabında velilerin keramet yoluyla yaşam ve ölüm sonrasına etki edebileceklerini ileri sürenlere karşı böyle bir şey olmayacağını söylemiştir. 2422
‘Vesile’, sözlükte, bir şeye arzu ile ulaşmak demektir. Bir başka deyişle ‘vesile’, kendisiyle bir maksada ulaşılan, yaklaşma sebebi, bir şeye yaklaşmak için ona yakınlığından faydalanılan şey demektir. Kavram olarak ‘vesile’, Allah’a yaklaşmada kendisinden yararlanılan şeydir. ‘Tevessül’ ise vesileye baş vurmak, Allah’a yaklaşmak için bir sebep veya bir imkan aramak demektir. Vesile’nin çoğulu ‘vesâil’ dir.
Putperestlerin taptıkları putlar veya putların arkasında var zannedilen ruhlar, cinler ve melekler, bazı insanların medet umduğu ölmüşler ve azizler bile; birakın başkalarına yardım etmeyi, kendileri Allah’ın rahmetini umarak O’na yaklaşmak, O’nun sevgisini kazanmak için bir vesile arıyorlar. Öylese mü‘minler de, Allah’ın sevgisine götürecek sebepleri, imkanları arayıp bulmalılar. Bu vesilenin anlamı, Allah’a boyun eğerek, O’ndan korkarak ve O’nu razı edecek ameller işleyerek O’nun yakınlığını kazanmaya çalışmak demektir.
Kavram Olarak Vesile-Tevessül: Vesile maksadın meydana gelmesine sebep olan şey olduğuna göre kişiyi Allah rızasına götürecek bütün sâlih ameller,
2417] 39/Zümer, 38
2418] Mecmu’ul-Fetâvâ, I/126
2419] 10/Yunus, 18
2420] Allâme es-Süveydî el-İkdü’s-Semîn adlı kitabında, Şeyh Nu’man el-Âlûsî de ondan nakletmiştir. Cilâül Ayneyn, s. 442
2421] Cilâü’l-Ayneyn, s. 487
2422] Abdurrahman b. Hasen, Minhâcü’t-Te’sis ve’t-Takdis, s. 48; Şeyt Ebû’t-Tayyib Muhammed Şemsü’l-hak el-Azîm-âbâdî el-Hanefi, et-Ta’liku’l-Muğni alâ sünen’id-Darukutnî, el-Akziye ve’l-Ahkâm bölümü, IV/225; Ebû Eymen ed-Dımaşkî, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 345-347
VESÎLE
- 445 -
bütün hayırlı işler bir ‘vesile’dir. Bu sâlih amellerin adının değil ölçüsünün ve ilkelerinin Hz. Peygamber tarafından konulması önemlidir. Bu yola baş vurmak da ‘tevessül’dür. Mü’min, ‘Allah bizi imanımız ile’ sever deyip, bir köşeye çekilmez. O, Rabbinden ittika eder (korkup çekinir). Bununla da kalmaz, haram işlerden ve yasaklardan kaçınır, kötü ahlâkı terkeder, iradesini kullanarak Allah’ı razı edecek diğer sâlih amellere devam eder. Mü’min, farzlar vacipler dışında, nafile ibâdetlerle bu vesile yollarını arar. Peygamberimiz, mü’minin nafile ibâdetlerle Allah’a yaklaşmaya devam edeceğini haber vermektedir. 2423
Mü’mini vesileye ulaştıracak yol iman ve takvadır. Asıl vesile de, Allah’a yaklaşma niyeti ve O’nu sevme arzusudur. Bu kasıt ve niyet ile güzel ahlâk sahibi olmaya çalışır, sâlih amellere devam eder, Allah’ın rızasına uygun işlerle meşgul olur. Âyetin devamında Allah yolunda cihad etmek emredilmektedir. Allah’a yakınlık kazandıracak ‘vesile’nin cihad ibâdetiyle yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor. Kimileri ‘vesile’yi Allah’a yaklaştıracak yol gösterici bir mürşid diye anlarlar. Hâlbuki âyetin ifadesi gâyet açıktır ve onların dediği gibi anlamanın imkanı yoktur. İlim ehli kimseler insana yol gösterebilirler, güzel ahlâk örneği olabilirler; ama kul ile Allah arasında kimse aracı olamaz. Buradaki vesile ibâdet cinsinden bir şeyle Allah’a yakınlık arama arzusudur.
Mü’mini Allah’a yaklaştıracak vesile; ilim, ibâdet ve şeriatın güzelliklerini arama ve yaşamadır. Bu, kişiyi manevi olarak Rabbine bağlar. Kul ile Allah arasındaki bağ, kulluk zilleti, Allah’a ihtiyaç duyma, O’nun önünde boyun bükme, O’nun Rububiyyetinin (Rabliğinin) karşısında ubudiyet (kulluk) yapmadır. Kaldı ki, Allah’ı bilme ve O’na ibâdet etme, Allah’a olan yakınlaşmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Allah’a tevessül etmeyi sağlayan şeylerden biri de cihad’tır. Âyet, önce takvayı, arkasından Allah’a yaklaşmak için vesile aramayı, arkasından da cihadı emrediyor ve bunların kurtuluş sebebi olacağını açıklıyor. Bu bir anlamda iman edenlerin takva sahibi olup, sâlih amel işleyerek, Allah yolunda cihad etmelerini, kulluk görevi olarak sıralamaktır.
İman takva ile takva vesileyi aramak ile vesileyi aramak ta cihad ile tamam olmaktadır. Öyleyse, Allah’a vesile aramayı, Allah yolunda cihad’tan ayrı düşünmek, âyeti eksik anlama olur. Bu cihad ister İslâm’ın düşmanlarıyla olsun, isterse azgın nefse karşı, isterse aldatıcı şeytana karşı olsun; farketmez. Kur’an şöyle buyuruyor: “Artık her kim Rabbine kavuşmak istiyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine olan ibâdetinde hiç bir şeyi ortak koşmasın.”2424 Bu âyet de ‘vesile’ konusunda önemli ip uçları veriyor. Allah’a manevi olarak kavuşmanın yolu, sâlih amel işlemek ve ibâdette hiç kimseyi ortak koşmamaktır. Bu demektir ki ilâhlara tapınmak sapıklık olduğu gibi, ibâdette aracı bulmak da sapıklıktır. Tevessül, ibâdette bir aracı, bir torpilci bulmak değil; ibâdet cinsinden bir sâlih ameli ihlasla yaparak, takvaya sarılarak ve Allah yolunda cehd ederek (çalışarak) O’nun rızasını kazanmaya çaba harcamaktır.
İbâdette, zikirde, duâda başkalarını aracı yapmak doğru değildir. Ölmüşleri, aziz zannedilenleri, yaşayan kimseleri ‘falancanın yüzü suyu hürmetine’ diyerek
2423] Buhârî, Rikak 38, 8/131
2424] 18/Kehf, 110
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işin içine katmak vesile değildir. Duâların ve zikirlerin kabulü için uzaklarda yasayanları veya mezarlarda un ufak olmuş ölmüşleri araya koymak tevhide aykırıdır.
Kimileri duâlarını ve zikirlerini önce hocalarına (şeyhlerine) sunuyorlar, onların da bu duâ ve zikirlerini Allah’a arzetmesini istiyorlar.Bu yolla duâ ve zikirlerinin kabul göreceğini hayal ediyorlar. Hâlbuki Allah (cc) kuluna, onun şahdamarından daha yakındır, duâ edenin duâsını işitir ve karşılığını verir.2425 Rabbimiz (c.c.) kulun ibâdetinde başkalarını ortak etmesini kesinlikle yasaklıyor. 2426
Peygamberin Makamı Olarak ‘Vesile’: ‘Vesile’ aynı zamanda Cennet’te bir makamın adıdır. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Bana salavat getirdiğiniz zaman vesile’yi de deyiniz.” Denildi ki, ‘Vesile nedir ya Rasûlallah?’ Buyurdu ki; “O Cennette yüce bir makamdır ki o yalnızca bir kula verilecektir. O kulun ben olmasını ümit ederim.”2427 Bir başka hadiste şöyle buyruluyor: “Müezzini işittiğiniz zaman siz de onun söylediklerini söyleyiniz, sonra da bana salat okuyunuz. Kim bana bir salat okursa, Allah ona on salat verir (rahmet eder). Sonra benim için ‘vesile’ isteyiniz ki o, Cennette, yalnızca Allah’ın bir kuluna verilecek bir makamdır. O kulun ben olmasını dilerim. Kim bana vesile isterse ona şefaat edilir.” 2428
Ezan’dan sonra okunulan salevat, Peygamberimize ‘vesile’ isteme duâsıdır. Bir hadiste şöyle buyruluyor: “Kim müezzini işittiği zaman; ‘Allahümme rabbe hazihi’d da’veti’t tâmmeti ve’s salâti’l kâimeti, âti Muhammeden el-vesilete ve’l fazílete ve’d deracete’r rafîate ve’b’as’hu makamen mahmûden ellezi ve’adteh.’ (Ey Allahım, ey bu tam davetin sahibi, ikame edilen namazın sahibi, Muhammed’e vesile ve fazilet ver; onu, kendisine söz verdiğin yüce makama ulaştır’ derse, Kıyâmet gününde ona şefaat edilir.”2429
Tevessülün Çeşitleri: Tevessül konusunda şöyle bir soru ile karşı karşıyayız: Peygamberimizin, sahâbelerinin veya diğer sâlih mü’minlerin adıyla tevessül yapılabilir mi? ‘Falancanın yüzü suyu hürmetine, falancanın hatırı için, falancanın yüce makamı için’ şeklinde duâ edelebilir mi? Tevessül deyince birçoklarına göre bu anlam anlaşılmaktadır. Yani duâ ve ibâdette birinin adıyla hareket etmek şeklinde. Kimileri de tevessül’ü, kişiyi doğru yola götürecek bir mürşid bulma diye anlamaktadır. Bu konuyu kısa da olsa açıklamakta fayda var:
Hatırlayalım ki, yukarıda geçtiği gibi, tevessül yapmak, yani Allah’a yaklaşmak için sebep aramak Kur’an’ın emridir. Bu sebepler de ibâdet cinsinden bir şey olmalı, takva ve cihad ile çoğaltılmalıdır. Din’e sonradan sokulmuş ve bid’at halini almış şeylerle tevessül yapılamaz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.), din adına sonradan uydurulmuş bütün âdetlere bid’at diyor ve hepsini de reddediyor.2430 Âlimler tevessülü üçe ayırmışlardır:
a) Meşrû Olan Tevessül:
1- Allah’ın yüce isimleriyle veya O’na ait sıfatlarla vesile aramak. Rabbimiz A’raf sûresinin 140. âyetinde, kendi isimleriyle duâ etmemizi söylüyor.
2425] Kaf, 16; 2/Bakara, 186
2426] bk. 18/Kehf, 110
2427] Ah. b.Hanbel, Tirmizí, nak. Ibni Kesir, 1 /514
2428] Müslim, Salât 7, Hadis no: 384; Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 523
2429] Ibn Mâce, Ezan 4, Hadis no: 722
2430] Müslim, Cum’a 13, Hadis no: 867
VESÎLE
- 447 -
Öyleyse, ‘Allah’ım, senin rahmetinle, lütfunla, ilminle, vb. Muhammed’e olan sevginle, bağışlanma istiyorum’ gibi duâlar meşrûdur. İslâm’ın temellerinden biri, Rasûlullah’a iman ve O’na itaat etmektir. O’na itaat etmek Allah’a itaat etmektir.2431 Peygambere itaat ederek Allah’a tevessül etmek farzdır ve iman bu itaatle tamamlanır.
2- Duâ edenin işlediği sâlih bir amelle tevessülde bulunması. Âl-i İmran Sûresi 16. ve 53. âyetlerinde buna işaret vardır. Bir hadiste geçtiği gibi, bir mağarada, mağaranın ağzını kapatan bir kaya sebebiyle mahsur kalan üç kişi işledikleri sâlih amelleri anlatarak Allah’tan yardım istediler ve mağaradan kurtuldular. 2432
3- Sâlih bir insanın duâsıyla tevessülde bulunmak. Rasûlullah’ın duâsı ve şefaatıyla ‘tevessül’de bulunmak ta câizdir. Müslümanlar O’nun sağlığında duâsıyla, Kıyâmet gününde de O’nun şefaatıyla tevessül ederler. Bazı kimseler Peygamberimize gelerek kendileri için yağmur duâsı yapmasını iştemişlerdi. O da onlar için duâ etmişti.2433 Peygamberimizin vefatından sonra başta Hz. Ömer olmak üzere bazı sahâbeler Hz. Abbas’a giderek onun kendileri için duâ etmesini istemişlerdir. Burada kastedilen Peygamberimizin duâsı ve şefaatıdır.2434 Peygamberimiz kör bir adama duâ öğreterek bu duâ ile tevessül yapmasını söylemiştir. 2435
b) Bid’at Olan Tevessül:
Peygamberimizin kendi zatıyla, Kâbe’nin veya bir makamın, kişilerin adıyla, ‘yüzlerinin suyu hürmetine’, ya da Peygamberimiz’in zatına yemin ederek tevessül yapmak birçok âlime göre câiz değildir. Sahâbeler ne yağmur duâsında, ne sağlığında veya vefatından sonra başka işlerinde, ne mezarı başında bu şekilde tevessül yapmadılar. Bununla ilgili gelen rivâyetler zayıftır. Ancak, bu şekilde tevessül yapılabileceğini söyleyen âlimler de vardır. Kesin bir haram söz konusu olmadığı için, bu şekilde tevessül yapanlara kâfir, müşrik, sapık gibi ağır ithamları yöneltmekten kaçınmak gerekir.
c) Şirk Olan Tevessül:
Allah’ın dışında başka kişilerden, ölülerden, mezarlardan, yatırlardan, şeyhlerden ve somut veya soyut putlardan, Allah’tan istenebilecek şeyleri onlardan istemek, bu anlamdaki sıkıntıların onlar tarafından giderilmesini beklemek Tevhid inancına aykırıdır. Allah’tan istenebilecek bir şey kesinlikle ne sağ ne de ölmüş kullardan istenir. Ölmüş kişilerin kendisi için Allah’a duâ etmelerini istemek te aynıdır. Bilindiği gibi ölenlerin böyle şeylere güçleri yetmez. Çünkü dünyada iken fani ve gücü çok sınırlı olan insan, öldükten sonra çürüyüp toprak olur. Kendisine bile bir hayrı olmayan kemiklerin, dirilere ne faydası dokunabilir? Ölmüşlerden medet umanların bu anlayışlarını anlamak mümkün değildir. Böyle bir tavır Allah’a ortak koşmaktır ve İslâmla bağdaşmaz.
İbâdette ve duâda zaten aracı olmaz. İslâm inancı buna izin vermemektedir. İbâdetlerinde herhangi bir şeyi, ölmüşleri veya putlarını aracı kılanlar, onlarla
2431] Nisa, 80
2432] Müslim, Zikir ve Duâ 27, Hadis no: 2743; Buhârî, Nesâî, nak. N. el-Bâni, Tevessül-Çeşitleri Hükümleri, s 53; Şamil İslam Ans. 6/346
2433] Buharí, nak. El-Bâni, Tevessül, s: 58, Ş. Isl. Ans. 6/346
2434] nak. Ibni Teymiyye, Tevessül, s: 252
2435] Ş. Isl. Ans. 6/346
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a yaklaşmak isteyenler müşriklerdir. Onlar, Allah’ın dışındaki bir takım varlıklardan, ya da tanrı edindikleri şeylerden istekte bulunurlar, onlara duâ ederler. Bir kulun Allah’tan istemesi gereken şeyleri onlardan isterler. Şüphesiz bütün bunlar şirk olan ‘tevessül’ yollarıdır. Kur’an şöyle diyor: “De ki: Allah’ı bırakıp da O’nun yerine kendinize ilâh edindiklerinizi çağırın yardımınıza. Onlar sizin herhangi bir sıkıntınızı gideremeyecekleri gibi, size gelecek herhangi bir belayı da savamazlar.” 2436
Duâ ve ibâdette bir başka varlığı aracı koyma sapıklık olduğu gibi buna ihtiyaç ta yoktur. Tekrar edelim ki Allah (c.c.) kullarına, kendilerinden daha yakındır. Duâ veya ibâdet edenin duâsını işitir, ibâdetini bilir ve karşılığını verir. İhlasla ibâdet edenlerden haberi vardır ve onların yaptıkları sâlih amellerin mükâfatını fazlasıyla onlara geri öder.2437 Ebû Hureyre (ra) Peygamberimiz (sav) şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Allah (cc) buyuruyor ki: ‘Ben kulumun Beni zannı ile beraberim. Bana duâ ettiği (zaman da) onun yanındayım.” 2438
Vesile Sâlih Ameldir
İnsan, fıtratının gereği Allah’a inanmaya meyilli yaratılmıştır. Zihinsel olarak O’nu inkâra yeltenenler için sebepler zinciri bir noktada mutlaka sona ermektedir. Her insanın müşâhede alanı içerisinde yer alan kevnî/âfâkî ve enfüsî âyetler fıtrî yeteneklerle bütünleştiğinde Allah’a teslimiyet (müslüman oluş) gerçekleşmektedir. Fakat yaratıcı olarak Allah’ı inkâr etmeye fıtratı elvermeyen nankör insan, ortaklar koşarak kendi özüne ve Allah’a ihânet etmekte, örtülü şirkle O’nu hayatından uzaklaştırmaya yeltenmektedir.
Rabbimiz Kur'an'da insanın şirk/ortak koşmadan inanmama inadını şöyle haber vermektedir: “Onların çoğu Allah’a şirk/ortak koşmadan inanmazlar.”2439 Ortak koşmanın çeşitli biçimleri vardır: Duâ yapmada, ibâdette, itaatte, sevgide, gayb biliciliğinde, hüküm koymada, ayrıca Allah ile kendisi arasına aracı koymada gerçekleşen ortak koşmalar en yaygın şirklerdir. Allah ile kendisi arasında aracı koymak şeklinde gerçekleşen şirk, mâsum gözüken, ama tevhid’in yeryüzündeki temel amacını, Allah’tan başkasına kulluğu engelleme amacını içten içe yok etmeye yönelik sinsi bir karakter arzetmektedir.
İnsanın ortak koşmadan inanmama karakterinden dolayı tevhid üzerinde yapılan kültürel tahrifler insanın hem dünya ve hem de esas olarak âhiretini etkilemektedir. Konu ile ilgili olarak vesile şefaat ve velî kavramları, Kur'ânî düzlemde, Allah'ın irâdesine uygun bir şekilde anlaşılmayınca, inanç ve ona dayalı hayat da sağlam olmayacak, ebedî saâdet de sağlanamayacaktır. Bu üç terim, bazı kültürel ve itikadî tahriflere uğratılarak aracılık düşüncesini savunanlarca yanlış bağlamlar içinde kullanılmış ve tevhid'e zarar verici sonuçlara yol açan bir akîdevî sapma meydana gelmiştir. Sahih İslâm itikadının temel kaynağı olan korunmuş, yakînî, kesin İlâhî bildirimi içeren Kur'an, her tür ifsâda, bozulmaya, zihinsel ve pratik bulanıklığa karşı gönlümüzü ışıtan bir rehber olarak bu konuda da bize yol gösterecektir.
2436] 17/İsrâ, 56
2437] Bakara, 186
2438] Müslim, Zikir 19, Hadis no: 2675; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları, s. 711-716
2439] 12/Yûsuf, 106
VESÎLE
- 449 -
Vesile Sâlih Ameldir: Vesile kendisiyle bir amaca ulaşmak için yapılan yakınlaştırıcı ameldir. Birçok müfessir vesileyi yakınlık diye yorumlamıştır. Diğer bir ifâdeyle vesile yaklaşma vâsıtası Allah katında yakınlık kazandırıcı, sevâba nâil kılıcı hususlardır. O halde Allah katında yakınlık kazandırıcı her güzel iş, O'na bağlılığı pekiştiren her amel vesilenin konusuna dâhildir.
Vesile Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette geçmektedir: “Ey iman edenler, Allah’tan ittika edin/sakının. O’na vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.”2440; “O yalvardıkları da, onların (Allah’a) en yakın olan(lar)ı da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar. O’nun merhametini umarlar, azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, cidden korkunçtur.”2441 Bu âyet-i kerimelere göre insanların Allah’a yakın diye yarar umdukları, şefaat bekledikleri, hatta duâ ile yönelip yalvardıkları varlıklar bile O’na yaklaşmak için vesile aramaktadırlar. O halde vesile sâlih amel yapmaktır. Yoksa yakınlık kursun diye Allah ile kendimiz arasında aracılar bulmak değildir.
Mâide Sûresi 35. âyette vesile aramaya yapılan çağrının hemen ardından gelen “Allah yolunda cihad” bu kavramın en iyi tefsiridir. Yani Allah yolunda her tür gayret vesilenin kapsamına girmektedir. Mü’minleri kendisinden sakınmaya dâvet eden Allah Teâlâ, takvânın vesilelerini/yollarını da bu ve benzeri birçok âyette göstermiştir. Mü’minleri mü’min yapan, Allah’a dost ve yakın yapan mücerred/soyut iman değildir. Bizi müslüman yapan, Allah’tan lâyıkıyla korkmak, Kur’an ahlâkına göre eylemlerimizi biçimlendirmek, kötü işlere, münkere bulaşmamak, iyiliği yaygınlaştırmaktır. Allah’tan sakınmak (takvâ) da soyut bir vicdan işi değildir. Muttakî olmak, eldeki tüm olanaklarla O’na yaklaşma vesileleri (yolları) aramaktan geçer. Her fırsatta yapılacak sâlih ameller Allah ile olan yakınlığımızın teminatıdır.
Allah’a yaklaşmak, yakın olmak fiziksel değildir. Zâten Allah insana şahdamarından daha yakındır. O halde sözkonusu yakınlık mânevî ve değer açısından yakınlıktır. Allah duâ ve isteklere cevap verme bakımından da insana yakındır. Nerede olursak olalım bizi işitir. O halde duâ ve istekte bulunurken de aracı koymak anlamsızdır: “Kullarım, sana Benden sorar(lar)sa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana duâ ettiği zaman onun duâsına karşılık veririm. O halde onlar da Bana yönelsinler, Bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar.” 2442
Allah ile insanlar arasında zaman açısından da uzaklık yoktur: “Allah’a göre, şu kimselerin tevbesi makbuldür ki, câhillikle bir kötülük yapıp hemen ardından dönerler. İşte Allah onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 2443
İnsanlara Allah katında ne zenginlik, ne evlât çokluğu bir yakınlık sağlar. Allah katında yakınlık sağlayıcı vesile iman edip sâlih amel işlemektir. Kur'an'da şöyle buyrulmaktadır: “Mallarınız da evlâtlarınız da size katımızda bir yakınlık sağlamaz. Ancak iman edip sâlih ameller yapanlar başka. Onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır ve onlar saraylarda güven içindedirler.” 2444
2440] 5/Mâide, 35
2441] 17/İsrâ, 57
2442] 2/Bakara, 186; Ayrıca bk. 7/A’râf, 56; 11/Hûd, 61; 34/Sebe’, 50
2443] 4/Nisâ, 17; Ayrıca bk. 2/Bakara, 214; 4/Nisâ, 77; 11/Hûd, 64-81; 14/İbrâhim, 44; 21/Enbiyâ, 109; 42/Şûrâ, 17; 61/Saff, 3; 63/Münâfıkun, 10; 72/Cinn, 25
2444] 34/Sebe’, 37; Ayrıca bk. 3/Âl-i İmrân, 45; 5/Mâide, 27; 9/Tevbe, 99; 11/Hûd, 6; 46/Ahkaf, 28; 56/Vâkıa, 11; 83/Mutaffifîn, 21-28; 96/Alak, 19
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burada tasavvuf erbâbının vesile ve kurbet kavramları üzerinde yaptıkları tahriften söz etmeden geçmek doğru olmaz. Tasavvuf felsefesine göre, Allah’a yaklaşmak için vesile olarak şeyhin eteğine yapışmak gerekir. Bu aşamadan sonra, fenâ fi’r-Rasûl (Peygamberde yok olmak) ve fenâ fi’llâh (Allah’da yok olmak, O’na ulaşmak) aşamaları gelmekte ve artık yeni bir aşamadan söz edilmemektedir.
Peki, Allah bir mekâna mı sahiptir ki, O’na ulaşma çabası içerisine girilmekte, bu boş amaç için de şeyh vesile ittihaz edilmektedir? Şüphesiz Allah mekânsal ve zamansal olarak insana uzak değildir. O halde O’na takvâ ile yaklaşmak yerine, O’nda yok olmak idealini kendisine yol olarak seçenler ciddi bir değer bulanıklığına neden olmaktadırlar. O’na yaklaşmak için sâlih amelden başka bir vesile ittihaz etmek yanlıştır. 2445
Allah’tan Başka Velî Yoktur: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır, diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka velîniz ve yardımcınız yoktur.”2446; “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.”2447; “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.”2448; “Haberin olsun, hâlis olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında, hakkında ihtilâf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah yalancı, kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” 2449
Allah katında aracılığın, iltimasın mümkün olduğuna inananların hakiki anlamını tahrif ettiği kavramlardan biri de velî’dir. Dost, ahbap, arkadaş, yardımcı gibi anlamlara gelen velî, yukarıda alıntıladığımız âyetlerde de görüldüğü gibi, Allah’tan başkasına izâfe edilemeyecek bir yapıya sahiptir. Allah ile insanlar arasında şefaatin velâyetin var olduğuna inanılan muharref kültürlerde bu kavramın gerçek mânâsının içi boşaltılmış, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilir olmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Allah’ın tüm mü’minlerin velîsi olduğu vurgulanmaktadır. O halde tasavvuf kültüründe olduğu gibi velîlik, evliyâ sınıfına âit değildir: “Bizim velîmiz Sensin, öyleyse bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.”2450; “Allah iman edenlerin velîsidir.” 2451
Mü’minlerin tek ve gerçek velîsi Allah’tır. Allah’a dost olmak bakımından mü’minler de birbirinin velîsidirler: “İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” 2452
Bazı âyet-i kerimelerde de mü’minlere, kâfirlerin, zâlimlerin, şeytanların,
2445] 39/Zümer, 3
2446] 9/Tevbe, 116
2447] 42/Şûrâ, 46
2448] 42/Şûrâ, 9
2449] 39/Zümer, 3
2450] 7/A’râf, 155
2451] 2/Bakara, 257
2452] 9/Tevbe, 71; Ayrıca bk. 9/Tevbe, 74; 10/Yûnus, 62-63; 13/Ra’d, 37; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31
VESÎLE
- 451 -
yahûdi ve hıristiyanların velî ve yardımcı olamayacakları bildirilmektedir. 2453
Bütün bu âyet-i kerimelerden çıkardığımız sonuç, peygamberlerin, mü’minlerin hepsi Allah’ın velîsidirler. Allah’a dost oluş, O’nu râzı etmekten dolayıdır. Yani Allah Teâlâ, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî olarak kabul etmektedir. Aynı ilkelere inanan, aynı dâvâ için kalpleri çarpan, gönül birliği yapan mü’minler de birbirlerinin velîsidirler. Birbirlerini zâlimlere karşı koruyup kollarlar.
Sözün özü, Kur’ân-ı Kerim’de muhkem bir şekilde açıklanan velî ve evliyânın vasıfları, beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlayan şefaatçi olması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, sâlih amel yapması, münkerden kaçınıp iyiliği yaygınlaştırması, her türlü şirke, zulme ve haksızlığa karşı açıktan mücâdele etmesidir. 2454
Sonuç: İtikadımızın temel kaynağı Kur’an, mü’minleri tevhid konusunda hassas davranmaya yöneltmektedir. Allah’a ortak koşmaya yol açacak tüm girişimler İlâhî bildirimin ışığında önlenmiştir.
Yaşadığımız toplumda “tevhid“e zarar vermeye müsâit vesile velî ve şefaat telâkkîleri vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur'an'ın gözüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Böylece düşüncelerimizi, zihnimizi ve eylemlerimizi şirkin kirlerinden uzak tutmamız mümkün olabilir. İslâm'ın temel esaslarını oluşturan konularda Rabbimizin âyetleri şüpheye ve bulanıklığa yol açmayacak derecede açıktır. Yeter ki, sadece O'na teslim olalım. İtikadımızı şuna göre, buna göre değişir hale getirmeyelim. 2455
Ölülerden Yardım Dileme Sapıklık ve Zavallılığı
Bid’at Ehli Sapıklar Ölüden Yardım Dileme Zavallılığına Düşürülmüştür: İmam Birgivî şöyle der: “Şeriate en uzak olan bid’at, birçok insanın yaptığı gibi, ölüden murâdının husûlü için yardım istemektir. Bu hal, puta tapmak gibidir. ...Ölüden medet dilemek, şeklî bir benzeyiş değil; fiilî bir putperestlik, müşrikliktir. Ölüden yardım (dilemek avâmı) zavallılığa düşürmüştür. İnsanın büyüklüğüne inandığı ölünün kabrine tâzim ederek şirke düşmesi, ağaca, taşa taparak şirke düşmesinden kolaydır. Bu kolaylıktandır ki, çok insanlar mescitlerde duymadıkları huşû ve hudûu kabirlerde hissederler.”
“...Allah ile kendi arasında bir vâsıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, ya zenneder ki, Allah, kulunun istediğini bilmiyor. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vâsıtaya muhtaç oluyor... Bir hükümdarın, kabul etmek istemediği dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettiği gibi dünya büyüklerinin idarelerinde vâsıtaya mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve bâtıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padişah bu vâsıta ve müşâvirlere muhtaçtır... Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler
2453] 3/Âl-i İmrân, 28; 4/Nisâ, 139-144; 5/Mâide, 51-57, 81; 45/Câsiye, 19; 60/Mümtehıne, 1
2454] Hak Söz, sayı 11, Şubat 92
2455] Fevzi Zülaloğlu, Hak Söz, Sayı 57, Aralık 95
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden... bu türlü hareketlerle peygamberlere velîlelere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar... putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma... bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler... kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz... Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur... Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.”
“Bugünkü ilim ve irfandan nasipsiz bid’atçi gürûh, meşrû ibâdetten yüzçevirerek yeni yeni âdetler icadına âdeta kendilerini mecbur bilmektedirler. İbâdet şekilleri ve vakitleri şeriat tarafından tâyin ve tesbit edilmiştir. Bu ölçünün dışında ortaya atılan âdet ve hareketler görünüşte ibâdete benzerse de elbette hakikatte hiçbir fazilet ve sevabı yoktur. Mezarlara adak adamak, bu taklidin canlı misallerinden biridir. Kabir ziyâreti için yolculuk yapıp uzun mesafeler aşmanın sevap olduğunu sanmak da bâtıl ve fâsid bir itikaddır. Yolculuğa çıkmalarına “sevap var” zannı sebep oldu ise, bu inançla sefere çıkmak, icmâ-ı müslimîn ile haramdır.”
“Kabirleri kireçlemek men edildiği halde, tantanalı kubbeler oturtmak. Ölünün şöhretini bildiren yazılar yazmak İslâm’a aykırı olduğu halde mübâlağalı kitâbeler yazıyorlar. Rasûlullah’ın izni olmadığı halde, kabrin kendi toprağından fazla olarak yığdıkları toprak üzerine kiremit, taş kireçle duvarlar yaparak sünnete muhâlefet ediyorlar. Mezar ziyâretini de bir nevi Kâbe ziyâretine benzetiyorlar. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemişlerdir.”
“Bid’atçilerin ihdas ettikleri yeni yeni âdetlerle sünnetin kifâyetsizliğini iddiâ ve bid’atin sünnetten hayırlı olduğunu ilân ediyorlar da ondan haberleri yok. Câhil kimseler bazı evliyâ ve meşâyihe ve onların türbelerine karşı duydukları hissiyatta o kadar ifrâta düşüyorlar ki, şirke ve putperestliğe saptıklarından hiç de haberleri olmuyor. Kendilerini bu türlü hurâfelerle avutuyorlar. Hiç şer’î delile dayanmayan bu bâtıl inanışları muvâzeneli insanlar taşımazlar doğrusu.”
“Hurâfeye asla yer vermeyen Ömer’ul-Fâruk, altında Rasûlullah’a biat edilen ağacı, halkın bölük bölük ziyârete gittiklerini duyunca da kökünden kestirmişti. Çünkü bu ağaçta bir kudsiyetin varlığına inanarak ziyâret ediyorlardı.” Ebû Bekir Hallâf diyor ki: “Kolunda, sıtmadan kurtarır itikadıyla bir şey bağlı olan adamı
VESÎLE
- 453 -
Ebû Huzeyfe görünce: ‘Eğer bu bağ kolunda iken ölürsen, cenâze namazını kılmaktan vazgeçerim’ dedi.” Hz. Ömer, ağacı hemen kestirmekte tereddüt etmemiştir. Haceru’l-Esved’in karşısına dikilerek: ‘bilirim, bir kara taştan başka bir şey değilsin’ demişti. Ebû Bekir Tarsusî diyor ki: ‘Bakınız ey Allah’ın rahmetine nâil olan mü’minler! İnsanların iyilik, kötülük, şifâ, medet umdukları taşları, ağaçları görürseniz kırınız.”
“...Mum vesâire yakan müşriklerin tâzimi gibi tâzime sebep olmak da; mescid yapan da putperestlerin âdetlerini taklide yol açmaktadır. Ümmetler her ne zaman peygamberlerinin sünnetlerine bağlılıklarında lâübâliğe başlamışlarsa o zaman imanları zayıflamış, terkettikleri birçok sünnetlere ve yüksek düsturlara mukabil, şirk ve bid’atleri doğuran hurâfelere saplanmışlardır. Eğer Rasûl aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği İslâm dinini hayatlarında tam mânâsıyla tatbik ederek, bize örnek olarak yaşayan ashâb-ı kirâm olmasaydı, bu tahrifçiler, İslâm dinini de evvelki dinlerin âkıbetlerine uğratacaklar; indî te'vil ve tefsirleri ile halkı aldatacaklardı... Bâtıl fikirlerini, Rasûlullah'ın sözüne dayamak istediklerinden, hadisleri gâye ve maksadından uzak te'villerle tahrife çalışıyorlar. 2456
Kabirlerle Tevessül
İslâm, tevhide gölge düşürecek ve şirke yol açacak bütün şeyleri yasaklamıştır. Bunlardan biri, ölülerin kabirlerinin mescid haline getirilmesi veya hayır ve şer, fayda ve zarar gibi konularda onlara duâ edilmesi veya onlardan bir şeyin istenmesi olayıdır. İslâm bu gibi şeyleri kesin olarak yasaklamış ve önlenmesi için de gerekli bütün tedbirleri almıştır. Çünkü bu gibi şeyler şirke kapı açan şeylerden kabul edilmiştir.
“Sakın tanrılarınızı bırakmayın. Ved, Suvâ, Yeğûs, Yeuk ve Nesr patlarından asla vazgeçmeyin.”2457 âyetinin tefsirinde İbn Abbas ve seleften başkalarının şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu isimler Nuh kavminden sâlih olan kişilerin isimleri idi. Öldükten sonra insanlar kabirlerini kutsallaştırmış, sonra heykellerini yaparak ibâdet etmişlerdir. Putperestliğin başlangıcı budur. 2458
Onun için Hz. Peygamber, kabirlerin namazgâh edinilmesini yasaklamış ve şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Kabrimi ibâdet edilen bir put yapma. Peygamberlerinin kabirlerini namazgâh edinen milletlere Allah’ın gazâbı çetin olmuştur.”2459 Buhârî ve Müslim’de şöyle rivâyet edilmiştir: “Allah, yahûdi ve hıristiyanlara lânet etmiştir. Peygamberlerinin kabirlerini mescidler edindiler.”2460 Yine Müslim’de vefâtından beş gün önce şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Sizden öncekiler, kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın kabirleri mescidler edinmeyin. Bundan sizi nehyediyorum.” 2461
Buhârî ve Müslim’de vefatına yakın Hz. Peygamber’e Habeşistan’da içinde resimler bulunan çok güzel bir kilisenin bulunduğu söylenince, şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Onlar, iyilerinden biri öldüğü zaman kabri üzerine bir mescid yapar ve
2456] İmam Birgivî, Çeviren Ahmed Şahin, Kriter, Haziran 84; İktibas, c. 6, s. 111, s. 31; Tasavvuf ve İslâm, E. Özkan, Anlam Y. s. 149-152
2457] 71/Nûh, 23
2458] İbn Teymiyye, el-Furkan Beyne Evliyâi’r-Rahmân ve Evliyâi’ş-Şeytan, s. 141
2459] Muvattâ, Sefer 85; Ahmed bin Hanbel, II/246
2460] Buhârî, Cenâiz 61, 62, 96, Enbiyâ 50, Salât 48; Müslim, Mesâcid 19, 23
2461] Müslim, Mesâcid 23
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde resimler çizerler. Kıyâmet günü Allah’ın yanında insanların en kötüleridirler.”2462 Kabirlerin tapınak edinilmesini yasakladığı gibi, onlar üzerine binâ yapılmasını da yasaklamıştır.2463 Aynı şekilde kabirlerin yerin seviyesinden bir karıştan fazla yükseltilmesini de yasaklamış bulunmaktadır.2464 Yine kabirlerin alçılanmasını, badana edilmesini veya kireçle binâ yapılmasını da yasaklamıştır.2465 Kabirler üzerine oturmayı ve onlara yönelik namaz kılmayı da yasaklamıştır. 2466
Bu konuda rivâyetler çoktur. Müslim’de şöyle rivâyet edilmektedir: “Ebû Heyyâc şöyle demiştir: Ali ibn Ebî Tâlib şöyle dedi: ‘Rasûlullah’ın beni gönderdiği bir işe ben de seni göndereyim mi? Târumar etmediğin hiçbir heykel ve yerin seviyesinde düzlemediğin hiçbir kabir bırakmayasın.”2467 Yine Müslim’de bir rivâyette şöyle denilmektedir: “Fudâle İbn Ubeyd ile Rum diyarında Rodos'ta bulunuyorduk. Derken bir arkadaşımız vefat etti. Bunun üzerine Fudâle ibn Ubeyd emir vererek kabrini düz yaptırdı. Sonra şunu söyledi: ‹Ben Rasûlullah'ı kabirlerin yerle bir yapılmasını emir buyururken işittim.“ 2468
Görüldüğü gibi, İslâm tevhide gölge düşürecek veya şirke götürecek bütün şeyleri yasaklamıştır. Kabirlerin mescid haline getirilmesi, yükseltilmesi, onlara doğru namazın kılınması, alçılanması veya badana yapılmasını da yasaklamış bulunmaktadır. Nitekim daha önceki toplumların kabirler hakkında İslâm’ın yasakladığı şekillerde davrandıkları için saptıklarını da belirtmiş ve Allah’ın bu yüzden onlara lânet ettiğini, ifâde etmiştir. Durum böyle iken, İslâm âleminde kabirlerin yükseltilmesi, üzerine kubbe ve binâların yapılması, ziyâretgâh, hatta tapınak haline getirilmesi bid’atı nereden çıktı?
Bu konudaki ilk yanlışlar aşırı Şiat (gulât) taraftarlarınca ve gittikçe kurumlaşan tasavvuf bağlılarınca gerçekleştirildi. Kabirlerin üzerine binâ yapmayı, ziyâretgâh haline getirmeyi, etrafını tavaf eder gibi ziyâret edip taş ve demirleriyle teberrük etmeyi şiarları yaptılar. Daha sonra ölülerden medet ve yardım istemeyi ve hayatlarında etkili olduklarına inanmayı inançlarının bir parçası bellediler. Meselâ tasavvufun meşhurlarından Mâruf el-Kerhî’nin kabrini, duâların kabul edilmesi ve ihtiyaçların giderilmesi için ziyâret yeri yaptılar. Nitekim tasavvufçuların en akıllılarından kabul edilen el-Kuşeyrî, Risâle’sinde şunu nakletmektedir: “Bağdat halkı Mâruf’un kabri için ‘Maruf’un kabri denenmiş bir ilâçtır’ der.2469 Onun için meşhur hiçbir tasavvufçu yoktur ki, kabri üzerine bir kubbe veya binâ yapılıp ziyâretgâh haline getirilmemiş olsun.
Kabirler ve ölülerle oturup kalkan birtakım çevrelerle şeytanların nasıl oynadığını âlimler örneklerle anlatmışlardır. Meselâ puta tapanlarla şeytanlar konuştuğu gibi bir ölüden yardım isteyen yahut bir ölüyü çağıran ve onunla duâ edenlerle de şeytanlar konuşmakta ve aldatmaktadır. Mistikler bu konuda bir
2462] Buhârî, Salât 48, 54; Menâkıbu’l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 16; Nesâî, Mesâcid 16; Ahmed bin Hanbel, VI/51
2463] İbn Mâce, Cenâiz 43
2464] Ahmed bin Hanbel, VI/18
2465] Müslim, Cenâiz 94, 95; Tirmizî, Cenâiz 58; Nesâî, Cenâiz 97, 98; İbn Mâce, Cenâiz 43; Ahmed bin Hanbel, III/299
2466] Müslim, Cenâiz 97, 98; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 57; Nesâî, Kıble 11
2467] Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 56; Ahmed bin Hanbel, I/111, 139
2468] Müslim, Cenâiz 92; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Nesâî Cenâiz 99
2469] el-Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Keşeyriyye, I/60, Dârul-Kütübi’l-Hadise, 1966
VESÎLE
- 455 -
de “İşlerin içinden çıkamadığınız zaman ölülerden yardım isteyiniz” hadisini uydurmuşlardır.2470 Hâlbuki bunu söyleyenler, şirkin kapısını açtıklarının belki de farkında değildirler.
Putperestler, hıristiyan ve yahûdilerle bid’atçıların kabirlerin yakınlarında fevkalâde birtakım halleri olmaktadır. Bu halleri sözkonusu insanlar kerâmet sanmaktadır. Şeytan sapık amellerini onlara süslemiş ve aldatmıştır. Meselâ kabrin yanına birtakım bezler bırakırlar, bir süre sonra geldiklerinde bu bezlerin düğüm haline geldiği yahut bırakıp gittikleri delinin akıllandığını ve şeytanın ondan ayrıldığını görürler. Yahut birilerinin kabrin yarılıp içinden bir insanın çıktığı ve onun imdâdına koşanın ölü olduğunu sanması gibi. Bu ve benzeri pek çok olay, şeytan tarafından insanların saptırılması için tezgâhlanmış ve insanlar aldatılmış olmaktadır. 2471
Mistikler, müslümanların bütün dünyasını vahşet, korku, dehşet ve İslâm adına işlenen cinâyetlerle dolu bir mezarlık yapmaya çabalamaktadır. Müslümanların gönüllerini kabir ve gâyelerini de kabirler yapmak için gayret etmektedir. Hayatın tümünü kabirlerdeki leşlere ve kabir meçhullerine kurban yapmak için müslümanları teşvik etmektedir. Mısır’da bir hafta geçmiyor ki, mistiklerin şirk mitolojilerine inanan ve sevenleri bir kabrin başında toplamış olmasın. Yatırların başında toplanır, onun hamdi ile tesbih eder, tevâzu ve huşû içinde kemiklerine yalvarır, İslâm’ın yasakladığı günahları işler ve gecenin karanlığında fücur ve ma’siyet bataklığına dalar çıkarlar. Bunlara da mevlitler yahut ölümsüz yıldönümleri ve hâtıra günleri adını verirler. Tören bitmeden veya dağılmadan önce mutlaka bir kabrin kemikleriyle en kısa zamanda nasıl ihtifal edeceklerini kararlaştırırlar. Mistiklerin üzerinden geçen hiçbir gece veya doğan hiçbir gündüz yoktur ki, onda kalbi bir kabrin kemiklerine bağlı olmasın veya yatır anıtına içinde özlem duymamış olsun. Gece gündüz, oturur ve kalkarken, evde ve sokakta, her zaman ve her yerde tasavvufçuların gönlünde yatan arslan, kabirlerdir. Kabirler, kabirler, kabirler! 2472
Günümüzde Kabirlerle Tevessül ve Rûhâniyetten İstimdat
Mistiklerin bid’atlerinden biri de kabirlere tevessül ve rûhânîyetten istimdat inancıdır. Kur’an ve Sünnette böyle bir inanç ve uygulama olmadığı gibi, sâlih selefin de böyle bir şey yaptığı vâki değildir. Bu inanç tamamen bâtıl İslâm dışı inançlara dayanmaktadır. Mistikler bir İslâm inancıymış gibi buna sarılmış ve insanları böyle yapmaya teşvik etmişlerdir. Yeni mistiklerin bu konuda söylediklerinden bazı örnekler verelim: “İşlerinizde bir çıkmazla karşılaşırsanız, kabir ehlinden yardım isteyin” şeklindeki mevzû hadisi naklettikten sonra izahı kabilinden Ramazanoğlu Mahmud Sami şöyle demektedir: “Ey benim ümmetim, size bir müşkilât, bir gam ve keder teveccüh edince evliyâullahın ziyâretine koşunuz ki, onların bereketiyle müşkilâtınız hal, gam ve kederiniz zâil olsun. Bunun tasavvufî izahı, kuburdan murad evliyâullahtır.” “Mescidler Allah’ındır”2473 âyetini
2470] İbn Kemal Paşa, el-Erbaîn kitabında uydurmuş, diğer mutasavvıflar da kitaplarına almış, dillerine hadis diye dolamıştır
2471] Şeytanın bu nevi aldatmaları için bk. İbn Teymiyye, el-Furkan, 137-143, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1390 h.
2472] İbrahim Sarmış, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, Yöneliş Y. s. 181-184
2473] 72/Cinn, 18
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açıklarken de şöyle diyor: “Evliyâullah’ın verdiği bir mânâya göre mescidden murad kalptir.” 2474
“Onun için o büyüklerimize bir fâtiha üç ihlâs okuyun, gönderin rûhâniyetlerine. İstimdat edin. Şirk olmaz mı? Olmaz. Çünkü Allah’ın sevgili kullarını Allah için sevmek sevaptır. Rasûlullah Efendimiz buyuruyorlar: “Sizden biriniz beni... sevmedikçe...”2475 Sanki şeyhler ve ölüler Allah’ın peygamberi konumunda?!
“Evliyâullah Allah’ın sevgili kulları, Allah’ın rızâsını kazanmış kullar vefatlarından sonra da insanlara müessirdirler. Yani tasarruf sahibidirler. Yani sizinle münâsebetleri vardır, alâkaları vardır. Rüyamıza girerler, nasihat ederler, ikaz ederler.” 2476
“(Zikirde) dördüncü edeb, rûhâniyetten istimdattır.”2477 “Bazı mürid de şeyh vefat ettikten sonra kendisine râbıta yaptırmıştır. Bazısı da ‘meyyit âhirete intikal ettikten sonra dünyaya iltifatı kalmaz’ demiştir. Bu kanaat, nefsinde kemal iddia edenlerin hatasından da büyüktür. Bu söz evliyâullah indinde tasarrufâtı inkârdır. Bunda ittifak vardır. Evliyâullah’ın tasarrufâtı âhirete intikal ettiklerinde de bâkîdir. Onun için Hz. İmam tarikat el-Maruf Şah Nakşibend, Şeyh Abdülhalik Gücdüvanî’nin rûhâniyetinden feyz almıştır. Hâlbuki bu ikisi arasında beş adet vâsıta (beş nesil) vardır.” 2478
“Cenâb-ı Hak, kulunun yükü ağırlaşınca, anâsırdan tecrid eder de rûhen mutasarrıf kılar. Zira ruhta telsiz sürati vardır. Onun için tasarruf daha süratli, ihâtalı ve kolay olur.” 2479
Mistikler ölülerden medet etme ve rûhâniyetten istimdadı o dereceye vardırmışlardır ki, bu konuda ölüleri Allah derecesine bile vardıranlar olmaktadır. Meselâ tevessül ve istimdad konusunda bunlardan biri Allah ile Rasûlullah’tan isteme arasında bir fark olmadığını bile söylemektedir. Şu ifâdeye bakınız: “Yâ Rabbi! Rasûl-i Ekrem kadir ve kıymeti için benim ihtiyacımı gider’, ‘Ya Rasûlallah, benim ihtiyacımı gider’, ‘Allah’ım! Onunla ihtiyacımı gider’ sözleri arasında fark yoktur. Doğrusu, Peygamberin zâtından istemek ile zâtı ile Allah’tan istemek arasında fark yoktur.”2480 Bu konuda Muhammed Nazım Kıbrısî şöyle diyor: “Bu meclise Berzahta bulunan evliyâullahtan olsun, hayattakilerden olsun, rûhânî olarak birisi geldimi bu meclisteki kimselere aslî olan saâdet mührünü vurur ki, bu mecliste şakî otursa said olur. Cehennemlik kimse oturursa cennetlik sıfata döndürecek mühürle onu mühürlerler.”2481 Râbıta ve Tevessül kitabında yine şöyle diyor: “Çünkü peygamberlerin mûcizeleri ve evliyânın kerâmetleri ölümleriyle kesilmez. Onlar kendi kabirlerinde diridirler. Namaz kılarlar ve hacca gi2474]
Ramazanoğlu Mahmud Sami, Musâhabe, 6/152
2475] M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş, 14
2476] M. Esad Coşan, a.g.e., 13
2477] M.Z.Kotku, Tasavvufî Ahlâk, 2/246
2478] M.Z.Kotku, a.g.e., 2/241-242
2479] Ali Erol, Hâtıratım, 41
2480] İsmail Çetin, Gözyaşı, s. 4, sayı 14, Temmuz-Ağustos 1988; Râbıta ve Tevessül, 392-414
2481] Tasavvufî Sohbetler, 49; İstanbul’u evliyânın idare ettiği, İngiliz milletinin tümüyle müslüman olacağı, kıyâmet alâmetlerini evliyânın durdurabildiği, insanların bütün günahlarını temizleyip âhirete günahsız gönderdikleri konusunda bk. a.g.e., 87-96
VESÎLE
- 457 -
derler.” 2482
Duâda Tevessül
Tevessül; aracı kılmak mânâsında olup, kendisiyle herhangi bir gayeye ulaşmak için aracı kılınan sebebe de vesile denilir. Vesile edinilen şey, amel ve şahıs olmak üzere iki kısma ayrılır: Amel ile tevessül; şahıs ile tevessül.
Amel ile tevessül: Bir kimse sâlih bir amelini vesile edinerek Allah’a duâ edip herhangi bir dilekte bulunabilir. Hz. Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa erebilesiniz.”2483 Bu âyet, mücerret iman ile yetinmeyip, Allah’tan korkmayı, fena ahlâktan ve fena amelden sakınmayı emretmekte; Allah’a yaklaşmak için, haramlardan kaçmanın yanında farzları yerine getirmeyi, bunun da ötesinde güzel işler yaparak kendimizi Allah’a sevdirmeyi tavsiye etmektedir.2484 Bu âyetteki “vesile” kelimesini “Allah’ın râzı olacağı ameller” olarak anlamak gerekir.
Şahıs ile tevessül: Allah'ın sevdiği bir kul olarak bilinen bir kimseyi vesile edinerek Allah'tan talepte bulunmak mânâsına gelir. Bu da üç şekilde olabilir:
1. Vesile kılınan Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, çoğunluk bunu câiz görmüştür.
2. Peygamberimiz’in dışındaki bir şahıs ise; bunu da iki kısımda ele almak gerekir:
a- O an için hayatta olan sâlih ve muttakî birini vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak. Bu da o şahsı alıp birlikte duâ etmek şeklinde olur. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde, bu iki zatın; Peygamberimiz’in amcası Hz. Abbas’ı önemli duâlarında yanlarında bulundurdukları ve onunla tevessül ettiklerine dair rivâyetler vardır.2485 Fakat, bu rivâyetlerde dikkatimizi çeken nokta, bu iki halifenin, o an için vefat etmiş olan Hz. Peygamber’i vesile edinerek (“onun yüzü hürmetine” diyerek) duâ etmiyorlar da, Rasûl’e o gün için en yakın olan ve hayatta olan amcasına tevessül ediyorlar. Vesile edilecek kişinin hayatta olup olmaması önemli olmasaydı, o iki güzide sahâbe, o gün vefat etmiş olan Rasûlûllah’a tevessül ederlerdi. Ama böyle yapmadılar. Bu noktanın gözden kaçırılmaması gerekir. Dolayısıyla, bugün hayatta olup da sâlih ve muttakî olduğu, Allah’a yakın olduğu zannedilen şahıslarla birlikte biz de duâ edebiliriz. Buna kimse itiraz edemez. Çünkü sâlih ve muttakî kimselerin duâlarının kabul edilmeye daha yakın olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: “Allah, ancak muttakilerin (yaptığı şeyi) kabul eder.“ 2486
b- Vefat etmiş olduğu halde, Allah dostu ve Allah’a yakın olduğu zannedilen bir şahsı vesile edinerek Allah’tan talepte bulunmak: Bu şekilde ölmüş birini vesile edinerek duâ edileceği konusunda ne Kur’an’da, ne sünnette bir delil yoktur. Kur’an’da Rabbımız duâ mâhiyetinde yüzlerce âyet vahyederek bize duânın nasıl yapılacağını da öğretmiştir. Bu âyetlerin hiçbirinde Allah ile kul arasına bir şey konularak duâ ettirilmemiş, doğrudan doğruya Allah’a duâ yapılacağı
2482] Râbıta ve Tevessül, Heyet, Umran Y. s. 412; İbrahim Sarmış, a.g.e., s. 270-272
2483] 5/Maide, 35
2484] Bk. Elmalılı III/1669
2485] Bu konudaki hadisler için, bk. S. Buhâri, Tecrid, III/287 ve s. 228
2486] 5/Mâide, 27
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösterilmiştir. Peygamberimiz’in duâlarına baktığımızda, onun duâlarını hep vasıtasız, herhangi bir şeyin “yüzü hürmetine” olmaksızın, direkt Allah’a yaptığını görmekteyiz. Şüphesiz Rasûlullah bizim için örnektir. Biz, dinimizi onun örnekliğinde öğrenmek zorundayız. Yine Peygamberimiz’in hayatında ona iman etmiş, onunla beraber yaşamış ve Kur’an’da Allah’ın övgüsüne mazhar olmuş sahâbilerin de duâ ederken, ölmüş herhangi bir şahsı (buna Rasûlullah da dâhildir) vesile edinerek duâ ettiklerini görememekteyiz. Bu konuda hiçbir rivâyet yoktur. Meselâ; Sahabilerin, Rasûlullah'ın vefatından sonra, “Onun yüzü hürmetine...“ diyerek duâ ettiklerini bilmiyoruz.
Kısacası vefat etmiş şahısları vesile edinerek duâ etmek Kur’an ve sünnetin ruhuna uymamaktadır. Hayatta olanlarla birlikte duâ etmek de nihâyet bir ruhsattır. Yoksa duânın gereklerinden biri değildir. Elmalılı bu konuda şöyle der: “Duâ hakkındaki Bakara 186. âyetinde cevap, tashih edilmeden doğrudan doğruya buyrulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da duânın kabulü ile açıklanmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır: Cenâb-ı Allah, duâda kulu ile kendisi arasına bir aracının girmesini istemiyor ve sanki şöyle diyor; ‘kulum vasıtaya duâ vaktinin dışında muhtaç olabilirse de, duâ vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur, Ben ona yakınım.” 2487
Sâlih kimselerin adını anarak, onları vesile edinerek duâ yapmanın daha doğru olduğunu iddia edenlerin bu konuda ileri sürdükleri gerekçe şudur: “Biz günahkâr insanlarız. Bizim dışımızda Allah’a yakınlık sağlamış, O’nun yanında hatırı sayılan kimseler vardır. Bizler dünya hayatında bir büyüğün yanına işimizi yaptırmaya giderken nasıl ki onu tanıyan, onun da sevdiği kişilerle gittiğimizde işimizin gerçekleşme şansı daha yüksekse, aynı şekilde Allah’tan herhangi bir talepte bulunurken de tek başına gitmektense O’nun sevdiği kullarıyla gitmek daha iyi olur. Ayrıca, mesela, bir cumhurbaşkanıyla görüşmek istediğimizde nasıl onunla direkt görüşemiyor ve önce sekreteri, yardımcısı gibi kimseleri geçerek ona ulaşıyorsak, kâinatın yöneticisi olan Allah ile de direkt görüşmek olmaz. Mutlaka arada Ona yakın olan, Onun sevdiği birilerinin olması gerekir. Biz tek başına müracaat edemeyiz.”
Bir defa Cenâb-ı Allah’ı, herhangi bir varlıkla kıyaslamak yanlıştır. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Dünyadaki devlet başkanlarının sekreteri ve yardımcısı olduğu halde Allah’ın yardımcısı ve sekreteri yoktur, O tektir. Yine dünyada halk ile devlet başkanı arasındaki ilişkilerde resmiyet geçerli olduğu halde, insanlar ile Allah arasında resmiyet yoktur. Sonra, insanların kendilerinin günahkâr olduğunu, dolayısıyla tek başına Allah’ın huzuruna gidemeyeceklerini söyleyerek mutlaka tevessüle gerek duymaları sadece duygusal bir zandır, bir felsefedir. Hâlbuki Cenâb-ı Allah günahkârların günahlarını itiraf edip tevbe etmelerinden çok hoşlanıyor. Rasûl-i Ekrem, şöyle buyuruyor: “Kulun tevbe etmesi ile Allah’ın hoşnutluğu ıssız bir çölde devesini kaybedip sonra onu bulan sizden birinizin sevincinden daha fazladır.” 2488
Dinde sadece iyi niyet duyguları yeterli değildir. İyi niyetle birlikte yapılan işin şeklinin de dinin ölçülerine uyması gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz “Ben çok günahkârım. Allah’ın yanına bu halimle tek başıma gidemem...” gibi
2487] Hak Dini Kur’an Dili, 2/Bakara, 186. âyetin tefsiri
2488] Riyâzu’s-Sâlihîn, s. 53
VESÎLE
- 459 -
duygular görünürde Allah karşısında tevâzu ve zilleti ifade ediyor. Evet bu duygular çok güzel. Ama bu doğru duygulardan hareketle sanki Allah’ın huzuruna çok günahkâr olanlar tek başına gidemezmiş gibi bir sonuca varılmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Allah, Kitabının hiçbir yerinde “çok günahkâr iseniz tek başınıza değil; sevdiğim kişilerle beraber tevbe ve duâ edin” demiyor. Rasûlullah’tan da, bu konuda bize herhangi bir şey ulaşmamıştır. Görüldüğü gibi, sadece zanlarımızla hareket ediyoruz. Hâlbuki din, zanlar üzerine değil; nasslar üzerine kurulur.
Biz, Allah’a yakın olmayı arzu ediyorsak, bu, Allah’a yakın olmuş herhangi bir kişiye, bedenen yakın olmakla gerçekleşmez. Allah’a yakın olmuş kimseler nasıl yaşıyorlarsa biz de ancak onlar gibi yaşamak suretiyle Allah’a yakın olabiliriz. Mürşidler, âlimler, müttakîler, kendilerine tâbi olanlara Allah’ın râzı olacağı yolu ve yaşamı gösterirler. Onlar da gösterilen bu hayatı amele dönüştürürse kendileri de Allah’a yakın olurlar. Yoksa mücerred onların yanında bulunmakla bu gerçekleşmez. Şüphesiz Allah’a yakın bildiğimiz şahıslar da bu yakınlıklarını Allah’ın râzı olacağı amellere borçludurlar. Yani Allah’a sâlih amel işleyerek yakınlık kazanmışlardır. Peygamberimiz, kızına şöyle söyler: “Ya Fâtıma! Nefsini ateşten kurtar. Çünkü ben, senin için Allah’tan bir şeyi savamam.”2489 Görüldüğü gibi, Allah’a yakın olmak için, Peygamberimiz’in kızı dahi olmak yetmiyor. Mutlaka Allah’ın râzı olacağı ameller içinde olmak gerekiyor.
Kısacası, Kur'an ve sünnetin bizden yapmamızı istediği en uygun ve en güzel duâ, herhangi bir kimseyi vesile edinmeksizin, direkt Allah'a yalvararak yapmamız gereken duâlardır.
Duânın İstismar Edilmesi
Daha önce de söylenildiği gibi, duâ kulun kendisini sürekli Allah’a muhtaç hissedip, Allah’ın huzurunda zillet ve yoksulluk duyguları içinde elini açıp O’nunla diyaloga geçmesi ve O’na ihtiyaçlarını arz etmesidir. Rasûlullah’ın bir rahatsızlık duyduğu zaman, İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini yatmadan önce okuduğu, ellerine üfledikten sonra vücudunu baştan ayağına kadar meshettiği ve bunu üç defa tekrar ettiği rivâyet edilmektedir.2490 Yine, Hz. Âişe (r.a.) “Rasûlullah, ehlinden biri hastalandığı zaman Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs sûrelerini) okur, üflerdi. Ben de O hastalandığı zaman Ona aynısını yaptım.” diyor. 2491
Hiçbir rivâyette Peygamberimiz’in, duâ cümlelerinin herhangi bir şeye yazılıp boyuna veya vücudun herhangi bir yerine asılmasını tavsiye ettiğini görmemekteyiz. Ancak, ne zaman başladığını bilmemekle birlikte Rasûlullah’tan yıllar sonra, duâların herhangi bir cisme yazılarak muska şeklinde vücudun herhangi bir yerinde (genellikle boyunda) taşıma uygulamasının başladığını biliyoruz. Bu mesele, âlimler arasında tartışmalı olup, böyle bir uygulamaya câiz diyen birtakım âlimler olmakla birlikte, cevaz vermeyen âlimlerin delilleri daha kuvvetlidir. Kadı Ebûbekir, Tirmizî şerhinde şöyle diyor: “Kur’an âyetlerinin yazılarak insan üzerinde taşınması Rasûlullah’tan bize ulaşmış bir sünnet değildir. Sünnet olan,
2489] Buhâri, Müslim, Tirmizî
2490] Hak Dini Kur’an Dili, 9/6351
2491] Buhâri, Müslim -Tac Terc. 3/742-
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hasta kimseye okunmasıdır, boyuna asılması değil.” 2492
Sünnet olmayan ve bazı âlimlerin de cevaz vermediği âyet ve duâların (veya belirsiz işaretlerin) yazılıp muska şeklinde taşıma uygulaması, daha sonraki dönemlerde birtakım kötü niyetli insanların istismarına yol açmış ve bu insanlar tarafından kazanç yolu haline getirilmiştir.
Hayatlarını hevâları istikametinde sürdürürken Allah’a pek ihtiyaç duymayan, Allah’ın hayatına müdâhale etmesine müsaade etmeyip istediği gibi yaşayan insanlar bile satılan bu muskaları alıp çeşitli durumlarda bu muskaların veya Allah’ın kendilerini korumasını bekliyorlar. Bilindiği gibi, duâ bir çağrıdır, dâvettir. Bir varlığa ne kadar çok ihtiyaç hissediyorsanız onu o kadar çağırırsınız (duâ edersiniz). Duâ, boyuna asılmakla yapılmaz. Duâ, hissetmektir; duymaktır. Tamamen ruhun bir eylemidir. Duâ olayını maddîleştirmek doğru değildir. Duâyı muskacılık şeklinde uygulamanın bir başka sakıncası da şudur: Muska taşıyan kimseler başlangıçta şifayı Allah’tan beklemiş olsalar bile zamanla bu duygular, takınılan muskaya yönelerek o cisim kutsallaştırılıyor. Sanki şifanın Allah’tan değil de; o cisimden kaynaklandığına dair duygular oluyor ki, bu çok tehlikeli ve tevhide aykırı hususlar içermektedir. Hatta, bazen insanlar arasında, birbirlerine muska verip de, “al bunu tak; bu çok iyi bir muskadır. Ben çok faydasını gördüm.” gibi ifadelerin sarf edildiğini çoğumuz biliriz. Böylece o cisimler kutsallaştırılmaktadır.
Kısacası; biz duâ olayının Kitap ve sünnetin ruhuna uygun bir şekilde asr-ı saâdette Peygamberimiz’in uyguladığı şekilde ve istismar etmeden ve istismarcılara fırsat vermeden icrâ edilmesini tavsiye ediyoruz.
Yusuf El-Kardavi’nin muska konusunda yazdıklarından kısa bir alıntı yapalım: “Tevhid inancı, Allah’ın kâinatta yarattığı sebeplere başvurmayı reddetmez. Ancak, tevhid inancına ters düşen; belâyı defetmek veya belâ gelmeden ondan korunmak maksadıyla Allah’ın câiz görmediği gizli sebeplere sığınmaktır. Mesela, mavi boncuk takmak veya asmak şirktir. Araplar, câhiliye döneminde cinlerin şerrinden korunmak veya göz değmesini önlemek amacıyla mavi boncuk takarlardı. İslâm, bu inancı ortadan kaldırdı. Ve Allah’tan başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin zarar ve musibetleri kaldıramayacağını onlara tebliğ etti. İmam Ahmed bin Hanbel, şu hadisi nakleder: “Kim temîme (nazar için boncuk) takarsa, Allah, onun işini tamamlamasın. Kim bir bir ved’at (katır boncuğu) takarsa, Allah onu korumasın.” Başka bir rivâyette, “Kim temîme (nazar boncuğu) takarsa müşrik olur.”
Temîme takmanın anlamı: Nazar boncuğunun hayır getirip şerri defedeceğine inanarak kalbini ona bağlamaktır. Bunun şirk olmasına gelince, zararı defetmek için Allah’tan başkasına yapılan bir istek vardır. Hâlbuki Allah şöyle buyurur:: “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, hiç kimse onu gideremez. Ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O her şeye kadirdir.”2493 Halkın muska çeşitlerine isim verdiği “camia”, “hirz”, “hicap” ve bunlara benzer şeyler; mavi boncuk kabilinden olup şirke götüren büyük suçlardandır. Güç yetiren her müslümana, bunları kaldırıp atmak vâciptir.
Muska, sadece Allah’ın âyetleri veya yüce isim ve sıfatları ile yazılmışsa,
2492] A. Rıza Karabulut, Ruhlar Âlemi, s. 103
2493] 6/En’âm, 17
VESÎLE
- 461 -
yasaklanan muskalar arasına girer mi, yoksa onlardan istisna edilip takılması câiz mi? Bu konuda selef ihtilâf etmiş, kimi ruhsat vermiş, kimi de men etmiştir. Bizim tercih ettiğimiz görüş ise, ileri süreceğimiz delillerden dolayı, Kur’an âyetleri yazılmış olsa da, bütün muskaların câiz olmadığıdır.
Hiçbir muska câiz değildir. Çünkü;
1- Muskaların her çeşidi yasaklanmıştır. Bu konudaki hadisler, âyetle yazılan muskaları istisna etmemiştir.
2- Sebeplerin önünü kapatmak ilkesi (seddü’z-zerîa): İçinde Kur’an yazılan muskaların takılması câiz görülürse, diğer muskaların takılmasına kapı açılır. Şer kapısı açıldı mı, bir daha kapanması zor olur.
3- İnsanları Kur’an’a önem vermemeye sevk eder. Çünkü böylece insanlar, yazılan âyetleri pis yerlerde, tuvalette, cünüp, hayız ve benzeri durumlarda üzerlerinde bulundururlar.
4- Muskacılıkta Kur’an’la istihzâ etme ve onun amacına ters faâliyet gösterme durumu da vardır. Çünkü Allah, insanları karanlıktan çıkarıp, nura kavuşturmak ve en doğru yola iletmek için Kur’an’ı indirdi. Nazardan koruması, kadınlara ve çocuklara muska veya tılsım olarak asılması için indirmedi.
Üfürükçülük: Tevhid inancına ters düşen hususlardan biri de üfürükçülüktür. Câhiliye devrindeki insanlar, cinlerden yardım bekleyerek, bazı musibet ve felâketleri önlemek amacıyla, Arapça olmayan anlamsız bazı kelimeleri, ağızlarında geveleyip dururlardı. İslâm geldi, bunları yasakladı. Nitekim, hadis-i şerifte: “Şüphesiz üfürükçülük, mavi boncuk, muska, her türlü sihir ve tılsım şirktir.”2494 buyrulmaktadır.
Rivâyete göre; Bir gün Abdullah bin Mes’ud, hanımının boynunda bir iplik gördü. Bu nedir?” deyince, hanımı: “sıtma için okunmuş bir iptir.” dedi. İbn Mes’ud, ipi çekerek kopardı, attı. Sonra şöyle dedi: “Andolsun ki, Abdullah ailesi şirkten uzaktır. Rasûlullah’tan işittim, buyurdu ki; “Şüphesiz üfürükçülük, nazar boncuğu, muska, sihir ve tılsım şirktir.” Hanımı dedi ki: “Gerçekten gözüm atıyordu, filan yahudiye tedavi için gidip geliyordum. Gözümü afsunladı; atması durdu. Abdullah bin Mes’ud dedi ki: “Bu, şeytanın işidir. Şeytan eliyle dokunuyor, afsunladığı zaman elini çekiyor. Hâlbuki, Rasûlullah’ın okuduğunu okusaydın, sana kâfi idi. Allah’ın Rasûlü şu duâyı okurdu: “Ağrıyı kaldır ey nâsın rabbi! Şifa ver, Sen şifa verensin. Şifandan başka şifa yoktur. Hiçbir ağrıyı ihmal edip bırakmayacak şekilde şifa ver.” 2495
Kur’ân-ı Kerim’de Vesile Kavramı
“Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”2496 Tefsirciler buradaki ‘vesile’yi, emirlerine itaat, yasaklarından kaçınmak, ya da O’nun rızasını kazandıracak sebeplerle mü’mini Allah’a yakınlaştıracak şey diye açıklamışlardır.2497
2494] Ebû Dâvud, İbn Mâce
2495] Tevhid’in Hakikatı, Yusuf El-Kardavi, Saff Y. s. 70-75
2496] 5/Mâide, 35
2497] Muh. Ibn Kesir, 1/511
- 462 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yalnız buradaki yakınlık mekan yönünden bir yakınlık değil, sevgi ve O’nun rızasına bir yakınlıktır. Kimleri de buradaki ‘vesile’yi, ‘sevgi ile kendinizi Allah’a sevdirmeye çalışınız’ şeklinde açıklamışlardır.
el-Vesile kelimesi Kur’an-ı Kerim’de iki yerde kullanılmıştır: 1) Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na (yaklaşmaya yol) vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”2498 İbn Cerîr, âyeti şöyle tefsir eder; “O’na vesile arayın” yani “onu hoşnud edecek ameller işleyerek ona yaklaşmayı dileyin.” 2499
Hâfız İbn Kesir de şunu kaydediyor: “O’na vesile arayın” İbn Abbas (r.a.)’dan “yaklaşma” diye nakledilmiştir. Mücahid, Ebû Vail el-Hasen, Katâde, Abdullah b. Kesîr, Südd”ı, İbn Zeyd ve daha birçok kişi aynı görüşü paylaşıyor. Katâde âyeti şu şekilde tefsir eder: O’na boyun eğerek ve onu hoşnud edecek ameller işleyerek ona yaklaşın. Mezkûr imamların söylemek istedikleri de budur ve bu konuda müfessirler arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. 2500
2. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O’nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınmağa değer.” 2501
İbn Mes’ud (r.a.) şöyle açıklar; (Âyet) bir grup Arap hakkında nâzil oldu. Bunlar bir kısım cinlere tapıyorlardı. Cinler müslüman oldular. Onlara tapmakta olan insanlar ise (bunu) anlamıyorlar. Diğer bir rivâyette ise “insanlar cinlere ibâdeti bırakmadılar” diye geçer.2502 Hafız İbn Hacer ise şöyle açıklar: “Cinlere ibâdet etmekte olan insanlar yine onlara tapmaya devam ettiler. Oysa ki cinler artık müslüman olduklarından ve onlarda rablerine vesile aradıklarından dolayı bundan razı olmuyorlardı.“ İbn Hacer, “Vesile'den kasıt, kurbet'tir“ der.2503 el-Mu’cemu’l Vasît’te kurbet şöyle tanınırladır: “İyi ameller işlenerek kendisi ile Allah’a yaklaşılabilen”dir.
İbn Kesir’in sözü dikkate alındığında görülüyor ki şu noktada müfessirler arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir: Vesile’den kasıt; Allah’a boyun eğerek ve onu razı kılacak işler yaparak ona yaklaşmaktır. Bunun da Kitab ve Sünnet dışında bir yerden anlaşılması imkânsızdır.
“Kullarım sana Benden sorarlarsa ben (onlara) yakınım. Bana duâ edenin duâsına icabet ederim. O halde çağrıma karşılık versinler. Bana iman etsinler. Umulur ki doğru yola ererler.” 2504
“En güzel isimler Allah’ındır. Onlarla Allah’a duâ edin, isimlerinde ilhada düşenleri terk edin. Onlar yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.” 2505
“Artık her kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” 2506
2498] 5/Mâide, 35
2499] Tefsir’üt-Taberî, VI/226
2500] İbn Kesir Tefsîr, II, 53
2501] 17/İsrâ, 57
2502] Müslim, Tefsir, 28, 29, 30; Buhârî, Tefsir, 7
2503] Fethu’l Bârî, VIII, 249
2504] 2/Bakara, 186
2505] 7/A’râf, 180
2506] 18/Kehf, 110
VESÎLE
- 463 -
“Mescidler Şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.” 2507
“De ki: ‘Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar onun bu rahmetini önleyebilir mi? De ki: Bana Allah yeter. Güvenip dayanacaklar, ancak O’na güvenip dayanırlar.” 2508
Hadis-i Şeriflerde Vesîle Kavramı
“Allah yahudi ve hırıstiyanlara lânet etsin, peygamberlerinin ve sâlih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar.” 2509
“Her kim bizim bu işimizde (dinde) onda olmayan bir şey ortaya koyarsa o merduttur.” 2510
“En doğru söz Allah’ın kitabıdır, en güzel yol Muhammed (s.a.s.)’in yoludur, işlerin en kötüsü sonradan icad olunanlardır (muhdest)’dır. Sonradan (dinde) icad edilen her şey bid’attır. Bütün bidatler sapıklık (dalalet)’tır. Her sapıklıkta ateştedir.” 2511
Hz. Ali: “Rasûlullah’ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et.” 2512
“Ezanı işittiğiniz zaman müezzinin söylediğini aynen (kelime kelime) tekrar edin. Sonra bana salât u selâm okuyun. Zîra kim bana salât u selâm okursa Allah da ona on misliyle rahmet eder. Sonra benim için el-Vesîle’yi taleb edin. Zîra o, cennete bir makamdır ki, mutlaka Allah’ın kullarından birinin olacaktır. Ona sahip olacak kimsenin ben olmamı ümid ediyorum. Kim benim için Allah’tan el-Vesîle’yi taleb ederse, şefaat kendisine vâcib olur.”2513 Hadisin ilk cümlesi Buhârî’de de2514 rivâyet edilmiştir.
“Ezanı işittiği zaman kim: ‘Allâhümme Rabbe hâzihi’dda’veti’ttâmme ve’ssalâti’lkâimeh âti Muhammedeni’l-Vesîlete ve’lfadîlete veb’ashu makâmen mahmûdeni’llezî va’adtehu. (Ey bu eksiksiz davetin ve kılınan namazın sahibi! Muhammed’e Vesîle’yi ve fazîleti ver. O’nu, va’adettiğin -bir rivâyette va’adettiğin üzere- makam-ı Mahmûd üzere ba’s et (dirilt)’ derse, ona Kıyâmet günü mutlaka şefaatim helâl olur.” 2515
Açıklama: 1- Son iki hadis, ezan dinleme adabını öğretmekte ve ezanı dinleyince okunması gereken duâyı haber vermektedir. Ayrıca, duâda vesile ve mâkam-ı Mahmûd’un zikri geçmektedir.
Şimdi bunları kısa kısa açıklayalım:
Ezanı Dinleme Âdâbı: Bu birbirini takiben yapılması gereken birkaç davranış gerektirmektedir: Müezzinin sözlerini tekrar etmek, Rasûlullah’a salât u selâm okumak vesîle duâsını okumak. Bunları kısaca açıklayalım:
2507] 72/Cinn, 18
2508] 39/Zümer, 38
2509] Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, 96, Enbiyâ 50, Meğâzî 83; Müslim, Mesâcid 19, 23
2510] Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdıye, 17
2511] Müslim, Cum’a 43; Nesâî, Salâtu’l Ideyn 22
2512] Müslim, Cenâiz 93
2513] Müslim, Salât 11, h. no: 384; Ebû Dâvud, Salât 36, h. no: 522; Nesâî, Ezan 33, h. no: 2, 23; Tirmizî, Salât 154, h. no: 208; İbn Mâce, Ezân 4, h. no: 720
2514] Ezân 7
2515] Buhârî, Ezân 8; Ebû Dâvud, Salât 28, h. no: 529; Tirmizî, Salât 157, h. no: 211; Nesâî, Ezân 38, h. no: 2, 26; İbn Mâce, Ezân 4, h. no: 722; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/323
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ezanı Tekrar: Hadiste, “işitme” şartıyla ezanın tekrarı emredilmektedir. Şu halde müezzin görülse ve fakat uzaklık veya sağırlık gibi bir sebeple ezan duyulmasa, tekrar gerekmez.
Ezanın tekrarı demek, başka meşguliyetleri terketmek demektir. Hanefî âlimleri bu hadisten hareketle Kur’ân okumak, zikretmek, duâ etmek, konuşmak, selam almak gibi her çeşit meşguliyetin terkini ve okunan ezanın tekrarını “vacib” addetmişlerdir. Zâhirîler ve İbnu Vehb de bu hükme varırlar. Müteakip rivâyet tekrarın keyfiyyetini daha sarîh olarak açıklayacaktır. Burada şimdiden dikkat çekmemiz gereken husus şudur: Müezzin “hayye alâ’s-salâh, hayye ale’l-felâh” (haydi namaza, haydi kurtuluşa)” dediği zaman bu ibâre aynen tekrar edilmeyip buna bedel “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm (Günaha karşı korunmak ve ibâdet yapmak için gerekli kuvvet ancak Allah'tandır)“ denilecektir. Hanefîlerden bazılarına göre müezzin Hayye alâ'l-Felâh“ deyince, işiten: “Mâ şâallahu kâne ve mâ lem yeşe’ lem yekün” “Allah'ın dilediği olur dilemediği olmaz“ demelidir. “es-Salâtu hayrun minennevm“ yerine de sadakte ve bererte demelidir. “Bunların da aynen tekrarı müezzini alay yerine geçer“ denmiştir.
Ezanı tekrar etmemeyi meşrû kılan bazı sebepler vardır: Namazda veya helada olmak, cinsî münasebette bulunmak gibi. Bu durumlarda tekrar gerekmez. Bunun dışında genç-ihtiyar, kadın-erkek, temizcünüp, nifaslı herkese tekrar vâcibtir.
Hulvânî: “Namaz farz olmayana tekrar vacib olmaz“ demiştir. Bazı âlimler, “Ezanı namazda işiten kimse, namazdan çıkınca tekrar etmelidir“ demiştir. Şunu da kaydedelim ki hadisten: “Namazda olan kimse işittiği ezanı tekrar edecek olsa namazı bozulmaz, yeter ki hayye ala'ssalât, hayye ala'lfelâh demesin, bunlar kişiyi namaza çağrıdır, namazı bozar, bunlara bedel lâ havle velâ kuvvete illâ billâh diyecek olursa namazı bozulmaz çünkü bunlar zikirdir“ hükmü de çıkarılmıştır. “Çünkü emir âmmdır, Musallîyi hariç tutacak bir karîne yoktur, bu çeşit emirler vücûb ifade eder“ denmiştir. İmam Şâfiî bu görüştedir.
Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezheplerine göre -ki cumhur-u fukahanın hükmü de böyledir- hadisteki emir vücûb değil, istihbab ifade eder. Hanefîlerden Tahâvî de bu kanaattedir.
Âlimler müezzini “aynen tekrar” meselesini kayıtlarlar. Sözgelimi o “duyurmak” maksadıyla yüksek sesle okuduğu halde işiten, “zikir” maksadıyla gizlice tekrar eder. Ancak telaffuz etmeksizin zihninden mânayı geçirmesi, emrin yerine getirilmesinde yeterli olmayacaktır.
Birkaç ayrı ezan okunması halinde ilk okunanın tekrarı yeterli midir konusu da medâr-ı bahis olmuştur. Nevevî: “Mezhebimizde bu meseleyle ilgili rivâyete rastlamadım“ demiştir. Ancak bazı âlimler: “Sebep taaddüd ettiği için her birine icabet etmesi gerekir“ hükmüne varmıştır.
Ezanı tekrar meselesini bitirirken şunu da belirtelim: Ezanı tekrar işine müstehap diyen cumhur, Müslim'deki bir başka rivâyeti esas almıştır. Bu rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) bir müezzinin ezan okuduğunu işitir. Müezzin Allahu ekber deyince “ale’l-fıtrati (fıtrat üzere oldu) der. Eşhedü en lâ ilâhe illallah deyince “harace mine’n-nâr (ateşten kurtuldu) der. Bazı âlimler: “Rasûlullah, ezan sırasında, müezzinin söylediklerinden bir başka şey söylediğine göre, ezanı
VESÎLE
- 465 -
tekrar müstehabtır, vacib değildir“ diye netice çıkarırlar. Bu istidlale şöyle cevap verilmiştir: “Hadiste, Rasûlullah ‹ın tekrar etmediği tasrih edilmemiştir, müezzinin söylediklerini aynen tekrar etmiş olması da câizdir, ancak râvi, adet olanla yetinip onu rivâyet etmemiştir, sadece adet olana ziyade edilen sözü rivâyet etmiştir.“ Keza şu mülahaza da ilave edilmiştir: “Belki de bu hadis, Rasûlullah ‹ın tekrar emrinden önce cereyan eden durumu anlatmaktadır.“ Yani bidâyette tekrar emredilmemiştir, ancak Efendimiz sonradan ezanın tekrarını emretmiştir, esas olan da nâsih olan son emirdir. 2516
Rasûlullah’a Salât u Selâm: Ezan okununca, yapılması emredilen ikinci husus, Rasûlullah’a (s.a.s.) salât okunmasıdır. (Cuma sabahları, kandil günleri, yatsı ezanlarından sonra veya Erzurum ve çevresinde olduğu gibi beş vakit ezandan sonra ilâve edilen salât u selâm, menşeini bu emr-i nebevîden almış olabilir.) Salât duâdır, Cenâb-ı Hakk’tan rahmetini talebtir. Rasûlullah ‘a okunacak salâtın belli bir formülü vardır denebilir. “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. (Rabbim Muhammed’e ve O’nun âli’ne rahmetini bol kıl)” şeklinde yapılacak salât rivâyetlerde gelen en kısa salâtlardandır. En mükemmeli, namazda son tahiyyatta okunan salli bârik duâsıdır. Cenâb-ı Hakk’ın salât etmesi, rahmet kılması, mağfirette, afda bulunması demektir. Her hayrın on misliyle kabul edilmesi ilâhi kanun olması sebebiyle2517 Rasûlullah için yapılan bir salât duâsına mukabil Cenâb-ı Hakk on rahmet verecektir. 2518
Da’vetu’t-Tâmme: Ezandan sonra okunacak duâda birkaç tabir geçmektedir: “Ed-Da’vetu’t-Tâmme”, “el-Vesîle”, “el-Fazîle”, “Makâm-ı Mahmûd.” Önce ed-Da’vetu’t-Tâmme’yi açıklayalım. Zîra duâ “Ey bu da’vetu’ttâmme’nin ve kılınan namazın sahibi Allah’ım...” diye başlamaktadır. Beyhakî’nin bir rivâyetinde “Allahumme innî es’eluke bi-hakkı hâzihi’d-da’veti’t-tâmmeti şeklinde gelmiştir. Yani: “Allah'ım, senden şu da'vet-i tâmme hakkı için istiyorum...“
Bundan murad hususunda âlimler şu açıklamayı yapmışlardır: Bu tevhid dâveti'dir, şu âyette olduğu gibi: “lehû da’vetu’l-hakk “Hak olan da’vet ancak O’nadır.”2519 Denmiştir ki: “Tevhid da’veti tamdır. Çünkü şirk noksanlıktır. Tam demek, içerisine tegayyür ve tebeddül girmez. Haşir gününe kadar bâki kalır” demektir. Tevhid, “tam” sıfatına layık olan yegane da’vettir, onun dışında kalan her şey fesada maruz olabilir. İbnu’t-Tîn: “Ezan tam sıfatıyla tavsif edilmiştir, çünkü içerisinde sözlerin etemmi (en eksiksiz olanı) mevcuttur. Bu da “Lâ ilâhe illâllah” dır” der. Tîbî de ezanın başından Muhammedu’r-Rasûlullah cümlesine kadar olan kısmın da’vet-i tâmme’yi teşkil ettiğini, hay’ale’nin (hay’ale, hayye alâ’s-salât’tır). “Yukıymûne’s-salâte” âyetinde kastedilen -ve başlanan namaz diye tercüme ettiğimiz -essalâtu'lkâime'yi teşkil ettiğini söylemiştir. Şu ihtimal de ileri sürülmüştür: Muhtemeldir ki, buradaki es-Salât'tan murad ed-Duâ'dır, kâime' den murad da eddâime'dir. Kim bir şeyi devam üzere yaparsa o şeye kaim oldu denir, bu hale göre, essalâtu'lkâime, edda'vetu't-Tâmme'yi beyan etmiş olmaktadır. Mamafih duâda kastedilen essalat'ın o anda kılınması için çağrısı yapılan namaz olması da muhtemeldir. İbn Hacer bu ihtimalin azher (daha kuvvetli) olduğunu belirtir.
2516] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/323-325
2517] 6/En’âm, 160
2518] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 8/325
2519] 13/Ra’d, 14
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-Veslîle'ye gelince, bu lügat olarak bir büyüğe yaklaşmayı sağlayan vasıta, aracı mânasına gelir. Hadiste bununla cennetteki yüce bir makam kastedilmiş olmaktadır. Nitekim, sadedinde olduğumuz rivâyet vesîle'yi dile getiren rivâyetlerden Rasûlullah ‹ın onunla ilgili olarak yaptığı tarifi ihtiva eden vechidir: “Zîra o (el-vesîle), cennette bir makamdır...“ buyurmakta, bu makamı Allah'ın bir kişiye vereceğini belirtmekte ve tevâzu olarak bu kimsenin kendisi olması hususundaki temennisini ifade buyurmaktadır. Öyle ise, daha net ifade ile el-Vesîle, cennetteki en yüce makamdır, bu makam tek bir insana verilecektir, o da Peygamber Efendimiz’dir (s.a.s.).
Bu yüce makama vâsıl olan, Allah'a yakındır; böylece Efendimiz, günahların affı dâhil her çeşit ebedî lütuflara mazhariyet için şart olan ilâhî yakınlığı elde etmeye vesîle olmuş olur. Şu halde baştaki mânâ böylece tahakkuk etmiş olmaktadır.
el-Fazîlet: Rasûlullah için Vesîleden sonra taleb edilen ikinci şey, el-Fazîlet'dir. Bunun da Vesîle gibi diğer mahlukâta nasib olmayacak bulunan ziyade bir mertebe olduğu veya Vesîle'yi tefsir mahiyetinde geldiği söylenmiştir.
Makam-ı Mahmûd: Bu da cennette bir makamdır. Öyle bir makam ki, o makamda bulunan kimse övgüye mazhardır. Övgü, belli bir kıymet ve kemal ve fazilet; bir kelime ile kerâmetler sebebiyle olur. Burada mutlaktır, yani pek çok üstünlüklerle övgüye mazhar olunan bir makamdır. Duâ, çeşitli te'villere göre: “O'nu Kıyâmet günü dirilt ve Makâm-ı Mahmûd'a çıkar“ veya “...makâm-ı Mahmûd'u O'na ver“ veya “...O'nu makâm-ı Mahmûd üzere dirilt“ mânalarında anlaşılabilir.
Nevevî, bu makam mübhem olmadığı halde, hadiste nekre gelmiş olmasını, sanki âyetten hikaye tarzında zikredilmiş olmasıyla açıklar. Zîra Makâm-ı Mahmûd âyet-i kerîme'de zikredilmektedir: “Asâ en yeb’aseke mekamen mahmûdâ” “Ümid edebilirsin, Rabbin seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir.“2520 Mâmafih, bazı rivâyetlerde, “el-makamu’l-mahmûdu” diye ma'rife olarak da gelmiştir.
Vesile Konusunda Zayıf ve Uydurma Hadis Rivâyetleri
Bid’at olan tevessülü câiz görenler, birçok hadisi kendileri için delil olarak göstermişlerdir. Bu hadisleri incelediğimizde, iki tür etrafında kümelendiğine şâhit oluruz.
a) Rasûlullah’a (s.a.s.) nisbeti sahih olan, fakat onların istek ve arzularını desteklemeyen hadisler. “Âmâ sahâbî hadisi” gibi.
b) Rasûlullah’a (s.a.s.) nisbeti sâbit olmayan hadis rivâyetleri. Bu hadislerin de bazısı onların iddiâlarına delâlet etmekte, bazısı ise etmemektedir. Böyle sahih olmayan hadis rivâyetleri çoktur. Biz burada yaygın olan birkaçını zikretmekle yetineceğiz:
Ebû Saîd el-Hudrî’den merfû olarak rivâyet edilmiştir. “Kim namaz kılmak üzere evinden çıkar ve ‘Allah’ım! Senden isteyenlerin Senin katındaki hakkı için Senden istiyorum. Yürüyüşüm hakkı için Senden istiyorum. Çünkü ben ne kibirlenmek ne de böbürlenmek için ve ne görsünler ve ne de duysunlar diye evden çıktım. Senin kızmandan
2520] 17/İsrâ, 79
VESÎLE
- 467 -
sakınmak ve Senin rızânı talep etmek için çıktım. Bu sebeple cehennem ateşinden beni korumanı ve günahlarımı örtmeni senden istiyorum. Çünkü günahlarımı bağışlayacak ancak Sensin’ diyerek duâ ederse Allah o kişiye rızâsıyla yönelir ve ona yetmiş bin melek istiğfar eder.”
Bu hadisi Ahmed bin Hanbel Müsned’inde2521 rivâyet eder. İbn Mâce de rivâyet etmiştir. 2522
Bu hadis zayıftır. Çünkü hadisi Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet eden, Atiyetü’l-Avfî’dir. Atiye de zayıftır. Nevevî, el-Ezkâr’da, İbn Teymiyye el-Kaidetu’l-Celîle’de, Zehebî de el-Mîzân’da bunun benzerini söylemişlerdir. Zehebî, ed-Duâfâ c. 1, s. 88’de, ittifakla zayıf kabul edildiğini söyler. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid’de2523 birkaç yerde aynı şeyi söylerken Buseyri de zayıf olduğunu vurgular. 2524
Sıddık Han’ın kendisinden rivâyet ettiği Bilal’in hadisi: “Allah’ın Rasûlü namaza giderken şöyle bir duâ okuyordu: “Allah'ın adıyla Allah'a iman ettim. O'na dayandım. Güç ve kuvvet Allah'tandır. Allah'ım! Senden duâda bulunanların ve bu çıkış sebebinin, bu yönelişimin hakkı için, hiç şüphesiz ben şefaatli çıkmadım.“
Hadis rivâyeti böylece devam ediyor. Bu hadisin senedi kesinlikle zayıftır. Senetteki el-Vazi yalancıdır. Bu kişi, ittifakla zayıf ve münkeru’l-hadistir. İbn Ma’n ve Nesâî, onun güvenilir birisi olmadığını söyler. El-Hakîm, “o mevzû hadis rivâyet eder” demiştir.2525 Zayıf olduğu kesindir. 2526
Ebû Umâme’nin şöyle dediği rivâyet edilir: “Allah Rasûlü sabah ve akşam şöyle duâ ederdi: “Allah'ım! Yalnız Sen tapılmaya ve anılmaya müstehaksın. Gökleri ve yeri aydınlatan yüzünün nûru hakkı için, Sana ait her hak için ve Senden isteyenlerin hakkı için Senden bu akşam ve sabah vaktinde beni kabul buyurmanı ve kudretinle beni cehennemden korumanı istiyorum.“
El-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid’de2527 şöyle diyor: Râvîlerin arasında Fudayl bin Cübeyr vardır. Bu kişi zayıftır, zayıf olduğu ittifakla sâbittir. Bana göre de (el-Elbânî) zayıf olduğu kesindir.2528 Rivâyetin uydurma olma ihtimâli yüksektir.2529
Enes bin Mâlik’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Ali’nin annesi, Hişam’ın oğlu olan Esed’in kızı Fâtıma ölünce, mezar kazmak için Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ömer ibnu’l-Hattâb ve zenci bir genci çağırır. Mezar bittiğinde, Allah Rasûlü gelir ve içinde yan yatarak şöyle duâ etmeye başlar: “Dirilten ve öldüren yalnız Allah'tır. O, ölümsüz bir hayata sahiptir. Annem Fâtıma binti Esed'in günahlarını affet, ufkunu aç. Nabî'nin ve benden önce peygamberlerin hatırı için kabrini genişlet. Çünkü ancak Sen erhamu'r-râhimînsin!“ 2530
Ümeyye bin Abdullah bin Hâlid bin Esid’in şöyle dediği rivâyet
2521] 3/21
2522] Bu konuda el-Ehâdîsu’d-Daîfe, no: 24’e bakılabilir
2523] 5/236
2524] Muhammed Nâsıruddin el-Elbânî, Tevessül, Guraba Y. s. 134-140; A. Yıldırım, 275
2525] el-Elbânî, a.g.e. s. 140-142
2526] A. Yıldırım, s. 276
2527] c. 10, s. 117
2528] el-Elbânî, a.g.e., s. 142-143
2529] A. Yıldırım, s. 276
2530] Zayıftır, bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 143-146; A. Yıldırım, s. 273-274
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilir: “Allah Rasûlü fakir muhâcirlere tevessül ederek, Allah’tan fetih talebinde bulunuyordu.”2531 Umeyye bin Hâlid anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) “Fakir olan muhâcirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsân etmesini Allah'tan dilerdi.“ Hadisi Taberânî rivâyet etmiştir. Ancak hadisi rivâyet eden Umeyye bin Hâlid'in Hz. Peygamber'le görüşüp görüşmediği tartışmalıdır. Genel olarak kaynaklar onun Hz. Peygamber'le görüşmediği ve ondan mürsel hadisler rivâyet ettiğini kaydederler.
Ömer ibnu’l-Hattâb (r.a.)’dan merfû olarak şöyle bir hadis rivâyet edilmiştir: “Âdem hata işlediği zaman dedi ki: ‹Ey Rabbim! Muhammed'in hakkı için Senden af diliyorum.' Allah dedi ki: ‹Ben onu yaratmadan nasıl Muhammed'i tanıdın?' Âdem dedi ki: ‹Ey Rabbim! Sen beni elinle yaratıp rûhundan bana üflediğin zaman, başımı kaldırdığımda Arş'ın sütunları üzerinde ‹Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah' yazılı olduğunu gördüm. Böylece anladım ki, mahlûkattan ancak en sevdiğini ismine izâfe eder, isminle beraber zikredersin.' Allah da dedi ki: ‹Seni affettim. Eğer Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım.“ Bu hadis rivâyeti kesinlikle zayıf veya uydurmadır. Aynı zamanda Kur’an’a da muhâliftir.2532 Rivâyetin uydurma olduğu açıktır. 2533
“Benim makamımla tevessülde bulunun! Zira benim Allah katındaki makamım büyüktür!” Bu hadis rivâyetini, onlardan bir kısmı da şu ifâdelerle rivâyet etmiştir: “Allah’tan bir şey istediğiniz zaman, benim makamımla isteyin. Çünkü benim makamım, Allah indinde büyüktür.” Hadis kitaplarında böyle bir rivâyet yoktur. Bu rivâyetler asılsız ve bâtıldır. Bunu, ancak hadisten haberdar olmayan bazı câhil kişiler rivâyet etmişlerdir. Bu rivâyet uydurma olmalıdır. 2534
“Ömer’in zamanında bir ara kıtlık başladı. Bu günlerde, adamın biri Nebî’nin kabrine gelerek şöyle demeye başladı: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ümmetin için Allah’tan yağmur talep et! Zira onlar helâk oldular.’ Adama, rüyasında ‘Ömer’e git’ denilir.” Rivâyet devam ediyor. Bu rüyayı gören kimsenin Bilal ibnu’l-Hâris el-Muzeni adında bir sahâbî olduğu söylenir. Bu rivâyet zayıftır.2535
Dârimî, Sünen’inde,2536 Ebû Nu’man, Said bin Zeyd, Amr bin Mâlik el-Nerî kanalıyla, Ebu’l-Cevzî Evs bin Abdillah’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:”Medine halkı şiddetli bir kıtlığa dûçar olmuştu. Bu durumu Âişe’ye ilettiler. ‘Nebî’nin kabrini koruyun ve üstünde göğe bakar bir pencere açın’ dedi. Onlar da dediğini yaptılar. Ardından öyle bir yağmur yağdı ki, otlar yeşerdi ve develer çatlarcasına semizleşti. Bu nedenle o yıla ‘çatlak (fıtık) yılı’ adı verildi.” Üç sebepten bu rivâyet zayıftır, hüccet sayılmaz. 2537
Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde, ihtiyaç sahibi bir kişi bu ihtiyacından dolayı, Hz. Osman ile görüşmek için uzun süre yanına gidip geliyor, fakat Hz. Osman, ona aldırış etmiyor ve ihtiyacını görmüyordu. Bir gün Osman bin Huneyf ile karşılaştı ve durumunu ona şikâyet etti. O da kendisine: ‘Git, güzel bir abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle duâ eyle: ‘Allah’ım,
2531] Bu rivâyet zayıftır, bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 146-148
2532] Bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 148-163
2533] A. Yıldırım, s. 274-275
2534] bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 163-166
2535] bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 166-174
2536] 1/44
2537] bk. el-Elbânî, a.g.e., s. 178-183
VESÎLE
- 469 -
rahmet peygamberi olan Muhammed’inle (s.a.s.) Sana yöneliyorum. Onun hatırı ile Senden diliyorum. Yâ Muhammed, ben seninle Rabbime ihtiyacımı gidermesi için yöneliyorum. İhtiyacım hallolsun’ de, sonra da hâcetini Allah’a arzet’ dedi. Adam da kendisine söyleneni yaptı. Sonra Hz. Osman’a gitti. Kapıcı gelip adamın elinden tuttu ve onu huzura çıkardı. Hz. Osman bu zâta dedi ki: ‘Gel yanıma otur, ihtiyacın nedir onu söyle.’ Bu zat diyor: Hz. Osman ihtiyacımı yerine getirip bana şöyle dedi: ‘Kusura bakma, şimdiye kadar hiç ihtiyacını hatırlamadım, onun için geç kaldı. Ne zaman bir ihtiyacın olursa sen hemen gel, ihtiyacını hallederim.”
Rivâyeti Beyhakî rivâyet etmiştir. Kaynaklar olayın râvîlerinden Şebîb bin Said’in sika olduğunu kaydetmek ise de, kıssayı ondan nakledenlerden oğlu İsmail hakkında bilgi vermemekte, diğer râvî İbn Vehb ise sika kabul edilmemektedir.2538 Elbânî ise bu kıssanın zayıf ve münker olduğunu söyler.2539 Görüldüğü gibi isnâdında problem bulunan ve Hz. Osman’ın kişiliyle bağdaşmayan2540 bu olay, konuyla ilgili kabul edilebilecek bir delil hüviyetinde değildir. 2541
İbn Abbas’tan nakledilen bir habere göre Hayber yahûdileri Gatafan kabilesiyle savaşır, karşılaştıklarında hep Hayber yahûdilerini hezimete uğratır, yahûdiler de şu duâ ile Allah’a sığınırlardı: ‘Allah’ım! Kitabımızda yazıldığını gördüğümüz Nebî’ni gönder de müşrikleri cezâlandırıp öldürelim.’ ‘Allah’ım! Tevrat’ta vasıflarını bulduğumuz âhir zamanda gelecek Peygamberinle Sana tevessül ediyoruz, bize yardım et!’ ‘Allah’ım! Ümmî olan Nebi’nle Sana tevessülde bulunuyoruz, bize fetih ve zafer ihsan eyle!”
Hâkim'in garip olarak nitelendirdiği rivâyetin râvîlerinden Abdulmelik bin Hârun bin Antere muhaddislerce zayıf ve yalancı kabul edilmiştir.2542 İbn Teymiyye bu rivâyeti Abdulmelik bin Hârun bin Antere’nin yalanıyla bilinen kimse olmasından dolayı kabul etmemektedir. Uydurma olduğu açıktır. 2543
Ebû Hureyre’den, Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Bir kimse bana salât u selâm getirirse Allah Teâlâ ruhumu iâde eder ve ben o kimsenin selâmına karşılık veririm.”
Hadisi Ebû Dâvud, Ahmed bin Hanbel ve Beyhakî rivâyet etmişlerdir. Heysemî isnâdında bulunan Abdullah Yezid el-İskenderânî’yi tanımadığını, Mehdî bin Ca’fer’in sika olmasına rağmen bunda ihtilâf olduğunu bildirmektedir. İsnâdında problem bulunan rivâyete ihtiyatla yaklaşmak gerekir (zayıftır). 2544
Ebû Hureyre’den, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bir adam tanıdığı bir kabrin yanından geçip selâm verirse, kabir sahibi o kişinin selâmını alıp onu tanır.”
Suyûtî rivâyeti Hatîb Bağdâdî’nin ve İbn Asâkir’in Ebû Hureyre’den rivâyet ettiğini söylemekte ve herhangi bir hüküm vermemektedir. Mûteber kabul edilen
2538] İbn Ebî Hâtim, el-Cerh, IV/359; Zehebî, Mîzân II/262; İbn Adî, el-Kâmil IV/30-31; İbn Hacer, Tehzîb IV/306-307
2539] Tevesssül, s. 126
2540] Tevessül, 130-131
2541] Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV Y. s. 272
2542] Ukaylî, ed-Duâfâ, III/38-39; Hâkim, Müstedrek, II/263
2543] A. Yıldırım, s. 276-277
2544] A. Yıldırım, s. 278
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynaklarda yer almayan rivâyetin uydurma olma ihtimali bulunmaktadır. 2545
Utbe bin Gazvan merfû olarak şöyle rivâyet etmiştir: “Sizden biriniz bir şeyini kaybeder ve dostu olmadığı bir yerde birinden yardım isterse şöyle desin: ‘Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin’ desin. Çünkü Allah’ın bizim göremediğimiz kulları vardır. Bu tecrübe edilmiştir.” 2546
Heysemî, isnâdındaki Yezid bin Ali’nin Utbe’ye ulaşmadığını ve birkısım râvîlerin zayıf kabul edildiğini belirtmektedir. Elbânî de rivâyetin zayıf olduğunu belirtir. 2547
İbn Abbas merfû olarak şöyle rivâyet etmiştir: “Allah’ın yeryüzünde hafaza melekleri dışında melekleri vardır. Bunlar ağaçtan düşen yaprakları yazarlar. Sizden birisi çölde yolunu kaybederse, ‘Ey Allah’ın kulları, bana yardım edin!’ diye bağırsın.”
Elbânî bu rivâyetin İbn Abbas'ın mevkufu olduğunu söyler. 2548
İbn Mes’ud’dan, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sidne birinin bir hayvanı ıssız bir yerde kaybolursa ‹Ey Allah'ın kulları, bana yardım edin!' diye bağırsın. Allah'ın yeryüzünde hazır kulları vardır, ona yol gösterirler.“ 2549
Heysemî, isnâdında zaif râvî Ma’rûf bin Hassân bulunduğunu söyler. Elbânî de rivâyete zayıf der.2550 Said Havvâ, bu (son üç rivâyetle) ilgili şöyle değerlendirmelerde bulunur: Mutasavvıfların, şeyhleri ve velîleri çağırma ve onlardan bir şeyler isteme konusunu genişçe ele almalarında dayandıkları rivâyetlerin tümü bunlardır. Bunları araştırdığın zaman mutasavvıflar için sağlam bir delil olmadıklarını görürsün. Utbe bin Gazvân’ın rivâyeti munkatı’dır, özellikle akaidle ilgili meselelerde kendisiyle ihticac edilemez, sağlam bir delil değildir. İbn Mes’ud’un rivâyetine gelince, bu rivâyet zayıftır. Akaidle ilgili meselelerde delil kabul edilmediği gibi, fıkhî meselelerde de delil kabul edilmez. İbn Abbas’ın rivâyetine gelince, hasen (sahihden bir aşağı derece) derecesine ulaşan yalnızca budur. O da meleklerden bahsetmektedir. Melekler hakkındaki bir nassı başkalarına hamletmemiz bir hatâdır.2551 Bu rivâyetlerin zayıf oldukları ve konuyla (mutasavvıfların yanlış tevessül anlayışlarıyla) ilgilerinin olmadıkları göze çarpmaktadır. 2552
2545] A. Yıldırım, s. 280
2546] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 17/118
2547] Daîfe, II/109-111, h. no: 655
2548] Elbânî, Daîfe, II/111-112
2549] Ebû Ya’lâ, Müsned, IX/177, h. no: 5269; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, X/217
2550] Daîfe, II/108, h. no: 655
2551] Said Havva, Terc. Cengiz Yağcı, Ruh Terbiyemiz, s. 312
2552] A. Yıldırım, s. 281-282
VESÎLE
- 471 -
Tasavvufta Vesile Anlayışı
İmam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yusuf, Hz. Peygamber de dâhil olmak üzere, herhangi bir kimsenin Allah katındaki şeref ve hürmeti ile tevessülde bulunmayı kerih/çirkin görmüşlerdir.2553Âlûsi, Hz. Peygamber dışında hiçbir insanın mertebesi ile tevessül edilemeyeceğini, Allah katındaki kıymet ve mertebesi olduğuna kesin kanaat getirilmeyen bu kişilerle tevessülün, Allah'a karşı büyük bir cüret anlamına geleceğini söyler. 2554
Tasavvuf ehlinde, Allah’ın sevdiği kullarını vesile ederek duâ etmek çokça yaygındır. Sahih hiçbir hadis olmadığı halde, hadiste bunun ispatı olduğunu söylerler. Silsile ehlinde şecere okumak çokça yapılan bir âdettir. Bunun da amacı ve hakikati tevessüldür. 2555
Tasavvuf büyüklerinden Ma’rûf Kerhî,2556 bir gün Serî Sakatî’ye,2557 “Allah’tan bir hâcet isteyeceksen, bana yemin ederek, ‘Ma’rûf’un hürmetine’ diyerek iste” demiştir. 2558 Yine Marûf, bir gün yeğenine: “Allah Teâlâ’dan bir ihtiyacını isteyeceğin zaman, ona benimle iste, yani ‘Yâ İlâhî! Onun hakkı için murâdımı ve dileğimi ver’ de. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Dilek sahiplerinin senin üzerindeki hakkı için, sana rağbet edenlerin hakkı için ve sana doğru attığım adımlar hürmetine istekte bulunuyorum.”2559 (Not: Hadisin kaynağı bulunamamıştır, mûteber kaynaklarda yoktur.)
Tasavvufta tevessül, daha çok vefat etmiş peygamberler ve evliyâyı aracı kılarak Allah’tan bir şeyler istemek mânâsına kullanılır (Hicrî 7. Asırdan itibaren tevessül ve vesile ile ilgili müstakil eserler yazılmaya başlamıştır. O zamana kadar yazılan tasavvufî eserlerde tevessül ve vesileye hiç yer verilmemiştir. İlk dönem tasavvufunda “İnsanın Allah’a daha çok yaklaşması için mutlaka bir aracıya ihtiyacı vardır” fikri yoktur. Yine aynı dönemde Allah’a duâ ederken birini araya katmaktan veya sağ ya da ölmüş birinden istimdât etmeden ve istiğâsede bulunmadan hemen hiç bahsedilmemektedir.2560 Bu anlamda tevessül, Allah Teâlâ’ya yaklaşmak, huzurunda mânevî itibar ve derece bulmak yahut bir faydanın elde edilip zararın def edilmesiyle ihtiyacını gidermek için sâlih bir amel veya zatla Cenâb-ı Hakk’a yakınlık sağlamaktır.2561 (Herhangi bir arzusu veya isteği olan kişinin “Allah’ım! Şu sıkıntımın giderilmesi veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zâtın senin katındaki yeri, mevkii, hakkı, hürmeti adına/hatırına senden istiyorum” diyerek duâ edip ihtiyacını Cenâb-ı Hakk’a arzetmesidir.)
Allah Kur’an’da mü’minlerin vesile edinmesini emretmiştir. Pek çok rivâyette de bu mâhiyette emirler mevcuttur. Tevessülle ilgili nassların ihtivâ ettiği mânâ
2553] İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâil, I/31; Elbânî, Tevessül, s. 68-69; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, V/318; Ahmet Yıldırım, a.g.e., s. 273
2554] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VI/128; Ahmet Yıldırım, 273
2555] Eşref Ali Tanevî, Hadislerle Tasavvuf, -Haz. Zaferullah Daudî, Ahmet Yıldırım-, İst. 1995, s. 268
2556] ö. 201/816
2557] ö. 257/870
2558] Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, -Haz. Süleyman Uludağ-, İst. 1981, s. 116; F. Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, s. 353
2559] Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, VIII/364; Abdurrahman Câmî, Nefâhatu’l-Üns, s. 163-164
2560] İsmail Çalışkan, K.K.’e Göre tevessül ve Vesile Kavramı, s. VII-VIII
2561] Curcânî, et-Ta’rîfât, s. 307
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yeterli olmasına rağmen, istenilen şeye daha hızlı ulaşabilmek için Allah’a yapılan duâlar yanında, O’na yakın olduğuna inanılan ve daha önce vefat etmiş kimselerin ruhlarından yardım istenmesi yoluna gidilmesiyle, tasavvuf yeni bir tevessül anlayışını ortaya çıkarmıştır. Tasavvuf ehli arasında kabul gören tevessül anlayışı budur. Bu anlayışa ilk tepkiyi İbn Teymiyye göstermiştir.
Tasavvufçu yazarların kabul ettiği, diğer âlimlerin kabul etmediği tevessül çeşitleri zât ile tevessül ve ruhlarla tevessül diye ikiye ayrılır:
1) Zâtla tevessül: Zât ile tevessül de iki kısma ayrılır:
a- İyilerin Allah katındaki mertebesi ile tevessül: Bu şöyle gerçekleşir: “Yâ Rabbi! Falan zâtın senin katındaki hürmetine veya hatırına sıkıntımı gider, isteğimi yerine getir, duâmı kabul et!” şeklinde yaptığı duânın kabul görmesi veya bu anlayışa göre daha hızlı bir sonuç alınacağını ümit ederek duâ edilir. Bu çeşit tevessülü kabul edenlerin dayandıkları birtakım hadis rivâyetleri vardır. Bu rivâyetlerin tümünün uydurma veya zayıf olduğunu “Vesile Konusunda Zayıf ve Uydurma Hadis Rivâyetleri” başlığı altında verdik.
b- İyilerin Allah Katındaki Hakkı ile Tevessül: Bu da şöyle gerçekleşir: “Yâ rabbi! Falan iyi kulunun hakkı için şu ihtiyacımın giderilmesini ve şu arzumun gerçekleşmesini Senden istiyorum...” şeklinde duâda bulunmak. Bu çeşit tevessülü kabul edenlerin de hemen hepsi uydurma veya zayıf olan rivâyetlere dayandığı bilinmektedir. Bu çeşit tevessülü kabul edenlerin dayandıkları hadislerin çoğunun, isnad yönüyle zayıf veya uydurma olduğu yapılan incelemelerden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu durum bu çeşit tevessülün meşrûiyetini tartışmalı bir hale sokmaktadır. “Falan kişinin, Peygamberin veya Kâbe’nin hakkı için” denilerek yapılan duâ Ebû Hanife’ye göre mekruh2562, İmam Muhammed’e göre haramdır.2563 Burada Allah’a âit olan bir hak anlayışını başkasına devretme ve belirli bir şahıs zikretme sözkonusudur. Böyle bir tevessülün çirkin olduğu, insanları sadece Allah’a yöneltmeyi amaç edinen İslâm’ın tevhid anlayışına ters düştüğü, dayanakları da çürük olduğu için reddedilmelidir.
2) Ruhlarla tevessül: Ruhlarla tevessül kabir ziyâretine bağlı olarak çıkmış bir olgudur. Ancak, ruhlarla tevessülün meşrûluğu tevhid yönüyle müslümanlar açısından tartıtışılagelmiştir. Bu anlayışın çıkış kaynağı bazı mezarlara kudsiyet atfetme ve özellikle bazı sâlih insanlara âit kabirlerin çevrelerinin maddî ve mânevî musîbetlerden kurtuluş yeri olarak telâkkî edilmesi olmuştur. Bu da ruhlarla tevessül olarak isimlendirilen bir anlayışın doğmasına sebep teşkil etmiştir.
En çok tartışılan ve sert eleştirilerin konusu olan ruhlarla tevessül, özellikle sâlih/iyi insan olduğu kabul edilen kişilerin ruhlarıyla yapılan tevessüldür. Denilebilir ki, tevessül denilince genelde onun bu türü anlaşılmaktadır. Ruhlarla tevessül, ya karşı karşıya kalınılan sıkıntıların giderilmesi ve umut edilen şeylerin elde edilmesi gâyesiyle doğrudan doğruya ölülerin ruhlarına seslenme ve onlardan yardım isteme tarzında veya kabirlere gidilerek, burada iyi olduğu kabul edilen insanların ruhlarının hürmetine Allah’tan yardım talep etme, yahut duâ etmek için özellikle mezarlıkların tercihi gibi birkaç şekilde icrâ edilmektedir. Tasavvuf klasiklerinde böyle konular müstakil olarak işlenmemekle birlikte, bazı
2562] el-Fetâva’l-Hindiyye, V/318
2563] Reşid Rızâ, Tefsiru’l-Menâr, XI/372-373
VESÎLE
- 473 -
tasavvufî eserlerde bu bilgilere rastlamaktayız. Elimizdeki ilk sûfî hal tercümesi kitabı olan Sülemî’nin2564 Tabakatu’s-Sûfiyye’sinden itibaren bütün kaynakların ortaklaşa verdikleri bilgi, Ma’rûf Kerhî’nin2565 kabrinin gece gündüz, sürekli olarak ziyâret edildiği, ziyâretçilerle dolup taştığı, derdi olan binlerce insanın onun vâsıtasıyla şifâ aradığı konusudur. Şu cümle asırlardan beri bu anlayışı belgelemektedir: “Ma’rûf’un kabri tecrübe edilmiş, denenmiş bir tiryaktır, bir ilâçtır, bir devâdır.” 2566
Âhirete intikal etmiş peygamberlerin veya evliyâdan olduğu kabul edilen iyi insanların ruhlarından yardım istemek İbn Teymiyye ve İbn Kayyim gibi birçok âlime göre kesinlikle meşrû değil; hatta şirk veya şirkin temelidir.2567 Ruhlarla tevessülü benimseyen mutasavvıfların ruhun ölümsüzlüğü ve tecrübeye dayalı amelî deliler yönüyle dayandıkları (delil olması tartışılacak) birtakım delilleri vardır. Bu tevessülün özellikle Hz. Peygamber ve sâlih insanların ruhlarıyla yapılmasının daha makbul olduğunu iddiâ ederler.
Tasavvuf ehline göre bazı ârifler velînin vefatından sonra, hayatında olduğundan daha kuvvetli bir kerâmete sahip bulunduğunu ifâde etmişlerdir. Zira onlar mahlûk ile alâkayı kesmi, rûhu sadece Yaratana yönelmiştir. Allah Teâlâ onunla tevessülde bulunanların isteklerini verir.2568 Bu kanaatin ispatı hususunda benimsenen temel prensiplerden birisi de budur. Sûfî inancına göre görünmeyen âlemin temsilcisi olan velîler (ircâlu’l-gayb), bu dünyada oradan aldıkları bir misyonu (ilâhî görevi) yerine getirmektedirler. Bu velîler yaşayan bazı insanlar olabileceği gibi, âhirete intikal etmiş velîlerin ruhları da olabilir. 2569
Birkısım âlimler ruhlardan yardım istenilmesi ve ruhların bazı tasarrufa sahip bulunabileceği fikrine şiddetle karşı çıkmışlar ve bu fikri benimseyenlere âit delilleri tenkide tâbi tutarak mukabele etmişler, hatta kişiyi şirke götürdüğünü söylemişlerdir. 2570
Ayrıca şunu belirtmekte fayda vardır: İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre yaratılmasına ve gerçekleşmesine sadece Cenâb-ı Hakk’ın muktedir olduğu şeylerin ölü veya diri bir kuldan istenmesi câiz değildir. Yardım istenilen rûhun veya şahsın yaratıcı değil, sadece şefaatçi oldukları kabul edilse bile bu tarz duâ zâhirî anlamda başka ilâhların varlığın ihsas ettirir ve imanı tehlikeye düşürür. 2571
Büyük bir problem olarak telâkkî edilen tevessül meselesinde titizlik gösterilen nokta tevhid inancının korunmasıdır. Bilindiği gibi duâ bir ibâdettir ve ibâdet ancak Allah’a yapılır. Yardım da -vâsıtalı vâsıtasız- yalnız Allah’tan gelir.
Tasavvufçuların bu yanlış ve mesnetsiz tevessül anlayışını savundukları halde, bazen bu görüşleriyle çelişik tavsiyelere de rastlanır. Hatta bu konuda câiz
2564] ö. 412/1021
2565] ö. 201/816
2566] Sulemî, Tabakatu’s-Sûfiyye, s. 85; Kuşeyrî, Risâle, s. 116; Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, s. 353; vd.
2567] İbn Teymiyye, Kaidetun Celîletun fi’t-Tevessül ve’l-Vesîle, s. 16-18; İbn Kayyım, Medâricu’s-Sâlikîn, I/375
2568] Nebhânî, Şevâhidu’l-Hak fi’l-İstiğâseti bi Seyyidi’l-Halk, s. 120
2569] Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, s. 101, 109
2570] Tenkid edenlerin delilleriyle ilgili olarak bk. Ali Ataç, s. 85-99
2571] Hayreddin Karaman, İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri, -c.1- s. 101; Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, Konya, 1986, s. 49
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmayan görüşü savunup câiz olana karşı çıktıkları olur. Kuşeyrî’nin Risâlesinde bulunan şu ifâde birisinden bir şey istemekle ilgili mesele konusunda çelişkilerine bir örnektir: “Bana duâ et, diyen birisine sûfîlerden bir zât şu cevabı vermişti: ‘Allah ile arana yabancı bir şahsı vâsıta kılman Allah’tan ne kadar uzak kaldığını göstermeye kâfîdir.” 2572
İstiğâse
İstiğâse: Sıkıntılı anlarda sıkıntının giderilmesini isteme demektir. İstiğâse, “ğavs” kökünden türemiştir. Lügatta “ğavs”, sıkıntılı durumlarda yardım dileme anlamına gelir. Kendisinden yardım istenene de “müstağâs” denir. 2573
Kendisinden yardım istenenin, yardım istenen hususun üstesinden gelebilecek durumda olması tabiîdir. Değilse, yardım istemenin bir anlamı yoktur. Bu sebeple beşer üstü bir gücü gerektiren bir husus insanlardan istenemez. İnsanlardan ancak onların güçleri dâhilinde olan şeyler istenir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın.”2574 “Fakat onlar, dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir.”2575 buyrulmaktadır.
“Başınız dara düştüğünde mezardakilerden yardım dileyin” şeklindeki uydurma bir hadise2576 dayanarak özellikle tasavvuf ehlinden bazıları, hazır bulunmayan veya ölmüş olan salih kişilerden yardım isteneceğini söyler ve buna “istiğase” adını verirler. Oysa hazır bulunmayan veya ölmüş olan bir kimseden yardım istemek, duâ kapsamına girer. İslâm inancına göre ise, duâ sadece Allah’a yapılır. Kendisine duâ edilenin sadece Allah olması gerektiği, Kur’an’ın birçok âyetlerinde belirtilmiş, başkasına duâ etmenin sapıklık olduğu gâyet açık bir şekilde ifade edilmiştir. Söz konusu âyetlerden birkaçı şöyledir:
“Allah’ı bırakıp da kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere yalvarandan daha sapık kim olabilir? Oysa onlar, bunların duâlarından habersizdirler.”2577; “Gerçek duâ, ancak O’na yapılır. O’ndan başka çağırdıkları ise, kendilerinin hiçbir isteklerini karşılayamazlar.”2578; “Yahut duâ ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldırıp) açıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri kılıyor?”2579; “Rabbiniz Allah’tır, mülk O’nundur. O’ndan başka çağırdıklarınız ise bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.” 2580
Kendisinden yardım istenen kişinin salih bir kişi olması ile olmaması arasında bu açıdan bir fark yoktur. Burada önemli olan, onun yaratılmış olmasıdır. Nitekim “De ki; ‘O’ndan başka (kendilerinde bir şeyler) sandığınız kimseleri çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de (onu) başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıkları da, onların (Allah’a) en yakın olanları da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar, azabından
2572] Kuşeyrî, Risâle, s. 438-439; Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV Y. s. 268-283
2573] İbn Fâris, Mu’cemu Makayîsi’l-Luğa, Mısır 1971, IV. 400
2574] 5/Mâide, 2
2575] 8/Enfâl, 72
2576] Alûsî, Rûhu’l Meânî, Beyrut t.y. VI, 125
2577] 46/Ahkaf, 5
2578] 13/Ra’d, 14
2579] 27/Neml, 62
2580] 35/Fâtır, 13
VESÎLE
- 475 -
korkarlar.”2581 âyetlerinde kendilerine yalvardıklarından maksadın Hz. Uzeyr, İsâ ya da melekler olduğu selef âlimlerinden bir kısmı tarafından belirtilmiştir. 2582
Taberânî’nin “el-Mu’cemu’l Kebir”inde naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında mü’minlere eziyet eden bir münafık vardı. Hz. Ebû Bekir: “Kalkın bu münâfık hususunda Rasûlullah’tan (s.a.s.) istiğâsede bulunalım“ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah; “Benden istiğâsede bulunulmaz; ancak Allah'tan istiğâsede bulunulur“ buyurdu. 2583
Yardımın sadece Allah’tan isteneceğine dair nasslardan biri de, namazımızın her rekâtında okuduğumuz Fâtiha sûresindeki: “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn: Sadece Sana ibâdet eder ve sadece Senden yardım dileriz” âyetidir. Müfessirler, “iyyâke” sözcüğünün, “na’budu ve nestaîn” sözcüklerinden önce zikredilmesinin hasr ifade ettiğini söylerler. Yani başkasına değil, sadece sana ibâdet ederiz ve başkasından değil, sadece senden yardım dileriz. 2584
Müfessir Fahruddin er-Râzî, “iyyâke nestaîn”in tefsirini yaparken şöyle demektedir: “Senden başkasından yardım istemem. Çünkü başkasının bana yardımı, ancak bana yardım etmesi için ona yardım etmenle mümkündür. Başkasının yardımı, ancak senin yardımınla gerçekleşebileceğine göre, bu aracılığı kaldıralım ve yardımı sadece senden isteyelim.” 2585
Netice olarak istiğase sadece Allah’a yapılır. Mezarda yatan ya da yanımızda hazır bulunan veya bulunmayan herhangi bir salih kişiden istiğâsede bulunmak, güçlerinin yetmediği bir şeyi onlardan istemek olur ki, bu, İslâm inancıyla bağdaşmayan bir husustur. Ancak kişinin salih birine giderek kendisi için duâ etmesini istemesi câizdir. Buna dair pek çok sahih rivâyet vardır. 2586
İstimdâd
Sözlükte “tehlikeli durumlarda yardım isteme, imdada çağırma” anlamına gelen istimdâd, tasavvufta “peygamber ve velîlere (evliyâlara) sığınıp herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için onlardan yardım dilemek” mânâsında kullanılmıştır. Ağlayarak ve feryat ederek yardım isteme eylemi için istiğâse, istiâze ve ilticâ kelimeleri de kullanılmaktadır. Mânevî yardımda bulunma gücüne sahip olduğuna inanılan büyük velîlere gavs denir. Önemli bir tasavvuf kavramı olan himmetin de böyle bir işlevi vardır.
Kur’an’da ve hadislerde müslümanların birbirine yardımcı olmaları teşvik edilmiştir.2587 Bu yardım fiil, söz, fikir, bilgi ve duâ şeklinde olabilir. Fakat âyetlerde bir peygamberin veya velînin mâneviyâtından yardım istenebileceğinden söz edilmediği için bu hususta çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sûfîler, hayatta olsun veya olmasın bir velînin mâneviyâtından yardım dilemenin câiz, hatta gerekli olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre çok uzakta bile olsa bir
2581] 17/İsrâ, 56-57
2582] Kurtubî, el-Camîi’l Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1966, X, 279; Ebu’s-Suûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, Kahire t.y., V, 179
2583] Tabarânî’den naklen, İbn Teymiye, İbn Teymiye Külliyâtı, İstanbul 1986, I, 183
2584] Ebû’s-Suûd, a.g.e, I, 16-17
2585] er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Tahran t.y., I, 254
2586] Âlusi, a.g.e., VI, 125; M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 213-214
2587] 5/Mâide, 2; 8/Enfâl, 72, 74; Buhârî, Mezâlim 3-4; Müslim, Zikir 86-88; Tirmizî, Hudûd 3
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
velî kendisinden istimdâdda bulunanların yardımına yetişme gücüne sahiptir. Hayatta olan velîlerin mâneviyâtından bu şekilde yardım isteme düşüncesinin ilk sûfîlerden itibaren mevcut olduğu bilinmektedir. Ma’rûf-i Kerhî2588 yeğenine, “ihtiyacın olan bir şeyi Allah’tan talep ettiğin zaman beni aracı kılarak iste” demiş2589, mürîdi Serî es-Sakatî’ye benzer bir tavsiyede bulunmuştur. Muhammed bin Ali el-Kettânî velînin Allah’la kulları arasında vâsıta sayıldığını belirtmiş, kendisinin gavs olduğunu îmâ etmişti.2590 Ölümlerinden sonra da velîlerin rûhâniyetinden istimdâdda bulunma çok eski bir glenektir. Nitekim Ma’rûf-i Kerhî’nin kabri etkili bir şifâ kaynağı olarak kabul edilmiş2591, Hâce Abdullah-i Herevî vâsıtasıyla insanların pek çok ihtiyacının görüldüğüne inanıldığından kendisine “pîr-i hâcât” denilmiştir. Tarikat mensupları, özellikle tarikatlarının silsilesinde yer alan şeyhler aracılığıyla Allah’tan kendilerine feyiz ve yardım geldiğine inanmışlardır. Öte yandan ilk sûfîler arasında istimdâdın câiz olmadığını söyleyenler de vardır. Bâyezîd-i Bistâmî, insanın insandan imdat istemesini hapisteki bir kişinin yine hapiste bulunan bir kişiden yardım istemesine benzetmiştir.2592 Bazı sûfîler de ölmüş velîlerden yardım istemenin doğru olmayacağını ifâde etmişlerdir. İşrâkiyye ekolüne bağlı filozoflarla onların etkisinde kalan Fahreddin er-Râzî gibi kelâmcılar ise yatırların rûhâniyetinden faydalanmanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. 2593
İstimdâdı benimseyenler tarafından ileri sürülen başlıca deliller şunlardır: 1. İstimâd “Allah nezdinde değerli bir kul olan velînin şefaatçı olması” anlamına gelmektedir. Allah’ın kendilerine şefaat etme izni verdiği kullarının bulunduğu ve bunların âhirette şefaat edeceği,2594 ayrıca O’na yakın olmak amacıyla vesîle edinmenin gerektiği Kur’an’la sâbit olan bir husustur.2595 Peygamberler gibi ledünnî ilimleri Allah’tan vâsıtasız alabilen velîler hayatta olmasalar bile istimdâdda bulunan insanlara yardım edebilirler.2596 2- Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygamber’in haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin affedileceği bildirilmiştir,2597; istimdâd da buna benzemektedir.2598 3- Duâların her konuda etkili olduğu âlimlerce kabul edilen bir husustur. Velîlerden yardım istemek onların Allah nezdinde makbul olan duâlarını talep etmek demektir. 4. Günahkâr bir kulun doğrudan Allah'a yönelmesi uygun olmadığından İlâhî dostluğu kazanmış bulunan velîlerin aracı kılınması gerekir.2599 Bunların yanında bazı hadislerle Hz. Ömer’in yağmur duâsına çıkarken Hz. Abbas’ı yanına alıp onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur dilemesi de2600 delil olarak gösterilmiştir. 2601
2588] ö. 200/816
2589] Ebû Nuaym, Hilye, 8/364
2590] Hatîb, Târîhu Bağdâd, III/75; Şa’rânî, et-Tabakat, I/110
2591] Sülemî, Tabakat, s. 85; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 61
2592] Sülemî, Tabakat, s. 126; İbn Teymiyye, el-İstiğâse, I/474
2593] el-Metâlibu’l-Âliyye, VII/275-277; İbn Teymiyye, Kaide Celîle, s. 24
2594] 2/Bakara, 255; 20/Tâhâ, 109
2595] 5/Mâide, 35; Mahmud Şükrî el-Âlûsî, I/253
2596] Hâlid el-Badâdî, Risâle fî hakkı’r-Râbıta ve’l-İstimdâd mine’l-Evliyâ, s. 20-25
2597] 4/Nisâ, 64
2598] Yûsuf Şevkî el-Ûfî, Hediyyetu’z-Zâkirîn ve Hüccetü’s-Sâlikîn, s. 8
2599] Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IV/119; VIII/375; XI/391
2600] Buhârî, İstiska 3
2601] Zâhid Kevserî, İrgâmu’l-Merîd, s. 3
VESÎLE
- 477 -
Kelâm âlimleri genellikle sûfîlerin istimdâdla ilgili görüşlerine temas etmemiş, fıkıhçıların çoğu ise bunun mekruh olduğunu söylemekle yetinmiştir.2602 Bu konuda sûfîleri en çok eleştirenler hadisçilerle Hanbelî fakihleridir. Bunlara göre ileri sürülen deliller sûfîlerce benimsenen anlamda bir istimdâdı kanıtlayıcı mâhiyet taşımaz. Zira delillerin bir kısmı zayıf, bir kısmı da doğrudan doğruya istimdâd konusuyla alâkalı değildir. nitekim delil olarak zikredilen şefaat âyetleri âhiretle ilgili olup bunlarda hiçbir şekilde istimdâda temas edilmemiştir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin İlâhî affa mazhar olacağı belirtilmekteyse de bu âyet münâfıklardan bahseden bir grup âyet içinde yer almakta olup konunun istimdâdla ilgisi yoktur. Duâ ile istimdâd farklı şeyler olup duânın istimdâdla özdeşleştirilmesi söz konusu değildir. Günahkâr bir kulun tevbe için doğrudan Allah’a yönelmeyip bir velîyi aracı kılmasına gelince, Kur’ân-ı Kerim’de yer alan tevbe âyetlerinden herhangi bir aracıdan bahsedilmemekte, aksine doğrudan Allah’tan mağfiret talep edilmesi istenmektedir. Ayrıca Fâtiha sûresinde de sadece Allah’a ibâdet etme ve sadece O’ndan yardım isteme yolu emredilmektedir. Sûfîlerce delil olarak gösterilen bazı rivâyetler sahih olmadığı gibi, Hz. Abbas’la ilgili olayda da ashâb doğrudan Allah’tan yardım dilemiştir.
İstimdâdı benimseyenler, ihtiyaç veya sıkıntı içinde bulunan kişinin Hz. Peygamber’den sonra velîden yardım isteyebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak “Allah’ın dostu” mânâsındaki velînin tip olarak değilse de şahıs olarak kim olduğunu belirlemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim mü’minlerin Allah’a, O’nun da mü’minlere dost olduğunu ifâde etmiş, peygamberlerden başka kimseyi tezkiye etmemiş ve kişilerin mânevî güce sahip olduklarını zannedip kendilerini temize çıkarmalarını da yasaklamıştır. 2603
Kur’an’da ve sahih hadislerde istimdâd kelimesi geçmemekle birlikte “medd” kökünden türeyen ve “yardım etmek” anlamına gelen “imdâd” fiili kalıbında kullanılmış ve Allah’ın melek göndermek sûretiyle mü’minlere yardım ettiği haber verilmiştir.2604 Bu âyetler yardımın Allah’tan isteneceğini açıkça ifâde etmektedir. Ayrıca Kur’an’da duânın ancak Allah’a yapılabileceği, Allah’ın duâları işittiği ve onlara icâbet ettiği, darda kalan kişinin bu sırada Allah’tan başkasına yalvarmadığı, insanları her türlü sıkıntı ve felâketten Allah’ın kurtaracağı, Allah’tan başka varlıklara duâ etmenin tevhidi ihlâl edeceği bildirilmiştir.2605 İnsanların sadece Allah’a sığınıp doğrudan doğruya O’na duâ etmeleri gerçek dindarlığın bir gereği, Allah’tan başkasından medet ummaya kalkışmak ise câhiliyye âdeti olarak değerlendirilmiştir. 2606
İstimdâd konusunda sûfîlerin görüşünü ağır bir şekilde eleştiren Takıyyuddin İbn Teymiyye pek çok eserinde bu meseleyi ele almış, ayrıca Kaide Celîle fi’t-Tevessül ve’l-Vesîle ve’l-İstiğâse adıyla iki risâle kaleme almıştır. Ona göre bir müslümanın Hz. Peygamber'i vesîle edinerek Allah'tan kendisini nimet ve rahmete ulaştırmasını veya zarardan korumasını istemesi câizdir.2607 Bunun yanın2602]
Merğınânî, el-Hidâye, IV/96
2603] 53/Necm, 32
2604] 3/Âl-i İmrân, 123-125
2605] 6/En’âm, 63; 7/A’râf, 128; 10/Yûnus, 106; 72/Cinn, 20
2606] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8/6399
2607] el-İstiğâse, I/474
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da bir kişinin takvâ sahibi bir mü’minden kendisi için duâda bulunmasını ricâ etmesi de mümkündür. Ancak, bir müslümanın, yanında bulunmayan veya ölmüş olan kişilere sığınması, onlardan yardım istemesi haramdır. İbn Teymiyye peygamberlerden bile istimdâdda bulunmanın tasvip edilemeyeceğini ve “bazı işlerinizde kararsızlık içinde bulunursanız ölülerden yardım isteyiniz” şeklindeki sözün hadis olmadığını belirtir.2608 İbn Kayyim de hocası İbn Teymiyye’nin görüşlerine katılır.2609 Muhammed bin Abdülvehhâb bu konuda İbn Teymiyye’yi tâkip ederek darda kalındığında Allah’tan başkasından yardım istemeyi bir nevi şirk saymıştır.2610 Yûsuf en-Nebhânî ise Şevâhidu’l-Hak adlı eserinde İbn Teymiyye’nin görüşlerini eleştirmiştir.
Öte yandan insanları vâsıta edinerek (tevessül) Allah’tan yardım istemeyi doğru bulmayan hadisçilerle Hanbelîler ve bunun mekruh olduğunu söyleyen Hanefîler kişinin kendi amel ve ibâdetlerini vâsıta kılmasını câiz görmüşlerdir. Buna göre bir mü’minin, “Allah’ım! Senin rızânı kazanmak amacıyla şu hayırlı işi yaptığım için“ veya “Elimde imkân bulunduğu halde şu günahı işlemediğim için beni sıkıntıdan kurtar“ şeklinde duâ etmesi câizdir. Nitekim bir mağarada mahsur kalan üç kişinin kurtulmak amacıyla en değerli amellerini Allah katında vesîle kıldıkları bildirilmektedir.2611 “Allah katında vesîle arayın.”2612 meâlindeki âyeti de bu yönde yorumlayanlar olmuştur.
Kişinin doğrudan Allah’tan yardım istemesi, tehlikeli ve sıkıntılı zamanlarda sadece O’na sığınması, İslâm’ın itikad ve ibâdet ilkeleri açısından tercih edilecek yegâne davranıştır. Açık ve kesin nasslara dayanmayan istimdâdın yanlış anlama ve istismâra müsâit olduğu şüphesizdir. Ancak bazı sûfîlerin ve halktan bazı kesimlerin iyi niyete dayanan böyle bir davranışını küfür (şirk-i hafî) saymak da tevhid inancını benimseyen bir müslüman hakkında isâbetsiz verilmiş bir hüküm niteliği taşır. 2613
Tevessül Tartışmaları
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin çoğunluğu tevessülün meşrûluğunda uzlaşmışlar ve bu konuda âyetleri ve sahih hadîsleri delil getirmişlerdir. Ancak Müslümanların bir kısmı, Kitap, Sünnet ve bu ümmetin selefinin amelinde ifadesini bulan tevessül kavramının niteliğini anlamada sorunlarla karşılaşmışlar, “tevessül”ü, İslâm’ın temel dinamikleri ve Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) metod çizgisiyle çelişir tarzda yanlış anlamışlardır. Bu konuda zayıf ve uydurma hadîsleri delil edindikleri gibi tevessül hakkındaki âyetleri yanlış anlayışlarına uygun biçimde te’vil ederek daha da ileri gitmişlerdir.
Bilindiği gibi bizler Kitap ve Sünneti anlamada ihtilâfa düşersek Selef-i Sâlihîn’in anlayışına başvururuz. Zira onlar âyetler ve hadîsleri anlamada insanların en bilgilileri ve en doğru sözlüleridir. Onlar Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) tanıklığıyla bu ümmetin en hayırlılarıdır. “İnsanların en hayırlıları benim
2608] Kaide Celîle, s. 157; Mecmûatu’r-Resâil, I/15 vd.
2609] İğâsetu’l-Lehfân, I/201-228
2610] Kitâbu’t-Tevhîd, s. 49-50
2611] Buhârî, Edeb 5; Müslim, Zikir 100
2612] 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57
2613] Yusuf Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 23, s. 363-364
VESÎLE
- 479 -
çağımdakilerdir. Sonra onların peşinden gelenler, sonra da onların peşinden gelenler...” 2614
Allah’a ve Rasûlüne (s.a.s.) iman eden herkesin hevâya tâbi olmaktan kaçınması gerekir. Zira hevâ, Allah’ın yolundan saptırır. Allah ve Rasûlüne (s.a.s.) iman eden herkes Selef-i Sâlihîn’in (Sahâbe, Tâbiûn ve Etbau’t-Tâbiîn) yoluna tâbi olmalıdır. “Her kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Rasûl’e muhâlefet eder ve mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olursa onu döndüğü yola çevirir ve cehenneme sokarız. O ne kötü bir yerdir!”2615; “Muhacirler ve Ensar’dan öncü kimseler ve onlara güzellikle tâbi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah, onlara ebedî kalacakları altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Bu büyük bir kazançtır.”2616; “Bana yönelenin yoluna tâbi ol.” 2617
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Benden sonra yaşayanlarınız pek çok ihtilâf görecektir. Benim ve Raşid Halifelerimin Sünnetine sımsıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden sakının. Dinde uydurulan her şey bid’attir. Her bid’at de sapıklıktır.”2618 “Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Biri hâriç tümü cehennemdedir.” Ashâb: “Kurtulanlar kimlerdir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorunca, “Benim ve ashâbımın yolundan gidenlerdir” buyurdu.2619
Ashâbın büyüklerinden Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) şöyle der: “Kim bir yol tutacaksa ölmüş kimselerin yolunu tutsun. Bunlar Muhammed’in (s.a.s.) ashâbıdır. Onlar bu ümmetin en hayırlısı, kalben en temizi, ilim olarak en derini ve amellerde dengeli davranıp aşırıya kaçmayanları idiler. Allah, onları Peygamberine arkadaş olsunlar, dinini nakletsinler diye seçmişti. Onların ahlâkı ile ahlâklanın, gittikleri yoldan gidin. Zira onlar dosdoğru bir yol üzereydiler.” 2620
Ahmed bin Hanbel (r.a.) der ki: “Bizce sünnetin metodu, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) ashâbının yoluna sımsıkı yapışmak, onları örnek almak ve bid’atleri terk etmektir.”2621 İmam Evzâî (r.a.) şöyle der: “İlim, Muhammed’in (s.a.s.) Ashâbından gelen şeylerdir. Bundan başkası ilim değildir.”2622 İmam Mâlik (r.a.) şu beyti çokça söylerdi:
“Din işlerinin en hayırlısı Sünnet olandır
İşlerin en şerlisi uyduruk bid’atlerdir.”
Tevessül, “vesile edinmek” olduğuna göre “vesile” bir anahtar kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Konuyu kavramak, bu kavramı tanımaktan geçer. “Vesile” sözlük anlamıyla, kendisiyle başkasına yakın olunan, taleb edilene içten bir yakınlık ve ona yol aramaktır. “Vessele il Allah’i tevsîlen” Allah’a yakınlaştıran bir amel işledi demektir.
İbn Esir “en-Nihaye fî Garib-il Hadîs ve’l-Eser”de şöyle der: “Vesile: Kendisiyle
2614] Buhârî, 3449; Müslim, 3851
2615] 4/Nisâ, 115
2616] 9/Tevbe, 100
2617] 31/Lokman, 15
2618] Ebû Dâvûd, Sahih
2619] Tirmizî, Sahih
2620] Beğavî, Şerhu’s-Sunne
2621] Lâlkâî, Şerhu Usûli İtikadi Ehli’s-Sunne
2622] İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir şeye ulaşılan, ona yaklaşılan şey. Çoğulu: Vesâil. Örnek olarak ezan hadîsi verilebilir. “Allahumme âti Muhammedeni’l-vesile.” Denilmiştir ki buradaki vesileden kasıt, kıyâmet günündeki şefaattir. Başka bir görüşe göreyse cennet menzillerinden bir menzilin adıdır. Hadîste murad olunan, Allah’a yakınlıktır.”
Râgıb el-İsfahanî “Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’ân”da şunları yazar: “Vesîle; arzu ile bir şeye yol arama, ulaşma. Vesîle, vasîleden daha özel bir anlam taşır. Zira arzu ve istek içerir. “O’na (yaklaştıracak) bir vesile arayın / arzulayın.”2623 Allah’a yaklaştıracak vesilenin gerçek anlamı, ilim ve ibâdet ile çizdiği yolda gitmek, kurbet/Allah’a yakın olmak gibi şeriatın yüce mertebelerine yol aramaktır. Vâsil, Allah’a rağbet duyandır.
Vesile’nin diğer bir anlamı da, sultanın yanındaki menzil, derece ve yakınlıktır. Vesile ayrıca hadîste geçtiği gibi cennetteki yüce makamın da adıdır. “Benim için Allah’tan vesile’ye isteyin. Zira o, cennetteki bir menzildir.” 2624
Vesîle; İslâmî terminolojide, Allah’a yaklaştıracak bir sebep edinmektir. Kişinin Allah’a yakınlığı, Allah katında yüksek bir derece elde etmek, bir ihtiyacını gidermek, bir faydayı celb, bir zararı defetmek ve hem dünya hem de âhirette istediğini elde etmek için Allah’a ve Rasûlüne itaati ve sâlih ameller işlemesiyle gerçekleşir. Allah’a tevessülde bulunmak ancak Allah’ın çizdiği sınırlar dâhilinde olur. 2625
Vesile Kavramının Şer’î Anlamı:
Şer’î vesile üç esasa dayanır.
1- Kendisine tevessülde bulunan: Bu, üstünlük sahibi Allah’tır.
2- Tevessülde bulunan: Bu, Allah’a yakınlık istemeye muhtaç zayıf kuldur. Bu yakınlıktan fayda umarak ya bir ihtiyacını gidermek ya da bir zararı başından savmak ister.
3- Kendisiyle tevessülde bulunan: Bu vesile diye adlandırılan, kişiyi Allah’a yaklaştıran sâlih ameldir.
Vesile’nin Allah’a yaklaştıran, ihtiyacı gideren faydayı sağlaması şu şartların oluşumuyla gerçekleşir:
1- Allah’a tevessülde bulunan kul sâlih bir kul olmalı, ameliyle yalnız Allah’ın vechini gözetmelidir.
2- Kendisiyle tevessülde bulunulan amel, Allah’ın kendisine nasıl yaklaşılacağını kullarına göstermek için dininde var kıldığı amellerden olmalıdır.
3- Meşrû amel, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) edâ ettiği şekle uygun olmalı; ne ziyade ne de noksan olmamalı, tayin edildiği zaman ve mekânda yerine getirilmelidir. Aksi takdirde bid’at işlenmiş olur.
Buradan hareketle bid’atin kişiyi Allah’a yaklaştırmayıp aksine uzaklaştırdığı görülebilir. Allah’a bid’at işleyerek ibâdet eden kimse; hakkıyla ona ibâdet
2623] 5/Mâide, 35
2624] Müslim, Kitâbu’s-Salât
2625] Bk. İbn Kesir, cilt 2, s. 52; Fethu’l-Bârî c. 10, s. 12
VESÎLE
- 481 -
etmiş sayılmaz. Bu üç şart yerine geldiğinde vesile meşrûluk kazanır ve “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve ona doğru vesile arayın, yolunda cihad edin. Umulur ki kurtulursunuz.”2626 âyetinin kapsamına girmiş olur. Bu âyet, farzlar ve vaciplere ziyade olarak yapılacak taatlerle Allah’tan yakınlık isteme konusunda mü’minler için bir emir bildirgesidir. Bu emir bildirgesi, sâlih amellerle vesile isteme konusunu da içermektedir. Bu âyet, şer’î tevessülün ispatında da bir delil niteliği taşır. Bu konuda âlimlerin arasında bir ihtilâf yoktur. İhtilâf, tevessülün nasıl yapılacağı konusundadır. Dört imam ve diğerlerinden, şeriatın maksatlarını bilip, gereğince amel eden âlimlerin sahih tevessül anlayışı üzerinde olduklarını bilmek bile başlı başına bir delil olarak yeter. Bu anlayışa göre, meşrû tevessül İslâm’da asıldır, bid’at olarak buna sokuşturulan şeyler ise merduttur, reddedilir.
Bizler, bu ümmetin sâlih selefinin yolunda yürüyen âlimlere tâbi oluruz. Büyük sahabi Huzeyfe b. Yemân’ın vasiyetine uyarak, Kelâm ilmi ve İslâm’a sokuşturulmuş felsefe bağlılarına tâbi olmaktan kaçınırız. Bu vasiyet şöyledir: “Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) ashâbının ibâdet etmediği hiçbir ibâdet şeklini kabullenip de bunlarla ibâdet etmeyin. Öncekiler (yani ashâb) sonradan gelenlere söyleyecek söz bırakmamıştır. Allah’tan korkun ey kurra topluluğu! Sizden öncekilerin yolunu tutun.”
Tevessülün Çeşitleri
Kitap ve Sünnetin Kavranması: Tevessülün çeşitleri bulunduğuna göre şer’î tevessülü bid’at tevessülden ayırmak gerekmiştir. Bu ayrımı yapabilmek için de bize çelişkili gelen noktaları açığa kavuşturacak bir şaşmaz ölçüye ihtiyaç vardır. Bu ölçü, Allah’ın Kitabı, Rasûlü’nün Sünneti ve Selef-i Sâlihîn’in bu ikisini kavrama metodudur. Allah, bizi Kitap ve Sünneti hakem olarak kabul etmeye çağırmıştır. “Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde Allah’a ve Rasûlüne havale edin. Bu, en hayırlısıdır ve en güzel çözüm yoludur.” 2627
İbn Kesir (r.a.) bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Rasûl’ün (s.a.s.) getirdiği şeriat yolundan başkasına uyan bir taraftadır, şeriat ise öbür tarafta. Böyle kimse kendisine açık bir şekilde hak belli olduktan sonra kasden, bilerek bu tavrı almış bulunmaktadır.” “Mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa” kavline gelince bu ilk sıfatıyla birlikte değerlendirilir. Ancak bu muhalefet, şari’in nassına karşı olabileceği gibi Muhammed ümmetinin ittifak ettiği iyice bilinen bir konudaki icmâa karşı da olabilir. Peygamber’i tazim, mü’minleri şereflendirme bâbında bu icmâda bir hatâdan korunmuşluk söz konusudur. Bu konuda pek çok sahih hadîs vardır ve biz “Usûl Hadîsleri” adlı kitapta bunlardan delil olabilecek birkaçını zikretmiş bulunmaktayız.
Âlimlerden bir kısmı icmâ konusundaki delâleti uzak bulsa da uzunca bir düşünmeden sonra icmâın en güzel ve en kuvvetli istinbat yollarından biri olduğu görülür. Bu yüzden Allahu Teâlâ şöyle vaidde bulunmuştur: “Onu döndüğü yola çevirir ve cehenneme koyarız. O ne kötü bir yerdir.” Yani, eğer mü’minlerin yolunu bırakıp yanlış yola girerse, istidrac olarak bu yolu güzel ve süslü göstermekle ona
2626] 5/Mâide, 35
2627] 4/Nisâ, 115
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşılık verir ve âhirette cehennemi ona mesken kılarız. Zira hidâyetten çıkan kimsenin kıyâmet gününde cehennemden başka gidecek yolu yoktur. 2628
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Biri hariç tümü cehennemdedir.” Ashâb, ‘Bunlar kimlerdir ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sorunca, “Benim ve Ashâbımın yolundan gidenler” diyerek cevap vermiştir. 2629
Niçin Sahâbe’nin Kavrayışıyla Sınırlıyoruz?: Bu hadîsin ışığında Kitap ve Sünnetin anlaşılmasını niçin Sahâbe’nin anlayışıyla sınırladığımız daha iyi kavranacaktır. Sahâbe, akide konusunun kavranmasında birçok özelliğiyle ön plâna çıkmaktadır. Bu özelliklerden en önemlisi şunlardır:
1- Onlar vahyin inişine tanıklık etmişler ve olayların akışına göre Rabbinden vahy almaktayken Peygamber (s.a.s.) ile birlikte yaşamışlardır. Bu yüzden onlar, vahy ve iniş sebeplerinde, Allah ve Rasûlünün muradının ne olduğu konusunda insanların en bilgili olanlarıdır.
2- Peygamberlerin havarileri ve yakın dostları, risalet konusunda ve bununla ilgili hükümler noktasında insanların en çok bilenleridir. Gerek akide gerek şeriat konularında incelikleri bilen, hakikatleri idrak eden bu kimseler, insanların ilim ve amel yönüyle en mükemmel örnekleridir. Sonradan gelenlerden onlardan daha mükemmel olamazlar.
3- Sahâbe arasında akide noktasında bir ihtilâf olmamıştır. Onlar, tüm açıklığıyla Peygamber’den (s.a.s.) almış oldukları akidede tam bir ittifak içerisindeydiler. Oysa ictihad ve ihtilâfa açık fer’î hükümler noktasında böyle bir ittifak söz konusu değildir. Yine de delil ortaya konduğunda tereddütsüz boyun eğerlerdi.
4- Sahâbe-i Kirâm (r.anhum) takıldıkları konularda Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) sorarlardı. Bu, iyi bilinen bir husustur.
Bu hususlar gereğince her Müslüman, ashâbın (r. anhum) Kitap ve Sünneti kavrama metoduyla sınırlı kalmak zorundadır. Ümmette mevcut ihtilâfları gidermek ve ümmeti hayırlı konumuna tekrar getirmek böyle mümkündür. Allah ve Rasûlünün beyan ettiği bu ölçü gereğince tevessülün açıklamasına geçiyor ve Allah’ın yardımıyla diyoruz ki:
Âlimler, tevessülü iki kısma ayırmışlardır.
1- Meşrû Tevessül,
2- Bid’at Tevessül.
Meşrû Tevessül ve Çeşitleri
Meşrû tevessül, inanç, söz veya fiil olsun, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu vacib ve müstehab ibâdetlerle O’na yaklaşmaktır. Meşrû tevessül Allah’ın kitabı, Rasûlünün sünneti ve bu ümmetin Sâlih Selefinin amelinde geldiği gibi üç çeşittir.
1) Allah’a Esmâü’l-Hüsnâ’sı (Güzel İsimleri) ve Yüce Sıfatları ile Tevessül
Allah’a güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla tevessül, mü’min kul için en yararlı, en büyük ve en hayırlı vesilelerdendir. Zira mü’min kul, duâsında boş çıkmaz ve
2628] İbn Kesir, Kasımî Tefsiri, cilt 5, shf. 457-475
2629] Tirmizî
VESÎLE
- 483 -
Rabbinin icabetinden mahrum kalmaz. Bu konudaki delillerden biri şu âyettir: “Güzel isimler Allah’ındır. Onlarla Allah’a duâ edin ve Allah’ın isimlerinde ilhada sapanları bırakın. Onlar, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.” 2630
Sünnetteki delil ise Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) şu sözüdür. “Tasası çoğalan desin ki: ‘Allahım! Şüphesiz ben Senin kulunum. Kulunun ve ezriyenin oğluyum. Alnım (kaderim) elindedir. Hakkımda Senin hükmün geçerlidir. Hakkımda kazâ buyurduğun adâlettir. Nefsini isimlendirdiğin, bir yarattığına bildirdiğin kitabında indirdiğin veya katındaki gayb ilmine sakladığın tüm isimlerinde Sen’den Kur’ân’ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, hüznümün gidericisi, tasamın gidişi kılmanı isterim’ desin. Allah, bu kimsenin hüznünü ve tasasını giderir ve yerine sevinç verir.” 2631
Yine bu delillerin biri, Allah Rasûlü’nün teşehhüdde “Baba da olmayan oğul da olmayan, doğurulmuş olmayan, bir dengi bulunmayan Ehad ve Samed Allah! Senden günahlarımı bağışlamanı dilerim. Şüphesiz seni Gafursun, Rahim’sin” diyen birine işittiğinde “Bağışlandı, bağışlandı” diye üç kere söylemesidir.2632 Allah Rasûlü’nün duâlarından biri de şudur: “Ey Hayy, ey Kayyûm! Rahmetinden imdat dilerim.” 2633
Bu ve benzeri hadîsler, Allah’ın isimlerinden veya sıfatlarından biriyle tevessülde bulunmanın meşrûluğunu gösterir. Bu şekilde tevessül, Allah’ın sevip razı geldiği işlerden olduğu için Allah Rasûlü böyle yapmıştır. Bize düşen Allah Rasûlü’nün duâ ettiği şekilde duâ etmektir. Bu, kendi uydurduğumuz duâlardan bin kere daha hayırlıdır.2634 Ashâb, Tâbiûn ve Etbau’t-Tâbiîn bu şekilde duâ etmişler, âlimler ve müctehid imamlar katında da böyle olagelmiştir. İnşallah kıyâmete dek böyle de sürecektir. Müslüman, duâsından önce isteğine uygun düşen ismi anmalıdır. Örneğin rahmet istiyorsa Rahman ismini, bağışlanma istiyorsa Gafur ismini anması uygun düşer.
Bu şer’î duâlar uydurduğumuz duâlardan çok daha hayırlıdır. Zira biz Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) tâbî olmakla emrolunduk “Rasûl size neyi verdiyse alın, sizi neden alıkoyduysa ondan da sakının.” 2635
2) Allah’a Yapılan Sâlih Amel ile Tevessülde Bulunmak
Müslümanın duâsında şunları demesi buna örnektir. “Allahım! Sana olan imanım ve sevgim, Rasûl’ün Muhammed’e (s.a.s.) tâbi oluşum ve ona iman edişim hürmetine benden belâları gider, beni rahata erdir.” Duâ eden, yalnızca Allah’ın vechini umarak işlediği sâlih ameli anmalı, onunla Allah’tan istemelidir. Allah’a iman, namaz, oruç, hac, sadaka, cihad, sınırda nöbet tutmak, Kur’ân okumak, Allah’ı zikretmek, tesbihatta bulunmak, Allah Rasûlü’ne salâtü selâm getirmek, istiğfarda bulunmak, Allah’a duâ etmek, hayır işleyip haramları terk etmek sâlih ameller cümlesindedir.
Bu çeşit tevessülün meşrûluğuna delil olan âyetler şunlardır: “İbrahim ve İsmail Beyt’in (Kâbe’nin) temellerini yükseltirken (şöyle duâ ettiler): “Rabbimiz! Bizden bu ameli kabul buyur. Şüphesiz sen çokça duyan, çokça bilensin. Rabbimiz! Bizi
2630] 7/A’râf, 180
2631] Ahmed bin Hanbel, Müsned, Sahih. Silsiletü Ehadîsi’s-Sahiha -199-
2632] Ebû Dâvûd, Sahih
2633] Tirmizî, Sahih
2634] Elbânî, Tevessül, Çeşitleri ve Hükümleri
2635] 59/Haşr, 7
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve soyumuzu sana iman edenler kıl, bize (haccın) menasiklerini göster ve bizleri bağışla. Şüphesiz sen tevbeleri çokça kabul eden ve çokça rahmet gösterensin.” 2636
“Derler ki: Rabbimiz! Bizler iman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru!” 2637
“Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Rasûlü’ne tâbi olduk. Bizi şahid olanlarla yaz.” 2638
“Rabbimiz! Rabbinize iman edin diyerek imana çağıran bir münadiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötü amellerimizi ört ve bizim canımızı iyiler zümresiyle birlikte al.” 2639
Sünnetten delil ise Sahihayn’de geçen Mağara Ashâbının kıssasıdır. Hadîs kısaca şöyledir: “Önceki ümmetlerden üç kişi bir fırtına zamanı korunmak için bir mağaraya sığınır. Ancak bir kaya mağaranın girişine düşerek onları mahsur bırakır. Kurtulmak için herbiri yapmış oldukları sâlih amelleri anarak Allah’a tevessülde bulunurlar. Allah da Kayayı aralar ve onları bu durumdan kurtarır.” 2640
Kulun Allah’a karşı âcizliğini dile getirip yardım dilemesi de bu çeşit tevessülün kapsamına girer. “Bana zarar dokundu. Sen merhametlerin en merhametlisisin diye Rabbine seslenen Eyyüb’ü de an.”2641 Yûnus kıssasında olduğu gibi kulun nefsine zulmedip Allah’a durumunu arz etmezsi de bu kapsamdadır. “Sen’den başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zâlimlerden oldum.” 2642
Hz. Ebû Bekr (r.a.) hadîsini de bu bağlamda ele almak gerekir. Hz. Ebû Bekr (r.a.) Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) “Bana namazımda duâ edebileceğim bir duâ öğret” deyince Allah Rasûlü (s.a.s.): “De ki: ‘Allahım! Ben, nefsime çokça zulmettim. Günahları ancak Sen bağışlarsın. Katından bir mağfiretle beni bağışla ve bana merhamet et. Şüphesiz Sen Gafursun, Rahim’sin“ buyurmuştur. “Allahım! Sana tevbe ettim. Beni Bağışla!” diyerek kulun Allah’a tevbede bulunması da bu tevessülün kapsamına girer.
3) Sâlih Kimselerin Duâsı ile Allah’a Tevessül
Kul, şiddetli bir sıkıntıya veya büyük bir musibete rastgeldiğinde tek başına Allah’a yönelmeye yüz bulamayıp takva ehli gördüğü, Kitap ve sünnette ilim sahibi bildiği bir kimseden durumunun düzelmesi için Allah’a duâ etmesini talep edebilir.2643 Bu çeşit tevessül, Kitap ve sünnetten delillerin işaret ettiği gibi meşrûdur. Kitaptaki deliller şunlardır:
“Rabbimiz! Bizi ve bizi imanda geçmiş bulunan kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde iman edenlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Sen Rauf’sun, Rahim’sin.”2644 Yine oğullarının Yakub’a aleyhi’s-selâm dediği gibi: “Dediler ki: Ey Babamız! Bizim için bağışlanma
2636] 2/Bakara, 127-128
2637] 3/Âl-i İmrân, 16
2638] 3/Âl-i İmrân, 53
2639] 3/Âl-i İmrân, 193
2640] Buhârî; Müslim
2641] 21/Enbiyâ, 83
2642] 21/Enbiyâ, 87
2643] Tevessül, Çeşitleri ve Hükümleri, Elbânî
2644] 59/Haşr, 10
VESÎLE
- 485 -
dile. Bizler günahkâr olduk. Dedi ki: Sizler için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. O, Gafur’ dur, Rahim’dir.” 2645
Sünnetteki deliller de şunlardır: “Müslümanın, gıyabında kardeşi için yapmış olduğu duâ kabul görür. Kardeşi için her hayır duâsında başında dikilen bir müvekkel melek, ‘Âmin ve bir misli de senin için olsun’ der.” 2646
Ve Enes b Mâlik’ten (r.a.) edilen şu rivâyettir: “Ömer b. Hattab, kıtlık vakti Abbâs b. Abdulmuttalib ile istiska’ya (yağmur duâsına çıkınca) demiştir ki: “Allahım! Sana Peygamberimiz (s.a.s.) ile tevessülde bulunurduk, Sen de bize su indirirdin. Şimdiyse Peygamberimizin amcası ile sana tevessülde bulunuyoruz. Bize su indir.” Enes (r.a.) der ki: “Gerçekten yağmur inmiştir.”2647 Hz. Ömer’in (r.a.) sözündeki anlam şudur: Bizler Peygamberimizi (s.a.s.) kast ederek ondan duâ istiyor, bu duâ ile de Allah’a yakınlık umuyorduk. Şimdiyse Peygamberimiz (s.a.s.) Rabbine kavuşmuş olduğundan bizim için duâda bulunması mümkün değildir. Bu nedenle hayatta bulunan amcasından bizim için duâda bulunmasını talep ediyoruz.
Meşrû tevessülün çeşitleri bunlardır. Bunların dışındaki tevessül çeşitleri ise herhangi bir delile dayanmış değildir.
Meşrû tevessül çeşitlerinin hükümleri farklıdır:
a) Vâcip: Allahın isimleri, sıfatları, iman ve tevhid ile tevessül.
b) Müstehab: Sâlih ameller ve sâlih kimselerin duâsı ile tevessül.
Buradan hareketle, darlık ve musibet bid’at ve ma’siyetleri terk edip Allah’tan korkarak, ondan hayz ederek ve ona taatte bulunarak meşrû vesilelerle Allah’a tevessülde bulunmanın her Müslümanın görevi olduğunu söyleyebiliriz.
“İşte dosdoğru yolum budur. Ona tâbi olun. Başka yollara uymayın. Bu yollar sizi onun yolundan ayırır. Allah sakınasınız diye size böyle emreder.” 2648
“Rabbinizden size indirilene tâbi olun. Ondan başkasına dost edinip uymayın. Ne kadar az ögüt alıyorsunuz.” 2649
“Farkında olmaksızın, ansızın size azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun.” 2650
Bid’at Tevessül ve Çeşitleri
Bid’at tevessül; sevmediği ve razı gelmediği söz, fiil ve inançlarla Allah’a yakınlık aramaktır. Bu tevessül türü şeriatta sabit değildir. Buna rağmen tevessülde bulunanların pek çoğu Allah’ın şeriatında var kıldığı ve onlara çağırdığı tevessül türlerinden gaflete düşüp uzaklaşmışlardır. Bid’at tevessülle uğraşları, onları meşrû tevessül türlerinden mahrum bırakmıştır. Meşrû tevessül hakkında bilgi sahibi olduktan sonra bid’atte ısrarları tüm çabalarının boşa gitmesine neden
2645] 12/Yusuf, 98
2646] Müslim, -2733-
2647] Buhârî, -964
2648] 6/En’âm, 153
2649] 7/A’râf, 3
2650] 39/Zümer, 55
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmuştur. Böylece Rabbimizin geçmiş ümmetler hakkında haber verdiği duruma düşmüşlerdir. “Onlara kesin deliller verdik. Kendilerine ilim geldikten sonra ancak aralarındaki kinden dolayı ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin kıyâmet günü ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verecektir.” 2651
Bu durumun sebebi, tevessülün tevkîfî bir ibâdet oluşudur (Tevkîfî: İctihada, yoruma gerek bırakmayan. Nasıl gelmişse öylece uygulanması gereken demektir). Şeriatta sınırları belirlenmiş tevessül kavramı, bid’at tevessül türlerini barındırmamaktadır. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) sünnetiyle uyuşmayan bir amel bid’attir ve onunla Allah’a yakınlık ve ibâdet câiz olmaz.
Nitekim Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sünnetimizle uyuşmayan bir ameli işleyenin bu ameli geri çevrilir.” 2652 Müslümanlara nasihatı İslâm risaletini tebliğ ve bu konuda malumat olsun amacıyla bid’at tevessül çeşitlerinden bir kısmını aktarmaya çalışacağız.
1) Allah’a Şahısların Konumu ve Allah Katındaki Değerleriyle Tevessül
Bid’at tevessül çeşitlerinden biri yarattıklarından birinin katındaki konumuyla Allah’tan istekte bulunmaktır. Örneğin: “Allahım! Peygamberinin katındaki konumu hürmetine ... veya filân kulunun katındaki yeri hürmetine senden isterim” demek. Ayrıca Peygamber hakkı için, falan kulun hakkı için Allah’tan dilekte bulunmak da bu türdendir.
“Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.”2653 âyetiyle Allah tarafından kapsamlılığı belirlenen Kur’ân’da böyle bir tevessül türünü görememekteyiz. Aynı şekilde kendisine “Peygamberimiz size her şeyi öğretmiş hatta abdest bozmayı bile...” şeklinde söylenen söze, “Evet. Abdest bozarken kıbleye yönelmekten, sağ elle temizlenmekten, üç tastan azıyla temizlenmekten, tezek veya kemik ile temizlenmekten bizi sakındırdı.”2654 diyerek karşılık veren Selmân-ı Fârisî’nin ihtişamını ortaya koyduğu sünnette de böyle bir tevessül türü göze çarpmamaktadır. Yine, Allah Rasûlü’nün her hareketini bize aktaran ashâbının fiilinde de böyle bir uygulama yoktur. Allah Rasûlü’nün haberlerini bize aktaran hadîs âlimleri de böyle bir konudan bahsediyor değillerdir. Dolayısıyla bu uygulama bid’attir.
İslâm’ın emrettiği, Allah’tan güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla istemektir. “Yâ Allah, Yâ er-Rahmanu’r-Rahimîn, Yâ Zü’l-Celâli ve’l-ikram” demek, diğer isim ve sıfatları da Allah’ın “Güzel isimler Allah’ındır. Allah’a onlarla duâ edin.”2655 kavline uyarak anmak ismi vardır. Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın yüzden bir eksik, doksan dokuz (99) ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.”2656 Bu nedenle İmam Ebû Hanife (r.a.) “Allah’tan başkasını anarak Allah’tan istemeyi kerih görüyorum.”2657 demiştir.
Müslümanın duâ ederken şunları demesi de uygundur: “Allah’ım! Sana, Peygamberine ve kitabına olan imanımla; sana, peygamberine ve filan kuluna olan
2651] 45/Câsiye, 17
2652] Müslim, -1718-, Kitabu’l-Akdiye
2653] 6/En’âm, 38
2654] Müslim, -626-, Kitabu’t-Tahâre
2655] 7/A’râf, 18
2656] Müslim, -2677-, Kitabu’z-Zikr
2657] Dürrü’l-Muhtar, cilt 2, s. 630
VESÎLE
- 487 -
sevgimle ihtiyacımı gidermeni, derdimi savmanı senden dilerim” veya: “Allahım! Derdimi gidermen, ihtiyacımı yerine getirmen için, bana şu imkânları sağlamam için Rahmet Peygamberi olan Peygamberin Muhammed’e (s.a.s.) bağlılığım ve sevgimle Sana yöneliyor ve Sen’den istiyorum.” Bu çeşit tevessüller meşrûdur ve inşallah karşılık da bulacaktır.
Görüldüğü gibi Müslümanlar olarak ancak Allah ve Rasûlünün göstermiş olduğu şekillerde Allah’a yaklaşmamız mümkün olmaktadır. “Yoksa onların Allah izin vermediği halde kendilerine dinde hükümler getiren ortakları mı var? Ayrım sözü olmasaydı aralarında hüküm verilirdi. Zâlimler için acıklı bir azap vardır.” 2658
Falanın ve filânın hatırı için Allah’tan istekte bulunmak, bu ümmetin selefinin2659 bilmediği türden bid’at davranışlardır. Bid’at tevessülün bu türü kişiyi İslâm’dan çıkarmaz. Ancak, şirke giden yolu engellemek amacıyla yasaklanmıştır. Bu tür davranışlar bir Müslümanı şirke sürükleyebilir. Allah’ın bir devlet başkanı gibi aracıya muhtaç olduğu şeklinde bir inanç, yaratanı yaratılmışsa benzetmek olacağından peygamberler ve sâlihlerin hatırına Allah’tan isteyenlerin böyle bir inanç taşımaları onları büyük şirke götürecektir. Bu durum, puta tapan Mekkelilerin durumuyla bir paralellik söz etmektedir: “Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 2660
Allah, yaratılmışlarla kıyas edilmez. Kuluna rızası gerektirmez. Gazabından öz hiçbir aracının şefaati kurtaramaz. Bu yakıştırmalar ancak karşılıklı olarak birbirlerine yardımları dokunan kullar hakkında geçerlidir. Allah ise hiçbir aracıya ve hiçbir kimsenin yardımına ihtiyaç duymayan tek yaratıcıdır. “Göklerde ve yerde kendilerine rızık sağlamaya güç yetirmeyen Allah’tan başkalarına tapıyorlar. Allah hakkında misâller vermeyin. Şüphesiz Allah bilir, sizler bilmezseniz.” 2661
Bu nedenle Sahâbe vefatından sonra Allah Rasûlü (s.a.s.) ile tevessülü bırakıp Abbâs’a (r.a.) yönelmiş, ondan duâ istemiştir. Bu durum, Allah Rasûlü ile tevessülün zatıyla değil duâsıyla olduğunu gösterir. Vefatından sonra amcası Abbâs’a gittiklerinde şöyle duâ etmiştir. “Allah’ım! Belâ ancak günahla iner, tevbeyle giderilir. İnsanlar Peygamberine olan yakınlığımdan dolayı benimle sana yöneldiler. İşte günahlarla sana açılan ellerimiz ve işte tevbe ile sana yönelen alınlarımız! Bizi bereketli yağmurlar ile sula!” Râvî der ki: “Derken gökte dağ gibi bulutlar belirdi ve insanları suya kandırdı.” 2662
Görüldüğü gibi, duâlarında “Allah’ım! Peygamberinin hatırına bizi sula” demedikleri gibi Peygamber’in vefatından sonra da “Allah’ım! Abbâs’ın hatırına bizi sula,“ dememişlerdir. Zira bu tür bid’at duâları Sahâbe Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) öğrenmemiştir ve Allah’ın kitabında da bunun aslı yoktur. Bu nedenle böyle bir uygulamaya gitmemişlerdir. Vefatından sonra birinin hatırıyla tevessül câiz olsa elbette Allah Rasûlü (s.a.s.) ile tevessül öncelik kazanırdı.
“Nefislerine zulmettikten sonra sana gelip Allah’tan bağışlanma dileseler, Peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi, Allah’ı tevbeleri çokça kabul eden ve merhametli
2658] 42/Şûrâ, 21
2659] Sahâbe, Tâbiûn, Etbau’t-Tâbiîn
2660] 39/Zümer, 3
2661] Nahl, 16/73-74
2662] Fethu’l-Bârî, cilt 2, s. 577
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulacaklardı.” 2663
Yukarıdaki âyet Allah Rasûlü (s.a.s.) hayattayken onunla nasıl tevessül edildiğine ışık tutmaktadır. Bu arada Hz. Ömer’in Abbâs (r.anhumâ) ile tevessülünün anlamı da açıklık kazanmaktadır. Nitekim Enes’den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîs bu anlamı pekiştirmektedir. Allah Rasûlü cuma günü hutbedeyken adamın biri kaza işlerinin görüldüğü yöndeki kapıdan mescide girerek Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) yöneldi ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Mallar helâk oldu. Yollar kesildi. Allah’a duâ et de yağmur yağsın” diye seslendi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) ellerini göğe açarak “Allah’ım! Bize bereket indir! Allah’ım! Bize bereket indir. Allahım! Bize bereket indir!” buyurdu.
Enes (r.a.) der ki: “Allah’a andolsun ki gökte tek bir bulut belirtisi bile yoktu. Görüşünüzü engelleyecek bir ev de mevcut değildi. Sonra gökyüzünde kalkan biçiminde bir bulut belirdi. Göğün ortasına gelince yayıldı sonra yağmur yağmaya başladı. Allah’a and olsun Cumartesi günü güneş görmedik.”
Ertesi Cuma aynı kapıdan başka bir adam girerek hutbedeyken Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) “Ey Allah’ın Rasûlü! Mallar helâk oldu. Yollar kesildi. Allah’a duâ et de şu yağmur dinsin” deyince Allah Rasûlü (s.a.s.) ellerini kaldırarak buyurdu ki: “Allah’ım! çevremize, üzerimize değil. Allah’ım! tepelere ve tümseklere, vadilerin ortasına ve ağaçlıklara.” Enes (r.a.) der ki: “Yağmur dindi. Biz de çıktığımızda güneşin altında yürüdük.”
Apaçık bir şekilde görülmektedir ki, Sahâbe’nin, sağlığında Allah Rasûlü (s.a.s.) ile tevessülü duâsı ileydi, zatıyla veya hatırıyla değil. Ayrı durum Abbâs (r.a.) ile tevessülde de gündeme gelmiş, duâsı ile tevessülde bulunmuşlardır. Amaç Abbâs’ın (r.a.) hatırı veya zâtı olsaydı, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) zatını ve hatırını bırakıp da amcasına yönelmezlerdi. Sahâbe’nin bu tavrı, her ne kadar kimse ulaşmasa da Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) makamıyla tevessülün câiz olmadığına delildir. Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) makamıyla tevessül, Mekke müşriklerinin âyette geçen tavırlarını andırmaktadır: “Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 2664
Konumu ne olursa olsun bir yaratılmışla veya hatırıyla tevessülde bulunmakla bir menfaat sağlayıp, herhangi bir zararı savabileceği inancını taşımak büyük şirktir. Allah korusun insanı dinden çıkarır.
Kur’ân ve Sünnette şirke ve harama giden yolları engelleme hususunda kesin delâlet taşıyan pek çok delil vardır. Seddü’z-Zerâî denilen bu durum, haramlara götürebilme durumunda bazı mübahların haram görülmesidir. Kur’ân’da Seddü’z-Zeraî kaidesine tanıklık eden âyetlere örnek olarak şu âyeti verebiliriz: “Allah’tan başkasına duâ edenlere sövmeyin ki onlar da ilimsiz bir şekilde düşmanca Allah’a sövmesinler.” 2665 Allah, aslen meşrû olduğu halde, tapınanların yanında putlara sövmekten sakındırmıştır. Zira bu durumda müşrikler öfkelenecek ve cahilce Allah’a söveceklerdir.
Seddü’z-Zerâî kaidesine Sünnetten delil olarak da, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.)
2663] Nisâ, 4/64
2664] Zümer, 39/3
2665] En’âm, 6/108
VESÎLE
- 489 -
kabirlerin üzerine mescid bina edilmesini yasaklaması verilebilir. Bu yasağın nedeni, türlü şekillerde şirke kayma tehlikesinin varlığıdır.
2) Evliya ve Sâlih Kimseler İçin Duâ Etmek ve Adak Adamak
Allah’ın dininde sâlih kimselere duâ etmek, onlardan imdat dilemek, makamlarıyla tevessülde bulunmak ve onlara adak adamak yoktur. Bunlar, tevhidi ortadan kaldıran ibâdetteki şirklerdir.
Bir kimsenin “Ey seyyidim falan, ey mevlâm filan, elimden tut, benim için şöyle yap, benim için Allah’a şöyle duâ et, senden ve Allah’tan dilerim, derdimi gider, bana şefaat et,“ gibi sözler söylemesi veya “Meded ya Rasûlullah !” demesi, tevekkülde bulunurken Hıristiyanların “Ey Mesih! Ey Meryem!” dedikleri gibi “Ey Ali!, Ey Hüseyin!, Ey Abdülkadir Geylânî” diyerek yakarması şirk sözlerden sayılır.
Ölülere adak adamak da meşrû bir vesile değildir. Bir kimsenin “Ey seyyidim filan! Allah bana rızk verirse, benim şu dileğim gerçekleşirse senin için şöyle yapacağım,“ şeklinde sözler söylemesi, Allah’tan başkasına adak adaması, bir ibâdeti Allah’tan başkası için sarf etmesi anlamına gelir. İslâm, bu tür işlerden uzaktır.
“Kendi zanlarıyla Allah’ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan pay ayırarak “Bu Allah’ın, bu da ona ortak koştuklarımızındır“ dediler. Allah’a ortak koştukları için ayırdıkları Allah’a ulaşmaz. Allah için ayırdıklarıysa ortak koştuklarına ulaşır. Ne kadar da kötü hüküm veriyorlar.” 2666
“Allah’tan başka duâ etikleriniz de sizin gibi kullardır. Doğrular iseniz onlara duâ edin de size karşılık versinler.” 2667
“Allah’tan başka duâ ettiklerimiz bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir. Onlara duâ etseniz duânızı duymazlar. Duysalar bile karşılık veremezlerdi. Kıyâmet günü koştuğunuz şirki inkâr edeceklerdir. Sana her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse haber veremez.” 2668
“Kıyâmet gününe dek kendisine karşılık veremeyecek olan Allah’tan başkasına duâ eden kimseden daha sapık kim olabilir? Onlar, duâlarından gafildirler. İnsanlar hoşrolunduğu vakit onlara düşman kesilecek ve ibâdetlerini inkâr edeceklerdir.” 2669
Görüldüğü gibi Allah’tan başkasına yönelip duâ etmek, peygamberlerin ve sâlih kimselerin kabirleri üzerine kubbe yapmak, türbeleri başında mum yakmak, girişlere perdeler asmak gibi cahil kimselerin yaptığı ameller, Peygamber’in (s.a.s.) sünnetinden, Ashâbının ve günümüze dek onlara tâbi olanların yolundan değildir. Bu ümmetin Selef-i Sâlihîn’i (r. anhum)Allah’ın buyurduğu gibi, duânın yalnızca Allah’a has kılınan bir ibâdet olduğu inancındadır.
“Kullarım sana benden sorarlarsa, (bilsinler ki) ben yakınım. Bana duâ edenin duâsına icabet ederim. O halde bana karşılık versinler, bana iman etsinler. Umulur ki doğru yola ererler.” 2670
2666] En’am, 6/136
2667] A’raf, 7/194
2668] Fâtır, 35/13-14
2669] Ahkâf, 46/5-6
2670] Bakara, 2/186
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mescidler Allah’ındır. Allah ile beraber bir başkasına duâ etmeyin.” 2671
“Dini ona has kılarak Allah’a duâ edin.” 2672
“Kâfirler istemese de dini Allah’a has kılarak ona duâ edin.” 2673
“Allah sana bir dert verirse ondan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir hayrı dokunursa bil ki, O, her şeye güç yetirendir.” 2674
“Duâ ettiğinde zor durumda kalana icabet ederek zorluğu gideren ve sizleri yeryüzünün halifeleri kılan kimdir? Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Ne kadar da az düşünüyorsunuz.” 2675
Allah Rasûlü (s.a.s.), sahâbesine şu gerçeği öğretmiştir.
Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur. “Duâ ibâdettir.”2676 (Bu hadîs, duânın en önemli ibâdet türlerinden biri olduğuna işarettir. Nasıl ki namaz, peygamber veya veli için kılınmazsa duâ da Allah’tan başka ne bir peygambere ne de bir veliye edilemez.)
“İstediğinizi Allah’tan isteyin. Yardım dilediğinizde de Allah’tan yardım dileyin.” 2677
Kur’ân’da soru ve cevap hakkındaki âyetleri araştırdığımızda insanların Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) pek çok konuda sorduklarını, bunlara cevap olarak gökten vahy geldiğini ve Allah Rasûlü’nün de (s.a.s.) insanlara bunlardaki hikmetleri bildirdiğini görmekteyiz.
Bu konuyla ilgili âyetlerden bazıları şunlardır:
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: Ganimetler, Allah ve Rasûlü’nündür.” 2678
“Sana içki ve kumar, soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için fayda vardır. Günahı, faydasından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Bağışlamadır. Allah, âyetlerini size böylece açıklar. Umulur ki düşünürsünüz.” 2679
“Sana hayzı soruyorlar. De ki: O bir ezâdır. Hayızlıyken kadınlardan uzak durun.”2680
“Sana yetimleri soruyorlar. De ki: Onları ıslâh etmek hayırlıdır.” 2681
“Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı.” 2682
Bu âyetler, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hükümler ve tebliğ noktasında Allah ile
2671] Cinn, 72/18
2672] Gafir, (Mü’min), 40/65
2673] Gafir, 40/14
2674] En’âm, 6/17
2675] Neml, 27/62
2676] Tirmizî, Sahih -2590-, Ebvâbu Tefsir-il Kanun
2677] Tirmizî, Sahih (2034), Ebvâbu Sıfati Kıyâmet
2678] Enfâl, 8/1
2679] Bakara, 2/219
2680] Bakara, 2/222
2681] Bakara, 2/220
2682] Mâide, 5/4
VESÎLE
- 491 -
kulları arasında bir vasıta olduğunu göstermektedir. Oysa Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) sorulan soru duâ konusunda olunca “De ki...” denilmemiş, direkt cevaba geçilmiştir.
“Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki) ben yakınım. Bana duâ edenin duâsına icabet ederim. O halde bana karşılık versinler, bana iman etsinler. Umulur ki doğru yola ererler.” 2683
Bu âyet, duânın Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) diğer peygamberlerin ve velilerin aracılığına gerek duymadığının göstergesidir. Zira Allah yakındır, kulunun duâsını işitir ve icabet eder.
Duâ, uluhiyetin özelliklerinden birisi olmaktayken nasıl Allah’tan başkasına duâ ibâdetini sarfedebiliriz? “Onlara duâ etseniz duânızı işitmezler. İşitseler bile size karşılık veremezler. Kıyâmet günü koştuğunuz şirki inkâr edeceklerdir. Her şeyden haberdar olan Allah gibi kimse sana haber veremez.” 2684
Bu özelliklerden herhangi birini bir yaratılmışsa veren kimse onu Yaratan’a benzetmiştir. Bu, benzetmelerin en çirkinidir. “Onun bir benzeri gibisi yoktur. O, çokca işiten, çokca görendir.” 2685
Allah, kendisinden başkasına duâ etmeyi ibâdet olarak isimlendirmiştir: “De ki! Ben Allah’tan başka duâ ettiklerinize ibâdet etmekten alınkondum.”2686
Allah, peygamberlere velilere ve cinlere duâ edenlere karşılık vermiş, onlara ihtarda bulunmuştur. “De ki: Sizden belâyı gidermeye veya çevirmeye güç yetiremeyen Allah’tan başka iddia ettiğiniz ilâhlara duâ edin. Duâ ettikleri de hangileri daha yakın olacak diye Rablerine vesile arar, Allah’ın rahmetini umar ve azabından korkarlar. Şüphesiz Rabbinin azabı sakınılası bir şeydir.” 2687
“Sana fayda ve zarar veremeyecek olan Allah’tan başkasına duâ etme. Eğer bunu yaparsan şüphesiz zâlimlerden dursun.” 2688
Mekke müşrikleri de Allah’ın biricik yaratıcı ve rızk verici olduğuna inanmaktaydılar. Ama onlar putlarla sembolize edilen velilere duâ ederek onları Allah’a yaklaştıran birer vasıta kabul ediyorlardı. Ancak Allah, onların bu vasıtalarını kabul etmemiş ve onları küfürle nitelemiştir. “Dikkat edin! Halis din Allah’ındır. Ondan başkasını dost edinenler, ‘Onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz’ derler. İhtilâf ettikleri konuda Allah hükmünü verecektir. Allah, yalancı kâfire hidâyet etmez.” 2689
Müşrikler, Allah’a şirk koşmalarına rağmen şiddet ve musibet anlarında yalnızca Allah’a duâ etmekteydiler. Ancak Allah onlardan razı olmamış, şiddet anlarında kendisine has kılınan duâlarını kabul etmemiştir. Zira onlar rahatlık zamanı duâ ibâdetinde Allah’a şirk koşmuşlardır. “Sizi karada ve denizde gezdiren odur. Gemideyken tatlı bir rüzgârın yürüttüğü ve bununla sevindikleri sırada sert bir fırtına çıkıp
2683] Bakara, 2/186
2684] Fâtır, 35/13-14
2685] Şûra, 42/11
2686] En’âm, 6/56
2687] İsrâ, 17/56-57
2688] Yunus, 10/106
2689] Zümer, 39/3
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dalgalar ve her yönden geldiğinde, her yerden kuşatıldıklarını anladıklarında dini yalnız Allah’a has kılarak duâ ederler. (Derler ki:) ‘Bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden olacağız.’ (Allah) onları kurtardığında ise yeryüzünde haksız yere taşkınlık yaparlar.” 2690
Bu amellerin tümü tevhidle, nebi ve Rasûllerin gönderiliş amacı olan tüm varlıklara ibâdet etmeyi bırakıp ortağı olmayan bir Allah’a yönelme ilkesiyle çelişir. Peygamberler, sâlih, halis ve şeriata uygun olmadıkça Allah’ın amelleri kabul etmeyeceğini, şirk üzere ölenin işlediği şirk hariç tüm günahları bağışlayacağını bildirmişlerdir.“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındakileri dilediği kimseye bağışlar. Allah’a ortak koşan büyük bir iftirada bulunmuştur.” 2691
3) Evliyanın Ruhları İçin Kurban Kesmek Ve Kabirleri Başında Saygı İçin Dikilmek
Bazı cahil Müslümanlar velilerin türbeleri başında, şehitliklerde, belirli dönemlerde kubbelerin civarında kurban keserler; hastalarını bu gibi yerlere götürürler; saygı duruşunda bulunup orada gecelerler; bu gibi türbe ve kabir sahiplerinden şefaat dilerler, onlara seslenecek duâ talep ederler; ayrıca onlardan meded umarlar. Bu davranışların tümü, Allah’ın dininde olmayan sapık bid’atler olup şirk ve cahiliyye toplumlarının yapageldikleri amellerdir.
“Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” 2692
“Bildiğiniz halde Allah’a eşler koşmayın.” 2693
Bu bâtılda ısrar edenle onu tasdikleyenin hükmü birdir. Bu da şirktir. İmandan sonra küfre sapmaktır.
Bid’at tevessül çeşitlerine sımsıkı yapışarak meşrû tevessül yollarından yüz çeviren, Kitap ve Sünnette sabit olmalarına rağmen duâlarında bunları kullanmayan pek çok insan, cidden şaşırtıcı bir manzara arz eder.
Bunlar, uydurdukları duâlara ve tevessül çeşitlerine bel bağlarlar. Oysa bunları ne Allah dininde var kılmış, ne de Rasûlü (s.a.s.) hayatında bir kerecik kullanmıştır. İlk üç kuşak Müslümanlarda2694 ifadesini bulan Selef-i Sâlihîn’in (r. anhum) anlayışında da böyle şeyler yoktur.
Bid’at ehli tevessül kavramıyla öyle oynamıştır ki onu gerek lûgat gerekse şer’î anlamından soyutlayarak şirkin ve haramın her türünün bulaştığı bir “meded umma“ şekline indirgemiştir.
Bu tavır, onları Allah’tan istemekten uzaklaştırmış ölülerin türbelerine sığınır kılmıştır. Ölümsüz, her zaman diri olan Rablerini bırakıp toprakta çürümüş olanlara yönelmişlerdir. Allah’tan korktuklarından ziyade onlardan korkmuşlardır. Bir de utanmadan iman iddiasına yeltenirler. Allah’tan başkasıyla, bir veli ya da sâlih bir kimse adına yemin etmeleri istendiğinde çehreleri değişerek gerçeği itiraf ederler. Şüphesiz bu, büyük şirktir. Zira onlara duydukları korku, Allah’a duydukları korku gibidir. Belki daha da fazladır. Oysa korku, Allah’a mahsus
2690] Yunus, 10/22
2691] Nisâ, 4/48
2692] Nisâ, 4/36
2693] Bakara, 2/22
2694] Sahâbe, Tâbiûn, Etbau’t-Tâbiîn
VESÎLE
- 493 -
kılınması gereken bir ibâdettir. Zarar vermek ve fayda sağlamak sadece Allah’ın elindedir.
Allah’tan yüz çevirip başkasına bağlanmak o noktaya geldi ki insanlar Allah’tan başkasının adına yemin verir, darlık ve bollukta veliler ve sâlih kimselerden meded umar oldular. Bu nedenle işlemiş oldukları şirk cahiliyye şirkini de fersah fersah geride bırakmış oldu. O cahiliyye şirki ki, Allah şöyle tasvir ediyor: “Gemiye bindiklerinde dini Allah’a has kılarak duâ ederler. Allah, onları sağsalim karaya çıkarınca da ona ortak koşarlar.” 2695
Günümüz müşrikleriyse ne darlık ne de bollukta Allah’ın adını akıllarına getirmezler. Kesintisiz bir şirk atmosferinde yaşayıp durmazlar. Gariptir ki, kendisini ilme nisbet eden bazı dinde gayret sahibi kimseler, insanlara katıksız tevhidi öğretecekleri yerde peygamberlerin gönderilme nedeni olan bu temel konuyu davetlerinde üçüncü beşinci sıraya koymaktadırlar. Üstelik bir de bu konuyu gündeme taşıyanlardan nefret edebilmekte daha kötüsü insanların da nefret etmelerini sağlayabilmektedirler. Bu tavrın sebebi sorulduğunda verdikleri cevap ilginçti: Tevhid konusunu gündeme getirip bid’atlerden sakındırmak Müslüman kitleyi bölmekteymiş (?!) İslâm saflarında kopmalar meydana getirmekteymiş (?!) Oysa safları bölen bid’atten sakındırmak değil bizzat bid’atin kendisidir. Tevhid, bütünleştiricidir. Bütünlüğü koruyucudur. Tevhidin aslı bir kelimede bir araya gelmektir. Nerde kaldı bunların birlik iddiası?!
Allah, bu gibileri kitabında ne de güzel tavsif ediyor: “Yoksa daha düşük olanı iyisiyle mi değişiyorsunuz.” 2696
Selefin Bid’at Konusundaki Sözleri
Abdullah b. Ömer (r.a.) der ki: “İnsanlar ne kadar güzel görse de tüm bid’atler sapıklıktır.”2697
Abdullah b. Mes’ûd da (r.a.) şöyle der: “Sünnetteki iktisad, bid’atteki içtihattan daha hayırlıdır.” 2698
Yine der ki: “Sizden öncekilere uyun, bid’at çıkarmayın. Size yetecek bir miras bırakıldı. Geçmişlerin bıraktığı bu mirasa yapışın.”2699
Büyük Tâbiî Hasan b. Atıyye rahimehullah sünnete bağlılığı tasdikleyen şu sözü söylemiştir: “Allah karşılığında benzeri bir sünneti çekip almadıkça bir kavim dininde bid’at çıkarmaz. Sonra kıyâmet gününe dek o sünneti iâde etmez.” 2700
İmam Evzâî (r.a.) şöyle der. “Bid’at çıktığında ilim ehli onu inkâr etmezse gün gelir bu bid’at Sünnet diye bilinir” 2701
İmam Eyyub es Suhtiyânî (r.a.) der ki: “Bid’at sahibi, bid’atinde çaba
2695] Ankebût, 29/65
2696] 2/Bakara, 61
2697] Lâlkâî, a.g.e.
2698] Lâlkâî, a.g.e.
2699] Dârimî, Sünen
2700] Dârimî, Sünen. Senedi sahihtir.
2701] Hatib, Şerefu Ashâbi’l-Hadîs. Senedi Sahihtir
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösterdikçe Allah’tan uzaklaşır.” 2702
İmam Süfyan-ı Sevri de (r.a.) şunları söyler: “Bid’at şeytana ma’siyetten daha sevimli gelir. Zira m’asiyetten tevbeyle kurtulunur ancak bid’atin tevbesi olmaz.” 2703
Müslümanların Tevessül Konusunda Sapmalarının Nedenleri
1) Taklit
Taklit, bir kimsenin sözün delilini bilmeden kabul etmek, delilsiz görüş bildirenin tarafına geçmektir. Mukallid ise delilini bilse de bir kimsenin görüşünü aksi ispatlansa bile kabulde ısrarcı olandır. Taklidin ilim olmadığı konusunda ilim ehli arasında ayrılık yoktur. Dolayısıyla mukallid bir kimse de alim olarak nitelenmez. Allah taklidi kınamış ve birçok âyette ondan sakındırmıştır. “Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiğinde ‘Bize babalarımızdan gördüğümüz yeter’ derler. Ya babaları bir şey bilmeyen, doğru yolda bulunmayan kimseler idiyse?!” 2704
Bu kimseler bağnazca babalarını taklit etmişler, Allah’ın hidâyetinden yüz çevirmişlerdir. Bir de derler ki: Biz size gönderileni inkâr ederiz. Allah onları şöyle tanımlar: “Allah katında canlıların en şerlisi sağır, dilsiz ve bir şeye akıl erdiremeyenlerdir.” 2705
Allah, daha sonra onları İbrahim’e (aleyhi’s-selâm) verdikleri cevaptan ötürü ayıplar: “(İbrahim, kavmine) Şu tapmakta olduğunuz heykeller nedir? Dediler ki: “Babalarımızı onlara tapar bulduk.” 2706
“Âlimlerini ve rahiplerini Allah’tan başka rabler edindiler.” 2707
Huzeyfe b. Yemân (r.a.) bu âyet hakkında şöyle der: “Allah’ı bırakıp da bu kimselere tapmadılar. Ancak helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını da haram bildiler.” 2708 Dolayısıyla helâl - haram tayin etmede Allah ve Rasûllerini bırakıp bu kimseleri yetkili tanıdılar.
Selef âlimleri ve müçtehid imamlar da taklitten sakındırmışlardır. Zira taklit, ayrılık ve Müslümanlar safında zayıflık nedenidir. Birlik, tâbi olmada ve ihtilâf durumunda Allah ve Rasûlü’nün görüşüne yönelmededir. Bu nedenle Sahâbeyi tüm meselelerde tek bir kişiyi otorite bilip taklit ederken göremiyoruz. Dört İmam da görüşlerinde bağnaz davranmamıştır. Kendilerine hadîs ulaşınca görüşlerinden dönmeyi bir fazilet bilmişlerdir. Ayrıca kullandıkları delilleri bilmeksizin kendilerinin taklit edilmesini de yasaklamışlardır. Taklitten sakındırma konusunda onların sözlerine kulak vermek gerekir.
2702] Muhammed b. Vaddah, Bid’atter ve Onlardan Sakındırmak
2703] Lâlkâî, a.g.e.
2704] Mâide, 5/104
2705] Enfâl, 8/22
2706] Enbiya, 21/52
2707] Tevbe, 9/31
2708] Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, cilt 10, shf. 174
VESÎLE
- 495 -
2) Dört İmamın Taklitten Sakındıran Sözleri
İmam Ebû Hanife (r.a.) der ki: “Hadîs sahih olursa, mezhebim odur“2709
İmam Ebû Hanife (r.a.) yine der ki: “Nereden aldığımızı bilmeksizin sözümüzü kabullenmek bir kimseye helâl olmaz.2710
Yine onun sözlerinden bir kaçı:
“Delilimi bilmeden benim görüşümle fetva verene yazıklar olsun...“
“Bizler insanız. Bugün bir söz söyler, yarın ondan döneriz.“
“Yazık sana ey Yakub! Benden her duyduğunu yazma. Bugün bir görüşte olurum, yarın onu terk ederim. Yarın bir görüş bildiririm, öbür gün onu terk ederim.“
“Allah’ın Kitabına ve Rasûl’ün haberine aykırı bir görüş bildirdiysem onu terk edin.” 2711
İmam Mâlik de (r.a.) der ki: “Ben bir insanım. Doğru söyleyebilirim, yanılabilirim de... Görüşüme bakın. Kitap ve Sünnete uyan her şeyi alın, uymayanları da terk edin.” 2712
Yine onun sözü: “Peygamber (s.a.s.) hâriç, sonrakilerin sözü alınır da, bırakılır da...” 2713
İmam Şâfiî’ye (r.a.) geçelim. Der ki: “Dediğimin aksine nakil ehli katında Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) geldiği sahih olan her meselede hayattayken de, öldükten sonra da ben dönüyorum.” 2714
“Hiç kimse yok ki! Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) sünnetinden bir şeyler kaçırmış olmasın. Ne zaman bir görüş bildirir veya bir usûl ortaya koyarım da onun aksine Allah Rasûlü’nden bir söz nakledilir. Benim sözüm; Allah Rasûlü’ nün (s.a.s.) söylemiş olduğudur.” 2715
“Müslümanlar, kendisine Allah Rasûlü’nden bir Sünnet zahir olup da başka birinin sözü için bunu bırakana yaptığının helâl olmadığı noktasında icmâ etmişlerdir.” 2716
“Kitabımda Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) Sünnetine aykırı bir şey bulursanız Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) Sünnetini alın, benim dediğimi bırakın.” 2717
“Hadîs sahih olursa, mezhebimdir.“2718
“Peygamber’den (s.a.s.) dediğimin aksine bir rivâyet sahih olduğu halde beni
2709] İbn Abidin, Haşiye, cilt.15, s. 63
2710] İbn Abidin, Haşiye
2711] İbn Abdilberr, İntika
2712] Fulânî, Îkaz
2713] İbn Abdilberr, Câmi; Fulânî, İkaz
2714] İbn Kayyum, İ’lâm
2715] Fulânî, İkaz
2716] Fulânî, Îkaz, s. 68
2717] İbn Ebî Hatim, Âdâb-ı Şâfiî, s. 63
2718] Nevevî, Mecmu’ul-Fetevâ
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüş bildirirken görürseniz, bilin ki aklım başımda değildir.“2719
“Benden duymazsanız da Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) gelen her hadîs benim görüşümdür.”
“Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) dediğimin aksine sahih bir hadîs varsa, onun hadîsi kabul edilmeye daha lâyıktır. Bu durumda beni taklit etmeyin.” 2720
“Beni taklid etmeyin. Mâlikî, Şâfiî’yi, Evzâî’yi, Sevrî’yi taklit etmeyin. Aldıkları yerden siz de alın.” 2721
“Cüzzî’nin, Mâlik’in, Ebû Hanife’nin görüşleri neticede birer görüştür. Bence hepsi birdir. Hüccet, ancak nakledilen haberlerdedir.” 2722
“Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hadîsini reddeden helâk olmanın eşiğindedir.” 2723
İmamların (r. anhum) bu konudaki sözleri daha pek çoktur. Bu sözler, derin kavrayışlarının birer göstergesidir.
“Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka dostlar edinip de uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz.” 2724
Büyük âlim Muhammed Emin Şenkıtî rahimehullah der ki: “Sonradan gelenlerin, sahâbe ve diğer hayırla anılan çağlarda yaşamış olanlara muhalefet ettiği taklit türü, tüm âlimleri bırakıp tek bir şahsa bağnazca tutunmaktır. Bu tür taklit hakkında ne Kur’ân’da, ne de Sünnette bir delil yoktur. Ne sahâbeden ne de hayırla anılan çağlarda yaşamış birinden nakledilen bir söz de mevcut değildir. Bu taklit, imamların sözlerine de aykırıdır. Onlardan hiçbiri, tüm âlimleri bırakıp bir şahsın görüşlerine bağlanmayı söz konusu etmemiştir.
Belli bir şahsı taklit, hicretin dördüncü asrında ortaya çıkan bir bid’attir. Aksini iddia eden ilk üç asırda belli birini taklit eden bir kimse göstersin. Gösteremez, çünkü böyle bir şey yoktur.2725
3) Bazı Âyetleri Alıp Diğerlerini Terk Etmek
Bazı âyet ve hadîsleri alıp diğerlerini görmezden gelmektir. İşlerine geldiği için aldıkları âyet ve hadîsler aslında ne anladıkları gibidir, ne de görüşlerini destekler bir mahiyet taşır. Sahih tefsirini kavramış değillerdir ya da alâkasız bir şekilde te’vile yeltenirler.
Örnek olarak şu âyeti verebiliriz: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve O’na vesile arayın.” 2726 Burada vesileden amaçlanan, taat ve razı kılacak şekilde amelde bulunmak Allah’a yakınlık sağlamaktır. Bu konuda müfessirler arasında ihtilâf yoktur. İbn Kesir tefsirinde müfessirlerin bu konudaki ittifakını nakleder.
4) Vesile Âyeti Hakkında Müfessirlerin Görüşleri
2719] İbn Ebî Hatim, Âdâb-ı Şâfiî
2720] İbn Ebî Hatim, Âdâb-ı Şâfiî. s. 63
2721] İbn Kayyum, İ’lâm
2722] İbn Abdilberr, Câmi
2723] İbn Cevzî, Menakıb
2724] A’raf, 7/3
2725] Edvâu’l-Beyan, cilt 7, s. 458
2726] Mâide, 5/35
VESÎLE
- 497 -
“De ki: Sizden bir zararı gidermeye veya çevirmeye güç yetiremeyen, Allah’tan başka ilâh olarak nitelediklerinize haydi duâ edin! Duâ ettikleri, hangileri daha yakın olacak diye Rablerine vesile ararlar. Rahmetini umarak azabından korkarlar. Şüphesiz Rabbinin azabı sakınılası bir şeydir.” 2727 Bu âyette vesile Allah’a yakın olmaktır.
Allah, sâlih kimseler konusunda ileri giderek Allah’ın hakkını kullarına sarfedenlere hitabında der ki: Allah’tan başka taptıklarınız sizin gibi nefislerine fayda veya zarar vermeye güç yetiremeyen kullardır. Bu haldeyken başkalarına nasıl yaptırımda bulunabilirler. Bu kimseler meşrû bir şekilde Allah’a yakınlık ararlar. Rahmetini umar, azabından korkarlar. Allah’ın azabından ancak hüsrana uğramışlar emin olur.
Bu âyetle Allah’tan başkasından meded ummanın mübahlığına delil getirenler Allah’ın kelâmını gerçek anlamından saptırmış olmaktadırlar.
Allah’ın emrettiği vesile razı kılacak sâlih amelle Allah’a yakın olma talebidir. İnanç konularındaki dengeli görüşlerinde ve kavrayışlarının derinliğinde ümmetin ittifak ettiği müfessirler arasında bu konu tartışmasız böyledir.
İbn Kesir (r.a.) tefsirinde bu âyet hakkında şunları der: “Allah’ı mü’min kullarına takvayı emrederek buyuruyor. Takva, taat ile birlikte anıldığında murad, haramlardan kaçınmak ve yasakları terk etmek olur. Allah, bundan sonra “O’na vesile arayın” buyuruyor.
Süfyan-ı Sevrî Talha’dan, Talha Atâ’dan, o da İbn Abbâs’dan rivâyet etmiştir ki: “Vesile yakınlıktır.” Mücâhid, Ebû Vail, Hasan, Katâde, Abdullah b. Kesir, Süddî, İbn Zeyd de (r.anhum) böyle demiştir. Katâde der ki: “O’na vesile arayın; O’na, razı kılacak amel ve tâatle yaklaşın demektir.” Şu imamlar da böyle söylemiştir. Bu konuda müfessirler arasında ihtilâf yoktur.
Büyük müfessir âlim Muhammed Emin Şankıtî bu iki âyetin2728 tefsirinde2729 şunları söyler: “Âlimlerin çoğu, buradaki vesile’nin Muhammed’in getirdiklerine uygun şekilde emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak Allah’a yaklaşmak olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Zira bu, tek başına Allah’ın rızasını kazanmaya ileten, katındaki dünya ve âhiret hayırlarını elde etmeyi sağlayan yoldur.” 2730
5) Hz. Ömer’in Hz. Abbâs İle Tevessülü
Sahih anlamından farklı algıladıkları hadîslerden biri daha önce açıkladığımız Hz. Ömer’in Abbâs’la (r.anhumâ) tevessül etme hadîsidir. Bu hadîsi şöyle yorumlarlar: Hz. Ömer, Allah Rasûlü’ne yakınlığından dolayı Abbâs’ın zatı ile tevessülde bulunmuştur.
Bu yoruma verilecek en güzel cevap, Hz. Muâviye’nin ve yanındaki Müslümanların kıtlık vakti yağmur yağması için Yezid b. Esved el-Cüreşî ile tevessülde bulunmasıdır. Yezid, ellerini kaldırıp duâ edince yağmur inmeye başlamıştır. 2731
2727] İsrâ, 17/56-57
2728] 17/İsrâ, 56-57
2729] Tefsir-i İbn Kesir – 5/Mâide, 35
2730] Eduâu’l-Beyan, cilt 2, s. 86
2731] İbn Asakir, Tarih. Senedi Sahihtir. Elbanî, Tevessül. Kitabında sahihlemiştir
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6) Âmâ Hadîsi:
Âmâ hadîsi de bu türdedir. Bir âmâ Allah Rasûlü’ne gelerek: “Gözlerimi açması için Allah’a duâ et” deyince Allah Rasûlü “Dilersen duâ edeyim, dilersen bu duruma sabret. Ancak sabır senin için daha hayırlıdır.” diye karşılık verir.2732 Âmâ, “Duâ et,“ diyerek isteğini yineler. Bunun üzerine Allah Rasûlü ona güzel bir şekilde abdest alarak iki rekât namaz kılmasını ve şöyle duâ etmesini emreder. “Allah’ım! Rahmet peygamberi olan Peygamberin Muhammed’le (s.a.s.) sana yöneliyor, senden istekte bulunuyorum. Ey Muhammed! Şu ihtiyacımın giderilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Allah’ım! Peygamberini bana şefaatçi kıl.” Adam denileni yaptı ve gözleri açıldı. 2733
Hadîsin anlamı açıktır. Âmâ, Allah Rasûlünden (s.a.s.) kendisi için duâ etmesini istemiştir. Aynı zamanda Rasûlü’nün duâsını kabul etmesi için Allah’a da duâ ederek “Allah’ım! Peygamberini bana şefaatçi kıl” demiştir. Anlaşılacağı üzere âmânın tevessülü, Allah Rasûlü’nün ne makamı, ne de zatı ile olmuş değildir. Allah Rasûlü (s.a.s.) ona bu şekilde öğretmeyip yukarıdaki duâyı öğretmiş ayrıca kendisi de onun için duâda bulunmuştur.
Birinin makamıyla tevessülde bulunanlara, hadîste delil olabilecek bir durum söz konusu değildir. Hadîs, bilakis meşrû tevessüle delildir. Zira sâlih kimsenin duâsı söz konusudur. Cahil kimseler, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hadîste geçen şu sözünü görmezden gelmektedirler: “Dilersen senin için duâ ederim” Ayrıca âmânın “duâ et” sözü de dikkatlerinden kaçmış görünmektedir.
7) Peygamber’le Tevessül Üç Kısımdır
Tüm bunlardan zatlar ile tevessülün meşrû olmadığı anlaşılmaktadır. Allah Rasûlü (s.a.s.) ile tevessül ise Muhammed b. Sâlih el-Useymin’in belirttiği gibi üç kısımdır:
a) O’na iman ve bağlılık ile tevessülde bulunmak. Bu, sağlığında câiz olduğu gibi vefatından sonra da câizdir.
b) Duâsıyla tevessülde bulunmak, ondan duâ istemek. Bu, sağılığında câizdir ancak vefatından sonra câiz olmaz. Zira ölmüş kimseden duâ istenmez. Bu câiz olsaydı Hz. Ömer, Abbâs ile tevessülde bulunmaz, kabre gelerek Allah Rasûlü’nden duâ talep ederdi.
c) Allah katındaki makam ve mevkii ile tevessülde bulunmak. Bu, ne sağlığımda ne de vefatından sonra câiz değildir. Zira bu kişinin amelinden olmadığı için istenilen amaca ulaştırmaz. Dolayısıyla “vesile” kavramının kapsamı dışındadır.
Birisi, “Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) kabrine gelip benim için istiğfarda bulunmasını ve Allah katında bana şefaat etmesini istesem bu câiz olur mu?” şeklinde bir soru yöneltse verilecek cevap “Câiz değildir.” olacaktır. Bunun üzerine “Allah şöyle buyurmuyor mu?” diyerek Şu aşağıdaki âyeti okusa: “Nefislerine zulmettiklerinde sana gelip Allah’tan bağışlanma dileselerdi Rasûl de onlar için bağışlanma dileseydi
2732] Bu karşılıkta şu rivâyete işaret vardır: “İki sevgili uzvunu (gözlerini) alarak sınadığım kulum güzel bir şekilde sabrederse bunun karşılığı cennettir.” (Buhârî)
2733] Tirmizî; Ahmed, Sahih
VESÎLE
- 499 -
Allah’ı, tevbeleri çokça kabul eden, merhametli bulacaklardı.” 2734
Ona, “Evet, Allah böyle söylüyor. Ancak dikkat edilirse (zulmettiklerinde) diyor. Buradaki (iz) Arapçada geçmiş zaman zarfıdır. (İz) yerine gelecek zaman bildiren (iza) zarfı kullanılsaydı, anlam (zulmederlerse) olacaktı ki bu durumda Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) vefatından sonrası için de bağışlanma isteme söz konusu olabilecekti. Ancak (iz) kullanılmak suretiyle bağışlanma isteği Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) yaşadığı dönem ile sınırlanmış olmaktadır.
Ayrıca Allah Rasûlü’nün belirttiği gibi şu üç şey haricinde ölmüş kimsenin amel defteri kapanır. “Sadaka-i Cariye, faydanılan ilim ve kendisine duâ eden sâlih bir evlât.”2735 Dolayısıyla ölmüş bir kimsenin başkası için bağışlanma talebinde bulunması mümkün değildir. Kaldı ki amel defteri kapanmış olduğundan kendisi için bile bağışlanma isteyemez. 2736
8) Aslı Olmadığı Gibi Dinin Asıllarına Aykırı Gelebilen Zayıf, Uydurma Hadîs Ve Eserlerle Amelde Bulunmak.
Örnek olarak böyle birkaç hadîsi ele alabiliriz.
a) “Makamımla tevessülde bulunun. Allah katında makamım büyüktür.” Bu hadis, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) bir iftiradır. Güvenilir hadîs kitaplarında böyle bir rivâyete rastlamak mümkün değildir.
Muhaddis Elbanî (r.a.) şunları der. “Şüphesiz Allah katında Rasûl’ün makamı büyüktür. Allah, Kitabında Mûsâ’yı aleyhi’s-selâm Allah katında itibarlı biriydi2737 diye nitelemiştir. Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Mûsâ’dan aleyhi’s-selâm daha üstündür. Şüphesiz Rabbi katında ondan daha değerlidir. Ancak bu, makamıyla tevessülü gerektirmeyen başka bir durumdur.
Bu durumdan duâlarının kabulü için makamıyla tevessül edilebileceğini çıkaranlar şüphesiz mantık kurallarının yardımıyla böyle bir sonuca varmaktadırlar. Oysa bu gibi konular mantık kurallarının işlemediği gaybî konulardır. Kesinlikle delil niteliği taşıyabilecek sahih nakl ihtiyaç vardır.2738 (Makamla tevessülü inkâr edenin makamı da inkâr ettiğini sanmak büyük hatâdır. Bu, sadece bid’ati inkârdır).
b) “Âdem işlemiş olduğu günahtan dönünce dedi ki: “Ya Rab! Muhammed hakkı için beni bağışlamanı diliyorum.” Allah da ona şöyle karşılık verdi: “Ey Âdem! Daha onu yaratmadığım halde Muhammed’i nereden bildin?” Dedi ki:“Ya Rabi! Beni elinle yaratıp ruhundan üfleyince başımı kaldırdım. Arşın direklerinde Lâ ilâhe İllallah Muhammedu’r-Rasûlullah sözünü yazılı gördüm. Bildim ki sen ancak en çok sevdiğin kimseyi adının yanında anarsın. Bunun üzerine Allah: ‘Seni bağışladım’ buyurdu ve ekledi: ‘Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.”2739 İmam Zehebî (r.a.) “Mizan”da, “Bu, bâtıl ve uydurma bir haberdir” der.
c) “Kim evinden namaz için çıkıp “Allahım! Sen’den isteyenlerin hakkı için Sen’den
2734] 4/Nisâ, 64
2735] Müslim
2736] Useymin, Mecmu’, s. 81
2737] 33/Ahzâb, 69
2738] Silsiletü’l-Ehadîs ed-Daife ve’l-Mevduâ; No: 22; Ayrıca Tevessül ve Vesile, İbn Teymiyye
2739] Silsiletü’l-Ehadîs ed-Daifa ... No: 25; Elbanî
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
isterim. Ne bir kötülük ne de zulüm için evden çıkmadım. Şu gidişim hakkı için Sen’den isterim’ derse Allah ondan razı olur ve bin melek onun için istiğfarde bulunur.”2740 İbn Teymiyye ve Zehebî bu hadîsi zayıf olduğunu belirtmişlerdir.
d) “Darda kaldığınızda kabir ehline başvurun.” İbn Teymiyye der ki: “Bu hadîs, Allah Rasûlü’nün hadisini bilenlerin icmâı ile O’na iftira edilmiş bir yalandır. Hiçbir âlim böyle bir sözü hadîs olarak nakletmemiştir, hiçbir güvenilir hadîs kitabında da böyle bir hadîs yoktur.2741
e) “Öldüren ve dirilten daima diri ve ölümsüz olan Allah! Anam Fatıma binti Esed’i bağışla. Sorguda hüccetini telkin et. Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için girdiği yeri geniş kıl. Sen, merhametlilerinin en merhametlisisin.”2742 Hadîs zayıftır.
f) “Hayatım sizin için hayırlıdır. Konuşursunuz, sizinle konuşulur. Vefatım da sizin için hayırlıdır. Bana amelleriniz arz olunur. Hayır görürsem Allah’a hamdeder, şer görürsem sizin için Allah’tan bağışlanma dilerim.”2743 Ulemâ zayıf görmüştür bu rivayeti. bütün rivâyet yollarıyla zayıf olduğunu söyler.
g) “Allah Rasûlü (s.a.s.) sabahladığında muhacirlerin fakirleri ile Allahtan yardım isterdi.” Hadîs, mürseldir, zayıftır.
h) “Ömer zamanında insanlara kıtlık isabet etti. Adamın biri Allah Rasûlü’nün kabrine gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ümmetin için Allah’tan yağmur iste, helâk oldular” diye seslendi. Adama rüyasında, ‘Ömer’e git...’ denildi.”2744 Hadîs zayıftır.
ı) Ebû’l-Cezvî’den rivâyet edilmiştir ki: “Medine halkı şiddetli bir kıtlığa uğradı. Hz. Âişe’ye gelip şikâyette bulundular. Hz. Âişe onlara, “Peygamberlerin kabrine bakın ve göğe doğru kabrinde bir delik açın, böylece gök ile arasında tavan bulunmasın” diye tembihte bulundu. Ravî der ki “Bunu yaptılar. Öyle yağmur yağdı ki otlar yeşerdi; develer semizledi; çatlayacak hale geldi. Bu sene ‘Bolluk senesi’ olarak nitelendi.”2745 Senedi, delil olmayacak kadar zayıftır.
j) Ali b. Meymun’dan rivâyet edilmiştir ki: “Şâfiî’yi şöyle derken işittim: “Ben, Ebû Hanife ile teberrük etmekteyim. Her gün kabrine gelir, onu ziyaret ederim. Kabrine vardığımda bir hacetim varsa iki rekât namaz kılar, kabri başında Allah’tan bu hacetimin giderilmesini dilerim. Çok geçmeden dileğim yerine gelir.” 2746
Bu rivâyet bâtıldır. İbn Teymiyye bu kıssa hakkında şöyle der: “Bu yalandır. Nakil ilmini bilen yanında yalan oluşu gün gibi açıktır. Şâfiî Bağdad’a geldiği vakitler Bağdad’da duâ etmek için gidilen bir kabir mevcut değildi. Bu bid’atler Şâfiî’nin çağında ortaya çıkmamıştır. Şâfiî, bilindiği gibi Hicaz’ı Yemen’i, Şam’ı, Irak’ı ve Mısır’ı gezmiş, peygamberlere, sahâbelere, tâbiîlere ait pek çok kabir
2740] Silsiletü’l-Ehadîs ed-Daifa ... No: 24; Elbânî
2741] Tevessül ve Vesile, İbn Teymiyye
2742] Elbânî, Silsile
2743] Bezzâr, Müsned; Elbanî, Silsile’de no: 975
2744] Elbanî, Tevessül, s. 131
2745] Elbanî, Tevessül, s. 140
2746] Elbanî, Silsile, 22
VESÎLE
- 501 -
görmüştür. Şüphesiz bu kabirlerin sahipleri Ebû Hanife ve benzeri âlimlerden çok daha üstündür. Bu durumda Şâfiî niçin başka yerde değil de sadece onun kabri başında duâda bulunsun?!”
Sonra; Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, Hasan b. Ziyad ve çağındaki birçok Ebû Hanife talebesi, ne onun ne de başka birinin kabri başında duâ etme ihtiyacı duymamışlardı. Ayrıca Şâfiî’nin fitne korkusuyla kabirlere tazimde bulunmayı kerih gördüğünü daha önce zikretmiştik.
Bu gibi rivâyetleri akıldan ve dinden nasibi olmayanlar uydurmaktadır. Bu hikâyelerde anlatılanlar meçhul, aslı - astarı bulunmayan şeylerdir. 2747
Bid’at ve heva ehlinin kendine delil kıldığı zayıf, uydurma ve yalan rivâyetlerden örneklediğimiz bunlardır.
Son Söz: Allah’a, güzel isimleri ve yüce sıfatları, sâlih amel ile yapılan tevessülün dışındaki uygulamalar delilsizdir. Müslümanlar, şirke kapı açabilecek bu uygulamalardan kaçınmalıdırlar.
Muvahhid kul, kendisini ya büyük şirke ya küçük şirke veya haram kılınmış bir bid’ate sürükleyen bid’at tevessül şekillerinden kendi menfaati gereği sakınmalı, uzak durmalıdır.
Bu tür uygulamalar, duâdan beklenen karşılığı iptal eden taşkın davranışlardır. Zira Allah, Kendi koyduğu kurallar dâhilinde yapılmayan duâyı kabul etmez.
Muvahhid kul, duâsını, Kur’ân ve Sünnette geçen duâlardan seçmeye gayret göstermelidir. Kitap ve Sünnetteki duâlar gibisi yoktur. Onların sağladığı faydayı hiçbir duâ sağlayamaz. Bu duâlar, kabul edilmeye daha lâyık olduğu gibi kişiye büyük bir sevap da kazandırılır.
Meşrû ve bid’at tevessül konusunda geniş bilgi sahibi olmak isteyenler şu kitaplardan faydalanabilirler:
1- Kaidetun Celiyye fî’t-Tevessül ve’l-Vesile: Bu kitap İbn Teymiyye’nindir.
2- et-Tevessül - Envâuhu ve Ahkâmuhu. Nasıruddin Elbanî’nindir
3- et-Tevassul ilâ Hakikati’t-Tevessül: Muhammed Nesib er-Rıfzî.
4- Tuhfe’tü’l-Kâri Fi’r-Redd-i Alâ’l-Gamarî: Hammad b. Muhammed
5- Hazihi Mefahîmuma: Sâlih b. Abdulaziz Âli Şeyh
6- Sıyane’tü’l-İnsan An Vesvese’tü’ş-Şeyh Dahlan: Muhammed Beşir es Sehsevânî.
7- Gaye’tü’l-Emânî fî’r-Redd-i Ala’n-Nebhanî: Ebû’l- Mezlî el-Alûsî.
8- Akide’tü’l-Mü’min: Ebû Bekr el-Cezâirî.
9- Keyfe Nefhemu’t-Tevessül: Muhammed b. Cemil Zeyno
10- Fetava Lecneti’d-Daime li’l Buhusi’l-İlmiyye ve’l-ifta: cilt 15, shf. 330. 2748
2747] İbn Teymiyye, İktidâus-Sırati’l-Müstakîm, s. 165
2748] Abdullah bin Abdulhamid el-Eserî, Çeviren: Bilal Kasımoğlu, Meşrû, Bid’at Tevessül Çeşitleri ve Hükümleri
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vesîle Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de “Vesîle” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
B- Duâda Vesîle; Duâda Aşırı Gitmekten Sakınmak: 7/A’râf, 55, 180, 205; 20/Tâhâ, 7.
C- İbâdet, Yalnız Allah’a Yapılır: 1/Fâtiha, 5; 2/Bakara, 21-22, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 3, 102, 162; 10/Yûnus, 3; 11/Hûd, 2, 123; 16/Nahl, 52; 17/İsrâ, 23; 19/Meryem, 65; 39/Zümer, 2, 66; 41/Fussılet, 37-38.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tevessül, Çeşitleri ve Hükümleri, Muhammed Nâsıruddin el-Elbânî, Guraba Y.
2. Ebû Eymen ed-Dımeşkî, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 345-347
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 22, s. 245-246
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Yayınları, s. 711-716
5. Et-Tefsîru’l-Hadis, Muhammed İzzet Derveze, Ekin Y. c. 7, s. 85-89
6. Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül, Ali Ataç, İst. 1993, (Basılmamış doktora tezi)
7. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Tevessül ve Vesile Kavramı, İsmail Çalışkan, Ank. 1992, (Basılmamış yüksek lisans tezi)
8. Tevessül ve Râbıta, Rifat Okudan, Ank. 1992 (Basılmamış yüksek lisans semineri)
9. Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri, Zekeriya Güler, İst. 1977 (basılmamış çalışma)
10. Tevessül, İsmail Çetin, Dilara Y. İsparta, 1992
11. Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
12. Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
13. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm (Dün-Bugün), İbrahim Sarmış, Yöneliş Y.
14. Râbıta ve Tevessül, Dilâver Selvi, E. Yıldırım, K. Yıldız, Ö. Yıldız, Umran Y. İ st. 1994
15. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, TDV Y. s. 268-283
16. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 213-214 (M. Sait Şimşek)
17. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. c. 23, s. 363-364 (Yusuf Şevki Yavuz)
18. Kur’an ve Sünnet Işığında Râbıta ve Tevessül, İst. 1995
19. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 618-620
20. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı?, s. 644-648
21. Vesile Sâlih Ameldir, Fevzi Zülaloğlu, Haksöz, sayı 57, Aralık 95
22. Kütüb-i Sitte, c. 8, s. 323-328, no: 6(2437)-7 ve açıklaması
23. Duâ Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
24. Kur’an-ı Kerim’e Göre Duâ, Mehmet Soysaldı, Yeni Ufuklar Neşriyat

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:20

VELÎ / DOST

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

VELÎ / DOST


- 369 -
Kavram no 187
Görevlerimiz 48
Dostluk-Düşmanlık; Sevgi ve Allah Sevgisi; Murâbata
VELÎ / DOST


• Velî; Anlam ve Mâhiyeti
• Allah’ın Velî Oluşu
• Dostun Nitelikleri
• Dost Olmak; Allah'a, Rasûlüne ve Mü’minlere
• Kur’an-ı Kerim’de Velî ve Velâyet Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
• Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
• Velâyetin Siyasî Görüntüleri
• Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi
• Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
• Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
• Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması
• Velî Kültü
• Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” 1956
Velî; Anlam ve Mâhiyeti
“Velî” kelimesinin kökü “velâ”; bunun masdarı da ‘velâyet’tir. Velâ ve velâyet, sözlükte, arada bir şey bulunmadan bitişiklik, yanyana olma ve yaklaşma mânâsına gelir. Bu anlamdan hareketle ‘velâyet’ kavramına; arkadaşlık, yardımda, inançta tam bir yakınlık anlamları verilmektedir.
Böylece “velâyet”e nusret (yardım) ve işi üzerine alma mânâları da eklenmiştir. Aynı kökten gelen ‘vilâyet’, yardım; ‘velâyet’ ise, bir işi yüklenme, emirlik, riyâset (yönetim ve yetki) mânâsındadır. ‘Velâyet’ aynı zamanda yardım işini üzerine almak, destek olmak, yardım etmek, sevgi/dostluk ve muhabbet göstermek, yakınlık duymak, hükmü altına almak, tasarrufta bulunmak ve yönetmek anlamlarına da gelir.
Velî kelimesi, sözlük anlamlarına uygun olarak, bir kimsenin veya bir topluluğun menfaatleri ve elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda her türlü işlerini üzerine alan ve bu konularda tam bir tasarruf hakkına sahip olan idareci, hâkim otorite, koruyucu, gözetici, mâlik, yardımcı, sırdaş ve dost anlamlarında kullanılan bir kavramdır.
Velâyet kavramı, sözlük anlamına uygun olarak; “bir kimsenin veya bir topluluğun bir başkasına kendisini ilgilendiren her konuda tasarruf hakkını
1956] 2/Bakara, 107
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devretmesi ve bu hakkı devralan şahsın, aralarında meydana gelen hukukî bağa dayanarak kimseden izin alma ihtiyacı duymaksızın bu hakkı kullanması ve onu kendisine tevdî edenler üzerinde, koruma, gözetme, yardım etme, işlerine müdâhale ve üzerine aldığı işi onun adına idare etme bakımından tam bir yetkiye sahip olması anlamına terim olmuştur.
Fıkıh ıstılahında velâyet; “istese de istemese de başkası üzerindeki tasarruf hakkını yerine getirmek” şeklinde tanımlanmaktadır. İslâm hukukunda ‘velâyet’, başkası üzerine ister istemez sözünü geçirmeyi, itaat edenle işi üzerine alan arasındaki ilişkiyi konu alır. İçerisinde sevgi ve yardım mânâlarını da barındıran velâyet; genel olarak, aile içerisinde akrabalık, ümmet içerisinde ise imâmet (önderlik-halifelik) sebebiyle gündeme gelmektedir. Aile içerisinde öncelikli olarak baba velâyet hakkına sahiptir. Baba yoksa diğer yakın akrabalar bu hakkı elde ederler. Ümmet içerisinde (müslümanlar arasında) ise velâyet hakkı, müslüman olup diğer müslümanlar tarafından biat ile seçilen yetkili kimsenindir.
Bu nedenle babaya, çocuğun velîsi denir. Aynı şehirde oturanların meşrû haklarını koruyan ‘veli’ye, “vâli” denmektedir ki, Türkçe’de bu anlamda kullanılmaktadır. Şehrin vâlisi, o kentte oturanların tümünün velîsidir (bu vasıfta ve liyakatte olmak zorundadır). Hukukî anlamda velî, daha çok, bir çocuğun her türlü hareket ve halinden sorumlu olan kimse demektir. Bugün Türkçe’de de bu anlamda “çocuğun velîsi” olarak baba veya babanın yerini tutan, çocuğun sorumluluğunu üstlenen kişi için kullanılır. Bu velâyet haklarıyla ana babaların, kazanmış oldukları tecrübe ile evlâtlarının geleceği hakkında karar vermesine yardımcı olmaktadırlar. Evlâtlarına fikir bazında yardım etmeleri, evlâdın müsbet ve menfî karar vermesi velâyet konusu içinde değerlendirilir. Bunlara ilâve olarak, bir de nikâhta velîlik vardır ki, bu durum, ana babanın evlâdı hakkındaki tasarrufudur.
Toplumda, halk arasında “velî” ve bu kelimenin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi, ne lügat mânâsı, ne de Kur’an’da kullanıldığı anlam ile değil; daha çok bu kelimenin mânâsının tarihî süreç içerisinde kaydırılmasıyla oluşan şekliyle kullanılmaktadır. Geleneksel anlamda velî ve evliyâ; benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek, Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Allah’ın Mevlâ ve Vâli Oluşu: “el-Vâlî” aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Bütün varlıklar üzerinde hükmü olan ve onları çekip çeviren anlamına gelir. Bazı tefsircilere göre ise ‘Vâlî’ velî demektir, onun taşıdığı mânâları taşır. Vâlî olan Allah, hem bütün hükümranlığı (hükmetmeyi) elinde bulundurur, hem de kullarına devamlı nimet verir. Kur’an’da bir âyette geçmektedir: “…Gerçekten Allah, kendi nefislerinden olanı değiştirip bozmadıkça, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedimi, artık onu geri çevirmeye hiç bir (biçimde imkân) yoktur. Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” 1957
Velâ kökünden gelen bir başka kelime de “mevlâ”dır. Mevlâ, anlam olarak ‘velâ ve velâyet’ kelimelerine yakındır. Ancak mevlâ’nın birçok anlamı vardır.
1957] 13/Ra’d, 11
VELÎ / DOST
- 371 -
Bunların içerisinde, dost, efendi, sahip, âzât edilmiş köle, Rabb, yardımcı, iyilik yapan anlamları daha yaygındır.
Kur’an’da ‘mevlâ’ kelimesinin üç anlamda kullanıldığını görmekteyiz: 1- Velî, 2- Yardımcı, ni’met veren, koruyup kollayan, işini üzerine alan, 3- Uygun, yakışan, münasip.
Velî ve mevlâ kelimeleri hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Allah (c.c.) müslümanlar için ne güzel mevlâ’dır (Ni’me’l mevlâ ve ni’me’n nasîr)1958 “Allah’a sarılın, O sizin Mevlâ’nızdır, O ne güzel Mevlâ’dır.”1959 Müslümanlar; inkârcıların peşinden gider, din işinde onlara itaat ederlerse; onlar da mü’minleri kendi dinlerine çevirirler. Hâlbuki müslümanlar için en güzel mevlâ (velî) Allah’tır.1960 Mü’minler her türlü çalışmayı yaptıktan sonra yalnızca Allah’a güvenip tevekkül etmelidirler. Onlar Allah (c.c.) için; “...O bizim Mevlâmızdır...” derler. 1961
Kur’an, mevlâ sıfatını olumsuz anlamda da kullanmaktadır. Zararı faydasından çok olan ve kendisine tapınılan putlara Kur’an, “ne kötü mevlâ” sıfatını verir.1962 Kıyâmet gününde insanların ‘mevlâ’ sandıkları kimselerden hiç bir fayda gelmez.1963 Allah (c.c.) âhirette de mü’minlerin mevlâ’sıdır, kâfirlerin ise mevlâsı yoktur.1964 Kâfirlerin, kendilerine yakın ve yardımcı olacak bir mevlâları yoktur. Allah (c.c.) ise mü’minlerin mevlâsı/dostudur. 1965
Müslümanlar, ölümün Mevlâ’ya bir kesin dönüş olduğuna inanırlar.1966 ‘Mevlâ’, kendisinden yardım umulandır. Nitekim mü’minler duâlarında; “….Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim Mevlâ’mızsın (mevlânâ). Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et”1967 derler. Aynı kökten gelen ‘evlâ’ ise velî anlamına geldiği gibi; en uygun, en yaraşan, dost olarak en yakın olan demektir. “Peygamber mü’minlere öz nefislerinden ‘evlâ’dır (onların mevlâsıdır).”1968 Kıyâme(t) sûresi, kırk dördüncü âyetteki ‘evlâ’yı ise, gereken şey, uygun olan şey diye ifade etmek mümkündür. 1969
Allah’ın Velî Oluşu
Allah’ın Sıfatı Olarak el-Velî: Allah’ın vasfı olarak el-Velî: “Yardım eden, kâinatın ve mahlûkların işlerini tekeffül eden, koruyan, sahip çıkan, seven, yardım eden” diye tanımlanır. Birine yardımcı olmak, onun işini üzerine almak, şüphe yok ki, sevgi ile yakından ilgilidir. “Velî”nin “dost, seven” anlamları dikkat çeker; Kur’an’ın da bazı kullanışları bu mânâyı desteklemektedir. Meselâ: “Allah, mü’minlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.”1970 âyetinin tefsirinde el-
1958] 8/Enfâl, 39-40
1959] 22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2
1960] 3/Âl-i İmrân, 149-150
1961] 9/Tevbe, 51
1962] 22/Hacc, 13
1963] 44/Duhân, 41
1964] 47/Muhammed, 11
1965] 47/Muhammed, 11
1966] 10/Yûnus, 30; Ayrıca bk. 6/En’âm, 62
1967] 2/Bakara, 286
1968] 33/Ahzab, 6
1969] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 747-748
1970] 2/Bakara, 257
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Beydavî: “Onları seven ve işlerini deruhde eden” anlamını vermektedir. Birçok âyette Velî ve Nasîr (yardım eden) vasıfları yanyana birbirine atfedilmiş olarak zikrolunmuşlardır. Bu, az da olsa bu kelimeler arasında bir farklılığı gerektirir.
Bu vasfın Kur’an’da geçtiği muhtevâlara göz atmak faydalı olacaktır. 42/Şûrâ, 28’de Allah’ın kullarını gözettiği ve O’nun nimetleri sıralandıktan sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu bildirilir. Allah’tan başka Velî aramanın boşuna olduğu bildirildikten sonra, ancak O’nun hamde lâyık Velî olduğu belirtilir, “hâlbuki velî ancak Allah’tır.”1971 denir. Kavminin buzağıya tapmasından sonra, Allah’ın rahmet ve bağışlamasını isteyen Hz. Mûsâ, niyazında, umduğu rahmeti “Sensin bizim Velîmiz!”1972 diye belirtir. Melekler, kendilerine tapma iddiasında olanlardan teberrî edip kaçınırken Allah’a hitâben: “Seni tenzih ederiz, Sensin bizim Velîmiz.”1973 derler. Müşriklerin velî edindiği putların aczleri belirtildikten sonra, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) lisanından: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır; O, iyilere sahip çıkar (dost edinir -yetevellâ-)”1974 dediği nakledilir. Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetlere şükreden Hz. Yûsuf: “Dünyada ve âhirette benim Velîm (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sensin.”1975 der. Allah, mü’minlerin,1976 muttakîlerin1977 velîsidir. “Sizin velîniz, ancak Allah’tır, Rasûlüdür ve iman edenlerdir.” 1978
el- Mevlâ: Kelime anlamı olarak velî demek olan bu vasıf, Allah hakkında da, genellikle “velî” ile aynı mânâda sayılmıştır. Ancak, mânâ yönüyle değilse de, Kur’an’ın kullanışında, bu ikisi arasında şöyle bir fark gözetildiğini müşâhede ediyoruz: Velî vasfı, karşılıklı olarak hem Allah’ı, hem de kulu nitelemektedir. Birinci şık fazla, ikinci şık nâdirdir. Meselâ, 10/Yûnus, 62’de “evliyâullah -Allah’ın velîleri-” tâbiri geçmektedir. Taberî’ye göre bu; “Allah’ın, yani O’nun dininin yardımcıları olan iman ve takvâ erbâbıdır.” Yani, “velî” bazen kullar için de kullanılmıştır. Fakat “Mevlâ”, yalnız Allah’ı tavsif etmektedir. “Allah, Mevlânızdır”1979 diye vârid olduğu halde; kul hakkında “Allah’ın mevlâsı” tâbiri hiç kullanılmamıştır. Mevlâ, Rab diye de tefsir olunur. Mevlâ, kendisinden yardım umulandır; zira O mâliktir, memlûkün, mâlikinden başka sığınacağı kimsesi yoktur.”
el-Vâli: Allah hakkında, “bütün varlıkların hükümranı ve onların üzerinde mutasarrıf olan” anlamına gelir. Öyle anlaşılıyor ki, vilâye: İdare, kudret ve icraatı çağrıştırmaktadır; Kendisinde bunları toplamayana vâlî vasfı verilemez. Bazı âlimlere göre “vâlî” velî demektir; yani “idareye mâlik olandır. Bundan dolayı yetimi tekeffül eden kimseye “yetimin velîsi, emîre de vâli denmiştir. Hattâbî ise, vâlî vasfında tasarruf ve hâkimiyet kavramından başka “devamlı surette in’âm eden” mânâsını da görmektedir. Kur’an’da yalnız bir âyette zımnî bir sûrette Allah’ı tavsif eder.1980 Burada vâlî, “işlerine sahip çıkan, azabı onlardan
1971] 42/Şûrâ, 9
1972] 7/A’râf, 155
1973] 34/Sebe’, 41
1974] 7/A’râf, 196
1975] 12/Yûsuf, 101
1976] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68
1977] 45/Câsiye, 19
1978] 5/Mâide, 55
1979] 3/Âl-i İmrân, 150
1980] 13/Ra’d, 11
VELÎ / DOST
- 373 -
uzaklaştıran” demektir, bazı âlimlere göre ise “Mevlâ” anlamını ifade eder. 1981
“Velî” kelimesinin; sözlükte, dost, yardımcı, birinin işini üstlenen, yönetici, yakınlık, bir şeyin sahibi anlamlarına geldiğini biliyoruz. Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “el-Veliyy” isminin anlamı, yardım eden, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan demektir. Kimileri bunu, seven ve yardım eden şeklinde açıklamışlardır. ‘Velî’ kelimesi doğrudan doğruya sevgi anlamı taşımasa bile sevgi velâyetin gereği sayılır. Birine yardım etmek, onun işini üzerine almak sevgi ile yakından ilgilidir.
“Velî” sözlükte bazen, seven, dost anlamıyla da kullanılır. Allah’ın isimlerinden olan Velî, birçok âyette ‘Nasîr/yardımcı’ ismi ile beraber geçmektedir. Velî kelimesinde yardım etmek, işini üzerine almak ile Nasîr/yardımcı ismi arasındaki bağlantı dikkat çekicidir. Allah (c.c.) hem Veli/insanların velâyetlerini üstlenendir, hem de onlara her açıdan yardım edendir.1982 Velî kelimesi, on üç âyette Allah’a ait olarak geçmektedir. Bazı âyetlerde ise “size veya sana Allah’tan başka velî yoktur” şeklinde yer almaktadır ki, bu da, Allah’ın velî oluşuna işarettir. Birkaç âyette ise Velî isminin mürşid (yol gösteren),1983 ‘şefí’ (şefaat eden),1984 vaak (koruyucu)1985 ve hamîd (övülen)1986 sıfatlarıyla beraber geçtiğini görmekteyiz. Şüphesiz “velî” kavramının bunlarla yakın ilişkisi vardır. Bunlar aynı zamanda gerçek dostun/velînin de belirgin nitelikleridir.
Mü’minlerin velîsi ve mevlâ’sı Allah’tır. Allah’ın mü’minlere velî oluşunun sonuçları çeşitli şekillerde görünür. O, kullarını gözetir, nimet verir. Dolaysıyla O hamd edilmeye lâyık bir velî’dir (dosttur).1987 Allah’tan başka velî aramak boştur, çünkü gerçek velî ancak O’dur.1988 O, bağışlayan ve merhamet eden bir yardımcıdır (velîdir).1989 O, mü’minleri karanlıktan nûra (aydınlığa) çıkarır.1990 Mülkünde, kudretinde ve yüceliğinde ortağı yoktur.1991 O yüce Velî, Kitab’ı indirendir ve O, sâlih kimseleri korur ve gözetir. 1992
Allah’ın velîliği diğer sıfatları gibi mutlaktır ve süreklidir. O, insan idrâkinin ötesinde bir velîliğin, dostluğun ve yardımcı olmanın kaynağıdır. İnsanlara ait, aldatma vefâsızlık, hıyânet, aldırmazlık, acımazlık gibi küçültücü sıfatlardan uzak, iman edip de kendisine “velî” olan mü’minlere her türlü nimeti ve rahmeti veren, onlara izzet, mülk, muhabbet ve Hakk’ın şâhitleri olma şerefini bağışlayan, sürekli affeden, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları araştırmayan en yüce dosttur velîdir.
Hz. Mûsâ (a.s.), kavmi arasından seçtiği yetmiş kişiyi bir sarsıntı tutunca
1981] Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 188-191
1982] 2/Bakara, 107, 120
1983] 18/Kehf, 17
1984] 6/En’âm, 51, 71; 32/Secde, 4
1985] 13/Ra’d, 37
1986] 42/Şûrâ, 28
1987] 42/Şûrâ, 28
1988] 42/Şûrâ, 8-9
1989] 7/A’râf, 155
1990] 2/Bakara, 257
1991] 17/İsrâ, 111
1992] 7/A’râf, 196
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbine, beyinsizler yüzünden kendilerini helâk etmemesini diledi, içinde bulundukları durumun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın, dilediğini doğra yola iletebileceğini itiraf ettikten sonra; “...Bizim mevlâmız ancak Sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.”1993 şeklinde duâda bulundu. Melekler de Allah’a ibâdet ederlerken; “Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin”1994 derler. Kur’an, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.) diliyle şöyle diyor: “Benim Velî’m Kitabı indiren Allah’tır. O, sâlihleri dost edinir, onlara yardım eder.”1995 Kendisine verdiği nimetlere şükreden Hz. Yusuf (a.s.) şöyle niyaz etmişti: “Dünyada ve âhirette benim Velî’m Sen’sin.” 1996
Velî olmak velî olunan üzerinde hak ve yetki sahibi olmayı gerektirir. Velâyetin doğasında bu vardır. Yalnız bu velî edinilen üzerinde bir baskı ve hükmetme değil; aksine her açıdan onun iyiliği için çalışma, onun için gerekli yardımı yapma yetkisidir. Allah, mü’minlerin velîsi olarak onlara hidâyet verir, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır, onlara elçiler gönderir, Kitaplar indirir, yardım eder, destekler, korur, gözetir, affeder ve rahmetiyle her yönden onları kuşatır.
Allah Kimlerin Velîsidir? Allah, mü’minlerin velîsidir, yardımcı ve dostudur.1997 Mü’minler rablerine hakkıyla iman ettikten sonra O’nun râzı olacağı sâlih amel işlerler. Bundan dolayı da Allah onlara velî olur.1998 Allah sâlih kimselerin velîsi/dostudur. “Benim velîm, Kitab’ı indiren Allah’tır. O sâlih insanları velî/dost edinir (onları gözetip korur).”1999 Allah müttakîlerin de dostudur. Dünya hayatında kendilerini Allah’a muhtaç saymayan ve O’nun rabliğine saygı duymayan zâlimler birbirlerinin velîsidirler. Bazıları farklı zannetseler de aslında kulların hiç biri, Allah’tan müstağnî kalamaz (O’na muhtaç olmaksızın yaşayamaz). Zâlimler özellikle zulüm ve günah işlerinde karşılıklı dostturlar. Buna karşın Allah, kendisine karşı kulluk ve sorumluluk bilinci duyan, O’ndan hakkıyla korkup sakınan takvâ sahibi kullarının dostudur velîsidir.2000 İnsanlar için Allah eşsiz, benzersiz ve sonsuz velîdir. İnsanlar Allah’tan başka mutlak velî/dost ve yardımcı bulamazlar.2001 “Allah, mü’minlerin düşmanlarını çok iyi bilir. Allah onlara velî/dost olarak da yeter, yardımcı olarak da.” 2002
Allah Bazı Kimselere Dost Değildir: Allah (c.c.) mutlak anlamda velîdir, dost ve yardımcıdır. Ancak bu velâyet, insanlar açısından sınırlı bir velîliktir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, kullardan bazıları Allah’ın “velîliğini” kaybederler. Onlar kendi yanlış seçimleri ve yaptıkları kötü ameller yüzünden bu ilâhî dostluğu elde edemezler.
Allah, dalâlette olanların velîsi değildir. Bazıları Allah’ın gönderdiği elçilere ve onların hak dâvetlerine rağmen sapıklıkta direnirler. Allah bu kimseleri
1993] 7/A’râf, 155
1994] 34/Sebe’, 41
1995] 7/A’râf, 196
1996] 12/Yusuf, 101
1997] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68
1998] 6 En’âm, 127
1999] 7/A’râf, 196
2000] 45/Câsiye, 19
2001] 9/Tevbe, 116; 6/En’âm, 70; 18/Kehf, 26; 29/Ankebût, 22
2002] 4/Nisâ, 45
VELÎ / DOST
- 375 -
kendi sapıklıkları ile başbaşa bırakır, onların başka bir velîsi de olmaz.2003 Allah, kendisine karşı kulluk etme noktasında büyüklük taslayan müstekbirlerin velîsi değildir.2004 Allah, kötülük yapanların, fenalıkta bulunanların dostu ve yardımcısı değildir.2005 Allah’tan gelen hakkı ve dini inkâr eden kâfirler, Allah’ın dostluğunu kaybederler ve lânete uğrarlar.2006 Kendilerine hakkı bâtıldan ayıran bir ilim, hak bir dâvet geldikten sonra hevâ ve heveslerine (tutku ve arzularına) uyanlar Allah’tan başka dost ve velî bulamazlar.2007 Allah, iman nimetinden sonra inkâra sapan ve dinde ikiyüzlü davranan münâfıkların dostu (velîsi) değildir. Onlar yeryüzünde kendileri için bir yardımcı da bulamazlar.2008 Allah, inkâr ederek ya da şirk koşarak hak dinden yüz çeviren, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen ve yeryüzünde haksızlık yapan zâlimlerin velîsi değildir. Zâlimler ancak birbirlerinin velîsi/dostudurlar.2009 Allah, zâlimlere meyledenlere, onları onaylayan, ya da destek olanlara da dostluk göstermez: “Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra, (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” 2010
Dostun Nitelikleri
Velâyette/Dostlukta Aranan Özellikler: Kur’an’ın haber verdiği velîde/dostta bulunan nitelikleri, Kur’an’dan yola çıkarak belirleyebiliriz. Zira dostu tanımadan istenilen hedefe ulaşmak mümkün değildir.
a- Dost, dostunun sıkıntılarını gideren ve gelecek belâları önleyebilendir. Böyle bir dost, sadece Yüce Yaratıcı’dır. Zira, bütün ümitlerin kesildiği bir anda yardım etme imkânına sahip olan sadece O’dur. 2011
b- Dost, Yüce Yaratıcı’yı tanıtan, dünya ve âhiretle ilgili doğru bilgiler veren, lehimize ve aleyhimize olanları tanıtarak doğru karar vermede yardımcı olan, insanların sıkıntıya düşmesine üzülen, yaratılanlara acıyan ve hatalarını affedendir.2012 Böyle bir dost, rahmet peygamberi ve diğer nebîler olabilir. 2013
c- Allah’a ve Peygamberine gönülden bağlı olup Allah’ın rızâsının dışına çıkmayan2014 ve her konuda örnek olarak insanların hayrını düşünen, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışan, sevgisini ve buğzunu Allah için yapan, kötülüğü iyilikle önleyendir. Böyle insanlar Allah’ın dostluğunu kazananlardır. Zira onların hedefi, Allah’ın rızâsı ve sevgisini kazanmaktır. Bunlar, Kur’an diliyle velî olanlar, Allah’ın velî kullarıdır.
d- İmanda birlik içinde bulunarak Allah’a, Peygamber’e ve mü’minlere karşı
2003] 42/Şûrâ, 44; 17/İsrâ, 97
2004] 4/Nisâ, 173; 45/Câsiye, 7-10
2005] 4/Nisâ, 123
2006] 48/Fetih, 22; 33/Ahzâb, 64-65
2007] 2/Bakara, 120; 13/Ra’d, 37
2008] 9/Tevbe, 74; 33/Ahzâb, 17
2009] 42/Şûrâ, 8; 11/Hûd, 20
2010] 11/Hûd, 113; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 749-751
2011] Bk. 58/Mücâdele, 22; 2/Bakara, 107, 120, 257; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196
2012] 5/Mâide, 55; 9/Tevbe,16
2013] 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6
2014] 3/Âli- İmrân, 110; 41/Fussılet, 34; 2/Bakara, 112; 6/En’âm, 4; 3/Âl-i İmrân, 150; 22/Hacc, 78
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelebilecek tehlikeleri önlemede can ve mallarıyla yardım içinde olabilenlerdir.2015 Kur’an, bu durumda olanları mü’min olarak değerlendirir.
e- Dostun dostluğu dünya menfaati ile sınırlı olmamalıdır.2016 Dostların, birbirlerini Allah için sevmeleri gerekir. Böyle insanların birbirleriyle olan sevgileri geçici bir menfaate dayanmaz. 2017
Allah’ın velîsi/dostu olmanın da birtakım özellikleri belirtilir. Allah dostu (velî ve evliyâ) olmanın birtakım özellikleri ve şartları da vardır. Onları şöyle sayabiliriz:
a- Müslüman olmak,
b- Allah’a ve Peygamberine İslâm’ın istediği şekilde inanmak,
c- Namaz kılmak,
d- Zekât vermek,
e- Yaptıklarının hesabını verecek şekilde ihsan sahibi olmak. 2018
Bu maddelerde özetlenen müslümanın vasfı dostluktur. Ondan dosta yaraşacak hareketler beklenir. Müslümanın görevi, insanlara Allah ve Rasûlünün yaklaştığı şekilde ve ölçüde yaklaşmaktır. İslâm’ın tüm insanlara da tanıtılması gerekmektedir. Bir müslüman, Allah’a vereceği hesabı ikinci plana alarak, maddî çıkarlara öncelik verirse, Allah’ın istediği dostluğu ve kardeşliği oluşturması mümkün değildir. Âyetlerin ortaya koyduğu dostluğu ve kardeşliği sağlayacak insanlarda iman olmadan, sâlih amel ve ihsan; amel olmadan da diğerlerinin istenen şekilde olması düşünülemez. İnsanlar arasında istenilen dostluğun oluşması için, Allah’ın aradığı takvâ özelliklerinin bulunması gerekir. Bu özelliklere sahip olanların ellerinden ve dillerinden, yaratılanlara ancak fayda gelir. İslâm’ın istediği budur.
Dost Olmak; Allah'a, Rasûlüne ve Mü’minlere
Allah ve Rasûlüne Dost Olmak: Allah ve Rasûlü, iman edenlerin dostudur. Haliyle, iman edenler de, Allah’ı ve Paygamberini kendilerine her şeyden ve herkesten önce dost edinmiş kimselerdir. Dostun dosttan râzı olması, onu sevmesi, sevdiğini incitmemesi gerekmektedir. İman eden insan, hakiki değer ve yüceliğin Allah ve Paygamberinin dostluğunda olduğunu bilir. Onun çalışması bu doğrultuda olur. Allah’ın rızâsı ve dostluğu verilen söze bağlılıkla ve Hz. Peygamber’e tâbi olmakla oluşur. Böyle bir müslüman, Peygamber’in şu sözüne tâbi olur: “Bana uyanlarla birlikte ben, özümü Allah’a teslim ettim.”2019 Bunun aksini düşünmek, günahkâr olmak demektir. Rasûlüne tâbi olmak, Allah’ın sevmediği şeylerden uzaklaşıp, râzı olduğu şeylere yaklaşmakla olmaktadır. Nitekim Hz. Allah, yahûdilerin kendilerini Allah’ın sevgilisi ve oğulları görmelerinden, müşriklerin putları bir vâsıta kabul etmelerinden ve hıristiyanların Hz. İsa’yı peygamberlikten ilâhlığa yükseltmelerinden hoşlanmaz. Yüce Allah, sevdiği insanların
2015] 60/Mümtehıne, 1, 8, 9; 8/Enfâl, 60; 9/Tevbe, 71; 3/Âl-i İmrân, 118
2016] Bk. Ebû Dâvud, Büyû’, 78; krş. 10/Yûnus, 62
2017] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 65-66
2018] 5/Mâide, 55-56; 2/Bakara, 112
2019] 3/Âl-i İmrân, 20
VELÎ / DOST
- 377 -
böyle tehlikelerden kurtulmaları için son peygamberinin emirlerini dinlemelerini ve ona uymalarını ister: “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”2020 Bu âyet, aynı zamanda dostluğun ve sevginin kuru bir iddiâdan ibâret olmadığını, mutlaka bir bedel istediğini gösterir; dostsanız, seviyorsanız, dostunuzu râzı etmeye çalışacaksınız.
Hz. Peygamber’in Allah’ın râzı olmayacağı bir şeyi yapması, O’nun dostluğunun dışına çıkması mümkün değildir. İman edenlerin de, peygamberlerine tâbi olarak hem Yüce Yaratıcı’nın, hem de nebîsinin dostluğunu kazanmaları gerekmektedir. Bu da, Peygamber’e tâbi olmakla mümkündür. Bu inanış, Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) insan olduğunu bilerek, bu çerçeve içinde O’na uymadır. Yoksa onu kulluktan soyutlayacak bir kabul değildir. Zira o, her şeyiyle bir insandır.2021 Diğer insanlardan farkı, ona vahiy gelmiş olmasıdır. 2022
Dost, dostunun devamlı iyiliğini isteyendir. Bu açıdan bakıldığında, yaratılanlara dostluğu, yardımı ve rahmeti sonsuz ve sınırsız olan sadece Allah’tır. İkinci derecede velî/dost, Hz. Peygamber ve mü’minlerdir. Allah Teâlâ, dostluğun temsilcisi olarak fıtrat dini üzerinde olanları göstermektedir. Velî kavramını imanları istikametinde değerlendirenler, Allah’ı ve Peygamberini, ana baba ve kendi evlatlarından daha çok sevmektedirler. Bu tip insanlar, Kur’an’ın emirleri doğrultusunda, Allah’ı râzı etmeye çalışırlar. 2023
Süreklilik ve geçerlilik açısından hakiki dost; Allah, Peygamber ve mü’minlerdir. Tevhid ekseni etrafında dönen velâyet/dostluk, hakiki dostluğun odak noktasıdır.
Müslümanların Birbirleriyle Dostlukları: Allah, Kur’an’da mü’minlerin kimlerle gerçek anlamda dost olabileceğini “velî” kavramıyla açıklar. Müslümanların birbirleriyle olan ilişki ve dostluklarına İslâm çok önem verir. Çünkü karşılıklı iyi ilişkiler, İslâm’ın güzel hasletlerini yaşamak için olmakta; üstünlük, Allah’ın emirlerini yerine getirmede aranmaktadır. Bu duygu ve düşünce içinde olan insanların hedefi, İslâm’ı yaşayıp tebliğ etmek ve insanlar arasında barışı, sulh ve salâhı, müslümanlar arasında da kardeşliği oluşturmaktan geçmektedir. Kardeşlik duyguları gelişmeden Allah’ın istediği dostluk meydana gelmez. Bu yüzden Kur’an, mü’minlerin karşılıklı iyi ilişkilerine çok önem vermektedir. Din kardeşliği, kan kardeşliğinin önüne geçmektedir. İslâm, bir taraftan ana baba ve akrabaların önemini belirtirken,2024 diğer taraftan küfrü imana tercih eden babayı, kardeşleri velî/dost edinmeyi yasaklar.2025 Dostluk ve kardeşliğin ancak tevhid inancı çevresinde olacağını vurgulamış olur.
Kur’an, mü’minlerin birbirleriyle dostluklarını emretmektedir. “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki rahmete eresiniz.”2026; “Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu)
2020] 3/Âl-i İmrân, 31-32
2021] 18/Kehf, 110
2022] 2/Bakara, 286; Remzi Kaya, a.g.e., s. 190-191
2023] 58/Mücâdele, 21-22
2024] 17/İsrâ, 23-24
2025] 9/Tevbe, 23-24
2026] 49/Hucurât, 10
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”2027; “Ey mü’minler! Bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın; belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın., birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.”2028; “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.”2029; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sarılın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı...” 2030
Kardeş, nesep ve din bakımından olmak üzere ikiye ayrılır. Din kardeşliğinin hedefi, insanların mutluluğunu temindir. İslâm’ın istediği dostluk ve kardeşlik ise, Allah korkusu ve sevgisi etrafında odaklaşır. Bu tür kardeşliği İslâm’ın dışında başka bir dinde bulmak mümkün olmaz. Diğer taraftan Hucurât sûresinde yer alan âyetin ihtivâ ettiği kardeşlik, belirli bir bölgeyle sınırlandırılmaz. Dünyanın neresinde Allah ve Rasûlüne inanan bir müslüman varsa, doğu-batı, kuzey-güney ayrımı gözetilmeden hepsi birbirinin kardeşi ve dostudur. Zira bu kardeşlik, bütün müslümanların birleştiği Allah’a ve Hz. Peygamber’e verilen bir ahittir. Bu kardeşliğin maddî ve mânevî açıdan kuvvetli olabilmesi için, dostluğa mâni alay, gıybet, kötü lakap, zan, ayıplama, gurur, kibir ve kardeşini küçük görme gibi hallerden uzaklaşılması teşvik edilmektedir. 2031
Hz. Peygamber döneminde kurulan İslâm kardeşliği öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendi evinde zarûret içinde kıvranan bir müslümanın, diğer müslüman kardeşini kendine tercih etmesini sağlamıştır. “Kendileri ihtiyaç/zarûret içinde bulunsalar bile onları (misâfir ve muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”2032 âyeti, müslümanın her konuda din kardeşini kendisine tercih eder duruma getirdiğinin delilini teşkil etmektedir. Bu durumdan Yüce Yaratıcı memnun olmaktadır.2033 Diğer taraftan İslâm’ın oluşturduğu kardeşlik ve dostluk, yüz yirmi yıl birbirini öldüren iki düşman kabilenin kalplerini yumuşatmış,2034 vahşîlik, yerini sevgi, merhamet ve affetmeye bırakmıştır.
Nesep bakımından olan kardeşlik, İslâm kardeşliğiyle pekiştirilirse, akrabalar arasındaki dostluk ve sevgi daha da iyi olmaktadır. Din kardeşliği olmadan meydana gelen yakınlık, tamamen maddî çıkarlar üzerine kurulmaktadır. Böyle kardeşlerin mal mülk için birbirlerine ne kadar hasım oldukları bilinmektedir. Kur’an’ın haber verdiği Evs ve Hazrec kabilelerinin aynı ırka mensup kabileler olduğu bilinir. Bunların aralarına giren düşmanlık yaklaşık 120 sene devam eder.
2027] 9/Tevbe, 71
2028] 49/Hucurât, 11
2029] 5/Mâide, 56
2030] 3/Âl-i İmrân, 103
2031] 49/Hucurât, 11-12
2032] 59/Haşr, 9
2033] Bk. S. Buhârî, Tecrîd-i Sarîh Terc. 10/15-17, hadis no 1327
2034] 3/Âl-i İmrân, 103
VELÎ / DOST
- 379 -
Neticede İslâm’ı kabul etmeleri sâyesinde ırk ve din bakımından kardeş olurlar. Konuyla ilgili insanların dikkatini çeken Yüce Allah: “Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcasan, yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı.”2035 buyurarak İslâm’ın nasıl bir rol oynadığını haber vermektedir. Buna göre, insanlar arasında dostluğu kurmak, yüzünü Hakk’a ve onun peygamberine çevirmekle mümkündür. Nerede dünya sevgisi birinci sırayı almışsa, orada maddî çıkarlar, kin ve düşmanlık da ilk sırayı almıştır. Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu İslâm kardeşliğinin ve dünya barışının oluşması, İslâm’ın istediği dostluk ve kardeşliğin ilk sırayı almasıyla mümkün görülür. Konuyla ilgili Hz. Peygamber’in insanlara birtakım uyarıları bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kur’an’ın; doğru ve yanlışı, dost ve düşmanı tanımada mihenk taşı olmasıdır. 2036
Kur’ân-ı Kerim’de Velî ve Velâyet (Dost ve Dostluk) Kavramı
“Velî” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da toplam 232 yerde geçmektedir. “Velî” kelimesi, Kur’an’da 24 âyette geçer. Velî’nin çoğulu olan “evliyâ” kelimesi ise 62 yerde kullanılır. “Velâyet” kelimesi de iki âyette zikredilir. “Velî” kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de şu mânâlara gelir: Dost,2037 yardımcı ve taraftar,2038 hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamında.2039 Kur’an, bu son anlamda kullanılan velî ve evliyâ kavramlarını kullanırken; bazı âyetlerde yine hâkim/vâli/yönetici/sırdaş anlamına gelen “bitâne” ve “meveddet” gibi değişik kavramları da kullanır. 2040
Kur’ân-ı Kerim’de “velî” kelimesinin anlamlarını iki maddede toplayabiliriz. a) Yandaş, taraftar, dost, b) Başkası adına onun işlerini yöneten yetkili. “Velâyet” ve onun türevleri olan “velî” ve “mevlâ” kavramlarının Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde, dostluk, sırdaş, yardımcı, taraftar, hâkim, vâli, yönetici, koruyucu, sahip ve gözeten, yol gösterici, aydınlatıcı, mürşid, şefaat eden, koruyucu ve yücelten gibi sıfatlarla birlikte kullanılarak velâyetin mutlaka ilişkili olacağı kavramlara dikkat çekilmiş olduğunu görürüz.
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka bir velî/dost ve bir yardımcı yoktur.” 2041
“Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir velî/dost, ne de bir yardımcı vardır.” 2042
“Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.” 2043
2035] 8/Enfâl, 63
2036] R. Kaya, a.g.e., s. 194-196
2037] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 4/Nisâ, 45, 76, 119, 5/Mâide, 55 vd
2038] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 122; 4/Nisâ, 139; 5/Mâide, 51; 9/Tevbe, 71 vd
2039] 2/Bakara, 282; 3/Âl-i İmrân, 28; 9/Tevbe, 23; 18/Kehf, 26; 60/Mümtehıne, 1 vd
2040] 58/Mücâdele, 22; 3/Âl-i İmrân, 118
2041] 2/Bakara, 107
2042] 2/Bakara, 120
2043] 2/Bakara, 257
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin). Ancak onlardan (gelebilecek bir zarardan) korunmanız (takıyye) başkadır. Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekten sakındırıyor (Sakın hükümlerine aykırı davranıp düşmanlarını velî edinerek O’nun gazabına uğramayın). Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.” 2044
“... Allah, mü’minlerin velîsi/dostudur.” 2045
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” 2046
“Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.” 2047
“Mevlânız (Dost ve sahibiniz) Allah’tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.” 2048
“Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir velî/dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 2049
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirler) ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” 2050
“Kim Allah’ı bırakır da şeytanı velî/dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüş olur.” 2051
“Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost, taraftar edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.” 2052
“Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin bir delil vermek mi istersiniz?” 2053
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” 2054
2044] 3/Âl-i İmrân, 28-29
2045] 3/Âl-i İmrân, 68
2046] 3/Âl-i İmrân, 103
2047] 3/Âl-i İmrân, 118
2048] 3/Âl-i Imrân, 150
2049] 4/Nisâ, 45
2050] 4/Nisâ, 76
2051] 4/Nisâ, 119
2052] 4/Nisâ, 138-139
2053] 4/Nisâ, 144
2054] 5/Mâide, 2
VELÎ / DOST
- 381 -
“Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî/taraftar, dost edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir/taraftarıdır. Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır…” 2055
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 2056
“Sizin veliniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.” 2057
“Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri velî/dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” 2058
“Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).” 2059
“Onlardan (Ehl-i Kitaptan) çoğunun, inkâr eden kâfirlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır. ” 2060
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineyim? De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a şirk/ortak koşanlardan olma!’ (denildi.)” 2061
“... Gerçekten şeytanlar velîlerine/dostlarına sizinle mücâdele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a şirk koşan müşrik olursunuz.” 2062
“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin velîleri/dostları kıldık.” 2063
“Sensin bizim Velîmiz! Bizi bağışla ve bize acı; Sen bağışlayanların en iyisisin.” 2064
“Şüphesiz ki benim velîm/koruyucum, Kitabı indiren Allah’tır. Ve O, bütün sâlihlere/iyilere de velîlik/koruyucu ve kollayıcılık eder.” 2065
“Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” 2066
“Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve
2055] 5/Maide, 51
2056] 5/Mâide, 54
2057] 5 Mâide, 55
2058] 5/Mâide, 56
2059] 5/Mâide, 57
2060] 5/Mâide, 80-81
2061] 6/En’âm, 14
2062] 6/Enâm, 121
2063] 7/A’râf, 27
2064] 7/A’râf, 155
2065] 7/A’râf, 196
2066] 8/Enfâl, 73
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 2067
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2068
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” 2069
“İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına (evliyâullah), korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar, iman edenler ve takvâ sahibi olanlar (Allah’tan korkup sakınanlar)dır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. Işte büyük kurtuluş budur.” 2070
“Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, aksi halde size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka velîleriniz yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” 2071
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” 2072
“... Onlar için O’ndan başka bir Vâlî (yardımcı, dost veya hükmü geniş olan) yoktur.” 2073
“... Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların hevâlarına/arzularına uyarsan, işte o zaman Allah tarafından senin ne bir velîn/dostun, ne de bir koruyucun vardır!” 2074
“Onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” 2075
“... Onların (Göklerde ve yerde olanların), O’ndan başka bir velîsi/yöneticisi yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.” 2076
“... Siz Beni bırakıp da şeytanı ve soyunu evliyâ/dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır.” 2077
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 2078
2067] 9/Tevbe, 23
2068] 9/Tevbe, 24
2069] 9/Tevbe, 71
2070] 10/Yûnus, 62-64
2071] 11/Hûd, 113
2072] 12/Yusuf, 101
2073] 13/Ra’d, 11
2074] 13/Ra’d, 37
2075] 17/İsrâ, 73-74
2076] 18/Kehf, 26
2077] 18/Kehf, 50
2078] 18/Kehf, 102
VELÎ / DOST
- 383 -
“...Allah’a sarılın, bilin ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” 2079
“İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” 2080
“Seni tenzih ederiz (noksanlıklardan uzak tutarız), Sen bizim Velîmizsin” 2081
“Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız.” 2082
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost oluverir. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” 2083
“... Zâlimlerin hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Yoksa onlar Allah’tan başka velîler/dostlar mı edindiler? Hâlbuki velî/dost ancak Allah’tır.” 2084
“Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar (müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” 2085
“...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” 2086
“...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” 2087
“Allah, iman edenlerin mevlâsı/yardımcısıdır. Kâfirlere gelince, onların mevlâsı (yardımcısı) yoktur.” 2088
“Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” 2089
“Mü’minler ancak kardeştir” 2090
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında
2079] 22/Hacc, 78; 66/Tahrim, 2
2080] 25/Furkan, 26-29
2081] 34/Sebe’, 41
2082] 41/Fussılet, 31
2083] 41/Fussılet, 34-35
2084] 42/Şûrâ, 8-9
2085] 43/Zuhruf, 67
2086] 42/Şûrâ, 8
2087] 45/Câsiye, 19
2088] 47/Muhammed, 11
2089] 48/Fetih, 29
2090] 49/Hucurât, 10
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.” 2091
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 2092
“Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” 2093
Kur’ân-ı Kerim’de Arapların İslâm’dan önceki dönemde birbirinin düşmanı oldukları hatırlatılarak Allah’ın onların gönüllerini uzlaştırdığı ve böylece İslâm dini sâyesinde dost ve kardeş oldukları bildirilmiştir.2094 Kur’an’da sosyal barış ve uzlaşma, “Mü’minler ancak kardeştir,”2095; “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.”2096 gibi ifadelerle hükümlere bağlandığı için müslümanlar arasında düşmanlığın zuhur etmesine yol açacak tutum ve davranışların önlenmesi, kardeşlik ve dostluğun pekişmesi için tedbirler getirilmiştir. Nitekim çeşitli maddî ve mânevî hakların korunmasına yönelik ahlâkî, hukukî ve siyasî tedbirlerin öngörülmesi yanında; toplumda düşmanlık duygularının kabarmasına yol açacak kötülükler de yasaklanmıştır.
İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer.
“Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.”2097; “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 2098
Peygamber ve Onun Yolunu İzleyenler Dışındakileri Dost Kabul Edenler, Âhirette Büyük Pişmanlık Duyacaklar: “İşte o gün, gerçek hükümranlık, çok merhametli olan Allah’ındır. Kâfirler için ise, o pek çetin bir gündür. O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.” 2099
O Gün Dostlar, Düşman Kesilecek: “Allah’a saygı duyup kötülükten sakınanlar
2091] 58/Mücâdele, 22
2092] 60/Mümtehine, 1-2
2093] 60/Mümtehine, 7
2094] 3/Âl-i İmrân, 103
2095] 49/Hucurât, 10
2096] 9/Tevbe, 71
2097] 7/A’râf, 27
2098] 2/Bakara, 45
2099] 25/Furkan, 26-29
VELÎ / DOST
- 385 -
(müttakîler) müstesnâ olmak üzere, (dünyada iken kötülükte) dost olanlar, o gün birbirlerine düşman kesilirler.” 2100
Başta Yahûdiler Olmak Üzere Ehl-i Kitab’ın Çoğu, Kâfirlerle/İnkârcı Ateistlerle Dostluk Ederler: “De ki: ‘Ey Kitab ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın. İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmaları, taşkınlık yapmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (âhiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Durum şu ki, Allah onlara gazab etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları dost edinmezlerdi; fakat onların çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” 2101
Tâğutları Velî/Dost Edinmek: “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”2102 Zulumât, yani karanlıklar, gözlerin eşyayı idrâk ve onun varlığını tespite engel olduğu için küfre örnek olarak zikredilmiştir. Zira aynı şekilde küfür de kalp gözlerinin imanın hakikatini ve kendi akıl ve ruh sağlığını idrâke engel teşkil etmektedir.
Bu sebeple Allah, kullarına kendisinin mü’minlerin velîsi olduğunu, onlara imanın hakikatini, yollarını ve kaynaklarını, delillerini gösterdiğini, onları hidâyete erdirdiğini, küfrü gerektiren şeyleri giderip kalp gözlerinden karanlık perdelerini kaldırarak kendilerini şüpheleri giderecek delillere muvaffak kıldığını haber verir. Sonra, vahdâniyetini inkâr eden küfür ehlinden de haber vererek; onların velîlerinin, yardımcı ve savunucularının, Allah’ı bırakarak tapındıkları putlar ve kendisine şirk koştukları kimselerden ibaret tâğutlar olduğunu ve bu tâğutların onları iman nurundan çıkararak basîretlerini kör edip iman ışığının hakikatlerini, delil ve yollarını görmelerine engel olan küfrün şüphe karanlıklarına iteceklerini ifade ederek tâğutların velî edinilmemesini tâlim buyurmaktadır.
Tâğutlar, itikatlarına uygun olarak insanları sırât-ı müstakîmden çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü onlar aydınlıkta iş yapmak istemezler. Her tuttuklarını, aksine ve tersine sürüklerler. Devamlı karanlığa, gidilmedik çıkmaz sokaklara giderler. Akıl, mantık ve ilmi sevmezler; düşünceyi suç sayarlar, tefekküre giden yolları tıkarlar, fikirleri ve irâdeleri ifsâd eder, ahlâkları bozar, ardına taktıkları kimseleri, içinden çıkılmaz belâlara sürüklerler. Allah’a iman etmeyen kâfirler, tâğutlara küfür bile etseler, yani hiçbir kulpa yapışmayıp kendi kendilerine kalmak isteseler bile yeni tâğutların tasallutundan kurtulamayacak, her durumda tâğutlara takılmaya mecbur olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız yaşaması mümkün olmadığından Allah’ın teklifini, Allah’ın emirlerini dinlemeyenler, kesinlikle tâğutların emirlerine mahkûm olacaklardır. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, mü’minlerden, kendisini inkâr eden ve imanın hakikatini idrâke
2100] 43/Zuhruf, 67
2101] 5/Mâide, 77-81
2102] 2/Bakara, 257
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
engel olan, dost edinmek sûretiyle peşinden gidenleri küfrün karanlıklarına çekecek olan tâğutu velî edinmemelerini istemektedir. Çünkü tâğutun velîlerinin kâfirler olduğunun haber verilmesi, mü’minlerin Allah’ın koyduğu hudûdu aşan, kendilerini veya düzenlerini Allah’ın nizamına alternatif olarak sunan tâğutları velî/dost kabul etmesi, aklın ve mantığın da mümkün görmeyeceği bir çelişkidir. Çünkü “Allah, bir insanın göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır.”2103 Kişi ya Allah’ı ve Allah’ı sevenleri, Allah tarafından sevilenleri dost kabul edecek; ya da tâğutları dost kabul ederek Allah’ın dostluğunu, yani mü’minliği kaybedecektir.
Allah’ın Düşmanlarını ve Mü’minlerin Düşmanlarını Dost Edinmek: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 2104
Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “...Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.”2105; “...Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.”2106; “...Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” 2107
Onursuz Kâfirleri Dost Edinenler, İzzet ve Şerefi Onların Yanında mı Arıyor? “Münâfıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, onur ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah’a aittir.”2108; “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır...”2109; “...İzzet, üstünlük ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” 2110
Mü’minlerin Kâfirleri Velî/Dost Edinmesi: İslâm dini, insana, insan olma hak ve hürriyetini en doğru ve âdil şekilde veren ve herkese insanca muâmele edilmesini emreden ilâhî bir dindir. Bununla beraber bu dinin, müslümanları gayr-ı müslimlerin bâtıl inanç ve sultası altına bırakmayacağı da açıktır. Nitekim Kur’an, müslümanların, İslâmî nizama halel getirecekleri ve müslümanları doğru yoldan saptıracakları endişesiyle sırlarına vâkıf olacak şekilde gayr-ı İslâmî unsurlarla samimiyet kurup dost ve ahbap olmalarını uygun görmemiştir.
“Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları
2103] 3/Ahzâb, 4
2104] 60/Mümtehine, 1-2
2105] 42/Şûrâ, 8
2106] 45/Câsiye, 19
2107] 2/Bakara, 193
2108] 4/Nisâ, 138-139
2109] 35/Fâtır, 10
2110] 63/Münâfıkûn, 8 ve yine bk. 10/Yûnus, 65
VELÎ / DOST
- 387 -
desteklemiştir...” 2111 “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”2112; “Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur (artık O’ndan hiçbir şey beklemesin)...” 2113
Bu ve benzeri âyetler, çok net bir üslûpla, mü’min sayılmak için her çeşit müşrik ve kâfiri velî edinmekten kaçınmanın şart olduğunu ifade etmektedir. Allah sevgisiyle Allah düşmanlarının sevgisini kalbinde birleştirmesi mümkün olmadığından kâfirleri velî edinmek mü’mine yakışmaz. Allah’ı seven, O’nun düşmanlarına buğzetmek zorundadır. İmanla küfür arasında hiçbir yakınlık ve ilişki yoktur. Âyetler, kâfir ve müşriklere karşı muhabbet ve samimî dostluk gösterilmesine müsâade etmediği gibi, sorumluluğunu onlara bırakıp onları yönetici kabul etmelerine de izin vermez. Allah Teâlâ, mü’minleri, Allah’ın âyetlerini inkâr eden veya onlarla alay eden kâfirlerle birlikte oturmayı yasaklamakta2114 ve onların dünyadaki konforlarına ve servetlerine bakıp imrenmekten de nehyetmektedir: “Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin (âhiretteki) rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” 2115
Kâfirleri dost kabul etmemek, onlarla devamlı kavgalı ve savaş şartları içinde yaşamak değildir. Mü’minler, kâfirlere karşı güzel davranış, adâlet ve ihsan ile hareket etmekten men edilemezler. Çünkü kâfirleri velî edinmemek başka; onlara karşı hüsnü muâmele, adâlet ve ihsan ile hareket etmek daha başka bir şeydir. Haklara riâyet verilen sözde durmak, ciddiyet, merhamet ve imanın gereği olan her çeşit güzel huylar müslümanın şiarıdır. Fakat mü’minin her şeyden önce din ve imanında samimi olması gerekir. Allah’tan başkasına nefsini teslim etmeyecek olan mü’minin, kendisini herhangi bir sebepten dolayı kâfirlerin dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırıdır. Dünyevî hususlarda kâfirlerle zâhiren güzel davranış ve insanî ilişkilerde bulunmak haram değildir. Ama onlara meyletme, günahta yardım etme ve onlara arka çıkma mânâsında kâfirleri velî/dost edinmek, meselâ akrabalık sebebiyle bu tür yakınlık, küfrü icap ettirmese bile haram kabul edilmiştir. Çünkü bu anlamda kâfir kimseyi sevmek, bazen mü’mini onun yolunu güzel görmeye ve dinine râzı olmaya cezbedebilir. Bu da onu İslâm’dan çıkarır.
“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri velî/dost edinmesinler...”2116 hitâbından maksat, onlarla her türlü dünyevî ilişkileri kesip devamlı düşmanca davranmak değil; onların hükümranlıklarını ve yönetim şekillerini desteklemek, müslümanların sırlarını onlara ifşâ ve müslümanların aleyhine onlarla ittifak edecek şekilde gönül dostu olmak ve onların inançlarını benimsemekle olur.
Mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet ilişkisini durum ve şartlara göre mubah, haram ve küfür olmak üzere üç kategoride ele almak mümkündür:
2111] 58/Mücâdele, 22
2112] 9/Tevbe, 23
2113] 3/Âl-i İmrân, 28
2114] 4/Nisâ, 140
2115] 20/Tâhâ, 131
2116] 3/Âl-i İmrân, 28
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1- Mubah sayılan ilişki: Kalben sevgi ve muhabbet beslemeksizin insan olmaları hasebiyle dünyevî hususlarda zâhiren güzel ilişkilerde bulunmak ve insan haklarına saygılı davranarak adâletle muâmele etmek.
2- Haram sayılan velâyet: Dinlerinin bâtıl olduğunu kabul etmekle birlikte akrabalık veya kişisel muhabbet sebebiyle kâfirlerle karşılıklı olarak yardımlaşmak, işbirliği yapmak ve onlara meyletmek şeklinde ortaya çıkan velâyet, yani dostluktur. İşte bu durum, küfrü gerektirmese de şer’an yasaklanmıştır. Zira bu çerçevede birbirleriyle ilişkiyi sürdürmek, bazen mü’minlerin onların yolunu benimsemesine ve dinlerine rızâ göstermesine sebep olabilir. Bu da neticede kendilerini dinlerinden çıkarabilir.
3- Küfrü gerektiren velâyet: Kâfirlerin dinlerini ve yaşantılarını benimseyip kalben onlara sevgi ve muhabbet göstermek, mü’minlerin aleyhine onlara arka çıkmak, mü’minlerin gizli ve mahrem sırlarını onlara ifşâ edecek şekilde onları velî/dost edinmektir. Bu, onların küfrünü tasvip etmek ve ona râzı olmak anlamına gelir. Küfrü tasvip ve küfre rızâ, küfür olduğundan, onlarla bu çeşit velâyet/dostluk ilişkisi kurmak küfrü gerektirir. “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin... Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.”2117; “Sen, zikrimize iltifat etmeyen ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” 2118
İman edenler, bütün dünya görüşlerini ve hayatlarını tanzim edecekleri esasları Kur’an’dan almaları gerektiği gibi; sevgi, muhabbet, buğz ve nefret ölçülerini de Kur’an’dan almak zorundadırlar. Allah’ın dini, tevhid dini olduğuna göre mü’minin muhabbet ve dostluğu, yalnız bu dairenin içerisinde cereyan etmelidir. Hem Allah’ı, hem de O’nun düşmanlarını sevmek, mantıkî bir çelişkidir. 2119
Düşmanlıkta Aşırı Gidilmemesi, Düşman Bir Toplumun Bir Gün Dost Olabileceği: “Olur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Allah, gücü (her şeye) yetendir, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”2120 Bu âyette Allah, düşmanlıkta aşırı gidilmemesini, düşman bir toplumun, bir gün dost olabileceğini bildirmiştir. Nitekim Peygamber’in ve müslümanların can düşmanı olan Mekke ve çevresi müşriklerinin çoğu sonradan İslâm’a girmişler, onların çocukları, Allah yolunda cihad eden mü’minler olmuşlardır. Böylece âyette belirtilen ilâhî vaad gerçekleşmiştir. Bizim için de aynı uyarı geçerlidir ve aynı netice mümkündür. O yüzden müslümanlar, düşmanlarına karşı ölçülü olmaya, aşırı düşmanlıktan sakınmaya, adâlet ve insafa yöneltilir.
Peygamberimiz (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurur: “Sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz et; bir gün dostun olabilir.” 2121
Kişinin günah ve haksızlık yapmasına sebep olan her şey, düşman sayılır. Kişi için en tehlikeli düşman ise dost gözüken düşmandır. Allah’a yaklaştıran her şey mü’minin dostu, Haktan uzaklaştıran her şey de onun düşmanıdır. Müslüman, eşi ve çocuklarıyla ayrıca iman kardeşliği oluşturmalı ki, onlarla gönülden
2117] 60/Mümtehine, 1
2118] 53/Necm, 29
2119] Mikdat Öccü, Kur’an’da Velî ve Velâyet, s. 95-96
2120] 60/Mümtehine, 7
2121] Tirmizî, Birr 60
VELÎ / DOST
- 389 -
samimi bağ, candan sevgi oluşsun.
Düşmanı Yakın Bir Dost Haline Getirmek İçin Güzel Tavır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.”2122 Bu âyete göre kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Bu davranış, her kişinin değil; er kişinin yapabileceği özelliktir: “Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”2123 Bu âyetlere göre müslümanların hareketleri hasene (iyilik), kâfirlerinki ise seyyie (kötülük) şeklinde nitelendirilir. Fahreddin Râzî, âyette geçen “(hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse”leri, yüksek ahlâkî erdemlere sahip kişiler olarak anlar ve bu âyetlerin, insanlara hakkı kabul ettirmeye, onları düşmanlıktan vazgeçirmeye yönelik dâvet ve irşad faâliyetlerinde sabır, sevgi ve hoşgörü ile davranmanın önemini ortaya koyduğunu belirtir.2124
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” 2125
“...İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” 2126
“Ey iman edenler” Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Hâlbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” 2127
Bu âyetlerde mü’minlere hitâben hem Allah’ın, hem de kendilerinin düşmanı olan, Allah’tan gelen hakkı inkâr edenleri dost edinmemeleri, onlara sevgi beslememeleri; şayet onlar mü’minlere gâlip gelseler, yaman düşman kesilip elleriyle, dilleriyle mü’minlere zulmedecekleri ve onların inkâr etmelerini isteyecekleri; âhirette akrabanın veya çoluk çocuğun bir faydası olmayacağı belirtilmektedir.
Hadis-i Şeriflerde Velâyet/Dostluk
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 2128
“Dostunu/sevdiğini ölçülü sev; bir gün düşmanın olabilir. Sevmediğine de ölçülü buğz
2122] 41/Fussılet, 34
2123] 41/Fussılet, 35
2124] Mefâtihu’l-Gayb, 41/Fussılet, 35 âyetinin tefsiri
2125] 3/Âl-i İmrân, 103
2126] 5/Mâide, 2
2127] 60/Mümtehine, 1-2
2128] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
et; bir gün dostun olabilir.” 2129
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2130
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” 2131
“İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.” 2132
“Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.” 2133
“Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama” 2134
“İnsan, sevdiği ile beraberdir.” 2135
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azabından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 2136
“Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müslümandan berîyim/uzağım.” Ashâb; “Niçin yâ Rasûlallah?” diye sorunca, şöyle buyurdu: “Çünkü o ikisinin ateşi birbirini görmez.” 2137
“Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” 2138
“Sakın zanna yer vermeyin; zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin (gizli kusurları araştırmayın), rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahrik etmez. Kişiye kötülük olarak, müslüman kardeşini hakir görmesi yeterlidir. Her müslümanın canı, malı, kanı ve ırzı diğer müslümanlara haramdır. Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. Sakın ha, birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Ey Allah’ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz.” 2139
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selâmını almak, hasta ziyaretine gitmek, cenâzesine katılmak, dâvetine icâbet etmek, aksırınca ‘yerhamukelllah’ demek.” 2140
“Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz.
2129] Tirmizî, Birr 60
2130] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2131] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
2132] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
2133] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159
2134] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
2135] Müslim, Birr 161
2136] Tirmizî, Zühd 64
2137] Ebû Dâvud, III/45, hadis no: 2645
2138] Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787
2139] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
2140] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4; Ebû Dâvud, Edeb 98
VELÎ / DOST
- 391 -
Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” 2141
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misâli, bir bedenin misali gibidir. Ondan bir uzuv rahatsız olursa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve harâretle ona ortak olurlar.”
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celâlim adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 2142
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celâlim adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 2143
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 2144
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah'a yemin ederim ki onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2145
“Kişi (kıyâmet gününde) sevdiğiyle beraberdir.” 2146
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da o sebeple onu kıyâmet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun ayıbını kıyâmet gününde örter.” 2147
“Din nasihatten ibarettir!” Yanında bulunanlar; ‘kim için ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sormaları üzerine, şöyle buyurdu: “Allah için, Peygamber için, müslümanların imanları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez; ona yalan söylemez; ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır. Onda bir rahatsızlık görürse bunu onda izâle etsin (gidersin).” 2148
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur;
2141] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66; Kütüb-i Sitte Terc. 10/133
2142] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
2143] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
2144] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
2145] 10/Yûnus, 62, Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
2146] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Kütüb-i Sitte Terc. 10/44
2147] Ebû Dâvud, Edeb 46, hadis no: 4893; Tirmizî, Hudûd 3, hadis no: 1426; Kütüb-i Sitte Terc. 10/147; Benzer bir hadis için bk. Müslim, Zikr 38, hadis no: 2699; Kütüb-i Sitte Terc. 10/149
2148] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1928; Müslim, İman 95
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren2149 büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır2150, zâlimlerden olmaktır2151 ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır.2152 Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddedip (yaptığı olumlu şeyleri) inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.”2153 Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” 2154
Allah’tan başka ilâh olmadığına dair şehâdetin ve tanıklığın gerçekleşmesi için, kişi sevdiğini sadece Allah için sevecek, buğzettiğine de Allah için buğzedecektir. Dost ve velî edindiği kimseyi Allah rızâsı için dost edinecek, düşman kabul ettiklerini de, onlar Allah’a karşı oldukları için düşman tanıyacaktır. Müslüman, Allah’ın sevdiklerini sevecek, O’nun gazab ettiklerine, buğzettiklerine de buğzedecektir. Nerede bulunursa bulunsun, her çeşit kâfire düşmanlık gösterecek, onun velâyetini tanımayacaktır. Bu kâfir, en yakını/akrabası bile olsa, onu dost kabul edip sevemeyecektir.
Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”2155 İbn Abbas şöyle der: “Kim Allah için sever, Allah için buğzeder ve Allah için dostluk ve velâyet yetkisini kullanır, Allah için düşmanlık beslerse, o kimse bu yaptıkları sâyesinde gerçekten Allah’ın dostluğuna erişir (Allah’ın dostluğunu velîliğini kazanmış olur). Bir kimse de, bu nitelikleri taşımadığı sürece, ne kadar çok namaz kılıp oruç tutsa da, imanın hazzına ve tadına erişemez. Çünkü böyle insanlarla olan kardeşliğini (münâsebetini) sırf dünya ilişkilerine
2149] 3/Âl-i İmrân, 28
2150] 60/Mümtehine, 1
2151] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
2152] 5/Mâide, 51
2153] 2/Bakara, 256
2154] 53/Necm, 29
2155] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
VELÎ / DOST
- 393 -
bağlamıştır. Böyle bir hal ise kişiye asla hiçbir şey kazandıramaz.” 2156
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, tüm kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur. 2157
Her din ve ideolojinin dostluk ve düşmanlık anlayışı kendine hastır: Komünizmin, enternasyonalizmin, hümanizmin dost-düşman anlayışı kendi bâtıl dinleri, yani ideolojileriyle ilgilidir. Kendi yoldaşları onlar için sınır tanımaz dost; kendi ulusu, farklı ideolojiye mensupsa düşmandır. Nâzım Hikmet’in deyişiyle “Vatanım rûy-ı zemîn, milletim nev-i beşer” anlayışı. (Müslümanın vatanı, İslâm’ın hâkim olduğu yer, yani dâru’l-İslâm; milleti, bütün Muhammed ümmeti, yani tüm müslümanlar olmalı.) Batı dünyasının ve özellikle ABD’nin dostluğu düşmanlığı yok, çıkarları, ülke menfaatleri vardır. Ama, bununla beraber, onları bizden ve hatta onlardan iyi tanıyan Rabbimiz’in hükmü: “Onların milletine/dinine uymadıkça yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmayacaklardır.”2158 Batıyı örnek almaya çalıştığı halde ne batılı olabilen ne doğulu kalabilen ülkelerdeki dostluk-düşmanlık anlayışı da kaypak mı kaypaktır. Tarih kitaplarına bile bu renksiz ve kimliksiz bakış yansır. “Düşmanlar, ülkeyi işgal etti, düşmanlar şunları yaptı...” Ama, düşmanların kim olduğu net değildir. Kurtarıcılar, ülkeyi düşmanlardan kurtardılarsa, düşmanların işgal ettiğinde uygulayacakları kanun, ahlâk, eğitim vb. icraat niye onlardan daha katı ve baskıcı şekilde uygulanır ve İslâm birinci tehlike ve büyük düşman ilân edilir? Bu kimliksiz yaklaşım, hangi ülkelerle dost, hangileriyle düşman olunduğu belli olmayacak zikzaklar çizen tavırları getirir... Irkçı milliyetçilere göre dostluğun ölçüsünü kan belirleyecektir. Düşman da başka ırklardır: “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!”, “her şey Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından!”, “Tanrı Türkü korusun!”
Mü’min için ölçü nettir: Allah için sevgi, Allah için buğz; Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık. Dost, gerçek Velî’ye, ölümsüz Dost’a bizi yaklaştıran; düşman da, bizi O’ndan uzaklaştırandır. Allah’ı gerçek anlamda “tek dost” kabul eden, hiç O’nun düşmanlarını, O’na dost olamayanları sevebilir mi?! “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”2159; “Muhammed Allah’ın Rasûlü/elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (şiddetli), kendi aralarında ise merhametlidirler...” 2160
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati
2156] Hilyetü’l-Evliyâ, 1/312
2157] Tirmizî, hadis no: 2696
2158] 2/Bakara, 120
2159] 5/Mâide, 54
2160] 48/Fetih, 29
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.” 2161
Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia değildir. Allah’a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla isbatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibarettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”2162 Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki veya bağları koparmaktır. “Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.”2163; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı.” 2164
Sevgi ve dostluğun gerekleri vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: Allah için yardım, ikram, saygı, gerek kalple ve gerek dış görünüş ve tavırlarla kişinin sevdiğiyle beraber olması. Hayatın zorluklarına ve kâfirlerin baskılarına karşı ona destek olup moral vermek, onu küfre ve kâfirlere karşı güçlü ve hâkim kılmak, üzüntüsüne ve sevincine ortak olmak. Allah’ı sevmek ve Allah’la dost olmak demek; Allah’ın dostlarını sevmek, onlara yardımcı olmak, onların yanında yer almak, Allah’ın dinine yardım etmek demektir.
“Kişi, dostunun dini üzeredir. İnsan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” 2165
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah” ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan”dır; üçüncü bir grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.”2166; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” 2167
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik,
2161] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
2162] 3/Âl-i İmrân, 31
2163] 49/Hucurât, 7
2164] 3/Âli- İmrân, 103
2165] Tirmizî, Zühd hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
2166] 2/Bakara, 257
2167] 4/Nisâ, 76
VELÎ / DOST
- 395 -
kâfir, hıristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır, yoldan çıkmışlardır.”2168; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!”2169 Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!” diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz2170 olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...
Bazı kâfirlere, dost olmanın ötesinde, hatta hayranlık duyanlar, destekleyip alkışlayanlar, onları velî kabul ederek seçip işbaşına getiren, yetki verenler, onların izini takip eden, itaat eden, onları örnek alanlara ne demeli!? Keler deliğine girseler bile onlara imrenip taklit etmeye çalışan, onları model kabul edip modalarına uyanlara nasıl bir sıfat bulmalı!?
“(İnançta ve amelde) Bizden başkasına benzeyen Bizden değildir.”2171 diyen Rasûl’ün onları reddettiğini, daha doğrusu onların bu davranışlarıyla Rasûl’ün yolunu reddetmiş olduklarını görmek zorundayız. Bu tesbit, câhil müslümanları dışlayıp tekfir etmek, onları kendi hallerine terketmek için değil; muhâtaplarımızı tanımak, hastalığı teşhis edip tedavi için bize çok şeyler düştüğünü, görevimizin ve sorumluluğumuzun çok büyük olduğunu kabullenmek için olmalı. Bu değerlendirme, konum tesbiti açısından önemli; çevremizde bize ve yakınlarımıza da sirâyet etme ihtimali olan bulaşıcı şirk mikroplarının tanınması ve tedbir alınması için...
Gerçek mü’min, İslâm şahsiyetini ve müslüman kimliğini yüce ve aziz tanımak, bütün kâfirleri ve münâfıkları zelîl/aşağılık bilmek; bu sebeple onlara karşı onurlu ve zorlu olmak mecbûriyetindedir. “İzzet (yücelik, kuvvet ve hâkimiyet) yalnız Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve gerçek mü’minlerindir. Ne var ki, münâfıklar bu gerçeği bilmez, anlayamazlar.”2172 Mü’min, İslâm şahsiyetinin yüceliğine inanmak zorunda olduğu gibi, bütün kâfirlerin aşağılık olduklarına, hayvanlardan daha sapık ve pislik olduklarına inanmakla da yükümlüdür. “(Ey Peygamber!) Sen onların çoğunluğunu (Hakkı) dinler, akıllarını kullanır mı sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidirler; hatta yolca daha da sapıktırlar.”2173 “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir...” 2174
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri yahut
2168] 5/Mâide, 81
2169] 5/Mâide, 51
2170] 2/Bakara, 279
2171] Tirmizî, hadis no: 2696; Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5347
2172] 63/Münâfıkûn, 8
2173] 25/Furkan, 44
2174] 9/Tevbe, 28
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, imanı yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah’ın tarafında olanlardır.”2175 Bu âyet-i kerime, Allah taraftarlarıyla şeytan yandaşları arasında tam ve kesin bir ayrılığın olması gerektiğini ortaya koymuş oluyor. Mü’minin her türlü câzibeden ve her çeşit tarafgirlikten sıyrılarak müslümanların safında yer alması, bir tek kulpa sarılması ve bir tek ipe bağlanması gerekir. İslâm’ın olduğu yerde ırkçılık, nesebcilik, akraba savunuculuğu, aile asabiyeti ve yakınlık dâvâsı yok; vatan, cins, asabiyet ve kavmiyetçilik, bölgecilik vb. bir şey yok. Allah’ın istediği şeylerin dışında hiçbir şeyi tabulaştırmak yok. Sadece ve sadece akîde ve onun bayrağı altında durmak vardır.
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.
İman, kabul etmeye ve sözleşmeye dayalı bir dostluk simgesidir. Bunun neticesi de Yaratıcı’ya teslim olmaktır. Bu teslimiyet, ahd, mîsak ve velâ kavramlarıyla ifade edilir. İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.”2176 İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; İnsanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır” atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır” vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.
Velîliği Gerekli Olanlar: Müslümanlar Allah’ı, O’nun elçisini ve mü’minleri velî/dost olarak bilmek zorundadırlar. Allah’ı, Peygamberi ve mü’minleri velî edinenler “hizbullah/Allah taraftarı” ünvânını kazanırlar ve onlar şüphesiz bâtıl taraftarlarına karşı üstün gelirler. Velâyet gerçeğini anlamış olan iman sahibi
2175] 58/Mücâdele, 22
2176] 20/Tâhâ, 117-119
VELÎ / DOST
- 397 -
kimse, gerçek ve değişmez velî olarak Allah’ı tanır.2177 Bu şuura eren bir mü’min, Allah’ın dışındaki kimselerle kuracağı dostlukta hareket noktası Allah’a ait velîlik ölçüsüdür. Yani o, Allah’a velî olanlarla velilik bağını kurar, ama Allah’ın düşmanlarına velî gözüyle bakamaz.
Kur’an, mü’minlerin dostlarını (velîlerini) şöyle açıklıyor: “Sizin velîniz, ancak Allah, (O’nun) Rasûlü, rukû’ ediciler olarak namaz kılan ve zekâtı veren mü’minlerdir.”2178 Velâyet, her şeyden önce bir iman, duygu ve birbirine destek olma beraberliğidir. Bundan dolayı bütün müslümanlar karşılıklı velî olmak durumundadırlar. Bunun ilk örneğini sahâbe toplumunda görüyoruz. İman edip Allah için hicret eden Muhâcirler ile onlara yardım eden Ensar birbirlerinin velîsidirler. 2179
“Mümin erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği (ma’rûfu) emrederler, kötülükten (münkerden) alıkorlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah onlara rahmet edecektir. Allah daima Aziz’dir (üstündür), Hakim’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).”2180 Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, İslâm’ı ihlâsla yaşayan takvâ sahibi mü’minlerle veli/dost olmak zorundadırlar. Bu tavır imanın gereğidir.
Velî Edinilmesi Yasak Olanlar: Allah’ı bırakıp, ya da O’nun yanında özellikle kendisine kulluk yapma anlamında velîler (putlar) bulmak câiz değildir. Böyle yapanlar Allah’a şirk koşmuş olurlar. Allah’tan başkalarını velî (dost-yardımcı) tutanların hali örümceğin yuvasının durumuna benzer. Örümceğin yuvası hem çok zayıftır hem de emniyetli değildir.2181 Müslümanlar da insanlardan bazılarını veli (dost-yardımcı) edinemezler. Çünkü Rabbimiz müslümanlarla diğer insanlar arasında olması gereken velâyetin sınırlarını çiziyor, mü’minlere kimden fayda, kimden de zarar geleceğini haber veriyor.
Kur’an, İslâm’a karşı mücâdele eden ve müslümanlara düşmanlık besleyen kitap ehlinin velî/dost ve sırdaş edinilmesini yasaklıyor.2182 “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun (konusu) edinenleri ve kâfirleri velî olarak tutmayın. Ve eğer inanıyorsanız, Allah’tan ittika edin (korkup sakının).”2183; “Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları velî edinmeyin, onlar birbirlerinin velîleridir. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır…” 2184
Müslümanlar, kendi din kardeşlerini bırakıp Kur’an’ın kâfir dediği kimseleri velî/dost edinemezler.2185 Hatta mü’minler, küfrü imana tercih eden, İslâm’dan yüz çeviren ana babaları bile olsa onları velî edinemezler.2186 “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’tan apaçık olan kesin
2177] 3/Âl-i İmrân, 68
2178] 5 Mâide, 55
2179] 8/Enfâl, 72
2180] 9/Tevbe, 71
2181] 29/Ankebût, 41
2182] 5/Mâide, 80-82
2183] 5/Mâide, 57
2184] 5/Maide, 51
2185] 3/Âl-i İmrân, 28; 18/Kehf, 102 vd.
2186] 9/Tevbe, 23
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir delil vermek ister misiniz?” 2187
Kur’an, şeytanın da velî edinilmesini yasaklıyor. Onu velî edinen şüphesiz büyük zarara uğrar.2188 Onu velî edinenler Kıyâmet gününde ondan başka velî (yardımcı) bulamazlar.2189 Şeytan ancak iman etmeyenlerin velîsidir.2190 Üstelik şeytanlar kendi velîlerine (dostlarına) mü’minlerle mücâdele etsinler diye telkinde bulunurlar. Mü’minler, şeytanların dostlarına itaat ederlerse müşriklerden olurlar. 2191
Hiç bir faydası ve zararı olmayan putları velî haline getiren müşrikler büyük bir yanılgı içerisindedirler.2192 Putları velî edinenler, onların şefaatlerini, yardımlarını ve desteklerini beklerler.2193 Buradan hareketle denilebilir ki, putlardan ilâhî yardım, destek ve sevgi, yakınlık ve iyilik beklemek, onları tanrı haline getirmenin göstergesidir. Allah’a ‘Velî’ denilmesi, tıpkı O’na ‘Rab’ denilmesi gibidir. Çünkü ilâhî yardım, destek, dostluk, yakınlık ancak O’ndan gelir, O, bütün insanların işlerinin velîsidir. Bu anlamda velâyet hakkı sadece O’nundur.
Tapınılmak için uydurulan tanrılar, ya da kendini tanrı yerine koyan, Allah’ın hükümleri yerine kendi ilkelerini uygulayan tâğutlara veli/dost gözüyle bakılamaz. “Allah, mü’minlerin velîsidir (dostu ve yardımcısıdır). Onları karanlıklardan nûra çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur. O da onları nûrdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateşin (cehennemin) arkadaşıdırlar, orada devamlı kalıcıdırlar.” 2194
Allah’ın gazap ettiği topluluklarla da velâyet bağı kurulamaz. Çünkü onlar yaptıkları büyük hatalarla yoldan çıkmışlardır ve Allah’ın gazabını hak etmişlerdir.2195 Müslümanların düşmanı oldukları gibi, Yüce Allah’ın ve O’nun dininin de düşmanı olan müşrik kimselere velî olunmaz. Allah rızası için yola çıkmış mü’minler, haktan ayrılmış bu gibilere velî/dost gözüyle bakamazlar.2196 Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar da müslümanlara velî olamazlar. Mü’minler, çevrelerinde münâfıkların zararlı faaliyetlerini gördükleri, onların müslümanları aldatıp çıkar sağladıklarını bildikleri halde onları velî/dost edinemezler. Toplumun velâyetini, yani yönetim yetkisini bu iki dinli kimselere emanet edemezler. 2197
Farsça’da “seven, sevgili, yâr” anlamındaki “dost” kelimesinden dilimize geçen dostluk, İslâmî literatürde sadâkat, uhuvvet, meveddet, sohbet gibi değişik kelimelerle ifade edilmiş, ayrıca “velî” ve “rafîk” kelimeleri başka anlamları yanında, dost mânâsında da kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok geçen kelime, “velî”dir. İnsanlar arasındaki samimiyet ve sevgiye dayalı bağlılık haline dostluk diyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de dostluk, bütün mü’minlerin şiarı ve özelliği olarak gösterilir: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirlerinin
2187] 4/Nisâ, 144
2188] 4/Nisâ, 119
2189] 16/Nahl, 63
2190] 7/A’râf, 27
2191] 6/En’âm, 121
2192] 13/Ra’d, 16
2193] 22/Hacc, 13; 39/Zümer, 3
2194] 2/Bakara, 257
2195] 6/Mümtehıne, 13; 58/Mücâdele, 14-15
2196] 60/Mümtehıne, 1-2
2197] 4/Nisâ, 88-91
VELÎ / DOST
- 399 -
dostudurlar.”2198 Dostluk, ancak Allah içindir. İslâm dışı bir gâye için dostluk kurulmamalıdır. “Sizin dostunuz Allah, O’nun elçisi (Hz. Muhammed) ve iman edenlerdir.”2199 Dostlukların kurulmasında kan bağı yerine inanç birliğinin esas alınması gerekir: “Ey iman edenler! Eğer iman yerine küfrü beğenip tercih etmişlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi bile velî/dost kabul etmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.” 2200
Allah’ın iman edenlerin dostu olduğunu bildiren âyetlerin çoğunda “velî” kelimesinden sonra “nasîr”, “şefî’”, “vaak”, “hamîd” , “mürşid” gibi sıfatlara veya benzer mânâlar ihtivâ eden ifadelere yer verilerek dostun sevdiği için bir yardımcı, koruyucu, kurtarıcı, yüceltici, iyiliğe yöneltici olması, bu şekilde dostluğun sevgiye dayanması ve pratik ahlâkî sonuçlar doğurması gerektiğine işaret edilmiştir. Mü’minlerin kardeş olduğu,2201 vaktiyle onlar birbirine düşman iken Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla dost ve kardeş olduklarını2202 bildiren âyetler de geniş kapsamlı dostluğun önemini anlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de yine dostluk anlamında kullanılan “hulle” kelimesi, sözlüklerde genellikle “kalbin derinliklerine nüfuz ederek kökleşen engin dostluk” şeklinde açıklanmaktadır. Allah’ın Hz. İbrâhim’i dost (halîl) edindiğini,2203 âhirette zâlimlerin “keşke falanı dost edinmeseydim!”2204 şeklindeki pişmanlığını anlatan âyetlere göre hulle kelimesi, ilgili diğer terimlerden daha dar kapsamlı, fakat daha içten, güçlü bir dostluğu ifade etmektedir.
Hadis-i şerifteki “Kişi, dostunun (halîl) dini üzeredir.”2205 ifadesi, dostluğun ancak ahlâkî, psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler arasında kurulabileceği şeklindeki görüşün özlü bir ifadesidir. İnsanların farklı tabiat ve karakterlerde yaratılmış olmasının bu uyuşma ve kaynaşmadaki rolünü belirten “Ruhlar bir araya getirilmiş gruplar gibidir; tanışıp uyuşanlar birleşir, uyuşmayanlar ayrılır.”2206 meâlindeki hadis, dikkat çekicidir. 2207
Kur’an, kâfirleri dost edinmeyi yasaklar: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur, artık Allah’tan hiçbir şey beklemesin. Ancak onlardan (kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden) sakınma haliniz (takıyye) başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş, yalnızca O’nadır. De ki: ‘İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye gücü yetendir.”2208 Müfessir Beyzavî, bu âyetin tefsirinde şöyle diyor: Eğer kalplerinizde kâfirlere karşı bir sevgi ve dostluk meyli varsa, onu saklasanız da, açığa vursanız da Allah bilir. Zira göklerde ve yerde olan her şeyi bilen Allah, elbette sizin gizlinizi de âşikârınızı da bilir. Ayrıca O, kâfirlere dost olmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan
2198] 9/Tevbe, 71
2199] 5/Mâide, 55
2200] 9/Tevbe, 23
2201] 49/Hucurât, 10
2202] 3/Âl-i İmrân, 103
2203] 4/Nisâ, 125
2204] 25/Furkan, 28
2205] Tirmizî, Zühd 45, hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
2206] Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr 159
2207] Mustafa Çağrıcı, TDV İslâm Ansiklopedisi, 9/511-512
2208] 3/Âl-i İmrân, 28-29
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vazgeçmezseniz, sizi cezalandırmaya da kadirdir. Kısaca, O’nun muttalî olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre, O’nun emrine âsi olmak cür’etini göstermeyin.
Allah düşmanlarını sevmek, mü’mine yakışmaz; zaten kâfirler de mü’minleri sevmezler: “Ey iman edenler! Sizden olmayanı dost, sırdaş edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan, size fenâlık etmekten geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sînelerinin gizlediği (içlerinde sakladıkları düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık, eğer düşünürseniz.”2209; “Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar.”2210 Mü’minler, birbirlerine kızıp da kâfirlere yönelemezler: “Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmeyin.”2211 Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan, dostunun dinindedir. Bundan dolayı dost edineceği kişiye dikkat etsin.”2212; “İnsan, sevdiği ile beraberdir.”2213 Mü’minler birbirleriyle dostluk yapmazlarsa ne olur? “Kâfirler, inkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde büyük fesat/kargaşa, büyük bozgun ve fitne çıkar.” 2214
Dünya hayatında her insanın onunla samimi olacağı, duygularını paylaşacağı, seveceği ve sevileceği, görüş birliğinde bulunacağı dostlara ihtiyacı vardır. Dostluklar, Allah rızâsı için ve çıkarsız olursa sürekli olur. Bir mü’minin genel olarak bütün mü’minlere dostluk göstermesi gerekir. Ayrıca, fert olarak her mü’minin en çok sevdiği, bağlandığı dostları, arkadaşları da bulunur. Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki dostluk gibi...
İslâmî dostluk kavramı, batılı hayat tarzındaki dostluk kavramından apayrıdır. Çünkü bu dostluk, yüzeysel bir dostluk olmayıp sorumluluk, ahde vefâ, kendisi için istediğini kardeşi için de istemek gibi derin mânâlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerim velâyet kelimesi ile dostluğu, kâmil anlamda tek kelimede zikreder. Dostluk velâyetin izahıdır ve müslümanlar velâyeti müslümanlara verirler. Bunun anlamı, dostluğun getirdiği bütün maddî ve mânevî sorumluluktur, birlikteliktir, yardımdır, sevgidir, kardeşliktir.
Dostluğun itikadî, amelî ve ahlâkî yönleri vardır. Dostluğun itikadî yönlerini, müslümanların tevhid anlayışı belirler. Amel olarak, müslümanların birbirini sevmesi ve birliktelik oluşturmaları zorunludur. Cemaat, Allah’ın rahmetine, rızâsına, af ve mağfiretine, dünya ve âhiret mutluluğuna sebep olur. Ayrılık ise, yüzleri karartır, Allah’ın azabını çağrıştırır. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Üç konuda müslümanın kalbi kin tutmaz, hıyânet etmez: Amellerde ihlâs, devlet adamlarına nasihat, cemaatten ayrılmama.”2215 Müslümanın sorumlu olduğu haklar ikidir: Allah hakları, kul hakları. Bunlar birbiriyle içiçedir. Dostluğun temeli sevgiye dayanır. Hiç kimse Allah’tan başka bir şeyi gerçek ve mutlak anlamda sevemez ve O’ndan başkasını mevlâ ve dost edinemez. Dost olarak Allah yeter. Mü’minler birbirlerini Allah rızâsı için severler.
Kul, Allah’tan başkasına güvenirse, sonunda zararlı çıkar. Kim bir insanı bir
2209] 3/Âl-i İmrân, 118
2210] 8/Enfâl, 73
2211] 4/Nisâ, 144
2212] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/398
2213] Müslim, Birr 161
2214] 8/Enfâl, 73
2215] İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ebû Dâvud, İlim 10; Tirmizî, İlm 7; Ahmed bin Hanbel, 3/225
VELÎ / DOST
- 401 -
üstünlüğünden, mevkiinden, güzelliğinden, asâletinden veya zenginliğinden dolayı seviyorsa, bu sevgi çıkar amaçlıdır. Yapılanlar Allah rızâsı için olmayınca mutlaka bir çıkar içindir ve bu, insanı kötülüklere sürükler. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Zengine zenginliği için saygı duyan kimsenin dininin üçte biri (diğer rivâyette, üçte ikisi) gider.” buyurmuştur. O halde mü’minler, en güzel ahlâk üzere olan Rasûlullah’ı her insandan daha çok sevmedikçe tam mü’min olamazlar. Başkalarına bel bağlayan zarardadır. Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini bildiği halde insanlara şirin gözükmeye çalışmak imanın zayıflığındandır.
Allah, sâlih kullarını dost edinir. “Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gazabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.”2216 Demek ki, dostluğun itikadî temeli budur. Bazen insanlar birbirlerine karşı haksız ve zâlim olurlar.
“Ancak bu şeytan, dostlarını korkulu gösteriyor.”2217 Şeytana uyanlar düşmanla dostluk kurar ve münâfık olur. Oysa dostluk için ölmek de vardır: “Nice peygamberler var ki, beraberlerinde rabbânîler savaş yaptılar da başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, güçsüzlük göstermediler, boyun eğmediler.” 2218
Cemaat dostluğu konusunda önemli bir konu da, isim sorunudur. Müslümanın “İslâm”dan başka bir kimliği, “müslüman”dan başka bir adı yoktur. İsimlendirmeler sebebiyle dostluk göstermek veya düşmanlık yapmak müslümana yakışmaz. Üstünlük, öncelikle takvâ ile ile olduğu gibi, Allah Kur’an’da “müslüman”, “mü’min”, “Allah’ın kulları” diye ad vermiştir. Bir başka deyişle, müslümanların cehâletleri yüzünden meydana getirdikleri ad sorunu; mezhebe, tâbi olunan imama, ırka, öndere, ideolojilere göre insanları dost-düşman diye ayırma sorunudur. Adı müslüman olmayan hiçbir inanç ve düşünce akımıyla dostluk kurulmaz; dostluk ancak akîde ve inanç birliğinde sözkonusudur.
Mü’minlerin içinde nefsine uyan öyle kimseler vardır ki, az bir menfaat karşılığında müşriklere meylederler. Müşrikler, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile böyle câzip dünyevî tekliflerle dostluk kurmak istemişlerdi de Allah onu korumuştu: “Onlar seni sana vahyettiğimizden çevirip başka şeyi uydurmayı ve Bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi. Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.” 2219
Müşriklerin bu metodu, her zaman İslâm dâvetçilerine uygulanmaktadır. Onlar, her zaman İslâm dâvetçilerine nüfuz edip yolundan saptırmaya, dâvânın kuvvetini bozmaya çalışırlar. Şeytan birçok mü’mini bu yolla avlar ve bazıları rahatça kendilerini aldatarak müşriklerin dostluğuna yanaşır. Ne yazık ki tevhidden çok uzaklarda bulunan çağdaş müslümanları, kâfirler tek tek avlayarak İslâm ümmetini tümüyle parçalamışlardır. Müslüman, kimle dostluk edecektir? “Gerçek dostum!” diye hakikaten gösterebileceği kim veya kimler olabilir? Kur’ân-ı Kerim’in hakiki dostun Allah olduğunu belirtmesi, bu dostluğun çerçevesini kesin olarak belirlemiştir. 2220
2216] Tirmizî, Zühd 64
2217] 3/Âl-i İmrân, 175
2218] 3/Âl-i İmrân, 146
2219] 17/İsrâ, 73-74
2220] Sami Şener, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/414-416
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah’a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Pyegamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”2221 Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...” Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Velâyetin Siyasî Görüntüleri
Kur’an velîliği kan ve soy bağına değil, iman bağına bağlar. Yakın ve uzak akrabayla kurulacak olan iman ve velâyet bağı, onlar arasındaki dostluk ve sevgi atmosferi oluşturacaktır. İslâm, mü’minleri hangi renkten, hangi ülkeden ve hangi soydan olurlarsa olsunlar velî ilân eder. Onların birbirleri üzerinde velâyet hakları vardır. Onlar bu hakkını bir iman borcu olarak almaktadırlar. Bilindiği gibi mutlak velâyet yetkisi Allah’a aittir. O’nun Rasûlü Muhammed (s.a.s.) de, mü’minlere kendi öz nefislerinden daha “evlâ”dır, dostluk ve yardım bakımından daha yakındır. Peygamberimiz (s.a.s.), bütün mü’minlerin öncelikli velîsidir. O, mü’minler üzerindeki bu velâyet hakkını, peygamberlik görevini yerine getirerek, mü’minleri irşâd ederek, onlara doğru yolu göstererek kullanır.
Birbirlerinin velîsi olan mü’minlerin de birbirleri üzerinde velâyet
2221] 4/Nisâ, 76
VELÎ / DOST
- 403 -
hakları bulunmaktadır. Onlar bu hakkı, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, ma’rûfu emrederek, münkerden alıkoyarak, birbirlerine yardım ederek, dostluğu ve sevgiyi birbirlerine göstererek, haklarını koruyarak velâyet yani yönetim makamına mü’min olanlardan başkasını geçirmeyerek, mü’minler aleyhine kâfirlere/inkârcılara ve bozgunculara destek olmayarak kullanırlar.2222 Bu âyetle, kâfirler ve ehl-i kitapla velâyeti yasaklayan âyet, yanyana düşünüldüğü zaman ‘velâyet’ kavramı ‘dostluk, koruma ve yardım’ anlamlarından, ‘temsil ve yönetme yetkisi’ anlamlarına doğru genişler. Bu anlamda velâyet ‘kamu velâyeti’dir, yani toplumun yönetimi için birine yetki vermedir. Mü’minler, bu velâyeti-yönetim yetkisini iman edip sâlih amel işleyen kimselere verirler. Müslümanlar adına tasarrufta bulunma yetkisi iman eden ve imanın getirdiği ilkelere her alanda uyan, kararları ve icraatlarıyla İslâm’a bağlılıklarını isbat etmiş kişilerde olmalıdır. 2223
Şüphesiz küfredenler, inanmamakta direnenler ve İslâm’a karşı her araca başvurarak mücadele edenler de birbirlerinin velileridir.2224 Onlar, her türlü günah işinde birbirlerine destek olurlar, yardım ederler. Dünyada iken Allah’tan başkasını velî edinenler, hem dünyada hem de Kıyâmette bir velî ve yardımcı bulamayacaklardır.2225 İslâmî yönetim sisteminde ‘ulu’l emr’in diğer adı ‘veliyyü’l emr’dir. İşin velîsi anlamındaki bu deyim, oldukça anlamlıdır. Mü’minlerin din ve dünya işlerinin emânetini yüklenen emir sahipleri, onların velâyetini almış, onların velîleri durumuna gelmiş kişilerdir. Bu velâyet hakkının da gerçek Velî olan Allah’ın hükümlerinin uygulanmasıyla elde edileceği açıktır. İman etmeyen, müslümanların gittiği yoldan gitmeyenlere bu işleri yapma velîliği (veliyyü’l emr emâneti) verilmez.
Görüldüğü gibi “velî” kavramı, Allah, peygamber, melek, mü’minler hakkında kullanıldığı gibi; şeytan, inkârcılar ve münâfıklar hakkında da kullanılmaktadır. Bütün kullanılışlardaki ortak nokta; yardım, dostluk, yakınlaşma, işini üslenme, idaresini başkasına verme anlamlarıdır. Velâyet, bu anlamda kullanıldığı gibi, İslâm kültüründe daha farklı bir mânâya da sahiptir. Velâyet, bir yönüyle siyâsî bir kavramdır ve yönetimle ilgilidir. Kelimenin sözlük anlamı, aile içinde babanın velî oluşunu, müslümanların din ve dünya işlerini emanet ettikleri yetki ve hak sahibini işaret ediyor. Mü’minler, bu velâyet hakkını kendilerinden olmayan kimselere veremezler. Yukarıda geçtiği gibi inkârcılar, bozguncu müfsitler, haddi aşanlar, münâfıklar, şeytanın dostları ve tâğutlar, mü’minlerin velîsi değildirler, olamazlar.
Öyleyse mü’minlerin, kendilerine asla velî olmayacak bu gibi kimselere, yönetim yetkilerini, dinlerine müdâhaleyi, bireysel ve sosyal hayatlarını bırakmamaları gerekir. Yalnız, şunu da hatırlatmak lâzımdır ki, mü’minlerin dışındaki insanların velî/dost edinilmemesi, asla kötü muâmele, hak ihlâli ve sürekli kavga hali demek değildir. Bilakis dinimiz, bütün insanlara iyi muâmele etmeyi emrediyor. Ancak velâyet bağı iman ile oluşan bir bağdır. Mü’minler inkârcılar ile bir arada yaşayabilirler, ama işlerini onlara emânet etmemeleri, onları sırdaş ve velî edinmemeleri şarttır.
2222] 9/Tevbe, 71
2223] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 77
2224] 9/Tevbe, 73
2225] 4/Nisâ, 173; 18/Kehf, 17; 33/Ahzâb, 65
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Siyâsî Anlamda Velâyet-Kadın İlişkisi
İslâmî açıdan kadın, toplumun bir ferdidir. Sorumluluk bazında kadın ve erkek arasında bir fark bulunmaz. Mes’ûliyet açısından erkek hangi haklara sahipse, kadın da aynı haklara sahiptir. Sosyal, eğitim ve öğretim haklarının icrâ edilmesinde hiçbir fark yoktur. Kadın ailenin geçimi için meşrû olarak çalışabilmektedir. Yalnız bu konuda yetki, birinci derecede erkeğe aittir. Kadın, meşrû olmak kaydıyla karar verebilir.
Yüce Allah, Hz. Âdem babamız ve Havvâ vâlidemizi yaratmış, ikisine de aynı sorumluluğu vermiştir.2226 Şeytanın kandırmasıyla sorumluluğu sadece Hz. Âdem’e yüklememiştir: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi?”2227 ifadesiyle bu durum açıklanmıştır. Hz. Âdem ve Havvâ’nın; “... Biz kendimize zulmettik...”2228 şeklindeki itiraflarıyla, kadın ve erkeğin suç konusunda farklı olmadığı anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de kadın ve erkek arasında sorumluluk ve görev bazında bir ayrım bulunmazken, kamu görevine katılıp katılmama hususunda değişik görüşler bulunur. Söz konusu iddiaların âyetlerden ziyâde, Hz. Peygamber’in hadisi ve örflere dayandığı anlaşılmaktadır. Buna göre, “kadınlardan idareci olur mu?” sorusuna verilecek cevap konumuzun aydınlanması açısından önem taşır. Kur’an’da, kadının böyle bir görev almasına mâni olan bir âyete rastlanmaz. Yüce Allah, idareci olacak kişide ehliyet, adâlet ve yapacağı işlerde Allah ve Peygamberini hakem tayin etme şartlarını arar.2229 Yoksa bu işleri yapacak kişinin erkek veya kadın olmasında bir sınırlamaya gitmez. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman’ın muhâtap olduğu Sebe’ melîkesi Belkıs kıssası anlatılır. Adı geçen kraliçenin, yaptığı işlerde istişâre etmesi, zulümden uzak ve kararlı tutumu açıklanır. Hz. Süleyman’la tanıştıktan sonra, “Rabbim ben kendime zulmetmişim. Süleyman’la birlikte âlemlerin rabbi olan Allah’a teslim oluyorum...”2230 sözleri, onun makam ve saltanatının iman etmesine engel olmadığını hatırlatır.
Kadın hükümdarla ilgili başka bir örnek, Hz. Peygamber’in sünnetinde bulunur. Hz. Peygamber, İslâmî tebliğ çerçevesinde, İran kralına bir mektup gönderir. Fakat kral mektubu parçalar. Hz. Peygamber de buna bedduâ eder. Neticede kral ölür. Yerine kızı görevi devralır. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz şöyle buyurur: “İşlerini bir kadının irâdesine bırakan kavim felâh bulmayacaktır.”2231 Dikkat edilirse bu kadın, inançsız bir kadındır. Babası hangi inanç üzerinde ise kızı da aynıdır. İslâm âlimleri arasında 2/Bakara, 228 ve 4/Nisâ, 34 âyetleri ve zikredilen hadis-i şerif delil gösterilerek kadının idareci olamayacağı belirtilmektedir. 2232
Yukarıda işaret edilen âyetlere ve hadis-i şerife baktığımızda kadının idareci olamayacağı ifade edilmez. Kur’ân-ı Kerim iyi tetkik edildiğinde, gerekli bilgi, beceri ve şartları taşıyan kadından yönetici/idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca Tevbe sûresi 71. âyet ve Hz. Âişe vâlidemizin başkanlığını yaptığı Cemel
2226] Bk. 7/A’Râf, 23
2227] 7/A’râf, 22
2228] 7/A’râf, 23
2229] Bk. 5/Mâide, 58-59
2230] 27/Neml, 22-24
2231] Buhârî, meğâzî 64/82
2232] Bk. Hayreddin Karaman, Kadının Şâhitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İ. A. Der. C. 5, sayı 4, s. 284-291, Ank, 1991; Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 356-361
VELÎ / DOST
- 405 -
vakası, olayın diğer boyutunu oluşturur. Nakillere mûtedil yaklaşıldığında, İslâmî açıdan gerekli kriterleri taşıyan her insandan idareci olabileceği anlaşılmaktadır. Yeter ki âdil, ehil ve insanlara yaratılıştan verilen haklara saygılı olsun. Söz konusu temel hak ve hukuklar verilip, Allah’ın istediği iyilik, adâlet ve velâyet/dostluk oluşturuluyorsa, bu işleri yapanın cinsiyeti önemli değildir. Bu işleri yapanlar erkek de kadın da olabilir.2233 Tarih boyunca birçok idareci gelip geçmiştir. İçlerinde dostluğu önemseyenler olduğu gibi, zâlim olanlar da olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, iman eden insanları ateşte yakan idarecilerin durumunu bildirir.2234 İnsanlar arasında huzurun temini, dostluğun pekişmesiyle mümkündür. İşte İslâm, insanlara yaklaşarak, sulhun ve dostluğun kurulmasını istemektedir. Yüce Allah, iyi ilişkilerin gerçekleşmesi için müslümanlara Allah ve Rasûlünün verdiği hükme râzı olmalarını2235 ve insanlara şefkatle yaklaşmalarını istemektedir. Yoksa kadının idareci olmasını engelleyen bir hüküm bulunmamaktadır. 2236
Müslüman Olmayan Akrabalarla Dostluk ve İlişki
İslâm’da esas bağ, din bağıdır. Hangi ırktan, hangi soydan olursa olsun sadece müslümanlar birbirlerinin kardeşidir,2237 velîsidir.2238 Bir mü’min, aralarında din bağı bulunmayan yakın akrabalarını velî/dost kabul edemez.
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi velî/dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin kendileridir.”2239; “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”2240; “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa- Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, hizbullahtır/Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki hizbullah/Allah taraftarları, kuşkusuz felâha/kurtuluşa erenlerdir.” 2241
Ashâb-ı kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına düşmanlığın en güzel örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud’da babası Cerrah’ı öldürmüş, Hz. Ebû Bekir de savaşta oğlu Abdurrahman’a karşı çıkmak istemiş, ama Hz. Peygamber izin vermemiş, Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da kardeşi Ubeyd bin Umeyr’i öldürmüştü. Aynı şekilde Ömer bin Hattâb, Bedir’de dayısı Âs bin Hişam’ı, Hz. Ali, Hz. Hamza ve Ebû Ubeyde amcazâdeleri olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdi.
2233] Geniş bilgi için, H. Karaman ve Sait Şimşek, a.g.e. ve sayfalar
2234] 85/Bürûc, 4
2235] 33/Ahzâb, 36
2236] R. Kaya, a.g.e. s. 49-50
2237] 49/Hucurâct, 10
2238] 9/Tevbe, 71; 5/Mâide, 55
2239] 9/Tevbe, 23
2240] 9/Tevbe, 24
2241] 58/Mücâdele, 22 ve yine bk. 64/Teğâbün, 14.
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsanlar arasındaki yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberleri tasdik etmiş kimseler birbirlerinin mânevî akrabası, yakını ve dostudurlar. Bunların aralarında mânevî bir birlik (vahdet) vardır. Mü’minlerle kâfirler ırk ve soy bakımından birbirlerinin akrabası olsalar bile bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu iman etmediği için, Allah Teâlâ onu Nûh peygamberin âilesinden saymamıştır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: ‘Ey Rabbim! Şüphesiz (boğulmuş olan) oğlum da âilemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin.’ Allah buyurdu ki: EyNûh! O asla senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan bir amel sahibi idi (kâfirdi). O halde hakkında ilmin olmayan bir şeyi Benden isteme. Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” 2242
Bütün bunlarla birlikte İslâm, âile bağlarına çok önem verir. Mü’min olmayan akrabalarla her durum ve şartta ilginin kesilmesini emretmez. Onlardan İslâm’a ve müslümanlara düşmanlık gelmez ise, İslâm onlara karşı iyilik yapmayı ve onları ziyâret etmeyi yasaklamaz. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya (eş dost ve arkadaşa), uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.”2243 Özellikle müşrik de olsalar, ana babaya ihsanla/iyilik ve güzellikle davranmayı, onlarla sıcak ilişkiler içine girilmesini arzular: “Biz insana ana babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana babasına şükretmesini tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin...” 2244
Bu âyette de görüldüğü gibi, şirk konusunda ana baba dâhil hiçbir kimseye itaat edilmemesi, ama müşrik bile olsalar ana babaya iyilik yapılması emredilmektedir. Nitekim Hz. Âişe’nin kardeşi Esmâ’ya (r.a.), müşrik annesini ziyâret edip iyilik yapması için Hz. Peygamber’in izin verdiği bilinmektedir. 2245
Müslüman olmayan ebeveyne de infak vâciptir; dinleri farklı da olsa, kişi muhtaç olan anne babasına bakmakla yükümlüdür. Bir müslümanın durumu müsait iken, ana babasını sıkıntı ve zorluk içinde kıvranır vaziyette bırakması, tabii ki, bir iyilik ve ihsan sayılmaz. Hâlbuki Kur’an, her şartta ana babaya ihsan ve iyiliği emretmektedir.2246 Allah, akraba ile ilgisini keseni kötülemiş,2247 akrabanın haklarına riâyet etmeyenin günah işlediğini bildirmiş, yakınları kâfir de olsalar, Allah, bunların haklarını yakınlarına vâcip kılmıştır.”Akraba ile alâkayı kesen cennete giremez.”2248 Demek ki, sevgi velî kabul etmek, onları sırdaş edinmek başka şeydir; kâfir akrabaya nafaka temin etmek, onları ziyâret etmek, onlara ihsanda bulunmak ise daha başka bir şeydir; bunlar birbirine karıştırılmamalıdır.
Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?
Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda
2242] 11/Hûd, 45-46
2243] 4/Nisâ, 36
2244] 31/Lokman, 14-15
2245] Buhârî, Hîbe hadis no: 2620; Müslim, Zekât hadis no: 1003
2246] 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23; 31/Lokman, 14
2247] 4/Nisâ, 1
2248] Buhârî, Edeb, hadis no: 5984; Müslim, Birr, hadis no: 2556
VELÎ / DOST
- 407 -
anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların İslâm ülkelerinde kurdukları gayri İslâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.
Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”2249 Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.
Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.”2250 Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zalimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.
Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak
2249] 10/Yûnus, 62
2250] 10/Yûnus, 63-64
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velisi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.
Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor. Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.”2251 Hz. Ömer’den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir. 2252
Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar.2253 Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler. 2254
Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.
Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir.
Kerâmet velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. 2255
Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması
Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır. Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî
2251] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
2252] Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495
2253] Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197
2254] Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386
2255] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 755-757
VELÎ / DOST
- 409 -
anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah’ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.
Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının, Türkler’in İslâm’a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir. Öyle ki, Allah’a yakın olduğu kabul edilen velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış velînin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe’ itibarıyla İslâmiyet’le ilişkisi olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi, müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm’dan önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir.2256
Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına Musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan, yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur’ân-ı Kerim’deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b) Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar, d) İslâm’ın (Kur'an ve hadisler) yanlış yorumu.
10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usûl, hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de tatbik edildi. Meselâ, Hacı Bektaş'ın Sulucakarahöyük'te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus'a ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman Câmî'ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri Nefehâtü'l-Üns min Hazerâti'l-Kuds isimli eserden takip edelim: 1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek, 3)
2256] Bk. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4) Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak, 11) Vahşi hayvanları emrine almak.
Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant'ta otururken, aynı anda İstanbul'u fetheden Fâtih'in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır.2257 Bazıları da “insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. 2258
Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.”2259 Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır.2260 Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” 2261
Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl ile olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek...”2262; “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” 2263
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.
Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz.2264 Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar. “Onların Allah’ın dışında kendilerine
2257] İrfan Gündüz, Osmanlılar’da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s. 43-44
2258] Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7
2259] Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158
2260] Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19
2261] Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48
2262] M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90
2263] İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6
2264] 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116
VELÎ / DOST
- 411 -
yardım edecek velîleri yoktur.”2265; “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.”2266; “Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” 2267
Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.”2268; “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah’a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.”2269 Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.”2270 Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177. âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir. İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mü’min ve müslüman olmanın yolu velî olmanın yolu, Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme şeklinde değlidir.
Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”2271 Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği2272 halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah’a itaat edip tamamıyla O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.
Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı
2265] 42/Şûrâ, 46
2266] 42/Şûrâ, 9
2267] 39/Zümer, 3
2268] 9/Tevbe, 71
2269] 10/Yûnus, 62-63
2270] 7/A’râf, 27
2271] 7/A’râf, 195
2272] 27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olur.”2273; “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azâbından korkarım.”2274 Kur’an’da açıklanan bu tür âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah’a olan yakınlığının sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.
Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır. Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını kazanmakla mümkündür. Kim Allah’a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler için örnek teşkil etmektedir.
İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. 2275
Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikâyeler velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah'ın kitabı ve Rasûl'ün sünnetiyle aydınlanmış aklı başında hiçbir mü'min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah'ın kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.
Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki “kam“
2273] 2/Bakara, 120
2274] 10/Yûnus, 15
2275] Arif Çiftçi veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Haksöz, 11
VELÎ / DOST
- 413 -
kültünün, budizmdeki “arhanı“ kültünün ve hıristiyanlıktaki “azizler“ kültünün etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.
Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)
Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda “menâkıbnâme“ adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, “İhlâs“lı müridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)
Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.
Hayatta olduğu sürece “Efendi Hazretleri“, “Efendi Baba“, “Efendi“ unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, “Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu“, yağmur mu yağdı, “Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti“, çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, “Efendi onu çarptı“ vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.
Hâlbuki İslâm'da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir, festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.
Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. 2276
Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah’a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gerçekleşmesidir.
Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun
2276] Geniş bilgi için bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, s. 285-305
VELÎ / DOST
- 415 -
sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.
Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla2277 İslâm’ı bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... 2278
“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.”2279; “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.”2280; “De ki, Allah’ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.”2281; “Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” 2282
2277] 33/Ahzâb, 21
2278] Geniş bilgi için bkz. Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, özellikle s. 51-100
2279] 7/A’râf, 197
2280] 36/Yâsin, 74-75
2281] 46/Ahkaf, 4-5
2282] 10/Yûnus, 66
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”, yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah’a çok yakın olduğuna inanmışlardır.
Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.
Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah’a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa” (dar mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de dikkat çeker.
Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede İmam Gazâlî’nin (öl. 1111) unutulmaz çabasının büyük rolü olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük
VELÎ / DOST
- 417 -
çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.
Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. 2283
Velî Kültü
Velî kültünün kaynağı ve mâhiyeti: A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliya Menkabeleri adlı eserinde velî kültü ve kaynağı hakkında şu bilgileri verir: Velî kültünü, kısaca, fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olup Allah’a yakın kabul edilen bir şahsiyetin herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımının dokunacağına inanılması ve bunu temin için belli yollara başvurulmasıdır, şeklinde tarif edebiliriz. Bu anlayış velînin takdis olunmasıyla sonuçlanmaktadır. Din sosyolojisi bilginleri, pek çok yerde, halk müslümanlığının bu anlayış etrafında geliştiği kanaatini ileri sürerler.
Velî kültünün, dinler tarihi araştırmalarına göre, Budizm, hıristiyanlık ve İslâmiyet gibi büyük dinlerin hâkim olduğu sahalarda benzerlikler gösterdiği dikkati çekiyor. Fakat böyle bir kültün Budizm’de ötekilerden daha eski olduğu muhakkaktır. Uzmanlar, gerek hıristiyanlık, gerekse müslümanlıktaki aziz, yahut velî kültünün kaynağını, bu dinlerin ortaya çıktığı ve yayıldığı sahalarda eskiden mevcut birtakım kültlere bağlamaktadırlar. Genellikle hıristiyanlıktaki aziz kültünün, eski çağlardaki çeşitli tabiat kültleriyle, mitolojik tanrı ya da kahraman kültlerinden geliştiğini meydana koyan araştırmalar vardır. Hıristiyanlık için burada bir fikir beyan edecek durumda bulunmamakla beraber, müslümanlıktaki velî kültünün menşe’ (kaynak) itibarıyla İslâmiyet’le bir ilgisi olmadığı rahatça söylenebilir. Zira dikkatle bakılırsa, hıristiyanlıktaki aziz kültü gibi, müslümanlıkta da velî kültünün İslâm’dan önceki putperest kültlerle yakın alâkası görülecektir. Anadolu da dâhil, İslâm âleminin hemen her tarafında, İslâmiyet’in oralara girdiği devirlerden beri yaşayagelen muhtelif velî kültlerini tesbit mümkün olmaktadır. Çünkü buralarda eskiden mevcut mahallî tabiat yahut ata kültleri, tasavvufun velî telâkkisinin ister istemez yardımıyla halk çevrelerinde yorumlanıp velî kültü haline inkılâp etmiştir. Bu kültlerin çoğu, zamanımıza kadar varlıklarını sürdürme imkânına kavuşmuşlardır.
Muhtelif velî kültleri incelendiği zaman, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Kült konusu velîlerin, ait oldukları toplumun sosyal, dinî veya ahlâkî değerlerinin tamamının, yahut bir kısmının temsilcisi olduğu, en azından buna inanıldığı görülür. O toplum, sözkonusu değer ile takdis ettiği velîyi özdeşleştirmiştir. İşte ancak bu özdeşleştirmeye yarayacak vasıfları taşıyan, yahut bu vasıflar kendisinde olduğu kabul edilen velî, kült konusu yapılmaktadır.
Böylece o velî, o toplum için, tâbir câizse artık sade bir insan değil; inandığı değerler bütününün ta kendisidir. İşte bu safhadan sonra kerâmet unsuru ortaya çıkar. Daha yaşamakta iken o velî, bu dünyadakinden bambaşka, fevkalâde olaylarla süslü bir dünya ile kuşatılır. Velî öldükten sonra, kendisi hayatta iken sahip
2283] A. Yaşar Ocak, Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, s. 3-4
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna inanılan insanüstü hüviyetinin, güç ve kudretinin devam ettiğine inanılır; hatta bu güç ve kudret, bir gizliliğe bürünerek daha da artar.
Bu merhaleden sonra psikolojik âmillerin işin içine girdiğini ve kültün oluşmasını tamamladığını söyleyebiliriz. Bu psikolojik âmiller şunlardır: Velî, fevkalâde rûhânî kudretlerle mücehhez olduğu için, artık toplumda ona karşı korku ile karışık bir saygı duygusu hâkim olmaya başlar. Velîye karşı yapılacak herhangi bir saygısızlığın, çarpılma, âniden veya feci bir şekilde ölüme yakalanma vs. şeklinde cezalandırılacağına inanılır. Buna paralel olarak velînin sözkonusu rûhânî kudretinden, birtakım iyiliklerin cezbedilmesi ve kötülüklerin giderilmesi yolunda faydalanma arzusu doğar (feyz ve bereket kavramı). Nihayet, dünyada bu tarzda menfaati sağlanacak olan velînin öbür dünya da Allah katında yardımcı olması için onu memnun etme çabası ortaya çıkar ve bunun sonunda bir tatmin duygusu müşâhede edilir. Bütün bu sosyal ve psikolojik faktörler kültün teşekkülünü tamamlamış olur. Ancak, burada, kültün oluşmasında âdeta bir harç vazifesi gören “kerâmet” kavramının önemine bir daha işaret etmek yerinde olacaktır. Zira kültün gelişip yayılmasını, yerine göre mahallî olmaktan çıkıp genelleşmesini sağlayacak olan da odur. Velînin bulunduğu yerin dışındaki insanları külte iştirak ettiren bu kerâmetlerdir.
Velînin mezar veya türbesinin mevcûdiyeti, bir bakıma kültün de yaygınlık derecesini gösteren bir alâmet sayılabilir. Çünkü herhangi bir yerde, zamanımızdan çok önce ve hayli itinalı yapılmış bir türbe, genellikle içindeki velînin çok itibarlı olduğuna, dolayısıyla yöresel değil; bütün bir toplumun katıldığı bir kültün varlığına delildir. Velînin mezar veya türbesi, genellikle bulunduğu yerin normal mezarlığında yer almaz; dikkati çekecek bir mevkîde, yahut yol kavşaklarında, kasaba, köy veya şehirlerin en işlek yerlerine yakın yerlerde yapılır. Çünkü buralar, kültün icrâ edildiği, yani ziyâretlerin, kendine mahsus merâsim ve kurban işlemlerinin yapıldığı yerler olması dolayısıyla halka açık vasıfta bulunması gerekir. Mezar veya türbenin bizzat kendisi, mukaddes ve mahrem bir yer olarak muâmele görür. Türbeler, çoğu zaman velînin eşyalarının da muhâfaza edildiği yerlerdir. Bu eşyalar genellikle velînin günlük hayatta kullandığı takke, tesbih, pabuç, cübbe vb. nesneler olup kudret ve kudsiyetinin bunlarda da aynen var olduğuna inanılır; ziyâretlerde bunlardan da faydalanılır. 2284
Ölen velîlerin (evliyâ kabul edilen şeyhlerin) kabirlerinde yapılan bid’at ve hurâfeler, hatta şirk unsurları da ayrı bir problemdir. Bunların türbelerine çabut/bez bağlamalar, eğilmeler, kabrin etrafını tavaf şeklinde dönmeler, secdeler, kabre karşı namaz kılmalar, mum yakma, duâ etme, kabirde yatan ölüden meded beklemek, ona adak adayıp kurban kesmeler... Şeyhlerin bir kısmının ölmeden tarîkatın devamını oğluna, damadına bırakıp aile tekelinde tutması da kendi teorileri açısından bile tuhaftır. Velî/evliyâ kabul edilen şeyhlerin kerâmeti diye öyle hikâyeler anlatılır ki; Kur’an’da anlatılan birçok peygamber mûcizesinin bile bu kerâmetler kadar olmadığı görülür. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur“ deyimiyle halkın arasında ifadesini bulan bu gerçek, ayrı tarikatların müritlerinin birbirlerine karşı hava atma sistemleridir. En çok ve en büyük kerâmeti gösteren şeyhin müridi olmanın gururunu tatmak isteyen müridler, böylece her seferinde şeyhlerini diğer şeyhten biraz daha fazla uçurarak bu yarışı karşılıklı devam ettirirler.
2284] A. Yaşar Ocak, a.g.e., s. 4-7
VELÎ / DOST
- 419 -
Hayvanları, insanları canlandıranlar, denizlerin üstünde yürüyenler, aynı anda birçok yerde gözükenler, neler, neler... Superman velîler kalplerden geçeni bilir, uzaktan kumandalı yönlendirmelerde bulunur, bir bakışıyla hidâyete erdirir, dilediğini çarpar, üfürüğüyle şifâlar saçar, dokunuşlarıyla âlemlere nurlar yağdırır, âlemlerin mülkü ellerindedir, her şeye tasarruf ederler. Bu anlayışların çoğu, akaidi ilgilendiren konulardır.
Şirk konusunda büyük tehlikelerden biri, evliyâ kültüdür. Allah’a ulaştıracak vâsıtalar halinde birilerine tanrılık vasfı verilir. Allah’ın evliyâsı konusundaki Yûnus, 62. âyette Kur’an, ilk iş olarak bir evliyâ tanımı vermektedir. Bu tanım, “gözünüzü açın, dikkat edin, sakın oyuna gelmeyin, uyanık olun!” anlamındaki “Elâ” edatıyla başlar. Bu ifade biçimi de gözden uzak tutulmaması gereken mesaj vermekte; yani “dikkatli olmazsanız ayağınız kayar, aldatılır, hüsrâna uğrarsınız” denilmiş olmaktadır. “Gözünüzü açın! Allah'ın evliyâsı için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman eden ve takvâ sahibi olanlardır... “2285 Bu âyete ve velî konusundaki diğer âyetlere göre, iman ve takvânın dışında bir evliyâ alâmeti yoktur. İman ve takvâdan tâviz verildiği, bunların yozlaştırıldığı durumda Rahmân’ın evliyâsı yok; şeytanın evliyâsı vardır.
“Gözünüzü açıp kendinize gelin! Hâlis (arı-duru) din yalnız Allah’ındır. Onun yanında birilerini daha velîler edinerek ‘Biz onlara, bizi Allah’a yaklaştırmaları dışında bir şey için kulluk-kölelik etmiyoruz’ diyenlere gelince, hiç kuşkusuz Allah onlar arasında, tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmü verecektir. Şu bir gerçek ki Allah, yalancı ve nankör kimseyi doğru yola iletmez.”2286 Bu âyet velî kabul edilenleri “Allah ile insan arasında yakınlaştırıcı ve şefaatçı” kabul etmenin tevhid açısından yanlışlığını açıklar. Allah insana şah damarından daha yakındır2287 ve şefaat tümüyle ve sadece Allah’ın elindedir.2288 Dolayısıyla Allah ile kul arasında herhangi bir mesâfeden ve herhangi bir şefaatçıdan söz edilemez ki yaklaştırıcıya veya şefaatçıya ihtiyaç duyulsun. “Yaklaştırma” iddiası, temelden çürüktür. Çünkü Allah’ın kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de Kur’an’a aykırıdır. Evliyâ kültünün sosyal ve hukuksal dayanağı yapılabilecek oluşumlara da imkân verilmemiştir. Din sınıfı, din kıyafeti yoktur. Din adamı tâbiri yoktur. Aforoz ve vaftiz yoktur. Allah’a kul olmak için birilerinin tesciline, okuyup üflemesine ihtiyaç bırakılmamıştır.
Halk, tarihin her döneminde ortalama kültür seviyesinin üstüne çıkamamış, bazı dönemlerde ise içlerinde okuma ve yazma bilen insanların bile azlığı, ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerle zihnî olarak çocuksu vasfa daha yakın olmuştur. Halk muhayyilesi, özellikle böyle toplumlarda çocuk psikolojisi gibidir. Çocuğun masala ve kahramanlara ihtiyacı vardır. Bunu kitaptan, kulaktan, televizyondan temin edemiyorsa, kendi hayalinde üretir, diğer çocuklarla yardımlaşarak böyle bir dünya oluşturur. Çocuktaki masal kahramanlarının yerini, halk arasında destan kahramanı, efsâneleştirilmiş kahramanlar, mitler alır; bunlar hayâlî kahramanlar olabildiği gibi; daha çok eski devirlerde yaşamış, ama hayatı masallaşmış, içine hayâlî unsurlar karışmış yüce kişilikler de olabilir. Efsânelerin, destanların, masalların, mitolojik tanrıların, evliyâ menkıbelerinin, nice kıssa ve fıkraların kaynağında bu çocuksu halk muhayyilesinin zenginliği ve saflığı yatar.
2285] 10/Yûnus, 62-63
2286] 39/Zümer, 3
2287] 50/Kaf, 16
2288] 39/Zümer, 44
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Halk, aynen çocuk gibi “soyut”u anlamakta zorlanır, onu somutlaştırarak benimser. “Büyük insan“ denilince, takvâ gibi daha çok, iç/gönül özelliği olan tarafı anlayamaz; onu insanüstü olarak düşünüp büyüklüğünü gözle görülür hale getirir. Büyük insan demek, normal insandan farklı olarak havada uçan, denizde yürüyen insandır. Halkın ve özellikle çocukların bu anlayışı, “Malkoçoğlu“, “superman“ filmlerine ve yarı tanrı yarı insan mitolojik figürlere (Herkül, Zeyna vb.) konu edilir.
Velî Kavramıyla İlgili Bazı Tasavvufî Terimler
Velî Kavramının Tasavvufî Yorumla Anlaşılmasına Yardımcı Olabilecek Bazı Tasavvufî Kavramlar: Velî kavramının başına gelenler nice Kur’ânî kavramın da başına gelmiştir. Tasavvufî anlayışla tahrife uğramış diğer kavramlara örnek olması açısından velî kavramının arka planını anlamak için, bu kavramla akrabalığı olan bazı kavramları birlikte değerlendirmek gerekmektedir. Aşağıdaki kavramların tasavvufî içerikleri velî kavramının tasavvufî anlamdaki özel mânâsını daha anlaşılır kılacaktır.
Tasavvuf, farklı inanç ve yaşayışını ifade edebilmek için kendine has terim üretmiş veya bazı Kur’ânî kavramları alarak, onların içini değişik biçimde doldurup, kendi anlayışına uygun tarzda anlamlandırmıştır. Velî kavramındaki tahrifi daha iyi anlayabilmek için, bu kavramla ilişkili bazı tasavvufî kavramları tanımanın faydası olacağı açıktır. Aşağıdaki kelime ve terimler, tasavvuf ve tasavvuf tarihi uzmanı Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nden alınmıştır.2289 Uludağ, bu ansiklopedik sözlüğü, meşhur tasavvuf kitaplarına dayanarak hazırlamış, hemen tüm yorumlarla ilgili tasavvufun kaynak eserlerine atıflarda bulunmuştur. Gerekli gören okuyucu, (kelime açıklamalarının sonunda parantez içinde verilen) kitaptaki sayfa numaraları yardımıyla daha geniş bilgi alabilir, kaynaklarını öğrenebilir. Kelimelerin tasavvufî anlam ve yorumlarının bilinmesi velî kavramını olduğu kadar, tasavvufu da yakından tanımaya vesile olacaktır.
Abdal: Sayıları yedi veya yetmiş olarak gösterilen bir evliyâ zümresi. Bkz. Büdelâ.2290
Arâis-i Hak: Hakk’ın gelinleri. (Arûs; gelin, güveyi, düğün) Tasavvufta; Başkalarından kıskandığı için Hakk’ın, kimliklerini halka açıklamadığı ve gizli tuttuğu velîleri. Hakk’ın harîm-i ilâhideki has dostları, özel ilgisine mazhar olan kulları. Gerdek gecesi gelini damaddan başkası görmediği gibi bunları da ilâhî haremde Hak’tan başkası görmez. Bunlara “arûs-i azrâ” (bâkire gelinler, dilber gelinler) ismi de verilir. 2291
Arbede: Savaşmak, kavga etmek. Tasavvufta; Cezbeli sâliklerin ve galebe halindeki bazı sûfîlerin Cenâb-ı Hak ile tartışmaları, çekişmeleri ve kavga etmeleri. Buna müşâcere ve muhâseme de denir. Bir naz ve samimiyet halidir. 2292
Ârif: Bilen, vâkıf, âşinâ, tanıyan, anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfan sahibi. Tasavvufta; Allah Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini
2289] Marifet y. 3. Baskı
2290] s. 14
2291] s. 50-51
2292] s. 51
VELÎ / DOST
- 421 -
müşâhede ettirdiği kimse. Keşf ve müşhâhede yoluyla yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana “ârif” denir. Ârif, kendisi sustuğu halde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir. Ârif, kendi varlığında fâni, Hak ile bâkîdir.” İbn Arabî, ârifin dış âlemde “şeyler” (eşya) yaratma gücüne sahip olduğunu ve bu gücün onun himmeti olduğunu söyler.2293 Onun yarattığı şeye “mahluk-ı ârif” denir. Ârif, sûfîlikte kâmil insandır. 2294
Atılan ok geri dönmez: Bir velî bedduâ ettimi mutlaka hedefini bulur. Bedduânın hedefine ulaşmasına engel olmak ve onu geri almak velînin elinde değildir. Şeyhe ve velîye karşı işlenen suçun tevbesi ve affı olmaz. 2295
Azrâ: Dilber, bâkire. Tasavvufta; a- Kimsenin keşfedemediği ve sırrına vâkıf olamadığı yüce hakikat, b- Hakk’ın halktan gizli tuttuğu ve sakladığı velîsi. 2296
Bed duâ: Birinin aleyhinde yapılan duâ. Velînin yaptığı bedduâ mutlaka yerini bulur. 2297
Bekçi: Sahip, hâkim, hâmi, muhâfız. Her beldenin bir sahibi, yani mânevî bekçisi ve muhâfızı vardır; Bu da velîdir. 2298
Beşler: Cebrâil’in kalbi üzere bulunan (rûhânî his ve bilgilerini ondan alan) beş ermiş. Ruhların hükümdarı olan Cebrâil’in nefesinden ve ilminin feyzinden kalpler hayat bulduğu gibi, tarik ehlinin hükümdarları olan beşlerin nefes ve ilim feyzinden de gönüller hayata kavuşur. 2299
Bî-reng: Renksiz. Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen Ondan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet ederler. 2300
Büdelâ: Bedel, karşılık, denk, bir şeyin halefi ve değişiği anlamına gelen “bedel”in çoğuludur. Tasavvufta; Yediler (yedi evliyâ) anlamına gelir. Bunlardan her biri gözden kaybolur, bir anda çok uzak mesafelere giderler. Gözden kayboldukları vakit, yerlerine her yönden kendilerinin tıpkısı olan canlı bir beden bırakırlar. Hâl, hareket ve şekil bakımından aslından ayırt edilmeyen bu bedene “bedel” ve “bedil” denir. Bedel bırakma gücüne sahip olan velîlere “büdelâ” denir. 2301
2293] bk. Füsûs, 6. Fasl
2294] s. 52-53
2295] s. 64
2296] s. 78
2297] s. 90; bk. atılan ok geri dönmez;
2298] s.92
2299] s. 96
2300] s. 102-103
2301] s. 106
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihad: Savaş. Tasavvufta; sâlikin nefsini zabt u rabt altına alması için vermiş olduğu mücâdele, bu maksatla çekilen çile. Cihâd-ı asğar: Küçük savaş. Tasavvufta; düşmana karşı cephede verilen savaş. Cihâd-ı ekber: Büyük savaş. Tasavvufta; nefse karşı verilen savaş. Nefsin kahr ve mahv edilmesi. 2302
Çaput: Türbelere bağlanan kumaş parçaları. 2303
Çarpmak: Bir ermişin veya yatırın gazabına uğramak. Velîlere, ermişlere, yatırlara veya kutsal şeylere hakaret edilip bu gibi kişiler ve nesneler aşağılanınca ermişlerin ve yatırların mâneviyâtı ve rûhâniyeti onları cezalandırır. 2304
Derviş: Fakir, yoksul, dilenci. Tasavvufta; sûfî, mutasavvıf, fakir, mürid, müntesip. Derviş kelimesi, dilenmek anlamına gelen “derviz”den gelir. Aslında derviş, dilenci demektir. 2305
Destur: İzin, ruhsat, müsâade. Tasavvufta; Bazı tarikatlarda, özellikle Mevlevîlikte ve Bektâşîlikte şeyhlerden ve tarikat büyüklerinden müsâade almak için kullanılan bir deyim. Cesâret isteyen zor bir işe girişilirken evliyânın rûhâniyetinden faydalanmak ve onlardan güç almak için “destûr!” denir. Ekseriya; “Destûr yâ pir!”, “destûr yâ Ali!” denir.2306
Dörtler: Ricâl-i ilâhiye adı da verilen dört ermiş, evtâd-ı erbaadan başka olup onlara imdad ederler. Halleri rûhânî, kalpleri semâvî olduğundan yeryüzünde meçhul, ama semâda tanınırlar. İbn Arabî bunları Endülüs’te ve Suriye’de gördüğünü söyler.2307
Efendi: Sözü geçen, buyruğu yürüyen, itiraz edilmeksizin kendisine uyulan kimse. Tasavvufta; şeyh, pir. Doğu geleneğinde padişah efendi, tebaa onun kullarıdır. Hükümdar, emri altındakilere: “kullarım”, onlar da sultanlarına “efendimiz (mevlânâ, seyyidenâ)” diye hitap ederler. Aslında efendi (seyyid, mevlâ) köle sahibi demektir. Buradan kalkan dervişler, şeyhlerine “efendi”, “efendimiz”, “efendi hazretleri” gibi ünvanlar verir, kendilerini de onun kulları yerine korlar. Şeyh ise müritlerinden; “bendelerim”, “kullarım” diye söz eder. Şeyhe şah ve sultan da denir. “Efendi ne isterse etmek gerek / Kuluz biz düşer mi sual eylemek” (İzzet Molla). 2308
Efrâd: Ferdler, eşsiz şahsiyetler. Tasavvufta; kutbun gözetimi dışında kalan gayb erenler. Bunların belli bir sayıları yoktur. 2, 3, 6 ve 10 olabilir. 2309
Eren: Ulaşan, varan. Tasavvufta; vâsıl, ehl-i vüsûl, vuslatı gerçekleştiren velî, ermiş, kâmil insan. Horasan erenleri: Anadolu’nun fethi sonrasında Horasan’dan gelen ermişler. 2310
Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece
2302] s. 121
2303] s. 127
2304] s. 127
2305] s. 142-143
2306] s. 143
2307] s. 154
2308] s. 163-164
2309] s. 164
2310] s. 174
VELÎ / DOST
- 423 -
Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkli olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur. 2311
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. 2312
Evtâd: Direkler, sütunlar. Tasavvufta; biri doğuda, diğeri batıda, üçüncüsü kuzeyde, dördüncüsü güneyde bulunan dört büyük velî. İbn Arabî, Allah bu bölgeleri bu ermiş kulları aracılığı ile korur, der. 2313
Fal: Uğur, kÂdem, meymenet; ileride yapılması düşünülen bir işin hayırlı ve faydalı sonuçlar verceğine dair bazı ipuçlarının ve işaretlerin bulunduğuna inanmak. Şeyhin hâl, hareket ve tavırlarını ileride iyi şeylerin olacağının işareti olarak kabul etmek de faldır. Fakat mutasavvıflar bu çeşit fallara “işâret”, “beşâret” gibi isimler verirler. 2314
Fenâ fillâh: Fenâ; yokluk, hiçlik demektir. Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fâni olmak, her şeyi hem Allah olarak görmek, hem Allah olarak bilmek, bu hale zevkle ulaşmak. Bu mertebede bulunanlar; “lâ mevcûde illâllah (Allah’tan başka varlık yoktur; her şey Allah’tır)” derler. Fenâ fillâh; Allah’ta fâni olmak. Kulun, beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî vasıflarla donanması. 2315
Fenâ fişşeyh: Müridin mürşidde, dervişin, pîrinde fâni olması. Mürîdin kendi şahsî irâde ve arzularını yok edip yerine şeyhinin irâde ve arzusunu koyması. Şeyhinin hatasını kendi isâbetli fikrine tercih edecek derecede ona uyması. Şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesi ve başlangıcıdır. 2316
Feyz: Taşmak. Tasavvufta; sâlikin çalışması ve çabası sözkonusu olmaksızın Allah tarafından onun kalbine herhangi bir husûsun verilmesi. Feyz-i isnâdî: Şeyhe ve müridlerine senet ve silsile vâsıtasıyla gelen feyz, rûhânîler yoluyla ulaşan feyz, irfan. 2317
Firâset: Sezmek, hissetmek. Tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme. 2318
Gavs: Sığınma, ilticâ etme demektir. Tasavvufta; kendisine sığınıldığı zaman kutba “gavs” denir (Kâşânî, Ta’rîfât). Sûfîler darda ve sıkışık durumda kaldıkları zaman: “Yetiş yâ Gavs!”, “Meded yâ Gavs!”, “İmdâd yâ pîr!” diye feryad eder ve kutbun mânevî himâyesine ilticâ ederler. “Gavs-ı a’zam”: En ulu gavs, buna “kutb-ı ekber” de denir. Hz. Peygamber’in bâtınından ibârettir. Velîliğin en yüce mertebesi budur. Abdülkadir Geylânî’ye özellikle Gavs-ı a’zam denir. 2319
Gayb erenler: Göze görünmeyen velîler. Üçler, yediler, kırklar, abdallar gibi
2311] s. 180-181
2312] s. 181
2313] s. 181
2314] s. 185
2315] s. 188
2316] s. 188-189
2317] s. 192
2318] s. 194
2319] s. 201
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bazı velîler vardır ki, gâiptirler, göze görünmezler; kısa zamanda uzun mesâfeler katederler. 2320
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi. 2321
Hâce, hâcegân: Efendi, bey, ağa, hoca. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Özellikle ilk nakşî şeyhleri seyyid, efendi ve şeyh gibi ünvanlar yerine “hâce” ünvanı ile anılır. Bu yüzden Abdulhalik Gucdüvânî’ye nisbet edilen bir tarîkate de hâcegân adı verilmiştir. (Hâcegân; hocalar demektir.) 2322
Hâcib-i Hak: Hakk’ın kapıcısı. Tasavvufta; Hak ile halk arasında aracı olan insan-ı kâmil ve şeyh-i vâsıl. Kâmil insan hâcib olması sıfatıyla müridi Hakk’ın huzûruna alır, Hakk’ın nâibi olması sıfatıyla da Onun mülkünde tasarrufta bulunur. İbn Sina: “Allah’ın huzûru, gelişigüzel herkesin oraya giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır” demiştir. Bu yüce makama bir usûle göre ve bir şeyh rehberliğinde girilmesi gerektiğine inanılır. 2323
Hâtemu’l-Evliyâ: Hâtem; mühür, yüzük, son demektir. Tasavvufta; sâlikin bütün makamları kat etmesi ve nihayete ermesine hâtem denir. “Hâtemu’l-enbiyâ”: Son peygamber. “Hâtemu’l-evliyâ: Son velî veya velîlerin en ulusu, bir rivâyete göre İbn Arabî. Hatm-i velâyet görüşünü Hakim Tirmizi ortaya atmış, İbn Arabî bunu geliştirmiştir. Hatm-i nübüvvet, zamanla sınırlı olup Hz. Peygamber’le sona erdiği halde; hatm-i velâyet zaman üstüdür, ezelden ebede kadar sürer, zira nübüvvet Nebî’nin velâyet Allah’ın vasfıdır. 2324
Hatm-i Hâce: Nakşî tarikatında toplu olarak icrâ edilen bir zikir ve duâ biçimi. Umûmiyetle Pazartesi ve Cuma geceleri okunur. Abdest alınır. Kıbleye karşı diz çöküp oturulur, tevbe ve istiğfar edilir, tarikat silsilesine dâhil olan bütün şeyhlerin ruhlarına teveccüh edilip onlardan yardım ve imdad istenir. 2325
Hayâl: Mâsivâ, Allah’tan mâadâ her şey. Tasavvufta; mutasavvıflar Hak hâriç diğer tüm varlıkların gerçek bir varlığı bulunmadığı, bunların birer hayal, akis ve gölge varlıklar olduğunu söylerler. Özellikle vahdet-i vücud anlayışına bağlı olanlar bu görüştedirler. Sevgilinin zihnindeki hayâli de önemlidir. 2326
Hayzu’r-ricâl: Erkeklerin hayzı. Tasavvufta; sâlikin cezbeye kapılarak ve vecde gelerek kendinden geçmesi, bu yüzden hayız gören kadınlar gibi Allah’ın huzûruna çıkamaması, namaz kılamaması hâli. Bazı mutasavvıflar, kerâmetleri ve hârikulâde halleri de bir eksiklik olarak değerlendirir ve bu hallere erlerin hayzı derler. Henüz irşad ehliyetini kazanamadığı için kendisine uyulmayan ve örnek alınmayan sâlikler de hayız halinde sayılır. İrşad ehliyetini kazandıkları zaman artık er olurlar. 2327
2320] s. 202; Bk. Ricâlu’l-gayb.
2321] s. 211
2322] s. 212
2323] s. 213
2324] s. 227
2325] s. 228
2326] s. 229-230
2327] s. 231-232
VELÎ / DOST
- 425 -
Hıfz: Koruma. Tasavvufta; Evliyânın günah işlemekten ve hatada ısrar etmekten koruma hali. Peygamberimiz’in ismet sıfatına karşılık, ermişlerin hıfz sıfatı vardır. Peygamberler ma’sûm velîler mahfûzdur. Allah peygamberi günah işlemekten velîyi günahta ısrar ve devam etmekten korur. Mahfûz olmak velî olmanın şartıdır. 2328
Himmet: Ermiş kişilerin maksadı hâsıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren mânevî gücü. Himmet-i ricâl: Erenlerin himmeti. Erlerin himmeti dağları yerinden oynatır. Pirler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idâre ederler. 2329
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. 2330
Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar zümresi. 2331
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi. 2332
İlhâm: Bildirmek, haber vermek. Tasavvufta; a) Feyz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi. Düşünmekle kazanılan bir bilgi değildir. b) Kalbe konulan iyilik hissi, hayır duygusu. İlhamın kaynağı ya Allah veya melektir. Velîler, ilhamı peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. 2333
İmâmân: İki imam. Tasavvufta; biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alan iki velî. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin mertebesi daha yüksek olduğundan, kutbun halifesi olur. 2334
İnhinâ: Eğilmek, boyun eğmek. Tasavvufta; müritlerin şeyhlerini veya halifesini ya da birbirini eğilerek selâmlamaları. Bu tür selâmı secde sayıp reddedenler: “Ne senden bana rükû, ne benden sana sana kıyam; selâmün aleyküm, aleyküm selâm” derler. 2335
İnsân-ı Kâmil: Yetkin insan, kâmil insan. Tasavvufta; Allah’ın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde tecellî ettiği insan. Gavs, kutup, hakiki mürşid. İnsân-ı kâmil, Allah’ın sûreti, Allah da onun rûhu gibidir. Diğer taraftan insân-ı kâmil, âlemin rûhu; âlem de onun sûretidir. İnsân-ı kâmil, Allah’ın gözü (aynullah) dür, âlemin nûrudur. 2336
İrfân: Marifet, keşf, hads, ilham, sezgi, mânevî ve rûhî tecrübe ile elde edilen bilgi, tecrübî bilgi. 2337
İhvân: Kardeşler. Tasavvufta; Belli bir tarîkate ve şeyhe bağlı olanlar birbirinin
2328] s. 235-236
2329] s. 243
2330] s. 247
2331] s. 247
2332] s. 249
2333] s. 263
2334] s. 265
2335] s. 268
2336] s. 269-270
2337] s. 271
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kardeşi (ihvân), bunun dışında kalanlar ecnebî, ağyâr, digerân (başkaları)dır. Bazı hallerde yabancıların tarîkat âyinlerine alınmaları, şeyhin özel sohbetine katılmaları hiçbir tarîkatte uygun görülmemiştir. Belli bir tarîkat mensupları, bir âile gibidir. Şeyh baba ve peder (ata), şeyhin karısı ana-bacı ve vâlidedir. Müridler ise şeyhin evlâdıdır. Bu evlât, yekdiğerinin kardeşi (ihvânı, birâderi)dir. 2338
İstiğâse: Sığınmak, ilticâ etmek, meded ve yardım istemek, imdad demek. Tasavvufta; darda kalan bir tarîkat ehlinin şeyhini yardıma çağırması veya ölü ermişlerin ruhlarından imdat dilemesi. Sıkışık durumda kalan bir kimsenin Allah’tan veya peygamberin rûhâniyetinden yardım istemesi de istiğâsedir. Son dönem mutasavvıfları, şeyhlerden ve yatırlardan daima istiğâsede bulunmuşlardır. Kendisinden medet umulan en büyük velî “gavs”tır. 2339
İstimdâd: İmdat istemek, medet ummak, âcil yardım talebinde bulunmak. Tasavvufta; tarîkat ehlinin şeyhlerden veya ölü velîlerin ruhlarından yardım istemeleri. “Meded yâ şeyh!” “meded yâ gavs-ı a’zam!” demeleri. “Zikir murâd eden kimse, iki dizi üzerine oturup ağzını kapatır, gözlerini yumar, bütün his ve kuvvetlerini faâliyetten menederek şeyhin rûhâniyetine teveccüh edip ondan istimdâdda bulunur.” 2340
İstişfâ’: Şefaat istemek, bir işin görülmesi için birinin aracı (vâsıta vesîle) olmasını istemek. Tasavvufta; tarîkat ehlinin yatırlardan ve ermişlerin ruhlarından Allah katında şefaatçı ve aracı olmalarını istemeleri. 2341 **
İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır. 2342
Keşf: Açığa çıkarma, perdenin açılması. Örtülü olanı açma, gizli olanı meydana çıkarma, sezme, tahmin etme. Tasavvufta; a) Perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakiki şeylere, bunları yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olmak. Mükâşefe, beden ve his perdesinin kalkması ve ruh âleminin seyr edilmesi. b) İlham. Doğrudan ve aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi ya ilâhî hitabı işitmek ve dinlemek veya gayb âlemini görmek sûretiyle elde edilir. c) İbn Arabîye göre velîler, bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. Bazı keşifler kesin bilgi verir. Sûfîlere göre maddî ve duyulur âlemden gelen tesir, kir ve pas kalbin gayb âlemini görmesine engel olan bir perde (hicâb) oluşturur. Riyâzet ve tasfiye ile bu perde kalkınca gayb, ayân-beyân olarak görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün açılmasına keşf denir. Keşf-i zamâir: Bir velînin başkalarının kalbinden ve zihninden geçen şeyleri bilmesi. Keşf-i ahvâl-i kubûr: Bir velînin mezarlarda gömülü olan ölülerin o âlemdeki hallerini bilmesi. 2343
Kırklar: Ricâlu’l-gayb veya gayb erenlerden 40 velî. 2344
2338] s. 260
2339] s. 276
2340] s. 279
2341] s. 280
2342] s. 283
2343] s. 310-311
2344] s. 314
VELÎ / DOST
- 427 -
Kıtmîr: Köpek. Ashâb-ı Kehf’in köpeği. Tasavvufta; sûfî olmadığı halde, sûfîlerin arasında bulunan kimseye kıtmîr denir. Dervişler ve müridler bir köpek sadâkatı ile şeyhlerinin kapısında beklemeyi ve ulumayı en büyük şeref bilirler. M. Bahâeddin Nakşbend, Abdülkadir Geylânî’nin türbesine şu ibârenin yazılmasını emretti: “Pirlerin kapısında köpek ol, / Eğer Hakk’a yakın olmak istersen. / Zira arslanlardan daha şereflidir. / Geylânî’nin kapısındaki köpek.” 2345
Kutb (kutub): Medâr, değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir. Tasavvufta; a) En büyük velî, b) Her zaman, âlemde Allah’ın nazar kıldığı yer olan tek kişi (Kâşânî). c) Kutub, âlemin rûhu, âlem de onun bedeni gibidir. Her şey kutbun çevresinde ve onun sâyesinde hareket eder. Yani her şeyi o idare eder.2346 Kutbu’l-aktab: Kutubların kutbu, kutbu’l-ekber: En ulu kutub. Kutbu’l-irşâd: Rehber kutub. Tasavvufta; Her üç terim de halkı irşad etmek ve hidâyete erdirmek işiyle görevli velî anlamına gelir. Bu velî, arştan ferşe kadar tasarrufta bulunur. 2347
Meded: İmdad, yardım, himâye. Meded Allah’tan istenir. Tasavvufta; ermişlerin ruhlarından yardım istemeye de meded denir. Alevî-Bektâşi zümreler “yetiş yâ Ali” anlamında meded kelimesini kullanırlar. 2348
Mürid: İrâde ve talep eden, ehl-i irâde, isteyen, arzu eden. Tasavvufta; a) İrâdesi olmayan, irâdesinden soyutlanan, irâdesini kullanmayan. b) Kendisine semânın kapısı açılan ve isimle Hakk’a erenler arasına katılıp ona eren. c) Tarîkate giren ve şeyhe bağlanan, derviş, bende; efendisi olan şeyhin kulu. Cenâze, onu yıkayan kişinin önünde nasıl irâdesiz ise, mürid de şeyhinin önünde o şekilde irâdesizdir. Bir kör, kendisini yeden kişiyi uçurumun kenarında nasıl takip ederse, mürid de her hususta şeyhini öyle takip eder. Mürid kendi şahsî irâdesini şeyhinin irâdesinde yok etmiştir (Fenâ fi’ş-şeyh); onun için irâdesizdir. d) Şeyhinin emir ve irâdesini yerine getiren bir âlettir. e) Kendisi için Hakk’ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmeyen, Hakk’ın irâdesi önünde ve karşısında kendi irâdesini hiçe sayan. 2349
Mürşid: Rehber, delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta; a) Sırât-ı müstakîmi gösteren, dalâletten önce hak yola ileten. b) Şeyh velî, er, eren, pîr. 2350
Nâz: Tasavvufta; a) Sevgisinin, dertli ve mahzun âşığına güç vermesi. b) Sevgilisinin âşığını kandırması, ona cilve yapması, bilmezlikten gelmesi. Nâz ehli: Hakk’a nazı geçen, Hakk’a karşı nazlanan velî. Naz ehli, Yüce Mevlâ ile gayet samimi, her türlü resmiyetten ve kayıttan uzak sohbet eder ve ona içlerini dökerler. Cüneyd Bağdâdî: “Üns ehli münâcât esnasında öyle sözler söyler ki halk bu sözleri küfür sayar” der. 2351
Nazar: Bakmak, bakış. Tasavvufta; şeyhlerin ve ermişlerin müridlere ve sülûk ehline bakışı ki bu bakış ruhlarına tesir ederek onlara yeni bir şekil verir,
2345] s. 315-316
2346] Tehânevî, II/1268; İbn Arabî, Fusus, 39, 73
2347] s. 325-326
2348] s. 353
2349] s. 388
2350] s. 388-389
2351] s. 401
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gönüllerini feyzle doldurur, ruhlarını olgunlaştırır. Bu nazarın eğitici ve yetiştirici bir özelliği olduğu için “velîler müridlerini kaplumbağanın yavrularını yetiştirmeleri gibi nazarla yetiştirirler” denilmiştir. Nazar-ı Hakkânî: Şeyhin nazarı ile müridin aşk ve cezbeye tutularak fenâya ermesi. “Sûfîlerin sohbeti gibi nazarları da feyz kaynağıdır. Zira onların nazarı, ayn-ı nazar-ı Hak’tır.” 2352
Niyâz: Duâ, yalvarma, tevâzu gösterme, selâm, himmet, baş kesmek. Tasavvufta niyaz: “Derviş, huzûr-ı mürşide vardıkda mürşidini hak bilerek hayır himmet talebi için yüzünü gözünü yerlere sürerek niyaz etmek âdâb-ı tarîkattandır.” “İnhinâ ederek şeyhin el, diz ve eteğini tutmak ve öpmek”. Niyâz ve niyâz âyini, bazen müridin şeyhine secde etmesi şeklini de almıştır. 2353
Nübüvvet: Peygamberlik. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. 2354
Nücebâ: Seçkinler, soylular. Tasavvufta; kırklar. Bunlar halkla ilgili hususları düzeltir, onların yüklerini taşır, sadece halkın hukuku konusunda faâliyet gösterirler. 2355
Nükabâ: Nakibler, denetçiler, gözetleyenler. Tasavvufta; Bâtın ismiyle tahakkuk edip bu ismin mazharı olduklarından halkın içlerine bakıp (ruhlarını okuyup) oradaki en gizli hususları açığa çıkaran üç yüzler. Sırları örten perdeler onlar için ortadan kalktığından bu gibi hususları bilirler. Bursevî bunların sayılarının 12 olduğunu söyler. 2356
Pîr: Yaşlı kişi, ihtiyar. Tasavvufta; şeyh, mürşid. Pîr-i tarîkat: Tarîkatın ilk kurucusu, sâhib-i tarîkat. “Pîr aşkına”, “pîr hakkı için”, “pîrim hakkı için” deyimleri, yemin olarak kullanılır. Bir işe teşebbüs edildiği zaman: “Yâ Allah yâ pîr” denir. Tekkelerde ve türbelerde tarîkat kurucusu şeyhin ismi “yâ Hazret-i Pîr” diye başlar. Pîr-i hâcât: İhtiyaçları karşılayan şeyh. 2357
Râbıta: Bağ, ilişki. Tasavvufta; mürîdin, rûhaniyetinden feyz alacağına inanarak kâmil şeyhinin sûretini (şeklini) zihninde tasavvur etmesidir. Râbıta: Müridin şeyhini severek yâdetmesi ve sûretini zihninde canlandırmasıdır. Râbıta, müridin kalben şeyhi ile beraber olmasıdır. Müridin ilk hedefi, şeyhinde fâni olmaktır. Zira şeyhte fâni olmak, Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sâlik, râbıta vâsıtasıyla önce şeyhi ile sonra Allah ile mânevî ve bâtınî bir ilişki kurar. 2358 ***
Racül, ricâlü’l gayb: Racül: Adam, merd, kişi. Tasavvufta; İster erkek ister kadın olsun Hakk’ın dostluğunu kazanmış faal, hakşinas, âdil ve faziletli şahsiyetler. 2359
2352] s. 402
2353] s. 411-412
2354] s. 415
2355] s. 416
2356] s. 416
2357] s. 420-422
2358] s. 425
2359] s. 430-431
VELÎ / DOST
- 429 -
Rûhânî: Tamamen gayrı maddî ve gayri cismânî varlıklara (melek ve cin gibi) rûhânî dendiği gibi, rûh tarafı madde tarafına ağır basan varlıklara da rûhânî denilir. Gerek gayri müslimlerin azizlerine, gerekse evliyâya rûhânî denilir. 2360
Sâlik: Yolcu. Tasavvufta; a) Allah’a giden yolu tutana seyr halinde bulunduğu sürece müridle müntehî (vâsıl, eren) arasındaki mutavassıta (ortadakine) sâlik denir. İlmi ve tasavvuru ile değil; hâli ile makamlarda seyreden sâlik bu halde iken ayne’l-yakîn türünden bilgi sahibi olur. b) Menzil-i maksûda varmak azmi, hedefe ulaşmak kararı ile tasavvuf yolunu tutan, bu yolun gerektirdiği hususları maddî ihtiyaçlardan önde tutan, tasavvufu meslek edinen insanlar. 2361
Sekr: Sarhoşluk, mest olmak, kendini kaybetmek. Tasavvufta; a) Zâhirî ve bâtınî kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelmek. b) Kuvvetli bir vârid (tecellî) ile kendinden geçip rûhî bir haz ve zevke erme. c) Sekr vecd ehline hastır. Sekr halindeki sâlik, şer’î hükümlere aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda bulunabilir. 2362
Sekizler: Gayb erenlerden olan sekiz evliyâ. Bunlara kahr ricâli, kuvvet ricâli de denir. Şiddetli ve hiddetli velîlerdir, himmetleri faal ve tesirlidir. Teveccüh ettikleri ruhları etkileri altına alırlar. Tasarruf sahibidirler, murad ettikleri nesneler vücuda gelir, teveccühlerinin semeresi hâsıl olur. Bunlara hürmet edilir, ama yakınlarında olmaktan sakınmak lâzımdır. 2363
Selâm secdesi: Sûfîlere göre, ibâdet secdesinin dışında secde-i tahiyyât denen, saygı ve sevgi duyulan bir insana selâm secdesi vardır. Sonraki bazı mutasavvıflar selâm secdesini câiz görmüşlerdir. Mevlevî şeyhleri ve dervişleri, baş keserek birbirine secde ederler. Secdeyi Hz. Mevlânâ teşrî etmiştir (meşrû kılmıştır). Bazı tarîkatlarda dervişler şeyhlerinin eteklerini öper, ayak bastıkları yere yüz sürer. Hükümdarlara ve din ulularına secde etmek, öteden beri şark kavimlerinde âdettir. 2364
Şeyh: Çoğulu; Meşâyih, şüyûh, eşyâh. Yaşlı, ihtiyar, pîr, bey, önder, kabile başkanı. Tasavvufta; a) Nefsinden fâni Hak’ta bâki velî, Hak dostu. b) Tâliplere rehberlik etmek ve onları irşâd etmek ehliyetine ve liyâkatine sahip olan insan-ı kâmil, rehber, delil, mürşid. Şeyh, kâmil ve mükemmildir; başkalarını da kemâle erdirir. Şeyh-i tarikat: Mürid ve müntesiblerini, bir annenin bebeğini terbiye etmesi ve yetiştirmesi gibi terbiye edip yetiştiren şeyh. Tarîkat şeyhleri böyledir. Bunlar mürid ve müntesiblerinin mal, beden ve ruhları üzerinde mutlak olarak söz sahibidirler. Mürid ne dil, ne kalb ile şeyhine itiraz edebilir. Şeyhine “hayır!” diyen bir mürid iflâh bulmaz. Şeyhe karşı işlenen günahın tevbesi olmaz. Şeyhin önündeki mürid, gassâlin önündeki cenâze gibidir, irâdesi yoktur; şeyh ona hangi şekli verirse onu muhâfaza eder, şeyhte fâni olmak Allah’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Allah'a giden yol, şeyhten geçer. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır. Şeyh keşif ve kerâmet sahibidir. Allah’ın arz üzerindeki halifesidir. Allah adına hareket eder. Şeyh, Hz. Peygamber’in nâibidir, Onun temsilcisidir. 2365
2360] s. 440
2361] s. 451
2362] s. 457-458
2363] s. 458
2364] s. 460
2365] s. 496-497
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tarîkat: Yol. Tasavvufta; Hakk’a ermek için tutulan, birtakım kuralları ve âyinleri bulunan yol. Gerçek anlamda tarîkatlar hicrî 6.; milâdî 12. asırda ortaya çıkmaya başladı. Kadiriyye, Rifâiyye, Yeseviye, Bektâşiye, Nakşbendiye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye ve Şâzeliye bunların en tanınmışlarıdır. Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi; birçok farklı yönler de bulunur. 2366
Tasarruf: Faâliyet göstermek, yetki kullanarak iş yapmak. Tasavvufta; Kerâmet göstermek, olağanüstü yollardan iş yapmak ve tesir etmek, insanlara ve eşyaya hükmetmek ve onları idare etmek, Allah’ın eşyayı ve bütün varlıkları velîsine Mûsâhhar kılması. Hakikatte tasarrufta bulunan (mutasarrıf) Allah’tır. Fakat velîler de himmetleriyle varlıklar üzerinde tasarrufta bulunurlar. Zira Allah her şeyi onlara Mûsâhhar kılmıştır. Velîler himmetleri ile tasarrufta bulunurlar. Fakat ism-i a’zamla tasarrufta bulunduklarına da inanılır. Bazı velîlerin öldükten sonra da tasarrufta bulunduklarına inanılır. 2367
Tayy-i mekân: Yerin dürülmesi, mesâfenin kısalması sûretiyle gerçekleşen kerâmet, uçmak. Bast-ı zaman: Zaman içinde zaman yaratmak.2368 (Tayy-ı mekân, yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Evliyâ, aynı saatlerde birkaç yerde bulunabilir; yani yerin katlanmasıyla velî olan zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir. 2369
Tayy-i zaman: Zaman içinde zaman yaratmak.2370 (Tayy-ı zaman, zamanın durdurulması anlamına gelir.) Velî, bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla, -ya da durdurulmasıyla- evliyâ, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman, meselâ, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece birkaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. 2371
Teberrük: Bir şeyi (kutsal) sayıp ondan bir hayır, bir fayda, bir uğur, bir bereket ummak. 2372
Tecellî: Âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek, zuhûr etmek. Tasavvufta; gaybden gelen ve kalbe zâhir olan nurlar. Görünmeyenin kalpte görünür hale gelmesi. 2373
Tecessüd: Cesedleşme, maddeleşme, bedenleşme. Tasavvufta; Rûhun ceset ve madde haline gelmesi, bedenleşmesi. a) Bir velînin rûhu başka bir yerde, ayrı bir beden ve madde kalıbı ile zâhir olabilir. b) Ölen bir velînin rûhu eskisinin tıpkısı olan bir beden kalıbı ile zâhir olabilir. Tecessüd, reenkarnasyon ve tenâsühten
2366] s. 510-511
2367] s. 512
2368] s. 514
2369] -F. Aydın, s. 287
2370] s. 514
2371] -F. Aydın, s. 287
2372] s. 514
2373] s. 514-516
VELÎ / DOST
- 431 -
ayrı bir olaydır. 2374
Teferrüc: Seyretme, temâşâ etme. Tasavvufta; mânen yükselen sâlikin rûhî bir mi’râc yapması, ulvî-süflî, maddî-mânevî bütün âlemlerde seyahat etmesi, her şeye yukarıdan bakması. 2375
Teveccüh: Yönelme, öz alâka. Tasavvufta; a) Şeyhin Hakk’a, müridin mürşide yönelmesi, gönlünü ona bağlaması. b) Nakşîlikte muhabbet râbıtasının bir şekli. Mürid, şeyhin rûhâniyetine muhabbet yoluyla teveccüh eder, teveccüh esnâsında öyle bir istiğrak (trans) haline geçer ki, beşerî ve bedenî varlığından haberdar olmaz. Bu durumda şeyhin rûhâniyeti müridin bâtınında faâliyete geçip onun beşerî vasıflarını ortadan kaldırır, tedrîcen mürid, mürşidinin rûhânî vasıflarıyla sıfatlanır. Şeyhin müridine teveccühü, bütün mânevî gücünü ve rûhânî tesirini müridin kalbi üzerine yoğunlaştırarak ona feyz akıtması, onu büyük bir mânevî değişime uğratmasıdır. 2376
Türbe: Toprak, hâk. Tasavvufta; Bir ermişin ve yatırın kabrinin bulunduğu üstü kapalı mekân, ziyâret yeri. Buralara adaklar adanır, mumlar yakılır, dilekler dilenir, serili postlarda namaz kılınır, duâ edilir, paralar verilir, çapıtlar bağlanır. Ermişin ve yatırın sağ insanlara mânen, ama gerçekten yardımcı olacağına inanılır. 2377
Üçler: Üç büyük velî. Gayb erenlerden üç ulu ermiş. Üçler, Hak’tan istimdad eder, halka imdad eder, insanlara şiddet ve kahr ile değil; mülâyemet ve merhametle muâmele ederler. Üçler, erkeklerden de kadınlardan da olabilir. Üçlerden biri aralıksız ve kesintisiz Hak’tan aldığı feyzi halka akıtır. Üçler bir kutub, iki imamdan oluşur. Kutb veya gavs-ı a’zam, Alah adına mülk ve melekût âlemini idâre eder. Kutbun iki vezîri (yardımcısı) vardır. Bunlara imâmân denir. Pek çok yöre, türbe, mahalle, semt ve kasaba; ismini üçlerden alır. 2378
Vahdet-i şühûd: Vahdet; Birlik demektir. Vahdet-i şühûd: Tasavvufta; sâlikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellîleri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal, sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fâni olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallâc gibi: “Ene’l-Hak” der. Bayezid Bestâmî gibi, “Sübhânî mâ a’zame şânî (Bana tesbih olsun, benim şânım ne yücedir!)” der. “Cübbemin altındaki, Allah’tan başka bir şey değil” der. Yûnus gibi “Ete kemiğe büründü, Yûnus diye göründü” der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır. 2379
Vahdet-i vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrâk ve şuûruna sahip olmak. Şuhûdî tevhidde, yani vahdet-i şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi geçicidir; birlik, bilgide değil; görmededir. Vahdet-i vücudda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibâret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellîlerinden başka hiçbir şeyin
2374] s. 516
2375] s. 519
2376] s. 530-531
2377] s. 538-539
2378] s. 545
2379] s. 553
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakiki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak, vahdet-i vücud ehli, bu bilgiye nazarî olarak değil; yaşayarak ve mânevî tecrübe ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri yoktur. Vahdette kesret – kesrette vahdet: Birlikte çokluk – çoklukta birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfî, çoklukta birliği görür. “Lâ maksûde (lâ matlûbe, lâ murâde) illâllah” kusûdî, “lâ meşhûde illâllah” şuhûdî, “lâ mevcûde illâlllah” vücûdî tevhiddir. 2380
Vahiy: Hakk’ın hitâbı. Sûfîlere gelen ilhâm. İbn Arabî; “Sözlerimiz vahy-i kelâm değildir ama vahy-i ilhamdır” der. 2381
Velâdet: Doğum. Tasavvufta; Tâlibin mürşide intisab etmesi ve tarîkate girmesi. Buna velâdet-i sâniye (ikinci doğum, mânevî doğum) denir. Şeyh ile mürîdi arasında öyle bir kaynaşma (teellüf) hâsıl olur ki neticede mürîd şeyhin parçası olur, tıpkı tabiî velâdette oğul babanın parçası olduğu gibi. “İnsan iki kere doğmadan melekût âlemine yükselemez.” İlk doğumla madde âlemi ile irtibat kuran insan, ikinci doğum ile melekût âlemi ile irtibat kurar. Mürîdin babası, onun bedeninin, şeyhi ise rûhunun var oluş sebebi olduğundan, şeyh baba, mürîd onun oğludur. Mürid, babasının bel, şeyhinin yol evlâdıdır. Şeyh, bir anne bebeğini nasıl sütü ile beslerse, öylece onu irfânı ve feyzi ile besler. Buna redâ (süt emme süresi) denir. Seyr ve sülûkünü tamamlayan ve rûhen olgunlaşarak bâliğ ve reşîd olan mürîde şeyh icâzetnâme (hilâfetnâme) verir. Buna fitâm (sütten kesme) denir. Bu yüzden müridler, şeyhlerine baba (eb, vâlid, peder); şeyhler ise müridlerine evlâdları nazarıyla bakarlar. 2382
Vesîle: Vâsıta, aracı, sebep, bahâne. Tasavvufta; a) Allah’a yaklaşmak veya bir dileğin kabul edilmesini veya bir musîbetin defedilmesini sağlamak için ermişlerin türbelerine gidip onların ruhlarında ve yatırlardan meded ummak. Tasavvufî anlamda vesîle ve tevessül budur. 2383
Yatır: Ermişlerin gömülü olduğuna ve ziyâretçilerine fayda ya da (çarparak) zarar verdiğine itikad edilen mezarlar. 2384
Yediler: Yedi büyük velî, gayb erenlerden yedi ulu ermiş. Bunlara ricâl-i ûlâ da derler. Her nefeste mi’râc yapıp Allah’ın huzûrundan marifet-ilim tahsil ederler. Yediler, yedi abdal denilen Ricâlu’l-gaybden ayrıdır. Pek çok semt, türbe ve mahalle; ismini yedilerden alır. 2385
Zıllullah: Tanrı’nın gölgesi. Tasavvufta; vâhidiyet mertebesini kendi gerçeği haline getiren insan-ı kâmil. 2386
Ziyâret: Mübârek ve kudsal olduğuna inanılan ermişlere ait kabir ve türbelerin ziyâret edilmesi; Buralarda duâ ve ibâdet edilmesi, kurban kesilmesi. Ziyâret edilen yere ziyâretgâh (mezar) denir. 2387
2380] s. 553-554
2381] s. 554
2382] s. 563-564
2383] s. 568
2384] s. 578
2385] s. 579
2386] s. 587
2387] s. 591
VELÎ / DOST
- 433 -
Not: Tüm bu kavramların yukarıdaki anlamları, tasavvuf felsefesine göredir. Tasavvuf erbâbının kendi inançları doğrultusunda bu kelimelere yükledikleri anlam ve yorumları aksettirmektedir. Veli ve evliyâ kavramlarının tasavvuftaki karşılıklarını daha iyi anlayıp değerlendirme yapabilmeye yardımcı olacakları düşünüldüğünden bu tasavvufî lügatçe hazırlanmıştır.
* “Mürîdim ister doğuda olsun ister batıda / Hangi yerde olsa da yetişirim imdâda.” A. Geylâni’ye ait olan bu şiir için.2388; “Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.”2389; “De ki: Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.” 2390
** “Yoksa onlar Allah’tan başkasını şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi (şefaatçi edineceksiniz)? De ki: Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”2391 “İzni olmadan O’nun katında kimmiş şefaat edecek?...” 2392
*** Râbıta konusunda geniş bilgi almak isteyenler, Ferit Aydın’ın Ekin yayınlarından Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik adlı kitabına bakabilir.
“Ve derler ki: ‘Rabbimiz biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.” 2393
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” 2394
Velî kavramını özetlersek; İslâm, normal hallerdeki beşerî münâsebetleri tanzim ederken, kavramın bütün mânâları itibarıyla müslümanın velîsinin, ancak, kendisi gibi müslüman olacağını, gayri İslâmî unsurların müslümanın velîsi olamayacağını ifade etmiştir. Buna göre, ne yahûdi ve hıristiyanları ne de münâfık ve gayr-ı müslimleri, bir müslüman velî/dost edinemez. Ancak, ihtiyaç halinde insanlığın gereği olan güler yüz ve tatlı söz söylemek mânâsına gelen müdârâ ve şerlerinden korunmak için gönlündeki duygu, düşünce ve inancı saklı tutmak kaydıyla takıyye yapması câizdir.
Müslüman olmayanlarla velâyet/dostluk içinde bulunmayı yasaklayan İslâm, şerlerinden emin olunması halinde İslâm’ın ve müslümanların maslahatına olan konularda ticaret, ziraat, sanat ve müspet bilimler arasında yardımlaşmaya, ittifak ve anlaşma yapmaya müsaade etmiştir. Aynı şekilde sadece ehl-i kitap kapsamına giren gayr-ı müslimlerin yemeklerinden yiyip zinâ etmemeleri ve iffetli olmaları şartıyla bayanlarını nikâhlamaya izin vermiştir.
Allah, bütün müttakîlerin velîsidir, zâlimler ise ancak kendileri gibi zâlim ve inkârcılara velî olabilirler. Şüphesiz ki korkmadan günaha dalan ve şirk koşarak
2388] bk. S. Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Risâle-i Nur Külliyatı, Nesil Y. c. 2, s. 2083
2389] 27/Neml, 62
2390] 17/İsrâ, 56
2391] 39/Zümer, 43-44
2392] 2/Bakara, 255
2393] 33/Ahzâb, 67
2394] 7/A’râf, 3
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’tan uzaklaşan kimseler zâlimdirler. 2395
Velî kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, müttakî mü’minlerin vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını bütün mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli, kâfirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velîsi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli velînin kerâmetle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir.
“Allah Teâlâ, iyiliğini murad ettiği kimseye, unuttuğunu hatırlatacak ve hatırında olanı yapmaya yardım edecek iyi ve sâlih bir dost nasib eder.” 2396
“Dostuna sevginde ölçülü ol; Belki de bir gün düşman olur. Düşmana buğzunda ölçülü davran; Belki de bir gün baş dostun olur.” 2397
“Fenalıklardan uzak duran ve daima verdiği sözü yerine getiren insanlarla dostluk kurmalıyız.” 2398
“Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir. Cehennem ehlinin “Bizim için samimi bir dost da yoktur.”2399 diyeceklerini duymadınız mı?” 2400
“Dostun dostu dosttur; ölümsüz Dost’un dostu ise en yakın dosttur.”
“O Dost’u bulanın kaybettiği hiçbir şey olmadığı gibi; O Dost’u kaybedenin de bulacağı bir şey yoktur.”
“Senin dindarlığını arttıran dost, her karşılaştığında eline bir altın bırakan dosttan daha hayırlıdır.”
“Faziletli olan ve faziletleri bakımından birbirine benzeyen insanlar arasındaki dostluk, mükemmel bir dostluktur.”
“Bir kimsenin, düşmanının düşmanı olması, onu dost edinmesine kâfi sebep değildir.”
“Dost vefalı olduktan sonra düşman ne yapabilir?”
“Dost kazanırsan tut, düşman kazanırsan güt.”
“Dost, bizi Allah’a yaklaştıran; düşman, bizi Allah’tan uzaklaştıran kimsedir.”
“Dost, bizi iyi yola öğütleyendir.”
“Dostun attığı gül onulmaz yara açar.”
“Dostun attığı taş, baş yarmaz.”
“Dost dostun ayıbını yüzüne söyler.”
“Dostuna borçlu olma!”
2395] 45/Câsiye, 19
2396] Hadis-i Şerif
2397] Hadis-i Şerif
2398] Hz. Ali r.a.
2399] 26/Şûrâ 101
2400] Hz. Ali r.a
VELÎ / DOST
- 435 -
“Dostu olmayan insan, en yoksul insandır.”
“Birçok arkadaşımız olabilir, ancak dostlarımız azdır.”
“Dostunu medh edersen, biraz yerecek yerini koy.”
“Dostların sıkıntıda iken, onları mutlu oldukları zamankinden daha çok ara.”
“Dost sanma şanlı vaktinde dost olanı; dost bil gamlı vaktinde elinden tutanı.”
“Dost yüzünden, düşman gözünden belli olur.”
“Dosta varırız gülle; düşmana atarız gülle!”
“Dostunu hemen ölüverecekmiş gibi sev; düşmanını hiç ölmeyecekmiş gibi telâkki et.”
“Denendikten sonra dost edindiklerini bağrına bas; ama her ilk tanıştığınla, hemen dost olma.”
“Düşmanlarını hoşnut etmek için dostlarını kıranlar, düşmanlarını memnun edemediği gibi, dostlarını da yitirirler.”
“İnsanlardan kendini çekmen sana düşman, herkese yakınlık göstermen ise sana kötü dostlar kazandırır.”
“Dostluk sırasında sende olmayan meziyetlerden söz eden adam, düşmanlık sırasında sende bulunmayan fenalıkları da sana yükleyebilir.”
“Dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan diğer ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur.”
“Arz eyle bu pendi kendi özüne;
Dost addetme her güleni yüzüne.”
“Hoş gününde her kişi yârân bula;
Dost odur kim kem gününde yâr ola.”
“Dosttan bol şey de yok dünyada
Dosttan bulunmaz şey de.”
“Lokman hekim sarabilmez yaramı
Dost eli değmezse çare mi olur?”
“Bazı insanlar iyilik etmek, birbirini sevmek için değil; iyilik görmek, sonunda da nefret etmek için dost olurlar.”
“İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
“Hiçbir şey sâdık dost kadar ucuza alınamaz. Yani ne kadar pahalıya mal olsa, gene de ucuzdur.”
“Biri gerçeği duymak istemediği, öteki yalana hazır olduğu zaman, dostluk dostluk olamaz.”
“Dostlar kavun gibidir; neden mi? Bir tane iyisini bulmak için yüzlercesini
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoklarsınız da ondan.”
“Kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o günlere katlanmak güç olurdu.”
“Dost yüzü görmemek çetin bir iştir, ama bu hasret, onu düşmanla birlikte görmekten daha hafiftir.”
“Yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, güvendiği bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur.”
“Dostlara acılarını paylaştığını göstermek, birlikte yas tutmakla değil; onlara elbirliğiyle yardım etmekle olur.”
“Birbirlerine zıt karakterlere sahip olan insanlar, birbirlerini anlamak ve tamamlamak şartıyla iyi dost olabilirler.”
“Güller, lâleler, karanfiller, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır, ama gerçek dostluk ne solar, ne de kırılır.”
“Gerçek dostlar, iyi günlerinizde, dâvet edince sizi ziyâret ederler; kara günlerinizde dâvetsiz gelirler.”
“Dostlarımızın sefâletine acımak iyi; fakat onların imdâdına koşmak daha iyidir.”
“Dostluk, yolu üzerinde ot bitmesine müsaade etmez.”
“Dostun kusuruna bakılmaz.”
“Dostlara itimad etmemek, onlar tarafından aldatılmaktan daha ayıptır.”
“Dostlar öyle bir ailedir ki, insan o ailenin fertlerini yalnız kendi seçer.”
“Dostuna, bir gün düşmanın olabilecekmiş gibi davran.”
“Dostluk, iki vücutta müşterek bir ruha benzer.”
“Dostsuz kalan şahsın durumu, sol elden mahrum kalan sağ elin durumu gibidir.”
“Dost, rahatlık veren bir merhemdir.”
“Dost, kötü günde belli olur. İyi günde ise binlercesi bulunur.”
“Gerçek dost, onu unutanı unutmayandır.”
“Ana babayı kader tayin eder, dostlar ise seçilir.”
“Dostları çoğaltmak, zekâ inceliğindendir.”
“Dostluk iyi kimseler arasında çabuk temellenir; güçlükle yıkılır.”
“Dost kazanmak isteyen kimse, dostluğu paylaşmayı bilmelidir.”
“Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.”
“Dostluğundan fayda görmediğin kimsenin, husûmetinden de sana pek bir zarar gelmez.”
“Aklın bağlamadığı dostluğu, akılsızlık kolayca çözebilir.”
VELÎ / DOST
- 437 -
“Hiçbir dost, dostluğunu ispat edene kadar dost değildir.”
“Dostluk, kanatsız sevgidir.”
“Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır.”
“Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyor demektir.”
“Dertlerini dökecek dostları olmayanlar, kendi yüreklerini kemiren yamyamlardır.”
“Dost, kendisiyle samimi olabildiğim ve yanında yüksek sesle düşünebildiğim kişidir.”
“Kuşun yuvası, örümceğin ağı, insanın dostları vardır.”
“Dost, sanki insanın bir ikinci kendisidir.”
“İyi insanlar, kara günde en emin dostturlar.”
“Dostlarımla beraber olunca yalnız değilim. O dakikadan sonra da iki kişi değiliz.”
“Köle misin? Senden dost olmaz. Zorba mısın? Senin dostların olmaz.”
“Dostluk, görünceye kadar değil, ölünceye kadar olmalı.”
“Dostluk o kadar kolay kurulur ki... Ama sürdürmek!”
“Dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur.”
“Düşüncede uyum, dostluğu doğurur.”
“Kendine dost olan, bilin ki herkese de dosttur.”
“Eğer hiç dostun yoksa sen bir dost ol!”
“Dostun olsun istiyorsan dost ol!”
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.”2401
Ne mutlu Allah’la ve O’nun dostlarıyla dost olanlara ve dostluğunu ispatlayanlara! Yazıklar olsun, Allah’ın düşmanı ve şeytanın dostlarıyla dost olup Allah’ın ve müslümanların dostluklarını kaybedenlere!
2401] 12/Yusuf, 101
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Velî Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (232 âyet): 2/Bakara, 64, 83, 107, 115, 120, 123, 137, 142, 144, 144, 144, 149, 150, 150, 177, 205, 246, 257, 257, 282, 286; 3/Âl-i İmrân, 20, 23, 28, 32, 32, 63, 64, 68, 68, 82, 111, 122, 150, 155, 175; 4/Nisâ, 33, 45, 75, 76, 80, 89, 89, 89, 115, 115, 119, 123, 135, 139, 144, 173; 5/Mâide, 43, 49, 51, 51, 51, 55, 56, 57, 80, 81, 92, 107; 6/En’âm, 14, 51, 62, 70, 121, 127, 128, 129; 7/A’râf, 3, 27, 30, 79, 93, 155, 196, 196; 8/Enfâl, 15, 16, 20, 23, 34, 34, 40, 40, 40, 72, 72, 73, 75; 9/Tevbe, 3, 23, 23, 25, 50, 51, 57, 71, 74, 74, 76, 92, 116, 129; 10/Yûnus, 30, 62, 72; 11/Hûd, 3, 20, 52, 57, 113; 12/Yûsuf, 48, 101; 13/Ra’d, 11, 16, 37; 16/Nahl, 63, 76, 82, 100; 17/İsrâ, 33, 46, 97, 111; 18/Kehf, 17, 18, 26, 44, 50, 102; 19/Meryem, 5, 5, 45, 70; 20/Tâhâ, 48, 60; 21/Enbiyâ, 57, 109; 22/Hacc, 4, 13, 78, 78; 24/Nûr, 11, 47, 54; 25/Furkan, 18; 27/Neml, 10, 28, 49, 80; 28/Kasas, 24, 31; 29/Ankebût, 22, 41; 30/Rûm, 52; 31/Lokman, 7; 32/Secde, 4; 33/Ahzâb, 5, 6, 6, 6, 15, 17, 65; 34/Sebe’, 41; 37/Sâffât, 90, 174; 39/Zümer, 3; 40/Mü’min, 33; 41/Fussılet, 31, 34; 42/Şûrâ, 6, 8, 9, 9, 28, 31, 44, 46; 44/Duhân, 14, 41, 41; 45/Câsiye, 10, 19, 19; 46/Ahkaf, 29, 32; 47/Muhammed, 11, 11, 20, 22, 38; 48/Fetih, 16, 16, 17, 22, 22; 51/Zâriyât, 39, 54; 53/Necm, 29, 33; 54/Kamer, 6, 45; 57/Hadîd, 15, 24; 58/Mücâdele, 14; 59/Haşr, 12; 60/Mümtehıne, 1, 6, 9, 9, 13; 62/Cum’a, 6; 64/Teğâbün, 6, 12; 66/Tahrîm, 2, 4; 70/Meâric, 17; 75/Kıyâme, 32, 34, 34, 35, 35; 80/Abese, 1; 88/Ğâşiye, 23; 92/Leyl, 16; 96/Alak, 13.
B- Dost ve Dostluk
a- Allah En Güzel Dost ve En Güzel Yardımcıdır: 22/Hacc, 78; 42/Şûrâ, 9.
b- Mü’minlerin Allah’tan Başka Dost ve Yardımcıları Yoktur: 2/Bakara, 107, 120, 286; 3/Âl-i İmrân, 150; 4/Nisâ, 45; 5/Mâide, 55; 6/En’âm, 51; 7/A’râf, 196; 9/Tevbe, 16, 116; 29/Ankebût, 22; 32/Secde, 4; 42/Şûrâ, 31.
c- Allah İman Edenlerin Yardımcısıdır: 2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 139, 160; 6/En’âm, 127; 9/Tevbe, 40; 30/Rûm, 47; 45/Câsiye, 19; 47/muhammed, 11.
d- Savaşta Allah’ın Yardımı ve Dostluğu: 2/Bakara, 214; 3/Âl-i İmrân, 125-127, 139, 148; 8/Enfâl, 9-13, 17-18, 39-40; 9/Tevbe, 25; 22/Hacc, 40, 60, 47/Muhammed, 7.
e- Allah’ın Velîleri/Dostları Kimlerdir: 10/Yûnus, 63.
f- Allah’tan, Peygıamber’den ve Mü’minlerden Başka Dost Yoktur: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16.
g- Peygamberimiz’in Dostluğu: 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 128.
h- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
i- Sıddîklarla ve Sâlihlerle Beraber Olmak: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
k- Sâlihlerle Dostluk İçin Duâ: 26/Şuarâ, 83; 27/Neml, 19.
l- Zâlimlerin Dostluğu: 11/Hûd, 113.
m- Kâfirlerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 217; 3/Âl-i İmrân, 28, 118-120, 149-150; 4/Nisâ, 44-45, 101, 140, 144; 5/Mâide, 57; 6/En’âm, 68; 9/Tevbe, 23; 13/Ra’d, 37; 28/Kasas, 86; 58/Mücâdele, 22; 60/Mümtehine, 13.
n- Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47; 58/Mücâdele, 22.
o- Münâfıkların Dostluğu: 2/Bakara, 204; 4/Nisâ, 89, 139-140; 5/Mâide, 41, 52; 9/Tevbe, 50-51; 58/Mücâdele, 14; 63/Mümtehine, 1-2, 6-9.
p- Yahûdilerin Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
r- Hıristiyanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
s- Ehl-i Kitab’ın Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109, 120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.
C- Arkadaş ve Arkadaşlık
a- Arkadaşa İyilik Etmek: 4/Nisâ, 36.
b- Peygamberlerin, Sıddîkların ve Şehidlerin Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 69; 9/Tevbe, 119; 26/Şuarâ, 83.
c- Şeytanın Arkadaşlığı: 4/Nisâ, 38; 41/Fussılet, 25; 43/Zuhruf, 36, 38; 50/Kaf, 27.
D- Kardeşlik ve Barış
a- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13.
c- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
d- Mü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
e- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
f- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
VELÎ / DOST
- 439 -
g- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
h- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurat, 9.
Velâyet/Dostluk Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Salât, 80; Menâkıbu’l-Ensâr 45; Teheccüd, 33; Zekât 4; Savm 60; Enbiyâ 3; Fezâilu’l-Ashâb 5; Meğâzî 9, 83, 84; Rikak 42; Tefsîru Sûre 60: İ’tisâm 14, Enbiyâ 50; Hîbe hadis no: 2620
Müslim, Birr 38, 159, 161; ilm 6; Fedâilu’s-Sahâbe, 161
İbn Mâce, Mukaddime 11, 18; Menâsik 56; Fiten 17
Ebû Dâvud, İlm 10; Cihad 95, 98; Sünne 2
Tirmizî, Menâkıb 14; Zühd 45, 53, 64; Birr 60; İlm 7; Tefsîr 60; Siyer 40
Nesâî, Sehv 19; Kasâme 27;
Müsned-i Ahmed bin Hanbel, 1/80; 2/237, 328, 338, 370, 533, 53 3/87, 225; 4/128, 386; 5/137; 6/357-358;16/178
Dârimî, Rikak 44, 48; Diyât 2
Müstedrek 2/141
Riyâzu’s-Sâlihîn, 1/398
Kütüb-i Sitte: 4/47-48; 5/71-74, 157-158; 7/110; 10/137-138
Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; 5347; 3/1349
Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 9, s. 511, c. 10, s. 52
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Sami Şener) Şâmil Y. c. 1, s. 414-416
3. Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 274-295, 370-375
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-758
5. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s.
6. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılâb Y. s.
7. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 188-191
8. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 35-38
9. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sâdi Yüksel, Madve Y. s. 274-277
10. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 272-275
11. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman bin el-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141
12. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 63-91
13. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s.
14. İlâhî Kanunların Hikmeti -Sünnetullah-, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 175-211
15. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 193-200
16. Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 226-228
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 524-531
18. Kur’an’da Temel Kavramlar, Harun Yahya, Vural Y. s. 130-134
19. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 747-757
20. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.226-229
21. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 337-342
22. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 84-86
23. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. c. 1, s. 141-160
24. Tasavvuf ve İslâm, Ercümend Özkan, Anlam Y.
25. Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekîl, Tevhid Y.
26. Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, Ferit Aydın, Ekin Y. s. 285-299
27. Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Özel Y.
28. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış
29. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
30. Bektaşi Menâkıbnâmelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kit. Y.
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
31. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Tur. Bak. Y.
32. Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.
33. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. s. 136-141
34. Kur’an’da Dostluk İlişkileri, Remzi Kaya, Ayışığı Kitapları; Kitabevi Y.
35. İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed bin Said el-Kahtani, Kayıhan Y.
36. Kur’an’da Velî ve Velâyet, Mikdat Öccü, Suffe Y.
37. Dostluk Üzerine, Fethi Gemuhluoğlu, Boğaziçi Y.
38. Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı, Dale Carnegie, Timaş/Âlem/Sistem/Akış Y.
39. Dost Diye Diye, Emine Işınsu, Ötüken Neşriyat
40. Dost’tan Dosta, Ahmed Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye
41. Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, (Dostluk Şiirleri), Ocak Y.
42. Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev, İnsan Y.
43. Dostunuzu Tanıyın, Barbara Schott, K. Birker, Mozaik Y.
44. İslâm’a Göre Dost ve Düşman, Muhammed Fatih El-Murâbıt, Tevhid Y.
45. Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.
46. Veli ve Evliya Terimleri Üzerine, Arif Çiftçi, Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92)
47. Velâ 1-2, Hamd bin Ali bin Atik, Tevhid Y.
48. Velâ 2, Süleyman bin Abdullah, Tevhid Y.
49. Velâ 3, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
50. Velâ ve Velâyet Üzerine, Mutahhari, Kevser Y.
51. Velâyet-i Fakih, Muntazari, Endişe Y.
52. Allah’ın Velîleri ile Şeytanın Velîleri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhyâ/Birleşik Y.
53. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
54. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
55. İslâm ve İnsan Hakları, Muhammed Umara, Denge Y.
56. İslâm’da Karşılıklı Haklar ve Vazifeler, Mehmet Talu, Şelâle Y.
57. Cihan Sulhü ve İslâm, Seyyid Kutubu, Arslan Y.
58. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y.
59. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
60. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
61. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
62. Kardeşlik Çağrısı, Mehmet Metiner, Risale Y.
63. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed Pıtchall, Akabe Y.
64. Sevgi Medeniyeti, Rehber Y.
65. Müslümanların Kaynaşması, Selâmet Y.
66. İslâm’da Müsamaha, İmam Gazali, Marifet Y.
67. İslâm’da Hoşgörü ve Sınırı, Taner Akçam, Başak Y.
68. Müsamahada Ölçü, Heyet, İttihad Y.
69. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet,
70. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV Y.
71. Vahdet Ama Nasıl, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
72. Vahdete Yedi Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
73. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
74. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
75. İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.
76. Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilâflar, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
77. İhtilâftan Rahmete, Ebu’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
78. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
79. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Câbir Alvânî, Risale Y.
80. Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Zekeriya Güler, T.D.V. Y.

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)


- 319 -
Kavram no 186
İmtihan 16
Görevlerimiz 48
Bk. Ümmet; İmam; Halife
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)


• Vahdet; Anlam ve Mâhiyeti
• Vahdet; Şimdi Değilse Ne Zaman?
• Kur’ân-ı Kerim’de Vahdet Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Vahdet Kavramı
• Vahdetin Tezâhürü; Cemaat
• Cemaat ve Tebliğ Çalışmalarında Usûl
• İhtilâflara Yaklaşım
• Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
• Tefrika; İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” 1759
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” 1760
Vahdet; Anlam ve Mâhiyeti
Vahdet; Birlik, teklik, bir ve tek olma, parçalar arasındaki âhenkten doğan bütünlük demektir. Allah’ın birliğine de vahdet denildiği gibi, aynı zamanda Allah’la bir olmaya da vahdet denilmiştir.
“Vahdet”, “tevhid” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhid, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah’ı birlemeyen kimsenin, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlâkından mahrum insanın da gerçek muvahhid olması beklenemez.
Vahdet Zarûrîdir. Çünkü;
Kur’an vahdeti emretmektedir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın...”1761; “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp
1759] 3/Âl-i İmrân, 103
1760] 3/Âl-i İmrân, 105
1761] 3/Âl-i İmrân, 103
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.”1762; “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.”1763; “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”1764; “...Müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.”1765 “Mü’minler ancak kardeştirler.” 1766
Sünnet vahdeti emretmektedir. “Allah’ın eli cemaatle beraberdir.”1767; “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.”1768; “Bereket, cemaatle beraberdir.”1769; “Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.”1770; “Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” 1771
Akıl vahdeti emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, elbirliğiyle birleşerek kaldırabiliriz. Dâvânın hâkim olması, küfre ve zulme kıyâm edilmesi gibi birkaç kişinin kaldıramayacağı cihad yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek kolay kırılabilen ok gibi çubukları, büyük bir demet yaptığımızda kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı kurdun yediği gibi, bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür, vahdetten uzak insan, onların kolay avı olur.
Tarih vahdeti emretmektedir. Başta Benî İsrâil olmak üzere, nice eski kavimler tefrika yüzünden acı mağlûbiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 87 ülkeye ayrılmış, ciddî ağırlıkları olmayan günümüz müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.
Günümüzün/çağımızın konumu vahdeti emretmektedir. Avrupa ülkeleri, aralarındaki sınırları kaldırıp Avrupa Birliği adı altında hemen bütün güçlerini birleştirmektedir. Birleşmiş Milletler, Nato vb. ittifakların konumu ve ağırlığı göstermektedir ki bugün işbirliği ve ittifak yapan, birleşen uluslar yarınlara hâkim olabilecektir.
Ekonomi vahdeti emretmektedir. Müslümanların kalkınması, sömürü ve kapitalizmin zulüm çarklarından kurtuluşu, kendi ekonomik güçlerini birleştirip ortaklaşarak ticârî kuruluşlar, holdingler kurmalarını gerektirmektedir. Devir, bakkal devri olmaktan çıkıp süper ve hiper marketler devri olmuştur. Bu da kapitalist vampirlerin mü’min kanı emerek azgınlaşmaması açısından müslümanların
1762] 3/Âl-i İmrân, 105
1763] 6/En’âm, 159
1764] 8/Enfâl, 46
1765] 30/Rûm, 31-32
1766] 49/Hucurât, 10
1767] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6
1768] Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278
1769] İbn Mâce, Et’ıme 17
1770] Buhârî, Fiten 2
1771] Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 321 -
vahdetini gerektirmektedir.
Mevcut müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı vahdeti emretmektedir. Kısa bir müddet önce Çeçenistan’ın Ruslar, Bosna Hersek’in Sırplar, Filistin’in siyonistler Afganistan ve Irak’ın Amerikalılar tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçi İslâm düşmanları tarafından müslümanların devletlerinin işgali, onların yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, câhilî eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali, mü’minlerin birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrâil’i sel alıp götürür. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrâil’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor.
Tecrübe vahdeti emretmektedir. Yüzlerce senedir müslüman halk kültürünün ortak ürünü olan atasözleri, bu deneyimi aktarır: “Nerde birlik, orda dirlik.” “Bir elin nesi var? İki elin sesi var.” “Tek el, kendini yummaz.”
Matematik vahdeti emretmektedir. Alt alta dizilen/yazılan meselâ dört tane 1, en fazla 4 ederken; aynı safta dizilen, yanyana gelen dört tane 1ise, 1111 (bin yüz on bir) edecektir. Dört tane 1’in yanyana gelip birleşmesi, 1111’in gücüne eşitlenecektir.
Dünya huzuru vahdeti gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma ve ihtilâfın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.
Âhiret saâdeti vahdeti gerektirmektedir. Cennete ancak vahdetle ulaşılabilir. “Mü’min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.”1772; “Sizden biri, kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” 1773
Vahdet Nasıl Gerçekleşir?
Vahdetin gerçekleşmesi için gerekenlerin altını çizmek ve çözüm yolunu özet olarak belirtmek gerekirse, şu hususlara vurgular yapılmalıdır: Kur’an ve sahih sünnet çerçevesinde birleşmeye vahdet denildiği için, değişik kaynaklar edinen insanların tefrika içinde bölük pörçük olmaları gayet doğaldır. Kur’an’dan başka bir kitabı mutlak hakikat ve mutlak kaynak edinen her insan, tabiatıyla kaynakları farklı olduğundan vahdete ulaşamaz.
Vahdet, her konuda aynı olmak, hiç ihtilâf etmemek, standart bir tip, robot adamlar üretmek, liderlere ve teşkilâtlara mâsum damgası vurmak, devamlı baş eğmek değildir. Mü’minlerin dinin esas meselelerinde, Kur’an ve sahih sünnetin kesin olarak hükme bağladığı temel konularda birleşmesi ve bu doğrultuda işbirliği yapması, cemaat ve ümmet olmasıdır. Mü’minler arasında vahdete engel durumlar varsa, bu ya iman sorunundan, ya da ahlâk sorunundan veya her iki sorundan kaynaklanmaktadır.
1772] Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66
1773] Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71; Nesâî, İman 19; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 60; İbn Mâce, Mukaddime 9
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Vahdet, önce içimizde ve kendimizle olmalıdır. Kendisiyle barışık ve vahdet/uyum içinde bir kişilik sergileyemeyenler, dışlarında vahdeti hiç oluşturamazlar. Vahdet, yakından uzağa doğru oluşup adım adım genişleyebilir. Bütün mü’minlerin kardeş velî/dost bilinmesi gerekir. Mü’minlerin birbirlerini, özellikle farklı cemaat mensubu dâvâ adamlarını topa tutup, dine savaş açanları unutmaları büyük bir cinâyettir. Düşmanlık için, Kur’an’ın belirttiği İslâm’a savaş açan tâğut ve zâlimler yeterlidir.
“Vahdet, kimler arasında gerçekleşir?”
Ümmetin tümüyle, ülkedeki hatta dünyadaki tüm müslümanlarla vahdet gerçekleşir diyorsanız, kıyâmeti, hatta mahşeri beklersiniz. Gerçekçi ve ayağı yere basan teklifler sunmalı, gerçekleşebilecek hedefler seçmeliyiz. Hz. Peygamber’in hayatındaki dönem hâriç, tarihin hiçbir döneminde bu ideal, tümüyle gerçekleşememiştir. Vahdet, ancak şuurlu müslümanlarla gerçekleşir. Tevhidî bilince ermemiş insanlarla ittifaklar, saldırmazlık antlaşmaları, ateşkesler ve takıyye yapılabilir ancak; vahdet değil!
“Vahdet, nasıl gerçekleşir?” Bütün mü’minlere elimizi, gönlümüzün tercümanı olarak uzatmalı, gülümseyen yüzümüzü sevgi dolu ifadelerle zenginleştirip kardeşlerimize ikram etmeliyiz. Mü’min olan tüm muhâtaplarınıza elinizi uzatırsınız, ama tokalaşacağı yerde elinizi ısırmaya kalkanlara karşı ne yapacaksınız? Misyonervari şekilde, ısırsın diye diğer elinizi mi uzatacaksınız? Tabii, sizi kutsayıp toka için uzattığınız elinizi öpmeye kalkışanların da ısıranlar kadar tehlikeli olabileceğini unutmamalısınız.
Vahdetin hemen gerçekleşecek kısa vâdeli bir çözüm olmadığını bilerek, bunun alt yapısı için mü’minlerin adım atmaları, farklı cemaat mensuplarına gönül ve kucak açmalı, ziyâret etmeli, onları sevdiğimizi ispat edecek yaklaşımlarda bulunmalı, hor görüyü sadece kâfirlere, hoşgörüyü ise hangi gruptan olursa olsun tüm müslümanlara gösterebilmeliyiz.
“Filan memleketten adam çıkmaz!”, “falan mezhep bâtıldır, mensupları kâfirdir”, “ben falan cemaatle veya filanlarla bir araya gelmem!”, “onun olduğu yerde ben yokum!”, “şu kitabı (gazeteyi, dergiyi, yazarı) okuyanlar şuçludur, bunları okuyanlarla işbirliği yapılamaz” gibi örneklerini çoğaltabileceğimiz anlayışla vahdet değil, ancak tefrika ve fitne üretilir.
Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli, insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın mutlak doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgari müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak, diğerleri bâtıl demekten sakınıp kendi doğrularımızın “yanlış ihtimali olan göreceli doğru“ olduğunu, muhâtap mü’minlerin de “doğru ihtimali olan yanlış“ görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz.
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 323 -
Bir cemaat mensubu, bir meşrep ve mezhep mensubu olmakla; hizipçi, mezhepçi, bağnaz olmak arasında cennetle cehennem kadar farkın olduğu unutulmamalıdır. Dinin temel esasları dışında, meşrû özgürlük alanlarında ve yasaklanmamış çalışma metotlarında farklılık bir zenginliktir; tefrika ise tüm zenginliğin kaybı, ölümcül fakirlik. Allah’ın ve Rasûlü’nün farklı anlaşılmayacak şekilde hükme bağladığı mutlak hakikatlerin dışında beşerî doğruların ortaya çıkması için uygun zaman ve zeminlerde ve de âdâbına uyularak tartışılması gerekmektedir. “Bârika-i hakîkat, müsâdeme-i efkârdan çıkar.” Yani, hakikat şimşeği, farklı fikirlerin çarpışmasıyla meydana gelir.
İhtilâf konusunu birkaç cümleyle özetler mâhiyette, ihtilâfın hükmünü şöyle değerlendirebiliriz: İhtilâfın meşrû veya yasak olması, ihtilâfın cinsi, konusu, sebep ve gâyesi, metodu, uyulması gereken ahlâkî hususlar, savunulup tartışılan konunun taassupla/bağnazlıkla ilgisi, şahsî görüş ve beşerî yorumların mutlak hakikat gibi kabulünün değerlendirilmesiyle ortaya çıkacaktır. İhtilâf konusunda unutulmaması ve karıştırılmaması gereken durum, ihtilâfla tefrika arasında farkın olduğudur. Hangi konuda ihtilâfın yapıldığı da meşrûluk için şarttır. İhtilâf edilecek konunun dinin usûlünden, yani temel esaslarından olmaması ihtilâfın meşrû olup olmaması için şart olduğu gibi, ihtilâf usûl ve ahlâkı da cevaz ve haram hükmü için bir ölçüdür. Yine, ihtilâfın sebep ve gâyesi de günah-sevap açısından değerlendirilmelidir: Allah için ihtilâf başkadır; nefis/hevâ için, enâniyet için ihtilâf başka.
Bir Allah’ın bir tek olan hak yolundan giderek birr’e ulaşmak için muvahhid/birleyici müslümanların birbirini sevmeleri ve ittifak ettikleri konularda birleşip işbirliğine gitmeleri, ihtilâf ettikleri konularda birbirlerini mâzur görerek ihtilâf âdâbına riâyet etmeleri ve adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” 1774
Vahdet; Şimdi Değilse Ne Zaman?
Bir musîbet, bin nasihatten yeğdir, ama bin musîbetten bir ders bile almayanlar için korkarım dünyevî cezalar, uhrevî büyük cezanın habercisidir. Irak’taki ve yakındaki, dıştaki ve içteki zilletin en önemli sebeplerinden biri, İslâm âleminin kırk küsür parçadan oluşan yamalı bohça görüntüsüdür. Dinlerini bölük pörçük edenlerden, el yordamıyla tuttuğu filin bir parçasını bütün gibi tanımlayanlardan farklı bir şey de beklenmez aslında. Avrupa ülkelerinin birbirleriyle her konuda ittifak yapıp Avrupa Birliği adı altında tek devlet haline gelişi, küfrün tek millet olarak gücünü birleştirmesi, emperyalizm ve fesadın globalleşmesi, artık ulusal devlet anlayışı modasının çoktan geçtiğini haykırmaktadır.
Ya birleşeceksin, ya bir leşe döneceksin! Bir leş olmaktan kurtulmak için bir’leşmek, olmazsa olmaz şarttır. Bir Allah’a inanan tevhid eri müslüman, her şeyde tevhidi/birlemeyi öncelikler. Tevhidin bir tanımı da, her şeyi birbiriyle irtibatlandırmak ve her şeyin bir olan Allah’la irtibatlı olduğunu kavramaktır. Önce kendimizle, iç dinamiklerimizle birleşmek, fıtratımızla ve inancımızla kopan bağımızı yeniden sağlamlaştırmakla işe başlamalıyız. Aynı dinin, aynı dâvânın insanı olan tüm ümmetle birleşmek dünyevî ideallerimizin başında gelmeli. Bütün
1774] 2/Bakara, 208; Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 24, Haziran 2003
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlar için de Rabbimiz’le irtibatımızı sağlamlaştırmak gerekiyor.
Zorba müstekbirlerin ittifak ve koalisyon yapmaya mecbur olduğu bir dünyada, müstaz’af mü’minlerin yaşadıkları topraklarda bile ciddi mânâda birliktelikler oluşturamayışları hangi nakil ve akılla izah edilebilir? Küresel bir yangın alanına dönen müslümanların yaşadığı ülkelerde, cehennemî yangınları söndürmek için güç birliği oluşturmayan felâketzedelerin gözyaşları, yangınları söndürmek bir tarafa, benzin görevi yapmaktadır. Hem mevcut müslümanların konumu hem de İslâm düşmanlarının tavrı vahdeti, “hemen şimdi” şiarıyla kulak zarını patlatacak sesle çağırmaktadır. Dün Irak’ın, evvelki gün Afganistan, Çeçenistan ve Bosna Hersek’in ve her gün Filistin’in insanlık düşmanları tarafından resmen işgali bizi birleşip dayanışmaya zorlamıyorsa demek ki, biz de işgale uğramışız demektir. Bir ülke topraklarının işgalinden çok daha kötü olanı, gönüllerin ve kafaların işgalidir. Savaş, öncelikle, insanın içinde kazanılır veya kaybedilir. İşgal güçlerinin ajanı olarak faâliyet yapan uzaktan kumandalı medyanın, câhilî eğitimin ve çevre şartlarının oluşturduğu fitne ve fesadın mü’minlerin gönüllerini ve kafalarını işgali, onların birleşmelerinden başka yollarının olmadığını haykırıyor. Emperyalizmin orta doğunun kalbine hançer gibi sapladığı kan içici İsrâil’in ve dünyaya yayılmış siyonizmin vahşeti, vahdetin hemen ve her yerde gerçekleşmesini farz-ı ayın kılıyor. Mü’minler birleşip birer kova su dökseler, İsrâil’i sel alıp götürür, ama bundan önce, dünyevîleşip yahûdileşen iç dünyalarını arındırmak için suyu kendi temizlikleri için kullanmalıdırlar. İçimizdeki İsrâil ve Amerika ile savaşamadan dışımızdaki görüntüleriyle savaşmak mümkün değildir. Kendi mescidlerini işgalden kurtaramayanların Mescid-i Aksâ’yı kurtarmaya kalkmalarının mümkün olmadığı gibi.
İslâm’a hâkimiyet hakkı vermeyen bugünün dünyası, bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık, temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamış, tam tersine emperyalizmi globalleştirmeye çanak tutmuştur.
İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat bilinciyle ulaşılabilir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür. 1775
1775] Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci, Denge Y.
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 325 -
Ümmet ve cemaat anlayışı, hiç ihtilâf ve farklılığın olmadığı despotik ve robot üreten bir yaklaşım değildir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır.
Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.
Beşerî kaynaklara İlâhîlik vasfı verildiği ve İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah'a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar değildir.
Tüm dünya müslümanları için yegâne İlâhî kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak zorundadır. Mü’minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Bu ikinci kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı İlâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cedelleşmeye hiç gerek yoktur. Oysa beşerî aklı, İlâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür. 1776
İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir
1776] Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Nice cemaatlerde görülen odur ki, din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metodlar Yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.
İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.
Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı Metotlar: Metot farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri,
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 327 -
meslekleri farklı, yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah’a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.
Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının yanısıra, pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.
Müslümanlar dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah’a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur.
İhtilâfların Kaynağı: Günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir.
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Grup taassubunun da aslında hevâlardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.
Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar sözkonusudur. Onun da temelinde câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor. Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti. 1777
Metot Farklılığı: Metot farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah’a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin, kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin İlâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır. 1778
Kur’ân-ı Kerim’de Vahdet Kavramı
Kur’an’da vahdet kavramı, değişik kelimelerle (kardeşlik velâ/velîlik, yardımlaşma, ihtilâfın men edilmesi, tek ümmet olma vb.) ısrarla emredilmiştir. Bütün müslümanların, toptan Allah’ın ipine sarılmaları1779 emredilmiş, parçalanıp ayrılmak1780 yasaklanmıştır. Müslümanların birbiriyle çekişmesi de yasaklanarak,1781 zulme karşı Birlik olmaları1782 emredilmiş, birlik içinde savaşanları Allah’ın sev1777]
Abdurrahman Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, Risale Y. s. 106-117
1778] Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 23, Mayıs 2003
1779] 3/Âl-i İmrân, 103
1780] 3/Âl-i İmrân, 103, 105
1781] 8/Enfâl, 46
1782] 42/Şûrâ, 39
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 329 -
diği vurgulanmıştır.1783 Parçalanıp ayrılarak anlaşmazlığa düşmekten Kur’an mü’minleri ısrarla sakındırır.1784 Birlik ve beraberliği istemeyenlerin fâsıklar olduğu ifâde edilir.1785 Mü’minlerin hayırda ve iyilikte yardımlaşmaları teşvik edilir. 1786
Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin birbirleriyle ancak kardeş olduğunu net bir şekilde belirtir.1787 Bu din kardeşliğinin Allah’ın bir nimeti olduğu hatırlatılır.1788 Bu kardeşliğin fiilî uygulamaları gösterilir ve mü’min kardeşini kendi nefsine tercih eden mü’minler övülür.1789 Mü’minlerin kardeş olduğu için, birbirleriyle iyi geçinmeleri, dost olmaları gerektiği vurgulanır.1790 Mü’min kardeşler birbirleriyle sürtüşür veya darılırlarsa, aralarını düzeltmek diğer mü’minlerin görevidir. 1791
Vahdetin olumsuz tarafı, yani ihtilâf, Kur’an’da sebepleri ve neticeleri açısından daha çok konu edilir. İhtilâf konusu üzerinde yeterli oranda durularak, mü’minlerin vahdetinin nasıl oluşacağı ve korunacağı değerlendirilir. Vahdetin zıddı tefrika ve gayr-ı meşrû ihtilâftır. “İhtilâf” kelimesi ve türevleri, Kur’an’da 52 yerde geçmektedir.
İhtilâf kelimesinin kökü olan “h-l-f” ve türevleri ise toplam 127 yerde zikredilir. Kur’an’da “ihtilâf” kelimesi, mutlak olarak zikredildiğinde olumsuz anlamda kullanılmış, daima birlik olmak, tefrika ve ihtilâftan kaçınmak emredilmiştir. Birçok âyette sözü edilen ihtilâf, dinî inançlarla ilgili olup insanın dünya ve âhirette mutlu ya da bedbaht olması, bu gibi konularda benimsediği görüşlere ve aldığı tavırlara bağlanmış, bu tür ihtilâflara düşen insanlar arasında hüküm vermeleri için peygamberlerin gönderildiği ifade edilmiştir.1792 Peygamberlerin açıklamalarından sonra hâlâ ihtilâflarını sürdürenler ise birçok âyette kınanmış1793 ve nihâî hükmün âhirette bizzat Allah tarafından verileceği belirtilmiştir. 1794
Bununla birlikte, Kur’an’da farklı bir ihtilâfla da tanışıyoruz: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilâfında... akleden bir kavim için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) âyetler vardır.”1795; “O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.”1796 Demek ki, iki tür ihtilâf karşısındayız; bunlardan biri yaratılışta görülen ve kâinatın işleyişinde ve insanların hayatında önemli bir yeri olan ihtilâf. Kâinattaki ihtilâflardan biri, her şeyin çift yaratılmış olmasıdır; Gece-gündüz, aydınlık-karanlık, yaş-kuru, sert-yumuşak vs. Bir diğer ihtilâf da, yerin bitirdiklerinin farklı oluşudur; aynı ışığı alan, aynı toprakta biten, aynı suyla sulanan meyvelerin, bitkilerin gerek tad, gerek koku,
1783] 61/Saff, 4
1784] 3/Âl-i İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46
1785] 2/Bakara, 27
1786] 8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71
1787] 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13
1788] 3/Âl-i İmrân, 103
1789] 59/Haşr, 9
1790] 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119
1791] 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10
1792] 2/Bakara, 213
1793] meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 19, 105; 45/Câsiye, 17
1794] 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 164
1795] 2/Bakara, 164
1796] 30/Rûm, 22
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerek yapı yönünden farklı oluşu Allah’ın âyetlerindendir ve bunlar, olumlu ihtilâflardır. İnsan hayatında gerekli olan ihtilâfsa, kabiliyetlerin, arzu ve isteklerin, fikirlerin değişik oluşudur. Böyle olmaz ve her insan her bakımdan birbirinin aynısı olursa, insan hayatı olmaz. Çünkü bu tür ihtilâf, insanların sosyal hayatı için gerekli olan meslekleri doğurur; ayrıca yeteneklerin ve fikirlerin ihtilâfıyla da hayat için gerekli mesafeler alınır, ilerlemeler kaydedilir. Öte yandan, dillerin ve renklerin ihtilâfı da, Allah’ın âyetlerinden olarak yerilen değil; yeryüzündeki hayatın gerekli şartlarından olan bir ihtilâftır.
İnsanlar, baştan tek bir ümmetti.1797 Hepsi bir arada, aynı maksada yönelik ve aynı istikamette davranan bir topluk halindeydiler. Allah’ın önlerine serdiği yeryüzü sofrasında kavgasız nizâsız bir arada yiyip içiyor ve herhangi bir ayrılığa düşmüyorlardı. Hayat, bütün gizliliklerini kendilerine henüz açmamıştı. Birbirlerini sömürmüyorlar ve fıtrî bir hayat sürdürüp gidiyorlardı. Yani, Allah’ın kendilerini üzerinde yarattığı fıtratları istikametinde yaşıyorlardı. Yaşadıkları hayat ve bozulmamış fıtratları, aralarında ihtilâfın çıkmasını gerektirmiyordu. Zaman ilerledikçe insanlar çoğaldı. İnsanın yaratılışından getirdiği ve bir dürtüyle ortaya çıkma istidadındaki başkalarından yararlanma, gücünü ve yeteneklerini kullanarak başkaları üzerinde hâkimiyet kurma, başkalarının aleyhine daha iyi bir hayat yaşama, kaderden kendi payına düşene râzı olmama gibi faktörler, insanlar arasında çekişmelerin başlamasına yol açtı. İnsanlar çoğalıp yeryüzüne dağıldıkça, tabiatla olan temasları sonucu gittikçe yeni hünerler kazanıp yeni tecrübeler edindikçe, içlerinde taşıdıkları zulüm, isyan, başkalarını kullanma, bencillik, ihtiras gibi özellikler su yüzüne çıkmaya ve kendilerine hükmetmeğe başladı. Bu, bir yandan insanın hayatında daha karmaşıklığa, tecrübe ve fikirlerinde ilerlemelere sebep olurken; bir yandan da, baştaki çekişmesiz hayatın yavaş yavaş yerini ihtilâflara bırakmasına yol açtı. Cennette Hz. Âdem’e İblis’in fısıldadığı tükenmek bilmez mülk ve ebediyet arzusu, Hz. Âdem’in çocuklarında da ortaya çıkmaya başladı. Sonunda güçlü ve yetenekli olanlar zayıfları ezmeğe, başkaları üzerinde haksızca hükmetmeye ve yaptıklarını da haklı çıkarıcı gerekçeler bulmaya başladılar.
Batı hümanizmi ne kadar iddia ederse etsin, yaratılışındaki çift yön ve ilk anda olumsuz görünen, fakat maddî-mânevî terakkîsinin zembereğinin dişlileri olarak kendilerine verilen sıfatlar sebebiyle insanlar, herkesin âdilâne yararına bir hayat sistemi kuramazlar. Bunun için tek tek insanları tanımak, kâinatın işleyiş kanunlarını bilmek, her zaman ve mekâna hükmedici bir bilgi ve kabiliyete sahip olmak, insanların zihinlerine ve kalplerine giden yolları keşfetmiş olmak gerekir. Bu bakımdan, insanların aralarında zamanla ortaya çıkan ihtilâfları çözmek, onları bu defa emir ve yasaklardan oluşan sınırların içine alıp bu şekilde ihtilâfsız döneme döndürmek için Allah, seçtiği kişileri diğer insanlarla arasında elçi yapmış ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kanunlar göndermiştir. Böylece, bu kanunlarla gelen her elçi, insanlar arasındaki ihtilâfları kaldırmış ve Vedâ Hutbesinde ifade olunduğu gibi, zamanı, göklerin ve yerin yaratıldığı âna, insanların ihtilâfsız yaşadığı döneme çevirmiştir. Elçilerin getirdiği şeriat, ihtilâfların sebeplerini ortadan kaldırdığı gibi, gelecekteki ihtilâfları önleyici tedbirleri de göstermiş ve nasıl davranılırsa ihtilâfa düşmeyeceklerini insanlara öğretmiştir. “Allah bir kavmi, kendilerini hidâyet ettikten sonra nelerden çekinmeleri gerektiğini
1797] 2/Bakara, 214; 10/Yûnus, 19
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 331 -
kendilerine açıklamadan saptıracak değildir. Doğrusu Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” 1798
“...Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.” 1799
“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm’e, İslâm’a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” 1800
“İnsanlar (aslında) bir tek ümmet (millet) idi. Bu durumda iken Allah, müjde verici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında ihtilâfa/anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren Kitapları da indirdi. İndirilen Kitapta ve gönderilen peygamber ve onun dininde hiç kimse ihtilâfa/ayrılığa düşmedi. Ancak kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü kendilerine Kitap verilenler ihtilâfa düştü. Bunun üzerine Allah iman edenlere, haktan kendisinde ihtilâfa düştükleri şeyleri izniyle gösterdi. Şüphesiz Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” 1801
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde, kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 1802
“Allah indinde hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilâfa/ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki Allah, hesabı çok çabuk yapandır.” 1803
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” 1804
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır.” 1805
“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 1806
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şayet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” 1807
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın, dinleyin. Size
1798] 9/Tevbe, 115; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 361-370
1799] 2/Bakara, 113
1800] 2/Bakara, 208
1801] 2/Bakara, 213
1802] 2/Bakara, 256
1803] 3/Âl-i İmrân, 19
1804] 3/Âl-i İmrân, 103
1805] 3/Âl-i İmrân, 105
1806] 3/Âl-i İmrân, 159
1807] 4/Nisâ, 59
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘sen mü’min değilsin!’ demeyin. Çünkü Allah’ın indinde sayısız ganîmetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” 1808
“...İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve haddi aşmak üzere Yardımlaşmayın. “ 1809
“Sana da, daha önceki Kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Kitab’ı (Kur’an’ı) gönderdik. Artık aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen hakkı bırakıp da onların hevâlarına/arzularına uyma. (Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde (yol ve şeriatlerde) sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırda (iyi işlerde) birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Artık size, üzerinde ihtilâf ettiğiniz (ayrılığa düştüğünüz) şeyleri(n gerçek tarafını) O haber verecektir.” 1810
“De ki: ‘Allah, size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da sizi grup grup, parti parti birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını taddırmaya kadirdir.’ Bak ki, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz!” 1811
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur; ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira diğer yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız için Allah size bunları emretti.” 1812
“(Bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle) Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” 1813
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” 1814
“Ve (Allah,) onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin; fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, azîzdir/mutlak gâliptir, hakîmdir/hikmet sahibidir.” 1815
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti. (Önce hepsi tevhid dinine bağlı iken) sonradan ihtilâf edip ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesiyle ilgili) Rabbinden bir söz (ezelî bir takdir) geçmemiş olsaydı, ihtilâf ettikleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve işleri bitirilirdi).” 1816
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler. Ancak Rabbinin rahmetine nâil olanlar hâriçtir. Zaten Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı. Rabbinin, ‘andolsun ki cehennemi insanlar
1808] 4/Nisâ, 94
1809] 5/Mâide, 2
1810] 5/Mâide, 48
1811] 6/En’âm, 65
1812] 6/En’âm, 153
1813] 6/En’âm, 159
1814] 8/Enfâl, 46
1815] 8/Enfâl, 63
1816] 10/Yûnus, 19
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 333 -
ve cinlerle toptan dolduracağım’ şeklindeki sözü yerini buldu.” 1817
“Biz, bu Kitab’ı (Kur’an’ı) sana sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olması için indirdik.” 1818
“O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ihtilâflı/değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda âlimler/bilenler için (alınacak) dersler vardır.” 1819
“Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.” 1820
“De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşâhede edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” 1821
“Dini ikame edin/doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye, din olarak Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için şeriat/hukuk düzeni yaptı. Fakat kendilerini çağırdığın bu nizam, Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir. Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden tefrikaya düştüler. Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir erteleme sözü geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi...” 1822
“Onun için sen (tevhîde) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitaptan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş O’nadır. İnsanlar, kabul edip girdikten sonra, Allah’ın dini hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. Onların aleyhine bir gazap ve çetin bir azap vardır.” 1823
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslah edin/düzeltin ve Allah’tan korkun, ittika edip sakının ki rahmete ulaşasınız.” 1824
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (yoldan çıkma) ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte böyle kimseler zâlimdir.” 1825
“Ey iman edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin
1817] 11/Hûd, 118-119
1818] 16/Nahl, 64
1819] 30/Rûm, 22
1820] 30/Rûm, 31-32
1821] 39/Zümer, 46
1822] 42/Şûrâ, 13-14
1823] 42/Şûrâ, 15-16
1824] 49/Hucurât, 10
1825] 49/Hucurât, 11
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerlerinin gıybetini yapmasın, arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” 1826
“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir, (her şeyden) haberi olandır.” 1827
“Allah, kendi yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir duvar/bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.” 1828
Hadis-i Şeriflerde Vahdet Kavramı
“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” 1829
“Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” 1830
“Bereket, cemaatle beraberdir.” 1831
“Cemaatten bir karış ayrılıp sonra ölen kimse câhiliyye ölümü ile (küfür üzere) ölmüş olur.” 1832
“Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur.” 1833
“Cemaatle kılınan namaz, bir insanın tek başına kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.”1834 Başka bir rivâyette, bu fazilet, yirmi beş derece olarak açıklanmıştır. 1835
“Vallahi, içimden öyle arzu ediyorum ki, namaza durulmasını emredeyim de ikame edilsin, sonra bir adama emredeyim halka namaz kıldırsın. Bu emirden sonra beraberinde odun demetleri olan birkaç adamı, cemaate gelmeyen kimselere götürüp de üzerlerine evlerini cayır cayır yakayım.” 1836
“Vallahi bazı kavimler ya cemaatleri terketmekten vazgeçecekler ya da Allah onların kalplerini mühürleyecektir. Sonra da muhakkak gâfillerden olacaklardır.” 1837
“İnsanları mâdenler mesâbesinde (kıymet yönünden farklı şekilde) bulursunuz.” 1838
“Ümmetimden bir grup kıyâmete kadar dini (dosdoğru ve) açıktan yaşamaya (emr-i
1826] 49/Hucurât, 12
1827] 49/Hucurât, 13
1828] 61/Saff, 4
1829] Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6
1830] Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278
1831] İbn Mâce, Et’ıme 17
1832] Buhârî, Fiten 2
1833] Ahmed bin Hanbel, 5/180
1834] Buhârî, Ezân 30, Salât 87; Müslim, Mesâcid 245; Ebû Dâvud, Salât 48; Tirmizî, Salât 47
1835] İbn Mâce, Mesâcid 16
1836] İbn Mâce, Mesâcid 17; Muvattâ, Cemâat 3
1837] İbn Mâce, Mesâcid 17
1838] Buhârî, Menâkıb 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 199
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 335 -
bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmaya) devam edecektir.” 1839
Abdullah bin Amr’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Bir gün erken erken Rasûlullah (s.a.s.)’a gittim. Derken bir âyet-i kerîme hususunda ihtilâf eden iki adamın seslerini işitti de, Rasûlullah (s.a.s.) yanımıza çıktı. Yüzünde gazab belli oluyordu. Ve: “Sizden öncekiler ancak ve ancak Kitab hakkında ihtilâfları sebebiyle helâk oldular” buyurdu. 1840
“Kur’an’ı kalpleriniz onun üzerinde birleştiği müddetçe okuyun! Onun hakkında ihtilâfa düştünüzmü, hemen kalkın.” 1841
“Sizin için korktuğum, dünyanın sizden öncekilerin önüne yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılıp onların birbirlerine karşı nefsâniyet güttükleri gibi sizin de birbirinize karşı nefsâniyet gütmeniz ve bu durumun onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesidir.” 1842
“Enes’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O der ki: “Din üzerinde münâkaşa yapıyorduk ki, üzerimize Hz. Peygamber (s.a.s.) geldi. Bizi münâkaşa (mirâ) eder halde görünce, şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed’in ümmeti, nefislerinizi bu derece ateşlendirmeyin; siz bununla (din ve akîde konularında münâkaşa ile) mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de sadece bu sebepten yok olmadılar mı? Hayrı az olduğu için mücâdeleyi terk edin. Münâkaşayı terk edin; zira münâkaşa, kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münâkaşayı terk edin; zira fitnesinden emin olunmaz. Münâkaşayı terk edin; zira o, (zihinlerde) şüphe meydana getirir, amelleri yok eder. Münâkaşayı terk edin, zira mü’min (dinde) münâkaşa yapmaz. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşa yapanın haserâtı (zararı) tam olmuştur. Münâkaşayı terk edin, zira münâkaşada devam, günah için kâfidir. Münâkaşayı terk edin, zira o, Rabbim’in putlara tapmak ve şarap içmekten sonra beni nehyettiği ilk şeydir. Münâkaşayı terk edin, zira şeytan ibâdetten ümitsiz olduğu halde, aranıza fitne ve fesat sokmaktan ümitvârdır. İşte bu, dinde münâkaşadır. Münâkaşayı terk edin, zira İsrâiloğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, hıristiyanlar 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı (biri) hâriç, hepsi de dalâlet üzerindedir.” Bu kurtulan kısmın kimler olduğu sorulduğu zaman Rasûlullah şu cevabı verdi: “Benim yolum üzerinde olanlar, ashâbım, Allah’ın dini üzerinde mücâdele ve münâzaraya girmeyenler ve herhangi bir günah sebebiyle tevhid ehlinden birini tekfir etmeyenlerdir.”1843 (Not: Bu hadis rivâyeti, Kütüb-i Sitte ve benzeri sahih hadis kitaplarında yer almaz, hadisin sıhhati bilinmemektedir.)
“İsrâiloğulları yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. İsa’nın ümmeti yetmiş iki fırkaya ayrıldı; biri kurtuldu, diğerleri ateştedir. Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, biri kurtulur, diğerleri ateştedir.”1844 (Not: Bu hadisin sıhhati de hadisçiler ve bazı araştırıcılarca tartışılmıştır.)
Vahdetin Tezâhürü; Cemaat
Cemaat; insan topluluğu, bir fikir ve inanç etrafında toplanmış kimseler
1839] Buhârî, İ’tisâm 10
1840] Müslim, İlim 2, hadis no: 2666
1841] Müslim, İlm 3-4, hadis no: 2667
1842] Buhârî, 4/117
1843] El-Âcurrî, eş-Şerîa, s. 55; T. Koçyiğit, Hadisçiler ve Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 225-226
1844] İbn Mâce, hadis no: 3991-3993
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demektir. İslâm cemâati gibi. İslâm dini, müslümanların cemâat halinde yaşamalarına; her hususta birbirlerini destekleyen ve birbirlerine yardımcı olan bir toplum olmalarına önem vermiştir. Peygamber (s.a.s.) müminleri, bir binayı oluşturan ve birbirleri ile kenetlenmiş tuğlalara benzetmektedir. Kur'an-ı Kerîm de, onları “kardeşler“ olarak niteler.
İslâm cemâati kardeşlik, eşitlik, yardımlaşma ve karşılıklı fedakârlık üzerine kurulmuştur. Aralarında sınıflaşma, ırk ve bölge ayrımı yoktur.
Aralarındaki birlik ve beraberliğin temel dayanağı ise Kur'an ve Kur'an'ı açıklayan sünnettir. Birlik, Kur'an ve sünnetin bildirdiği yol üzere olur. “Ey inananlar, Allah’tan O’na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah’ın ipine (Kur’an’a) sarılın, ayrılmayın.”1845; “Sen yönünü Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O’na yönelin ve O’ndan korkun; namazı kılın ve (Allah’a) ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir. “ 1846
Ne yazık ki bugün müslümanlar genelde bu duruma düşmüşler, dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmışlardır. Övünmeleri de diğer gruptakilere karşıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s.): “Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır.”1847 buyurmaktadır. Yine şöyle buyurur: “Allah’ın eli cemâatle beraberdir. “1848; “Bereket cemâatle beraberdir.” 1849
Allah’ın birliği ve toplumun bütünlüğü inancı etrafında toplanmayı en mühim gaye sayan İslâm dininde, “cemâat” denilince; inançta olduğu gibi, dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samîmî ve ihlâslı müslümanların teşkil ettiği birlik akla gelir. Çünkü insan daima cemâat ve daha geniş anlamıyla cemiyet halinde yaşayan “zoonpolitikon: Toplumcu bir canlı yaratık”tır.
Vicdan ile birlikte, beraber yaşama isteği, cemâat rûhu insanda oluşmaya başlayınca, onu kibirden, bencillikten, dar görüşlülükten çıkarır ve o nisbette sosyalleştirir. Kibirli ve dar bir vicdan yalnız kendini sever. Ümidi kendisi için, korkusu yine kendisi içindir.
Fakat Yüce bir duyguyla bu sevgi ve korku biraz yükselip de bir başkasını da kendisi gibi ve kendisine eşit bir değerde görmeye, onun iyiliğine sevinip, zararına da kendisi zarar görüyormuş gibi üzüntü duymaya başlarsa, onda cemâat ruhu oluşmaya başlamış demektir.
İnsanın bu “toplum halinde yaşama” ihtiyacını en doyurucu bir şekilde din giderebildiğinden, cemâatler din sâyesinde ortaya çıkmış ve dine özgü gruplar olarak kabul edilmişlerdir. Cemaat, bir peygamber etrafında ve ashabının kendisine tamamen şahsî bağlılıklarına dayanarak oluşur.
Prensibi samîmiyet, sadakat ve ihlâs olan bu İslâm cemaatinin yegâne başarı
1845] 3/Âl-i İmrân, 102-103
1846] 30/Rûm, 30-32
1847] İbn Hanbel, IV,145
1848] Tirmizî, Fiten, 7
1849] İbn Mâce, Et’ıme 17
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 337 -
sırrı, kardeşlik ışığındaki birlik-beraberlik şuurudur'. Allah (c.c.) onlar hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de: “Allah yolunda hepsi birbirine kenetlenmiş, yekpâre/tek parça ve müstahkem bir bina gibi, saf bağlayarak mücadele edenleri sever.”1850 buyurmuştur. Dinimiz, toplumun huzuru, âhengi ve sosyal gelişmenin gerçekleşebilmesi; yalnız muayyen bazı fertlerin değil, bütün bir toplumun maddî refahı ve saâdeti için mü’minlere, kişisel vazifeler yanında ictimaî ödevler de yükler. Cemiyeti oluşturan kişileri inançta, yaşayışta, gâyede, ıstırap ve refahta birleşmesi gereken kardeşler ilân eder. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) “Birbirini sevmede, birbirlerine acımada ve korumada mü’minler bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organlar toptan humma ve uyumsuzluğa tutulur” buyurmuştur. Ayrıca ayrım yapmaksızın bütün insanların birbiriyle kenetlenmelerini birbirine yardım elini uzatmalarını, bir iman vazifesi olarak emretmiştir. Cenâb-ı Hakk: “... İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak konusunda birbirinizle yardımlaşın; günah işlemek ve haddi aşmak üzere yardımlaşmayın.”1851 buyuruyor. Bu tür sosyal vazifelerimizi yapmadıkça müslüman olarak yaşayabilmemize imkân yoktur. Çünkü “Gerçek müminler kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler.”1852 Ayrıca yine “Sizden biriniz, kendi nefsi için sevdiğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” buyuran Hz. Peygamber, cemiyetin temelini en sağlam bir tarzda şöyle ifadelendirmiştir: “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” 1853
8Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 101-104
9Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 690
10Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 22; Nisan 2003
“Cemaat” kelimesinin aslı, toplamak, bir araya getirmek anlamındaki cem’ fiilidir. Cemaat, sözlükte, insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu demektir. Geniş anlamıyla cemaat; bir fikir ve inanç etrafında bir araya toplanan insan topluluğuna verilen addır. Bir fıkıh terimi olarak ‘cemaat’ ise; namazı bir imamla birlikte kılan mü’minler topluluğudur. En geniş anlamıyla ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde “cemaat”tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani Tevhidî esaslara inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.
Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya geldiğinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, yani kitle (cemâdât) değildir. Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgarî müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü, akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler. Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.
1850] 61/Saff, 4
1851] 5/Mâide, 2
1852] 59/Haşr, 9
1853] el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, s. 472; M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Cemaat md.
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz ve Cemaat: İslâm cemaatinin en küçük örneği, müslümanların namazda bir araya gelmeleridir. Namaz cemaati, İslâm cemaatini oluşturmada çarpıcı bir örnektir. Peygamberimiz’in cemaatla namaz kılmayı niçin sık sık tavsiye, hatta emrettiği bu nedenle daha iyi anlaşılır. Mü’minler kendi aralarında seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.
Namaz için bir imama uyan mü’min, namazdaki bütün hareketleri imamla birlikte ama ondan sonra yapar, aynı zamanda da o imama uyan diğer mü’minlerle beraber yapar. Namazda kendi başına hareket etmez, diğer müslümanlarla birlikte aynı amacı gerçekleştirmeye, yani namazı ikame etmeye (yerine getirmeye) çalışır. Cemaatle kılınan namazdaki hiyerarşik düzen, müslümanların oluşturacağı toplumun düzenine de bir işarettir. Namazda önde imam olur ve bütün cemaat yerin genişliğine göre onun arkasında sıra halinde saf tutar. Buradaki düzen piramit düzeni değil, eşitlik ve kardeşlik düzenidir. Çünkü İslâm cemaatinde soylular ve imtiyazlılar sınıfı yoktur. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir ve yalnızca namazda onların bir adım önündedir.
Cemaat Anlayışı ve İslâm Toplumu: İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtikleri ehl-i hal ve’l akd (imam, halîfe, emir sahibi veliyyü’l-emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü yoktur ve onların serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir. Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o, Allah’a itaat ettiği müddetçe mü'minler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi; hiç kimse de, ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz.
Mü’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında de birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ iman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile hizip, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir. Müslümanlar bulundukları yerlerde küçük cemaat olsalar bile aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı yanları yoktur.
Bazen bütün müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir. Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve farklı bağımsız(!) ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı siyasî güç müslümanlara hâkim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak durumundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Herkes birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır. Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek ve teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 339 -
çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler.
Bir cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır. “En iyi cemaat biziz” iddiası geçersizdir. Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları vahdete dâvet etmektedir. Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemâdât’, yani şuursuz, sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.
Cemaat Olmanın Önemi: İslâm, cemaat dinidir. İslâm’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatle beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir. Cemaat olan mü’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler. 1854
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedâkârlık ve saygı vardır. Onların arasında sınıf, soy, kabile meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur. Kur’an, müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye dâvet etmektedir.1855 Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırmaktadır.1856 Allah (c.c.), kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir. 1857
Peygamberimiz (s.a.s.) de, birçok hadisinde müslümanlara cemaat olmayı teşvik etmekte, bunun önemini bildirmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.”1858 Bunun yanında cemaatle namaz kılmayı çok önemsemekte, mü’minlerin cemaatle namaz kılarak çok fazla karşılık alacaklarını haber vermektedir. Kur’an Hz. Peygamber’e, düşman korkusu olsa bile mü’minlere namazı cemaatle kıldırmasını emretmektedir.1859 Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneği beraber namaz kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâmî cemaatin temelini atar, cemaat şuurunu kazandırır. Bu nedenle cemaatle kılınan namazın derecesi tek başına kılınana göre yirmi beş veya yirmi yedi derece daha yüksektir. 1860
1854] Buhârî, Edeb 27, 8/12; Müslim, Birr 17, hadis no: 2586, 4/1999
1855] 3/Âl-i İmrân, 103
1856] 30/Rûm, 32
1857] 61/Saff, 4
1858] Ahmed bin Hanbel, 4/145
1859] 4/Nisâ, 101-102
1860] Buhârî, Ezân 30, 1/166; Müslim, Mesâcid 42, hadis no: 649, 1/449; Ebû Dâvud, Salât hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, hadis no: 786-790, 1/258; Tirmizî, Salât 245, hadis no: 330, 2/150
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’a göre cemaat olma o kadar önemlidir ki, iki kişi bir araya gelseler, hemen cemaat olmaları tavsiye edilir.1861 Cemaate devam etmenin sevabı kadın ve erkek mü’minler için aynı derecededir. Peygamberimiz kadınların cemaate gelmelerine engel olunmamasını istemiştir.1862 Müslümanlar farz namazları, Cum’a ve bayram namazlarını cemaatle kılarlar. Cum’a ve bayram namazlarının ancak cemaatle kılınması, tek başına kılınmasının mümkün olmaması oldukça önemlidir. Şüphesiz Cum’a ve bayram, mü’minlerdeki cemaat şuurunu kuvvetlendirir, onları birbirine yaklaştırır, aralarındaki kardeşlik ilişkilerini artırır.
İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm, müslümanları şuurlu bir toplum olarak yetiştirmek istiyor. Bir arada yaşama bilinci, fedakârlığı, başkalarını hesaba katma, hak ve hukuka uyma ahlâkını, yardımlaşma, acıları paylaşma, nimetleri ve külfetleri bölüşme anlayışını geliştirir. İslâm bütün bu ideallerin en güzel bir şekilde yerine getirilmesini, bunların bir ibâdet bilinciyle yapılmasını istemektedir. Cemiyet (toplum) içinde yaşadığının farkında olan, her konuda onları da hesaba katar. Ancak kendi bencil duygularını doyurmak isteyenler, kibirliler ve başkalarının haklarına tecavüz etmeyi normal görenler, bu anlayışın dışına çıkarlar. İslâm, toplum halinde yaşama ihtiyacını en doyurucu bir biçimde teklif ediyor ve bunun kurallarını ortaya koyuyor. Bunun için İslâm cemaati, peygamber ve İlâhî vahye inanma mantığı üzerine kurulur ve gelişir. Bu cemaatin gayesi de Allah’ın hükmüne daha güzel bir şekilde uyabilmektir. Mü’minler, cemâdât olma yanlışlığından cemaat olma şuuruna yükselmelidirler. 1863
Cemaat ve Tebliğ Çalışmalarında Usûl
Batı, felsefe mirasına sahip olduğu ve her filozof, kendinden önceki filozofu tenkit edip onun doğru olarak ileri sürdüğünü eleştirip delillerini çürütmeye çalışmış olduğu için Bâtılılar, hakikati bulamamışlar ve bulduklarını iddiâ etmeyecek/edemeyecek durumdalar. Demokrasi, biraz da bu anlayışın ürünüdür. Göreceli doğrulara, değişken gerçekliğe sahip olan farklı görüşler değişik partiler şeklinde temsil edilir ve halkın çoğunluğu hakem tâyin edilerek bu göreceli doğrulardan bir veya birkaçı öne çıkar, kimsenin kesin/mutlak doğrusu olmadığından buna itiraz eden çıkmaz. Herkes, karşısındakinin olduğu kadar kendi doğrularının da göreceli olduğunu benimser. Bu tavırda aşırılık sözkonusudur, çünkü onlara göre insanların uymak zorunda olduğu mutlak hakikat diye bir şey yoktur ve herkesin doğrusu kendisinedir. Buna karşılık Doğulular, tenkit mirasına değil, şerh geleneğine sahiptir. Şerh geleneği ve velî kültü, şahısları ve onların görüşlerini Yüceltme tavrına götürmüştür. Filozofların tam aksine, kendi acziyetini kabul eden halef, hep seleflerini Yüceltme gayretindedir. Bu tavrın da mâkul ve meşrû bir tavır olmadığı, farklı bir aşırılık ürünü olduğu rahatlıkla Kur’an’dan yola çıkarak değerlendirilebilir.
Müslümanların, modernizmi olduğu kadar geleneklerini de sorgulamak zorunda olduğu gibi, aynı zamanda hem birey, hem cemaat olarak yaptıklarını
1861] Buhârî, Ezân 35, 1/167; İbn Mâce, İkametu’s-salât 44, hadis no: 972-975, 1/312; Nesâî, İmâmet 43-44, 2/80
1862] Buhârî. Ezân 162, 1/218; Müslim, Salât 30, hadis no: 442, 1/326; Ebû Dâvud, Salât 52, hadis no: 565-568, 1/155
1863] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 101-104
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 341 -
gözden geçirip sık sık otokritik yapmaları, metot ve söylemlerini masaya yatırmaları gerekmektedir. Bu muhâsebeyi yap(a)mayan fert ve cemaatler, hedeften sapma ve amaçlara uygun araçlar kullanamama yüzünden sadece kendi veballerini değil; ümmetin vebâlinden paylarına düşeni de yüklenme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.
Sadece iyi niyetin yeterli olmadığı, usûl ve yöntemin büyük önemi olduğu inkâr edilemez. Bu dâvâya sadece akıllı geçinen düşmanlar değil, akılsız dostların iyi niyetli ama yanlış tavırları da büyük zararlar vermektedir.
Her konuda “doğru” tek değildir; bu, özellikle beşerî doğrular için böyledir. “Doğru”nun iki kaynağı, ölçüsü vardır: İlki, bir adı da Hak olan Cenâb-ı Hakk’a ait doğru; diğeri de insan aklı, ilmi, mirası ve tecrübesine ait doğru. Birincisi, müslümana (Allah’a teslim olana) göre mutlak doğrudur. Yani, her zamanda ve her yerdeki her insana/müslümana göre doğrudur; değişmeyen, tartışılamayacak ve teslim olunacak doğru. İkincisi ise beşerî doğrudur. Yani, göreceli, zannî, ictihâdî, yoruma dayanan, tarihe, coğrafyaya, kişiye göre değişebilecek olan doğru. Kur’an’da muhkem ve yoruma yer bırakmayacak açıklıkta verilen bilgiler, emredilen veya yasaklanan hükümler mutlak doğrudur, hak ve hakikattir. Kur’an’da farklı anlamaya müsâit yoruma açık hükümler ya da Kur’an ve sahih sünnette yer almayan doğrular ise ikinci çeşit doğrulardır. Bunlar, delillere sahip olmaya, deliller arasında tercih veya delillerin sağlamlığı konusunda iknâ olmaya göre farklılık arzedebilecek göreceli doğrular, değişken gerçeklerdir.
Ümmetin ihtilâf edegeldiği mezhebî/ictihadî, fıkhî doğrular da bu gruba girer. Meşhur abdest örneğinde olduğu gibi. Mâlikîlere göre doğru olan başın tümünün meshedilmesidir, bu farzdır. Hanefîlere göre doğru, başın dörtte birinin meshedilmesinin farz olduğu, Şâfiîlere göre ise saçın birkaç telinin. Bu ictihâdî doğrulardan kalkarak bir mâlikî hanefîye, hanefî de şâfiîye abdestsiz, dolayısıyla namazsız diyemez veya bu gerekçe ile arkasında namaz kılınmasının câiz olmadığını ileri süremez. Yoksa mü’minlerin kardeşliğinden bahsetmek mümkün olmaz. Ağız ve burnun Hanefîlere göre dış organ sayıldığı için gusülde yıkanmasının farz olduğu, Şâfiîlere göre ise iç organ kabul edilerek yıkanmasının gerekmediği örneği de bunun gibidir. Cuma namazının sıhhat şartları konusunda da mezheplerin doğruları birbirinden çok farklıdır. Hatta aynı mezhebin farklı müctehidlerinin de farklı ictihadları vardır. Bu ve bunun gibi ictihâdî doğruların hangisinin delili bir kimseye kuvvetli gelirse, o görüşü din kabul etmemek, farklı ictihadları suçlamamak şartıyla benimser, yaşar. Ama unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın emrettiği bir ibâdeti hiçbir ictihad yasaklayamaz, haram kıldığını da mubah kılamaz. Çünkü hakkında nass olan bir hüküm, ictihad konusu değildir, olamaz. “Mevrid-i nassda ictihada mesağ yoktur.”1864 Yani, âyet ve sahih hadis olan yerde ictihad yoluna gitmez câiz değildir. Unutmamak lâzımdır ki, ictihadla sâbit olan bir şeyin hükmü kesin değil; zannîdir. Hele, “ben müctehid değilim” diyenlerin dini yorumlaması, sadece kendini bağlar. Allah, falan veya filan zâtların dinî yorumlarına itaat edip etmediğimizden değil; kendi Kitabına uyup uymadığımızdan soracaktır.
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa
1864] Mecelle, Madde 14
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşmeye devam ederler...”1865 Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde; bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. “Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Hâlbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir. 1866
Bu anlamdaki hadis rivâyeti uydurma da olsa, ihtilâflar rahmet olabilir; eğer ihtilâfa konu olan beşerî alanla mutlak hakikat ayrımını doğru yapar, ihtilâf edebiyle imtihan edildiğimizi farkeder ve nasıl ihtilâf edeceğimizi bilirsek... Yoksa her grup kendi mezheb veya meşrebini, cemaat prensiplerini Din haline getirir ve onlarla övünmeye kalkarsa1867 bu, rahmete ulaştıran ihtilâf sınırını aşar, azâb sebebi tefrikaya dönüşür.
1865] 11/Hûd, 118
1866] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 690
1867] 23/Mü’minun, 53; 30/Rûm, 32
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 343 -
Kendisinin müctehid değil; taklitçi olduğunu söylediği halde, müctehidlerin bile vermediği fetvâları, güya onların ictihadlarından yola çıkarak cesâretle vermek, kraldan fazla kralcılıktır. Kur’an’dan başka kutsal kitaplar, Peygamber (s.a.s.)’den başka sözü eleştirilemez insanlar kabulü diye tanımlanacak problemlerle müslümanlar dünyada rahmet ve devlete, âhirette cennete zor kavuşur.
Bir âlimin, bir müctehid veya müfessirin yorumunu tercih etmek başka, o yorumu mutlak doğru olarak Din kabul etmek daha başkadır. Aksi halde, ondan önce yaşayan, onu tanımayan müslümanların, ya da o doğruları farklı yorumlayan veya çok değişik tarih, coğrafya ve şartlarla çevrili kimselerin durumu ne olacaktır? Deliller bırakılarak şahısların ve onların söylemlerinin bayraklaştırılıp tereddütsüz kabulü ve herkesin kabul etmesi gerektiği anlayışı, “ya hep ya hiç” şeklindeki kumarbaz beklentisidir. “Mâ lâ yüdrakü küllühû, lâ yütrakü cüllühû” “Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terk edilmez.”
Bugün insanlara sunulan din; büyük oranda şudur: Beşerî görüşler, göreceli ve tartışmalı konular, cemaatlerin tartışmalı doğruları, filân efendi hazretlerinin görüşleri, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmeler, hatta bazen Kur’an’ın bazı emirlerini yasaklayan, bazı yasaklarını mubah kılan tavırlar... Kur’an’ın önemsediği konular yerine, hiç yer vermediği konular din adı altında topluma kabul ettirilmek istenmekte, mesajın başına oturtulmaktadır. Fili farklı yerlerinden yakalayıp bu parçayı fil diye tanımlama tavrı, basarla birlikte basîreti, alnındaki gözüyle beraber göğsündeki gözü de kullanması gereken, gözleri açık ve her dem uyanık bulunması icap eden müslümanların maalesef tavrı olabiliyor. Dini, bazıları şekilsel özellikler, bazıları sarık, sakal, cübbe ve çarşaftan ibâret sayarken, bazıları sadece falan zâtın kitaplarını okuyup açıklamak, bazıları ise tesbih çekmekten, bazıları sadece cihad veya siyasal yorumlardan, haftalık ders ve sohbetlere katılmaktan, bazıları dergi çıkarmak veya radyo imkânlarından ibâret sayabilmektedir. Bundan da daha fecîsi, Kur’an’ın ısrarla emrettiği halde, bazı müslümanların ısrarla yasakladığı kimi ibâdetler sözkonusu olabilmekte ve Kur’an’a taban tabana zıt olan bir yasağı, meselâ Kur'ânî bir emrin, farîzanın terkini, fâiz gibi bir haramın mubahlığını cihad yorumu ve dâru’l-harp mantığı ile topluma empoze etmektir.
Güzel insan olmamız ve mesajımızın güzel olması için, insanları başka şeye, tartışmalı teferrruata değil; sadece Allah’a, Allah'ın mutlak doğrularına, yani hakka dâvet etmemiz ve bunu herhangi bir hizip adına değil, “müslüman” isim ve sıfatımızla, İslâm’ın hizipler üstü temel prensipleri adına yapmamız gerekmektedir: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır.”1868 Müslüman dâvâ adamı, âyetlerdeki bütüncül çağrıya rağmen; parçacı, hizipçi, cemaatlerinin yorumunu öne çıkaran bir yaklaşım sergileyerek kınanacak bir tavra düşebiliyor: “Onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka, kendi yanındakiyle sevinmektedir.”1869 Bugün kimi cemaat mensubu kişiler, insanlara Kur’an’ın önceliklediklerini, mutlak hakikatleri, Kur’an’ın muhkem doğrularını anlatacaklarına, İslâm’ın temel esaslarına dâvet edeceklerine; kendi tartışılabilecek doğrularına çağırmaktadırlar. “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
1868] 41/Fussılet, 33
1869] 30/Rûm, 32
- 344 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır, sonra Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.” 1870
İslâm inançları (Akaid), beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsâit olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübûtu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir.
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan mütevâtir haberlerdir. Yani, Kur’an’dır. Bunlara sübûtu kat’î deliller denir. Akaidde bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyet veya mütevâtir hadislerdeki bazı ifadelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını, ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Bazı kaypak kavramları, karşımızdaki müslümanın dinle ters düşmeyecek şekilde farklı anlam yükleyerek onu savunması veya bazı kurallarını uygulaması hiç dikkate alınmadan, te’vil etme özgürlüğünü onlara vermeden, kendi anladığımız biçimde küfür olduğuna hükmetmek, hatta bir adım daha ileriye gidip onlara kâfir demek, göreceli doğrularımızı mutlak hakikat yerine koymak demektir. Kendisi de şu veya bu ölçüde, ama mutlaka düzenin şu veya bu kurumundan geçtiği halde, alternatif bulamadığı için o kurumlara şu veya bu şekilde takılanlara müslüman gözüyle bakmamak... Bu gibi durumlar, karşısındakine ictihad hakkı vermeden, kendini veya reisini müctehid ilân etmektir. Hatta, müctehid hata yapabilecek kişi olduğu halde, kendi cemaat görüşünde, liderinde yanılma ihtimali kabul etmeyen kişinin bu tavrının ne anlama geldiği, dilin ifâde etmekten çekindiği fecî bir tavır olmaktadır. “Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini rabler edindiler...”1871 Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına geldiğinde bu âyeti okuyunca, Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir/tapınmadır.” 1872
Din, özellikle akîde, haram-helâl ölçüsü ve ibâdet hükmündeki ahkâm, mutlak doğrulara dayanmak durumundadır. Mutlak doğruyu te’vil edip beşerî yorumları din haline getiren anlayış, İslâmî anlayış olamaz. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Her grubun,
1870] 6/En’âm, 159
1871] 9/Tevbe, 31
1872] Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 345 -
İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması Dinimiz için problem olmaktadır. Müslümanların kendi kanaatlerini, üstad, lider ve âlimlerinin yorumlarını din zannetmeleri, bugünkü ihtilâfların temelini teşkil ediyor.
Mevcut düzen ve toplum yapısının belvâ-yı âmm (toplumsal belâ) niteliğindeki dayatmalarına karşı tavır alamayan insanlara alternatif göster(e)meden onları dinin dışına itmek, Din’i yanlış yorumlamaktır. Ayağı yere basmayan idealist yaklaşımlar, İslâm’ı, günlük hayatta uygulanamayacak soyut görüşlerden ve ütopyadan ibâret saymaktır. “Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden öncekiler, dinde aşırı gittiklerinden ötürü helâk oldular.” 1873
Şu kadar cemaat ve ilim adamının melekleri sevindirecek ve şeytanları ürkütecek kapsamda hayırlı faâliyetler, ses getirecek tavır ve eylemler ortaya koyamadıklarının sebebi, biraz da bu usûl, yöntem hatalarından, dine bakıştaki eksik veya yanlıştan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.
Konumuzla ilgili empati; muhâtaplarımızı, “öteki” insanları, öteki cemaatleri, onların dünyasından bakarak değerlendirmektir. Bu yapılamadığı zaman, gerçeğin bir kısmı kaybedilecektir. Nisbî/göreceli doğruları, beşerî yorumları, Din ve mutlak hakikat gibi değerlendirmemeli; insanları kendi doğrularımıza, kendi mezhep, meşrep, metot, dernek, vakıf ve faâliyetlerimize dâvet etmek yerine, İslâm’ın doğrularına dâvet etmeliyiz. Müslümanlarla ihtilâf edeceğimiz konulardan ziyade ittifak halindeki konulardan yola çıkarak asgarî müşterekleri giderek artırmak önemsenmeli, dostluk ve sevginin giderek samimiyete ve işbirliğine dönüşmesi hedeflenmelidir. İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İslâm’ın aslî meselelerinde müslümanlar ihtilâf edemez. İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad, yorum ve tercih hakkı verdiği meselelerle ilgili ihtilâflar, mâkul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflardır. Müslüman cemaatlerle ittifak ettiğimiz konularda işbirliğine gitmeli, ihtilâf ettiğimiz konularda birbirimizi mâzur görmeliyiz. “Sadece benim mezhep, cemaat, teşkilât, metot, lider ve görüşüm hak; diğerleri bâtıl!” demekten sakınıp kendi doğrularımızın “yanlış ihtimali olan göreceli doğru“ olduğunu, muhâtap mü’minlerin de “doğru ihtimali olan yanlış“ görüşleri olduğunu, empati ile ve göreceli doğruların bir’den fazla olabileceğini unutmadan olgun mü’mine yakışan şekilde değerlendirebilmeliyiz. “Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” 1874
İhtilâflara Yaklaşım
İnsanların olduğu her yerde, kesinlikle ihtilâflar da olacaktır. İnsanları doğru tanıyıp insanların farklı ve tartışmacı yaratıklar olduğunu dikkate aldığımız zaman, bu durumu belli bir ölçüye kadar normal karşılamamız gerekir. Birçok konuda birbirinden farklı yönelişlere, farklı değer ölçülerine sahip olan insanlar, elbette ki ihtilâflara düşecekler ve bu ihtilâflar çerçevesinde tartışacaklardır. Bu yüzden, insanlar yaşadığı sürece, yeryüzünde bu ihtilâfların kökünü kazıyabilmek, bu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün olmayacaktır. İnsanları
1873] Dârimî, Siyer 45; Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/127, V/318, 330
1874] 39/Zümer, 18; Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 22; Nisan 2003
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ortadan kaldırmadan ihtilâfları ortadan kaldıramayacağımız gerçeğini dikkate aldığımız zaman, ihtilâfların kökünü kazımak gibi ütopik bir hedefe değil; ihtilâflara bilinçli yaklaşmak gibi reel bir hedefe yönelmemiz gerektiğini anlayabiliriz. Çünkü insanlar arasında vuku bulan tüm ihtilâflar, başlangıç itibarıyla meyvesi belirsiz tohumlar gibidir. Bu ihtilâf tohumlarının meyvesini belirleyen en önemli unsur ise, ihtilâfların keyfiyetinden ziyade; insanların bu ihtilâflara yaklaşım ve yorumlama biçimidir. İhtilâf ahlâkıdır, ihtilâflarla imtihan olunduğu bilincini kuşanmaktır.
Meselâ maddî konulardaki bir ihtilâf, bazen insanların cömertliğine, sadakada bulunmalarına ve bazı haklarından vazgeçerek daha olgun bir kimliğe ulaşmalarına sebep olurken; bu insanların birbirlerini dinlemelerine, birbirlerini daha iyi anlamalarına, fikirlerinin olumlu yönde değişmesine ve gelişmesine katkıda bulunurken; bazen de insanların mücâdelesine, birbirlerini tahkir ve hatta tekfir etmelerine neden olmaktadır. Oysa birbirlerinden farklı neticelere sebep olan bu ihtilâflar, çoğu zaman birbirine benzer olan aynı ihtilâflardır. İhtilâflar aynıdır, ama bu ihtilâflara insanların yaklaşımları farklıdır ve bu farklı yaklaşımlar, farklı neticelere sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla ihtilâf konusunda en önemli mesele, ihtilâflara yaklaşımdır. Çünkü herhangi bir ihtilâfın müsbet veya menfî sonuçlara sebep olması, genellikle bu gibi ihtilâflara yaklaşımla ilgili bir meseledir.
Hepimizin bildiği gibi, müslümanların ayrılmasına, dağınık ve birbirinden kopuk yaşayışına, birbirlerine düşmesine neden olan birçok fitne ve fesadın kökeninde, küçük veya büyük bazı ihtilâflar bulunmaktadır. Dolayısıyla bu fitne ve fesadın ortadan kalkabilmesi, sözkonusu ihtilâflara Kur’anî bir bilinç ve rahmete dayanan ahlâkla yaklaşabilmemize bağlıdır.
Tüm ihtilâflarımızın yegâne çözüm kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, ihtilâf meselesiyle ilgili olarak müslümanlara üç genel yaklaşım vermektedir. Bunlardan birisi makul karşılamak, diğeri ısrar ve azimle çözümlemeye çalışmak, bir diğeri de Allah’a bırakmaktır. Şimdi bu üç yaklaşımda esas alınan ihtilâfları kısaca değerlendirelim:
1. Makul ve Normal Karşılamamız Gereken İhtilâflar: İnsanların bulunduğu her yerde az veya çok, küçük ya da büyük ihtilâfların olmasının kaçınılmaz olduğundan, her biri ayrı bir insan olan müslümanlar arasında da, elbette ki birçok ihtilâflar olabilecektir. Müslümanlar arasında vuku bulacak olan bu ihtilâflardan, makul ve normal karşılamamız gereken ihtilâflar, İlâhî vahyin müslümanlara seçme muhayyerliği, tasarruf yetkisi, ictihad ve tercih hakkı verdiği meselelerdeki ihtilâflardır. Yarattığı insanın ne olduğunu ve bizlerin sözkonusu meselelerde hangi ihtilâflara düşeceğimizi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz, hiç kuşkusuz ki bu gibi ihtilâflarla bizleri sınamakta, denemektedir. Bu ihtilâflar karşısındaki kulluk mükellefiyetimiz, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırıp kaldıramayacağımız noktasında değil; nefsî ve şeytanî vesveselere aldanarak bu ihtilâfları birer fitne ve fesat sebebi durumuna getirmemek hususundadır. Çünkü bu ihtilâfları ortadan kaldırmaya çalışmamız, insanların tabiî durumlarından kaynaklanan bu gibi ihtilâfları ortadan kaldırmamıza değil, bu ihtilâfların birer fitne ve fesat sebebi olmasına neden olacaktır. Şeytanın ortamı kızıştırıcı bir ateşle yaklaştığı bu gibi ihtilâflar, bilinçli müslümanların suyla yaklaşması
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 347 -
gereken ihtilâflardır.
Müslümanların muhayyer bırakıldıkları bu gibi meselelerdeki ihtilâflar, insanların fıtratını, farklı özelliklerini, çeşitli yaklaşımlarını, değişik önceliklerini dikkate aldığımız zaman makul karşılamamız gereken ihtilâflardır. Bu yaklaşım, elbette dinden tâviz vermek ya da tevhid dinini zedelemek anlamına gelen bir yaklaşım değildir. Çünkü ihtilâfa neden olan bu mesele, şayet müslümanların ihtilâfa düşmeden tek bir görüşte birleşmeleri gereken bir mesele olsaydı, tevhid dininin sahibi olan Rabbimiz hiç kuşkusuz ki kesin bir hüküm vazeder ve bu meselede müslümanlara muhayyerlik hakkı vermezdi. Dolayısıyla bu gibi ihtilâflar, ortadan kaldırıp yok edemeyeceğimiz ancak makul karşılayarak pasifize edebileceğimiz ihtilâflardır. Bu gibi ihtilâflarda birbirine karşıt görüşlerden herhangi birisini kabullensek ve bu görüş bize çok doğru, çok güzel gelse dahi, bize doğru ve güzel gelen bu görüşü mutlaka karşı tarafa empoze etme kaygı ve ısrarına kapılmamamız gerekir. Çünkü bu gibi ihtilâfların fitne ve fesada yol açmasını engellemenin yegâne yolu; ihtilâf meselesini çok öncül ve çok önemli bir mesele durumuna getirmeden kendi görüşümüzü makbul, karşı tarafın görüşünü makul karşılamamız ve bunun da ötesinde iç dünyamızda küçük bir “belki”ye yer vermemizdir. “Belki, karşı görüş daha doğru olabilir.” “Benim görüşüm, yanlış ihtimali olan doğru; karşımdaki görüş, doğru ihtimali olan yanlıştır” diyebilmeli, kendi göreceli/tartışmalı doğrularımızı “mutlak doğru” ilân etmemeliyiz.
2. Israrla ve Azimle Çözülmesi Gereken İhtilâflar: Müslümanların makul ve normal karşılamayacakları, kesinlikle çözmeye çalışacakları ihtilâflar, dinimizin aslî meselelerinde meydana gelebilecek olan ihtilâflardır. Çünkü İslâm dini, tevhidi önceleyen İlâhî bir dindir. Şayet teslim olduğumuz bu din, beşer kaynaklı bir din olsaydı, beşerden kaynaklanan bazı ihtilâfları makul karşıladığımız gibi, her biri birer beşer olan hocaların ve şeyhlerin, üstad ve ağabeylerin dine nisbet ettikleri ihtilâfları da makul karşılayabilirdik. Oysa biliyoruz ki dinimizin esasını belirleyen bütün gerçekler, tüm müslümanlar tarafından tartışılmadan kabul edilmesi gereken İlâhî gerçekler, mutlak hakikatlerdir. Rabbimiz, dinimizin esasını belirleyen bu meselelerde en ufak bir ayrılık ve ihtilâfın olmaması için, bu gibi temel konularda hüküm vazetme yetkisini (peygamber dahi olsa) hiçbir beşere vermemiştir.
Dolayısıyla dinimizin temel meselelerinde ihtilâfa yol açan beşer kaynaklı bütün görüşler, ne kadar çağdaş, ne kadar aklî olursa olsun, hoşgörüyle karşılayacağımız görüşler değildir. “İslâm dini, akıl dinidir” diyenler, belki bu sözlere karşı çıkabileceklerdir. Dinimizin akla ve akletmeye ne kadar çok önem verdiği bir hakikattir. Bununla birlikte “dinimiz akıl dinidir” demekten yine Rabbimize sığınmak gerekir. Çünkü severek teslim olduğumuz bu din, önemle ve öncelikle iman dinidir. Allah’a ve Allah’ın hükümlerine, temiz bir kalp ile inanma, teslim olma dinidir. Bu dinin tevhidî bir içerik kazanması ise, aklî yorumlarına değil; bu hakikatlerin İlâhî aslına iman ve teslimiyetle mümkündür.
İnsanların ayrı ayrı mizaçlara, farklı yeteneklere ve bazı konularda değişik görüşlere sahip olmalarına rağmen, “müslüman”, mizacı, yeteneği ve görüşleri ne olursa olsun, ortak bir dâvete iman eden, müşterek bir çağrıya teslim olan insan demektir. İnsanlar standart yaratıklar değildir, ama “ben müslümanım” diyen insanların, İlâhî ölçüden kaynaklanan birçok ortak standartları vardır. “Biz
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlar” derken, kasdettiğimiz gerçek, kişisel farlılıklarımızın üstündeki bu ortak değerlerimiz ve müşterek kabullerimizdir.
Bu nedenledir ki, “biz” tanımı, ortak kabullerimizi ifadelendiren bir tanımdır. Dinimizin temel meselelerindeki bu ortak kabullerimize de farklı yaklaşımlar, farklı değerlendirmeler ruhsatı verdiğimiz zaman, “biz” tanımının yerine “ben” tanımı, “bizim dinimiz” yerine; “benim dinim” ifadesi gelmiş olur. Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki, Rabbimiz herkesin mizacına, yaklaşımına göre ayrı ayrı dinler göndermemiştir. İslâm’ın bize muhayyerlik hakkı vermediği bütün temel meselelerdeki kabul ve redlerimizde farklılıklar olmaması gerekir. Bu farklılıklarımızı giderecek olan yegâne unsur ise, bu konularda beyan edilen İlâhî hakikatlerdir. İlâhî gerçeklere yaklaşım konusunda makul karşılayabileceğimiz farklılıklar, bu mutlak doğrulara iman ve teslimiyet noktasında değil; bu İlâhî gerçekleri öncelemek boyutunda kendini gösterebilir. Bir kardeşimize göre oldukça önemli ve öncelikli olan İlâhî bir doğru, diğer kardeşimize göre aynı önceliğe hâiz olmayabilir. Ancak her iki kardeşimizin de kabul ve tasdik ettiği hakikatlerdir bunlar. Kaldı ki, bu önemseme ve önceleme konusundaki farklılıkların da en asgariye indirilmesi gerekir. Rabbimizin önemle vurguladığı ve nüzul sırasındaki hikmete binâen öncelediği tüm gerçekler, bütün müslümanlarca önemsenip öncelenmesi gereken hakikatlerdir.
Tevhid dininin esaslarını beyan eden İlâhî doğrular, tüm müslümanların hiçbir ihtilâfa düşmeden kabul etmeleri ve yaşamaları gereken gerçeklerdir. İlâhî kaynaklı olan bu mutlak doğruları, beşerî gerekçelerle çatallandırmaya çalışmak ne kadar yanlış ise; İlâhî kaynaklı olan bu doğruların yerine veya yanına, beşer kaynaklı görüşlerin konulmaya çalışılması da o kadar yanlıştır. Falan hocanın veya filan imamın bir görüşünü, İslâm’ın olmazsa olmaz bir unsuruymuş gibi din adına ileri sürmek, bu görüş doğru olsa dahi, çok yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü beşer kaynaklı böyle bir görüşü din adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, dinde tevhide değil; tefrikaya sebep olacaktır. Çünkü müslümanların din adına gerçekleştirecekleri vahdet, aklî değerlendirmeler ve kavrayışlarla değil; kalbî tasdik ve imanla gerçekleştirebilecekleri bir vahdettir. Yani, tüm müslümanları bir araya getirebilecek olan hakikatlerin, bütün müslümanların iman etmekle yükümlü oldukları doğrular olması gerekmektedir. Dolayısıyla kendisine karşı imanî bir sorumluluğun olmadığı bir hocanın veya bir imamın görüşü, doğru olsa bile dünya müslümanları için imanî bir bağlayıcılığı olmayan böyle bir görüşü İslâm adına mutlak doğru olarak ileri sürmek, hiç şüphesiz ki, İslâm’da tefrikaya sebep olacaktır.
Netice olarak, müslümanların vahdetini ve bu vahdeti sağlayan tevhidi ne kadar önemsiyorsak, İslâm’ın temel meselelerinde vazedilen tevhidî gerçekleri de o kadar önemsememiz ve bu konularda en küçük bir ihtilâfa yer vermememiz gerekir. Temel meselelerdeki ihtilâfları hoş karşılamak, kesinlikle fitne ve fesadı hoş karşılamak olacaktır. Ve böyle bâtıl yaklaşımlar, hak olan İslâm dinini, bir kuşku ve şüphe dini haline getirecektir. Oysa tüm şüphelerden uzak olan İslâm dini, mü’min kalplere mutmainlik veren müstakîm bir dindir. Bu huzuru ve dosdoğru yolu yaşayan müslümanlar, hiçbir temel meselesinde “Allah böyle buyuruyor, falan da böyle buyuruyor. Acaba hangi hükmü esas alayım?” istifhâmına kapılmazlar. Bu konuda en ufak bir kuşku ve ihtilâfa düşmezler. Çünkü bu dosdoğru müslümanların teslim oldukları hakikat, tâbi oldukları hüküm
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 349 -
bellidir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden bir topluluk için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?”1875; “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” 1876
3. Allah’a Bırakmamız Gereken İhtilâflar: “Her ihtilâfın bir çözümü vardır ve her ihtilâf çözümlenmelidir” diyerek her işi çözmeye, her ihtilâfı sonuçlandırmaya meraklı bazı kimseler, “Allah’a bırakmamız gereken ihtilâf” deyimini tuhaf karşılayabilirler. Oysa meseleyi Kur’ân-ı Kerim’e göre değerlendirdiğimiz zaman, Kur’an bazı ihtilâfları âhirete bırakmakta ve bu ihtilâfları çözümleyecek olan İlâhî hükmün, âhirette bizzat Allah tarafından verileceğini beyan etmektedir: “Hepsi de Kitabı (Tevrat ve İncil’i) okumakta oldukları halde yahûdiler: ‘hıristiyanlar doğru yolda değillerdir’ dediler. Hıristiyanlar da: ‘Yahûdiler doğru yolda değillerdir’ dediler. Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilâfa düştükleri hususlarda kıyâmet günü onlar hakkında hükmünü verecektir.”1877; “...Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim.”1878; “...Şüphesiz Rabbin, aralarında anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.”1879; “...Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilâf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.”1880; “...Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” 1881
Sadece bir kısmını zikrettiğimiz bu âyet-i kerimeleri dikkatle okuduğumuz zaman, Rabbimizin bazı ihtilâfların çözümünü, daha açık bir ifadeyle, bu ihtilâfların hükme bağlanmasını, kıyâmet gününe ertelediğini görebiliriz. Tabii ki düşünmemiz ve hikmetini anlamaya çalışmamız gereken bir durumdur bu. Rabbimiz bazı ihtilâfların çözümünü apaçık bir hükme bağlamasını, neden kıyâmet gününe/âhirete bırakıyor? Kur’an nâzil olurken, sözkonusu ihtilâflara ilişkin hükümler de neden nâzil olmuyor? Bu ihtilâflara ilişkin hükümleri, en güzel bir yaklaşımla, en güzel bir üslûpla tebliğ edebilecek olan Peygamberimize, bu hükümler neden bildirilmiyor?
Sözkonusu ihtilâflara ilişkin bu hükümler, muhâlif tarafları muhâtap alarak Kur’ân-ı Kerim’de nâzil olsaydı dahi, bu ihtilâflar yine çözümlenemezdi. Çünkü, insanlarda derin saplantı haline gelmiş bazı ihtilâflar vardır ki, bunların çözümü sadece İlâhî hükme değil; İlâhî hükümle beraber İlâhî bir Hakim’e de gerek duymaktadır. Bu gibi ihtilâflar, muhâlif taraflarla İlâhî hükmün arasına bir beşerin girmesiyle çözümlenebilecek ihtilâflar değildir. İnsanlarda derin saplantı haline gelmiş böylesi ihtilâflar, sadece mutlak Hakim olan Rabbimizin aracısız vereceği hükümle çözümlenebilecek ihtilâflardır. Çözümü âhirette Rabbimize kalan bu ihtilâfların mâhiyetini ve muhâlif tarafların durumunu, Kur’an’dan yola çıkarak şu şekilde tanımlayabiliriz:
1875] 5/Mâide, 50
1876] 33/Ahzâb, 36
1877] 2/Bakara, 113
1878] 3/Âl-i İmrân, 55
1879] 10/Yûnus, 93
1880] 39/Zümer, 3
1881] 45/Câsiye, 17
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1. Tahrif Edilmiş Kaynağa Dayalı İhtilâflar: Yahûdilerin ve hıristiyanların çözümü mümkün olmayan birçok ihtilâfı, asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Bunlar, birçok konuda birbirlerini itham etmeleri ve din adına birbirleriyle ihtilâfa düşmeleri, kendilerini nisbet ettikleri tahrif edilmiş semâvî kitaplardan ve din adına ahkâm kesen râhip ve hahamlardan kaynaklanıyordu. Bu kitaplar, din adamlarının hevâlarına göre tahrif edildiği halde, kendi taraftarları açısından kesin doğru telâkki ediliyorsa, tahrif edilmiş kaynaklara dayalı bu gibi ihtilâflar, bizim tarafımızdan kesinlikle çözüme ulaştırılabilecek ihtilâflar değildir. Çünkü bu ihtilâfları çözüme ulaştırabilmenin ilk şartı, kaynak meselesini çözümlemek ve muhâlif tarafları ortak bir kaynakta buluşturabilmektir. Ama, muhâlif taraflar kendi kaynaklarına itikadî bir saplantı ile tutunduklarından bu mümkün olmayacak ve tahrif edilmiş kaynaklar olduğu sürece, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar da sürüp gidecektir.
Konuya yahûdi ve hıristiyanlardan örnek verilmesi, müslümanların ya da “müslümanım” diyenlerin böyle ihtilâflardan uzak oldukları anlamına gelmemektedir. Kaynak meselesinde netleşmemiş müslümanların ya da, kendini müslüman kabul edenlerin arasında da, ne yazık ki asırlardır benzer ihtilâflar yaşanmaktadır. Peygamberimiz’e nisbet edilen doğru-yanlış her rivâyeti İlâhî vahiy gibi kaynak kabul eden ve Kur’an dışında kutsal ve mâsum kitapların mevcut olduğuna inanan gelenekçilerle tefsirciler arasında; şeyhlerinden sâdır olan her sözü, İlâhî kelâm gibi kabul eden softalarla fıkıhçılar arasında vuku bulan birçok ihtilâf, asıl itibarıyla kaynağa dayalı ihtilâflardır. Beşerî kaynaklara İlâhîlik vasfı verildiği ve İlâhî zannedilen bu kaynaklara, Allah’a iman eder gibi iman edildiği zaman, bu kaynaklara dayalı ihtilâflar, kesinlikle çözüme ulaşabilecek ihtilâflar değildir.
Tüm dünya müslümanları için yegâne İlâhî kaynak Kur’ân-ı Kerim’dir, böyle olmak zorundadır. Mü’minlerin din adına faydalanacakları ikinci kaynak ise korunmuş olan Kur’ân-ı Kerim’in tasdik ve teyid ederek koruduğu sahih sünnettir. Ancak, sahih sünnet, dünya müslümanlarıyla ihtilâflarımızı çözümleyebileceğimiz değil; din adına faydalanacağımız bir kaynaktır. Bu kaynaktan istifade ederken karşılaşılan ve daha çok mezhebî yaklaşımların neticesi olan farklılıkların makul karşılanması ve müslümanların ayrılığına sebep olacak bir ihtilâf durumuna getirilmemesi gerekir. Dünya müslümanlarının vahdetini sağlayabilecek olan kaynak, sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu gerçeği kabul etmeyip birçok beşerî kaynağı İlâhî zanneden ve mutlak doğru kabul ettiği bunlara bilinçsizce iman eden kimselerin, böylesi kaynaklardan hareket ederek sürdürdükleri ihtilâflar, mutlak Hakim olan Rabbimizin kıyâmet günü hükme bağlayacağı ihtilâflardır. Kaynak meselesinin çözümlenemediği bu gibi ihtilâflar çerçevesinde uzun uzadıya tartışmaya ve cebelleşmeye hiç gerek yoktur.
2. İlme Dayalı İhtilâflar: İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen gerçekler olmadığı için, “hiç, ilme dayalı ihtilâf olur mu?” diye akla istifham gelebilir. Fakat ne gariptir ki kendilerine ilim verilen nice kimseler, kendilerine ilim verildikten sonra anlaşmazlığa düşen kimseler olmuşlardır. “Andolsun, Biz İsrâiloğullarını, hoşlarına gidecek güzel bir yurda yerleştirdik ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, aralarında
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 351 -
anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü hüküm verecektir.”1882; “Onlara bu emirden apaçık belgeler (deliller) verdik. Fakat onlar kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki hakka tecâvüz ve azgınlıktan dolayı, ihtilâfa düştüler. Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” 1883
İlim dediğimiz hakikatler, birbiriyle çelişen ve çatışan şeyler değildir. Ancak, bu gerçeklerden hareket ederek ilimde derinleşmek, doğru bir yönteme ve dosdoğru bir istikamete gerek duyar. Sözkonusu ilim, İlâhî hakikatlerle ilgili bir ilim ise, böyle bir ilimde derinleşmek, doğru bir yöntem ve istikametin yanısıra iman ve amele de gerek duymaktadır. Dolayısıyla iman, amel ve istikameti dikkate almadan sahip oldukları ilimde derinleşmek isteyen şaşkınlar, kendilerini nefs ve hevânın tatlı esintisine bırakarak ilimde derinleşmek adına, ilimde serkeşleşmektedirler. İlmin kapısından tevâzu sahibi bir fakir gibi içeri gireceklerine, hiç girmedikleri kapıdan birer zengin edâsıyla dışarı çıkan bu kimseler, geçmişte ve günümüzde örneklerine bolca rastladığımız kimselerdir. Tarihte hangi sapık yönelişi ele alırsanız alın, bu yönelişte bulunanların kalkış noktasında bazı doğrulara tutunduğunu görebilirsiniz. Yani, her bâtıl, kesinlikle haktan bazı unsurları içine katar ve kendini hak göstermek ister. Meselâ, vahdet-i vücut safsatasını savunan kimseler, kendilerine göre kelime-i tevhid gerçeğinden hareket ederek bu görüşe ulaştıklarını iddia eden kimselerdir. Günümüz dünyasında ise tâğutların maslahatını gözetebilmek ve İslâm’la laikliği barıştırabilmek için yıllarca araştırma yaptıklarını iddia eden bazı Akademisyenler, bu konudaki çağdaş örneklerdendir. Doğrulardan hareket ederek yanlışlara varan ve bu yanlışlara doğruymuş gibi iman eden böyle kimselerle tartışabilmek, sözkonusu ihtilâfları ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Çünkü bu kimselerle karşı karşıya gelip tartıştığınız zaman, sıkıştıkları an kalkış noktasında esas aldıkları bazı doğruların içine saklanıvereceklerdir. Kalkış noktasındaki doğruları kalkan, bu doğrulardan hareket ederek vardıkları yanlışları kılıç olarak kullanan bu kimseler, samimi olmadıkları sürece anlaşabileceğimiz, sözkonusu ihtilâfları çözümleyebileceğimiz kimseler değildir.
3. Akla Dayalı İhtilâflar: Kendisini İlâhî vahiyden müstağnî veya onun üstünde gören her yaratılmış nesne, bu şey akıl dahi olsa, sapıklıktan kurtulamaz. Dolayısıyla “dinimiz akıl dinidir” dedikten sonra, aklını İlâhî vahyin üstünde bir seçici, bir tanımlama mercii olarak gören, aklına gelen ve aklî/mantıklı gözüken her görüşe iman eden akılcılar, akıllarına iman etmekle en büyük akılsızlığı yapan kimselerdir. Çünkü dizginlerini İlâhî vahye teslim etmeyen ve soyut gerçeklerden çok, somut realiteden etkilenen akıl, karşılaştığı tüm meseleleri soyut olan İlâhî vahye göre değil; somut olan realiteye göre değerlendirecek ve yaşanan realite bir câhiliyye ise, câhilî gerçekliğin samimi bir savunucusu durumuna gelecektir. Akıl sapması diyebileceğimiz bu hastalığın iki önemli virüsü, realistlik ve akılperestliktir.
Oysa beşerî aklı, İlâhî vahyin önüne geçirmek, akıllılık, hatta akılcılık değil; akılperestliktir. Akılperestlik (akla tapmak, aklı putlaştırmak) ise, gerçek düzlemde, en büyük akılsızlıktır. Çünkü İlâhî vahyin denetiminde olmayan akıl, nefs
1882] 10/Yûnus, 93
1883] 45/Câsiye, 17
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve hevânın denetiminde olup, ister istemez nefsin bencilliğini, nefsin maslahatını gözeten bir uşak durumuna düşmüştür. Meselâ, münâfıklar, böyle bir akıl sapması içinde bulunan kimselerdir. Günümüzdeki bazı şaşkınlar gibi Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmeleri de, realiteden hareketle bazı aklî maslahatlar gereği yaptıkları bir tercihtir. “Allah’ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi velî (dost ve müttefik) edinmekte olanları görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Kendileri de (hakkı) bildikleri halde, yalan üzere yemin etmektedirler.”1884 Demokrasi ve hoşgörü adına kâfirlerle dost olan, Allah’a kul olmak isteyen insanları böyle bir hoşgörüye ve uzlaşmaya dâvet eden, kendilerine göre gayet akıllıca ve gerçekçi olan konuşmalarıyla kendilerini doğru yolda zanneden böylesi kimselerle, hangi düzlemde konuşacak ve ihtilâflarımızı hangi ölçülere göre çözümleyeceğiz ki! Bunlar aklı, bizler nakli esas alıyoruz. Bunlar akla, biz nakle iman ediyoruz. Bunlar realiteye, statükoya göre hakkı değiştirmeye çalışırlarken, biz hakka göre realiteyi değiştirmeye çalışıyoruz. Peki, bunlarla nasıl anlaşacak, ihtilâfları hangi ölçüye göre çözümleyeceğiz?
İhtilâflarla ilgili olarak bu açıklamalardan sonra, bazı ihtilâfları çözümlemeye kalkışmanın, boş bir uğraşı olacağı açıklık kazanmaktadır. “Allah’ın onların hepsini dirilteceği gün, (onlar) sizlere yemin ettikleri gibi O’na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. İyi bilin ki onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.”1885 Her şeyi hakkıyla bilen Yüce Rabbimiz’in huzurunda bile bir şey üzere olduklarına dair yeminlerini ve iddialarını sürdürecek olan böylesi kimseler, biz yaratılmışlar karşısında doğruyu kabul edip hakka teslim olurlar mı? Dolayısıyla Rahman ve Rahim olan Rabbimiz’in hükme bağlayacağı böylesi ihtilâflar karşısında faydasız tartışmalara, zararlı cedelleşmelere girmeden, bu ihtilâfları Allah’a bırakmamız gerekecektir. Çünkü bu gibi ihtilâfların yegâne çözümü, gerçekleşmesi mümkün olmayan ütopik çözümlerle uğraşmadan, tartışmalardan uzaklaşmak ve çözümü Allah’a bırakmaktır. Nitekim karşılaştığımız tüm ihtilâfları çözümleyebilecek yegâne kaynak olan Kur’ân-ı Kerim, böylesi ihtilâfların çözümü konusunda bizi bu yaklaşıma dâvet etmektedir: “De ki: ‘Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve müşâhede edilebileni (gizliyi de âşikârı da) bilen Allah’ım! İhtilâf ettikleri, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde, kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” 1886
Eğer yaratılıştaki fıtratımızı korusaydık ve hiçbir olumsuz dış etki olmasaydı, gayr-ı meşrû ihtilâf, yani tefrika da olmayacaktı. Bu dünyada yaşarken kazandığımız ve kaybettiğimiz şeyler ve şeytana uymamız bizi doğamıza yabancılaştırdı. Dolayısıyla bu dünya için ihtilâf, kaçınılmaz hale geldi. İnsanlar farklı biçimlerde bilgilendiler, farklı hobiler ve fobiler kazandılar. Şeytan, saflığı bozan bir unsur olarak aramıza girdi. Farklı zamanlarda, farklı mekânlarda ve farklı mizaçlarda ve kişiliklerde insanlar olarak birtakım farklı kanaatlere sahip olduk. Bu dünya hayatı, bizim için imtihan alanıdır. Allah, rahmetinin eseri olarak bu çelişkiler içinde bize sırât-ı müstakîmi göstermek için kitap ve peygamber gönderdi. Böylece hak ile bâtıl ayrıldı. Bizim gibi inananlar ile inanmayanlar arasında temel bir ihtilâf ortaya çıktı. Buna iman ve küfür diyoruz. Bu hak-bâtıl çizgisinde bir ayrımdır. Hizbullah ve hizbüşşeytan olmak anlamındadır. Bu temel bir ihtilâftır.
1884] 58/Mücâdele, 14 ve bk. devamı, 15-19
1885] 58/Mücâdele, 18
1886] 39/Zümer, 46; Mehmed Alagaş, Vahdete 7 Adım, s. 83-101
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 353 -
İhtilâf konusunda en önemli husus; hangi konuda ihtilâf edildiğidir. Bu alan, ihtilâfın meşrû ve yasak olanını belirlemek açısından temel bir ölçüdür. İhtilâf ettiğimiz şey nedir? Gerçek ve mutlak hakikati iyi anlamak gerek. Bazı gerçekler vardır ki, insanlara göre, zamana ve mekâna göre değişiklik gösterir. O, hayatın özünde var olan bir değişkenlikten kaynaklanan konjonktürel bir konudur. İhtilâfların özünde büyük ölçüde, mutlak hakikat ile değişken gerçeklik arasına bir çizgi çekememe konusu yatıyor. Ayrıntıda ihtilâf etmek, gerçeği yakalamak açısından, kolaylık ve maslahat yönünden büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla bu anlamda ihtilâf, kolaylık ve rahmettir. İkinci hakikat ise, mutlak hakikatte anlayış konusunda düştüğümüz ihtilâftır. Bu da beşer olmanın zaafından kaynaklanan bir konudur. Bu konudaki ihtilâfın meşrûiyet sınırı olarak üç mesele üzerinde durmak icap eder. İleri sürülen bir görüşün dayandığı temeller sağlam ise, vahiy ve mütevâtir sünnet ile te’yid ediliyorsa, aklî ve ilmî delilleri sağlam ise ve meşrû bir gerekçe ile ortaya konuluyorsa, bu görüşü doğru kabul edebiliriz. Zaten ictihadlar da, ya da ictihadlar arasındaki farklılıklar da buradan kaynaklanmaktadır. Yine bu da insanların anlayışlarını geliştirmeleri, akledip fikretmeleri açısından, tekâmülleri açısından bir zarûrettir.
Burada, dikkat etmemiz gereken husus; Kur’an’ı anlamaya çalışmamızdır. Yoksa kendi zanlarımızı ve kanaatlerimizi te’vil yolu ile Kur’an’a isbatlatmak değil. Yine kendi kanaatlerimizi emretmekten/dayatmaktan kaçınmalıyız. Bu gibi konularda gereksiz ve özellikle kırıcı tartışmaya girmeme konusunda ihtiyatlı hareket etmemiz gerekir. Herkesin kendi fikri ile kişiliğini oluşturması ve özgür irâdesi ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılması sûretiyle gerçek bir cemaat yapısı ortaya çıkabilir. Bu anlamda meşrû bir ihtilâf, cemaatin oluşması açısından zarûrettir. Herkesi aklî anlamda tek bir fikre getirmek, esasen mümkün değildir ve bu yönde vahdet adına girişilecek dayatmalar vahdeti parçalar.
Farklı Metotlar: Metot farklılığı mümkün. İnsanların bilgi düzeyleri, kültürleri, meslekleri farklı, yetenekleri farklı. Dolayısıyla farklı metotlar kullanıyor olabilirler. Bir ölçüde kategorik olmak iyi olabilir. Tabii, temel metoda ters düşmemeli; Yani, İslâmî metodun dışında gayrı meşrû bir metot kullanamayız. O genel metot içinde kalmak kaydıyla, kendimize yeni metotlar geliştirebiliriz. Ne var ki, farklı metot sahipleri, sonuçta İslâm’ın metodu içinde birbirlerinin varlığını ve meşrûiyetini kabul etmeleri, aynı bütünün birer parçası olduklarının şuurunda olmaları gerekir. Kanaat farklılıkları sebebiyle, gruplar birbirlerinin metotlarına sıcak bakmayabilirler. Ama bir ihtilâf zannî ise, yani ictihadî ise, yine de birbirlerine karşı hoşgörülü bakmak zorundadırlar.
Maalesef yaşadığımız coğrafyada müslümanlar kendi aralarında bir şûrâ teşkil edemedikleri için, birtakım fırka ve hizipler kendi zannî hükümlerini müslümanlar için tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmek sûretiyle vahdet adına ihtilâfı körüklemektedirler. Müslümanlar Allah’a, Rasûlüne ve Kitaba imandan başka, neredeyse örgütlerine, liderlerine ve metotlarına iman etmekte; dinleri ile örgüt, lider ve yöntemlerini sentez yapmaktadırlar.
Haram ve helâlle sınırlı metot içinde, birçok metot farklılıkları mümkündür; hatta lüzumludur. Her sahada hareket edecek farklı gruplar gereklidir. Bilgi, beceri ve fıtratla ilgili bir konudur bu. Ancak hiç kimse kendini tek çözüm yolu olarak gösteremez. Bu, farklı bir sentezciliktir. Herkesin doğru yaptıklarının yanısıra,
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pek çok yanlışları da olabilir ve olmaktadır. Mâsûmiyet kavramını hiç kimse kendinde taşıyamaz. O halde herkesin hataları olabilir. Bu yanlışlar, o kişi için ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrardır. Yoksa yanlışın farkına varıp dönülürse, o ayrı bir fazilettir. Bunlara ilâveten, vahiy kesilmiştir. Öyleyse hepimiz kendi düşünce ve irâdelerimizle inandığımız şeyleri doğru olarak kabul ediyoruz demektir. Bu doğru kabul ettiklerimizin eksik ya da yanlış olma ihtimalini göz önünde bulundurmalıyız.
Müslümanlar dinleri üzerinde tartışmaya girmeyecekleri gibi, ihtilâf ettikleri konularda da birbirlerini mâzur görmek, ittifak ettikleri konularda örgüt, lider ve yöntemleri ne kadar farklı olurlarsa olsunlar birlikte hareket etmek durumundadırlar. Müslümanlar, makro planda, Allah’a, Rasûlüne ve Kitaba iman edenler tek bir cemaattirler. İyiliği emreder ve kötülükten sakındırırlar; yaratılmışlığın hukukunu korurlar, nerede bir iyilik görürlerse ona destek verirler. Nereden bir kötülük görürlerse görsünler, kimden geliyor olursa olsun, kime yönelik bulunursa bulunsun, kötüye ve kötülüğe karşı çıkarlar, zulme tavır alırlar. En genel anlamdaki İslâmî vahdetin temeli de budur. Bizim örgüt, lider ve yöntemlerimiz hakikatin ta kendisi, kaynağı ve ölçüsü değil; hakikati anlamak ve hayata geçirmekte bir yöntem konusudur.
Müslümanları, kendi aralarında bölen, onları birbirlerine yabancılaştıran, kendi örgüt, lider ve yönteminin üstünlüğü tartışmasına götüren ve kendisi gibi düşünmeyenleri tekfir eden yapılanma, İslâm’ın ruhuna yabancı bir yapılanmadır. Cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu unutmamalıyız. Vahdet adına kimi zaman vahdeti yok eden bir tavrın içine girdiğimizi hesaba katmak zorundayız. Arzu ve mizaçlarımızın farklı oluşu, ya da zekâ farklılıkları, farklı mesleklerden oluşumuz tefrikanın sebebi olamaz. Cemaat, farklı eğilimleri içinde barındıran bir topluluktur. Din, biat ve toplumsal sözleşme ile bu topluluğun üyeleri birbirine bağlıdır. Adâlet sahibi biri, onların bu ahitlerine uyup uymadıklarını gözetler ve dinî hükümlerin, biat ve zimmet sözleşmesinin hükümlerini tatbik eder ve toplumun maslahatını gözetir. Bir bakıma bir orkestra şefi gibidir, topluma nezâret eder.
İhtilâfın en önemli sebeplerinden biri, yanlış emirlik telâkkisi, yanlış bir “bağlanma” anlayışıdır. Emirlerimize, örgütlerimize, yöntemlerimize biat ediyoruz. Yani dinimizle bazı şeyleri, hatta nefsimizi sentez ediyoruz. Oysa, kim dinine bir şey ekler, ya da ondan bir şey çıkarırsa, eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır ve din ortadan çekilir gider. Vahdet, bir ahlâk konusu olduğu kadar, bir entelektüel seviye meselesidir de. Ancak, İslâm’ı bilen, yaşayan ve mes’ûliyetinin idrâkindeki ahlâklı insanların toplum üzerindeki velâyetleri ile vahdet gerçekleştirilebilir. Vahdet, tek bir emir-komuta zinciri altındaki insanlar topluluğu değildir. Bu, biraz da militarist bir tavırdır. İslâm toplumu, sıkı bir hiyerarşi ve örgütlenmenin ürünü değildir. Tek tip standart insan isteği, robotlaşmış, sadece evet deyip kafa sallayanlar oluşturan bir gayrı fıtrî ideoloji değildir İslâm. Özgür irâdeleri ile Allah’ın ipine sımsıkı sarılan ve kendi aralarındaki işleri müşâvere ile halleden, âlimlerin yol göstericiliği, emir sahiplerinin nezâretleri ile İslâmî sorumluluklarının idrâkinde, tabiî uyum ve Allah'a doğru, O’nun rızâsı istikametinde sürekli bir tekâmül prensibine bağlı insanlar, bu toplumun müslüman kanadını oluştururlar.
İslâm’ın, vahdet, cemaat ve ümmet bilinci açısından temel hususlardan biri
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 355 -
olan lider anlayışı, maalesef günümüzde tam tersi bir konuma düşürülmüştür. Liderlik anlayışı, ihtilâfların kaynağını, hatta tefrikanın temelini oluşturan ve ahlâkî problemleri de içeren bir yanlışlar yumağıdır günümüzde. Sormak gerekir; bizim müslüman grupçuklarının liderlerinden hangisi, emirlik iddiasından vazgeçebilir, ya da yapacağı işler konusunda, kendisi gibi düşünmeyen müslüman kardeşini çağırıp onun görüşünü alabilir ve tasarrufunda bulunduğu para ve mülkün tasarruf ve denetimini bir jüriye devredebilir? Bunların kabulü zor; çünkü din ve dâvâya bakışla nefis veya grup/cemaat çıkarları birbiriyle karışmış, araçlar amaçlaşmış, metotlar Yüceltilmiş, gaye için her yol, dolayısıyla gayrı meşrû yöntemler bile savunulur olmuştur.
Kaldı ki, cemaatlerin ellerinde bulundurdukları araçları ille devretmeleri de gerekmiyor. Yeter ki, içte hizmetlerin îfâsı ve yeni hizmetlerin üretilmesi, dış tehlikelere karşı birlikte hareket etmeleri, müslümanların imkânlarını İslâm’ın ve müslümanların maslahatı yönünde kullanmaları açısından danışmalarda bulunmaları bile büyük bir başarı olacaktır. Her biri, kendini müslüman cemaatin esası, kalbi, otorite merkezi olarak görmek yerine; İslâm’ın ve müslümanların hâdimi olarak görmek durumunda, hatta bu yolda sahip olduğu mallarını, canlarını, sevdiklerini fedâ etmek konumundadırlar. En azından ittifak ettikleri konularda birlikte hareket etmek, ihtilâf ettikleri noktalarda birbirlerini mâzur görmek zorundadırlar!
İhtilâfların Kaynağı: Günümüzdeki ihtilâfların kaynağı, temelde nefsîdir. Grup taassubunun da aslında hevâlardan kaynaklandığını belirtmek gerekir. İslâm cemaatine yaklaştıkça siyasî ihtilâflar da ortaya çıkacaktır. Kimin kime tâbi olacağı, liderin âlim mi, emir mi olduğu, toplumun velâyet hakkının kime ait olduğu soruları o zaman daha öne çıkacaktır. Her grubun İslâm cemaatini kendisinin temsil ettiğini, kendi dışındakilerin sapma içinde olduğunu zannetmesi, hatta buna inanıp başkalarına dayatması şimdiden problem olmaktadır. Hele, İslâm’ın hâkim olması durumunda, ihtilâfın tefrikaya, tefrikanın tekfire, tekfirin savaşa dönüşebildiğini Afganistan aynasında müslümanların görmeleri ve kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor.
Aslında ihtilâf edilen noktalar, sanıldığı kadar çok değil. Birtakım yanlış din telâkkilerinden kaynaklanan sorunlar var. Onun da temelinde câhillik yatıyor. Nice ihtilâf gibi gözüken sorunların temelinde de ahlâksızlık yatıyor. Kendi kanaatlerimizi din zannetmemiz yatıyor. Bunları aştığımız zaman önemli bir ihtilâf olmadığı görülecektir. Geçmişi aynen mi tekrar edeceğiz, yoksa yeniden mi yorumlayacağız? Atalarımızın yolunu kutsal kabul eden bir anlayış gibi, her mirası reddeden modernist ve roformist çizgi de çözüm değildir. Kaynaklara inme ve bu gün o hükümleri, Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde nasıl yaşayacağımız gündemde olmalı. Yani, dini zamana uydurmak değil; bu zamanda İslâm’ı yaşama ve takdim etme gayreti.
Metot Farklılığı: Metot farklılıkları aslında sorun değildir. İslâmî hareketin her sahada çalışanlara ihtiyacı var. İslâm, tek başına bir entelektüel hareket, ya da halk hareketi değildir. Tek başına siyasî bir toplum da değildir. Bu tür farklılıklar, bu grupların birbirini red ve mahkûm etmemesi halinde, kültürün zenginliğini gösterir. Başarıya giden yolu kısaltır. İlimle uğraşanlar olduğu gibi, tebliğ yapanlar, ya da haksızlıklara karşı durmaya nefsini hazırlayanlara da ihtiyaç var.
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu, bir yerde fıtrat ve ehliyetle ilgili bir konudur. Allah hepimizi ayrı ayrı özelliklerde yarattığından farklı mesleklere ve yeteneklere sahibiz. Farklı deneyimlere, izlenimlere, kültürlere sahibiz. Geçmişimiz, Kur’an’ın aynasından yansıyarak geleceğimizi üretecektir. O zaman, farklılıklar tabiîdir, güzeldir. Bu, dinimizi formalara ayırarak kategorize edilmiş bir din anlayışı haline getirmemeli, fili ayrı yerlerinden tutan cemaatler, sadece kendi tuttukları yerin fil olduğu iddiasına kapılmamalıdır. Tesbih çekenler, tebliğ yapanlar ve cihad edenler ayrı ayrı topluluklar değildir/olmamalıdır. Bazılarımız bazı yöntemlere ağırlık verse de hepimiz aynı şeyiz/olmalıyız. Bu konuda önemli ölçü; aynı Allah’a, Peygamber’e, Kitab’a iman edenlerin, kaynakları, niyet ve yöntemleri meşrû olduğu sürece birbirlerinin varlıklarını ve meşrûiyetlerini kabul etmeleridir. Tabii, bunun alt yapısını da, dinin temel meselelerinde, tevhidi özümseyip ondan tâviz vermemek ve tâğuta karşı tavır gibi konularda farklılığın olmaması gerekmektedir. Bu dinin İlâhî olduğu gibi; dinin hâkimiyetine giden yolun, yani temel metodun da rabbânî olması gerekiyor. İslâm’ın hâkimiyeti için, yalnız meşrû araçların kullanılmasının zarûrî olduğu unutulmamalıdır.
Kolaya kaçma şeklinde kendini gösteren bir yanılgı da şudur: Hep kendi dışımızda birinin bizi kurtarmasını istiyoruz/bekliyoruz. Toplumdaki bu talep, arzı üretiyor ve kurtarıcı şahıslar ve kadrolar çıkıyor. Bunlar toplumu kurtarmak istedikleri için de, önlerine çıkan engelleri ezmekte bir sakınca görmüyorlar. İmanlarında olduğu gibi, kanaatlerinde de şüpheye yer yok. Oysa kanaatlerimizde yanılabileceğimizi hesaba katarak ihtiyatla hareket etmek ve bu noktada öteki müslüman kardeşlerimizle, tartışmaksızın sohbet etmeyi bilmemiz gerekir. Onların yanlışlıklarını isbat etmek ve kendi yorumumuzu onlara kabul ettirmek yerine; “acaba ben yanılıyor muyum?” diye onlarla konuşmamız, belki daha doğru bir tavır olur.
Hüküm açık: İman etmedikçe cennete giremeyiz. Birbirimizi sevmeden gerçekten iman etmiş sayılmayız! Tefrika, rüzgârımızı keser ve bir uçurumun kenarına sürükleniriz.
Hidâyet Allah’ın elindedir. Biz kimseyi kurtaramayız. Kurtuluş reçetesi herkesin kendi gönlündedir. Biz cihad ederken bile kendi sorumluluk bilincimizle hareket ederiz. Sonucu tâyin edecek olan Allah’tır. Kimsenin kalbini değiştiremeyeceğimiz gibi, kaderine hükmetme gücümüz de yoktur. 1887
Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı
İnsan, ihtilâflarla içiçe yaşamaktadır. Hayatımız onunla vardır. Ancak, ihtilâflar, lüzumu açısından farklılık arzeder. Meselâ bir câmi inşâsında pek çok malzeme kullanılabilir. Cami; kerpiçle, tuğlayla, ahşap veya betonarme olarak yapılabilir. Bu malzeme çeşitleri ve inşâ tarzları bir ihtilâftır, ama gereklidir. Zaman ve zemine, insan ve imkâna göre farklı olabilecek bir mimarî tarzında inşâ edilebilecek olan câminin binâsı, ancak çeşitli malzemelerden oluşan ihtilâfla ayakta durabilmektedir. İlgililerden hiç birisi bu ihtilâfı gereksiz ve günah görmez. Ama herkes, yapılacak olan bu câminin kıblesini tesbit hususunda ihtilâf olmaması gerektiğini bilir. Çünkü bu konu kitâbîdir. Kıble, Kitab’a göre tâyin ve tesbit edilmeli, bu hususta ihtilâf varsa giderilmelidir. Yapılan böyle bir câminin
1887] Abdurrahman Dilipak, İslâm Cemaatine Doğru, s. 106-117
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 357 -
girişine, iman edenlerden bir kısmının girmesini yasaklayan bir yazının asılacak olması da başka bir ihtilâfı çağırır. Bu üçüncüsü, sosyal bir ihtilâf olur. Birincisi kevnî, ikincisi kitâbî, üçüncüsü de ümmî ihtilâftır. Kur’ân-ı Kerim, işte bu üç ihtilâftan söz etmekte ve çözüm tarzlarını sunmaktadır.
1. Kevnî İhtilâf: Bu, câmi yapım malzemelerindeki gibi, doğal ve zorunlu ihtilâftır. Sünnetullah’ın cereyan ettiği eşyadaki ihtilâf böyledir. Oluşun ve başlangıcın kendisi olan yer ve göğün birbirinden ayrılması (fıtk), böyle bir ihtilâftır.1888 Bu ihtilâflar, birer âyettir. İnsanların farklı oluşu, arının karnından farklı (ihtilâflı) renklerde bal çıkması birer âyettir.1889 Her olgu, âdet, beyyine, hârika ve işaret, ihtilâfı sergileyen âyetlerdir.1890 İşte bu âyetlerin neshinden söz edilebilir. Gece âyeti, gündüz âyeti ile mahvedilir. İnsanların irâdeleri dışında kalan, fıtrattan kaynaklanan anlayış ve anlatış farklılıkları da böyledir. Parmak izlerindeki çeşitlilik de kevnî bir ihtilâftır. Çocuk ve delilerin sorumsuzluğu, ya da herkesin anlama gücü (vüs’at)1891 nisbetinde sorumlu olması bu kevnî farklılıktandır.
Ancak, bu kevnî farklılık, bir düzen içerisindedir. Kaosda (kargaşada) değil, kozmosda (kâinatta) mevcut olan bir farklılıktır. Bu kozmosda başkasının orijinalitesi ve fıtratı (fütûr) yoktur.1892 Kevnî oluşta muhtemel bir çatlak, Allah’tan başka bir kudretin varlığını akla getirirdi. Oysa İlâh tek, düzeni de tektir. Aksi takdirde fesat olurdu.1893 İnsanın bu düzenlilikteki çabası İlâh’ın yönetimine ortak olmaya değil; ihtilâftaki analiz ve senteze yöneliktir. Bu düzenlilikteki kevnî ihtilâfı okumada başarılı olanlar, Kur’an’ın ifadesiyle “isimleri bilenler” yeryüzünde halîfe olurlar.1894 Ama tekvînî âyetlerin kullanım projesi olan kitâbî âyetlerle ilişkisini kesenler, eninde sonunda bu dünyada ve mutlaka âhirette hüsrâna uğrayacaklardır.
2. Kitâbî İhtilâf: Câminin kıblesini tâyin etmede oluşan ihtilâf böyledir. Bu; Kitab’a, hükme ve hikmete bağlı bir ihtilâftır. Tenzîlî olan sünnetullahta ihtilâftır. Düşünemeyenlerin ihtilâfı kevnî idi; bu, düşünmeyenlerin ihtilâfıdır. İnsanın ihtilâfı denilince tenzîlî olan bu ihtilâf akla gelir. Yaratılış kıssasında insanın ilk adı olan “halîfe”, ihtilâf kökündendir.1895 İnsan iki kere ihtilâftadır. Çünkü hem nesnel, hem de öznel yapısında ihtilâf vardır. Vücutça değişmesi bir ihtilâf, sözden cayabilmesi (ihlâf) ise başka bir ihtilâftır.1896 Melekler de birbirlerine itiraz ederler, aralarında ihtilâf ederler.1897 Peygamberler de ihtilâf edebilirler.1898 Ama onlar ihtilâfta kalmazlar. Emanete hiyânet ve hikmete muhâlefet ederek şeytanlaşmak İblis’in işidir. Bu, farkta ihtilâfta kalmaktır. Farkta kalmanın sebebi “kendini yeterli görme”dir (istiğnâ). Bu, ilk nâzil olan sûrede Allah’a muhâlefet
1888] 21/Enbiyâ, 30
1889] 30/Rûm, 22; 16/Nahl, 69
1890] 2/Bakara, 164
1891] 2/Bakara, 286
1892] 21/Enbiyâ, 22
1893] 21/Enbiyâ, 22
1894] 2/Bakara, 30
1895] 2/Bakara, 30
1896] 30/Rûm, 6
1897] 38/Sâd, 69
1898] 20/Tâhâ, 92-94; 21/Enbiyâ, 78-79
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sebebi olarak bildirilmiştir.1899 “Kendini yeterli görmek”ten kaynaklanan ihtilâfta rahmet yoktur.1900 Rahmet, ihtilâfı Kitapla gidermekle elde edilir. Zaten Kitab, hidâyet ve rahmet yolunu göstermek, ihtilâf edilen konuları açıklamak için indirilmiştir.1901 Kitaplarda farklı şeriatler vardır; ama bu, dillerdeki çeşitlilik gibi zâhirdedir. Bâtındaki hikmette ihtilâf yoktur. Çünkü ihtilâfı bir hikmetle hükme bağlayan, bir olan Allah’tır.1902 Bunun içindir ki Kur’an’da ihtilâf yoktur. Bu; âyetleri iyice, sonuna kadar düşününce (tedebbür) anlaşılır. Tedebbür edenler, onda çelişki anlamında bir nesh olmadığını da anlarlar. Zaten nesh sünnetullahda değil; âdetullah’ta kevnî âyetlerde olur. Sünnetullahta olabilecek muhtemel bir nesh ise, kitâbî ihtilâfa, o da tefrikaya yol açacaktır. Tefrika da Kitab’ın yasakladığı bir şeydir.
3. Ümmî İhtilâf: Ümmetler farklı coğrafyalarda, farklı kimliklerle yaşıyorlar. Dil ve renklerinde olduğu gibi gidişatlarında da ihtilâftalar. Farklı sistem ve farklı yollara sahipler. Bu ümmetler, eğer kevnî sebeplerden ihtilâf ediyorlarsa hayırda yarıştıkça bu ihtilâfları müsbet görülmelidir. Ama, ihtilâf sebebi kitâbî ise hayrın ölçüsü yitirilmiş olacağı için ihtilâf da sonuçta menfi olacaktır. Bu cins bir ihtilâfın sebepleri, şüphesiz negatif değerlerdir. Bireycilik, egoizm, şehvet, hırs ve sonsuz arzu gibi toplumları helâke sürükleyen bu duyguları, “hevâ” başlığında toplayabiliriz.1903 Bu hevâî duyguların hepsi “ben“ merkezlidir. Birinci ve İkinci dünya savaşlarında ümmetleri ihtilâfa düşüren sebepleri de bu duygular beslemiştir.
Bireyde tercih belirleme merkezi olan nefisteki fücur ve takvâ, toplum düzeyinde yerini hevâ ve hedâya bırakır. Yani bireyin nefsinde oluşan ihtilâfı takvâ, ümmetin bünyesinde oluşan ihtilâfı hedâ sona erdirir. Toplumsal ihtilâfı sona ermezse, tefrika doğar. Tefrika, aynı kitaba (imama) bağlı olan ümmetin (imam) içinden, küfrî bir ihtilâfa doğru giden yoldur.1904 Yaratıcı, bu sonuca karşı toplumları uyarmak için, orta coğrafyada merkezî bir yer olan Ümmü’l Kurâ’ya (imam) Kitap indirmiştir. Bu kitabın bir kısmını alıp bir kısmını atmak bizatihî tefrikadır.1905 Kur’ân-ı Kerim, tefrikaya götüren bu tür ihtilâfın, azaba sürükleyeceğini bildirmektedir.1906 “Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilâf edenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.” 1907
Hz. Peygamber’in arkadaşları, Bedir esirleri hususunda,1908 savaşlara iştirak hususunda1909 ve daha benzeri pek çok konuda ihtilâfa karşı uyarılmışlardır. Ama yine de ihtilâfları olmuştur. Hatta Hz. Ebûbekir zamanında, dinden çıkmaya varan tefrikalar olmuştur. Hz. Ali döneminde de etkileri günümüze kadar süren Cemel, Sıffîn ve Hakem olayları, vuku bulmuştur. Tarih boyunca gündemimizden düşmeyen Hâricîlik, Mu’tezilîlik, Şiilik ve Sünnîlik gibi adlandırmaların kökleri
1899] 96/Alak, 6-7
1900] 11/Hûd, 118-119; 27/Neml, 76; 2/Bakara, 176
1901] 16/Nahl, 63-64
1902] 42/Şûrâ, 10
1903] 45/Câsiye, 23
1904] 98/Beyyine, 4-5
1905] 2/Bakara, 83-85
1906] 30/Rûm, 31-32; 6/En’âm, 153
1907] 3/Âl-i İmrân, 105
1908] 8/Enfâl, 67-69
1909] 24/Nûr, 62-63
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 359 -
Hakem olayında gizlidir. Sahâbe döneminde başlayan bu olayların şiddeti, olduğu gibi kalmamış, zamanla artmıştır. Fikrî plandaki sert tartışmaların dozajı, Kitabın sakındırdığı tefrika noktasına ulaşmıştır.
Her konuda aynı düşünerek akşamlayan arkadaşlar, sabahleyin karşılaştıklarında farklı oldukları konu arayışına başlayacaklardır. Zaten insanın mayasında var olan farklı görme hasleti, eğer şeytanın dürtüleri ile “kötü” için tahrik ve teşvik edilirse, bu haslet tefrikayı doğuracaktır. Yok, eğer bu haslet yeryüzünde halîfenin imar ve ıslahını artırması için, İlâhî irâde ile yönlenirse tekâmül doğuracaktır. Farklı görme temâyülü, sonunda tekâmülü ve tefrikayı doğurur. Bu temâyülün faktörleri maddî ise, birey algılama, çevre, örf, ictihad, unutma ve benzeri farklı bilgilenme yollarından biriyle ihtilâf eder. Böyle bir ihtilâf kaçınılmazdır. Halîfe olarak yaşayabilmenin olmazsa olmaz şartıdır. Tekâmül için elzemdir. Bu ihtilâf nihayet, bilgilenme faktörüne bağlı olduğu için, bilgi, tekâmül seyrini tefrikaya dönüştürmeyecektir. Kan dökecek ve fesat çıkaracak halîfenin yaratılışına meleklerin hayrette kalması ilimle son bulmuştur.1910 Ama eğer, o farklı görme temâyülünün etmeni, akletmemek, büyüklenmek ve benzeri rûhî faktörler ise, bilgi, bu tür ihtilâfı durduramayacaktır. Kur'ân-ı Kerim'in dilinde insanları azaba götürecek olan tefrikanın kaynağı bu ihtilâftır. 1911
Ümmî İhtilâfın (Tefrika) Çözümü
1. Kitapla Çözüm: Çevre, gelenek, hurâfe ve uydurma rivâyet bataklığını Kitapla geçmek, ihtilâfları çözmede atılması gereken ilk ve en önemli adımdır. Kitabî hükümlerin bulunduğu son vahiy, Kur’an’dır. Kur’an’ın adlarından birisi de “imam”dır.1912 İçinde ihtilâfı bulunmayan1913 imamdır. Namazda, cemaate Kitapla imam olunur. Peygamberlerin, toplumlarına imameti de soyla değil; Kitapladır.1914 Halk da âhirette muhâsebe için imamları ile çağrılacaklardır.1915 “Topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın.”1916; “Ayrılmayın (tefrika), Allah’ın ipine (Kitaba) yapışın (i’tisâm edin).” Bu âyet-i kerime, mâsum olanın Kur’an olduğuna işaret ediyor. Kur’ân-ı Kerim, iman edenlerin kopma, kırılma, çatlaması (infisâm) olmayan Kitab’a, kayıtsız şartsız bağlanmayı (i’tisâm),1917 onunla doymayı, onunla dolmayı öneriyor. Çünkü insanın oluşturduğunda kopma, kırılma ve çatlama olabilir. Ama Kitap Allah’tandır. Ondan olanda ihtilâf yoktur. İman edenler, onu mâsum bilmeli, “ismet” sıfatını da ona tahsis etmelidir. (İsmet, “mâsum” ve “yapışın” anlamındaki “i’tisâm” aynı köktendir.)
İnsanlığın huzurunu bozan; kendini yeterli görme, büyüklenme, azma, şımarma, alay ve kıskançlık gibi rûhî hastalıkların kaynağı ırkçılıktır. Tefrikanın ve düşmanlığın rûhu ırkçılıktır. Bu hastalık, ancak mâsum kitapla temizlenir. Irkçı Evs ve Hazrec’in düşmanlığını da vahy nimeti temizlemiş, onları ateşten bir çukurun kenarından kurtarıp kardeşler yapmıştır. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a,
1910] 2/Bakara, 30-34
1911] 8/Enfâl, 70-73
1912] 11/Hûd, 17
1913] 4/Nisâ, 82
1914] 2/Bakara, 123-124
1915] 17/İsrâ, 71
1916] 3/Âl-i İmrân, 103
1917] 2/Bakara, 256
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” 1918
2. Fıtratla Çözüm: Kitab’ı anlarken nefsî hastalıkların oluşturduğu ihtilâfları, fıtratla geçmek, Kur’an’ın tefrikayı önlemek için getirdiği önerilerden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, yahûdi ve hıristiyanlara tartışma yürüttükleri isimleri terkedip, hepsinin de birleşebilecekleri Hz. İbrahim’i teklif eder. Onun yahûdi, hıristiyan veya müşrik olmayıp, hanîf bir müslüman olduğunu1919 vurgular. Hanîflik, yaratılış temizliğine inerek Allah’ı birlemektir.1920 Bu, fıtrata dönmekle mümkün olur.1921 Fıtrat, fâtır olan Allah’ın yaratmasındaki kusursuzluk ve suçsuzluk halidir. Hamd ve ibâdetin temelidir.1922 Zanna uymadan, beyyine ile yaşamaktır.1923 Nassları cehlen te’vil etmeden,1924 haberi araştırarak,1925 geleneği1926 ve akraba taassubunu geçerek,1927 bey/efendi ve büyüklere bağlanmadan1928 yaşamaktır.
3. İhsan ve Islahla Çözüm: Bireysel ilişkilerdeki tıkanmaları, ihsan ve ıslahla geçmek, tefrikayı önlemek için gösterilen Rabbânî yollardan birisidir. Elbette, tefrikaya düşmemek için, tefrikanın mantığından uzak olmak, en gerekli bir yoldur. Herkese iyi davranmak ve güzellikler sergilemek anlamına gelen ihsân1929 bireyi tefrikanın semtinden uzak tutar. İhsan, ikram etmekten daha geniş ve adâletli davranmaktan da daha Yüce bir harekettir. Kişiye bulunduğu hal üzere, onu olduğu gibi kabul ederek yardım etmek, fedâkârlıkta bulunmak, karşılık beklemeden fazla vermek, yapılan işi güzel yapmak, hayvanı da keserken güzel kesmek, bunların hepsi ihsân cümlesindendir. Tefrika, bu güzellikler arasında bulunamaz. Cuma hutbelerinde hâlâ okunmakta olan ihsân âyetini, büyük fitne ve tefrika dönemlerinde hutbelerde okutmayı başlatan kişinin Ömer bin Abdülaziz olduğu söylenir. Âyetin meali şudur: “Allah; adâleti, ihsânı, akrabaya vermeyi emreder; fahşâdan, münkerden ve bağyden men eder. Tutasınız diye böyle öğüt verir.”1930 Abdullah İbn Mes’ud; “eğer bundan başka âyet olmasaydı bile bu âyet Kur’an’ın her şeyi beyan edici ve âlemlere hidâyet ve rahmet olmasına yeterdi” der. Allah, şehvete/hevâya uyarak saldırmayı yasaklıyor, adâleti emrediyor, kötü ve çirkin muâmeleyi yasaklıyor, yakınlara vermeyi emrediyor. Başka bir âyette de ihsân, Allah’a ibâdetten sonra ve herkese emrediliyor. 1931
Herkese yapılacak olan bu ihsânı, salâh takip etmelidir. Salâh, emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker yapmaktır. Her ihsân, içinde salâh bulundurmalı,
1918] 3/Âl-i İmrân, 103
1919] 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 2/Bakara, 135; 4/Nisâ, 125
1920] 98/Beyyine, 4-5
1921] 36/Yâsin22
1922] 36/Yâsin, 22
1923] 6/En’âm, 116; 49/Hucurat, 12; 53/Necm, 23
1924] 3/Âl-i İmrân, 7
1925] 49/Hucurât, 6; 12/Yûsuf, 111; 18/Kehf, 13
1926] 18/Kehf, 55
1927] 4/Nisâ, 135
1928] 33/Ahzâb, 66-67; 5/Mâide, 104; 31/Lokman, 21
1929] 4/Nisâ, 36
1930] 16/Nahl, 90
1931] 17/İsrâ, 23
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 361 -
yahut arkasından salâh yapılmalıdır. Yani ihsânla takviye edilen her kişi, salâh ile takibe alınmalıdır. İhsân ile kendisine yardım edilen kimse, sâlâh ile uyarılmazsa, bilgilendirilmezse, başkalarınca tefrikaya âlet olabilir. Yapılan salâh da ihsân içeriğinden yoksun olursa zulme dönüşebilir.
4. Hoşgörü ve Şûrâ ile çözüm: Şûrâ; meşveret, istişâre ve işâretle aynı kökten bir kelimedir. Bu kök, arı kovanından bal almak için de kullanılır. Bu anlamları ile düşünülürse, çağa, çağdaki İslâm cemaatine uymak şeklinde algılanan sevâd-ı a’zam1932 fikri, şûrâ yönteminin dışında kalır. Cemaate uymak da, şûrâya uymakla eşitlenemez. Şûrâda, ilgililer arasında danışma, bilgilenme1933 ve anlaşma vardır.1934 Bu anlamda Rıdvan beyatı ile yapılan güven oylaması, ya da referandum, şûrevî bir neticedir.
Hoşgörü ise, yapılacak diyaloga güzellik (ihsân) katmaktır. Kurân-ı Kerim, zâlimlerin dışındakilere ihsân ile mücâdeleyi emreder. Bu tarz, örf olan şeyi görmek için gereklidir. Coğrafyaları, âdetleri ve dilleri farklı olan toplulukların bu durumları örf olanı bulmayı kolaylaştırmak içindir (teârüf).1935 “Emruhum şûrâ beynehum (Onlar da bir nevi şûrâ yaparlar).”1936 âyetindeki “emr”, sanki emr-i bi’l-ma’rûftaki “emr”dir. Öyleyse şûrâya katılan reyleri ma’rûf olanı gösterecektir. Eğer ma’rûf olanı tesbit için, şûrâ Kur’ânî bir gereklilik ise, sosyal işlerde mezhebî bir görüşte ısrar edip mezhep bağnazlığı yapmak, mekruh sayılmalıdır.
Bizim yapmamız gereken, nefsî marazları fıtratla, gelenek çölünü Kitapla, bireysel problemleri ihsân ve ıslâhla, toplumsal müşkilleri de hoşgörü ve şûrâ ile geçmeye çalışmaktır.
“Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç. Onlar için mağfiret dile. İş hakkında onlara danış. Bir kere de azmettin mi Allah’a dayan...” 1937
Mehdiler, Mesihler, Müceddidler, Halifeler, Emirler, Kurtarıcılar çıkıyor; bunlar ihtilâf konusunda çözüm olmak yerine daha büyük sorun oluyor; bu sefer de müslümanlar onlardan kurtulmak için daha fazla uğraşmaya çalışıyor. Düşmanlardan çok, dost zannedilenler İslâm’a ve müslümanlara zarar veriyorlar. Akıllı düşman yerine akılsız dostlar ihtilâfları daha fazla körüklüyor; tefrikaya, fitne ve fesada sebep oluyorlar.
Dünyevî sonuca ayarlanmış bir mücâdele, İslâmî mücâdele değildir; önemli olan dünyevî başarı değil; bu sürecin kendisidir, kulluk sınavını başarmak, her an sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmaktır. Tevfik, nusret, zafer, başarı kulun elinde değil; Allah’tandır. Hemen sonuca ulaşmayı istemek, başarıyı kâfirler gibi dünya ile sınırlandırmak, dini aşırı siyasallaştırmak, siyasî değişim ve dönüşümün zamanı uzadıkça ümitsizliğe kapılmak da genç müslümanların zaaflarından. Toplumsal ve siyasal değişim ve dönüşümün sünnetullah açısından belirli kuralları vardır. “...Bir toplum, kendilerindeki özellikleri değiştirmeden Allah, onlarda
1932] İbn Mâce Fiten, Ahmed bin Hanbel, 4/378
1933] 2/Bakara, 233; 42/Şûrâ, 38; 24/Nûr, 62
1934] 48/Fetih, 18
1935] 49/Hucurât, 13
1936] 42/Şûrâ, 38
1937] 3/Âl-i İmrân, 159; Ahmet Baydar, Haksöz 56, Kasım 95
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onlar için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları yoktur.”1938 Siyasal hâkimiyet, görevlerini yerine getiren müslümanlara Allah’ın vereceğini vaadettiği bir nimettir, meyvedir. Bu hilâfete liyakat kesbeden muvahhid mü’minlere, Allah’a şirk koşmadıkları ve sadece O’na kulluk ettiklerinde ulaşacakları Allah’ın bir ihsânı... “Allah, sizlerden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halîfe kılıp (devlet verip) sahip ve hâkim kıldığı gibi sizi de yeryüzüne halîfe kılacağını, sahip ve hâkim yapacağını, sizin için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) sizin iyiliğinize yerleştirip koruyacağını ve geçirdiğiniz korku döneminden sonra, bunun yerine size güven sağlayacağını vaadetti. Çünkü onlar Bana kulluk/ibâdet ederler; hiçbir şeyi Bana şirk koşup eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl fâsıklardır, büyük günahkârlardır.”1939 Nasılsak, öyle yönetileceğiz; ancak lâyık olduğumuz gibi idare olunacağız. Zaferin Allah’a ait olduğunu, O’nun yardımı için maddî mânevî sebeplere yapışılması gerektiğini unutmamak gerekiyor.
Günümüz müslümanı, eski dönemlerdeki müslümanlardan çok büyük imkânlara sahiptir. Tabii, bu nimetlerin sorumluluklarını yerine getirip sınavlarını kazanmak da o derece zordur. Çağdaş müslümanlar, büyük çapta ilim elde etti, ama o ilmin ahlâkını kazanamadı. Aracı elde etti, ancak hedefi ve gayeyi yitirdi. Bir mendup veya bir mubah hakkında tartışırken, elinden nice vâcipler kaçtı. Münâkaşa sanatını iyi biliyordu, fakat tartışma âdâbından ve uyulması gereken ahlâkî kurallardan haberi yoktu. Kardeşlik hakkında nutuklar atabiliyordu, ama kardeşlik hukukuna riâyeti çoğu zaman aklına getirmiyordu. İşte bu yüzden, sefil bir hayata müslümanları mahkûm eden ve güçlerini zayıflatan iç çekişmelerin ve kavgaların kurbanı olundu. Müslümanlar, küçük meseleleri, teferruatla ilgili veya pratik değeri olmayan soyut konuları tartışır ve diğer cemaatlere mensup müslümanları eleştiri bombardımanına tutarken, kâfirlerin topa tuttuğu temel İslâmî ve insanî değerlere sıra gelmiyor, onlarla mücadeleye fırsat kalmıyordu. Tarihten ibret alınmıyor, İslâm tarihindeki acı tefrika sayfalarına sadece tarihî bilgi gibi bakılıyor. Günümüzdeki problemlerle tarihî miras arasında doğru bağlar kurulmuyor. Fatih’in ordusu, İstanbul’u fethetmek için toplarla surları döver ve Bizansın surlarında büyük gedikler açarken, hıristiyan din adamları ve Akademisyenler, Ayasofya’da haftalardır devam eden soyut tartışmalarla meşgul idiler: “Meleklerin cinsiyeti nedir?”, “Firavun, ölmeden Hz. Mûsâ’ya iman etmiş miydi, etmemiş miydi?” Çağdaş müslümanların durumlarının da bu tavırdan pek farklı olmadığı acı gerçeğini paylaşmayacak kimse var mı?
Allah Teâlâ, geçmiş ümmetlerin içine düştükleri mânevî hastalıklardan bizi sakındırmakta, ibret olması için onların tarihlerini bize anlatmakta, aynı delikten ikinci defa ısırılmamamızı istemektedir: “Hepiniz O’na yönelerek ittika edin (O’na karşı gelmekten sakının), namazı ikame edin/kılın; müşriklerden olmayın; ki onlardan dinlerini parçalayanlar ve kendileri de bölük bölük olanlar vardır. (Bunlardan) her fırka/grup, kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.”1940; “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur...”1941 Bu âyette ilk planda kötü örnek olarak belirtilen kitap ehli, ilim ve irfandan yoksun oldukları için değil; elde ettikleri
1938] 13/Ra’d, 11
1939] 24/Nûr, 55
1940] 30/Rûm, 31-32
1941] 6/En’âm, 159
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 363 -
ilmi, hevâlarına âlet etmek, aralarında fesat çıkarmak için kullandıklarından dolayı helâk olmuşlardır. “Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler...”1942 Kitab’ın vârisi olacağımız yerde; kitap ehlinin hastalıklarını mı miras aldık? İlim ve irfanı miras alıp onların gereği olan tevhîdî ahlâk kurallarına uyacağımız yerde ahlâksızlığı mı devraldık?
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet (millet) yapardı. Fakat onlar ihtilâfa düşmeye devam ederler...”1943 Görüş açılarındaki farklılık, müslüman akla görüş zenginliği kazandıracak, farklı düşünceleri incelemesini, olayları bütün boyut ve cepheleriyle kavramasını, aklı akla katmasını sağlayacak bir sıhhat alâmeti olacağı yerde, bu durum, bozuk çağın müslümanında iç çekişmelere ve dövüşme fırsatına dönüşmüştür. İş öyle bir hale gelmiştir ki, farklı görüşe sahip müslümanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya, hatta farklı görüşteki müslümanlara karşı savaşmak için din düşmanlarından yardım istemeye kadar gitmiştir. Bunun eski ve yakın tarihte pek çok canlı örneği vardır.
“Kendi ayıplarının, başkalarının ayıplarını görmesini engelleyen kişiye ne mutlu!” denildiği halde, bizler iç dünyamıza, kişisel ve toplumsal kusurlarımıza pek az bakıyoruz. Başkalarının ayıplarıyla uğraşıp onları sergilemek, onları ha bire eleştirmek, fırsat bulursak bize göre hatalarını yüzlerine vurmaktan, kendimizi düzeltmeye fırsat kalmıyor. Bazı müslümanlara göre, liderlerinin bir bildiği, yaptıklarının bir hikmeti olduğundan, her şeye te’vil gözlüğünden bakılabildiğinden kendi liderlerinin veya gruplarının yanlışı, başkalarının doğrusuna tercih edilebiliyor.
İslâm âlemi, Allah’ın Kitabına, Peygamberinin sünnetine bağlı tek bir ümmetten, tek devletten bugün seksen yedi devletçik haline gelmiştir. Bunların hemen hepsi, birlik sloganları atsalar da, aralarındaki anlaşmazlıkların nerelere vardığını hepimiz biliriz. Suyun önündeki çerçöp gibi, kâfir ve emperyalist devletlerin elinde oyuncak olmuş durumdalar. Bazen bir ülkedeki müslümanın diğer ülke müslümanlarına düşmanlıkları, İslâm düşmanı kâfir devletlere ve zâlim tâğutlara düşmanlıklarından fazla olabiliyor. “İyi ama, onların mezhebi...”, “tamam da, onlar bizi arkamızdan vurmadılar mı?”, “kabul, ama onların rejimi...”
Olayı bu ülkelerde hâkim olan rejimlere ve devlet yapılarına getirdiğimizde durum daha da acı olmaktadır. İşgalci kâfir bir devletin, sömürgesi olan ülkeye, kölelerine yapmayacağı zulmü, kendi vatandaşlarının özellikle dinî özgürlüklerine, ahlâk ve sosyal yaşantılarına tavır aldıklarını, yöneticilerin müslüman adı taşıdıkları için, istilâcı düşmandan farklı zannedildiği için, hem Batıdaki büyük patronları ve hem de onların piyonu olarak kendilerinin işlerinin kolaylaştığını değerlendirmek gerekiyor. Sebeplerin başı; müslümanların uğraştığı gayrı meşrû ihtilâflar, sürtüşme ve tefrikalar. Dahası, müslümanların gafleti, yöneticilerinin ihâneti sâyesinde seksen yedi küçük ülkeye ayrılmış müslümanların, kendi coğrafyalarında ve birbirleriyle de vahdeti oluşturamayışları, ihtilâfın boyutlarını gözler önüne seriyor. Her ülkede, her mezhebin içinde, her büyük cemaatin bünyesinde bile pek çok ayrılıkçı oluşumlar bulunabilmektedir. Ne yazık ki, bugün kurtarıcılık yükünü omuzlayıp İslâm için çalıştığı zannedilen kimselerin hali, kendi resmî kurumlarından daha iyi bir durumda değildir.
1942] 3/Âl-i İmrân, 19
1943] 11/Hûd, 118
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İç çekişmeleri tırmandırmanın ve tefrika ateşini körüklemenin müslümanlara neler kaybettirdiğini ve hâlâ kayıpların devam ettiğini iyi düşünmeli ve dinimizin emrettiği cemaat, vahdet, kardeşlik, kul hakkı, ahlâk gibi değerlere sahip çıkılmalıdır. “Allah'a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”1944 Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Aranızda nizâ etmeyin ki, “feşel”e düşersiniz, yani zayıf, tembel, çekingen ve korkak olursunuz; salaklaşır, yılgınlaşırsınız. Ve rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız kaybolur, devletiniz elden gider.”1945 Evet, birbirinize düşerseniz, rüzgârınız gider; enerjiniz, gücünüz, dayanışma ruhunuz, gayretiniz kesilir kaybolur. Bizi başarıya götürecek olan asıl rüzgâr, Allah’ın lütfu ve yardımıdır. Bu nimet de, ancak O’na itaatle, toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla gerçekleşecektir. Fahreddin Râzî de tefsirinde, bu âyetle ilgili olarak Mücâhid’in şu görüşüne yer veriyor: “Rüzgârınız gider” demek, “size olan İlâhî yardım gider” demektir. 1946
Bu ifade, Hz. Ömer’in cephede bulunan komutanı Sa’d bin Ebî Vakkas’a yazdığı mektubu hatırlatıyor: “...Sana ve beraberindekilere düşman karşısında gösterdiğiniz dikkatten daha fazla, günahlarınız karşısında dikkatli olmayı emrediyorum. Çünkü, İslâm ordusunun günahları beni, düşmanlardan daha çok korkutuyor. Müslümanlar, ancak düşmanlarının Allah’a karşı isyanları sebebiyle yardım olunuyorlar. Eğer bu olmasa, bizim onlara karşı hiçbir kuvvetimiz yoktur. Biz onlara karşı ancak fazilet ve takvâmız nedeniyle yardım olunuyoruz; yoksa sadece gücümüz sâyesinde gâlip gelmiyoruz. Eğer günahta onlara eşit olursak, kuvvette onlar bize üstün hale gelir. Allah yolunda bulunduğunuz halde Allah’a karşı günahlar işlemeyin.” 1947
Tefrika; İhtilâfın Şiddetle Haram Olan Şekli
“Tefrika”, ‘feraka’ fiilinden gelmektedir. Bu fiilin masdarı olan ‘fark’, ayrışmayı anlatan bir kelimedir. Fark, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, ayrılmak, yol çatallı olmak gibi anlamlara gelir. Tefrika ise, eşyayı birbirinden ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak, parçalamak demektir. Aynı kökten gelen ‘fırka’ ise, insanlardan ayrılan bir topluluk demektir. İslâm tarihinde mezheplere ve cumhuriyetin ilk yıllarında siyasî partilere de ‘fırka’ denilmiştir. Tefrika, bölüklere, fırkalara, partilere, parçalara ayrılmayı ve böylece bir bütünü parçalamayı ifade eder ki Tevhid dini olan İslâm’ın izin veremeyeceği bir şeydir.
İslâm’ın Câiz Görmediği Tefrika: Kur’an diyor ki: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın. Dağılıp ayrılmayın…”1948 Kur’an, mü’minlere bu emri verirken, dinlerini parçalayıp fırka fırka, grup grup olan insanların tutumlarını da gözler önüne seriyor. Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler. Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları dinlerin peşine gittiler. “Kendilerine apaçık belgeler geldikten
1944] 8/Enfâl, 46
1945] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 4, s. 237-238
1946] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, Akçağ Y. 11/328
1947] Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Pınar Y. c. 3, s. 345
1948] 3/Âl-i İmrân, 103
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 365 -
sonra, parçalanıp (tefrika olup) anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” 1949
Tefrikanın şirke yol açtığı açıktır. Çünkü ‘fıtrat’ dinini bozmanın sonucu birden fazla ilâha kulluk yapmaktır. Şirk düşüncesine sahip olanlar, Tevhid dininin bütünlüğüne zarar verirler, onu kendi kafa yapılarına uydururlar, sonra da her uydurdukları şeye din diye uyarlar. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın. (O müşrikler ki) kendi dinlerini parçaladılar ve kendileri de grup grup (bölük bölük) oldular; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinmektedir (en doğru yolda olduğunu sanmaktadır).” 1950
Görüldüğü gibi, insanlar yüzlerini fıtrat dinine çevirmekle sorumlu iken, bazıları bunu bozmakta, tefrika çıkarmakta, farklı fırkalara ayrılmakta ve sonra yine tefrika olmakta, yeni gruplaşmalar meydana gelmekte, alt tabakalarda bu parçalanma devam edip gitmektedir. İşin ilginç yanı, Tevhid dininden uzağa düşen ve farklı din gruplarına ayrılan bu kimseler kendilerinin doğru yolda olduğunu hayal ederek sevinç duymaktalar. Aslında, dinde tefrika çıkarmanın, dini parçalamanın sebebi insandaki ‘bağy’ duygusudur. Doymayan bir nefsin sahibi azgın kimseler, başkalarının haklarına tecavüz ederler ve kendi görüşlerini din haline getirmeye çalışırlar. Böyleleri elbette Hak dine kulak vermezler. Bunu yalnızca müşrikler değil, kendilerine Kitap verilen insanlar bile yapmışlardır. 1951
Allah (c.c.) kendi yolunu insanlara bildirdikten sonra “İşte benim yolum budur, buna uyun.”1952 buyurmaktadır. Tevhid Dinine sımsıkı sarılmak insanları tefrika illetinden kurtarır. Yoksa ‘bağy’ edenlerin peşine gidilirse, onların düzenlerine uyulursa vahdetin (birliğin) olması mümkün değildir.
Tefrikanın Boyutları: Tefrika, yani dini bozma, onda ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma hastalığı yalnızca müşriklere ait bir yanlış değildir. Aynı hataya müslümanların da düşmesi mümkündür. Eğer onlar da Din’i dimdik ayakta tutmazlarsa; Din’i, Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin öğrettiği gibi yaşamazlarsa, hatta Din’i kendi akıl ve pozisyonlarına uydurmaya kalkarlarsa aynı sonuç meydana gelir. “O: ‘Din’i dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa (tefrikaya) düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Mûsâ’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için bir şeriat kıldı…” 1953
Günlük hayatta ve Din’i anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır. Din’in özünü zedeleyecek yanlış yorumlar ve bunların inanç haline getirilmesi bir anlamda ‘bağy’ dir ve tefrikaya yol açar. Müslümanlar arasındaki vahdetin en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Hâlbuki bütün
1949] 3/Âl-i İmrân, 105
1950] 30/Rûm, 30-32
1951] 3/Âl-i İmrân, 19; 98/Beyyine, 4; 42/Şûrâ, 14
1952] 6/En’âm, 153
1953] 42/Şûrâ, 13
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlar tefrikaya sebep olmaz, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olurlar.
Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin yaptığı da buydu. Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (s.a.s.) de bize tebliğ etmiş, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Âlimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları, yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmelidir. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir. Bir gruba, bir mezhebe, bir meşrebe bağlı olmak mümkündür ve bazen ihtiyaçtır. Ancak, sadece kendi meşrebini, kendi grubunu hak, diğerlerini bâtıl görme anlayışı ‘tefrika’ mantığıdır. Mezhepli olmak ihtiyaç, mezhepçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Bir gurupla faydalı çalışma yapmak üzere bir araya gelmek, bu amaçla bir cemaate mensup olmak iyi, ama grupçu olmak sakattır. Bütün bu yanlışlar tefrika sebebidir. 1954
Dinde tefrika çıkarmamanın yolunu Kur’an şöyle gösteriyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şayet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” 1955
“Tefrika girmeden bir millete, düşman gireme
“İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane;
Acı ama, tesbihim / Hani nerde imâme?”
1954] Hüseyin K. Ece, A.g.e., s. 687-690
1955] 4/Nisâ, 59
VAHDET(HEP BİRLİKTE ALLAH’IN İPİNE SARILMAK)
- 367 -
Vahdet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Vahdet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- Toptan Allah’ın İpine Sarılmak: 3/Âl-i İmrân, 103.
b- Parçalanıp Ayrılmamak: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
c- Çekişmemek: 8/Enfâl, 46.
d- Zulme Karşı Birleşmek: 42/Şûrâ, 39
e- Birlik İçinde Savaşmak: 61/Saff, 4.
f- Parçalanıp Ayrılarak Anlaşmazlığa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105; 8/Enfâl, 46.
g- Fâsıklar Birlik ve Beraberliği İstemez: 2/Bakara, 27.
h- Yardımlaşmak: 8/Enfâl, 73; 9/Tevbe, 71.
i- İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
j- Din Kardeşliği Allah’ın Nimetidir: 3/Âl-i İmrân, 103.
k- Mü’minler Kardeştir: 11/Hûd, 45-47; 49/Hucurât, 10, 13
l- Mü’minlerin Dostluğu: 3/Âl-i İmrân, 118; 4/Nisâ, 144; o/Mâide, 55; 9/Tevbe, 16, 71, 119.
m- İmü’min Kardeşi Kendine Tercih Etmek: 59/Haşr, 9.
n- İnsanların Arasını Düzeltmek: 4/Nisâ, 114; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9-10.
o- Sulh (Barış) Daha Hayırlıdır: 4/Nisâ, 128.
p- Dargınları Barıştırmak: 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128; 8/Enfâl, 1; 11/Hûd, 88; 49/Hucurât, 9-10.
q- Savaşan Mü’minleri Barıştırmak: 49/Hucurât, 9.
B- İhtilâf Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (İhtilâf, 52 yerde, “h-l-f” türevleriyle toplamnToplam, 127 yerde): 2/Bakara, 30, 66, 80, 113, 164, 176, 213, 213, 253, 255,; 3/Âl-i İmrân, 9, 19, 55, 105, 170, 190, 194; 4/Nisâ, 9, 82, 157; 5/Mâide, 33, 48; 6/En’âm, 133, 141, 164, 165; 7/A’râf, 17, 69, 74, 124, 129, 142, 150, 169, 169; 8/Enfâl, 42, 57; 9/Tevbe, 77, 81, 81, 83, 87, 93, 118, 120; 10/Yûnus, 6, 14, 19, 19, 73, 92, 93, 93; 11/Hûd, 57, 88, 110, 118; 13/Ra’d, 11, 31; 14/İbrâhim, 22, 47; 16/Nahl, 13, 39, 64, 69, 92, 124, 124; 17/İsrâ, 76; 19/Meryem, 37, 59, 59, 64; 20/Tâhâ, 58, 71, 86, 87, 97, 110; 21/Enbiyâ, 28; 22/Hacc, 47, 69, 76; 23/Mü’minûn, 80; 24/Nûr, 55, 55, 63; 25/Furkan, 62; 26/Şuarâ, 49; 27/Neml, 62, 76; 30/Rûm, 6, 22; 32/Secde, 25; 34/Sebe’, 9, 39; 35/Fâtır., 27, 27, 28, 39; 36/Yâsin, 9, 45; 38/Sa’d, 26; 39/Zümer, 3, 20, 21, 46; 41/Fussılet, 14, 25, 42, 45; 42/Şûrâ, 10; 43/Zuhruf, 60, 63, 65; 45/Câsiye, 5, 17, 17; 46/Ahkaf, 21; 48/Fetih, 11, 15, 16; 51/Zâriyât, 8; 57/Hadîd, 7; 72/Cinn, 27; 78/Nebe’, 3.
C- İhtilâf, Tefrika ve Fırka Konusuyla İlgili Âyetler
a- Dinde İhtilâfa Düşmek: 6/En’âm, 159; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32.
b- Dinde Tefrikaya Düşmek: 42/Şûrâ, 13-16.
c- Parçalanıp Ayrılarak İhtilâfa Düşmek: 3/Âl-i İmrân, 103, 105.
d- İhtilâf Edilen Konu Hakkında, Kur’an’a ve Sünnete Başvurmak: 4/Nisâ, 59.
e- İhtilâf Edilen Şey Hakkında, Hükmü Allah Verecektir: 2/Bakara, 113; 3/Âl-i İmrân, 55; 5/Mâide, 48; 16/Nahl, 92; 22/Hacc, 69; 29/Ankebût, 52; 32/Secde, 25; 39/Zümer, 3, 46; 42/Şûrâ, 10.
f- Ehl-i Kitap, Haset ve İhtiraslarından Dolayı İhtilâfa Düştüler: 2/Bakara, 213; 3/Âl-i İmrân, 19.
g- Mü’minler Allah Fırkasındandırlar: 5/Mâide, 56; 58/Mücâdele, 22.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Fiten 2; İ’tisâm 10; Menâkıb 1; Ezân 29, 30; Salât 87; 4/117
Müslim, İlim 2, hadis no: 2666, 3-4, hadis no: 2667; Mesâcid 245, 249; Fezâilu’s-Sahâbe 199
Tirmizî, Salât 47; Fiten 7, hadis no: 2166; Humus 1966.
Nesâî, Tahrîm 6.
İbn Mâce, Mesâcid 16, 17; Et’ıme 17.
Ebû Dâvud, Salât 48.
Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278; 5/180.
Muvattâ, Cemâat 1, 3.
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
2. Vahdet Ama Nasıl? Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
3. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
4. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y.
5. Kardeşlik ve Hoşgörü, Muhammed M. Pickthall, Akabe Y.
6. İslâm Kardeşliği, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
7. İslâm’da Sevgi ve Kardeşlik, Hüsnü Ethem Cerrar, Dünya Y.
8. İslâm Tarihinde Mezhep Çatışmaları ve Taklit, Abdülcelil Candan, Denge Y.
9. İhtilâf Ahlâkı, Mustafa Çelik, Misak Y.
10. Zâhirî Muhaddislerle Hanefî Fakihleri Arasındaki Münakaşalar ve İhtilâf Sebepleri, Z. Güler, T.D.V. Y.
11. Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Talât Koçyiğit, T.D.V. Y.
12. İmamların Fıkhî İhtilâflarında Hadislerin Rolü, M. Avvâme, Terc. M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Y.
13. İhtilâfların Çemberinde Kadın, Serpil Bahtiyar, Esra Y.
14. Hak-Bâtıl Mücadelesi ve İhtilâflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
15. Münakaşalar ve İhtilaf Sebepleri, Zekeriya Güler, TDV. Y.
16. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevâni, Risale Y.
17. İhtilâftan Rahmete, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risale Y.
18. İhtilâflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Kardavî, İlke Y.
19. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
20. Müslümanlar Arasında Görüş Ayrılığı ve İslâm’da İhtilâf Usûlü, Abdülhalim Ural
21. Dört Hak Mezhep ve İhtilâf Sebepleri, Osman Küçükahmet
22. Hadislerde Görülen İhtilâflar ve Çözüm Yolları, İsmail Lütfi Çakan
23. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, DergâhY.
24. İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
25. Kur’an’da Tartışma Metotları, Zahir B.Awad el-Elmaî, Pınar Y.
26. Mezhep Meselesi ve İhtilâflar, Ebû ’l Feth el-Beyânûnî, Risâle Y.
27. Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne’l-Fırak), Ebû Mansur A. El-Bağdâdî, TDV. Y.
28. İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler, Mahmut Balcı, İhtar Y.
29. İslâmî Harekette Fikrî Hastalıklar, Fethi Yeken, Ravza Y.
30. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 83-106
31. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y. s. 41-104
32. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 142-146
33. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 361-370
34. İlâhî Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 175-212
35. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 687-690
36. Nur’dan Cümleler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 1/183-184
37. TDV. İslâm Ansiklopedisi (Şükrü Özen), TDV Y. c. 21, s. 565-568
38. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 101-104, 687-690
39. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y. s.140-143
40. Sevdalı Yüreklere Çağrı, Erol Uslu, Güldeste Y. s. 211-245
41. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, İz Y. s. 171-228
42. Kur’an’ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazâli, Şûle Y. s. 139-145
43. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 162-173, 128-161
44. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 34-40
46. Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya Neşriyat, s. 261-265
47. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, 2/265-276; 1/301-306
48. Sünnî-Şîî Yakınlaşması, Dâru’t-Takrîb Tecrübesi, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı 2
49. Kur’an’ın Işığında İhtilâfları Çözüm Tarzı, Ahmet Baydar, Haksöz, sayı 56, Kasım 95

Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:14

ÜMMET

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ÜMMET


- 287 -
Kavram no 185
İmtihan 15
Görevlerimiz 47
Bk. Vahdet; İmam; Halife
ÜMMET


• Ümmet; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Ümmet Kavramı
• Bir İman Toplumu Olarak Ümmet
• Ümmet-İmam İlişkisi
• Ümmet Bilinci
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.”1647
Ümmet; Anlam ve Mâhiyeti
“Ümmet”, anne anlamına gelen ‘ümm’ kelimesinden türemiştir. “Ümm”, bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. “Ümm” kelimesi Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana, asıl, temel, uygun karşılık anlamlarında geçmektedir.
“Ümmet”, sözlükte, cemaat, yol, din, nesil veya topluluk demektir. Çoğulu ‘ümem’dir. Aslında ‘ümmet’ kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaati ifade ederken, ‘ümem’ sözcüğü, çoğulun çoğulu gibidir. ‘Ümmet’ kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak sûretiyle bir arada yaşayan insan topluluğudur. Bu tanımdan hareketle birçok müslüman bilgin, ‘ümmet’ kelimesiyle İslâm’a inanan toplulukların kast edildiği görüşündedir.
Kur’ân-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır. Söz gelimi, “Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…”1648 âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir. Peygamberimiz (s.a.s.), köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtiyor. 1649
Ümmet kelimesinin bazı âyetlerde ‘topluluk’ anlamında kullanıldığını görüyoruz: “Sizden, hayra çağıran, ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ‘ümmet’ (topluluk/cemaat) olsun…” 1650
1647] 2/Bakara, 128
1648] 6/En’âm. 38
1649] Müslim, Selâm 38, hadis no: 2241, 4/1759; İbn Mâce, Sayd 2, hadis no: 3205, 2/1069
1650] 3/Âl-i İmrân, 104; Aynı kullanılış için yine bk. 3/Âl-i İmrân, 113; 5/Mâide, 66; 7/A’râf, 159, 164, 181; 28/Kasas, 23
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm Ümmeti İnsanlığın Hidâyet Önderidir: ‘Ümmet’ kavramı, bir diğer deyişle ‘imam’ sözünden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani, ümmet, bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup düzenli bir şekilde faâliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk, iman üzere olduğu gibi, küfür üzere de bulunabilir; Faâliyetleri sâlih amel de olabilir, fitne ve fesat da. Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara/topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır. Ümmet, kuvvetli bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gaye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.
Ümmet kavramı, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir: “Hakikaten İbrâhim, başlı başına bir ümmet idi ve Allah’a itaat ederdi.”1651 Peygamberimiz, İslâm’dan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kuss bin Saîde’nin de tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini açıklıyor. 1652
‘Ümmet’, aynı yer ve zamanda, aynı dine bağlı insanların oluşturduğu topluluk anlamında Kur’an’da sık sık geçmektedir. Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler haline geldiler. 1653
İslâm Ümmetinin Özellikleri: Allah (c.c.) dileseydi yeryüzündeki bütün insanlar bir tek ümmet olurdu,1654 O zaman da hür irâdenin ve imtihanın bir anlamı kalmazdı. İnsanlardan dileyen İslâm ümmetinin, dileyen de küfür ümmetlerinin bir üyesi olabilir. İnsan, sonucuna katlanmak şartıyla bu konuda serbesttir.
Ma’rûfu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önlemeye çalışan İslâm ümmeti, insanlık içerisinden çıkartılmış en hayırlı ümmettir.1655 Allah’ın yarattıkları arasında bazı ümmetler, hakka iletirler ve hak ile adâlet yaparlar.1656 İnsanlar arasından çıkartılmış en hayırlı ümmet olan İslâm ümmeti, diğer ümmetlere karşı üstün bir konumdadır. Üstünlüğü; soy, kabile renk, sosyal sınıf, zenginlik ve iktidar sahipliği gibi şeylerde görmeyen İslâm, takvâyı üstünlük derecesi saymıştır. İnsanlar içinde, kim takvâ sahibi olursa, kim en yüce değerleri Allah rızâsı için ahlâk haline getirirse o üstün olur. Bu yüce erdemin de, ancak, İslâm’ın getirdiği ilkelerle kazanılacağı açıktır. Dar anlamıyla İslâm ümmetinin, yani Muhammed ümmetinin üstün olduğunu bizzat Peygamberimiz haber veriyor: “Bu ümmet (Muhammed ümmeti), diğer ümmetlere karşı üstün kılındı.”1657 Her peygambere uyan topluluk, o peygamberin ümmeti sayılır. Bu anlamda İslâm’a inanan bütün müslümanlar Muhammed ümmetidir. Peygamberimiz (s.a.s.) bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiği için, bütün insanları O’nun ümmeti, O’nun topluluğu olarak sayanlar da bulunmaktadır.
İslâm ümmeti, Kur’an’a göre bir tek ümmettir. “Gerçek şu ki, sizin ümmetiniz
1651] 16 Nahl/120
1652] Kütüb-i Sitte Muht. Terc. 3/367
1653] 2/Bakara, 213; 10/Yûnus, 19
1654] 5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 42/Şûrâ, 8
1655] 3/Âl-i İmrân, 110
1656] 7/A’râf, 181
1657] Ahmed bin Hanbel, 5/383
ÜMMET
- 289 -
tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse Bana ibâdet ediniz.”1658 İslâm ümmeti, aynı imam/önder etrafında (Hz. Muhammed’in izinde), aynı vahye tâbi olarak bir araya gelmiş, Tevhid dinine gönül vererek vahdete ulaşmış, aynı amaca ulaşma gayretinde olan bir ümmettir. Ayrıca, İslâm ümmeti, vasat (orta, aşırı olmayan) bir ümmettir ki diğer insanlar üzerine, İslâm’ın hak din olduğu, üzerinde oldukları yolun, doğru yol olduğu hususunda şâhitlik yapacaklardır. İnkârcıların ve haddi aşanların dâvetlerine uymadıklarına, onların emr’lerinin (işlerinin) rüşd (sağlam, yarayışlı) olmadığına da tanıklık edeceklerdir. İslâm ümmeti, bir denge toplumudur. İnançta, amelde, hayatı değerlendirmede, ceza vermede ve yargılamada orta yolu izler. Hiç bir konuda aşırı değildir. Batı toplumlarında ortaya çıkan fanatizm ve fundamantalizm ile ilgisi yoktur. Hakka ve adâlete uygun hareket etmek, insanlara her konuda örnek olmak onların özelliğidir. Tabiatta, inançta ve hayatı yaşamada denge üzerindedir.
“Ümmet”i tanımlamada yer; yani ümmetin üzerinde yaşadığı ülke, vatan veya ümmetin siyasî olarak hâkim olduğu toprak parçası, zaman; yani ümmetin beraberce yaşadıkları çağ ve zaman, din; yani ümmet fertlerinin inandığı ve hayatına uyguladığı din önemli rol oynar. Bu üç bağ ve özellikle din bağı, ümmet topluluğunu oluşturan kişileri birbirine bağlar. Belli bir inanç, ideal, ülkü ve dünya görüşü etrafında birleşen topluluklar birer ‘ümmet’ oluştururlar.
Ancak, İslâm kültüründe ‘ümmet’ kavramı daha çok İslâm’a gönül vermiş müslüman toplumu ifade eder. Dünyadaki bütün müslümanlar bu topluluğun gönüllü üyeleridir. Onların imamı/önderi Hz. Muhammed (s.a.s.), kitapları Kur’ân-ı Kerim, ülkeleri İslâm’ı yaşayabildikleri, hayata hâkim kılabildikleri her yer, hedefleri ise İslâm’ın gerçek uygulayıcıları olarak diğer insanlar üzerine Hakk’ın şâhitleri olmak ve dünya imtihanını kazanmaktır. İslâm ümmeti, siyasî yönden güç sahibi olduğu yerlere İslâm diyarı (Dâru’l-İslâm) adını verir, İslâm’ın bütün yönleriyle böyle yerlerde yaşanabileceğini bilir.
Ne yazık ki bugün İslâm ümmeti; ideolojiler, gruplar, siyasî rejimler ve emperyalizm yüzünden parçalanmıştır. Müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile siyasî iktidar ya işgalcilerin elinde ya da İslâm’dan yüz çevirmiş mürtedlerin kontrolündedir. Müslümanlar arasına çizilen sınırlar ise doğal değildir; sömürgeci işgalciler tarafından çizilmiştir. İslâm ümmetinin yaşadığı coğrafyaya tabiî olmayan sınırları çizenler, müslümanların kafalarına da benzer sınırlar çizip onları iyice parçalamak, böylece onların üzerindeki sömürülerini sürdürmek istemektedirler.
Ancak bütün bu sınırlara, farklı dil ve renklere rağmen İslâm ümmeti, Kur’an’ın ifadesiyle bir bütündür ve Kur’an’ın etrafında birlik oluşturmaktadır. Teorideki bu bütünlük, ümmet bilincinin tekrar dirilişiyle, hayatta da inşâallah yansımasını bulacaktır. Kimi kavmiyetçiler, “artık ümmet devri geçti, şimdi ulus zamanı” deseler bile bu gerçek değişmez. Kaldı ki ‘ulus’ kavramı ne kişiyi, ne de toplumları tanımlayabilir. Ulusçuluk bir kimlik değil, bir ırkı üstün görme hastalığıdır. Ümmet anlayışı ise, en doğru iman ilkeleri ve ilâhî vahiy etrafında örnek bir toplum meydana getirme çabasıdır. 1659
1658] 21/Enbiyâ, 92; ayrıca bk. 23/Mü’minûn, 52
1659] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 728-731
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak, kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri hakkı, izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.”1660 Âlimler, bu âyeti değişik şekilde yorumlamışlardır. Bazı âlimlere göre, bütün insanlar önce hak yolda, Allah’ın yoluna tâbi idiler. Sonradan aralarına tefrika girdi, tek ümmet olmaktan çıktılar. Diğer bazı âlimlere göre ise, insanlar tevhid inancının dışında, küfür yolunda idiler. Küfür de tek ümmet/millet idi. Küfür yolundaki insanlar, bir ümmettir ve Hz. Muhammed’e (s.a.s.) iman eden, onun yolunda olan insanlar da onun ümmetidir. Rasûlullah (s.a.s.), “Her ümmet, kendi peygamberine tâbi olur.”1661 buyararak, her peygamberin kendisine tâbi olan ümmetinin bulunduğunu haber vermiştir.
Ümmet kavramının üç kelime ile izahı mümkündür: Yer, zaman ve din. Ama ümmet kavramının, temel taşı “din”dir. Zaten bazı araştırmacılar için, sadece “din” kavramı, müslümanlar açısından “ümmet” kavramının tam karşılığıdır. Çünkü İslâmiyet, diğer dinlerin aksine “din”i, hayatı içeren, ikinci bir kavrama gerek bırakmayan bir kapsamlılık ve bütünlük içinde getirmiş ve öyle değerlendirmiştir. Zaten ümmet deyimi de, bir ulus, ya da benzeri bir yapı için olmaktan ziyade, “müslümanlar” anlamına kullanıla gelmiştir. Bu içeriği ile ümmet deyimini şu noktalardan tahkik edebiliriz:
1- Yer unsuru: Müslümanların Kur’an ve Sünnet’i esas alarak kurdukları ve üzerinde yaşadıkları yurt (Dâru’l-İslâm, Dâru’l-Adl), yer olarak ümmeti barındıran birinci unsur sayılır. İslâm’ın ilk döneminde böyle bir yer sağlanıncaya kadar da Kur’an ve Sünnet’teki sosyal konular ertelenmiştir. Habeşistan’a hicret eden ilk mü’minler orada kraliyetin gölgesi altında rahat bir hayat bulmuş olmalarına rağmen, toprağa hâkimiyet imkânından mahrumdular. On yılı aşkın bir zaman orada yaşamış olmalarına rağmen, orası müslümanlar için vatan olarak ilân edilmedi. Medine ise (önceki adı Yesrib), otoriteyi Allah ve Rasûlüne -bir mânâda sistem olarak İslâm’a- bırakacağını açıklayınca Peygamber ve ashâbı oraya hicrete mecbur edildi. Mekke fethedilip orası da Medine’nin statüsüne geçinceye kadar Medine’ye hicret (mülkiyeti İslâm’ın olan toprakta bulunup yaşama) imanî bir mesele olarak ele alınıyor ve tebliğ ediliyordu. Ümmetin coğrafyası, Kur’an ve Sünneti’in hâkim olduğu bölge ile sınırlandırılır. Ancak, bu noktada şu ön bilgiler dikkate alınmalıdır:
a) Yeryüzünün tamamı ve evren, Allah'ın mülküdür.1662 Yeryüzü Allah’ın kaderinde mü’minlerin mirasına yazılmıştır.1663 Bu durumda, Allah’ın mülkünde, Allah’a gerçekten ve O’nun istediği gibi iman edenlerin bulunması normal olandır.
b) Yirminci yüzyılla beraber ortaya çıkan mevcut coğrafî sınırların hemen hiçbiri, ümmetin coğrafyasını göstermez. Zira İslâm topraklarının büyük bir bölümü bugün İslâm’ı kökten reddeden veya birinci düşman olarak ilân edilip savaşılan,
1660] 2/Bakara, 213
1661] Buhâri, Tefsir sûre 17, 11
1662] 24/Nûr, 42
1663] 24/Nur, 55 ve 21/Enbiyâ, 105
ÜMMET
- 291 -
beşerî düzenlerin işgali ve tasallutu altındadır. En mukaddes bölgelerine varıncaya kadar müslümanların yaşadıkları topraklar -müslümanların otoritesi altındadır gibi bilinse de- onların inançlarına teslim değildir. Kaldı ki, sınırların ilk çizimi de müslüman olmayan ellerin ve kadehli masaların ürünüdür.
c) Cemaat oluşturacak çapta bir müslüman topluluğun bulunduğu bir yerde o topluluğun ümmete mensup olmanın gereklerini yerine getirme zorunlulukları vardır. Çünkü din, bir kavramlar ve inançlar bütünüdür; bir renktir. Belli olabileceği bir ortam ister. Dünya, bir bütün olarak dinin izharı ve yaşanması için vardır. İnsanların dine kalıp olma mâhiyeti taşıyan dünyayı elde tutmaları, aynı zamanda dini de elde tutmalarıdır. Usûl-i fıkıhçıların geliştirdiği şu kural, buna net bir üslûp çizer: Vâcip (bir gereklilik) ancak kendisi ile tamamlanabilen de vâciptir.
2- Zaman olarak da İslâm ümmetinin bir bütünlüğü vardır: Bütün peygamberlerin tebliğ ettiği din, gerek kaynakları ve gerekse ana prensipleri itibarı ile birdir. Şu kadar ki; teferruatla ilgili değişmelerin son bulması ve dinin Allah Teâlâ tarafından ikmâl edilmesi noktasında iki bölüme ayrılmaktadır: Son peygamber Muhammed’den (s.a.s.) öncesi ve sonrası. Bu açıdan dar anlamıyla İslâm ümmeti, yani Muhammed ümmeti için zaman unsuru, son Peygamber’in gönderilişinden (milâdî 571), dünya hayatının sonuna kadar belirlenmiştir.
3- Din unsuru: İslâm ümmetinin en temel birleştirici ögesidir. Yalnız bu unsur ölçü alındığında, Peygamber'in gönderilişi (bi'set) ile başlayan dönemden sonra ümmet iki önemli gruba ayrılmaktadır: Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nebîliğini kabul edip iman edenler, O'nun risâleti ile gelen hayat şeklini yaşayanlar ve bu statüye dâhil olmayıp genel anlamı ile “küfür“ dairesinde kalanlar. Yani, ümmet-i icâbet ve ümmet-i dâvet.
İnanmayanlar da ümmet çerçevesi içinde kalırlar. Yalnız, onlara, kendilerine dâvetin ulaştırılması gereken kitle olarak bakılır. Çünkü Peygamberimiz’in risâleti bütün insanlığadır. Önceki peygamberler ise dar bir çerçevede gönderiliyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) ise kıyâmete kadar insanlığın tek peygamberidir: “De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın (gönderdiği) elçisiyim. O’ndan başka ilâh yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve O’nun ümmî Rasûlüne, Allah’a ve O’nun kelimelerine gönülden inanan Rasûlüne iman edin ve O’na uyun ki, doğru yolu bulasınız.”1664; “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” 1665
Birden çok ırkı barındırması, ümmet içinde bir ırk veya dil sorunu çıkarmaz. Kur’ân-ı Kerim, ırkların çokluğunu insanlar için kaynaşmaya gerekçe olarak açıklar.1666 Hiçbir ırkın veya rengin diğerine üstünlüğü düşünülemez. Üstünlüğün tek ölçüsü, takvâ (Allah’ın emir ve yasaklarında ısrarlı bir gözetme ve tatbik)dır. Son Peygamber’in Araplar içinde ve onlardan biri olarak gelmesi, Araplara ümmet içinde bir ayrıcalık getirmez. Onlar da diğer ırklar gibidir. Peygamber (s.a.s.) Vedâ Hutbesi’nde özellikle Arap kelimesini kullanarak: “Arab’ın aceme
1664] 7/A’râf, 158
1665] 33/Ahzâb, 40
1666] 49/Hucurât, 13
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Arap olmayan), acemin de Arab’a üstünlüğü” gibi bir anlayışı reddetmiştir. Peygamber’in onlardan olması gibi lütuf dışında, ümmet içinde hiçbir ayrıcalık yoktur Araplar için. İslâm, ırk sorununda çağlarla aşılamayacak büyük ölçüler getirmiştir. İslâm’ın değer ölçüsü şudur: Irkları Allah yaratmıştır. Kaynaşma ve yardımlaşmaya bir yoldur bu ırklar. İnsanların hepsi bir babadandır. O baba da toprak asıllıdır. Üstünlük, beşerî ölçülerle değil; takvâ iledir.
Diğer yandan da, her ulusun kendi dilini, hatta şîvelerini konuşmasını, İslâm’a ters düşmeyen kültür ve örflerini devam ettirmesini çok doğal kabul eder İslâm. Ancak, ümmet olarak ibâdet konularında dil Arapça’dır. Kur’an ve Sünnet/hadis Arapça olarak kalacaktır. Bütün ümmet, ezanı, namazdaki sûre ve duâları Arapça okurlar. Kur’an’ın ve hadislerin Arapça oluşları, Kur’an’ın Arap dilinde i’câz, bu dilin ümmet içinde tabiî bir yükseliş göstermesini, saygı bulmasını sağlar. (Ama bu konuda aşırıya gidip “kutsal dil” anlayışı güdülmemelidir.)
İslâm ümmetinin coğrafyasında gündeme gelen “Dâru’l-İslâm”, sadece müslümanların yaşadığı yer şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu deyimin kapsamı, Kur’an ve Sünnet’in tatbik edildiği yer şeklindedir. Bir Dâru’l-İslâm’da, müslümanların dışında zimmîler ve müste’menler de bulunabilir. Bulunuşlarının da resmî vasfı vardır. Müste'men, geçici bir süre için kalmasına izin verilen gayr-ı müslimler için kullanılan bir deyimdir. Geniş anlamı ile yabancı diplomatlar da bu statüde sayılabilir. Zimmîler ise, sürekli İslâm toprağında yaşayan gayr-ı müslimlerdir. Normal vatandaş sayılmışlardır. Devletin askerî ve yüksek düzeyde sivil kademelerinde görev alamazlar. Bunun hâricinde müslümanlarla, (istisnâlar dışında) aynı hakları paylaşırlar. Askerî hizmetlere iştirak etmemelerine karşılık olarak, kişi başına belli bir vergi (cizye) öderler.
Ümmetin siyasî yapısında başta halife (imam veya emîru’l-mü’minîn) vardır. Halife, Peygamberimiz’in Medine’de kurduğu ilk İslâm devletinin devamını, fiilen yaşatıp temsil etmek için vardır. Halife de müslümanlardan bir müslümandır. Dokunulmazlığı, yargılanmazlığı gibi olağanüstü vasıflar taşımaz. Yürtütmede Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiş veya icmâ ile sâbit konularda tek seçeneği o naslardır. Onların dışında kalan genelde, ictihada müsait problemlerde ve tatbikatlarda şûrâ ile çerçevelenmiş bir yetkisi bulunur.
Şûrâ, halifeyi ve uygulamalarını murâkabe (kontrol ve denetleme) edebilen kurula verilen isimdir. Ancak, makam olarak halifenin üstünde bir siyasî makam yoktur. Meselâ; ordunun yönetime müdâhalesi tasavvur edilemez. Şu kadar ki, ordunun ileri gelen kurmay heyeti, şûrâ meclisinin üyeleri olarak konuşabilir ve devreye girebilir. Şûrâda görev alabilecek kitleye genel olarak “ehl-i hal ve’l-akd” adı verilmiştir.
Yönetenleri ve yönetilenleri ile ümmet içinde bir sınıflaşma, ne teorik ve ne de pratik alanda vardır. Yönetimin en üst tabakasındakiler, halkın içine en az haftada bir defa inerek, onlara Cumâ namazı kıldırmak durumundadırlar. Kur'an ve Sünnet'in insanlara tatbikinde hiçbir ayrım olamaz. Ümmetin her ferdi, Allah'ın bir kuludur. Her kul, kulluğunu yapmak durumundadır. Yönetenler kadrosu ise, kulluğuna biraz daha fazla sorumluluk eklenmiş kitledir. 1667
1667] Nurettin Yıldız, Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, c. 6, s. 195-198
ÜMMET
- 293 -
Kur’ân-ı Kerim’de Ümmet Kavramı
“Ümmet” Kelimesi tekil (51) ve çoğul (13) olarak Kur’an’da toplam 64 yerde geçer. Ümmet kelimesinin kökü olan “ümm” kelimesi, türevleriyle birlikte toplam 119 yerde geçer. “Ümmet”, Kur’an’da genel olarak, herhangi bir özelliği ile bir araya gelmiş olan cemaat, topluluk anlamında kullanılır.
Ümmet kavramı, Kur’ân-ı Kerim’de genellikle insan topluluğu anlamına gelmekle birlikte; millet, zaman, önder ve din anlamında da kullanılır. Kur’an’da kullanıldığı bu anlamlara örnekler verelim:
a- İnsan topluluğu, 1668
b- Hayvan, canlı topluluğu, 1669
c- Millet, 1670
d- Zaman, 1671
e- Önder/imam, 1672
f- Din, 1673
g- Bir dine bağlananlar. 1674
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” 1675
“Böylece sizi insanlara şâhid olmanız için vasat (orta, âdil, dengeli) bir ümmet yaptık. Rasûl de size şâhiddir. Biz Rasûl’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, yöneldiğini kıble yaptık.” 1676
“İnsanlar bir tek ümmetti. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak, kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilâfa düştükleri hakkı, izniyle gösterdi. Allah dilediğini doğru yola iletir.” 1677
“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.” 1678
“Siz insanlar içerisinden çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten men eden ve Allah’a
1668] 2/Bakara, 128; 3/Âl-i İmrân, 104, 113-114; 5/Mâide, 66, 67; 7/A’râf, 159-160; 11/Hûd, 48
1669] 6/En’âm, 38; 7/A’râf, 38-39
1670] 2/Bakara, 134, 213; 10/Yûnus, 19
1671] 11/Hûd, 8; 12/Yûsuf, 45
1672] 16/Nahl, 120
1673] 21/Enbiyâ, 92; 43/Zuhruf, 22.
1674] 2/Bakara, 143; 22/Hacc, 34, 67.
1675] 2/Bakara, 128
1676] 2/Bakara, 143
1677] 2/Bakara, 213
1678] 3/Âl-i İmrân, 104
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iman eden hayırlı bir ümmetsiniz.” 1679
“Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, ancak sizin gibi ümmet olmasınlar…” 1680
“Mûsâ’nın kavminden de hakka yönelten ve onunla âdilce hükmeden bir ümmet vardır.” 1681
“Yarattıklarımızdan (öyle) bir ümmet var ki, hakka iletirler ve hak ile adâlet yaparlar.” 1682
“İnsanlar bir tek ümmettiler; sonra ayrılığa düştüler...” 1683
“Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz gün, artık ne nankörlere izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir.” 1684
“Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. İşlediklerinizden and olsun ki sorumlu tutulacaksınız.” 1685
“İbrâhim, şüphesiz Allah’a boyun eğen ve O’na yönelen bir ümmetti. Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu seçti ve doğru yola eriştirdi.” 1686
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse Bana ibâdet/kulluk edin.” 1687
“Hayır, ‘doğrusu biz, babalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gitmekteyiz’ derler.” 1688
Hadis-i Şeriflerde Ümmet Kavramı
“Bu ümmet (Muhammed ümmeti), diğer ümmetlere karşı üstün kılındı.” 1689
“...Siz sonuncu ümmetsiniz. Siz ümmetlerin en hayırlısı ve Allah yanında en değerli olanısınız.” 1690
“Şu ümmetim rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Âhirette azâba mâruz kalmayacaktır. Onun azâbı dünyadadır: Fitneler, zelzeleler ve katl (öldürme).” 1691
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana Cebrâil a.s. gelerek: ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk/ortak koşmadan ölürse cennete girer’ müjdesini verdi” dedi. Ben (hayretle) ‘zina ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. “Hırsızlık da etse, zina da yapsa!” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!’ dedim. “Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!” Hz. Peygamber (s.a.s.) dördüncü keresinde ilâve etti: “Ebû Zerr patlasa da cennete
1679] 3/Âl-i İmrân, 110
1680] 6/En’âm. 38
1681] 7/A’râf, 159
1682] 3/Âl-i İmrân, 181
1683] 10/Yûnus, 19
1684] 16/Nahl, 84
1685] 16/Nahl, 93
1686] 16/Nahl, 120-121
1687] 21/Enbiyâ, 92
1688] 43/Zuhruf, 22
1689] Ahmed bin Hanbel, 5/383
1690] Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân, hadis no: 3004; İbn Mâce, Zühd 34, hadis no: 4288
1691] Ebû Dâvud, Fiten, hadis no: 4277
ÜMMET
- 295 -
girecektir.” 1692
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyâmet gününe kadar devam edecektir...” 1693
“Her ümmet, kendi peygamberine tâbi olur.” 1694
“Karınca, ümmetlerden biridir.” 1695
“Allah Teâlâ, yeryüzünü benim için dürüp topladı; ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır. Bana iki hazine verildi: Kırmızı ve beyaz hazineler. Ben Rabbimden, ümmetimi umumî bir kıtlıkla helâk etmemesini, ümmetime kendi nefislerinden başka bir düşman Musallat edip çoğunluğu helâk etmelerine meydan vermemesini talep ettim. Rabbim bu isteklerime şöyle cevap verdi: “Ey Muhammed! Bir hüküm verdimmi artık o geri alınmaz. Ben senin ümmetine ‘Onları umumî bir kıtlıkla helâk etmeyeceğim, kendileri dışında, çoğunu helâk edecek bir düşman da Musallat etmeyeceğim, hatta yeryüzünün her tarafında bulunanlar, onlar aleyhinde toplansalar da. Ama, kendi aralarında birbirlerini helâk edecekler.” 1696
Rasûlullah (s.a.s.) Benî Muâviye Mescidine girdi. Orada iki rekât namaz kıldı. Yanındaki sahâbeler de onunla beraber kıldı. Sonra Rabbine uzun uzun duâ etti. Sonra ashâbın yanına döndü ve buyurdu ki: “Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumî bir kıtlıkla helâk etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma sûretiyle helâk etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.” 1697
“Muhammed’in nefsi elinde olan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun! İman edip sonra doğru yoldan ayrılmayan hiçbir kul yoktur ki cennete sokulmasın. Siz ve sâlih/iyi nesliniz cennetteki meskenlere yerleşmedikçe (diğer ümmetlerin mü’minleri olan) cennetliklerin cennete girmemelerini de ümit ederim ve Rabbim ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesapsız olarak cennete dâhil etmeyi bana kesin vaad etti.” 1698
“Ümmetimde dört şey vardır ki, câhiliyye işlerindendir; bunları terk etmeyeceklerdir: Haseple (mal, mevki, zenginlik gibi dünyevî özelliklerle) iftihar, nesebi (ırkçılığı) sebebiyle insanlara ta’n (küçük görüp hakaret), yıldızlardan yağmur bekleme, (ölenin ardından) mâtem!” 1699
“Müslüman, yahûdi ve hıristiyanların misali şuna benzer: Bir adam var, bir grup kimseyi ücretli olarak tutmuş; kendisi için belli bir ücret mukabilinde, geceye kadar çalıştırıyor. Bunlar, gündüzün yarısına kadar çalışıp:
‘Bize şart koştuğun ücrete ihtiyacımız yok (biz gideceğiz). Şu âna kadar yaptığımız iş için de para istemiyoruz’ derler. Adam onlara:
1692] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, hadis no: 94; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2646
1693] Müslim, İman 247
1694] Buhâri, Tefsir sûre 17, 11
1695] Müslim, Selâm 148
1696] Müslim, Fiten 19; hadis no: 2889; Tirmizî, Fiten 14, hadis no: 2177; Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4252
1697] Müslim, Fiten 20, hadis no: 2890
1698] Kütüb- Sitte Muht. Terc. c. 17, s. 603
1699] Müslim, Cenâiz 9, hadis no: 934
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Böyle yapmayın, işin geri kalan kısmını da tamamlayın ve ücretinizi tam olarak alın!” diye rica eder. Ancak onlar buna yanaşmazlar ve terk edip giderler.
Adam onlardan sonra işi için başkalarını ücretle tutar. Onlara:
“Şu gününüzü tamamlayın, öncekilere vaad ettiğim ücreti size tam olarak vereyim!” der. Bunlar, ikindi vaktine kadar çalışırlar. O zaman:
‘İşin senin olsun, yaptığımız çalışmanın ücretini de istemiyoruz (çalışmayı terkediyoruz)!’ derler. Adam onlara da:
“İşinizin geri kısmını tamamlayın, şurada az bir zamanınız kaldı” diye ricâ eder, ancak onlar dinlemeyip giderler. Adam geri kalan zamanda çalışmaları için yeni işçiler tutar. Bunlar da geri kalan zamanda güneş batıncaya kadar çalışırlar ve önceki iki grubun ücretini de alırlar. İşte bu, onların ve bu nurdan kabul ettikleri miktarın misalidir.” 1700
“Sizden önce geçen ümmetlere nazaran sizin bekanız (dünyada kalışınız), ikindi vakti ile güneşin batması arasındaki müddet gibidir. Tevrat ehline Tevrat verildi, onlar gün ortasına kadar onunla amel ettiler. Daha fazla devam etmekten âciz kaldılar. Onlara kırat kırat ücretleri verildi. Sonra İncil ehline İncil verildi. Onlar da ikindi namazına kadar çalıştılar. O zaman onlar da âciz kaldılar, kırat kırat onlara da ücretleri verildi. Sonra bize Kur’an verildi. Biz güneşin batmasına kadar çalışacağız. Bize ücretimiz ikişer kırat, ikişer kırat verildi. İki kitap mensupları:
“Ey Rabbimiz, Sen bunlara ikişer kırat, ikişer kırat olarak verdin. Hâlbuki bize birer kırat, birer kırat vermiştin. Hâlbuki biz, amel yönüyle onlardan ileriyiz!“ dediler. Allah Teâlâ:
“Ben ücretlerinizde bir haksızlık yaptım mı?“ buyurdu. Onlar: “Hayır!“ dediler.
“Öyleyse, bu Benim lütfumdur, onu Ben dilediğime veririm“ buyurdu.“ 1701
“İstemeyip kaçınanlar hâriç, bütün ümmetim cennete girecektir!” “Kaçınanlar da kim?” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim bana itaat ederse cennete girer; kim bana itaat etmez, âsi olursa, o cennete girmekten kaçınmış demektir.” 1702
“Allah sizi (Muhammed ümmetini) üç özellikten himâye edip korudu: Hepinizi helâk edecek olan peygamberinizin bedduâsından, bâtıl ehlinin hak ehline (nûrunu söndürecek, kesin) bir galebesinden, dalâlet üzerine birleşmenizden.” 1703
“Ümmetim yağmur gibidir; evveli mi, sonu mu daha hayırlıdır, bilinemez.” 1704
“Ümmetimden bir grup (hak üzerine) gâlip olmaktan hiç geri kalmaz. Allah’ın emri (Kıyâmet) gelince de onlar gâliptir.” (Hadisin bazı rivâyetlerinde şu ilâveler vardır:) “...Onlar hak için, gâlip olarak Kıyâmete kadar savaşırlar.”; “Bu din ebediyete kadar ayakta kalacaktır. Bir grup müslüman, onun için Kıyâmet kopuncaya kadar savaşmaya devam edecektir.”; “...Onlara yardımı kesenler onlara zarar veremezler, onlar bu halde iken Allah’ın emri (Kıyâmet) gelir.”; “Ümmetimden bir grup Allah’ın emri üzerine savaşmaya devam eder. Bunlar, düşmanlarına gâliptirler. Muhâlifleri onlara zarar
1700] Buhârî, İcâre 11, Mevâkîtu’s-Salât 17
1701] Buhârî, İcâre, 8, 9, Mevâkîtu’s-Salât 17, Enbiyâ, 50, Fezâilu’l-Kur’an 17, Tevhid 31, 47; Tirmizî, Emsâl 7, hadis no: 2875
1702] Buhârî, İ’tisâm 2
1703] Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4253
1704] Tirmizî, Emsâl 6, hadis no: 2873
ÜMMET
- 297 -
veremez, bu hal, Kıyâmete kadar devam eder.” 1705
“...Ümmetimden bir grup, Kıyâmet kopuncaya kadar, mansûr (Allah’ın yardımına mazhar) olmaya devam edecek, onları mahrum bırakanlar onlara zarar veremeyecekler.” 1706
“Allah Teâlâ, ümmetim için bana iki emân indirdi: ‘Sen, aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap vermeyecektir. Onlar istiğfârda bulundukları müddetçe, Allah onlara azap vermeyecektir.’ 1707 Ben aralarından ayrıldımmı, (Allah’ın azâbını önleyecek ikinci eman olan) istiğfârı Kıyâmete kadar aralarında bırakıyorum.” 1708
“Ümmetimden (âlim, şehid, sâlih) bazıları var; bir(çok kabilelere şâmil bir) cemaate şefaat eder; bazıları var, bir kabileye şefaat eder; bazıları var, bir bölüğe şefaat eder; bazıları da tek bir ferde şefaat eder ve cennete girmelerine sebep olur.” 1709
“Kıyâmet gününde, ümmetimin (iki alâmeti olacak: Biri) secde sebebiyle alnındaki parlaklık, (diğeri de) abdest sebebiyle kollarındaki parlaklıktır.” 1710
“Allah bir ümmete rahmet diledimi, peygamberlerini kendilerinden önce kabzeder ve onu ümmete bir öncü ve hazırlayıcı yapar. Bir ümmetin helâkini de diledimi, onları peygamberleri hayatta iken cezalandırır da onun gözünün önünde onları helâk eder. Böylece o ümmetin -inkâr ve yalanlamaları sebebiyle- helâkleriyle peygamberin içi rahatlar.” 1711
“Her peygambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mûcize verilmiştir. Ama bana verilen (mûcize) ise, vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyâmet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı (Peygamberlerine bağlı olan ümmetleri) en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum.” 1712
Bir İman Toplumu Olarak Ümmet
Kur’an’da ümmet kavramı, genel olarak topluluk, insan topluluğu anlamına gelmekle birlikte, tek bir kaynaktan doğan her bir tür, önder/örnek ve zaman gibi çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır. Bu topluluklar, bazen doğrudan, bazen bağlı oldukları dinlerine, bazen de yaşam sürelerine atfen ümmet kavramı ile tanımlanmışlardır. Ümm (anne), imam (önder) ve ümmet, aynı kökten gelen ifadelerdir. Ümm, bir şeyin vücuduna, terbiyesine, ıslâhına veya başlangıcına asıllık eden kök veya köken anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, bir şeyin kendinden kaynaklanıp kendine izâfe olunduğu temeldir.
“Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettirler.”1713 Âyetten anlaşıldığı kadarıyla her bir tür, tek bir kaynaktan (ümm) doğan bir ümmettir. Bu anlamda tek bir kaynağa (Âdem ve Havvâ) dayandığı için bütün insanlık da tek bir ümmettir. Kur’an’a göre: “İnsanlar bir tek ümmettiler; sonra ayrılığa düştüler.” 1714
1705] Buhârî, İ’tisâm 10, Menâkıb 27, Tevhid 29; Müslim, İmâret 171, hadis no: 1921
1706] Tirmizî, Fiten 27, hadis no: 2193
1707] 8/Enfâl, 33
1708] Tirmizî, Tefsir Enfâl, hadis no: 3082
1709] Tirmizî, Kıyâmet 11, hadis no: 2442
1710] Tirmizî, Salât 427, hadis no: 607
1711] Müslim, Fezâil 24, hadis no: 2288
1712] Buhârî, Fezâilu’l-Kur’an 1, İ’tisâm 1; Müslim, İman 239, hadis no: 152
1713] 6/En’âm, 38
1714] 10/Yûnus, 19; 2/Bakara, 213
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bilinmektedir ki, tarihte birçok topluluk gelip geçmiştir1715 ve her birine peygamber gönderilmiştir.1716 Her bir peygamberin topluluğu da bir ümmet teşkil etmektedir.1717 Gerek Yûnus sûresi 47. âyeti, gerekse Yûnus 19. âyeti irdelenirse, insan ümmetinin temelinde, bir fikirler bütünü/bir dünya görüşü olduğu anlaşılır. Madem ki, önce ümmet olma hali vardı ve sonradan bu hali bozma, ayrılığa düşme ile gerçekleşti,1718 o halde ümmet olma hali, ihtilâf içinde olmamayı gerekli kılar demektir. Bu durum, başka bir âyet ile daha açık bir şekilde tanımlanmaktadır: “Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Ama O, istediğini saptırır, istediğini doğru yola eriştirir. İşlediklerinizden andolsun ki sorumlu tutulacaksınız.” 1719
Bu âyette görüldüğü gibi, Allah sapanlar ile doğru yola erişenleri birbirinden farklı ümmetlerden saymaktadır. Başka bir ifadeyle söylersek, aynı fikir bütününe, aynı ideolojiye sahip olanlar, aynı ümmettendir. Esasen bu durum, çeşitli âyetlerdeki diğer türlü kullanımlarla da uygun bir çıkarımdır. “Hayır, ‘doğrusu biz, babalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk. Biz de onların izlerinden gitmekteyiz’ derler.” 1720
Bu âyetin yalın ifadelerinden bile bir dinin etrafında toplanmış insanlara ümmet denildiği anlaşılmaktadır. Eğer böyle olmasaydı, ümmetin takip edilecek bir izinden/yolundan bahsetmek anlamsız olurdu. Kur’an’da ümmet kavramının birçok kere kendilerine Rasûl/elçi gönderilen toplumlar için kullanıldığını düşünürsek konu daha bir anlaşılır olacaktır. 1721
Kur’an’ın bildirdiğine göre Allah, elçiyi yalanlayan her ümmeti cezalandırır ve onların yerine başka bir ümmeti getirir. Yargı gününde de Allah kendi içlerinden biri olmak üzere her ümmetten bir şâhidi inkâr edenlerin mâzeretlerine karşılık olmak üzere huzura getirecektir: “Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz gün, artık ne nankörlere izin verilir, ne de onların özür dilemeleri istenir.” 1722
İnsanın kendisine verilen tercih yapma özgürlüğünü Fıtrat Dini’nden ayrılma yönünde kullanmasının1723 bir sonucu olarak Allah, örneklik (şâhid olmak) için ümmetlere elçiler göndermiştir. Böylece elçiler ve mü’minler de bir ümmet (ümmetun vâhıdeh) teşkil etmektedirler. 1724
Bu anlamıyla ümmet, tek bir dine mensup insan topluluğudur denilebilir. Bu tanımlama, Kur’an’daki ümmetle ilgili 64 kullanımın üçü1725 dışındaki hemen her kullanım için geçerli bir tanımlamadır. Bu üç kullanımın sonuncusu1726 bir istisnâ olmaktan ziyâde, kelimenin anlamının kuvvetlendirilmesini ve
1715] 13/Ra’d, 30
1716] 16/Nahl, 36
1717] 10/Yûnus, 47
1718] 10/Yûnus, 19
1719] 16/Nahl, 93; Benzer âyetler için bk. 5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 42/Şûrâ, 8
1720] 43/Zuhruf, 22; Benzer kullanımlar için bk. 21/Enbiyâ, 92; 43/Zuhruf, 22; 2/Bakara, 143; 22/Hacc, 34, 67
1721] Bk. 22/Hacc, 34, 67; 6/En’âm, 42; 10/Yûnus, 47; 16/Nahl, 36, 63; 23/Mü’minûn, 44; 40/Mü’min, 5
1722] 16/Nahl, 84; Benzer kullanımlar için bk. 4/Nisâ, 41; 16/Nahl, 89; 28/Kasas, 75; 45/Câsiye, 28
1723] 5/Mâide, 48; 11/Hûd, 118; 16/Nahl, 93; 42/Şûrâ, 8
1724] Bk. 21/Enbiyâ, 92-93; 22/Hacc, 52
1725] 11/Hûd, 8; 12/Yûsuf, 45; 16/Nahl, 120
1726] 16/Nahl, 120
ÜMMET
- 299 -
örneklendirilmesini sağlamaktadır. Diğer iki âyette1727 ümmet kelimesi, bir vakit, bir zaman periyodunun, yani ecelin tâyin edildiğini ve bu sürenin sonu yaklaştığında, onun ne bir an geciktirilebileceğini, ne de öne alınabileceğini açıkça ifade etmektedir.
Belli bir sürenin tâyin edilmiş olmasıyla bir “ümmet”, bir vakit veya bir zaman periyodu veya kelimenin modern anlamı içerisinde “bir çağ”ı çağrışım yaptırmaktadır. Ümmet kelimesinin bu iki müstesnâ durum içerisinde taşıdığı “periyod” veya “çağ” anlamları bile bir dine mensup olan veya belirli bir döneme ait bir insan grubu demek olan kelimenin semantik anlamıyla yakından ilgilidir.
Aynı amaç etrafında bütünleşmiş,1728 aynı kaynaktan (ümm) doğan,1729 ortak inançlara sahip,1730 belirli bir zaman diliminde yaşamaları takdir edilmiş1731 her insan topluluğu Kur’an’da ümmet olarak tanımlanmaktadır.
Burada özellikle üzerinde durulması gerekli nokta; vahyin toplum tanımlamasında esas ölçü olarak inancı belirlemesidir.1732 Bu önermenin doğruluğu, Kur’an’daki İslâm ümmeti için biçilen rol1733 ve Hz. İbrâhim için kullanılan ifadelerde1734 daha açık bir şekilde görülebilir. Fakat bu durumu yorum yapmaya yer vermeyecek kadar açıkça belirten âyet, A’râf sûresinin 159. âyetidir: “Mûsâ’nın kavminden de hakka yönelten ve onunla âdilce hükmeden bir ümmet vardır.”1735 Görüldüğü gibi âyette aynı etnik (kavm) kökenden gelenlerin hepsi için değil; aynı anlayış ve davranış biçimine sahip özel bir kısım için ümmet ifadesi kullanılmıştır.1736 Yani ümmet kelimesinin temel niteliği, işaret ettiği grubun ideolojik tabiatını yansıtmasıdır.
Bu açıklamalardan sonra, Ümmet-i Muhammed’in konumuna değinebiliriz: “Böylece sizi insanlara şâhid olmanız için vasat (orta, âdil, dengeli) bir ümmet yaptık. Rasûl de size şâhiddir. Biz Rasûl’e uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, yöneldiğini kıble yaptık.”1737 Görüldüğü gibi Allah, müslümanları insanlara şâhid, yani hakikatin örnekliğini ve tanıklığını yapan bir ümmet yaptığını belirtmektedir. Bu ümmet, vasat bir ümmettir. Vasatlığın ve şâhidliğin anlamını kavramak için de Âl-i İmrân sûresinin 110. âyetine bakmak, bizi aydınlatacaktır. “Siz insanlar içerisinden çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülükten men eden ve Allah'a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz.“ 1738
Anlaşılan o ki, ümmet, bir bütündür ve onun görevi, ma’rûfu emredip münkerden men etmektir. Bu ümmetin mensupları olarak görevlerimizi kardeşlik1739
1727] 11/Hûd, 8; 12/Yûsuf, 45
1728] 28/Kasas, 23
1729] 6/En’âm, 38
1730] 43/Zuhruf, 22-23; 16/Nahl, 93
1731] 7/A’râf, 34
1732] bk. 10/Yûnus, 19; 16/Nahl, 93; 43/Zuhruf, 22-23
1733] 2/Bakara, 143
1734] 16/Nahl, 120-121
1735] 7/A’râf, 159
1736] Benzer bir kullanım için bk. 7/A’râf, 160
1737] 2/Bakara, 143
1738] 3/Âl-i İmrân, 110
1739] 3/Âl-i İmrân, 103
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve takvâ üstünlüğünü esas alan1740 bir temelde yapmalıyız. Müslümanlar gerek kuramsal olarak, gerekse de kişisel olarak bu ilâhî sorumluluk bilinciyle çağına tanıklık (şehâdet) etmelidir.
Kimlik tanımlarında farklı referanslar (ırk, ekonomik, ya da entelektüel statü vb.) sunan modern paradigmanın ifsâdı, insanlığı tam bir yeryüzü cehenneminde yaşamaya mahkûm etti. Yeşerecek umutlar, bir tûl-i emel (refah vb.) yerine; vahyî ölçülerle şekillenmiş kimliklerle insanlığa esenlik sunabilir. Bundan dolayı, gittikçe yabancılaşan ve yalnızlaşan birey, ümmet bilincinin yeşerdiği bir bağlamda kendi varlığını anlamlı bulacaktır.
İbrâhim’in (a.s.) ümmet olarak tanımlandığı vahyî referans, insan teki olarak bugünün mü'minlerine de bir şeyler söylüyor olmalı değil midir!? “İbrâhim, şüphesiz Allah’a boyun eğen ve O’na yönelen bir ümmetti. Rabbinin nimetlerine şükrederdi. Rabbi de onu seçti ve doğru yola eriştirdi.” 1741
Ümmet-İmam İlişkisi
‘İmam’ insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinden gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. Allah’ın yolunda hidâyet imamları olduğu gibi, insanları ateşe ve azâba götüren imamlar (liderler) da vardır; tıpkı Firavun gibi. 1742
Kıyâmet gününde bütün insanlar, kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağırılacaktır.1743 Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam/önder edinenler, âhirette zarara uğrayacaklardır. Allah bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şâhid/örnek çıkaracak. Bu şâhitler onların dünyada iken peşlerinden gittikleri önderleridir. Yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını bizzat itiraf edecekler.1744 Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed’i de bütün ümmetler üzerine şâhit olarak getirecektir. 1745
Rasûllere gönderilen kitap, gerçi insanlar için imamdır; fakat her insana inmediğinden, Allah’ın seçtiği Rasûllere bir çekirdek halinde inmekte ve Rasûllerin onu yaşaması ve uygulaması ile imamlık fonksiyonunu görmektedir. Bu bakımdan, bir Kitap’la özdeşleşen Rasûllerin onu yaşaması ve uygulamasıyla Kitap ve Peygamber, imamlık fonksiyonunu görmektedir. Bu bakımdan, bir Kitapla özdeşleşen Rasûller ve onların uygulayıcısı nebîler, insanlar için imamdırlar. İşte bu imamlar, insanlık içinde, onlara yol gösteren, onlara Allah’ın hidâyetiyle hidâyet eden birer öncü, yol gösterici ve rehber olarak tek bir topluluk halindedirler; yani, onlara tarih içinde bir ümmet olarak bakılabilir.
Bu ümmetin evrensel çaptaki ilk babası/ümmü/imamı, Hz. İbrâhim (a.s.)’dir. Bu bakımdan o, bütün insanlara imam olmasının yanısıra, bütün imamların kendisinden geldiği bir ümmetttir. Ayrıca o, vazife anlayışı, insanlığın bütünü için beslediği kurtuluş duyguları ve bütün insanlara teşmil ettiği himmeti sebebiyle de tek başına bir ümmettir; “kimin himmeti milletiyse, o, tek başına bir millet”
1740] 49/Hucurât, 13
1741] 16/Nahl, 120-121; Vahdettin Işık, Bir İman Toplumu Olarak Ümmet, Haksöz, sayı 60
1742] 28/Kasas, 41
1743] 17/İsrâ, 71-72
1744] 16/Nahl, 84
1745] 16/Nahl, 89; 4/Nisâ, 41
ÜMMET
- 301 -
olduğu gibi. 1746
Her imamın çevresinde bir ümmet vardır; bütün ümmetlerin imamları üzerinde şâhid olan Hâtemü’l-Enbiyâ’nın ümmeti ise, kuşkusuz en büyük nimete nâil olan, bu nimet karşılığında da sorumluluğu bulunan bir ümmettir. Nasıl Hz. İbrâhim’in zürriyetinden peygamberler/imamlar silsilesi gelmiş, birer imam olarak ümmetler oluşturmuşlar ve kendileri de insanları hayra çağıran en hayırlı bir ümmet olmuşlarsa, Rasûl-i Ekrem’in oluşturduğu ümmet de insanlar içinden çıkarılmış hayırlı bir ümmet olarak, hak imamın çevresinde bütün insanlığa hidâyet götürmek vazifesini, misyonunu yüklenmiş bir ümmettir, böyle bir ümmet olmak durumundadır. Kur’an, bu ümmetin birinci derecedeki bu vazifesini şöyle açıklar: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Ma’rûfu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” 1747
Demek ki, Hz. Muhammed ümmetinin ana vazifesi, iyiliği emredip kötülükten nehyetmektir. Bunu yapmak için ümmet, imamının çevresinde toplanmak ve kendi içinde hayra çağıran bir topluluk, bir ümmet oluşturmak zorundadır. İşte, ümmetin içindeki bu ümmet, mü’minleri hayra çağırır, onları Allah’ın yolunda dosdoğru götürmeğe uğraşır ve bunun sonucu olarak bütün bir ümmet de, tüm insanlığa İslâm’ın mesajını iletir: “İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun.”1748 İslâm ümmeti, yalnızca Allah’ı rab kabul ederek O’na ibâdet etmek ve Rabbi, Rasûlü, kıblesi bir olarak, ittifak içinde bulunmakla yükümlüdür: “Muhakkak bu ümmetiniz bir ümmettir ve Ben de Rabbinizim; o halde Bana ibâdet edin.” 1749
Elmalılı Hamdi Yazır’ın belirttiği üzere, “müslümanların imandan sonra ilk dinî vazifeleri olan ümmet ve imâmet teşkili yerine getirilmeden “kurtulanlar onlardır” hükm-i celîlesine mazhar olabilmek ve “ancak müslümanlar olarak can verin!”1750 emrine uyabilmek zordur. 1751
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara imam yapmıştır.1752 O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir.1753 Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse
1746] 2/Bakara, 124; 16/Nahl, 120
1747] 3/Âl-i İmrân, 110
1748] 3/Âl-i İmrân, 104
1749] 21/Enbiyâ, 92; Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 558-559
1750] 3/Âl-i İmrân, 102
1751] M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1154-1155
1752] 2/Bakara, 124
1753] 16/Nahl, 120
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bana ibâdet/kulluk edin.”1754 Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. 1755
Kur’an’da “imam” kavramının “ümmet” kelimesi ile yakın ilişkisini görmekteyiz. Biri anlaşılmadan ve gerçekleşmeden, diğerinin de anlaşılması ve gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Zira ümmetin oluşumunda onlara belli bir düşünme, davranış ve yapı kazandıran imamdır/önderdir.
İşte bu sebeple, Allah her topluma, bir imam ve rehber olan peygamber göndermiştir ki, toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkarsın.1756 Onlara, Kitapla yol göstersin, ışık tutsun, o toplum içerisinde kendisine iman edenlerin karşılaştıkları problemleri çözümlesin. Tek kelimeyle hakka, hidâyete yöneltsin; onların dünyalarını mâmur ettiği gibi, âhirette de kurtuluşlarına sebebiyet verecek aydınlık ve nurlu yolu (sırât-ı müstakîmi) göstersin.
Allah, bozulmaya yüz tutmuş, kokuşmuş câhilî toplumlara peygamberler gönderir. Ellerinde kılavuz ve rehber (imam) olarak Kitab vardır. Rasûller, toplumlarını o Kitaba iman etmeye ve onunla amel etmeye çağırırlar. İman edenlere, Kitabı ve onun hikmetini öğretirler. Onları birtakım kötü davranış ve düşüncelerden, nefsin kötü arzularından arındırarak onlara rehberlik ederler. Dâvet etmiş oldukları doğrularla insanları fiilî olarak eğitirler; bu bilince dayalı sahih davranışlarda bulunan sâlih bir toplumu, müslüman bir ümmeti oluştururlar. 1757
Ümmet Bilinci
Modern ideolojilerin çözüldüğü, tükendiği ve yabancılaştığı bir dönemden geçiyoruz. Bütün bir insanlık, modern ideolojilerin öngörülerinin gerçekleşmediğini, bu ideolojilerin önyargılarının geçersiz olduğunu, bu ideolojilerin içerisinde yaşayarak öğreniyor. Modern ideolojiler; dengesizlikler, eşitsizlikler, zulümler ve soykırımlarla şekillenen bir dünya doğurdu. Modern ideolojiler, insanlığın, insanî/rûhî/mânevî/ahlâkî ihtiyaçlarına hiçbir yolla cevap veremediler. Daha doğru bir ifade ile modern ideolojilerin insanlığın insanî/rûhî/mânevî/ahlâkî sorunlarına cevap aramak gibi bir kaygısı yoktu.
Modernizmin hâkim olduğu yıllar boyunca yaşanan insanlık dışı olaylar, özellikle müslümanlar için “ümmet bilinci”nin evrensel bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Ümmet bilinci, imânî bir zorunluluktur, ahlâkî bir zorunluluktur. Günümüzde İslâmî ideallerle, yaşanan gerçekler arasında, maalesef çok büyük boşluklar bulunmaktadır. Günümüzde İslâm ümmeti, kendisini kanıtlayamamaktadır. İslâm ümmeti, kendisini ve sorunlarını ifade edememektedir. İslâm ümmeti, İslâmî anlamları temsil edememekte, örnek olamamaktadır.
1754] 21/Enbiyâ, 92
1755] Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42
1756] 2/Bakara, 257
1757] C. Tayyar Soykök, Kur’an’da İmam ve İmamet, Haksöz, sayı 62
ÜMMET
- 303 -
Bugünün dünyasında müslümanlar için, müslümanca yaşama özgürlüğü yoktur. İslâm ümmeti, İslâm medeniyeti bugün bir gerçeklik, yaşanan bir vâkıa olmaktan çıkmıştır. İçerisinde yaşadığımız dünyada bireysel anlamda inanma özgürlüğü varsa da; inandığımız değerleri harekete dönüştürme özgürlüğümüz yoktur. Müslümanlar, içerisinde yaşadıkları toplumları İslâm toplumlarına dönüştürmeyi başaramıyorlar. Taklide dayalı bir kültürle, düşünse, kültürel, sosyal, siyasal bir dönüşüm, yenilenme ve değişim gerçekleştirilemiyor.
Sömürgecilik öncesi dönemde, kültürel/sosyal/siyasal hareketler, uluslar/kavimler/ırklar üstü hareketlerdi. İnsanlık kültürü etnik sınırları aşan bir kültürdü. Sömürgecilik döneminde sömürgeciler; ümmet bilincini, ümmet gerçeğini, ümmet inancını kolaylıkla parçalayacak bir zemin buldular. İslâm ümmeti bünyesinde yaşanan içsel yabancılaşma, sömürgecilerin her türlü eylem ve etkinlikleri için büyük kolaylıklar sağladı.
Sömürgeciler halkları istedikleri kalıplara döktüler, halkları köklerinden kopardılar, halkları bağlı bulundukları anlam ve değer sistemlerinden uzaklaştırdılar. İslâm dünyasında ulus/devlet arayışları sonu gelmez sorunlar doğurdu. Sömürgecilik dönemiyle birlikte başlayan yüzeysel batılılaşma hareketleri, taklitçi gelenekçilikle bütünleşince, İslâm toplumlarında toplumsal ve kültürel doku derin bir şekilde bozuldu.
Biz müslümanlar; temel İslâmî inançlar merkezinde toplanan, farklı etnik kökenleri olan, farklı dilleri konuşan, farklı gelenek ve âdetleri paylaşan evrensel bir ümmet/milletiz.
Geçmişte İslâmî imparatorluklar bünyesinde gayr-i müslim uyruklar, iç işlerinde tamamen özerk, bireysel ve toplumsal özgürlüğe sahip dinî azınlıklar halinde örgütlenmiş olarak sorunsuz bir şekilde yaşadılar. İslâm, müslüman olan ve olmayan pek çok ulusu tek bir siyasal çatı altında topladı. Yüzyıllarca ırk ve benzer özelliklerde ayrım tanımayan bir İslâm ailesi içerisinde çeşitli ırklar ve dinler barış içerisinde bir arada yaşadılar.
İslâm, tüm etnik sınırları aşmaya son derece elverişli insanî bir öz taşır. Müslümanlar nazarında bütün insanlığın hayrını ve çıkarını düşünmeyen bir dünya görüşü ve hayat anlayışı, ahlâkî ve insanî olamaz.
Coğrafî ve ırkî sınırları bulunmayan, uluslarüstü, ülkeler ve halklarüstü bir dünya ve hayat görüşünün ifadesi olan İslâm, daha doğrusu İslâm anlayışı, bugün coğrafî ve ırkî sınırlara hapsedilmiş ve bu yolla ulusal ideolojilerle özdeşleştirilmiştir. Coğrafî ve ırkî sınırlar yüzünden evrensel İslâmî bütünlük ve özgünlük yitirilmiştir. Ulusal ideolojilerin ve ulusal sınırların denetimi altına alınan İslâm anlayışı, denetim altına alındığı ülkelerde her tür değişime kapalı, kokuşmuş bir muhâfazakârlığın ifadesi olarak yaşatılmak istenmektedir.
Tarih, biz müslümanlar için, özgürlük ve bağımsızlığın insanî ve ahlâkî bir yürüyüşüdür. Bugün müslümanlar olarak İslâmî kişiliğimizi temsil edememekteyiz. Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. İçerisinde yaşadığımız dünyayı denetim altına alan; ulusal birlik, ulusal egemenlik, ulusal devlet, vatan, bayrak gibi kavramlar modern zamanlarda yüceltilen, takdis edilen, Avrupa kültürüne özgü tamamen “muğlak” kavramlardır. Bu kavramlar yoluyla bugün her ülkede halklar kendisinden olmayanları dışlamakta, aşağılamaktadır. Bütün bu tanımlar insanî
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değerlerin ve zenginliklerin sınırlarını daraltmakta, evrensel ilâhî ve insanî iklimi çölleştirmektedir.
Bugün, yeryüzünü ve bütün insanlığı ilâhî anlamlarla kucaklayan İslâm, bu çölleşmeyi durdurmak istemektedir. Bu çölleşmeyi biz müslümanlar durdurabiliriz. Bunun için de, bütün bir yeryüzünde ve hayatın her alanında ilâhî bağların dışında hiçbir bağ kabul etmeyecek şekilde özgürce düşünmeyi, özgürce karar vermeyi ve özgürce davranmayı öğrenmeliyiz.
İslâm, tarihten çekilmeye zorlandığı modern zamanlara kadar çok halklı, çok dilli, çok renkli yapılar kurdu. Bu yapıları yüzlerce yıl ayakta tuttu. İslâm, tarihin içinde olduğu dönemlerde insanlığı bölmedi, coğrafyayı bölmedi, dünyayı bölmedi. İslâm, farklı toplumsal oluşumları, fesad kaynağı olmamaları koşuluyla engin bir anlayışla karşıladı. İslâm, insanlık tarihinin en geniş, en kapsamlı, en kuşatıcı, en zengin kimliğinin ifadesi oldu. Bu zengin kimlik bugün ulusalcı, hânedancı ve kabileci ideolojiler aracılığıyla daraltılmış ve küçültülmüştür. Günümüzde her ulus son derece sınırlı bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu sınırlı gerçeklik nedeniyle, hiçbir ulus, kendisini bütün bir insanlığın yerine koyma hakkına sahip değildir. Günümüzde bir ulusa bağlanmak, bir başka ulusu dışlamak anlamına gelmektedir.
İslâm’ın tarihten çekilmesiyle birlikte tüm dünyada milliyetçilikler güçlendi, insanlık küçük küçük parçalara ayrıldı. Tarih içinde yeryüzü çapında büyük cemaatler inşâ eden, büyük cemaatleri amaç edinen İslâm, içerisinde yaşadığımız dönemde, ulusal çıkarlar, hânedancı ihtiraslar, küçük kabile çekişmeleri ve farklı hizip rekabetleri için son derece basit ve sığ hesapların aracı haline getirilmiştir. Bu nedenlerle evrensel İslâmî söylem, hızlı bir şekilde yerelleşmekte ve maalesef bir hizip dili haline getirilmektedir. Günümüzde de hizip kendi kutsallığına kendisi karar vermektedir. Hizip bencilliği çok yaygın bir sapma haline gelmiştir. Bugün müslümanlar, temel İslâmî ilkelerden kopuk bir İslâmî mücâdele çelişkisi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Hizip dili, ufukları küçültmekte, ümmet bilincini zayıflatmaktadır.
Dünyevî akılcılık çağında dünya, teknik anlamda zenginleşti; ancak insanî anlamlar açısından yoksullaştı. İslâm halklarının bu yoksullaşmanın dışında kaldığı söylenemez. Bugün bütün dünyada müslüman toplumlar da dâhil olmak üzere hayatın bütün alanlarında kapitalist bakış açıları, kapitalist hayat anlayışı ve kapitalist sosyal ilişkiler yürürlüktedir.
Bizler, müslümanlar olarak yeryüzündeki varoluş faâliyetlerimizi İslâmî ilke ve ahlâk sınırları içerisinde düzenlemek zorundayız. İslâmî ilkelerden bağımsız bir İslâmî mücâdeleden söz edilemez. Müslümanca varoluş hakkımızı, İslâmî anlamları yaşatarak ifade etmeliyiz. Hiç birimiz, hiçbir nedenle İslâmî bütünselliği bir kenara itemeyiz.
İman, insanî tüm yetilerin ve özelliklerin en yüce tezâhürüdür. İnsan, tüm insanî zenginliklere “iman”la ulaşır. Allah’ın mülkü üzerinde her alanda her tür birlik imanla sağlanacaktır. İman bağının zayıflatıldığı ortamlarda/toplumlarda/çağlarda köklü birlikler kurulamamaktadır.
Bütün bir varlık âleminde insanlık tarihi boyunca iki ana topluluk var oldu. Bunlar, Kur’an’ın ifadesiyle; Allah’ın taraftarları ve şeytanın taraftarları olarak
ÜMMET
- 305 -
anılırlar. Allah’ın taraftarı olan müslümanlar her koşulda Allah’a ait işaretler, özellikler, nitelikler ve davranışlar taşımak zorundadır. Allah taraftarı olan/olması gereken İslâm ümmeti, yalnızca bir iman bağı etrafında toplanan bir topluluğun adıdır. İslâmî inançlar açısından yalnızca Allah’a ibâdet edenlerle, Allah’a isyan edenler arasında bir eşitsizlik vardır. Biz müslümanlar, insanları toplumsal mevkîlerine, ya da siyasal konum ve güçlerine göre değerlendirmeyiz. Bizim için insanın değeri, maddî seviyesi ile değil; taşıdığı faziletlerle ortaya çıkar.
İslâm nazarında insanlar, başkalarının haklarını ihlâl etmemek ve İslâmî toplumu fesâda vermemek koşuluyla inanç ve düşüncelerini serbestçe açıklayabilirler. Müslüman olmayanlar, İlâhî yasalara karşı gelmemek şartıyla, anlaşmalarla sağlanacak her türlü haktan yararlanabilirler.
İslâm, bizlere kendilerine itaat edeceğimiz emir sahiplerinin ırklarının, renklerinin, ülkelerinin önemli olmadığını, emir sahiplerinin Allah’a, Rasûlü’ne ve Allah’ın koyduğu yasalara uygun hareket ettikleri sürece kendilerine itaat edilmesi gerektiğini öğretiyor. Peygamberimiz (s.a.s.), bir câhiliyye âdeti saydığı atalarla, soy sopla, kabile ve aşiretle övünmeyi kesinlikle ortadan kaldırmıştır.
Müslümanlar, bütün zamanların en büyük ailesidir. Müslümanlar, bütün adımlarını, bu büyük ailenin sağlığını ve geleceğini düşünerek atmalıdırlar. Müslümanlar olarak görevimiz, inançlarımızı, değerlerimizi, kavramlarımızı insanlık çapında geçerli olacak şekilde yükseltmektir. Her şeyden önce inançlarımızı, değerlerimizi, kavramlarımızı özgürleştirmeliyiz. Klişeleşmiş açılara teslim olmamalıyız. Modern Batı, kendi dünya görüşünü evrenselleştirmeyi başarırken; müslümanlar yerel, ulusal, bölgesel yönelişlerle kendilerini sınırlandıramazlar.
İçerisinde yaşadığımız dönemde kavim, ulus, ülke farklılıkları, evrensel bütünlük bilinci bozulduğu için, müslümanlar arası birlik ve dayanışmayı engelliyor. Evrensel ilke ve değerler temelinde algılanması/yaşanması gereken İslâm, yerel farklılıklar ve gelenekler nedeniyle parçalara bölünüyor. Evrensel ilkelere inanan müslümanlar bu inançlarını yerel kimi sapmalar nedeniyle somutlaştırıyorlar. Evrensel inançların temsilcisi olan müslümanlar, ulusal ve bölgesel sınırları aşmak zorundadır. Müslümanlar arası ilişkiler, uluslarüstü bir kültür ve medeniyet kurmaya, uluslarüstü bir birliği sağlamaya yönelik olmalıdır.
Rabbimiz âlemlerin Rabbidir. Bütün bir yeryüzü mescidimizdir. Peygamber Efendimiz, sadece Arap ulusuna rahmet olarak değil; bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Biz müslümanlar, bir ırka, bir ulusa, bir ülkeye değil; Allah’a ibâdet için yaratıldık. Bütün bir yeryüzü bizim ülkemizdir. Bizler, bir ırkı, ulusu ve ülkeyi putlaştıramayız. İmanımızı bütün unsurlarıyla ifade edemediğimiz bir topluma ve ülkeye mecbur/mahkûm değiliz. Allah’ın arzında yeryüzünün halifeleri için sınırsız imkânlar, yerler, yurtlar yaratılmıştır. Hiçbir ırk, ulus ve ülke, inançlarımızdan daha değerli olamaz. Bizler, birbirimize iman bağı ile bağlı olan müslümanlarız. Bizler, bütün bir yeryüzünü dolduran tek bir ümmetin mensuplarıyız.
Kendilerini evrensel İslâm hizbi ile ifade eden müslümanlar laik, liberal, modernist, demokrat dünya görüşü ve hayat anlayışını bir varoluş tarzı olarak seçenleri dost edinemezler. Bu çevreleri dost olarak seçenlerin Allah ile dostlukları ortadan kalkar. Nâmı, nişanı, derecesi, gücü, makam ve mansıbı ne olursa olsun,
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tercihlerini açıkça İslâmî dünya görüşü ve hayat anlayışı doğrultusunda yapmayan kimseler için, politik pragmatizm adına inançlarımızı asla terk edemeyiz. Müslümanlar, herhangi bir beşerî ideoloji, beşerî kurum ve kavramlar etrafında bu ideoloji, kurum ve kavramlara inananlarla uzlaşamazlar.
Rabbimiz, soyumuza, sopumuza, ırk ve rengimize, yaşadığımız ülkeye göre değil; kendisine yönelik ibâdetlerimize göre nimetler, bağışlar verecektir. Birliğin ve bütünlüğün temeli, İlâhî vahiydir. İlâhî vahiy, insanlığın bütün bir hayatını kuşatan tek ve mutlak gerçekliğin adıdır. Hangi âileden, kabileden, ulustan gelmiş olursak olalım, İslâm âilesi içerisinde hepimiz temel kardeşlik bağlarıyla birbirimize bağlanmalıyız. İslâm âilesi içerisinde hepimiz eşit hak ve sorumluluklara sahibiz.
Irk, bölge, ulus, kabile dil, renk asabiyeti insanlığı fesâda veren, insanlığı parçalayan, insanlığın kamplara bölünmesine neden olan bir asabiyettir. İnsanlık, gerçek anlamda tek Allah inancını bütün boyutlarıyla bir bilinç halinde yaşadığı takdirde, bütün temelsiz ve yapay ayrımlar önemini yitirecektir. Bütün ilişkilerini yalnızca Allah için düzenleyen müslümanlar aracılığıyla bir kardeşlik iklimi kurulabilir. Irk, renk, dil, bölge farklılıklarına göre düzenlenecek olan insanî ilişkilerin ahlâkî temelleri yoktur.
İslâm, bütün ırkları içeren bir sistemin adıdır. İslâm’ın bütün imkânlarını herkes aynı ölçüler içerisinde paylaşır. İslâm tarihi boyunca birbirinden çok farklı etnik topluluklar, hayatlarını şeriat hukuku içerisinde düzenlediler. Irkçılık ve milliyetçilik, tarih boyunca her zaman düşmanlıklara ve savaşlara neden olmuştur, bugün de olmaktadır.
İslâm her topluluğu, rengi, insanı, İlâhî varoluşu idrâk edecek niteliklere doğuştan yetenekli telâkki eder. Ümmet, insanlık çapında temelleri olan bir gerçekliğin ifadesidir. Ulus-devlet, ırksal üstünlük fikrine dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet ya da etnik topluluk/grup temelinde insanlığın birliği asla sağlanamaz.
İslâm, insanlık için sınırsız bir bağıştır. Küfür ve şirk hiçbir nedenle mâzur görülemez. Çünkü küfür ve şirk insanın temiz fıtratının bozulmasıdır. Hizipçi, ırkçı anlayışlarla evrensel var oluş bilincine ulaşılamaz. Başka renkleri, ulusları, mezhepleri dışlayarak evrenselci olunamaz. Kavim merkezli bir “din” anlayışı, kavim merkezli bir düşünce ve kültür evrensel olamaz. Kavim merkezli bir İslâm anlayışı, İslâm’ın evrensel anlam ve amaçlarıyla bağdaşmaz. Tarih boyunca İslâm, pek çok renkleri, ırkları bünyesi içerisinde kardeş kıldı. İslâmî bir düzen altında bütün renkler ve ırklar evrensel insanlık anlayışının temsilcileri olarak barış içinde yaşadılar.
Herhangi bir topluluğu İslâmî değerlere sahip olmadığı halde, yalnızca kendi kavmimizden oldukları için savunamayız. İslâmî değerleri temsil eden bir topluluğu, bizim kavmimizden olmadıkları için tahkir edemeyiz. Âdil olmayan bir tarafgirlik, son derece aşağılık bir özelliktir. Herhangi bir halkı, yalnızca kavmî özellikleri nedeniyle yüceltmek, İlâhî adâlete kesinlikle aykırıdır. Mü’min bir halkı yalnızca kavmî nedenlere dayanarak dışlamak İâhî ölçülere ihânet etmektir. Kendi âilemizin, çevremizin, kavmimizin çıkarlarına aykırı olsa dahi, İlâhî adâletten ayrılamayız. İlâhî ölçüler şu ya da bu kavmi yüceltmek için kullanılamaz. İlâhî
ÜMMET
- 307 -
ölçüler, tüm insanlık için geçerli olan ölçülerdir. Bu bakımdan tüm İlâhî ölçüleri doğru yerlerine koymak gerekir.
İslâm’a çağırmak, insanı insanlığa ve fıtrata çağırmaktır. İslâm âilesinin adı, “ümmet”tir. Ümmet, bir inanç topluluğu olduğu kadar, bir siyasal topluluktur. İslâm âilesi bünyesinde düşünsel, kültürel bir birlik sağlanamadan siyasal bir birlik sağlanamaz.
İslâm, insanları İslâm âilesine çağırırken, zorlamaya başvurmaz. İslâm’a çağrılanlar kendi irâdeleriyle karar verirler. İnsanların baskı ve şiddet altında verdikleri hiçbir karar, hiçbir şekilde inandırıcı olamaz.
İslâm, herhangi bir özel halkın mutluluğunu değil; bütün bir insanlığın mutluluğunu amaçlar. İslâm, herhangi bir tarihsel dönemin değil; bütün zamanların gerçeğidir. Bir topluluğun farklı renklere sahip olması, bu topluluğa başka halkları sömürme hakkı vermez. İslâm, bütün insanlık âlemi içerisinde, bütün ilişkilerin bütün bir insanlığı ve hayatı yaratan Allah’a iman temelinde gerçekleştirilmesini ister. İnsanlık âlemi içerisinde İslâm, belirleyici tek farklılık olarak iman ve küfür farklılığını tanır.
Küfür; bütün bir varlığı ve hayatı yaratan irâdeyi ve bu irâdenin koyduğu yasaları inkâr etmektir. “İnsan”ın, kendisini yaratan irâdeyi tanımaması kadar boş, anlamsız, temelsiz ve saçma bir davranış olamaz. Küfür, başlı başına bir saçmalıktır.
Hangi renge, hangi ırka, hangi ulusa ait olursa olsun her müslüman, evrensel İslâm ümmetinin şerefli bir üyesidir. Müslümanlar için ırk ve kabile bağları değil; İslâm bağları önemlidir.
Müslümanlar, dünyevî/maddî konularda İslâmî ölçüler içerisinde kalmak kaydıyla, müslüman olmayanlarla da ilişkiler kurabilirler. Ancak, müslümanlar, kendilerini laik dünya görüşü, laik siyaset anlayışı ile izah eden oluşumlara katılamaz, bu oluşumlar içerisinde bulunanlarla ortaklık kuramazlar. Kabile ırk, ulus bağları evrensel bütünleşmenin önündeki en büyük engellerdir. Kavim ve yurt asabiyetine sahip olanlar, evrensel gerçekliğin bilincine ulaşamazlar. Evrensel İslâm inancının temelini Yaratıcı’nın birliği düşüncesi teşkil eder. Bütün bir insanlık kendisini yaratan irâdenin öngördüğü yasalar/değerler etrafında bütünleşebilir.
İlâhımız tek bir ilâhtır. O’ndan başka ilâhımız yoktur. Milletimiz, tek bir millet; yani İslâm ümmetidir. Hepimiz aynı anlam ve amaçlara bağlıyız. Temel inançlarda ümmet olarak hepimiz aynı anlayışı paylaşıyoruz.
İslâm, insanlığın ortak değerlerini, ortak menfaatlerini korur ve gözetir. İslâmî bir toplumda imtiyazlı kişi, imtiyazlı âile imtiyazlı sınıf yoktur. İslâm, herhangi bir özel topluluğun kurtuluşunu değil; bütün bir insanlığın kurtuluşunu sağlamak ister. İnsanî bir toplumun inşâsında müslümanlar, kavmî çıkarlar gözetemezler.
Erdemli insanların sessizliği, kayıtsızlığı, bir toplumda çözülmeyi ve bozulmayı derinleştirir. Sosyal görevlerin yerine getirilmediği toplumlarda kötülükler artar. Yeryüzünde müslüman olarak bulunmak, iyilikleri yaymak, kötülükleri ortadan kaldırmakla mümkündür.
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hiçbir kavim, İlâhî yasaları kendi kavmini takdis etmek amacıyla istismar edemez. İlâhî yasalar, bütün halklar, bütün iklimler içindir. İnsanlar hakkında, halklar hakkında karar verilirken, renklerine ve kavimlerine bakılmaz. Yeryüzünde sürekli barış, bütün halkların haklarını âdil bir şekilde tanımakla sağlanabilir. İslâm, bütün halklara aynı derecede yakındır. İslâm, müslümanlardan, düşmanlarının haklarını da tanımalarını, dostları haksızlık yaptığında buna karşı çıkmalarını ister. İslâm nazarında güzel olan, bütün halklar için güzeldir. İslâm nazarında çirkin olan, bütün halklar için çirkindir.
İslâm, evrensel bir âilenin adıdır. Bu âile bugün ne yazık ki sayısız parçalara bölünmüştür. Bu bölünmeden hepimiz sorumluyuz ve hesaba çekileceğiz. İslâm âilesi fertleri arasında sevgi, muhabbet, bağlılık ve merhamet esastır. Müslümanlar evrensel ölçüleri yitirdikleri için birbirlerine karşı sevgi ve saygılarını da yitirmişlerdir. Evrensel İslâm âilesi içerisinde kavmî imtiyazlara yer yoktur. Halkları sınıflara, derecelere ayıran, kimi halklarda çok özel yetenekler, çok özel ayrıcalıklar olduğunu iddia eden anlayışların evrensel İslâm âilesi içerisinde yeri yoktur. İslâm’ın kimi halkların özel ayrıcalıklarla ödüllendirildiğini iddia eden efsânevî düşünceye saygısı yoktur.
İslâm âilesi içerisine giren tüm kavimler, İslâm’ı en güzel şekilde kendilerinin temsil ettiklerine inanıyorlar. Her kavim, kendi kavmî özelliklerini desteklemek için İslâm’ın imkânlarını kullanıyor. Bu durum, İslâm’ın evrensel ve bütünsel açıklamalarını, yorumlarını büyük ölçüde engelliyor. Kimi kavimlerin ulusçu ve gelenekçi yorumları, İslâm dünyasında düşünsel ve kültürel birliğin sağlanmasını sürekli olarak geciktiriyor. Günümüzde de varlığını koruyan romantik bir tarih anlayışına göre, İslâm âilesi içerisindeki tüm kavimler, kendilerini dünyanın merkez kavimleri olarak görmektedir. Kimi kavimlere göre İslâm tarihi demek, yalnızca bu kavmin tarihi demek, İslâm kültürü de bu kavmin kültürü demektir.
Evrensel İslâm âilesi içerisinde içe kapanma dönemleri ulusçu akımların güçlenmesiyle başladı. Değişik toplumları, değişik halkları, değişik sosyal yapıları bünyesinde başarıyla barındıran İslâm âilesini parçalayan nedenlerin başında, kavim merkezli anlayışlar, kavim merkezli siyasal çekişmeler bulunmaktadır.
İslâm, doğuşuyla birlikte eski dünyanın yapısını tümüyle değiştirdiği gibi, evrensellik bilinci etrafında yeni bir bütünlük sağlayarak, yeni dünyanın yapısını da tekrar değiştirebilir. Müslüman olmak demek, hayatın her alanında putlarla ve put anlayışlarla savaşmak demektir. Müslüman olmak demek, hayatın her alanında Hakkı temsil etmek, bütün kötü ve yanlış yolları ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Bütün bir varoluş âlemindeki tüm zenginlikler ve güzellikler insan içindir. İnsan çalışma ve çabasıyla bu zenginliklere ulaşır. İnsan, kendisini İlâhî hikmetler ve güzelliklerle değiştirdiği takdirde bütün bir yeryüzü de değişecektir.
Evrensel âile bilinci temel açılarda uzlaşma ile sağlanır. Taklit ve tekrar yoluyla oluşmuş “gelenek”, din yerine konulamaz. Müslümanlar İslâm’ın özü, ruhu, anlamı ile uyum içerisinde bulunan geleneklerle, bulunmayan gelenekleri yerli yerine koymak zorundadırlar.
Biz müslümanlar, halkları birleştiren temel unsurlar üzerinde çalışmalı, ayrımcı her anlayış ve oluşum karşısında hassâsiyet göstermeliyiz. İslâm tarih ve
ÜMMET
- 309 -
kültürü yalnızca bir kavmin etkinliklerinden ibâret bilinmemelidir. Şu ya da bu kavmin tekelci görüşlerine itibar edilemez. Tüm tekelci görüşler, İslâm tarih ve kültürünün bir bütün olarak algılanmaması sonucunu doğurmaktadır. Tüm tekelci görüşler İslâm’ı dar bir çerçeve içerisine oturtmakta, İslâm’ın evrensel renklerine sırt çevirmektedir. Hangi mezhep ve meşrep içerisinde olurlarsa olsunlar, İslâm’ın aslî unsurlarını oluşturan temellerde, tarih boyunca dünya müslümanları arasında kendiliğinden ortaya çıkmış doğal bir ittifak var olagelmiştir. Ayrılık noktalarını daha çok kavim merkezli tekelci din anlayışları tahrik etmektedir.
Din, hayatın özü olduğu için, insanlık İslâmî bir duyarlılıkla hayatta kalabilir. İslâm, dünyayı insanın bozulmamış özü ve fıtratı üzerinde kurmak ister. İslâm, insanlık âlemi içerisinde temel sosyal bağ olarak evrensel insanî temelleri alır.
İslâm, kendisine ait özellikleri bulunan bir yapının adıdır. Günümüze özgü kalıplarla veya Batılı kavramlarla İslâmî yapı tanımlanamaz. Hangi kavimden olursak olalım evrensel bir ümmetin üyeleriyiz. Bu ümmetin üyeleri ortak bir duyarlılık ve bilinçle İslâm hukuku etrafında toplanır. İslâm hukuku bütün kavmî gerçekliklerin üzerindedir. Kavmî gerçeklikler, iyiliğin ve kötülüğün, hayrın ve şerrin, çirkinliğin ve güzelliğin kaynağı olamaz.
Kavmî ayrıcalıklar üzerinde ısrar eden kültürler Allah’a iftira ediyorlar. Âlemlerin rabbı olan Allah, ayrıcalık yapmaz. İslâmî inançlar geçici inançlar değildir. Evrensel İslâm toplumu inancı, bütün zamanlar içindir.
İslâm, hayatın özü olan değerleri hayata kazandırma savaşı vermektedir. İslâmî değerlerin yaşandığı bir dünyada sosyal bir bunalım ve çözülme olmaz. Bütün dünya müslümanlığı, iyilikte ve güzellikte, birbirleriyle sürekli olarak yardımlaşırlar. Kötülükler karşısında birbirlerini uyarırlar.
İslâm, aynı renklerin, aynı dillerin, aynı toprakların birliğini çok ilkel bir birlik sayar. İslâm, aynı inançların birliğini savunur. Her müslüman, günlük hayatında İslâmî sorumluluklarını yerine getirirken, aynı zamanda İslâmî hayat anlayışının yayılmasına da katkıda bulunmaktadır.
İslâm, kimseye özel bir konum vermez. Hiçbir müslüman verâset yoluyla kazanılmış ayrıcalıklara sahip olamaz. Bizim ölçütlerimiz, genetik ölçütler değil; bölgesel ve ulusal ölçütler değil; evrensel İlâhî ölçütlerdir.
Hiçbir sistem, evrensel ilişkiler geliştirme konusunda İslâm kadar müsait değildir. Buna rağmen, kendimizi yerel sınırlar içerisine hapsettiğimiz için, insanlığın yüreğine ulaşamıyoruz.
İslâm, bireylerin, toplumların birbirlerine yabancılaşmalarını önler. Çünkü İslâm cemaat içinde bütünleşmeyi ve cemaat dayanışmasını öngörür. Halklar birbirleriyle tanışıp bilişsinler ve yardımlaşsınlar için yaratılmışlardır. Müslümanlar, kendilerini herhangi bir milliyetle sınırlandırmazlar. İslâmî mücâdele, evrensel amaçlar içerdiğinden, siyasal sınırlara göre yapılamaz. Müslümanlar milliyet esasına dayalı bir siyasal mücâdeleye girişmezler.
Bugünün dünyası bütün cepheleriyle beşerî ideolojiler bataklığına dönüşmüştür. Modern uygarlık temel insanlık sorunlarına cevap verememiştir. Modern uygarlık etnik çatışmalara ve savaşlara çözüm bulamamıştır. Çağdaş dünyada insanla, insanî öz ve anlamlar arasına büyük uçurumlar girmiştir.
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İlâhî vahiy, evrensel özelliklere sahiptir. İslâm, birleştirici tüm değerleri içerdiği için, tüm insanlık âilesine ulaşmak ister. Ümmet gerçeğinin tarihte karşılaştığı en büyük tahribat, ulus-devlet olgusu olmuştur. Ümmet bilincinin yeniden kurulabilmesi için yerel, bölgesel, ulusal farklılıkların aşılabilmesi gerekir. İslâm toplumunun yeniden inşâsı, kâmil insanın, kişilikli, bilinçli bireylerin yetişmesiyle başlar. Sağlıklı bir toplumsal bünye, nitelikli, derinlikli, ufuklu, erdemli bireylerden oluşur. Klişelerle, sloganlarla, tarafgirlikle köklü bir cemaat teşkil edilemez. Gerçek bir cemaat yapısı güçlü kişiliklerle inşâ edilebilir. Sağlıklı bir cemaat için bireylerin benliklerini arındırmaları gerekir. Bireyler, hayatın her alanında Allah’a yönelen bir bilinçle, eylemle, davranışla mükemmelliğe ulaşırlar. Sağlıklı, tutarlı bir kişilik bilincine sahip olanlar, sağlıklı bir cemaat bilinci oluştururlar. Sağlıklı bir ümmet bilincine, ancak sağlıklı bir cemaat bilinciyle ulaşılabilir.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde hem bireyin, hem cemaatin ve hem de ümmetin yapısı parçalandı. İslâm ruhunun ifadesi olan merkez kurumlar, hayatiyetini kaybetti. Câmiler ve mescidler toplumun yüreği olmaktan çıktılar. İslâm’ın ilk dönemlerinde mescidlerin/câmilerin sosyal, toplumsal, kültürel ve siyasal işlevleri vardı. Bugün câmiler, sadece namaz kılınan mekânlar haline dönüştürülmüştür.
Bugün, her müslümanın, önce kendi bilincine, içerisinde yaşadığı toplumun bilincine ulaşması gerekir. Ümmet bilinci, İslâm kardeşliğinin fiilî bir gerçeklik haline dönüşmesiyle ifadesini bulur. Ümmet bilinci, soyut bir düşünce değildir; yaşanan bir gerçekliktir. İslâm kardeşliğinin gerçek boyutlarıyla hayata geçirilmemesi durumunda, bütün müslüman toplulukların bir bütünlüğe kavuşturulmaları mümkün olamaz.
Çok halklı, çok dilli, çok kültürlü yapılar; ulusal devletler ve ulusal sınırlar tarafından yok edildiler. Ulusal devletler ve sınırlar insanlık âilesini ve dünyasını sayısız parçalara böldü. Ulusal devletler, halkları ve insanlığı birbirine yabancılaştırdı. Her milliyetçilik, ırkçılık ve kabilecilik; insanlık tarihi boyunca çok kötü siciller aldı. İçerisinde yaşadığımız tarih döneminde de kötü siciller almaya devam ediyor.
İslâm, insanları kardeş kıldı. İslâm, insanlığı bir ümmet kıldı. İslâm’ın çağrısı, bütün halkları içine aldı. İslâm peygamberi (s.a.s.) bütün bir insanlık için bir müjdeci ve haberciydi. İslâmî tüm ilke ve hükümler, insanlığın dünya hayatını en güzel, en sağlıklı, en tutarlı şekilde düzenlemek üzere indirilmiştir. İslâmî değerlerin amacı, insanların en temiz/güzel şekilde yaşamalarına katkıda bulunmaktır.
Herhangi bir sınıfın, ulusun, bölgenin çıkarına dayalı olan ideolojiler/sistemler, ya da dinler, insanî olamazlar. Yirminci yüzyılda yaşanan büyük sarsıntılar, büyük insanlık acıları, bütün beşerî ideolojiler ve düzenlerin ahlâkî yetersizlikler, ahlâkî başarısızlıklar içerisinde bulunduğunu göstermiştir. Bugün, Batı kültür ve uygarlığına ait bütün kavram ve kurumlar, vazgeçilmez olmaktan çıkmaktadır. Batı kültür ve uygarlığına özgü maddesel değerler ve laik yapılar, insanî özü ve insanî anlamları bütünüyle kısıtlamıştır. Hâlbuki insanlık tarihi boyunca insanî mükemmelliği İlâhî ölçüler ve değerler sağlamıştır.
Yirminci yüzyılda uluslar arası siyaset, ikiyüzlülük ve bencillik temelleri üzerinde yükseldi. 20. yüzyılda İslâm dünyası denilen coğrafyada kültürel Haçlı
ÜMMET
- 311 -
seferleri yoluyla halkların bilinci zincire vuruldu. Kültürel Haçlı seferleri yoluyla, halkların zihinleri ve ruhları tutsak edildi. Ruhsal sömürgeleştirme yöntemleriyle halklar, kendi düşünce ve kültür iklimlerinden uzaklaştırıldılar.
Kültürel Haçlı seferleri ümmet bilincini, ümmet dayanışmasını, ümmet ahlâkını büyük ölçüde zayıflattı. İslâm dünyası denilen coğrafyada halklar, kültür sömürgeciliğine özgü tanımların terörü altında yaşıyorlar. Halklara kültür sömürgeciliğine özgü tanımlar ve resmî değerler zorla benimsetiliyor. Kültür sömürgeciliği yoluyla İslâm dünyası denilen yerlerde yaşayan halklar, çarpıtılmış, tahrif edilmiş, çelişkili bir kimlik içerisine sokuldular.
İslâm dünyasında, İslâm’ı sadece kültürel bir gelenek olarak algılayan anlayışların egemenliği yüzünden, kültürel Haçlı seferlerine gereği gibi karşı konulamadı. Yirminci y.y. boyunca İslâm dünyasında standartlaştırılmış resmî İslâm anlayışları üzerinden çalışıldı. Standartlaştırılmış resmî İslâm’a göre, İslâm, sadece kişisel/duygusal alanda yaşatılacak, İslâm’ın siyasal/kamusal işlevleri halklara unutturulacaktı. Bu yolla İslâm dünyasında halklar depolitize edildiler.
İslâm dünyasında ümmet ahlâkı ve bilinci, 18. y.y.dan bugüne gelinceye kadar büyük sarsıntılar geçirdi. Müslümanlar son üç yüzyılı siyasal bakımdan güçten düşerek geçirdiler. Müslümanların siyasal güçlerini yitirmeleri başlıca iki önemli nedene dayalıdır. Bu nedenler; dış ve iç nedenlerdir. Dış sebepler, Batının düşünsel, kültürel, bilimsel ve teknolojik zenginliklere sahip olmasıyla birlikte başlayan sömürgeciliktir. İç sebepler ise, müslüman toplumlarda yaşanan düşünsel, kültürel, ahlâkî ve ruhî çözülmedir. Müslüman toplumlarda bu çözülme dönemlerinde düşünsel ve kültürel hayatın, maddî dünya ile ilişkileri bütünüyle koptu. Müslümanlar bu dönemde genellikle soyut ve metafizik konular etrafında yoğunlaştılar. Sadece metafizik konularla sınırlı bir dinî hayat nedeniyle müslümanlar, İslâm’ın sosyal ve toplumsal bir siyaset olarak şekillenmesi konusu ile ilgilenmediler.
Sade bir hayat, kamu menfaatlerini içtenlikle temsil etmek, istikamet ve sadâkat şeklinde özetlenebilecek olan ilk döneme ait İslâmî siyasetin yerini alan çözülme dönemlerindeki iktidar ve ihtişam hırsı, şan, şöhret, saltanat, lüks tutkuları müslümanların kurduğu imparatorlukların en önemli yıkılış nedenleri arasındadır.
Modern dünyaya özgü bütün kavram ve kurumlar, ihraç edildikleri her ülkede dayatmacı kavram ve kurumlar olarak yerleştirildi. Bütün kavram ve kurumlar, ideolojik bir keyfîlik içinde kullanıldılar. Bugün, İslâm dünyası denilen bütün yerlerde modern kavram ve kurumların diktatörlüğü sürmektedir. Modern toplumlarda bütün değerler, birbirine karışmıştır. Modern Batı, kültürel bir sefâletin içerisindedir. Laiklikle birlikte hayatın özü tahrip edilmiş, hayat, formel kurallarla şekillendirilmiştir. Bütün spekülatif tarif ve tanımlardan kaçınarak söylemek gerekir ki, laiklik, bir “ateizm”dir. Laikleşme/ateizm, bölücü, parçalayıcı, ayrımcı özellikler taşır. İslâm, bütüncül anlamları temsil ederken, laiklik bölücü anlamları temsil eder. Laiklik, dinden, dinî olandan kaçıştır. Laiklik, maddî dünyayı, İlâhî düzenden bağımsız olarak algılamak demektir. Laiklikle birlikte din, kamusal alanın dışına sürülmüş, özel alana hapsedilmiştir.
Hayatın Allah’tan, İlâhî irâdeden bağımsız bir şekilde algılanması, ahlâkın,
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilimin, siyasetin tüm İlâhî değerlerden soyutlanması şeklinde somutlaşan laik söylem, insanın Allah’tan bağımsızlaşarak kendi değerlerini, kendi yasalarını kendisinin üretmesi biçiminde hayata geçirilmiştir. Laiklik, “iman”a bir tepkidir. Laiklik, “dinî” kayıtsızlığın adıdır. Laiklik, belirsizlikler taşıyan bir tanımlamadır; basmakalıp bir kavramdır. Laik kültür nedeniyle insanî değerlerden uzaklaşma, bireycilik ve bireysel hazcılık, bir dünya görüşü haline gelmiştir. Endüstriyel kitle kültürü, teknik ve bürokratik akıl, insanlık çapında büyük bir bunalıma sebep olmuştur. Teknik ve bürokratik akıl, hiçbir insanî soruna cevap verememektedir. Sanayi kültürü, insanın kendisinden kopmasına neden olmuştur.
Günümüzde modern insan, içerisine düştüğü boşluk yüzünden erdemli bir çevre, erdemli bir topluluk aramaktadır. Laik boşluk yüzünden insanlar, daha insanî bir hayat tarzı istemektedir. Laikliğin toplum ve insanlık dışı kalacağı günler yaklaşmaktadır.
Laik kültürün bir klişe olarak kullandığı “din ve vicdan özgürlüğü” büyük bir safsatadan ibarettir. Din ve vicdan özgürlüğü, laik dünya görüşü açısından çok özel duygular olarak tanınmakta; ancak, din ve vicdan özgürlüğünün toplumsallaşması, toplumsal hayata çıkması kesinlikle kabul edilmemektedir. Modern zamanlarda temel inançlar laik kültür yoluyla yıkılınca toplumsal bütün bağlar da yıkıldı. Sosyal bünye dağıldı. Sosyal bünyenin birliği kayboldu. Biçimsel ideolojiler, düzenler, sistemler görüldüğü gibi sosyal bünyenin yeniden oluşturulmasını, yeniden yapılandırılmasını başaramadılar. Bütün dünyada, bütün toplumlarda yaşanan varoluş bunalımı çözümlenemedi. Modern dünyada, modern toplumlarda, bireysel çıkarları tüm insanî değerlerden üstün tutan bir anlayış egemendir. Modern insanın tüm eylemleri, ekonomik amaçlar etrafında yoğunlaşmaktadır. Modern hayat ve modern toplum, maddî/fizikî ölçülere göre tanımlanmaktadır. Modern dünyada ve modern toplumlarda dünyevîleşme tek inanç haline gelmektedir. Modern insan, insanî erdemlerle değil; tükettiği ya da sahip olduğu mallarla bir kişilik kazanmaya çalışmaktadır. Günümüzde bütün ilişkiler, bütün boyutlarıyla ticarîleşmektedir. İçerisinde yaşadığımız dünyada düşünsel ve kültürel hayat, soğuk ve içeriksiz kimi kavram ve kuramlarla sürdürülmektedir. Modern hayatın içerisinde, gönül zenginliklerinin ve aşkların yerini, lüks ve ihtiraslar almıştır.
İslâm, bütün müslümanları, insanlık hizmetinde iyilikleri temsil eden, kötülüklerle mücâdele eden hayırlı bir ümmet olarak tanımlamaktadır. İslâm’ın getirdiği bütün ahlâkî ve sosyal ilkeler, ümmet çapında bir dayanışmanın gerçekleştirilmesi içindir. Bütün bu mutlak gerçekliklere rağmen müslüman, bütün bir evrensel iklime geniş açılardan bakmayı başaramıyor, geniş açılı ilişkiler kuramıyorlar. İslâm merkezci bakış açılarını, İslâm merkezci ilişki biçimlerini, İslâm merkezci ahlâk anlayışını ortak bir insanlık bilinci haline getirmeye mecburuz. Kavim merkezci, hizip merkezci, grup merkezci bakış açılarıyla ümmet bilinci kurulamaz. Ümmet bilincinin sağlıklı bir şekilde inşâ edilebilmesi için “şûrâ” ve “icmâ” gibi kavram ve kuramların en geniş anlamda işletilmesi gerekir. Bir düşüncenin, bir kültürün, bir toplumun ve halkın kendisini dünya çapında kabul ettirebilmesi için, yerel ve ulusal sınırları aşması gerekir.
Tevhidî dünya görüşü ve varoluş biçimi olarak İslâm, bireye olduğu kadar, topluma; toplumdan bütün insanlığa uzanan bir bütünleşme yolu ve
ÜMMET
- 313 -
yöntemidir. Tevhid, bireyin iç ve dış hayatının, düşünce ve davranışlarının bütünlüğünü ifade eder. Tevhid, sosyal planda insan topluluklarının bütünleşmesini sağlar. Siyasal planda tevhid, ümmet çapında nihâî birliği gerçekleştirmek ister. İslâm, bütün dünyaya dağılmış, ancak aynı amaçlar etrafında toplanmış tek bir toplum örneğidir. İslâm, bireysel hayatı ve sosyal hayatı, siyasal hayatı, dinî dünya görüşü ve varoluş biçimi içerisinde bütünleştirir.
Kur’ân-ı Kerim; müslümanları, bütün bir insanlık için ortaya çıkarılmış, iyilikleri emreden, kötülüklerden alıkoyan, iman eden, namaz kılan, zekât veren, Allah’a ve Rasûlüne itaat eden en hayırlı ve vasat bir ümmet olarak tarif etmektedir. Müslüman olmak, aynı zamanda hakikatin, adâletin, faziletin ve takvânın sözcüsü, temsilcisi olmak anlamına gelir. Varoluşun anlamını hakikatle bütünleşerek, dünyanın anlamını adâletle bütünleşerek, hayatın anlamını faziletle bütünleşerek, ibâdetin anlamını takvâ ile bütünleşerek kavrayabiliriz.
Ümmet çapında bütün müslümanlar, iyilik ve adâlet temelinde birbirlerinin yardımcıları ve dostlarıdır. Müslümanlar, müslüman olmayanların da iyi olmaları için çaba harcarlar. Müslümanlar, müslüman olmayanların da kötülükten kurtulmalarını isterler. Müslümanların en büyük eylemi, insanları sürekli olarak Allah’a çağırmaktır. Allah’ı tanımak, Allah’ın bütün irâdesine teslim olmak demektir. Müslümanlar için her şartta, her durumda, en üstün tutulması gereken tek gerçeklik, İslâm’a ait temel ilkelerdir. Müslümanlarla kâfirler ve müşrikler arasında hiçbir ortak yan yoktur. Allah’ın mutlak irâdesine karşı savaşanlardan insanî davranışlar beklenemez. Müslümanlar, günahkârların bağışlanmasını ve iyiliklerini dileyebilirler, ancak, müşrikler için böyle bir talepte bulunamazlar.
Müslümanlar, ortak ilkeler etrafında, ortak amaçları gerçekleştirmek üzere toplanan bir cemaat/ümmettir. İslâm ümmeti; ırk, renk, dil ve kültür sınırlarını aşan bir bilinci temsil etmektedir. Hiçbir müslüman, insanî ilişkiler çerçevesinde hiçbir insanın etnik kökenini araştırma ihtiyacı duymaz.
İçerisinde yaşadığımız dünya hakkındaki bilgilerimizin dünya çapında bir ilgi/dikkat üzerinde temellendirilmesi ümmet bilincinin bir gereğidir. İlgilerimizi, ümmet çapında genişletmek, düşünce, kültür ve bilinç alışverişini hızlandırmak, düşünsel ufkumuzun, anlayış, birikim ve gücümüzün zenginleşmesini sağlayacaktır. Ümmet bilincinin yenilenebilmesi için, önce insanın yenilenmesi gerekmektedir. Ümmet bilinci, bütün bir insanlığa açık bir bilinçtir.
Ulusalcı açılarla ortak insanlık kültürüne ulaşılamaz. Ulusal açılarla insanlık kültürü değerlendirilemez. Ulusal yaklaşımlarla insanlık sorunları çözümlenemez, insanlık acıları sonuçlandırılamaz. Ulusalcı her arayış ve çözümleme, insanı insanlık dünyasından soyutlar. Ulusal kimlik, ulusal kişilik, boyutsuz, derinliksiz bir kimlik ve kişiliktir. İnsanî anlamlar, insanî değerler ve insanî ufuklar, yalnızca bir ulus için değil; bütün bir insanlık içindir. Tarih boyunca bütün ulusçu hareketler, insanî temeller üzerinde değil; efsânevî temeller üzerinde yapılandırılmıştır.
İslâm kültürü, dünya çapında bir kültürdür; insanlık çapında bir kültürdür. İslâm ümmeti, insanları ırkları söz konusu olmaksızın bünyesi içerisine alır. İçerisinde yaşadığımız dünyada kültürün laikleşmesi, değersizliği, zevksizliği, bayağılığı, yapaylığı ve yüzeyselliği doğurmuştur. Bugünün dünyasında belirleyici tek unsur, fiziksel güçtür. Modern insan, içi boş kimi tanımlara/kavramlara
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tapınmakta, kalıplar ve klişelerle düşünmektedir. Kalıplara ve klişelere şartlandırılan yığınlar, bu yolla etkisizleştirilmekte ve köleleştirilmektedir. Günümüz insanının bütün ufku, fizik dünya ile sınırlıdır.
Modern emperyalizm yoluyla sömürge haline getirilen müslümanların yaşadığı ülkelerde gerçekleştirilen yapısal kimi değişiklikler; müslüman toplumları Batılı kavram ve kurumlara bağımlı kıldı. Bu ülkelerde kavram ve kurumlarla başlayan bağımlılık, daha sonra siyasal yönetimin ve yönetici kadroların da sömürgecilerin denetimi altına girmesi sonucunu doğurdu. Müslümanların yaşadığı ülkeler, kendi halklarına bütünüyle yabancılaşmış, halklarla ve halkların değerleriyle ilgileri kopmuş, Batının ideallerini ve çıkarlarını benimseyen/savunan yöneticiler tarafından yönetilmektedir.
Günümüz dünyasında İslâm, bir mâneviyat ve kültür olarak dolaşımdadır. İslâm, siyasal/toplumsal bir sistem olarak, daha çok, gençlik çevrelerinde telaffuz edilmektedir. İslâm dünyasında İslâm’ın evrensel dili daha çok, genç kesimlerin kullandığı bir dildir. Müslüman gençlik, özellikle İslâm’ın özgün temelleri üzerinde yoğunlaşmakta, ulusalcı açıları, mezhepçi açıları aşmaya çalışmakta, ümmet ufkuna daha çok yaklaşmaktadır. İslâm gençliği bir yanda kendi evrensel değerleriyle bütünleşirken, bir diğer yanda da içerisinde yaşadığı çatıyı, dünyayı, hayatı tanımaya çalışmaktadır.
Bugün İslâm dünyası, ümmet çapında bir arayış içerisindedir. Bu arayış, zengin bir kültürel temele sahip bulunmakla birlikte, henüz güçlü siyasal zeminlere, perspektiflere, programlara sahip değildir. Yerel anlayış biçimleriyle sınırlı İslâmî oluşumlar nedeniyle, İslâmî arayış, ümmet çapında ortak bir yöntem dili gerçekleştirememiştir. Ümmet bilincinin yeniden tesis edilmesi, İslâmî arayışların dünya çapında etkili sonuçlar vermesini sağlayacaktır.
Ümmet bilincinin, ahlâkının, dilinin ve dayanışmasının yeniden kuruluşu sorunu, bugün müslüman halkların en önemli, en hayatî sorunudur. İslâm dünyasında yeni bir toplumsal yapı; hareketli, açık görüşlü, katılımcı bir cemaatçilikle birlikte, paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı kardeşlikle inşâ edilecektir. Siyasal anlamda bir İslâmî mücâdele sürecine girmeden önce, bütün İslâmî anlamları içtenlikle yaşatan ve savunan bir İslâmî toplumun gerçekleştirilmesi gerekir.
Ümmet kurumunun yeniden siyasal anlamda hayat bulması, bir düş ya da ütopya değildir. Temel İslâmî anlam ve amaçlar doğrultusunda bireysel ve toplumsal hayatın yeniden yapılandırılması, ümmet planında yaşanacak bir gelecek için önemli bir başlangıçtır. Bugün İslâm dünyasında halklar, genellikle devletin öngördüğü din anlayışına bağlıdır. İslâm dünyasında devletler, dini hem devletin çıkarları için, hem de ilgili ülkelerin ve ulusların ulusal çıkarları için bir araç olarak kullanıyor. Böylece, bütün bir insanlığın ruhu olması gereken “din”, her ulus tarafından bölücü milliyetçilik akımlarını desteklemeye memur ediliyor.
Gerek resmî/ücretli “din adamları” denen kişiler ve gerekse modernist akımın içerisinde yer alan unsurlar, her ülkede statükonun araçları ve sesidirler. Bunlar her durumda geleneği ve muhâfazakârlığı savunurlar. Bu kesimlerin her çabası, ulusal devletin müslümanlar aleyhinde güçlenmesine katkıda bulunur. Bu kesimler, müslüman kitleleri İslâm’ın siyasal ve toplumsal amaçları dışında şekillendirmek için olağanüstü çabalar harcar. Her resmî ve modernist akım, İslâm’ın siyasal
ÜMMET
- 315 -
mücâdelesini düşmanca bir tavırla karşılamaktadır.
Müslüman toplamlarda en kuşatıcı, en genel, en derin bağlar; ümmet bilinci yoluyla sağlanmıştı. Bu toplumlar üzerinde yıkıcı etkileri olan sömürgecilik hareketleri; laikleşme, modernleşme ve milliyetçilik akımlarını doğurdu. Bu akımlar, ümmet ahlâkını parçalayan en önemli etkenler arasındadır.
Sömürge sonrası dönemde kurulan ulus devletler, yalnızca devlet ve ulusun çıkarlarıyla bütünleşen bir “din” anlayışını kurumlaştırarak, ümmet ruhuna büyük bir darbe indirdiler. Ulus-devlet döneminde ulusal/yerel kültür, dinin yerine geçti. İslâm da, bu yerel kültürün bir parçası sayıldı. Ümmet bilincinin parçalanması, müslüman gücünün de parçalanması sonucunu doğurdu. Bugün, müslüman toplumda ve müslümanların yaşadıkları ülkelerde Batının denetimi etkili bir şekilde sürüyor. Bu toplarda Batının kültürel ve siyasal yayılmacılığı devam ediyor. Bu toplumlar, kendi gerçekleriyle ilgili kararlar alamıyorlar. Bu toplumlarda her alanda gelişmeleri Batılılar belirliyor.
Müslümanların kendi toplumlarında her tür denetimi yitirmiş olmaları gerçeği üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekiyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, emperyalizme karşı mücâdele veren yerel İslâmî direniş hareketleri, ümmet çapında bir destek alamıyor. İslâm dünyası diye adlandırılan kesimde emperyalistlerin çıkarlarına göre şekillenen siyasal birimler, bugün de aynı çıkarlara hizmet ediyor.
Müslümanlar, yirminci yüzyıl boyunca yurtlarını/topraklarını askerî işgallerden kurtarmayı (Filistin dışında) başardılar; ancak, bu topraklar siyasal işgallerden kurtarılamadı.
Ümmet bilincinin zayıflamasıyla birlikte, siyasal bilinç de büyük ölçüde zayıfladı. Ümmet bilincini, tarih boyunca tahrip eden iç ve dış olgular, bugün de varlığını koruyor. İslâm ümmeti, bugün yapısal bir bunalım içerisindedir. Bu bunalımı aşmak için, bunalımı doğuran nedenlerle güçlü bir hesaplaşmaya girmek gerekir. Günümüzde dünya müslümanlığı, modern dünya karşısında tavırsızdır. Bu dünya ile hesaplaşmayı düşünmemektedir. İslâmî anlamları yıkan, yok eden bir dünya ile hesaplaşma çabası içerisinde bulunan müslümanlar, gelenekçi, görenekçi, mistik yapılar tarafından yalnızlaştırılmakta ve dışlanmaktadır.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde müslümanlar olarak yeni bir dönüşüm süreci içerisinde bulunuyoruz. Bu dönüşüm süreci içerisinde müslümanlar, dünyanın dışında kalan bir kültürle dünyanın değiştirilemeyeceğini öğreniyorlar. Bu süreç içerisinde müslümanlar, İslâm’ın geleneksel anlamıyla sadece bir din değil; hayatı ve dünyayı bütünüyle kuşatan bir varoluş tarzı olduğunu kavrıyorlar. Bu süreç içerisinde müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) yalnızca dinî bir önder olmayıp, aynı zamanda siyasal bir önder olduğunu, sosyal ve toplumsal bir düzenleyici olduğunu da anlıyorlar.
İslâm ümmeti bugün; düşünsel, kültürel, sosyal bir değişim özleminin içerisine girmiş bulunmaktadır. Değişim, ümmet bilincinin, ümmet ruhunun, ümmet ahlâkının bütüncül anlamda hayata çıkışıyla tamamlanacaktır. 1758
1758] Atasoy Müftüoğlu, Ümmet Bilinci
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Ümmet” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (51 yerde): 2/Bakara, 128, 134, 141, 143, 213; 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 113; 4/Nisâ, 41; 5/Mâide, 48, 66; 6/En’âm, 108; 7/A’râf, 34, 38, 159, 164, 181; 10/Yûnus, 19, 47, 49; 11/Hûd, 8, 118; 12/Yûsuf, 45; 13/Ra’d, 30; 15/Hıcr, 5; 16/Nahl, 36, 48, 89, 92, 92, 93, 120; 21/Enbiyâ, 92, 92; 22/Hac, 34, 67; 23/Mü’minûn, 43, 44, 52, 52; 27/Neml, 83, 28/Kasas, 23, 75; 35/Fâtır, 24; 40/Mü’min, 5; 42/Şûrâ, 8; 43/Zuhruf, 22, 23, 33; 45/Câsiye, 28, 28.
B- “Ümmet” Kelimesinin Çoğulu Olan “Ümem” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 yerde): 6/En’âm, 38, 42; 7/A’râf, 38, 160, 168; 11/Hûd, 48, 48; 13/Ra’d, 30; 16/Nahl, 63; 29/Ankebût, 18; 35/Fâtır, 42; 41/Fussılet, 25; 46/Ahkaf, 18.
Ümmet Kavramıyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Tevhid 29, 31, 33, 47; Buhârî, İcâre 11; Mevâkîtu’s-Salât 17; İcâre, 8, 9; Enbiyâ, 50; Fezâilu’l-Kur’an 1, 17; İ’tisâm 1, 2, 10; Menâkıb 27; Tefsir sûre 17, 11.
Müslim, İman 153, hadis no: 94; İman 239, hadis no: 152; İman 247; Fiten 19; hadis no: 2889; Fiten 20, hadis no: 2890; Cenâiz 9, hadis no: 934; İmâret 171, hadis no: 1921; Fezâil 24, hadis no: 2288; Selâm 148.
Tirmizî, Fiten 14, hadis no: 2177; İman 18, hadis no: 2646; Emsâl 6, hadis no: 2873; Emsâl 7, hadis no: 2875; Tefsir Âl-i İmrân, hadis no: 3004; Tefsir Enfâl, hadis no: 3082; Kıyâmet 11, hadis no: 2442; Salât 427, hadis no: 607; Sayd, 16, 17.
Nesâî, Sayd 10.
Ebû Dâvud, Fiten 1, hadis no: 4252, 4253; Fiten, hadis no: 4277; Edâhî, 22.
İbn Mâce, Zühd 34, hadis no: 4288, Sayd 2.
Ahmed bin Hanbel, 5/383.
Kütüb-i Sitte Muht. Terc. c. 17, s. 603
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 420
2. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 342
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 287-291
4. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. c. 3, s. 367-368
5. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Nureddin Turgay,) c. 6, s. 268-269
6. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Nurettin Yıldız,) Risale Y. c. 4, s. 195-198
7. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 169-172
8. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 728-731
9. Dirilişin Çevresinde, Sezai Karakoç, Diriliş Y. s. 103-110
10. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-218
11. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 153-154
12. Türkiye’de İslâm ve Irkçılık Meselesi, M. Ertuğrul Düzdağ, Cihad Y. s. 324-348
13. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s. 536-537, Nil Y. s. 554-559
14. İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
15. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 37-47
16. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
17. Ümmet ve Ulus Kimliklerin Çatışması, Abdullah Ahsen, Çev. Kemal Çayır, İnkılâb Y.
18. Ümmet ve İmâmet, Ali Şeriati, Çev. Ahmet Sait, Fecr Y.
19. Ümmet ve Uygarlık Krizi, A. Ebû Süleyman, Çev. Alim Güner, Akabe Y.
20. Ümmeti Yıkan İthal Çözümler, Yusuf Kardavi, Çev. Resül Tosun, Akabe Y.
21. Ümmet ve Yahûdiler, Mustafa Yalçın, İlke Y.
22. İslâm Toplumu, Mücteba Uğur, Çağrı Y.
23. İslâm Toplumuna Doğru, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
24. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyit Kutub, İslâmoğlu Y.
25. İslâmî Topluma Doğru, Reyyan Şerif, Akabe Y.
ÜMMET
- 317 -
26. İslâm Toplumunun Oluşumu, Said Ramazan Bûtî, Şûrâ Y.
27. İslâm’da Ferd ve Cemiyet, Muhammed Kutup, Hikmet Y.
28. İslâm’da Toplum Düzeni, Muhammed Ebû Zehra, Kayıhan Y.
29. İslâm’da Sosyal Düzen, Mustafa Râfii, Fikir Y.
30. İslâmî Şahsiyet ve Toplumsal Değişim, Mehmet Pamak, Buruc Y.
31. Örnek İslâm Toplumu, Muhammed Kutup, Risale Y.
32. Özlenen İslâm Toplumu, Seyyid Kutup, Kültür Basın Yay. Birliği
33. Siyasal ve Sosyal Boyutlarıyla İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
34. Sosyalleşme, Sosyal Gelişme ve İslâm, İzzet Er, Furkan Y.
35. Dünya İslâm Birliği, Muhammed Ebû Zehra, Esra Y.
36. İslâm Dünyasına Siyasi Bakışlar, Âsaf Hüseyin, İz Y.
37. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
38. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
39. Bir İman Toplumu Olarak Ümmet, Vahdettin Işık, Haksöz Dergisi, sayı 60 (Mart 1996)
40. Ümmet ve İmâmet Soruşturması, Tevhid Dergisi, sayı 18, 19, 20, Haz, Tem, Ağustos 1991

 
Cumartesi, 06 Şubat 2021 22:11

ULU’L-EMR

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

ULU’L-EMR


- 249 -
Kavram no 184
İmtihan 14
Görevlerimiz 46
Bk. İtaat-İsyan; Bey’at; İmam; Halife
ULU’L-EMR


• Ulu’l-Emr; Anlam ve Mâhiyeti
• Ardından Ağıt Yakmak İçin Değil; Muhteşem Dönüşünü Hızlandırmak İçin HİLÂFET
• İslâm Devlet Başkanı Olarak Ulu’l-Emr Ya da Halife
• Ulu’l-Emrin Görevleri
• Râşid Halifeler; Örnek Ulu’l-Emrler
• İmam; Ulu’l-Emr’in Diğer Adı
• Başında Ulu’l-Emr Olan İslâm Devletinin Temel Özellikleri
• Kur’ân-ı Kerim’de Ulu’l-Emr
• Hadis-i Şeriflerde Ulu’l-Emr
• Ulu’l-Emr, Halife Ya da İmam Denilen Müslümanların Liderinin Önemi
• İzinden Gidilen Ulu’l-Emirler/Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
• Zâlim ve Fâsık Ulu’l-Emrin İmâmeti
• Zâlim ve Fâsık Ulu’l-Emre/İmama Karşı Kıyam Hakkı
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulu’l-emre (emir sahiplerine/idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 1516
Ulu’l-Emr; Anlam ve Mâhiyeti
Ulu’l-Emr; emir sahipleri demektir. Ulu’l-emr kavramı, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, hemen onu Allah’a ve Rasûlüne arzedin, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan kimselerdenseniz...”1517 anlamındaki âyette geçer. Ayette geçen “ulu'lemr“ (emir sahipleri)'nin kimleri kasteddiği konusunda görüş birliği yoktur. Sahâbî ve tâbiûn ile müfessirlerin bu konudaki görüşleri beş maddede toplanabilir:
a) Ulu’l-emr, râşid halifelerdir.
b) Ulu’l-emr, ordu komutanlarıdır.
c) Ulu’l-emr, şer’î hükümler konusunda fetva veren müctehid bilginlerdir.
d) Ulu’l-emr, ehl-i hall ve'l-akd denilen müctehid bilginlerin icmalarıdır.
1516] 4/Nisâ, 59
1517] 4/Nisâ, 59
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
e) Ulu’l-emr, imamlar, fâzıl ve âdil fakihlerdir.
Çağdaş İslâm bilginleri, kavramı hemen bütün görüşleri içine alacak denli geniş kapsamlı bir tanımlama yoluna gitmişlerdir. Örneğin Mevdûdi, “Müslümanların herhangi bir işinin başında olan herkesi kapsar. Din âlimleri, düşünürler, politik liderler, yöneticiler, mahkemelerdeki kadılar, kabile başkanları ve buna benzer kimseler”1518 şeklinde açıklar.
Klasik tefsirlerde aktarılan beş görüş, iki temel görüşe indirgenebilir. Bu iki görüş, ulu’l-emrin âlimler ve yöneticiler olduğu yolundaki görüşlerdir. Ebû Bekr er-Râzî tarafından savunulan icmâ görüşü, bu görüşlerin dışında kalır. Şiilerce savunulan görüş ise, ulu’l-emrin âlimler olduğu görüşü ile yöneticiler olduğu görüşünü dolaylı olarak içine alır.
Ulu’l-emrin âlimler olduğu yolundaki görüş, birçok sahâbe ve tâbiînden nakledilir. Müfessirlerden, hatta hukukçulardan önemli bir kesim de bu görüşü benimserler. Ne var ki bu görüş içinde “itaat“ konusu yeterince açıklanabilmiş değildir. Emir sahibi, yaptırım gücünü de elinde bulundurmalıdır. Oysa âlimlerin halk üzerinde bağlayıcı bir emir ve yetkisi yoktur. İtaat söz konusu olduğunda, ister istemez, ulu’l-emrin yöneticiler olduğu görüşü ağırlık kazanır. Bu görüş, yöneticilere itaatin gerekliliğini belirten çok sayıda hadisle de desteklenir. Özellikle İslâm siyaset bilimcileri, yöneticiler olarak kabul ettikleri ulu’l-emr'e itaat konusunu ayrıntılı biçimde incelemişler, bu itaatin sınırlarını, şartlarını tesbit etmişlerdir.
Fahreddin Râzî'ye göre, ulu’l-emrin yöneticiler olarak kabul edilmesi durumunda ortaya önemli bir sorun çıkar. Çünkü ilgili âyet, ulu’l-emre itaati mutlak biçimde, hiçbir kayıt ve şarta bağlamadan emretmektedir. Böyle bir emir, ancak günahlardan korunmuş, masum bir insan hakkında söz konusu olabilir. Aksi durumda yöneticilere masiyette de itaat edilmesi emredilmiş olmaktadır. Tüm ümmetin masum insanı tanıması mümkün olamayacağına göre, âyetteki ulu’l-emrin bir insan, bir yönetici olması mümkün değildir. Öyleyse, âyetin kasdettiği ulu’l-emr, ehl-i hal ve'l-akd denilen müctehid bilginler topluluğunun ortak kararı, yani icmadır. Böyle bir icma, Kur'an ve Sünnet'ten sonra üçüncü kaynağı oluşturduğundan herkesin kayıtsız şartsız uyması, itaat etmesi gerekir.
Şîî bilginler de âyetteki emrin niteliğinde er-Râzî ile birleşirler. Onlara göre de böyle bir emir ancak masumlar için söz konusu olâbilir ve bu nedenle âyetteki ulu’l-emrden maksat, masum imamlardır. Bunların tanınması ise, önceki imamın açıklamasına bağlıdır. Ulu’l-emr, masum imamlardan sonra, onların temsilcisi olan âdil ve âlim fakihleri belirtir. Bu da imamların rivâyetleri ile açıklanmıştır. Bu nedenle, masum imamlara nasıl itaat edilmesi gerekiyorsa, onlardan sonra yönetim yetkisini ellerinde tutan âdil fakihlere de öyle itaat edilmelidir. Ancak fakihlere itaat, onların adâlet niteliği ile kayıtlıdır. Fısk işleyen fakih, yönetim yetkisini, dolayısıyla itaat hakkını kaybeder.
Ehl-i sünnet bilginleri, âyetteki ulu’l-emri yöneticiler olarak yorumlarken buradaki itaati de tanımlayıp sınırlandırmışlardır. İlke olarak, yöneticilere itaat farzdır. Fakat yöneticiden Allah'a isyan anlamına gelecek bir emir çıkması durumunda, müminlerden itaat yükümlülüğü düşer. Buna karşılık aynı yöneticinin
1518] Tefhîmu’l-Kur’an, İstanbul 1991, I, 371
ULU’L-EMR
- 251 -
Kur'an ve Sünnet'e uygun emirlerine uyulması gerekir. Fısk işlemesi halinde yöneticinin velayet yetkisi düşer. Eğer görevden alınması mümkünse, görevden alınmalıdır. Ama mümkün değilse, toplum düzeninin bozulmaması için, zorla görevden almaya, isyan etmeye kalkışılmamalıdır. 1519
Ulu’l-emre İtaat: Dinimiz, ulu’l-emr yani emir verme yetkisi olanlara itaat etmeyi, İslâmî siyasetin mühim bir prensibi yapmıştır. Ayet-i kerime, itaat edilecek ulu’l-emrin Müslüman olmasını şart koyar. 1520
İtaatle İlgili Bazı Meseleler: Ulu’l-emre itaat bahsi, her devirde ehemmiyetini koruyan dinî mevzulardan biridir. Bu sebeple mevzuya giren bazı meseleleri âyet ve hadislerin ışığı altında biraz daha açmada fayda vardır.
Kur’ân-ı Kerim ve İtaat: Kur’ân, birçok âyetlerinde bu meseleyi de alır. Esasen Müslüman, zımnen, Allah’ın emirlerine itaat etmeyi peşinen kabul etmiş insan demektir. “Kaalû belâ” diye bilinen ruhlardan alınan misakın mâhiyeti de temelde itaate dayanır: Ulûhiyet’e emir, ubûdiyete itaat düşmektedir. Yani Allah emredecek, kul da itaat edecektir. İslâm’ın özü, bu emir-itaat sırrında düğümlenmektedir.
Dinin hakiki mânâda tezâhürü, mü’min kişiye vaad edilen, dünyevî ve uhrevî yardım, zafer, mükâfat ve nimetler hep bu “itaat” vazifesinin yerine getirilmesine bağlanmıştır. Dünyevî saâdet, sosyal terakki, ferdî kemâlât hepsi “itaat“ keyfiyyetine bağlıdır. Allah'a hakiki mânâda itaat etmeyen kimse veya toplum, dinin vaadettiği dünyevî ve uhrevî mükâfatları beklemeye hak sahibi değildir:
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ ne itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetine koyar.” 1521
“Kimler Allah’a ve Rasûl’e itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine nimet verdiği kimselerle beraber olur.” 1522
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat eder, Allah’tan korkar ve çekinirse işte onlar kurtuluşa erenler (üstün gelenler)dir.” 1523
“Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız (gücünüz kesilip) gider. Bir de sabır (ve sebat) edin (katlanın). Çünkü Allah sabredenlerle berâberdir.” 1524
İtaat Edilecek Üç Makam: İslâm dini itaat edilecek üç makam gösterir: Allah, Allah’ın Rasûlü ve ulu’l-emr. İlk ikisine itaati, yanyana ve mükerrer seferler bizzat Kur'ân-ı Kerim dile getirir. Zira esas itaat Allah ve Rasûlü’ne olan itaattir. Ulu’l-emre (yani müslüman otoriteye) olan itaat ise, onların emirleri Allah ve Rasûlü’nün emirlerine uyduğu, muvâfık düştüğü takdirde meşrûdur, mûteberdir. Bununla beraber, Kur’ân-ı Kerim’de bir kerede bu üç makam beraberce zikredilerek itaat emredilir: “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulu’l-emre/emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz onu Allah'a
1519] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 248-249
1520] 4/Nisa, 59
1521] 4/Nisâ, 13
1522] 4/Nisâ, 69
1523] 24/Nûr, 52
1524] 8/Enfâl, 46
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve Peygamber'e döndürün, eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.“ 1525
Ulu’l-emr: Halkımızın diline ulu’l-emr olarak, Kur’ân’daki şekliyle girmiş olan bu tâbire bazen “emir sahibi”, bazen “veliyyü’l-emr” şeklinde de rastlarız. Aynı mânâda olmak üzere halîfe, imam gibi tâbirlerin kullanıldığına da rastlanır.
Sahâbe ve Tâbiîn’den bu yana ulu’l-emrden kastedilen kimseler hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısmı bununla “ulemâ”nın kastedildiğini söylerken, diğer bir kısmı “ümerâ”nın kastedildiğini ileri sürmüştür. Bundan sadece Sahâbe’yi anlayanlar da olduğu gibi, İslâm devletinde görevli bütün memurları (vülât) anlayanlar da olmuştur.
Nevevî daha pratik bir târif kaydeder: “Ulu’l-emr, ümerâ ve vâlilerden, itaat edilmesi Allah tarafından vâcip kılınmış olan herkestir.” Ve bu târifin, halef ve selef -müfessir, fakîh vs. her çeşit âlimin ortak görüşü olduğunu belirtir.
Ömer Nasûhi Bilmen, fıkıh ıstılâhı olarak ulu’l-emr'i şöyle târif eder: “Ya İslâm cemaatinin intihâbiyle veya kendisinin kuvvet ve nüfûzuyla hâkimiyyet makamını ihrâz edip, Müslümanların bir emniyet ve selâmet dâiresinde yaşamalarını te'mine muvaffak olan herhangi bir müslim zattır.“
Burada görüldüğü gibi, umûmiyetle devlet reisi kastedilmekle birlikte, yerine göre, bugünkü tâbirle “otorite” denilen devleti temsil durumundaki etkili ve yetkili herkes için ulu’l-emr tâbiri ıtlak olunabilir ve olunmaktadır. Şu halde imam, halife, emîr, âmil, me’mur, âmir vs. gibi kelimelerin her biri ulu’l-emr mefhumunu ifade eder. 1526
Ulu’l-emr Etrafında Birlik: Hz. Peygamber (s.a.s.) İslâm toplumunun bütünlük ve haşmetini, sulh ve saâdetini, bir reis etrafında meydana getirilecek birlik ve berâberlikte gördüğü için, lisanının bütün belâgat ve talâkatı ile bir imam (ulu’l-emr) etrafında toplanmaya teşvik etmiş; bölünüp dağılmaları, birlik ve cemaatten ayrılmaları şiddetle takbih etmiş, ayrılanları kınamış, tehdit ve terhîbde bulunmuştur. İmam etrafında teşekkül etmesi istenen bu birlik ve beraberlik her şeyden önce imama itaate bağlıdır.
Buhârî’nin Enes’ten (r.a.) kaydettiği bir rivâyette: “Üzerinize, başı, kuru üzüm gibi siyah Habeşli bir köle bile tâyin edilse dinleyin ve itaat edin” denmektedir. Müslim’in kaydettiği bir rivâyette, Ebû Zerr: “Halîlim (Hz. Peygamber) bana: ‘Kolları kesik bir köle bile olsa emîri dinleyip itaat etmemi’ tavsiye etti” demektedir.
Şârihler, gerek “kuru üzüm“, gerekse “kolları kesik” tâbirleriyle emîrin nesebce düşük, görünüşçe çirkinliğinin ifade edilmek istendiğini, yani emîre nesep ve fizyonomisine bakılmadan itaat etmek gerektiğini söylerler.
Bir diğer rivâyet de şöyledir: “...Üzerinize, emîr olarak, bir Habeşli köle bile tayin edilse onu dinleyin ve itaat edin. Sizden biri İslâm’ı ile boynunun vurulması arasında muhayyer bırakılmadıkça itaate devam etsin. Böyle bir durumda boynunu uzatsın. Anasız kalasıca, dini gittikten sonra, onun ne dünyası kalır, ne de âhireti.”
Şu hadiste imama isyan, kıyâmet alâmeti olarak zikredilir: “Nefsimi elinde
1525] 4/Nisâ, 59
1526] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 5/62-64
ULU’L-EMR
- 253 -
tutan Zât-ı Zülcelâl'e kasem ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, birbirinize kılıç çekmedikce ve dünyanıza şerirleriniz reis olmadıkça kıyâmet kopmaz.“
Bazı rivâyetlerde emîre itaat Allah’a itaatle aynı ayarda tutulmaktadır: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyân ederse Allah’a isyân etmiş olur. Emîrime kim itaat ederse bana itaat etmiş olur. Emîrime kim isyan ederse, bana isyân etmiş olur.” 1527
Biat Şartı İtaat: Bir kısım rivâyetler, ilk Müslümanlar ile biat akdi yaparken, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) onlara her hâl ü kârda itaat etmeyi şart koştuğunu göstermektedir. Müslümanlığının kabul edilmesi için teklif edilen ilk şartlar arasında bunun zikri, otorite ve itaatten yoksun o devir Araplarının nazarında itaatin ehemmiyetini tesbit gâyesini gütmelidir: Übâdetü’bnü’s-Sâmit der ki: “Biz, Allah Rasûlü’ne, kolaylıkta olsun, zorlukta olsun; gönlünümüzün hoşuna giden şeylerde olsun, hoşuna gitmeyen şeylerde olsun... itaat etmek üzere biat ettik.” 1528
Hoşa Gitmese de İtaat: Sâdece yukarıda kaydettiğimiz Übâdetü’bnüs-Sâmit rivâyetinde değil, başka sahâbîlerden de gelen biatla alâkalı pek çok rivâyette, Hz. Peygamber’in itaat şartını koşarken verilen emir hoşa gitse de, gitmese de, içinde bulunulan şartlar bolluk veya darlık her ne olursa olsun, imamdan küfrünü gerektiren bir hâl zâhir olmadıkça “itaat etmek“ şartını çok vâzıh olarak duyurduğunu görmekteyiz. 1529
Allah İçin Biat: Her hâl ve şartta itaatin gerçekleşmesi için, Hz. Peygamber (s.a.s.) bey’at (biat) ve itaatin sırf Allah rızâsı için yapılması, buna dünyevî bir maksad dâhil edilmemesi için başkaca tenbihlerde bulunmuştur. Allah rızâsından başka, dünyevî bir maksatla bey'atta bulunanlar hakkında şiddetli tevbih ve kınamalar gelmiştir: “Üç kişi vardır ki, Allah Kıyâmet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara acıklı bir azâb vardır... (Bunlardan biri de:) Sırf dünyevî bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sâdıktır vermezse sâdık değildir.”1530 Yani, özetle, Müslümanların imâmına, mâsiyet olmayan, yani Allah’a isyâna götürmeyen hususlarda itaat farzdır.
İslâm Devlet Başkanı Olarak Ulu’l-Emr ya da Halife
Siyasî anlamda “halîfe” veya “ulu’l-emr”: Bey’at sonucu mü’minler adına tasarruf (yönetme) yetkisine sahip olan ve Allah’ın indirdiği ahkâmın adâlet ve istişâre ile tatbikini sağlayan kimse demektir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Ulu’l-Emr veya Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; imam veya halife denen ulu’l-emr küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icrâ edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla
1527] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 33; Nesâî, Bey’at 26; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 5/64-65
1528] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 5/65
1529] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 5/65
1530] Buhârî, Şirb 2, Hiyel 12; Müslim, İman 173, h. no: 108; Ebû Dâvud, Büyû’ 62, h. no: 3474, 3475; Nesâî, Büyû’ 6, h. no: 7, 247
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istişâre ederek icrâ eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmaz olan temel esaslar: Bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adâlet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûrâ prensipleridir. Bey’atla işbaşına gelmeyen, adâlet ve şûrâ prensiplerine yeterince uymayan kişi, müslümanların ulu’l-emri olamaz.
Ulu’l-Emrin Görevleri
1- Allah’ın hükümlerini tatbik etmek,
2- Namazları, özellikle Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
3- Zekât ve diğer vergileri toplamak,
4- Kadıları (hâkimleri) ve valileri tâyin etmek,
5- İslâm devletinde yaşayan fertlerin malını, canını, dinini, ahlâkını, neslini korumak,
6- İslâm devletinin sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
7- Orduları hazırlamak, seferberlik emri vermek, komutan tayin etmek ve gerekirse
komutanlık yapmak,
8- İslâm devleti içinde zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi olanlara yardım etmek,
9- İslâm devletinde yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek ve fitneleri engellemek.
Hz. Peygamber, hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk İslâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problemle karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Peygamberimiz, kendisinden sonraki halifeyi/ulu’l-emri belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle son bulmuştur. Hz. Ebû Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “İnsanlar! Sizin en iyiniz olmadığım halde başınıza getirildim. İyi davranırsam bana yardımcı olun; saparsam düzeltin beni. Doğruluk emanet, yalan hıyânettir. İçinizdeki güçsüz, hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. İçinizdeki güçlü de, Allah’ın izniyle hakkı ondan alınıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Sizden kimse cihadı terketmesin; çünkü onu terkeden bir kavmi, muhakkak Allah zillete düşürmüştür. Allah'a ve Rasûlüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam, bana itaatiniz gerekmez!” Hilâfet kurumunda bu ilk mesaj, bir yandan onun kişiliğini ve görev anlayışını dile getirirken; bir yandan da, “hilâfet”in hangi temellere dayandığını ve varlık gâyesini açıklamaktadır.
ULU’L-EMR
- 255 -
Râşid Halifeler; Örnek Ulu’l-Emrler
Rasûl-i Ekrem’den sonra, müslümanların devlet ve hükümet reisine “Rasûlullah’a halef olan” anlamında “halife” denmiştir. Bu halifelerin ilk dördü hemen her yönüyle örnek halifelerdir. Bunlara hulefâ-i râşidîn/râşid halifeler denir.
Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra gelen ilk dört halifenin hilâfet süreleri, Saâdet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları İslâm hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygamber’e zaman itibariyle en yakın olmak, O’nun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların hem veliyyü’l-emr olarak mü’minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslâm’ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Mesela, Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer’in (r.a.) Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali’nin (r.a.) Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında olduğu gibi, sonra bunlardan çıkarılan sonuç ve hükümlerle ilgileri bakımından oldukça önemlidir.
Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşılıyordu ve bunların İslâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz.Peygamber’in vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebû Bekir'den sonra gelen diğer üç halife de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlar İslâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise İslâm'ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır. Hulefâi Râşidîn’den sonra Muaviye’nin hilâfete geçmesiyle birlikte, hilâfetin tarihinde saltanatın egemenliği de başlamış olur. Artık, 4 halifeden sonra kâmil anlamda halifelik değil; eksik halifelik veya ismi halifelik olan saltanat başlamış oldu. Emevîlerden toplam 14 halife/sultan işbaşına geçti. Emevilerden sonra Abbasilerin uzun saltanat dönemleri başlar. Abbasilerden de toplam 37 halife/sultan hüküm sürmüştür. Abbasilerden sonra, 1924’teki ilgâsına kadar hilâfet Osmanlılarda kaldı. 29 halife/padişahın idaresindeki Osmanlılardaki hilâfet de ondan öncekilerden pek farklı değildi. Hilâfet kurumu, 23 Mart 1924’de T.B.M.M.’nin 431 nolu kanunuyla tam 1293 yıl devam ettikten sonra şimdilik tarihe terkedilmiştir.
Hilâfetin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Halife, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır; bu kurumun halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişâre ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır.
Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atla başa geçen halifelik/imamlık, adâlet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûrâ prensipleridir. 1531
Kur’ân-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan (müslüman) emir sahiplerine (ulu’l-emre) de itaat edin. Eğer bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, onu (ihtilaf konusunu Allah’a ve Rasûlüne havâle edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız (böyle yapın). Bu hem hayırlı, hem netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene de Senden evvel indirilmiş olan (kitap)lara da iman ettiklerini boş yere iddia edenlere bir bakmadın mı ki; onu inkâr etmeleriyle emrolundukları halde, yine tâğutun huzurunda muhakeme edilmelerini arzu ediyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapkınlıkla büsbütün saptırmak ister.” 1532 Mü'minlerin kime, hangi şartlarda ve nasıl itaat edecekleri, neyi kesinlikle reddedecekleri burada açıkça izah olunmuştur. Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), “Kim ulu’l-emre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah’a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ulu’l-emre) beyatı olmayarak ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.” 1533 buyurduğu rivâyet edilmiştir. İslâmî eserlerde “halife”, “imam”, “ulu’l-emr” kavramları hep aynı mâhiyeti beyan için kullanılmıştır.
Hanefi fıkıh bilginlerinden İbn Hümam, mü'minlerin kendi içlerinden halife/imam seçmelerinin sebebi, İslâm'ın hükümlerini edâ etmek içindir demektedir.1534 İmam Nesefî de bu konuda şunları söyler: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan halifeyi/imamı seçilmiş görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halifedir. İmametin/hilâfetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse dinden çıkar. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek gibi... İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur (En-Nesefî, Bahrü’l-Kelâm fi Akaidi’l-Ehli’l-İslâm). Tarihî kaynaklarda, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in vefâtından sonra sahâbîlerin Rasûlullah’ı defnetmeden önce halife seçme hususunda titiz davrandığı kayıtlıdır.
Kâfirlerin, tâğutî güçlerin; Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kat’idir. Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilasına uğrarlarsa, kuvvetle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayn olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsi; “Cihaddan maksat; müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalıdır” der. İstila altında iken dahi mü’minlerin müstevlilerin liderine itaat etmeyip kendi içlerinden bir halife/imam seçmeleri vaciptir. 1535
1531] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 424
1532] 4/Nisâ, 59-60
1533] S. Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; ayrıca S. Buhari, Ahkâm, 8/105
1534] İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyere, s. 265
1535] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 181-182
ULU’L-EMR
- 257 -
İmam; Ulu’l-Emr’in Diğer Adı
“İmam” kelimesinin sözlük anlamı; önde olan, kendisine uyulan, önder, lider demektir. “İmam” kelimesi, anne demek olan “el-ümm” kelimesinden türemiştir. “Ümmet” kavramı da aynı köke dayalı olarak; bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan mânâsına gelir.
“İmam”, bir anlamda “ümmet”in önderidir. “İmam”, kendisine uyulan bir liderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat de bir imamın/önderin peşinde olduğu için “ümmet” adını almaktadır. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
İslâm hukukunda “imâmet”, dünyayı din ile idâre etmekte peygamberliğe vekâlet etmektir. Müslümanların işlerini yönetmek için Rasûlullah’a vekil olana da imam denir. “İmam”, müslümanların özel bir seçim sistemi olan “biat”ı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere denir. Bu mânâda ‘imam’, İslâm’la yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır. Bu imama “ulu’l-emr”, “halîfe”, “emîru’l-mü’minîn” de denilir. Mü’minler, kendi zamanlarında müslümanların serbest biatıyla (özel seçimiyle) iş başına gelen imama tâbi olmak durumundadırlar. Böyle bir imama biat etmeden ölen müslümanlar hata etmiş olurlar.
Namaz kıldırmak için önde olanlara da, “namaz imamı, namazda önder” denmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır. Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana, kök, asıl, önder) durumundaki imama yani cemaatin liderine uymaktadırlar.
Peygamberimiz’in kızı Hz. Fâtıma (r. anhâ) ile Hz. Ali’nin (r.a.) soyundan gelen önderlere de “imam” adı verilmektedir. Bu temiz soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir ki sayıları on iki tanedir.1536 İmam Ali, İmam Câfer-i Sâdık, İmam Zeynelâbidin gibi.
Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan bir cemaat olgusu (ümmet) söz konusudur. “İmam”, özet olarak, bir topluluğa önder olan demektir. Günümüz Türkiye’sinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca namaz/câmi imamlığı mânâsı kalmıştır. O da, çoğunluğun kafasında basit karşılığı olan bir kavramdır.
Görünen o ki, bugün paramparça olan İslâm ümmetini ilimde, siyasette ve toplumsal hayatta bir araya toplayacak müslüman imamlara -önderlere, rehberlere- ihtiyaç vardır. Müslümanların biatıyla (özel ve serbest tercih ve onaylamasıyla seçilmiş) halifelere de ‘imam’ denildiğini tekrar hatırlayalım. Müslümanlar, bu şekilde seçilmiş bir imamın önderliğinde her tür işlerini ve ibâdetlerini daha iyi yerine getirirler, yaşadıkları coğrafyayı daha iyi ıslah ve tanzim ederler.
Müslümanlar, her devirde bol miktarda meydanda olan “küfür ve şirk” imamlarını çok iyi tanımalı, onların peşinden gitmemelidir. Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya görüşlerine ve hayat anlayışlarına karşı dikkatli olmalıdır. 1537
1536] Bk. Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
1537] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 302
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rasûlullah’ın vefatını müteâkip ashâbın imam/halîfe seçtikleri ve İslâm ümmetinin imamsız bir zamanının geçmesine rızâ göstermedikleri tevâtüren sâbittir. Nitekim Hz. Ebûbekir, meşhur ilk hutbesinde buna işaret ederek diyordu ki; “Haberiniz olsun ki, Muhammed (s.a.s.) vefat etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise mutlaka ihtiyaç vardır.” Muhtemel bir zararın defedilmesi ve ümmetin çeşitli maslahatı bakımından da imam/halîfe seçilmesinin vâcip olduğunda icmâ edilmiştir. Bu nedenle herkes Hz. Ebûbekir’in sözünü yürekten kabul etmiştir. 1538
Taftazânî, şunları da söylemektedir: “İmâmet-i kübrâ meselesi, itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Fıkıh kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir başkana/imama mutlaka ihtiyaç vardır.1539 İmamın seçimi ise; “ehl-i hall ve’l-akd”in seçmesi ile olur. Diğer bir görüşe göre; daha evvelki imam tarafından bir tavsiye ile beraber halkın ileri gelenlerinin bey’atından ibârettir. Bu iki görüş arasında gerçekte büyük bir ayrılık yoktur. Bu ihtilâf, ilk halîfelerin tesbit tarzından ileri gelmektedir.
Müslümanların Ulu’l-emri Olan İmamda Aranan Şartlar: İmamın mükellef, müslüman, hür ve erkek olmasından başka şu şartları da taşıması gerekir:
1- İlim: İmâmete aday gösterilecek kimse, Allah’ın insanlara bildirdiği kanunlarını tam mânâsıyla bilip derinliğine nüfuz edecek kadar âlim olmalıdır.
2- Adâlet: İmamlığa aday olacak kimsenin âdil olması gerekir. Bu makam, adâletle iş görmesi gereken bütün diğer makamları idare ve kontrol eden bir makamdır. O halde imamın her şeyden evvel âdil olması gerekir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin, zâlilmlerin ta kendisi olduklarından1540 İmamların, Allah'ın hükmünü gereken titizlikle uygulamaları şarttır. Yine adâlet, fıskın (fâsıklığın) zıddı olduğundan, âdil olması gereken imamın, günahlarda ısrar eden veya büyük günah işleyen birisi olmaması gerekmektedir.
3- İktidar ve ehliyet: Dinin korunması, düşmanla savaş, Allah’ın hükmüne uygun çeşitli kanunların çıkarılması, İslâm’a uygun hükümlerin konulması ve şer’î cezaların (hadlerin) tatbik edilmesi gibi birçok hususta imamın, zamanında karar vermesi ve bu kararı yerinde tatbik edebilecek ehliyete ve fevkalâde bir siyâsî basîrete sahip olması gerekir. Bazı eserlerde ayrı birer sıfat olarak zikredilen cesaret, ictihad ve rey sahibi olması da iktidar ve ehliyetin içinde değerlendirilebilir.1541
4- Bünyesinin sağlam ve ârızâsız olması: İmâmet makamına gelecek kimsenin delilik, körlük, sağırlık, dilsizlik, iki el ve ayağının yokluğu gibi noksanlıklardan berî ve duyularının sağlam olması lâzımdır. Çünkü bu noksanlıklar, imamın üzerine aldığı işleri başaramamasının sebeplerindendir. Bu bakımdan eğer bu eksiklikler, şahsın sadece görünüşünü ilgilendiren cinsten ise, o zaman bu şart, bir kemal şartı olur.1542 Meselâ körlük, sağırlık, dilsizlik sebebiyle imam azledilir; fakat ağır işitmek ve kekemelik sebebiyle azledilemez.
1538] Taftazânî, Şerhu’l-Makasıd II/271
1539] Taftazânî, a.g.e. II/27
1540] 5/Mâide, 45
1541] Taftazânî, a.g.e. II/271
1542] İbn Haldun, Mukaddime I/342-343
ULU’L-EMR
- 259 -
İmâmet makamına gelecek kimsenin Kureyş’li olmasına gelince; “İmamlar Kureyştendir“ hadis-i şerifi ile ileri sürülen bu şartı, bazı âlimler, meselâ Ebûbekir Bâkıllâni gibi ilim adamları kabul etmemişlerdir.1543 Bu hususta İbn Haldun’un görüşü şudur: “Halîfenin/imamın Kureyş’ten olmasının şart koşulmasının asıl sebebi, Kureyş’in devleti idare ve koruma kudretine sahip olduğu ve çekişmeleri ortadan kaldırabildiği içindir. Şâri’, hüküm ve kaideleri yalnız bir kavim, bir asır ve sadece bir toplum için ortaya koymamıştır. Müslümanların idaresi başında bulunacak kavmin, devleti idare ve koruma kuvvetine sahip ve kendi zamanında diğer kavimlerden üstün olması şarttır. Şâri’in maksadı herhalde işte budur. Bu açıklamalardan halîfeliğin, her asırda Kureyş’e mahsus olacağı değil; her ülkenin o zamanda devleti idare etme kudretine sahip olan kavmin elinde olacağı anlaşılır ve o kavim devletin başına geçer.” 1544
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (emir sahiplerine) itaat edin.”1545 Bu âyet-i kerimeye göre, imama/halîfeye itaat farzdır. Yalnız, bu itaat imamın Allah’ın emrine uyması ile kayıtlanmıştır. “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.”1546 “Ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 1547
Eğer halîfe Allah’ın emrine uymazsa, kendisi ikaz edilir; dinlemezse azledilir. Nitekim Hz. Ebûbekir (siyasetin düsturu sayılan) meşhur ilk hutbesinde bu hususu şöyle açıklar: “Ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde başınıza geçmiş bulunuyorum. Eğer doğru yolda yürürsem bana yardım ediniz; doğrudan saparsam bana gerçek yolu gösteriniz. Doğruluk emânet; yalan ise hiyânettir. İçinizde zayıf bir kimse, hakkını kendisine vererek rahatlatıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli de, başkasının hakkını ben kendisinden alıncaya kadar yanımda zayıftır. Hiç biriniz Allah yolunda cihadı terk etmesin; çünkü cihadı terk eden kavmi Cenâb-ı Allah zillete düşürür. Bir kavimde de kötülükler yayıldımı, Allah onları genel belâlarla terbiye eder. Ben Allah ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah ve Peygamberine itaat etmezsem sizin de bana itaatiniz gerekmez!”1548 Taberînin bu naklinden de anlaşıldığı gibi, imâmet makamında olan kimseye Allah ve Rasûlüne bağlı olduğu müddetçe itaat edilir. Allah’a karşı isyan eden bir kimseye itaat etmeme, İslâm’da çok meşhur ve bilinen bir prensiptir. 1549
Başında Ulu’l-Emr Olan İslâm Devletinin Temel Özellikleri
Kur’an’da imâm ve imâmetle ilgili âyetler, ahkâmla ve Allah’ın indirdiğiyle hüküm konusunu içeren âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, bu konudaki hadis-i şerifler ve İslâm âlimlerinin görüşleri ışığında şu gerçekler ortaya çıkar:
1- İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir.
1543] Bk. İbn Haldun, Mukaddime, 345
1544] İbn Haldun, Mukaddime, I/345-347
1545] 4/Nisâ, 59
1546] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
1547] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
1548] et-Taberî, Târihu’r-Rusül ve mülûk, IV/1829
1549] Geniş bilgi için bk. El-Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, terc. Ali Şafak, s. 5-25; Ahmet Yaşar, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 143-144
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu düzen ebedîdir ve kıyâmete kadar da tatbiki mümkündür. Bu ümmetin sonra gelenlerine yaraşacak sistem, önce gelenlerine yaraşan ve “asr-ı saâdet” örneğinde ortaya çıkan sistemden başkası değildir.
2- İmâmetin vâcip oluşu, Kitap, sünnet, icmâ ve şer’î kurallarla sâbittir. Bu ümmetin temsilcileri olmaları, bu önemli konuda ümmetin vekili olmaları bakımından “ehl-i hal ve’l-akd”e yöneltilen bir farz-ı kifâyedir. Ehl-i hal ve akd bu işte zayıflık gösterirse, bu vâcibin yerine getirilmesi için gücü yeten her müslüman gayret göstermedikçe kendilerini vebalden kurtaramaz ve gücü yetip de bu faâliyeti göstermeyen herkes günahkâr olur.
3- “İslâm, hüküm alanında bir düzen getirmemiştir. ‘İslâm devleti’ diye bir şey olmaz. Müslümanlara câhiliyye düzenlerinden farklı bir İslâm devletini kurmak farz kılınmamıştır” diyenlerin iddiâsı kesinlikle bâtıldır, geçersizdir.
4- İmâmet vesiledir; gâye değildir. Gâye, Allah’a ibâdet/kulluk yaparak O’nun rızâsını kazanmaktır. İmâmet ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hudûda ve Rabbânî usûle göre ortaya koyar.
5- İmâmetin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mü’min olamaz.1550 Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.
6- İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup müslümanlara izzet ve şereflerini iâde etmek, İslâmî hilâfeti/imâmeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.
7- İmâmete geliş usûlü, Kur’an ve sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halîfelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.
8- İmâmete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme1551 ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.
9- İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûrâ’ya da bundan dolayı, en uygun ve en akıllı
1550] 5/Mâide, 44
1551] 5/Mâide, 45
ULU’L-EMR
- 261 -
olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları iknâ etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya gerek de yoktur.
10- İmâmet verâset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imâmetin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.
11- Bey’at, imâmete lâyık bir imamın bulunduğu vakit müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’atı bozmak da, meşrû imamın meşrû her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.
14- Devrim yoluyla ve zorla imâmete geçmek, şer’î bir yol değildir. İmâmet, ümmetin bey’atı olmaksızın gerçekleşmez.
15- İmam adayının o makama ehil olabilmesi için imâmete ait şartları taşıması gerekir.
16- İmamın, mevcut insanların en faziletlisi olması şart değildir. Zaten bunu tesbit de mümkün olmayabilir. Evlâ olan, faziletlilerden biri olması, müslümanlara en faydalı ve en uygun olanının seçilmeye çalışılmasıdır.
17- Ümmetin maslahatıyla ilgili olarak imamın üzerinde birçok görev vardır. Bunları imamın yerine getirme zorunluluğu ve sorumluluğu vardır. Fakat bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisine yardım edilmesi, kendisinin ümmet üzerindeki haklarındandır.
18- Âdil imama karşı çıkmak ve fitneyi uyandırmak haramdır, büyük günahlardandır. Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmettiği ve ma’siyeti emretmediği müddetçe imama itaat vâciptir. Şeriata ters düşen yerde, Allah’a isyan kabul edilecek durumlarda itaat ise haramdır. İmamların otoritesi, Kitap ve sünnete uygun davranmasına bağlıdır. Allah’a itaat ettiği müddetçe kendilerine itaat edilir. Allah’a karşı geldiklerinde de kendilerine karşı gelinir. Yaratıcı’ya isyanda mahlûka itaat yoktur. Kim isyanda onlara itaat ederse, günah hem emredene ve hem de emri uygulayanadır.
19- Şûrâ, meşrû ve gereklidir. İmamın seçilmesi ânında şûrânın olması vâcip olduğu gibi, halkın işlerinin düzenlenmesinde de şûrâ gereklidir. Bu, halkın direkt veya dolaylı seçimiyle oluşabilecek “Danışma Meclisi” şeklinde seçilecek milletvekillerinden veya İslâm’a ters düşmeyen çağın anlayış ve ihtiyaçlarına uygun farklı şekillerde istişâre meclisinden oluşabilir.
20- İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gâyeye götüren araçlar vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef... yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün değildir. 1552
1552] Süleyman ed-Demirci, El-İmâmetu’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, s. 491-493
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de Ulu’l-Emr Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “Ulu’l-Emr” kavramı iki yerde geçer: 4/Nisâ, 59; 83. Ulu’l-Emr terimiyle hemen hemen aynı anlamda kullanılan “önder” anlamında “imam” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tekil olarak 7, çoğul olarak da 5 olmak üzere toplam 12 yerde geçmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “Halîfe” kelimesi 2 yerde, onun çoğulları “Halâif” ve “Hulefâ’ ” kelimesi de 7 yerde zikredilir.
Ülül’l-emr veliyyü'l-emr'in çoğuludur. Kur'ân-ı Kerim'de ulu’l-emr tâbirinin geçtiği ilk âyette, onlara itaat emri yer alır.1553 Ulu’l-emr tâbirinin geçtiği bu âyetten önceki âyet, emânetlerin ehline verilmesi ve adâletli hüküm verilmesini istemektedir. 4/Nisâ, 59 âyeti, bunun devamı niteliğinde, itaat konusunu ele almakta ve itaatin Allah’a, Peygamber’e ve ulu’l-emre gösterileceğini, çekişme durumunda çözümün, Allah’a ve peygamber’e götürülerek bulunacağını belirtmektedir. 4/Nisâ, 60 âyeti ise, Kur’an’a ve önceki kitaplara iman ettiklerini iddiâ eden bazılarının, tâğutun önünde muhâkeme olunmalarını istediklerini açıklıyor. Bu durumda peşpeşe gelen bu üç âyetin, öncelikle, “kamu işleri”ni ele aldığını düşünebiliriz; işin ehline verilmesi, adâletli hüküm verme, ulu’l-emre itaat edilmesi. Âyette geçen ulu’l-emr ifâdesi de öncelikle, kamu/siyaset işlerini yürütenler biçiminde anlaşılabilir.
Daha sonraki âyetler1554 ise, münâfıkların itaatsizliklerini dile getirmekte ve peygamberlerin itaat edilmek üzere gönderildiklerini belirtmektedir. 4/Nisâ, 65 âyeti, konuyu daha da pekiştiricidir. “Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tâyin edip sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” 4/Nisâ, 69 âyeti ise, Allah’a, Peygamber’e itaat edenlerin, Allah’ın nimete eriştirdiği peygamberler, sıddıklar/dosdoğru olanlar, şehidler ve sâlihler/iyilerle beraber olacağını bildiriyor.
Ulu’l-emr kelimesinin geçtiği ikinci âyette ise, düzeni temsil eden ulu’l-emr’e itaat ile düzensizliği temsil eden şeytanın izinden gitme, birbirine karşıt iki durum olarak sunulur.1555 Bu âyet, ulu’l-emr tâbirine, daha geniş bir kavram yükler gibidir. Buna göre ulu’l-emr, haberlerden (edinilen bilgilerden) akıl yürüterek birtakım sonuçlar çıkarma gücüne sahiptir, uzman kişilerdir. 1556
4/Nisâ, 59 âyeti, çeşitli ilkeler vazetmektedir:
1- Allah’a ve Rasûlüne her konuda itaat edilmesi şarttır.
2- Allah ve Rasûlünün yanısıra, ulu’l-emre de itaat edilmesi gerekir.
3- Belki ulu’l-emrden, emir sahiplerinden farklı düşünülebilir; ama Allah ve Rasûlünden farklı düşünülemez, onlara kayıtsız şartsız itaat gerekir.
4- Emir sahipleri ile halk arasında veya emir sahiplerinin kendi aralarında bir görüş ayrılığı çıktığı takdirde, meselenin Allah’a ve Rasûlüne götürülmesi lâzımdır.
Burada birkaç husûsun belirtilmesine ihtiyaç var. Birincisi, âyetteki “Allah“
1553] 4/Nisâ, 59
1554] 4/Nisâ, 61-64
1555] 4/Nisâ, 83
1556] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 135-136
ULU’L-EMR
- 263 -
ifâdesinden maksat, “Allah'ın Kitabı“, “Rasûl“den maksat da “Hz. Muhammed'in Sünneti“dir. Âyet sadece Hz. Peygamber zamanındaki müslümanlara değil, daha sonra gelecek olan müslümanlara da seslenmektedir ve kendisinden sonra Peygamber'i “sünnet“i temsil etmektedir. İkinci husus, “meseleleri Allah ve Rasûlüne götürmek”, Kur’an ve Sünnet’in lafzına bakarak çözülemeyen bir meseleyi, sözkonusu iki kaynağın rûhuna bakarak çözmek demektir. Üçüncüsü, “emir sahipleri” sarâhatle yöneticilere atıfta bulunduğu gibi, aynı zamanda âlimlere ve müslüman aydınlara da atıfta bulunmaktadır. Haddizâtında, “emir sahipleri” denilirken, müslüman topluluğa yön verme ve önderlik yapma konumundaki her müslüman (etkili ve yetkili kişi) kastedilmektedir. 4/nisâ, 83’deki ulu’l-emr, “isâbetli çıkarımlar yapabilenler“ olarak târif edilmektedir. Bu da göstermektedir ki, İslâm'da emir sahipliği (otorite) veya liderlik basîret ve ilme sahip olanların hakkıdır ve İslâm, babadan oğula geçen, aristokratik veya oligarşik yönetimin hiçbir biçimini kabul etmez. 1557
“Hatırla ki Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar: ‘Biz hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.” 1558
“Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.” 1559
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülülemre (emir sahiplerine/idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 1560
“Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; hâlbuki onu, Rasûl’e veya aralarında onlardan olan ulu’l-emre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hâriç, şeytana uyup giderdiniz.”1561
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi deneyip sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan, merhamet edendir.” 1562
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün imamlarına/önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şeyleri) yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.” 1563
“Her insan topluluğunu, imamları/önderleri ile birlikte çağıracağımız günde kimlerin amel defterleri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel
1557] Mustansır Mîr, Kur’ân-î Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, s. 59-60
1558] 2/Bakara, 30
1559] 2/Bakara, 124
1560] 4/Nisâ, 59
1561] 4/Nisâ, 83
1562] 6/En’âm, 165
1563] 9/Tevbe, 12
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defterlerini okurlar.” 1564
“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halef (güç ve iktidar sahibi) kıldığı gibi, onları da yeryüzünde istihlâf edeceğine (halifeler yapacağına), onlar için râzı olup beğendiği dini temelli yerleştireceğine ve korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr eden kimseler fâsık (yoldan çıkmış) kimselerdir. Namaz kılın, zekât veren, Peygamber’e itaat edin ki, size merhamet edilsin. İnkâr edenlerin, Bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanmayın. Varacakları yer ateştir. Ne kötü dönüş yeridir.” 1565
“Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.’’ 1566
“Biz istiyoruz ki, o yeryüzünde müstaz’aflara (güçsüz düşürülenlere) lütufta bulunalım, onları imamlar/önderler yapalım, onları vârisler kılalım (ötekilerin yerini aldıralım).” 1567
“Onları (Firavun ve askerlerini) (insanları) ateşe çağıran imamlar/öncüler kıldık. Kıyâmet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” 1568
“Sabrettikleri ve âyetlerimize yakînî olarak (kesin bir şekilde) iman ettikleri zaman, onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar/rehberler yaptık.” 1569
“İnsanları yeryüzünde halîfe (hâkim) kılan O’dur. İnkâr edenin inkârı kendi aleyhinedir. İnkârcıların inkârı, Rableri katında yalnızca kendilerine gazabı arttırır. İnkârcıların inkârı, hüsrandan başkasını artırmaz.” 1570
“Ey Davud! Şüphesiz seni, yeryüzünde halife (hükümran, iktidar sahibi) kıldık. Öyleyse, insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma. Yoksa seni Allah yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.” 1571
Hadis-i Şeriflerde Ulu’l-Emr Kavramı
“Kim ulu’l-emre itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah’a, fiili (ameli) hususunda lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Kim de boynunda (ulu’l-emre) beyatı olmayarak ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.” 1572
“Kim itaatten dışarı çıkar, cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, câhiliyye ölümü ile ölür.” 1573
“Kim itaatten çıkar, cematten ayrılırsa (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse
1564] 17/İsrâ, 71
1565] 24/Nur, 55-57
1566] 25/Furkan, 74
1567] 28/Kasas, 5
1568] 28/Kasas, 41
1569] 32/Secde, 24
1570] 35/Fâtır, 39
1571] 38/Sâd, 26
1572] Müslim, 2/1478, hadis no: 1851; Buhari, Ahkâm, 8/105
1573] Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâret 53, h. no: 1848; Nesâî, Tahrim 28, h. no: 7 -123-; İbn Mâce, Fiten 7, h. no: 3948
ULU’L-EMR
- 265 -
bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hurmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim.” 1574
“İnsanlar üzerinde olan büyük imam, çoban (gibi)dır. (Çobanın sürüden sorumlu olduğu gibi) O da halkından sorumludur.” 1575
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm) ile ölür.” 1576
“Üç kişi sefere çıktıkları zaman içlerinden birini emir tâyin etsinler.” “Üç kişi, yeryüzünde bir çölde oldukları vakit, içlerinden birisini emir tâyin etmemeleri onlara helâl olmaz.” 1577
“Kim Bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur; kim Bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur. Kim Benim emîrime itaat ederse Bana itaat etmiş; kim de Benim emîrime isyan ederse Bana isyan etmiş olur.”1578
“Dinleyin ve itaat edin! Üzerinize tâyin olunan vâli/yönetici, başı siyah kuru üzüm gibi Habeş’li bir köle olsa bile sizin aranızda Allah’ın kitabını uyguladığı müddetçe dinleyin ve itaat edin.”1579
“Müslüman bir kimseye, kendisine ma’siyet (Allah’a isyan, günah hususlar) emredilmediği müddetçe, hoşlandığı ve hoşlanmadığı (her) hususta (İslâm devleti yöneticisini) dinleyip ona itaat etmesi gerekir. Eğer ma’siyet emredilirse, ne dinlemek vardır, ne de itaat!” 1580
“Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara itaat edilmez.” 1581
Körü Körüne İtaat Yok: Hz. Peygamber (s.a.s.) Ensâr’dan birinin komutanlığında bir ordu yola çıkarır ve komutanlarına itaat etmelerini askerlere tenbih eder. Sefer sırasında bir ara askerlere öfkelenen komutan odun toplamalarını, büyük bir ateş yakmalarını emreder. Odunlar alev alev iyice tutuşunca komutan askerlere yeni bir emir vererek: “Ateşin içerisine kendinizi atın” der. Emri yerine getirmek üzere kalkan askerlerden bâzıları ateşin yanında duraklayarak: “Biz Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kendimizi ateşten korumak için tâbi olduk, bir de ateşe mi gireceğiz?” derler ve girmezler. Bu bekleyiş içerisinde komutanın da öfkesi diner. Dönüşte vak’a Hz. Peygamber’e (s.a.s.) anlatılınca, itaat ederken itaatin körü körüne olmaması gerektiğini şu cevâbıyla ifâde eder: “Eğer ateşe girselerdi, ebediyyen çıkamazlardı. Allah’a isyan olan şeyde (kula) itaat yoktur. İtaat mâruftadır, aklın ve şeriatın iyi kabûl ettiği şeydedir.”
1574] Müslim, İmâret 53, h. no: 1848; Nesâî, Tahrim 28, h. no: , 123); İbnu Mâce, Fiten 7, h. no: 3948
1575] Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, İmâre, hadis no: 1705; Ebû Dâvud, İmâre 1; Tirmizî, Cihad 7, hadis no: 1705; Ahmed bin Hanbel, 2/54
1576] Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
1577] Ebû Dâvud, Cihad 87; Ahmed bin Hanbel, 2/177
1578] Buhârî, Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmâre 33, hadis no: 1853; Nesâî, Bey’at 26, hadis no: 7 -154
1579] Buhârî, Ahkâm 4, Ezan 54, 56; Müslim, İmâre 37; Nesâî, Bey’at 27
1580] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 108; Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, hadis no: 1708; Ebû Dâvud, Cihad 86, h. no: 2626; Nesâî, Bey’at 34, h. no: 7 -160-; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2864; Ahmed bin Hanbel, 6/111
1581] Müslim, İmâre 38, hadis no: 1839
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Üç kişi vardır ki, kıyâmet gününde Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları tezkiye etmez/temize çıkarmaz. Hem onlara elîm bir azap vardır. Bunlar: 1- Kırda fazla suyu olup da onu yolcuya vermeyen, 2- İkindiden sonra bir kimseye bir mal satan ve o malı ‘(kendim) şu kadara aldım’ diye Allah’a yemin ederek, gerçek bunun aksine olduğu halde müşteriyi kendisine inandıran, 3- Bir imama, yalnız dünyalık için bey’at eden, dünyalık verirse sözünde duran vermezse durmayan kimselerdir.” 1582
“Bir kimse imama bey’at eder de ona şaklayan elini ve kalbinin semeresini verirse, elinden geldiği takdirde hemen ona itaat etsin! Başka biri gelir de onunla çekişirse sonradan çıkana itaat etmeyin!” 1583
“Benden sonra sizin (yönetim) işinizi birtakım insanlar üzerine alacaklar, sünneti söndürecekler, bid’atı ihdâs edecekler (uyduracaklar), namazı vakitlerinden geciktirecekler.” Bunun üzerine İbn Mes’ud Rasûlullah’a sordu: “Ben onlara yetişirsem ne yapmalıyım?” Rasûlullah şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Abd’in oğlu! Allah’a isyan edene itaat olmaz!” 1584
“Sizden kim yaşarsa çok ihtilâf görecektir. Size vâcip (gerekli) olan Benim sünnetim ve hidâyette olan râşid halîfelerimin sünnetine uymanızdır. Bu sünnetlere tutunun ve azı dişlerinizle ısırırcasına bunlara sıkı sıkı sarılın. Dinde sonradan uydurulan işlerden (bid’atlerden) sakının. (Din ve ibâdet olarak) Sonradan çıkarılan şey bid’attir. Ve her bid’at dalâlettir/sapıklıktır.” 1585
“Nübüvvet hilâfeti otuz senedir. Sonra krallık olur.” 1586
“Sizin aranızda Allah’ın, olmasını dilediği kadar nübüvvet olacak, sonra peygamberliği kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzerine hilâfet olacak; o da Allah’ın olmasını istediği kadar olacak. Sonra hilâfeti, kalkmasını dileyince kaldıracak. Sonra ısırıcı krallık olacak. O da Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak. Sonra ısırıcı melikliği, kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra zorba/zâlim krallık olacak. O da Allah’ın, olmasını dilediği kadar olacak. Onu da kalkmasını dilediği zaman kaldıracak. Sonra nübüvvet metodu üzere hilâfet olacak.” 1587
“Benî İsrâili peygamberler yönetirdi. Bir peygamber vefat ettiği zaman yerine (başka) bir peygamber geçerdi. Şu muhakkaktır ki, Benden sonra peygamber yoktur. Ama halîfeler gelecek, hem de çok olacaklardır.” Ashâb: “O durumda bize ne emredersin?” diye sordular. “Birinciye ve ondan sonra gelene yaptığınız bey’atı tutun! Onlara haklarını verin. Çünkü Allah halka, gözetmelerini istediği şeyden soracaktır.” 1588
Câbir bin Semûre (r.a.)’nin rivâyetine göre Rasûlullah şöyle buyurdu: “On iki halîfe olacak.” Râvi Câbir diyor ki; Sonra, bir kelime dedi ki, ben onu işitemedim.
1582] Buhârî, Ahkâm 48; Müslim, İman 173; Tirmizî, Siyer 35, hadis no: 1595; İbn Mâce, Ticâret 30, hadis no: 2207
1583] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvud, Bey’at 25; İbn Mâce, Fiten 9; Nesâî, Bey’at 25; Ahmed bin Hanbel, 2/161
1584] Ahmed bin Hanbel, 5/301, hadis no: 3790; İbn Mâce, Cihad 40, hadis no: 2865
1585] Tirmizî, İlim 16, hadis no: 2676; Ebû Dâvud, Sünnet 5; İbn Mâce, Mukaddime 6, hadis no: 42; Dârimî, Mukaddime 6
1586] Ebû Dâvud, Sünnet 8, hadis no: 4647, 4648; Tirmizî, Fiten 48, hadis no: 2226
1587] Ahmed bin Hanbel, 4/273
1588] Buhârî, Enbiyâ 50; Müslim, İmâre 44, hadis no: 1842; İbn Mâce, Cihad 42, hadis no: 2871; Ahmed bin Hanbel, 2/97
ULU’L-EMR
- 267 -
Babama: “Ne söyledi?” diye sordum. O da; “Hepsi Kureyş’den” dedi.” 1589
“Müslüman bir halka, Allah’ın görüp gözetmek üzere idâreci kıldığı hiçbir kul yoktur ki, onları aldatıp (zulmetmiş) olduğu halde ölürse muhakkak Allah ona cenneti haram etmiş olmasın.” 1590
“Müslümanların idare işini üzerine alıp da onlar için çalışmayan ve hayır istemeyen hiçbir âmir yoktur ki, onlarla (müslümanlarla) birlikte cennete girebilsin.” 1591
“İslâm’ın tutunulması gereken kulpları (yapılması gereken emirleri) tek tek çözülecek; herbir kulp koptukça insanlar önlerindekilere benzeyecekler. O kulpların ilki hüküm (hâkimiyetin Allah’ın olması, Kur’an’la hükmedilmesi), sonuncusu da namazdır.” 1592
“Ümmetim yağmur gibidir; evveli mi, sonu mu daha hayırlıdır, bilinemez.” 1593
Hz. Peygamber’e “cihadın hangisi efdaldir?” diye sorulunca: “Zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.” 1594
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur: “Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye cevap vermiştir. 1595
Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) şöyle diyor: “İmamları (yöneticileri) ve rehberleri istikamet üzere oldukları müddetçe, insanlar istikamet üzere olmaya devam edecektir.”1596
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab (r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan, sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır, aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir”. Kâ’b, bu cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı ilham etti.”1597
Zâlim Yöneticilere Karşı Dikkatli Olunmalıdır: Bir kısım hadislerde, cemiyetteki fitnenin ümerâ, yâni idâreciler zümresinden çıkacağına dikkat çekilerek böylesi âmirlere yaklaşılmaması istenir. Bazı hadislerinde kendisinden sonra, hidâyetten ayrılacak imamların çıkacağını haber veren Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmeti için en büyük endişeyi bunların verecekleri fesad ve hâsıl edecekleri
1589] Buhârî, Ahkâm; Müslim, İmâre 9, hadis no: 1821
1590] Buhârî, Ahkâm 8
1591] Müslim, İman 229, hadis no: 142
1592] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257; Hâkim, el-Müstedrek, 4/92
1593] Tirmizî, Emsâl 6, hadis no: 2873
1594] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebû Dâvud, Melâhim 17
1595] Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
1596] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/292; Beyhakî, Sünen
1597] et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
helâk ve tahribat sebebiyle duyduğunu da mükerreren ifâde eder.
Tirmizî’nin bir rivâyeti şöyle: “Benden sonra bir kısım (kötü) emîrler başınıza geçecek. Kim onlarla hemhâl olur, onların yalanlarını tasdik eder ve zülumlerinde onlara yardımcı olursa o benden değildir, ben de ondan değilim. Böyleleri cennette Havz-ı Kevser’in başında benimle buluşamaz da. Her kim onlarla hemhâl olmaz, zulümlerinde onlara yardımcı olmaz, yalanlarını da tasdik etmezse o bendendir, ben de ondanım. O, benimle Havz-ı Kevser’in başında buluşacaktır.” 1598
Sefîne (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl sürecektir. Bundan sonra saltanat gelecektir.” Said İbn Cumhân dedi ki: “Sonra ilâve etti: “Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in hilâfetine Hz. Ömer’in hilâfetini, Hz.Osman’ın hilâfetine Hz. Ali’nin hilâfetini (radıyallahu anhüm ecmain) ekle (parmaklarınla say) bak!” dedi. Bunları (sayınca hakikaten) otuz yıl bulduk.” Sefîne’ye: “Emevîler, hilâfetin kendilerinde (devam ettiğini) zannederler” denmişti, şu cevabı verdi: “Benî’z-Zerkâ yalan söylüyor. Onlar krallardır, hem de en kötü krallar.” 1599
Açıklama:
1- Sefîne, aslında bir lakaptır, gemi demektir. Burada Sefîne (r.a.), Rasûlullah (s.a.s.)’ın bir âzatlısıdır. Ebû Abdirrahman diye künyesi vardır. İsminin ne olduğu kesinlikle bilinmiyor, Mihrân vs. diyen olmuştur. Lakabı kendisine Rasûlullah (s.a.s.) vermiştir. Sebebi, bir yolculuk sırasında çok eşya taşımış olmasıdır. Şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte yolculuk yapıyorduk. Yolculardan yorulanlar oldu. Bunlar kılıçlarını, kalkanlarını üzerime koydular. Böylece çok sayıda kılıç ve kalkan taşıdım. (Bunu gören) Rasûlullah (s.a.s.): “Sen sefînesin” diye iltifatta bulundular.”
2- Rivâyetin Ebû Dâvud’da gelen bir vechinde: “Nübüvvet hilâfeti otuz yıldır” denmiştir.
3- Alkamî der ki: “Rasûlullah’tan (s.a.s.) sonra gelen otuz yıl içinde Dört Halife ile Hz. Hasan (radıyallâhu anhüm)’ın halifelikleri vardır. Şöyle ki:
Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti 2 yıl 3 ay 10 gündür.
Hz. Ömer’in hilâfeti 10 yıl 6 ay 8 gündür.
Hz. Osman’ın hilâfeti 11 yıl 11 ay 9 gündür.
Hz. Ali’nin hilâfeti 4 yıl 9 ay 7 gündür.
Hz. Hasan’ın hilâfeti 7 aydır.
Nevevî’nin verdiği rakamlarda ufak tefek fark mevcuttur. Bizce mühim değil.
4- Hadiste geçen: “Bundan sonra saltanat (kraliyet=mülk) gelecektir” demek, “nübüvvet hilâfetinden sonra...” demektir. Âlimler, bu hadise dayanarak Emevî ve daha sonraki devirlerde devlet başkanları “halife” ünvanını almış olsalar da, bu halifeliğin Dört Halife döneminde olduğu gibi nübüvvet hilâfeti olmadığını, sâdece bir isimden ibaret olduğunu söylemişlerdir. Nübüvvet hilâfetine bihakkın
1598] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 2/276-302
1599] Ebû Dâvud, Sünnet 9, h. no: 4647, 4648; Tirmizî, Fiten 48, h. no: 2227
ULU’L-EMR
- 269 -
lâyık olabilmek için amel yönüyle sünnete uymak gerekir. Sefîne’nin (r.a.), Hz. Muâviye için: “Meliklerin birincisi” dediği rivâyet edilmiştir. Öyle ise nübüvvet hilâfetinden maksad kâmil mânâda Rasûlullah (s.a.s.)’a halef olmaktır ki, âlimler bunu beş halife ile sınırlarlar.
5- Benî’z-Zerkâ, Benî Mervân demektir. Zerkâ, Emevîler’in geçmişteki annelerinden biridir. 1600
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mes’ulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mes’ûldür. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır, o da sürüsünden mes’ûldür. Hizmetçi, efendisinin malından sorumludur ve sürüsünden mes’ûldür.” Râvî İbn Ömer der ki: “Bunları Rasûlullah (s.a.s.)'tan işitmiştim. Zannediyorum ki şöyle de demişti: “Kişi bâbasının malında çobandır, o da sürüsünden mes’ûldür.”1601
Açıklama: 1- Hadis, herkesin bir sorumluluk ve selâhiyet dairesinin olduğunu göstermektedir. “Çoban” diyen tercüme ettiğimiz kelime râi’dir. Lügat açısından güden demek ise de, hadiste “muhâfazası için bir şeyler tevdi edilmiş güvenilir muhâfız” mânâsına kullanılmıştır.
2- İmam'dan maksat devlet reisidir. Bazı rivâyetlerde “emîr“ denmiştir. Esasen bu bahiste emîr ve imam kelimeleri müterâdif (eş mânâlı) olarak kullanılmıştır.
3- Dikkat edilirse imam, erkek, kadın, hizmetçi, evlat gibi fonksiyonları farklı şahıslar, “çoban“ vasfıyla tavsifte birleşmektedirler. Şüphesiz bunların herbirinin sorumlu olduğu husûslar farklıdır.
Hattâbî: “İmamın çobanlığı, hudûdu tatbik ve hükümde adâlete riâyetkâr olmak sûretiyle şeriatı korumaktır; erkeğin ailesine çobanlığı, işlerini idâre, haklarını yerine getirmek; kadının çobanlığı evin, çocukların, hizmetçilerin işlerini tanzim etmek, her hususta kocasına hayırhah olmaktır; hizmetçinin çobanlığı, eli altında bulunan şeyleri koruması, kendisine terettüp eden hizmetleri yapmasıdır“ der.
4- Tîbî demiştir ki: “Bu hadisten anlıyoruz ki, çoban zâtı için tutulmaz, mâlikin, güdülmesini istediği şeylerin muhâfazası için tutulur. Öyle ise, Şâri'in müsâde ettiği şeyler dışında tasarrufta bulunmamalıdır. Hadis, bâbında böylesine tatlı, böylesine câmi, böylesine beliğ bir başka örneği olmayacak mükemmellikte bir temsîldir. Zîra önce mücmel ve özlü şekilde beyanda bulunup arkadan tafsîl etti. Mükerrer kereler harf-i tenbîhe (uyarıcı unsura) yer vermektedir.“
Bazı âlimler hadisin, baştaki: “Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mes'ulsünüz“ şeklindeki mutlak ifadesiyle hiç kimsesi olmayan bekârı da çobanlar arasına dâhil ettiğine dikkat çekmiştir. “Zîra, derler, böyle birisi organları üzerine çobandır, fiil, söz ve itikad nevinden her ne emredilmişse yapmaları her ne yasaklanmışsa terketmeleri meselesinde, insanın organları, kuvveleri, hisleri kişinin sürüsü hükmündedir. Öyle ise insanın bir nokta-i nazardan, güdülen olması, bir başka nokta-i nazardan güden olmasına mâni değildir.“
1600] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/411-412
1601] Buhârî, Ahkâm 1, Cum’a 11, İstikrâz 20, Itk 17, 19 vesâya 9, Nikâh 81, 90; Müslim, İmâret 20, h. no: 1829; Tirmizî, Cihâd 27, h. no: 1705; Ebû Dâvud, İmâret 1, h. no: 2928
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Bu hadisi tamamlayan bir başka rivâyet Ebû Hüreyre'ye aittir: “Her çoban kıyamet günü hesaba çekilecektir: “Sürüsüne Allah’ın emrini tatbik etti mi etmedi mi?”
Bu bâbta gelen başka hadisleri de nazar-ı dikkate alan ulemâ şu kesin hükme ulaşmıştır: “Mükellef kimse, hükmü altındakilere karşı vazifelerinde kusur işlemiş ise kıyamet günü muâheze edilecektir.” Burada İbnu Hacer’in hadisle ilgili olarak kaydettiği bir notu iktibas etmek münâsip düşer: “Bu hadiste, bâzı taassup sahiplerinin Emevîler lehine uydurdukları yalan da reddedilmektedir. Şöyle ki: Ebû Ali el-Kerâbîsî’nin “Kitabu’l-Kazâ”sında şunu okumuştum, “Bize Şâfiî’nin amcası, Muhammed İbnu Ali’den bildirdiğine göre demiştir ki: “İbnu Şihâb, halife Velid İbnu Abdi’l-Melik’in yanına girmişti. Velid ona şu hadisten sordu: “Allah bir kulunu hilâfet çobanlığına getirirse, onun hasenâtını yazar, fakat seyyiâtını yazmaz.” İbnu Şihâbi’z-Zührî: “Bu düpedüz yalandır” dedi ve şu mealdeki âyeti okudu: “Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adâletle hükmet. Hükmünde hevâ ve hevese (hissiyâta) tâbi olma ki bu, seni Allah yolundan saptırır. Çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları için onlara pek çetin bir azâb vardır”1602 Velid, bu cevab üzerine: “İnsanlar bizi dinimizden ayartıyorlar” dedi.”1603
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur (giderirse), kıyâmet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur (giderir).”1604 Hadisin Tirmizî’de gelen vechi daha sarih: “Herhangi bir imam kapısını bir ihtiyaç ve istek sahibine, bir darda kalmışa örterse, kıyamet günü Allah da semâ kapılarını onun ihtiyaç, istek ve darlığı karşısında kapatır.” 1605
“Allah bir kimseyi başkaları üzerine çoban yapmış, o da idaresi altındakilere hile yapmış olarak ölmüş ise, Allah ona cennetini kesinlikle haram eder.”1606
Müslim’in Hasan Basrî’den kaydettiği diğer bir rivâyet şöyledir: “Çobanların en kötüsü hutame denen merhametsiz deve sürücüsüdür, sakın onlardan olma!”
Açıklama: Birinci rivâyette raiyyete hile yapmak, ikinci rivâyette raiyyete merhametsiz davranmak kötülenmektedir. Rasûlullah (s.a.s.) âmir durumda olanları hileden de merhametsizlikten de menetmektedir.
Âlimler burada yasaklanan hile için şöyle derler: “Bu, âmirin raiyyetin malını almak, kanını dökmek veya ırzını lekelemek veya haklarını engellemek, dinî ve dünyevî meselelerden öğretmesi vacib olan şeylerin öğretilmesini terketmek, aralarında hududun ikâmesini, müfsidlerin cezalandırılmasını ihmal etmek, halka göstermesi gereken himâyeyi terketmek gibi zulüm kelimesiyle ifade edilebilecek davranışlarıyla hâsıl olur.“
“Bir işe me’mur tayin ettiğimiz kimse, bizden bir iğne veya ondan daha küçük bir şeyi gizlemiş olsa, bu bir hıyânettir (gulûl), kıyamet günü onu getirecektir.” Bunun üzerine, Ensar’dan bir zat kalkarak: “Ey Allah’ın Rasûlü! Vazifeyi benden geri al!” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Sana ne oldu?“ diye sordu: “Senin (az önce şunu şunu) söylediğini işittim ya!” deyince Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ben onu şu anda tekrar
1602] 38/Sâd, 26
1603] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/420-422
1604] Tirmizî, Ahkâm 6, h. no: 1332, 1333; Ebû Dâvud, Harâc 13, h. no: 2948
1605] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/422-423
1606] Buhârî, Ahkâm 8; Müslim, İman 227, h. no: 142, İmâret 21, h. no: 142
ULU’L-EMR
- 271 -
ediyorum: Kimi memur tayin edersek az veya çok ne varsa bize getirsin. Ondan kendisine ne verilirse alır, ne yasaklanırsa onu terkeder.” 1607
Açıklama: 1- Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hadiste devlet adına vergi toplayan memurun takip edeceği edebi açıklıyor: Memurluk gereği kendisine her ne verilmişse onu getirip hazineye teslim etmelidir. Az veya çok, hiçbir şeyi şu veya bu mülâhaza ile temellük edip, kendine ayırmamalıdır.
2- Hıyânet diye çevirdiğimiz kelimenin aslı gulül'dür. Gulül, esas itibariyle ganimet malından yapılan çalma için kullanılır. Ancak, gerek mahiyet ve gerekse uhrevî mes'uliyetleri yönüyle benzediği için Hz. Peygamber (s.a.s.) her iki davranışı da gulülle ifade etmiştir.
3- Kıyâmet günü, kişinin çaldığı şeyi getirmesi, onun mahşer yerinde hesap vermek üzere toplanan insanların içinde rezilrüsvây edilmesi içindir. Bu ifade memurları dürüstlüğe teşvik etmeye, hıyânetten caydırmaya, ne kadar değersiz olursa olsun devlet malına karşı saygıyı ikame etmeye yöneliktir.
4- Münâvî, hitâbın Müslümanlara olduğunu, çünkü beytü'lmale ait emvâlle ilgili bir hizmete kâfirin memur olarak tayin edilmesinin şer'an yasak olduğunu belirtir.
5- Adamın vazifeden istifası, memurluğun hakkını yerine getiremeyip vebâle düşmekten korktuğu içindir.1608
6- Bütün bu hususlar, esas olarak İslâm devletinde geçerlidir.
“Kıyâmet günü, insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, âdil imamdır. Kıyamet günü, insanların Allah’a en menfûru/çirkin olanı O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim sultandır.” 1609
Emîr Olmanın Tavsiye Edilmeyişi
Umumî Açıklama: Hz. Peygamber (s.a.s.), insanlar üzerine âmil olmayı, bir başka ifade ile me’murluğa talib olmayı tavsiye etmez. Şüphesiz bunun çeşitli sebepleri vardır:
Her şeyden önce memurluk muhâtaralı bir meslektir, pek çok sorumluluklar araya giriyor, kul hakkı araya giriyor, adâletli olmak gibi, mânen son derece ciddi ve tehlikeli mes’uliyetler araya giriyor. Üstelik, mesleğin tabiatı icabı, bîtaraflığı, adâletli olmayı önleyen sebepler çok ve galip...
Me’murun çoğalması devlete iktisadî bir kısım problemler getirmektedir: İstihsal azalması devlet imkânlarının memurlara ayrılarak prodüktif ve kalkınmaya yönelik yatırımların ihmâli vs...
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) aslî geçim kaynaklarını ticaret, zanaat, zîraat diye tesbit ederken me'murluğu zikretmemiş olması da mânidardır. Durum böyle iken bugün insanların devlet kapısında me'mur olmaya koşmaları İslâmî bir esprinin ifadesi değildir. Sünnetin rağmına, çeşitli zorlamalarla yapılan tâyinler sebebiyle bir kişinin yapacağı bir işe çok sayıda insan memur olarak konmakta,
1607] Müslim, İmâret 30, h. no: 1833
1608] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/426-427.
1609] Tirmizî, Ahkâm 4, h. no: 1329
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu durum insanlarımızı tembelleştirdiği gibi istihsal azmini, çalışma şevkini de kırmakta, tembelliği milletimize ikinci bir tabiat haline getirmektedir.
Memurluğa tâlip olmak, liyâkatsizlerin iş başına geçmeleri gibi bir başka mahzur daha getirmektedir. Müteâkip hadislerde, bu meseleye Rasûlullah’ın (s.a.s.) nasıl eğildiğini, bir kısım tâliblere, açık bir üslubla: “Sen memurluğa layık değilsin“ dediğini göreceğiz.1610
Mikdâm İbn Ma’dikerib (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) omuzuma vurdu ve: “Ey Kudeym (Mikdamcık)! Emîr, kâtip, ârif olmadan ölürsen kurtuluşa erdin demektir!” dedi.” 1611
Açıklama: 1- Kudeym, Mikdam’ın ism-i tasgiridir, Mikdamcık demektir. Bu tasgir, terhim yani sevgi ifade eder.
2- Kâtip ve ârif, emîrin yardımcısıdır. Ârif, halk hakkında bilgi edinir, bu bilgileri emîre aktarır. Aliyyu’l-Kârî, buradan: “Halkın tanıdığı, meşhur bir kimse olma” mânâsını da anlar. Ve der ki: “Hadis, böylece hamul’ün (bilinmemezlik) rahat, şöhretin âfet olduğuna işaret etmiş olmaktadır.”
Ancak, asıl mânâ önceki mânâdır, yani uzaktan yakından memurluğa talib olmamak tavsiye edilmektedir. 1612
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü! dedim, beni memur ta’yin etmez misin?” Bu sözüm üzerine, elini omuzuma vurdu ve sonra da: “Ey Ebû Zerr, sen zayıfsın, memurluk ise bir emanettir. (Hakkını veremediğin takdirde) kıyamet günü rüsvaylık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz edâ ederse o hâriç“ buyurdu.” 1613
Abdurrahman İbn Semüre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Ey Abdurrahman! Emîrlik isteme. Eğer senin talebin üzerine sana emîrlik verilirse, istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. Eğer sen talibi olmadan sana emîrlik verilirse, o işte yardım görürsün. Bir iş için yemin eder, sonra da aksini yapmakta hayır görürsen, daha hayırlı gördüğün ne ise onu yap, ettiğin yemin için de kefârette bulun.” 1614
Açıklama: 1- Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emîrlik taleb etmemeyi tavsiye ettiği hadislerden biri de budur. Bu hadiste, talebin bir mahzuru belirtiliyor: “İşiyle yalnız bırakılmak, üst makamların desteğine mazhar olmamak. İbnu Hacer der ki: “Hadisin mânâsı şudur: “Kim emîrliğe talib olur ve kendisine de verilirse, hırsı sebebiyle, kendisine yardım edilmez. Bu hadisten, “hükümle ilgili bir vazife taleb etmenin mekruh olduğu” neticesi çıkarılır, emîrliğe keza, kisbe vs. memuriyetler de girer. Kezâ hadis, bu meselede hırs gösterenlerin yardımdan mahrum kalacaklarını da ifade eder.”
2- Hadiste, tamamen başka bir konuya giren ikinci bir kısım daha var: Bir işi yapacağım diye yemin ettikten sonra bunun mahzurlu olacağını gören kimsenin
1610] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/428
1611] Ebû Dâvud, Harâc 5, h. no: 2933
1612] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/429
1613] Müslim, İmâret 17, h. no: 1826; Ebû Dâvud vesâyâ 4, h. no: 2868; Nesâî vesâya 10, h. no: 6 -255
1614] Buhârî, Ahkâm 5, 6, Eymân 1; Müslim, İmâret 19, h. no: 1652; Ebû Dâvud, Harâc 2, h. no: 2929; Tirmizî, Nüzûr 5, h. no: 1529; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 5, h. no: 8 -225-
ULU’L-EMR
- 273 -
durumu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “yeminimi yerine getirmem lâzım” gerekçesiyle mahzurlu görülen işi yapmakta ısrar edilmemesini tavsiye ediyor. Müslüman, şeriatın ve aklın gösterdiği şer şeyi yapmada ısrar etmemelidir. Yemin bile etmiş olsa... Zîra, dinimiz yeminin tutulmaması halinde kefaret ödemek sûretiyle, onun günahından kurtulma çaresi getirmiştir. Bu mesele, sâdece hadisle değil, âyet-i kerime ile de takrir edilmiştir: “Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz (meşrû) kılmıştır...“1615
Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor: “Yanımda amcamın evlatlarından iki kişi daha olduğu halde Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna girdim. Yanımdakilerden biri: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emîr tayin et” dedi. Diğeri de aynı talepte bulundu. Rasûlullah’ın (s.a.s.) onlara cevabı şu oldu: “Biz, -Allah’a kasem olsun- bu işe, onu talep eden veya ona hırs gösteren hiç kimseyi tâyin etmeyiz!” 1616
Açıklama: 1- Bâbın bu son rivâyeti de emîrlik talebini reddeden hadislerden biridir. Aslında hadis kitaplarında bunun başka örnekleri de var. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu talepleri bazen daha değişik daha mülâyim bir üslubla reddettiği de olmuştur. 1617
Zâlim bir devletten görev almamak için hapsi, kırbaçlanmayı ve sonunda ölmeyi bile göze alanların başında İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rahimehullah)’nin geldiğini yeri gelmişken kaydediyoruz
İmam ve Emîre İtaatin Vâcip Oluşu
“Dinleyin ve itaat edin! Hatta, üstünüze, başı kuru üzüm danesi gibi siyah Habeşli bir köle bile tayin edilmiş olsa, aranızda Kitabullah’ı tatbik ettikçe... (itaatten ayrılmayın).”1618
“Kim bana itaat etmişse mutlaka Allah’a itaat etmiştir. Kim de bana isyan etmiş ise, mutlaka Allah’a isyan etmiştir. Kim emîre itaat ederse mutlaka bana itaat etmiş olur. Kim de emîre isyan ederse mutlaka bana isyan etmiş olur.”1619
“Müslüman kişiye, hoşuna giden veya gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak, masiyet (Allah’a isyan) emredilmişse o hariç, eğer masiyet emredilmişse, dinlemek de yok, itaat de yok.”1620
İmam masiyet emredecek olursa itaat hakkını kaybeder. Masiyet dinen günah olan, Allah’a isyan mânâsı taşıyan fiildir, namazı terketmek, içki içmek, kumar oynamak birer masiyettir. Şu halde imam bu nevi emirlerde bulunursa bu emirlere itaat edilmez.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) koyduğu kaide şudur: “Allah’a isyanda kula itaat yoktur.” Bu mânâ, hadislerde farklı ifadelerle te’kid edilmiştir. “Allah’a itaat etmeyene itaat yoktur.” “Allah’a isyan edene itaat yoktur.”
1615] Tahrim 2; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/431-432
1616] Buhârî, Ahkâm 7, 12, İcâre 8, İstitâbe 2; Müslim, İmâret 7, h. no: 1733; Ebû Dâvud, Harâc 2, h. no: 2930; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 4, h. no: 8 -224-
1617] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/432-434
1618] Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56
1619] Buhârî, Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmaret 33, h. no: 1853; Nesâî, Bey’at 27, h. no: 7 -154-
1620] Buhârî, Ahkâm 4, Cihad 108; Müslim, İmâret 38, h. no: 1839; Tirmizî, Cihad 29, h. no: 1708; Ebû Dâvud, Cihad 86, h. no: 2626; Nesâî, Bey’at 34, h. no: 7 -160
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ulemâ, küfre düşen imamın mün’azil olduğunda (azledilmiş sayılacağından), bu durumda bütün Müslümanlara, isyan etmenin vacib olduğunda icma etmiştir. İbn Hacer, hükmü şöyle bağlar: “İsyana gücü yetene sevap vardır. Müdâhene eden (taviz verip yağcılık yapan) günahkâr olur. Âciz kalana da oradan hicret gerekir.“
“...Ey Allah’ın Rasûlü, bahsettiğiniz fitne devrine ulaşırsak ne tavsiye edersiniz?” “Müslümanların cemaatine ve imamına uy.“ “Ya onların cemaatleri ve imamları yoksa?” “(O takdirde) mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olsan bile ölüm sana gelinceye kadar öyle kal (ve fakat fitneye karışma).”
Hadiste geçen “bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olsan bile...” tabirinden, karışmamak sebebiyle maruz kalınacak sıkıntı her ne olursa olsun, insanların kınaması, ayıplaması nevinden mânevî; açlık, susuzluk vs. nevinden maddî olan tahammülü zor her çeşit zorluklara, darlıklara, meşakkatlere tahammülün kinâye edildiği şârihlerce belirtilmiştir. 1621
Ümmiye Bayrağı: Âlimlerin bir kısmı, bununla, gâyesi, hedefi belli olmayan mübhem bir umurun kastedildiğini söylemiş, misal olarak bir kavmin asabiyet için yaptığı savaşı göstermiştir. Şahsî ihtiras ve gadab yolunda yapılan mukâtelenin de buraya girdiğini ayrıca belirtmişlerdir. Bayrak tâbirine yer verilmesini nazar-ı dikkate alan bazıları, bu tâbirle hak mı bâtıl mı olduğu meçhul olan bir iş üzerine toplanmış kimselerin kinaye edildiğini söylemişlerdir. Şu halde, hadis, bu çeşit savaşlara katılmayı yasaklamaktadır. 1622
Asabiyet: Sıkça geçen ve kavmiyetçilik, ırkçılık gibi tâbirlerle tercüme ettiğimiz bu kelime, -İbnu’l-Esîr’in açıklamasına göre- “kavmine zulümde yardım eden kimse“ mânâsına gelen asabî'den gelir. Lügat yönünden asabî, asabesi için öfkelenen ve onları himaye eden kimse demektir. Asabe ise, bâba cihetinden gelen akrabalara denir.
Asabiyet, Tarafgirlik Demektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yasakladığı asabiyetin “zulümde kavmine yardım etmek“ olduğu anlaşıldıktan sonra şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında insanları, zulümde başkasına yardım etmeye sevkeden en mühim âmil kavmî beraberlik, kan bağı idi. Zamanımızda bunun yerini başka şeyler de almıştır. Bu yeni şey, bâzan ideolojidir, bâzan siyasettir, bazen bölgeciliktir, bazen şu veya bu maksadla teşkil edilen grubculuktur, bazen grupçuluklara karşı olmak düşüncesiyle teşkil edilen grubculuktur, bâzan da eskiden olduğu gibi kabilevi, ırkî birliktir. Sebep ne olursa olsun, ileri sürülen bahane ne gösterilirse gösterilsin, adâletin tatbikine, liyâkatların haklarını almasına mani olan, lâyıkı varken liyâkatsizi iş başına getiren, mazluma karşı zâlimi koruyan her çeşit tarafgirlikler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) diliyle lânetlenen yasaklanmış olan asabiyettir. Bu nokta-i nazardan asabiyet tâbirinin zamanımızdaki en uygun karşılığı tarafgirliktir. Zîra tarafgirlik uğruna, değil aynı kabileden olanlar, aynı aileden olanlar bile birbirlerine düşman vaziyeti almakta, haksızlıklar işlemektedir. 1623
1621] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/442-443
1622] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/443
1623] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/443-444
ULU’L-EMR
- 275 -
Kâ’b İbnu Ucre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bana şunu söyledi: “Ey Kâ’b İbn Ucre, seni, benden sonra gelecek ümerâya/yöneticilere karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları, yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; âhirette havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir, ben de ondanım; o kimse, havzın başında yanıma gelecektir. Ey Kâ’b İbnu Ucre! Namaz bürhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi. Ey Kâ’b İbnu Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.”1624
Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.) Kâ’b İbn Ucre’yi muhatap ederek ümmet-i merhumeye yalancı, zâlim ve sefih ümerâya karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir: Onlara uğramamak, yalanlarına kapılmamak, zulümlerine iştirak etmemek. Namaz, oruç, zekât gibi farzları edâ etmek, bunların uhrevî mükâfaatını düşünerek sefih ümeranın dünyevî menfaatlarına iltifat etmemek, istikametten ayrılmamak.
Süfyan-ı Sevrî (rahimehullah), “...O benden değildir ben de ondan değilim” ibâresinin te’vil edilmesini istemez. “Zahiri esas alınmalıdır, zecr hususunda bu daha beliğ” dermiş.1625
“Emîr, halka karşı sûizanna düşerse halkı ifsad eder.”1626
Açıklama: Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde ümerânın (idarecilerin) halka karşı siyasetlerinde uymaları gereken mühim bir prensip vaz’ediyor. Suizanla hareket etmemek, onları müttehem, kuşkulu kimseler yerine tutmamak, haklarında hüsn-i zannı, güveni esas almak. Aksi takdirde halk, ahlâken bozulacaktır. en-Nihaye’de, “Yani emîr insanları bazı şeylerle itham ederek, alenen suizanda bulunursa bu hal onları haklarında ittiham olunan fenalıkları işlemeye sevkeder” der.
Ulu’l-Emr, Halife ya da İmam Denilen Müslümanların Liderinin Önemi
İmamsız ümmet, başsız beden gibidir. Organizmanın canlılığı, ruhu ne ise; ümmet için imam da odur. İmamsız toplum, bir cesetten farksızdır. Ümmetin başına gelenler, imâmetin başına gelenlerle doğru orantılıdır. Kur’an’da ümmet ile imâmet kavramları birbiriyle yakın irtibat halindedir. Allah İbrâhim’i (a.s.) insanlara imam yapmıştır.1627 O imamların başıdır. Aynı zamanda o, imamların kendisinden geldiği bir ümmettir.1628 Dolayısıyla Hz. İbrâhim’in şahsında imâmet ve ümmet kavramları birlikte gündeme gelmişlerdir. O yüzden rahatlıkla şu hükme varılabilir: Ümmet; tek bir imama bey’at ederek bağlı olan mü’minler topluluğudur. İmama bağlı olmadan ümmet teşekkül edemez. Ümmetsiz imam, imamsız ümmet olmaz.
“Gerçek şu ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse
1624] Tirmizî, Salât 433, h. no: 614; Nesâî, Bey’ât 35, 36, h. no: 7 -160-
1625] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/449-450
1626] Ebû Dâvud, Edeb 44, h. no: 4989
1627] 2/Bakara, 124
1628] 16/Nahl, 120
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bana ibâdet/kulluk edin.”1629 Mü’minler olarak hepimiz Allah’ın huzurunda tek ümmet inancını ve şuurunu koruyup korumadığımız hususunda hesap vereceğiz. İslâm ümmeti, tektir, birdir; küfür ümmeti ise sayısız denecek kadar çok olabilir. Tek ümmet inancının saptırılmadan devam etmesi, tek imamın varlığına bağlıdır. Esasen imâmet, bir ümmet sorunudur. Ümmet olmadan imâmet de olmaz. İmâmetin ihyâsı, ümmetin varlığına bağlanmıştır. Çünkü İslâm’da tek ümmet ve tek imam esastır. 1630
İmâmet; “din ve dünya işlerinde Rasûlullah’a niyâbeten (vekil olarak) başkanlık, devlet reisliği” diye tanımlanmıştır. “Dinin uygulanması, dinin sınırlarının korunması konusunda, ümmetin tümünün kendisine uyması vâcip olmak üzere Râsûlullah’ın halîfeliğini yapmak” diye de ifade edilmiştir.1631 Mâverdî de şöyle diyor: “İmâmet; dinin bekçiliği ve dünya siyaseti konularında peygamberliğe halef olarak konulmuş ve kabul edilmiş bir müessesedir.”1632 İbn Hümam; “Mü’minlerin, kendi içlerinden imam seçmelerinin sebebi, İslâm’ın hükümlerini hakkı ile edâ etmek içindir”1633 diyerek önemli bir noktaya işaret ediyor. İmam Ebû Muin en-Nesefî de bu konuda şöyle der: “Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi câiz değildir. İmam, devlet başkanı olan halîfedir. İmâmetin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dinî hükümlerden bir kısmının farz olması, ancak imamın varlığına bağlıdır. Cuma namazı, bayram namazı ve yetimleri evlendirmek... gibi. İmamı inkâr eden kimse, farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur.” 1634
Siyerle ilgili kaynaklarda Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra sahâbenin, daha Rasûlullah’ı defnetmeden önce imam/halife seçme hususunda titiz davrandığı kaydedilir. İbn Âbidin, bu konuyla ilgili şunları zikreder: “Rasûlullah (s.a.s.) pazartesi günü vefat etmiş, çarşamba günü defnedilmiştir. Bu arada ashâb-ı kiram, her şeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet, bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir imam vefat ettimi, onun yerine başkası seçilmedikçe defnedilmez. İmamın, müslüman ve hür/özgür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine velî olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine velî olmaya bile gücü yokken, nasıl başkasına velî olabilir? Sabî ve köle de deli gibidir. İmam, muktedir, yani hükümleri yürütebilir, mazlumun hakkını zâlimden almaya, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vs. gücü yeter olmalıdır.” 1635
Kâfirlerin (tâğutî güçlerin); Allah’ın indirdiği hükümlere mukabil/alternatif olmak ve onların yerine geçmek üzere koydukları hükümleri reddetmek farzdır. Onların, mü’minler üzerinde velâyet hakkının bulunmayacağı hususu kesindir.1636 Dolayısıyla mü’minler; kâfirlerin veya mürtedlerin istilâsına/işgâline uğrarlarsa, zor gücüyle başlarına geçen bu yönetimi kabul etmezler. Onlara karşı cihadın farz-ı ayın olduğunu bilirler. Nitekim İmam Serahsî; “Cihaddan maksat;
1629] 21/Enbiyâ, 92
1630] Mustafa Çelik, İslâmî Hareket Fıkhı, c. 4, s. 42
1631] Abdülkadir Udeh, İslâm ve Siyasî Durumumuz, s. 121-122
1632] İmam Mâverdi, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, s. 5
1633] Kemâleddin İbn Hümam, Kitabü’l-Müsâyera, s. 265
1634] İmam Ebû Muîn en-Nesefî, Bahrü’l Kelâm fî Akaidi’l-ehli’l-İslâm
1635] İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar al’d-Dürri’l-Muhtar, c. 2, s. 384
1636] 4/Nisâ, 141
ULU’L-EMR
- 277 -
müslümanların emniyet içerisinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır”1637 diyerek, hassas bir noktaya işaret eder. İşgal altında iken dahi; mü’minlerin (müstevlîlerin liderine itaat etmeyip) kendi içlerinden bir imam seçmeleri vâciptir. Nitekim İbn Âbidin bu konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev alacak bir yetkili bulunmazsa (ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi) o bölgelerde gayr-ı müslimler hâkim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar mahkûm durumda, gayr-ı müslimler ise hâkim durumdadırlar. Kurtuba’da (İspanya’da) bugün (yazarın yaşadığı tarihlerde) olduğu gibi. Bu durumda ne yapılmalıdr? Gerekli (vâcip) olan, müslümanların kendi aralarından birine bu görevi (imâmeti) vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vâciptir. Onu kendilerine imam/idareci olarak seçerler, o da kadı tâyin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hâdiselerin yargı organlarına (mahkemeye) aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam nasbederler. İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir.1638 Kâfir oldukları; kendi ikrarları ve beyyine ile sâbit olan işgalcilerin tâyin ettiği kadı kabul edilemez. Çünkü velâyet hakkı, kat’i nasslarla sâbittir. 1639
“İçinizden hayra çağıran ve ma’rûfu emredip münkerden nehyeden bir ümmet bulunsun. Kurtuluşa erenler, işte bunlardır.”1640 Bu âyeti tefsir ederken Elmalılı Hamdi Yazır şunları söyler: “Ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde “imam” bulunur. Cemaat ile namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra dâvet ve emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapacak bir ümmet ve imâmet teşkili, müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. (Farîza; İslâm açısından yapılması mecburî olan, farz, Allah’ın emri demektir.) Bu farîzayı yerine getirebilen müslümanlar âyetin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler.” 1641
Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm’da bu başkana, halîfe ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanısıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at “şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir.
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca, İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş
1637] İmam Serahsî, el-Mebsût, c. 10, s. 3
1638] İbn Âbidin, a.g.e. c. 12, s. 145
1639] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 182-183
1640] 3/Âl-i İmrân, 104
1641] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 407
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.
İzinden Gidilen Ulu’l-Emirler/Önderler; Takvâ İmamları ve Küfür İmamları
Allah, Kur’an’da imam kelimesini genelde peygamberler ve kitap için kullanmakla birlikte; Kitabı ve peygamberleri kendisine örnek edinerek dâvânın yaşanması ve yaşanılır kılınması için öncülük eden muttakî önderlere karşı cephe oluşturarak, insanların hidâyeti anlamasını ve hidâyete tâbi olmasını engelleyebilmek için mücâdele edenleri de Allah küfür imamları/önderleri diye belirlemiştir.
Böyle bir toplumda, bilinçli kimselere haksızlık karşısında susmayan inançlı insanlara çok büyük görevler düşer. Zira Allah, insanları bilinçlenmeye ve akletmeye çağırır. Allah, kullarını, kullara kul olmaktan kurtarıp sadece kendisine kulluk yapmalarını sağlayarak gerçek hürriyetlerine kavuşmalarını ister. İşte bu sebeple, küfrün önderleri olan müstekbirler, fırsatını buldukları an müslüman dâvâ erlerini ve onların imamlarını yok etmeye çalışırlar. Rabbimiz ise, Müslümanların Kur’an’ı kendilerine imam (rehber) edinmelerini istemektedir.
Kur’an bize rehberlik ederek küfrün önderlerine karşı sürekli bir mücâdele içerisinde olmamızı öğütler; onlarla savaşmamızı emreder,1642 İşte bu savaş, yani cihad, organize olmuş imamlı bir cemaatle olur. Toplum, müttakî bir topluluktur. İmamları ise takvâ sahiplerinin önderidir. Onlara takvâda öncülük eder. Bu toplumda bütün hesaplar âhiret üzerine yapılır, âhireti kazanmanın mücâdelesi verilir. “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.” 1643
İmam, bir rehber ve önderdir; insanlara öncülük eder. İmâmet ise bir makamdır, rehberlik ve önderlik makamı. İmâmet, Âdem’le başlamış ve Rasûlullah’a kadar kesintisiz olarak vahiyle birlikte devam etmiştir. Rasûlullah’tan sonra ise bu makam, O’nun getirdiği Kitab (Kur’an)’a vâris olan, Kitabı yaşayıp toplumda yaşanılır kılabilmek için mücâdele veren imamlar tarafından sürdürülecektir.
Zâlim ve Fâsığın İmâmeti
Yüce Allah, kulu ve elçisi olan İbrâhim’i (a.s.) ateşten koruduğu gibi, evlâtlarını da korumuş ve onlara peygamberler arasında üstün mevki ve mertebe de vermiştir. Kur’ân-ı Kerim Hz. İbrâhim’in önderliğinden ve evlâtlarından şöyle bahsediyor: “Bir zamanlar Rabbi İbrâhim’i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince; ‘Ben seni insanlara imam/önder yapacağım’ demişti. ‘Soyumdan da (imamlar/önderler yap, yâ Rabbi!)’ dedi. Allah: ‘Ahdim zâlimlere ermez (onlar için söz vermem)’ buyurdu.”1644 Allah Teâlâ, sevdiği kulu İbrâhim’i herkesin tâbi olduğu bir imam/önder yaptığını beyan ediyor. Çünkü İbrâhim (a.s.), Yüce Allah’ın sınavlarını tümüyle ve en güzel şekilde kazanmıştı.
1642] 9/Tevbe, 12
1643] 25/Furkan, 74
1644] 2/Bakara, 124
ULU’L-EMR
- 279 -
İmamlık veya diğer bir adıyla önderlik, sıradan basit bir görev değildir. Babadan oğula geçen veya soy sop takip eden bir verâset malı olmadığı gibi, zâlim, fâcir, fâsık, münâfık ve müşrik gibi kimselerin de gelip oturduğu bir makam değildir. İmamlık; iman, amel, şuur ve yaptırıcı güce sahip olanların hakkıdır. Bu üstün meziyetlere sahip olmayanlar babası ve atası ne olursa olsun, o yüce makama getirilemez. İslâm, bir saltanat ve hükümdarlık dini değildir. İslâm, hak ve adâlet dinidir. Kim o mertebeye ulaşırsa onun hakkıdır.
İmamlığı sadece bir devlet başkanı olarak düşünmek doğru değildir. İmamlık; risâlet imamlığı, hilâfet imamlığı, devlet imamlığı, cemaat imamlığı ve namaz imamlığı şeklinde geniş bir muhtevâya sahiptir. Hangi şekliyle olursa olsun, o makamlara geçecek şahsın zâlimlik, fâsıklık ve benzeri sıfatlardan uzak kalarak tam bir adâlet sıfatına sahip olması şarttır. Allah Teâlâ’nın İbrâhim (a.s.)’e söylediği “zâlimlere imamlık ahdim erişmez” ifadesi, sadece İbrâhim nesline münhasır değildir. Her dönemde geçerli bir kuraldır. (Geniş Bilgi için bk. İmam Kavramı, 91. Kavram)
Zâlim ve Fâsık Ulu’l-Emre/İmama Karşı Kıyam Hakkı
İmam Âzam, zâlim ve fâsık yönetime karşı müslümanların silâhlı başkaldırısını emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker farîzasının bir parçası olarak görmüştür. Bu konuda İmam Ebû Hanife ilk değildir. Emevîler, hilâfeti ellerine geçirdiğinden beri silâhlı kıyamı savunan sahâbe ve ulemâ eksik olmamıştır. (Geniş Bilgi için bk. İmam Kavramı, 91. Kavram)
Devletsiz toplum, toplumsuz birey olmaz. Fert olarak insanın yaratılış maksadı “Allah’a kulluk”tur. Bu gâyenin gerçekleşebilmesi için ferdin canı, malı, dini, aklı, nesli ve şerefi korunmalıdır. Korunma ancak düzen içinde olur; düzen ise devlettir, kanun hâkimiyetidir. Yönetimsiz devlet, başkansız yönetim olmayacağına göre, devlete bir başkan gereklidir. İslâm’da bu başkana, halîfe ve emîru’l-mü’minîn sıfatlarının yanısıra, imam denilmiştir. Birçok hadis-i şerif, müslümanlara, İslâm devletinin müslüman ve ehil başkanını tanımalarını, ona bey’at ve itaat etmelerini; bey’at “şartlı” itaat sözü ve vekâlet mâhiyetinde olduğu için, imam, şartlara riâyet etmediği veya liyâkat vasfını kaybettiği takdirde ona itaat etmemelerini (değiştirip yerine lâyık olanı getirmelerini) emretmektedir. Her gece, kıldığımız vitir namazlarının son rekâtında Allah’a yöneticiler hakkında söz vermekteyiz: “Ve nahleu ve netrukü men yefcuruk / (Ey Rabbimiz, Sana isyan eden emîri/yöneticiyi hal’ eder, alaşağı ederiz (eğer alaşağı etmeye gücümüz yetmezse) onu kendi haline yardımsız bırakır, terk ederiz.”
Her sosyal hareket gibi, İslâmî hareketin de rehberlere ve baş rehbere (imam/önder) ihtiyacı vardır. Hareket, İslâmî olunca, İslâm’ın hayata hâkim kılınması gibi bir hedefe yönelince rehberlerin de İslâm âlimi, İslâm’ı iyi bildiği kadar iyi yaşayan kimseler olması zarûret haline gelmektedir. Tesbihin başlangıç ve bitiş yerini belirleyen, tesbihi boncuk dizisinden ayırıp “tesbih” yapan şeyin adına “imâme” denir. Tesbih bile imâmesiz olmadığına göre, ümmetin imamsız olması elbette mümkün değildir.
“İpi kopan tesbihim, / Dağılmış tane tane;
Acı ama, tesbihim / Hani nerde imâme?”
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm Devletinin akdî temeli, ümmetin halifeyi seçme hakkı bulunduğu esasına dayanır. Ulu’l-emr, özel bir seçim olan bey’atla seçilir. Ehl-i Hal’ ve’l-Akd denilen ümmetin seçkin temsilcileri tarafından bey’atla seçilerek görev alır. Bu kurumun; halife küfre meyleder, açıkça fısk olan işleri yapar, yönetimi hakkıyla icra edemeyecek duruma düşerse halifeyi azletme (hal’ etme) yetkisi vardır. Halife, şeriatı, bu seçkin temsilcilerden oluşan organla istişare ederek icra eder. Bu organ, aynı zamanda şûrâ organıdır. Halk direkt olarak da şûrâ meclisini seçebilir.
Ulu’l-Emr, ümmetin imamı demektir. İmam denilince de, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.
Mü’minlerin ulu’l-emri/imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.”1645 Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir. Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.
Mü’minlerin ulu’l-emri olan mü’min imamlar ise, imamların imamı Hz. İbrâhim örnekliğinde ortaya konulur. O, put ve putçulara karşı tek başına bir ümmettir. Ve aynı zamanda ümmetin imamıdır. O’nun İshak, İsmail gibi oğulları, Ya’kub, Dâvud, Mûsâ, İsa, Muhammed (salevâtullahi aleyhim ecmaîn) gibi torunları imamdır. Kur’an, apaçık bir imam/rehber olduğu gibi, yol (hidâyet yolu, sırât-ı müstakîm) da imamdır. İmam hakkındaki Kur’an’ın bu tanımlarından yola çıkarak diyebiliriz ki; iyilik imamı, peygamberlerin izinden ayrılmayan, Kur’an’ın ahkâmını inanarak uygulayan ve İslâm hidâyeti üzere, sırât-ı müstakîm yolunda önder kişidir. Bu özellikleri taşımayan kimse, mü’minlerin ulu’l-emri/imamı olamaz; olsa olsa, küfür imamı/önderi olabilir.
İslâm’ın toplumsal hükümlerini yaşayabilmek, bulunduğumuz yere İslâm’ı hâkim kılabilmek için imamın mevcûdiyeti, başta gelen esaslardandır. “Cemaat mi, arasından imamı çıkarır, yoksa imam mı kendi cemaatini yetiştirir, oluşturur?” sorusuna, her iki açıdan cevap vermek mümkündür.
Günümüzde İslâmî ve ideal anlamda cemaat bile olamayan müslümanların, aralarından ulu’l-emr, yani imam çıkarmaları ve imamsız devlete tâlip olmaları
1645] 4/Nisâ, 141
ULU’L-EMR
- 281 -
gerçekleşmeyecek bir düşten ibârettir. Rüyanın gerçek olması için önce cemaat ve ümmet bilincine sahip olmalı ve içimizden bizi çekip çevirecek bir imam çıkarması için dil ve fiil ile duâ etmeliyiz: “Ve onlar (iman edip tevbe edenler), ‘Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl!’ derler.”1646
Selâm olsun hidâyet imamlarına ve hidâyete tâbi olan muttakîlere! Yazıklar olsun toplumu hidâyetten engellemeye çalışan önderlere ve onların izindekilere! Selâm olsun, imamların unutulduğu ortamlarda ortaya çıkarak cemaatlerini oluşturmaya ve başlarında kendilerinden ulu’l-emr olacak imâmet/hilâfet müessesesini gerçekleştirmeye çalışanlara!
1646] 25/Furkan, 74
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kur’ân-ı Kerim’de Ulu’l-Emr Kelimesinin Geçtiği Âyetler (2 Yerde): 4/Nisâ, 59, 83.
B- Kur’ân-ı Kerim’de “İmam” ve Çoğulu “Eimme” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (12 Yerde): 2/Bakara, 124; 9/Tevbe, 12; 11/Hûd, 17; 15/Hıcr, 79; 17/İsrâ, 71; 21/Enbiyâ, 73; 25/Furkan, 74; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24; 36/Yâsin, 12; 46/Ahkaf, 12.
C- Kur’ân-ı Kerim’de “Halîfe” ve Çoğulu “Halâif” ve “Hulefâ’ ” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (9 Yerde): 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165; 7/A’râf, 69, 74; 10/Yûnus, 14, 73; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
D- Kur’ân-ı Kerim’de “Ümmet” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (51 Yerde): 2/Bakara, 128, 134, 141, 143, 213; 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 113; 4/Nisâ, 41; 5/Mâide, 48, 66; 6/En’âm, 108; 7/A’râf, 34, 38, 159, 164, 181; 10/Yûnus, 19, 47, 49; 11/Hûd, 8, 118; 12/Yûsuf, 45; 13/Ra’d, 30; 15/Hıcr, 5; 16/Nahl, 36, 48, 89, 92, 92, 93, 120; 21/Enbiyâ, 92, 92; 22/Hac, 34, 67; 23/Mü’minûn, 43, 44, 52, 52; 27/Neml, 83, 28/Kasas, 23, 75; 35/Fâtır, 24; 40/Mü’min, 5; 42/Şûrâ, 8; 43/Zuhruf, 22, 23, 33; 45/Câsiye, 28, 28.
E- Kur’ân-ı Kerim’de “Ümmet” Kelimesinin Çoğulu Olan “Ümem” Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 6/En’âm, 38, 42; 7/A’râf, 38, 160, 168; 11/Hûd, 48, 48; 13/Ra’d, 30; 16/Nahl, 63; 29/Ankebût, 18; 35/Fâtır, 42; 41/Fussılet, 25; 46/Ahkaf, 18.
F- İmam Kelimesinin Farklı Anlamları:
a- Önder, Rehber, Lider: 2/Bakara, 124; 11/Hûd, 17; 25/Furkan, 74; 46/Ahkaf, 12.
b- Kitab, Levh-i Mahfûz: 36/Yâsin, 12
c- Yol: 15/Hıcr, 79
d- Liderler: 9/Tevbe, 12; 21/Enbiyâ, 73; , 17/71; 28/Kasas, 5, 41; 32/Secde, 24.
G- Halife - Hilâfet Konusuyla İlgili Ayetler: 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 133, 165; 7/A’râf, 69, 74, 129, 169; 10/Yûnus, 14, 73; 11/Hûd, 57; 19/Meryem, 59; 24/Nûr, 55; 27/Neml, 62; 35/Fâtır, 39; 38/Sâd, 26.
Konuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Ülül Emr: K. Sitte, 5/61-66
3/407-408
İmamet: 6/403-502
13/491-2
2/285, 295
9/122-123
Buhârî, Salât 5-7, 60; Ezan 51, 54; Meğâzî 53, 82, Hudûd, 86, Edeb 74; Ahkâm 1, 4, 8, 48; Enbiyâ 5; Menâkıbu’l-Ensâr 25.
Müslim, Mesâcid 289-290; Salât 178; İmâre, 9, 33, 37, 38, 44, 46, 58; İman, 173, 229.
Tirmizî, Fiten 13, 48, 75; Menâkıb 19, 33; Salât 174; Mevâkît 39, 149; Cihad 7, 29; Siyer 35; İlim 16.
Nesâî, İmâmet 3-4, 39, 41; Bey’at 25, 26, 27, 34.
İbn Mâce, Fiten 8, 9, 20; Mukaddime 6, 11, Ezan 3; İkamet 46-48, 78; Ticâret 8, 30; Cihad 40, 42.
Ebû Dâvud, Salât 32, 40, 60-62, 63, 134; Büyû’ 37; İmâre 1; Cihad 87, 96; Bey’at 25; Sünnet 5, 8; Melâhim 17.
Müsned-i Ahmed, I/21, 23, 55, 84, 118, 119, 152, 209, 333, 375; II/54, 97, 161, 177, 232, 336; III/129, 183, 428, 457, 475; IV/21-22, 118, 148, 203-204, 273, 405, 461; V/29-30, 71, 251, 301; VI/111, 405.
Dârimî, Mukaddime 6, 23.
İbn Hibban, Sahih, hadis no: 257.
Hâkim, el-Müstedrek, 4/92.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm’da Devlet Adamı ve Âlim, Abdülaziz el-Bedrî, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
2. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
ULU’L-EMR
- 283 -
3. İslâm’da İdarî Siyaset, Seyyid Abdullah Cemaleddin, Hira Y.
4. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Harun Han Şirvani, Nur Y.
5. İslâm’da Siyaset Düşüncesi, Derleme, İnsan Y.
6. İslâm’da Devlet ve Siyaset, Kelim Sıddıkî, Endişe Y.
7. İslâmî Bir Devlet İstiyoruz, Âyetullah Muhammed B. Mehdi el-Hüseynî Şirazî, İkbal Y. (Yenda)
8. Siyasal İslâm, Üstad Ca’fer Sübhanî, İkbal Y. (Yenda)
9. İslâmî Devlet Düzeni, Ahmed Ağırakça, Düşünce Y.
10. İslâmî Siyaset Teorisi ve Sorunlar, Heyet, Ekin Y.
11. İslâm’da Ferd ve Devlet Münasebetleri, Hz. Ali, Ebû Yusuf, Abdülkadir Zeydan, Kayıhan Y.
12. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
13. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
14. Devlet Bilinci, Ahmet Mercan, Denge Y.
15. Ümmet Bilinci, Atasoy Müftüoğlu, Denge Y.
16. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
17. Din Bürokrasisi, Davut Dursun, İşaret Y.
18. İslâm’ın İlk Döneminde Siyasal Katılma, Davut Dursun, Beyan Y.
19. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi vecih Kevserânî, Denge Y.
20. Devlet ve İnsan, Alaaddin Özdenören, Nehir Y.
21. Dünya İslâm Devleti ve Prensipleri, M. Sait Çekmegil, Nabi-Nida Y.
22. Dünya İslâm Birliği, Muhammed Ebû Zehra, Çev. İbrahim Sarmış, Esra Y.
23. Dünya İslâm’a Muhtaç, Ahmet Selim, Timaş Y.
24. Medine Düşünceleri, Hüseyin Hatemi, Yeni Asya Neşriyat
25. İslâmî Topluma Doğru, Reyhan Şerif, Akabe Y.
26. Uzlaşma Tehdidi Karşısında İslâmî Hareketler, Heyet, Ekin Y.
27. Dönüştürme Bilinci ve İslâmî Hareket, Ali Değirmenci, Ekin Y.
28. Kur’an’da Toplumsal Değişim, Celaleddin Çelik, İnsan Y.
29. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
30. Ulemâ ve Dinî Otorite, Derleme, İnsan Y.
31. Hz. Ali Dönemi ve İç Siyaset, Mustafa Günal, İnsan Y.
32. İslâm ve Yürürlükteki Kanunlar, Abdulkadir Udeh, İİFSO Y.
33. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
34. İhvan-İslâm ve Demokrasi, Fethi Osman, Endülüs Y.
35. Batı’da Din-Devlet İlişkileri, Fransa Örneği, Jacques Robert, İz Y.
36. Mehdîlik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y.
37. Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, Kâmil Kaya, Şahsî Y. (Birleşik Dağıtım)
38. Tuğyana Karşı Ulemâ, M. Recep el-Beyyûmî, Eksen Y.
39. İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
40. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
41. Teoriden Pratiğe İslâmî Hareket, Fidan Güngör, Fıtrat Y.
42. Hükümet Darbesi Tekniği, Curzio Malaparte, Çev. Refik Özdek, Bedir Y.
43. Câhiliyyenin Hükmünü mü İstiyorlar, Ziyaeddin el-Kudsi, Hak Y.
44. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
45. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
46. Riyâset ve Siyasette Ehliyet, Muhammed Zeki, Bayrak Y.
47. İslâm’da İmamet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
48. El-İmâmetü’l-Uzmâ, İslâm’da Devlet Başkanlığı, Süleyman ed-Demirci, terc. İbrahim Cücük, Ravza Y.
49. İmam Humeyni, Heyet, Daruttakrib Y.
50. Bir Devrimin Anatomisi, Kadri Çelik, Evrensel Yayıncılık
51. Devletçilik Bumerangı, Durmuş Hocaoğlu, Ufuk Kitapları, da Y.
52. Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma, Abant Platformu 4, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Y.
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
53. Bir Politikbilim Perspektifi, Ali Yaşar Sarıbay-Süleyman Seyfi Öğün, Asa Y. Bursa, 98
54. Hz. Peygamber’in Devleti, Mehmet Birsin, Birleşik Y., İst 96
55. Halifelik ve Emirlik, Mahmut Şâkir, Terc. Bilal Uzun, Hak Y.
56. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
57. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
58. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
59. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
60. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
61. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülİslâm Mustafa Sabri, Alem Y. / Araştırma Y.
62. Hilâfetin İlgasının Arkaplânı, Şeyhülİslâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
63. Hilâfet-i İslâmiyye ve T. B. M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
64. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
65. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
66. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi vecdi Akyüz, Dergâh Y.
67. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
68. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlânı ve Lütfi Fikri Dâvâsı, 1-2, Murat Çulcu, KastaşY.
69. Halifeliğin Kaldırılması ve Lâiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
70. Tek Başına Bir Ümmet, Necmettin Şahiner, Beyan Y.
71. İmamlar ve Sultanlar, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
72. İmamet ve Rehberiyyet Reçetesi, Murtaza Mutahhari, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
73. İmamet ve Rehberiyet Felsefesi, Muhammed Beyşehri, çev. Ünal Çetinkaya, Endişe Y.
74. İmam En Büyük Önder, Ensari Kirmani, çev. İrfan Keser, Endişe Y.
75. İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Marm. Ün. İl. Fak. Vakfı Y.
76. Resmî İdeolojinin Ücretli Köleleri, Mustafa Çelik, Misak Y.
77. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 127-138
78. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılab Y. s. 59-60
79. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 193-244
80. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 539-540, c. 15, s. 299-300
81. İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 2. s. 422-438
82. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Kuba Y. c. 1, s. 122-123
83. Terimler Sözlüğü (Kitabü’t-Târifât), Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 101
84. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 519-523
85. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-184
86. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 219-220
87. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s. 75-76
88. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 167-177
89. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (M. Sabri Küçükaşçı) T.D.V. Y. c. 22, s. 178-190, 201-207
90. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, (Abdullah Yücel) Şâmil Y. c. 3, s. 142-144
91. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, (Nureddin Yıldız) Risale Y. c. 2, s. 236-240
92. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda, c. 4, s. 37-47
93. İlmî ve Siyasî Tahliller, Molla Mansur Güzelsoy, Fıtrat Y. s. 15-35
94. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 180-183
95. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 534-537
96. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.127-135
97. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 301-302
98. Tartışılan Sorular, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 69-79, 127-130
99. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y. s. 55-69
100. İbâdet mi Âyin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 95-103
101. İslâm Cemaatine Doğru, Abdurrahman Dilipak, Risale Y. s. 86-105
102. İslâmî Hareket, İlkeler ve Sorunlar 2, Muhammed Fadlullah, Ekin Y. s. 197-207, 271-284, 93-
ULU’L-EMR
- 285 -
103. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
104. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-244
105. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. s. 50, 60-64
106. Teşkilat ve Teşkilatçılık, H. Mustafa Genç, Akabe-Biat Y. s. 123-148
107. Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod, Teşkilatçılık, Ahmet Akgül, Doğuş Y. s. 23-33
108. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 193-218
109. İslâm Devlet-Dünya Düzeni 1-2, Süleyman Karagülle
110. İslâm ve Siyasî Durumumuz, Abdülkadir Udeh, terc. M. Beşir Eryarsoy, Pınar Y.
111. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
112. Ahkâmu’s-Sultâniyye, İmam Mâverdi, Bedir Y.
113. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
114. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
115. Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İilişkileri, 1-3, Hasan Hüseyin Ceylan, Rehber Y.
116. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
117. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
118. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
119. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
120. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
121. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebû ’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
122. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
123. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
124. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
125. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
126. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
127. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
128. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
129. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
130. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
131. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
132. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
133. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
134. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
135. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kütüb, Bir/Arslan Y.
136. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kütüb, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
137. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kütüb, Arslan Y.
138. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kütüb, İslâmoğlu Y.
139. Yaşasın Şeriat, Abdurrahman Dilipak, Görüş/Risale Y.
140. Ümmet ve Ulus Kimliklerin Çatışması, Abdullah Ahsen, Çev. Kemal Çayır, İnkılâb Y.
141. Ümmet ve İmâmet, Ali Şeriati, Çev. Ahmet Sait, Fecr Y.
142. Ümmet ve Uygarlık Krizi, A. Ebû Süleyman, Çev. Âlim Güner, Akabe Y.
143. Ümmeti Yıkan İthal Çözümler, Yusuf Kardavi, Çev. Resül Tosun, Akabe Y.
144. Ümmet ve Yahûdiler, Mustafa Yalçın, İlke Y.
145. İslâm Toplumu, Mücteba Uğur, Çağrı Y.
146. İslâm Toplumuna Doğru, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
147. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyit Kütüb, İslâmoğlu Y.
148. İslâmî Topluma Doğru, Reyyan Şerif, Akabe Y.
149. İslâm Toplumunun Oluşumu, Said Ramazan Bûtî, Şûrâ Y.
150. İslâm’da Ferd ve Cemiyet, Muhammed Kutup, Hikmet Y.
151. İslâm’da Toplum Düzeni, Muhammed Ebû Zehra, Kayıhan Y.
152. İslâm’da Sosyal Düzen, Mustafa Râfii, Fikir Y.
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
153. İslâmî Şahsiyet ve Toplumsal Değişim, Mehmet Pamak, Buruc Y.
154. Örnek İslâm Toplumu, Muhammed Kutup, Risale Y.
155. Özlenen İslâm Toplumu, Seyyid Kutup, Kültür Basın Yay. Birliği
156. Siyasal ve Sosyal Boyutlarıyla İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
157. Sosyalleşme, Sosyal Gelişme ve İslâm, İzzet Er, Furkan Y.
158. İslâm – Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
159. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
160. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
161. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
162. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
163. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
164. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
165. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
166. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
167. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
168. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman Dilipak, Risale Y.
169. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
170. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
171. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
172. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
173. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
174. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
175. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi vecih Kevseranî, Denge Y.
176. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
177. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
178. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
179. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
180. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
181. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
182. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
183. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
184. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
185. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
186. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
187. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
188. Dünya İslâm Birliği, Muhammed Ebû Zehra, Esra Y.
189. İslâm Dünyasına Siyasi Bakışlar, Âsaf Hüseyin, İz Y.
190. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
191. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 37-47
192. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin Özek, 1978, İstanbul
193. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961, İstanbul
194. Ümmet ve İmâmet Soruşturması, Tevhid Dergisi, sayı 18, 19, 20, Haz, Tem, Ağustos 1991
195. Bir İman Toplumu Olarak Ümmet, Vahdettin Işık, Haksöz Dergisi, sayı 60 (Mart 1996)
196. Kur’an’da İmam ve İmamet, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 62, 64 (Mayıs, Temmuz, 1996)