Cumartesi, 06 Şubat 2021 15:17

EVLÂT VE MAL FİTNESİ

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

EVLÂT VE MAL FİTNESİ


• Evlât; Anlam ve Mâhiyeti
• Mal; Anlam ve Mâhiyeti
• Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Evlât ve Mal/Dünya Fitnesi
• Hadis-i Şeriflerde Evlât ve Mal Fitnesi
• Nimetten Belâya; Mal ve Çocukların Fitne Olması
• Malın Fitneye Dönüşmesi; Dünyevîleşme
• Mal Yığmak; Ne Kadar, Kim ve Ne İçin?
• “Dünya Hayatı, Dünya Malı Sizi Aldatmasın!”
• Çocuk: Cennet Kokusu veya Düşman/Fitne...
• Ana-Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri
• İslâm Devleti Olmadan Tedavi Edilemeyecek Olan Eğitim Yarası
• Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
• Bunun Adı Putperestliktir!
• Eğitim ve Tekfir
• Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
• Çocuk Öldürme Yasağı
• Doğum Kontrolü
• Tefsirlerden İktibaslar
• Evlâdın Fitne Olmasıyla İlgili Bir Okuma Parçası; Evlât Katili Bir Babanın İtirafları
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz. İyi bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitneden/imtihandan ibârettir. Allah yanında ise büyük ecirler/mükâfatlar vardır.” ?
Evlât; Anlam ve Mâhiyeti
Evlâd: Veled kelimesinin çoğuludur. Veled de Arapçada çocuk demektir. Yani, doğumundan bülûğ yaşına kadar insan yavrusu. Doğurmak fiili ile, doğuran (erkek -doğurmaya sebep olan- ve kadın), doğurulan çocuk Kur’ân-ı Kerim’de hep bu kelimenin türevleriyle karşılanır. Çocuk demek olan veled, çoğul ve tekil yerinde kullanılabildiği gibi; hem erkek, hem kız için kullanılabilir. Velîd, henüz yakında doğmuş olan çocuk demektir. Aynı kökten gelen tevellüd: Herhangi bir sebeple bir şeyin, bir başka şeyden doğmasıdır. İnsanın çocuklarını ifâde eden veled ve bunun çoğulu evlâd, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle (türevleriyle birlikte) toplam 103 yerde geçer.
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ Hz. Âdem’e (a.s.) bizzat hayat verdikten sonra, muayyen bir yolla erkekle kadının birleşmesi, erkek ve dişideki sperm denen canlı hücrelerin birbirleriyle buluşması yoluyla insanın yaratılışının devamlı olarak tekrarını murad etti. Erkek ve kadının birleşmesi tamamlanınca, insan yaratılışının sebebi olan olay da tamamlanıyor.
İnsanlar, işte bu birleşme ile nesillerini devam ettiriyorlar. İslâm bu birleşme için bir ölçü koymuştur. Bu ölçü de nikâhtır. Nikâhtan maksat da, her canlı için gerekli olan neslin devamını sağlamaktır. İnsandaki devamlılığın gâyesi ise, Allah’a ibâdet ve dünyayı Allah için imar ederek insanların yardımına koşmaktır. Bu, esas gâye olunca çocuk ve nesil arzusu, sâlih ve hayırlı bir neslin talep edilmesini gerektirmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de çocuk arzusu ile ilgili âyetlerde bu hayırlı ve sâlih çocuk meselesine her seferinde ayrı ve tevhidî bir önem verilir: “Onlar ki: ‘Ey Rabbimiz, bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olarak (sâlih çocuklar) ihsân et, bizi takvâ sahiplerine rehber kıl!’ derler.” 3022 Bu âyette çocuk kelimesi yerine “gözbebeği gibi kıymetli” anlamında “kurretu aynin” ifâdesi kullanılmıştır. Bu ise arzularımıza uygun ve gerçekten Allah’tan korkan takvâ sahibi bir nesil demektir.
İstenmesi gereken neslin ana vasıfları, başka âyetlerde de kaydedilmiştir: “Yâ Rabbi, bana kendi katından temiz bir soy bahşet. Doğrusu sen duâyı işitirsin.” 3023 Bu âyette istenecek neslin “temiz” olduğu belirtilmektedir. Mü’min, ancak temiz bir nesil talebinde bulunur. Bu duâ, Zekeriyya’nın (a.s.) duâsıdır.
“Ey Rabbimiz, ikimizi de Müslüman, Sana teslimiyette sâbit kıl. Soyumuzdan da müslüman bir ümmet yetiştir.” 3024 “Müslüman nesil” isteğini dile getiren İbrâhim ve İsmâil (a.s.) bize bu bakımdan birer örnektirler. Ayrıca Cenâb-ı Allah bize: “İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için uyulacak güzel örnekler vardır.” 3025 buyurmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, elde edilecek çocuk ve arkadan gelen nesille alâkalı olarak yapılması gereken duâyı öğretici mâhiyetteki bir âyet, neslin “sâlih” olmasına dikkat çeker. Kırk yaşına basan kimsenin, yapması gereken duâlar meyanında şöyle demesi istenir: “Bana verdiğin gibi, soyuma da salâh ver.” 3026 Bu talepteki salâhtan, iyi amel üzere olan hayırlı nesil (sâlih insan) anlaşılacağı gibi, yaratılış yönünden bedeni sağlam, tam, kusursuz, sakat olmayan anlamı da çıkarılmaktadır.
Hz. Âişe validemize bir doğum haberi ulaşınca, kız mı erkek mi diye hiç sormayıp, “Yaratılışı tamam mı?” diye sorduğu; “Evet!” cevabı alınca da, “Âlemlerin Rabbine hamdolsun” diye duâ ettiği bilinmektedir. Hz. Âdem (a.s.) ve Havvâ vâlidemiz de zâten bu şekilde duâ etmişlerdir: “Bize sâlih, bedence kusursuz bir çocuk verirsen, and olsun ki, şükredenlerden oluruz.”3027 İhtiyarlığına rağmen kendisine Cenâb-ı Hakk’ın iki çocuk vermesi karşısında Hz. İbrâhim (a.s.) şu duâyı yapmıştır: “İhtiyarlığıma rağmen bana İsmail’i ve İshak’ı bahşeden Allah’a hamd olsun. Doğrusu
3022] 25/Furkan, 74
3023] 3/Âl-i İmrân, 38
3024] 2/Bakara, 128
3025] 60/Mümtehıne, 4
3026] 46/Ahkâf, 15
3027] 7/A’râf, 189
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 677 -
Rabbim duâları işitendir.” 3028 Bu teslimiyet içindeki bir baba Allah Teâlâ’ya şu niyazda bulunmaktadır: “Rabbim, beni ve çocuklarımı namaz kılanlardan eyle. Duâmı kabul buyur Rabbimiz.” 3029
Çocuk, babasının sırrı ve husûsiyetlerinin sahibidir. Hayatı boyunca onun gözbebeği, ölümünden sonra da mevcûdiyetini devam ettiren ve ebedîliğe doğru götüren bir parçasıdır. Bütün husûsiyetleri (iyi ve çirkin yönlerini) ondan âdeta miras yolu ile aktarır. Zira o, kalbinin bir parçasıdır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, neseplerin korunmasını, neslin tevhid üzere yetişmesini emretmiştir. Bunun için aile halkına, özellikle yeni yetişen çocuklara her şeyden önce öğretilmesi gereken şey, iman esasları ve bilhassa “tevhid” inancıdır. Yani Allah’ın varlığı ve sıfatlarıyla tanıtılması, hiç bir şekilde O’nun ortağı, yardımcısı, O’na giden yolda aracının olmadığı, insanların O’nun hükümleri, emir ve yasaklarıyla yönetilmesi gerektiği inancıdır. Yaş ve idrâk yönüyle bir şeyler öğrenme durumuna gelen bir çocuğa, öncelikle bu inanç kazandırılmalıdır. Nitekim bir kısım rivâyetler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi yakınlarından bir çocuk konuşmaya başlar başlamaz çocuğa tevhîd’i öğrettiğini ve bu maksatla: “Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, âcizlikten ötürü bir velîsi/yardımcısı da bulunmayan Allah’a hamd olsun...” 3030 âyetini okuduğu kaydedilmektedir.
Tevhidle birlikte, şirkin kötülüğü, bâtıllığı, şirke düşmenin ne büyük bir zulüm ve cinâyet olduğu da, öncelikle öğretilmesi gereken bilgiler olmaktadır. Bu konuda Kur’ân’ın verdiği en güzel örnek Hz. Lokman’dır (a.s.). “Hani Lokman oğluna -ona öğüt verirken- şöyle demişti: ‘Oğulcuğum, Allah’a şirk/ortak koşma. Çünkü şirk büyük bir zulümdür.” 3031
Hz. Nuh (a.s.) da kavmini Allah’a dâvet etmiş, dâvetini kabul ederek iman eden insanları tufandan kurtulmaları için gemisine almış, bu arada öz oğlunun da inanarak gemiye binmesini istemişti. Ancak oğlu, inanmadığı için gemiye binmeyerek, kendi helâkini kendi elleriyle hazırlamıştır. Şefkatinin eseri olarak oğlunun affedilmesi için; “Yâ Rab, oğlum benim ailemdendir” diye duâ etmiş, Allah da “Ey Nuh, o senin ailenden değildir, onun yaptığı sâlih olmayan, yaramaz iştir”3032 buyurarak, evlâd olabilmek için sadece babanın sulbünden gelmiş olmanın yetmediğini; bilâkis müslüman/Allah’a teslim olmuş babanın gösterdiği eğitimi ve akîdeyi kabul etmenin gerektiğini vurgulamıştır.
Birçok insan, evlât sahibi olmayı toplum içerisinde bir iftihar vesîlesi 3033 olarak düşünmüş, Allah’ın ebeveyne emâneti olan bu varlıklara İslâmî terbiye ve eğitimi vermediği için de, onları kendilerine âdetâ düşman yapmıştır. Allah, böyleleri için şöyle buyurmaktadır: “...Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır, onlardan sakının!”3034 Gerçekte evlât, insan için bir imtihan vâsıtasıdır. “Mal ve çocuklar birer fitnedir.” 3035
3028] 14/İbrâhim, 39
3029] 14/İbrâhim, 40
3030] 17/İsra, 111
3031] 31/Lokman, 13
3032] 11/Hûd, 42-46
3033] 57/Hadîd, 20
3034] 64/Teğâbun, 14
3035] 8/Enfâl, 28
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber de, (s.a.s.), bütün insanların, emri altındakilerin çobanı olduğunu ifâde etmiştir.3036 Ebeveynin evlâda bırakacağı en güzel mîras, hiç şüphesiz ki, onu güzel terbiye etmesidir.3037 Güzel terbiye edilen çocuk, ebeveyni için âhiret mutluluğunun sebebidir. Ölen insanın amel defteri kapandığı halde, sâlih evlât bırakanın defteri kapanmaz; onun yaptığı hayırlı işlerden ebeveyn de mutlak fayda görür. 3038
Evlâdın ruh terbiyesine önem verildiği gibi, zamanın meşhur olan bilgilerinin de ona kazandırılması, geçimini temin edebileceği helâl kazanç yollarının öğretilmesi gerekir. Diğer taraftan, yine Kur’ân-ı Kerîm, rasûl inancı olmadan Allah’a inanmanın hiç bir değer ifâde etmediğini, Allah’a inanmanın mutlaka rasûllere de inanmayı gerektirdiğini bildirir: “Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr eden Allah ile rasullerinin arasını ayırmak isteyen; ‘bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek, ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, kâfirlerdir. Kâfirlere ağır bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve rasullerine inanıp onlardan hiç birini ayırmayanlara, işte onlara, Allah ecrini verecektir. O, bağışlar ve merhamet eder.” 3039
İslâm, çocuğun göstereceği kabiliyete göre yönlendirilmesini mü’minlere tavsiye eder. Bu konuda İbn Kayyim el-Cevziyye şu görüşe yer vermektedir: “Eğer baba, çocukta iyi bir anlayış, sıhhatli bir idrâk, kuvvetli bir hâfıza ve yeterli bir kavrayış keşfederse onu ilme teşvik etmelidir. Zira, bu vasıflar ilmi kolayca kabul için çocukta fıtrî bir kâbiliyetin varlığına delildir. Bunun aksine, çocukta mesleklerden birine yönelik bir kabiliyet ve heves görürse ve meslek de mubah ve insanlar için faydalı bir meslekse, çocuğu o sahada yetiştirmesi gerekir.” 3040
Kur’ân-ı Kerim’de öğretim ve terbiye konularıyla ilgili olarak erkek ve kız çocuklar arasında herhangi bir ayırım açık olarak gelmiş değildir. Eğitimle ilgili hükümler; kız ve erkek, her iki cins için de aynıdır. Ancak, özellikle cinslerin eğitimi ile ilgili birçok bahsin kadın ve erkek, her iki cinste de ayrı ayrı ele alınarak tebliğ edilmiş olması; âyetlerin açık olan hükümlerinin yanında, cinslerle alâkalı bilgilerin, onlarla çeşitli şekilde ilgilenilmesi gerektiğini mü’minlere hatırlatmak içindir: “...Mahrem yerlerini, henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar...” 3041; “Ey Nebî, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını almalarını söyle. Bu, onların hür ve namuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”3042 Çocukların iki cinsi arasındaki terbiyenin çeşitliliği hadislerle ve sünnet ile daha açık olarak gösterilmiştir. Onların cinsiyetlerinin farklı oluşu sebebi ile eğitimlerinin farklılığı tabii karşılanırken, ikisine de eşit davranmak emredilmiştir.
Âdil ismi ile muttasıf olan Allah, kullarına karşı âdil olduğu gibi, kullarının da birbirlerine karşı adâletli davranmalarını ve iyilikte bulunmalarını emretmektedir
3036] Buhârî, Cum’a 11
3037] Tirmizî, Birr 33
3038] Müslim, V/73; Ahmed bin Hanbel, IV/105
3039] 4/Nisâ, 150-152
3040] İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu’l-Mevdûd fî Ahkâmi’l Mevlûd, 144-145
3041] 24/Nûr, 31
3042] 33/Ahzâb, 59
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 679 -
3043. Bu ilâhî emir, aynı zamanda ana-babanın evlâdına karşı göstereceği ilginin de esasını teşkil etmektedir. Ebeveyn tarafından çocuklar arasında gösterilecek adâletli muâmele, saygınlıklarının artmasına vesîle olur. İslâm âdâbı kız veya erkek çocuklar arasında ayrım yapmayı hoş görmemektedir. Öyle ki, gönül işi olan sevgide bile her iki tarafı eşit tutmayı öngörmektedir. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen şu hadis bunun açık bir delilidir: “Peygamber’in (s.a.s.) yanına bir adam gelmişti. Yanında da bir çocuk vardı. Adam çocuğu öpmeye başlayınca Peygamber, “Ona acıyor musun?” dedi. Adam “Evet” deyince Rasûlullah şöyle buyurdu: “Çocuğa olan şefkatinle sen de Allah’ın merhametine lâyıksın. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidir.” Hz. Enes’in rivâyetinde ise şu ilâve vardır: “Adam çocuğunu öpüp dizine oturttu. Derken bir de kızı geldi. Onu da önüne oturtunca Rasûlullah (s.a.s.) “Aralarında eşit muâmele yapacak mısın?” diye ikazda bulundu.” 3044
Kız çocuklarına bakma ve onları yetiştirme konusunda Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Kim, üç kızı olur da bunlara sabrederse ve varlığından onlara giydirirse, ona ateşten koruyucu bir perde olurlar.” 3045; “Kimin üç kızı yahut üç kız kardeşi olur da onlara iyi muâmele ederse muhakkak Cennet’e girer.” 3046 Hz. Peygamber (s.a.s.) Sürakâ İbn Cu’şüm’e şöyle dedi: “Sana sadakaların en büyüğünü göstereyim mi?” Sürakâ: “Evet yâ Rasûlallah!” dedi. Peygamber (s.a.s.) de: “(Boşanmak veya kocası ölmek sûretiyle) sana dönmüş olan, senden başka geçimine bakacak kimsesi olmayan kızındır.” 3047
Enes bin Mâlik’ten rivâyetle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Her kim bülûğ çağına ulaşmalarına kadar iki kız çocuğunun bakımlarını, nafakalarını, terbiye ve yetiştirilmelerini üzerine alır, yerine getirirse o kimse kıyâmet gününde benimle beraber (şöyle) gelecektir.” buyurmuş ve parmaklarını birbirine yanaştırıp kavuşturmuştur. 3048
Evlâda karşı sevgi ve şefkat, fıtrî bir duygudur. Bu konuda genellikle adâletsiz davranılması pek olağan bir hâdise değildir. Ancak, hayatta bulunan ebeveynin mal konusunda evlâdından bir kısmını diğerine tercihi mümkündür. İslâm fıkhında çocuklardan bir kısmına mal hibe etme konusu özetle şöyle kaydedilir: “Bir kimse, sağlığında kendi malını dilediği bir kimseye bağışlayabildiği gibi; bu malı çocuklarından herhangi birine de bağışlayabilir. Ancak, bu durum adâlete aykırı olacağından harama yakın bir kerâhattir. Çocuklardan bir kısmını diğerine tercih etmek, kardeşler arasında düşmanlığa ve soğukluğa sebep olur. Hatta mîrasta erkek kardeşinden daha az alacak olan kız bile, bağışlamada diğer kardeşleriyle eşit miktarda tutulmalıdır. Hanefî mezhebine göre fetvâ böyle verilmiştir. Ancak, Mütekaddimîn denen ilk devir İslâm âlimleri, çocuklardan bir kısmı câhil, fâsık da olsalar, takvâ sahibi ve edepli olan diğer kardeşlerini bunlara mal ile tercih etmenin uygun olmadığını söylerken; Müteahhirîn denen son devir İslâm âlimleri takvâ ve edep sahibi evlâdı diğerlerine tercih etmenin mümkün olduğunu söylemişlerdir. Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.): “Allah’tan korkunuz,
3043] 16/Nahl, 90
3044] Buhârî, Edeb 12, 13
3045] İbn Mâce, Edeb 3
3046] Ebû Dâvud, Edeb 130
3047] İbn Mâce, Edeb 3
3048] Müslim, el-Birr Ve’s-Sıla Ve’l-Âdab 149
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
evlâdınız arasında adâlete riâyet ediniz.” buyurur. Diğer bir hadiste: “Ey ashâbım ve ümmetim! Atıyye ve hibede çocuklar arasında eşitliğe riâyet ediniz. Ben, evlâttan birisini üstün görecek olsaydım kızları üstün görür ve tercih ederdim” buyurur. Bir diğer hadiste ise: “Çocuklarınızın arasında adâletli olun. Çocuklarınızın arasında adâletli olun. Çocuklarınızın arasında adâletli olun.”3049 buyurur. Bu hadisin vürûdu şöyledir: Beşir bin Sa’d el-Ensârî’nin karısı, oğlu Nu’man bin Beşir’e, köle, bahçe ve benzeri malî bir yardımda bulunarak onu diğer çocuklarından ayırmasını ve bu bağışı belgelendirmek için Rasûlullah’ın (s.a.s.) şâhit olmasını kocasından istemişti. Bunun üzerine Beşir, Rasûlullah’a (s.a.s.) gitmiş ve aralarında şu konuşma geçmiştir: “Yâ Rasûlallah, Revaha kızı Amre (kendi karısı) oğluna kölemi bağışlamamı benden istedi.” “Onun (oğlunun) kardeşleri var mı?” “Evet!” “Buna verdiğin gibi diğerlerine de verdin mi?” “Hayır!” “Bu doğru değildir. Ben de doğru olmayan şeye şâhit olmam.” Ebû Davûd’un rivâyetinde Rasûlullah (s.a.s.) şu cevabı vermiştir: “Haksızlığa beni şâhit tutma. Sana iyilik etmeleri yönünden çocukların üzerinde senin hakkın olduğu gibi, aralarında adâletli olman için de senin üzerinde onların hakları vardır.” “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâletli olun.” 3050
İmam Muhammed ve diğer bazı fakihler, ebeveynin çocuklara vereceği hibe konusunda miras nisbetinin nazara alınması; oğullara iki, kızlara bir nisbetinde verilmesi gerektiğini, adâletin böyle yerine geleceğini söylemişlerdir. Mirasta olduğu gibi hediyede de erkeğin, kızın alacağından iki misli alması, erkeğin, aile ve çocukların nafakalarını temin ile mükellef olmasındandır.
İmam Mâlik ve İmam Leys ile İmam Sevrî’ye göre; evlât arasında bazılarını tercihen bir malı hibe etmek câizdir. Ancak İmam Mâlik, malın tümünün değil, malın bir kısmının bağışlanabileceğini belirtir. Hepsini bağışlamak câiz değildir.
Şafiîlere göre; tercihe şâyan görüş, bağışlanacak malın kadın-erkek arasında ayrım yapılmaksızın eşit ölçüde bağışlanmasıdır. Bir görüşe göre de, mirastaki hisse nisbetinde bağışlanır.
Hanbelî fakîhlere göre; bağışın evlât arasında, mirastaki hisseleri oranında yapılması gerekir. Çocuğun evlendirilmesinde de diğerlerinin izni olmaksızın fazla masrafta bulunmamalı veya diğerlerine de aynı ölçüde masraf yaparak eşitliği sağlamalıdır. Nafaka ve giyim husûsunda ihtiyaç miktarı nazar-ı itibara alınır. Fakat İmam Ahmed’den bir rivâyete göre; bir kimse, çocuklarından, ihtiyaç sahibi olan aile fertlerinin çokluğu yahut ilim ile meşgul olması gibi sebeplerden dolayı, birini veya bir kısmını, fâsık ve malını kötü yolda sarf edecek olan diğer çocuklarına tercih eder ve onlara mal hibe edebilir. Bu câizdir. Diğer akrabaya hibe konusunda ise eşitlik şartı aranmaz.
Zâhiriyye mezhebi âlimlerince, bir kimsenin evlâdından yalnız birine hibe ve tasaddukta bulunması helâl değildir. Erkek çocuğunu kız çocuğuna tercih etmesi de helâl değildir. Diğerlerine de aynı ölçüde hibede bulunması gerekir. Bu durum, iyilik kabilinden yapılan hibelerde de geçerlidir. Bir baba hayatta iken, evlâdından birine, meselâ oğluna, tasarrufta bulunmak üzere bir miktar mal vermiş ve bu mal tasarruf neticesi artmış ise; artan bu malın aslı hibe yoluyla
3049] Buhârî, Hibe 12, 13; Müslim, Hibât 13; Ebû Dâvud, Büyû’ 83; Ahmed bin Hanbel, IV/275, 278
3050] Ebû Davud, Büyû’ 83
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 681 -
verilmişse, o, erkeğin olur; ticaret kasdıyla verilmişse, bütün vârisler o maldan hak alabilirler. Zira artan mal, babanın malından artmış demektir. 3051
İslâm’a göre hiçbir çocuk korumasız değildir. İster soyu sopu belli, ister yakın bir akrabası bulunsun veya bulunmasın her çocuk, İslâm hukuku bakımından koruma altındadır. Nitekim, herhangi bir çocuğu bulan bir kimsenin, -eğer bu çocuk başkasını görme ihtimali olmadığı için helâk olacak durumda ise- onu alması farz-ı ayındır; almadığı takdirde günahkâr olur. Çocuğu bulanın kendisi bakmak istemediği takdirde ona bakacak birini bulmak, İslâm devleti veya devletin gösterdiği müesseseye ait bir görevdir. Bulunan çocuğun bakımıyla ilgili birçok ihtilâflı meseleyi mahkemeler de çözüme kavuşturur. Hâkim, herhangi bir kişiyi nafaka ödemeye mecbur edebilir.
Çocuğun yeme, içme, giyinme, temizlenme, istincâ işlerini kendi kendine yapabileceği yaşa kadar kız olsun, erkek olsun çocuğun bakımı anneye aittir. Bu yaştan sonra erkeklerde bülûğ; kızlarda hayız yaşına kadarki terbiye, Hanefi fıkhına göre erkekte babaya; kızda anneye aittir. Şâfiîlerde ise bu bakım çocuğun isteğine bağlıdır. Bu mesele, boşanma ile ilgili durumlarda ortaya çıkar. Anne öldüğü veya yeniden evlendiği takdirde, çocuğa aşağıdaki sıraya göre anne veya baba tarafından bir kadın akrabası bakar:
a) Annenin annesi; bu da ölse veya evlense;
b) Babanın annesi; bu da ölse veya evlense;
c) Anne-baba bir kızkardeş; bu da ölse veya evlense;
d) Anne bir kızkardeş; bu da ölse veya evlense;
e) Anne-Baba bir kızkardeşin kızı; bu da ölse veya evlense;
f) Anne bir kızkardeşin kızı; bu da ölse veya evlense...
Bu kadınlar, çocuğa mahrem olan bir akraba ile evlenecek olsa, -meselâ çocuğun annesinin amcası ile evlenmesi gibi- kadın bu durumda hidâne hakkını kaybetmez.
Çocuğun nesebi ve babaya nisbeti Ebu Nuaym’den Peygamberimizin (s.a.s.): “Sizi nesebinizden büyükbabanıza bağlayacak bilgileri öğrenin.” ve “Her kim kendi babasından, soyundan başkasına ve her köle ki, efendisinden başkasına kendisini nisbet ederse, Allah’ın azâbına uğrasın!” buyurduğunu nakleder. 3052
Sahih-i Müslim’de nakledilen hadislerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.): “Bile bile babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eden hiçbir adam yoktur ki, küfretmiş olmasın...”; “Babalarınızı inkâr etmeyin. Zira her kim babasını inkâr ederse bu küfürdür.”; “Her kim İslâm’da babası olmadığını bildiği halde babasından başkasına iddia ederse, ona Cennet haramdır.” buyurduğu ifâde edilmektedir. 3053
Neseb, baba ve ana tarafından iştirâk ve ittisal demektir. Neseb bi’ttûl, (babalar ile babaların ilânihâye babalarıyla oğullar ve oğulların ilânihâye oğulları arasındaki bağımlılık) ve neseb bi’l-arz (erkek kardeşler ile bunların oğulları ve
3051] Ö. N. Bilmen, Hukuku İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, IV/274
3052] Buhârî, Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 214
3053] Müslim, İmân, 61, 64
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amca oğulları arasında olan bağımlılık) olmak üzere iki çeşittir. Nesebin tesbiti sosyal hayatın zarûrî bir neticesidir. İnsanlık silsilesinin intizam içinde devamı, fertler arasında şefkat, yardımlaşma ve dayanışmanın ortaya çıkması, medenî bir çevrenin oluşması, ailevî ve iktisâdî ilerlemenin meydana gelmesi; nesebin sâbit olmasıyla mümkün olmaktadır. Bunun içindir ki nesebin sâbit olması İlâhî bir rahmettir ve insanı hayvanattan ayıran özelliklerden biridir. Binâenaleyh nesebin muhâfazası gerektiği gibi, nesebi inkâr veya sahih olmayan bir nesebi benimsemek de, din ve insanlık adına işlenen en büyük suçlardan biridir. Allah, nesebi muhâfaza için nikâh akdini helâl kılarken, nesebi soysuzlaştırmaya vesile olan zinâyı da haram kılmıştır. 3054
Bir çocuğun nesebi kendini doğuran kadından sâbit olur. Fakat o çocuğun nesebinin bir erkeğe nisbet edilebilmesi için, o erkek ile anası arasında sahih veya kısmen bu hükümde bulunan fâsit bir nikâh ile veyahut câriyelik veya bir mâzerete mebnî şüphe ile cinsî bir yakınlaşmanın gerçekleşmesi esastır. Cinsî yakınlaşma neticesi meydana gelen hâmilelik müddeti hakkında mezhepler arasında farklılıklar vardır. Hanefî mezhebine göre hâmilelik müddetinin en azı altı ay, en çoğu iki senedir. Diğer üç mezhebe göre ise bu müddetin en azı altı ay, en çoğu ise dört senedir. Bu müddet içerisinde doğan çocuk, kadının hâmile kalmasına sebep olan erkeğe nisbet edilir. Sahîh bir nikâh, hâmilelik müddetinin başlangıcı kabul edilirken; fâsit bir nikâhta ise hâmilelik müddetinin başlangıcı, karı-koca ilişkilerinin vukû bulduğu andır. Çocuğun nesebinin sübûtu da bu ikrar tarihinden itibaren değerlendirilir. Nikâhlı bir kadının nikâh akdinden altı ay veya daha sonra doğuracağı çocukların nesebi kocasından sâbit olur. Bu kadınlar bu süre içinde boşanmış olsalar da nesebin kocaya âidiyeti değişmez. Lian sûretiyle meydana gelen ayrılmalarda da (kocanın isbat edememekle birlikte karısının zinâ ettiği iddiasında bulunmasıyla aralarında meydana gelen ayrılık) hâmilelik müddetinde doğan çocuk yine kocaya isnad edilir.
Nikâh akdinden veya cinsî yakınlaşmadan itibaren hâmilelik müddeti için müsâit olmayan bir zamanda doğacak çocukların nesebi sâbit olmaz. Ancak koca, çocuğun kendinden olduğunu iddia ederse, bu durumda çocuk kocaya nisbet edilir. Bâtıl nikâh neticesi doğan çocuğun nesebi sâbit olmaz. Müslüman ile kâfir karı-kocanın nikâhları bâtıl olduğu için bunlardan doğacak çocukların nesebi sâbit olmaz.
Bir kimse herhangi bir sebeple sokağa bırakılmış, anası-babası bilinmeyen bir çocuğu korumak için alıp beslemiş olsa; bununla aralarında nesep sâbit olmaz. Evlâtlık edinilen çocuğun nesebi, kendisine evlât edinen kimseye nisbet edilemediği gibi evli veya bekâr bir kadının zinâ neticesi doğurduğu çocuk da kendisiyle zinâ eden erkeğe nispet edilemez. Bir kimsenin nesebi ya ikrar ile veya deliller ile sâbit olur. 3055
Çocuk sevgisi: Enes bin Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadiste o şöyle demiştir: “İyâline karşı insanların Rasûlullah’tan daha şefkatlisini görmedim. Oğlu İbrahim’in Medine’nin bir kenarında oturan sütannesi vardı. Sütannenin kocası bir demirci idi. Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte oraya sık sık giderdik. Varınca, demircinin dumanla dolmuş evine girer, çocuğu kucaklar, öper, koklar, bir müddet
3054] 4/Nîsâ, 3, 4, 15, 25; 17/İsrâ, 3
3055] Ö. N. Bilmen, Hukûku İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, II, 395-424
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 683 -
sonra dönerdi.” 3056
Rasûlullah (s.a.s.) herkesi çocuklarını öpmeye teşvik ederdi: “Çocuklarınızı öpün, zira her öpücük için size Cennet’te bir derece verilir. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve bunu sizin için yazarlar.” Torunlarını öpen Rasûlullah’ı (s.a.s.) Akra b. el-Hâbis yadırgayıp Rasûlullah’a şöyle demişti: “Benim on çocuğum var, hiç birini öpmedim.” Rasûlullah (s.a.s.): “Şefkatli olmayana merhamet edilmez.” cevabı ile onu azarlamıştı.3057 Bir gün bedevîler Rasûlullah’ı ziyaret ederler ve ona: “Çocuklarınızı öper misiniz?” diye bir soru sorarlar. Rasûlullah (s.a.s.), “Evet” der. Bedevîler: “Fakat biz Allah’a andolsun öpmeyiz” derler. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?” buyurur.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) çocuk sevgisi, sadece kendi çocuklarına karşı olmaktan daha çok, sevgiye muhtaç bütün çocuklara idi. Yine Enes bin Mâlik’ten rivâyetle: “Onun çocuklara karşı insanların en müşfiği olduğu’’ belirtilmiştir. Buhârî’den gelen bir rivâyette, Usâme bin Zeyd şöyle demiştir: “Rasûlullah beni bir dizine, Hasan bin Ali’yi de diğer dizine oturtur, sonra ikimizi birden bağrına basar ve “Allah’ım bunlara merhamet et, çünkü ben bunlara merhametliyim” derdi.”3058 Râbia bin el Hâris de şöyle rivâyet etmiştir: “Babam beni, Abbas da oğlu Fadl’ı Rasûlullah’a gönderdi. Huzurlarına girdiğimiz zaman bizi sağlı sollu oturttu. Bizi öylesine kucakladı ki, daha kuvvetlisini görmedik.” Abdullah b. Selâm’ın oğlu Yusuf, Rasûlullah’ın kendisine Yusuf adını verdiğini ve kucağına oturtarak başını okşadığını söylüyor. 3059
Hz. Âişe, Peygamber’in (s.a.s.) evinde henüz küçük yaşta iken, kız arkadaşları gelir, birlikte oynarlardı. Hz. Peygamber eve gelince arkadaşları utanır ve köşelere kaçarlardı. Peygamber onları okşayarak Hz. Âişe’nin yanına gönderir, birlikte oynamalarına müsaade ederdi.3060 Peygamber, çocuklarla şakalaşır,3061 hasta çocukları ziyârete giderdi. Kızı Zeyneb’in çocuğunun hastalığında yanına gitmiş, onu bağrına basıp ağlamıştır. Yanında bulunan sahâbeden Sa’d b. Ubâde, “Ağlıyor musun? Hâlbuki sen Allah’ın Peygamberisin!” deyince, Efendimiz (s.a.s.): “Ben ona şefkat duyduğumdan ağlıyorum. Allah, kullarından ancak merhametli olanlara rahmet eder” buyurmuştur. Oğlu İbrahim’in ölümünde de yine ağlamış, onun ağlamasını garip karşılayanlara da aynı mânâda ifâdeler kullanmıştır. 3062
Bütün bu hadîsler, Peygamber’in (s.a.s.) çocuklara karşı ne derece sevgi ve şefkat gösterdiğini ispat için yeterlidir. Ahlâkı Kur’ân olan Peygamber’in (s.a.s.) diğer hususlarda olduğu gibi, çocuklara karşı gösterdiği şefkat konusunda da gösterdiği örnekleri aynen tatbik ederek küçüklerimize sevgi ile kucak açmamız gerekir.
Rasûlullah (s.a.s.) çocuklarla haşır-neşir olurlardı. Kendisiyle çocuklar arasında hiçbir engel bırakmazdı. Çocukların çekinip ürkmelerine sebebiyet verecek hiçbir davranışı olmamıştır. Hattâ bir Cuma hutbesinde minberden inerek onları
3056] Mecmauz-Zevâid, VIII, 155
3057] Buhârî, Edeb 18
3058] Buhârî, Edeb 22, Ahmed bin Hanbel, V/205
3059] İbnü’l-Esir, el-İsâbe, I/312
3060] Buhârî, Edeb 81
3061] Müslim, Âdâb 30
3062] Buhârî, Cenâiz 33; Müslim, Cenâiz 11; İbn Mâce, Cenâiz 53
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kucaklamış, sonra yeniden minbere çıkarak hutbesini okumaya devam buyurmuşlardır. O, çocukların serbestçe yanına girmelerine imkân tanımış, onlara rastlayınca selâm vermiş, hâl ve hatırlarını sormuş, hasta çocukları ziyâret etmiş, onlarla şakalaşmış, onlara isim takmıştır. Çocukları gördüklerinde “Selâm size çocuklar!” diye hitab ediyordu.
Bir kısım âlimler çocuklara selâm vermeyi uygun görmemişlerse de, Hz. Peygamber’in çocuklara da selâm verilebileceğine delil olan hadisleri vardır.3063 Küçüğün büyüğe; geçenin oturana; azın çoğa selâm vermesi emredilmiştir. Enes İbn Mâlik’in: “Rasûlullah (s.a.s.) birtakım erkek çocuklarının yanına uğrayıp onlara selâm vermiştir.” dediği rivâyet edilir. Enes bin Mâlik Hz. Peygamber’in çocuklara selâm verdiğini gördüğü için o da çocuklara selâm vermiş ve yanındakilere “Peygamber (s.a.s.) çocuklara bunu (selâm vermeyi) yapardı.” demiştir. 3064
Çocuklara selâm vermekle onlara İslâm âdabı öğretilmiş olur ve buna alışkanlık kazandırılır. Çocukların kendilerine verilen selâma mukabelede bulunmaları vâcip değildir. Çünkü büluğ çağına ermeyen çocuklar İslâmî emirlerle mükellef değildirler. Fakat bir çocuk, mükellef olan bir adama selâm verdiği takdirde buna karşılık vermek farzdır. Bir topluluğa selâm verilse, o topluluktan da bir çocuk selâma mukabelede bulunsa, cemaat adına bu mukabele yeterlidir. Anbese’nin rivâyet ettiğine göre İbn Ömer de mektepte çocuklara selâm vermiştir. Bu haber de çocuklara selâm vermenin örnek bir hareket olduğuna delil teşkil eder. Peygamber’in (s.a.s.) çocuklara selâm vermesi bir mecburiyetten değil, O’nun tevâzu ve bütün insanlara (mü’minlere) olan şefkatinin bir tezahürüdür. 3065
Mal; Anlam ve Mâhiyeti
Mal: Bir kimsenin sahip olduğu şey; menkul ve gayr-i menkul varlık, servet demektir. Mal terimi, Arapçada önceleri altın ve gümüş için kullanılırken, kapsamı genişlemiş, nakit para, menkul ve gayrimenkul mallardan maddî değeri olan her şeyi şümûlüne almıştır. Çoğulu “emvâl”dir. Aynı kökten mal verme anlamında “temvîl”, mal sahibi olma anlamında “temevvül” terimleri kullanılmıştır. Bu kelimenin, donuk bir kelime olmayıp, ism-i mevsul “mâ”sı ile, mülkiyet ifâde eden “li” harfi cerri ve birinci tekil şahsa ait “y” zamirinden olmuş “mâlî” yani “bana ait olan şeyler” anlamında bir terim olduğu, kısaltma sonucunda “mal” şeklini aldığı belirtilmiştir. 3066
Hanefîlere göre, bir İslâm hukuku terimi olarak mal; elde edilip ihtiyaç için biriktirilmesi ve normal olarak yararlanılması mümkün olan her şey demektir. Buna göre, malın iki özelliğe sahip olması gerekir:
1) Elde edilip biriktirmeye elverişli olması. Bu yüzden ilim, sağlık, şeref ve zekâ gibi mânevî şeylerle, mutlak olarak hava, güneş ve ayın ışığı ya da sıcaklığı gibi elde edilip depolanamayan şeyler mal sayılmaz. Ancak temelde mubah olan bu gibi değerler yeni teknolojik imkânlarla depolanırsa mal sınıfına girebilir.
2) Yararlanmanın mümkün ve câiz olması. Murdar ölmüş hayvan eti, zehirli
3063] Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercümesi, 2015; Müslim, Selâm 5
3064] Buhârî, Edeb’ül-Müfred, Hadis no: 1043
3065] Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 345-349
3066] İbn Manzûr, Lisanü’l-Arab, XI, 636; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, mal maddesi; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s., 13, 14
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 685 -
veya bozuk gıda maddeleri gibi temelde mülk olmayan şeylerle, bir buğday tanesi, bir damla su, yırtık bir kâğıt parçası gibi, insanların yararlanmayı alışkanlık haline getirmediği şeyler de mal sayılmaz.
Bir şeyin mal oluşu, herkesin veya bir kısım insanların ona ilgi duyup mal edinmesiyle sabit olur. Mecelle, malı şöyle tarif etmiştir: “Mal; tab’-ı insanı mâil olup da vakt-i hâcet için iddihar olunabilen şeydir ki, menkule ve gayrimenkule şâmil olur” 3067. Bunu şöyle ifâde edebiliriz: Mal, insan tabiatının meylettiği, ihtiyaç için elde biriktirilebilen şeyler olup, menkul ve gayrimenkulü kapsamına alır.
Hanefîler dışındaki diğer çoğunluk İslâm hukukçularına göre maddî bir değeri olan ve telef edildiğinde tazmini gereken her şey maldır. İmam Şafiî şöyle der: “Mal denilince akla gelebilen şeyler şunlardır: Az da olsa bir ticarî değeri olup, telef edenin tazmin etmek zorunda kalacağı ve insanların normal olarak sokağa atmadıkları para gibi şeyler” 3068. Hanefîler malı, maddî varlığı olan şeylere hasrederler. Menfaat ve hakları mal değil, mülk olarak kabul ederler. Hanefîler dışındaki mezheb müctehidleri ise, bunları da mal sayar. Çünkü eşyadan kasdolunan, bunların maddesi (aynı) değil, menfaatidir. Evde oturmak, at ve katıra binmek gibi... Meselâ; mahkemede dâvâcının dâvâlıya yemin teklif etme hakkı, maddî bir yönü bulunmadığı için Hanefîlere göre mal değildir. Bu görüş ayrılığı, gasp, miras ve kira gibi muâmelelerde farklı sonuçlar doğurur. Bir kimse bir gayrimenkulü gasbedip bir süre yararlansa, sonra sahibine iâde etse, Hanefîler dışındaki fakîhlere göre bu yararlanmanın kıymetini tazmin etmesi gerekirken; Hanefîlere göre, gasbedilen mal ancak vakıf veya yetim malı yahut otel, lokanta gibi kira için hazırlanmış bir yer olursa zararı tazmin gerekir. Yine Hanefîlere göre, kiracının ölümüyle kira sona erer. Çünkü kira akdinde, yararlanma bir mal olmadığı için mirasla geçmez. Diğer fakihlere göre ise, kira akdi, kiracının ölümüyle sona ermez ve akit sonuna kadar devam eder. Şart veya görme muhayyerlikleri de mirasçıya geçer. Hanefîlere göre ise geçmez.
İslâm hukukçuları malları özelliklerine göre: Mütekavvim - gayri mütekavvim, menkul -gayrimenkul, mislî - kıyemî, tüketime elverişli (istihlâkî) - kullanmaya elverişli (isti’mâlî) gibi kısımlara ayırmışlardır. 3069
Mal kelimesi, ‘meyl’ kelimesinden türemiştir. ‘Meyl’ sözlükte; denge noktasından sağa sola sapmak demektir. Sürekli değişen ve ölümsüz olmayan değerlere bu bakımdan ‘mal’ denilmiştir. Malın ana özelliği, devamlı değişmesi, sâbit olmaması ve ebedî (ölümsüz) olma özelliğinin bulunmamasıdır. ‘Mal’, insanın yaşayabilmesi ve ayakta kalabilmesi için bir vâsıtadır. İnsanı ayakta tutmak amacına yönelik olarak kullanılırsa bir anlam taşır. Eğer dünyalık değerlerin elde edilişi uğruna harcanırsa veya bu amaç için elde edilmeye çalışılırsa o zaman olumsuz bir anlam kazanır.
Mal, esâsen insanların sahip olmak istedikleri, ihtiyaç için elde edebildikleri, biriktirilebilen, taşınabilir veya taşınamaz şeylerdir, varlıklardır. Mallar ve çocuklar dünya hayatının süsüdür.3070 Bunlar aynı zamanda birer fitnedir, yani
3067] Madde, 126
3068] Suyûtî, el-Eşbâh ve’n Nezâir, Mısır 1959, s., 327
3069] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 52-53
3070] 18/Kehf, 46
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insan için birer deneme alanıdırlar.3071 Mala sahip olma ile onu harcama yeri; onun kullanılış gâyesidir. Mallar, Allah’ın insanlara birer emânetidir. O’nun helâl kıldığı yoldan kazanılmalı ve o mal Allah’a varmak gâyesi için kullanılmalıdır. İnsan ölünce Rabbine kavuşacaktır. Öyleyse kendisine emânet olarak verilen malı, bu ‘Son Varış/Meâd’ anlayışı doğrultusunda harcamalıdır. Bir başka deyişle, mal insanın hayatını sürdürebilmesi için Yaratıcı tarafından insanın emrine verilen bir faydalanma aracıdır. İnsan bu aracı güzel bir yoldan elde etmeli ve emânetin asıl sahibinin gösterdiği gibi kullanmalı, bu şekilde hem dünya hem âhiret mutluluğuna ulaşmalıdır. Mal, insanın sonsuz hayattaki durumuna kesinlikle etki edecektir.
Allah, insanlara ellerindeki malı O’nun yolunda ‘infak’ etmeyi emretmektedir. Bu, hem toplum dengesi, hem insanın mala karşı aşırı ilgisinin törpülenmesi, hem de insanların ihtiyaçlarının karşılanması açısından son derece önemlidir. Dünyadaki mallar ve zenginlikler, insanlar için süslü kılındı.3072 Bütün mallar dünya hayatının süsüdür, ama asıl varılacak yer Allah’ın huzurudur. İnsan bu yüzden malı ve dünyalıkları çok sever 3073. Kimileri de malının çokluğundan dolayı övünür, kibir gösterir.3074 Ancak malı olduğu halde, Allah’a hakkıyla kulluk yapmayan, Allah’a karşı ‘istikbâr’ eden azgınları (bağîleri), malları ve evlâtları kurtaramayacaktır. 3075
Malın insan hakkında daha faydalı olabilmesi için onun Allah yolunda harcanması gerekmektedir.3076 Bu harcamanın en güzel şekli, gerekli kimselere zekât vermektir.3077 Mal konusu, müslümanların en önemli meselelerinden biridir. Malı helâldan kazanmak kadar, ona ilgiyi dengeli tutmak, onu gerekli yerlere harcamak, onunla insanlara faydalı olmak, onun peşinden sürüklenip gitmemek ve onunla şımarıp istiğnâ (zengin oldum) duygusuna kapılmamak önemli şeylerdir. İnsan ne kadar yaşarsa yaşasın, bir gün ölecektir ve malından ayrılacaktır. Kişi, mal üzerinde yalnızca nöbetçilik yapmaktadır. Öyleyse bu nöbetçilik ve emânetçilik iyi yapılmalıdır.
“Mal bir kahpeye benzer; bir gün attarın evinde bir gün baytarın evinde olur.” 3078 Mal kazanmak, servet sahibi olmak, o maldan faydalanmak mubahtır (helâldir). Zekâtı ancak malı olanlar verebilir. Malı olanlar Allah yolunda daha çok harcama yapabilirler. Hakkıyla elde edilen bir zenginlik daha iyidir. Ancak mü’min, Allah’ın büyüklüğü karşısında ‘fakr’ duygusu içerisinde olmalı, yani yetersizliğini, her şeyin Allah’ın olduğunu bilmeli. Peygamberimiz (s.a.s.), müslümanların mal fitnesiyle karşılaşacaklarını haber veriyor. 3079 Âhirette de mal mülk değil, ancak selim kalbe sahip olmak fayda verecektir. 3080
3071] 64/Teğâbûn, 15; 3/Âl-i İmrân, 186
3072] 3/Âl-i İmrân, 14
3073] 89/Fecr, 20
3074] 18/Kehf, 34; 34/Sebe’, 35
3075] 92/Leyl, 11; 111/Mesed, 2; 58/Mücâdele, 17
3076] 4/Nisâ, 95; 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 20
3077] 6/En’âm, 141; 30/Rûm, 38
3078] Râgıp el-Isfehânî, Müfredat 726
3079] İbn Mâce, Fiten 18, hadis no: 3995; Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2336
3080] 26/Şuarâ, 88; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 381-382
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 687 -
Fitne; Anlam ve Mâhiyeti
“Fitne” kelimesinin aslı “fetn”dir. “Fetn” sözlükte, altın ve gümüş gibi değerli madenlerin saflığını anlamak için onları ateşte eritmek demektir. “Fitne” sözlükte, deneme ve imtihana tâbi tutmak, sınamak, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesinin bunlardan başka, küfür, azgınlık, sapıklık, günah, ayrılık, iç ihtilâf ve kargaşa, kavga, delilik, azap, musîbet, aklını çelmek, gönlünü çalmak, kandırma (iğvâ), kışkırtma, nifak, ihtilâf, baştan çıkarma, birbirine düşme, çekişme, zulüm, baskı, karışıklık ve kalbin bir şeye fazla meyletmesi gibi mânâları da vardır.
İnsanın içine aşk ateşi düşürdüğü ve aklını çeldiği için kadına, kişinin aklını çelip ona azap kazandırdığı için şeytana, kişiye zarar verdiği için hırsıza, aynı kökten gelen “fettân” denmiştir. İnsanın gönlünü çelen, hırsını arttırıp günaha sürükleyen altın ve gümüşe de ‘iki fettân’ denmiştir. Aynı kökten gelen “meftûn”; aklından zoru olmak anlamından hareketle, deli gibi tutulmak, âşık olmak, çok beğenmek anlamları kazanmıştır. Fitne, aynı zamanda inanç uğruna uğranılan ağır işkence anlamına da gelmektedir.
Olumlu Anlamıyla Fitne: Fitne kelimesinin sözlük anlamından anlaşıldığı kadarıyla o, iyiyi kötüden, arı olanı kirli olandan, doğruyu yalancıdan ayıran bir metoddur. İnsanlar arasında suç, kötülük, kirlilik arttıkça onların karşılaşacağı fitne de çok olacaktır. Fitne bu anlamda toplumun kirlerini arıtan, temizleyen bir temizleyici gibidir. Nitekim içinde zorlukları, sıkıntı ve meşakkatleri barındıran savaş da bir fitnedir. Savaş bazen, insanların hatalarını, pisliklerini kendi önlerine koyar. İnanç uğruna belâ ve sıkıntılara uğrama anlamındaki fitne, olumsuz bir anlam taşımamaktadır. Bu gibi sıkıntılar inanan kişiyi kararlı kılar, irâdesini güçlendirir, ahlâkını arındırır. Böyle bir fitne kişiyi ve toplumu dinî yönden geliştirir. Onların hatalarını gösterdiği gibi, din uğruna sabırlarını da ortaya koyar. Böylece Allah’ın vereceği karşılığı/ödülü almalarına zemin hazırlar.
Kur’an, insanların sürekli olarak “fitne” ile denendiklerini açıklıyor: “İnsanlar, (yalnızca) ‘İman ettik’ diyerek, fitneye uğratılmadan (denenmeden) bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınamadan geçirdik (fitneye uğrattık); Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.”3081 Bu bağlamda “fitne” ile “belâ”, aynı anlamdadır. Ne ki “fitne”nin kapsamı biraz daha geniştir. “Belâ” yalnızca Allah’tan geldiği halde, “fitne” hem Allah’tan hem de kullardan gelebilir, insan kendisini olduğu kadar başkalarını da fitneye uğratabilir. Fitne kelimesinde azap, zorluk ve kötülük yönü daha fazladır.
Fitne, öncelikli olarak bir sınav yolu olduğuna göre, hem nimet sebebiyle, hem de zahmet ve perişanlıktan dolayı olabilir. İnsan, karşılaştığı bütün değerlerle imtihana tâbi tutulabilir. Nitekim Kur’an şöyle diyor: “Biz sizi bir imtihan olarak hayır fitnesiyle de şer fitnesiyle de deniyoruz. Ve eninde sonunda Bize döneceksiniz.” ? Demek ki fitne imtihanı, bir hikmete bağlı olarak bazen Allah’tan gelir, bazen de kulların bir hatası sebebiyle meydana gelir. Böyle olunca da fitne, bizzat o fitneyi meydana getiren için bir uyarıdır; bir düzelme veya aklını başına alma imkânıdır.
3081] 29/Ankebût, 2-3
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fitne Kavramının Kur’an’daki Anlamları: Fitne kelimesinin anlam sahası oldukça geniştir. Kur’an bu kelimeyi ondan fazla mânâda kullanmaktadır:
1- Sınanma, deneme, belâya uğratma,3082
2- Küfür, şirk, müşriklerin müslümanları şirke döndürmek için uyguladıkları baskılar anlamında,3083
3- Sapıklık, sapma, saptırma, 3084
4- Azap, işkence, ateşe atma, 3085
5- Günah, 3086
6- İslâm düşmanlarının savaşa sebep olmaları, 3087
7- Allah’ın kullarına farklı imkânlar vererek birbirlerine karşı tutumlarının ortaya çıkarılması, 3088
8- Şeytanın hile ve tuzakları, 3089
9- Şeytanın zayıf ruhlu kimselere aşıladığı bâtıl inanç ve kuruntu, 3090
10- Delilik ve gaflet, 3091
11- Dosdoğru yoldan (sırât-ı müstakîm’den) saptırma, 3092
12- Nifak (münâfıklık) 3093 ve
13- Özür, bahane anlamında 3094 kullanılır.
Allah’a Nisbetle Fitne: Allah’ın (c.c.) fitne vermesi, O’na ait bir hikmete dayanır ve insanın tekâmülüne sebep olur. Bu bağlamda insanlık, çeşitli fitnelerle zaman zaman denemeye uğratılmaktadır. Kur’an’ın haber verdiğine göre, başta peygamberler olmak üzere müslümanlar ve diğer dinlere iman edenler (kâfirler) zaman zaman fitnelere/sınavlara tâbi tutulurlar.
Peygamberlerin Denenmesi: Allah (c.c.) Hz. Süleyman’ı (a.s.) denemeden geçirmişti. Kur’an’ın ifâdesine göre, tahtının üzerine bir ceset bırakılmıştı. Bu belki de yönetim gücünün zayıflamasıydı. Tekrar eski durumuna kavuşunca; “Rabbim, beni bağışla...” diye duâ etmişti. 3095 Hz. İbrâhim (a.s.) birtakım kelimelerle denenmişti ve o da onları bir bir başarıyla tamamlamıştı. Bunun üzerine
3082] 2/Bakara, 102; 20/Tâhâ, 40, 85 vd.
3083] 2/Bakara, 191, 217; 4/Nisâ, 91
3084] 5/Mâide, 41, 49; 37/Saffât, 162
3085] 85/Bürûc, 10; 51/Zâriyât, 13-14; 29/Ankebût, 10
3086] 9/Tevbe, 49; 24/Nûr, 63
3087] 4/Nisâ, 101
3088] 25/Furkan, 20; 6/En’âm, 53
3089] 7/A’râf, 27
3090] 22/Hacc, 53
3091] 68/Kalem, 6
3092] 17/İsrâ, 73
3093] 57/Hadid, 14
3094] 6/En’âm, 23
3095] 38/Sâd, 34-35
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 689 -
Allah (c.c.) onu bütün insanlığa imam (önder) yapmıştı. 3096 Hz. Mûsâ (a.s.) da denemeye tâbi tutulan elçilerdendir. Allah (c.c.) onun için şöyle diyor: “...O zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni (bazı sıkıntılarla) iyice denemiştik...” 3097 Şeytanın peygamberlerin dâvetlerine ve hedeflerine gölge düşürme çabası da onlar için bir iman sınavıdır. 3098
Müslümanların Denenmesi: Müslümanlar için sadece iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için mü’minler çeşitli denemelerden geçirilirler. 3099 Allah (c.c.) müslümanları, içlerinde kim kendi yolunda cihad ediyor, bu yolda kim sabrediyor, ortaya çıksın diye, onları dener. 3100
Hz. Mûsâ, kendisi Tûr dağında iken kavminin altın buzağıya tapması üzerine onların içerisinden Allah’tan af dilemek üzere yetmiş kişi seçmişti. Onlarda gördüğü tereddüt üzerine Allah’a duâ etti ve bu olayın kendileri hakkında bir imtihan (deneme) olduğunu söyledi. 3101
Ayrıca inkâr edenlerin müslümanlara karşı tavırları bir fitnedir. Böylece müslümanların İslâm’a bağlılıkları denenmiş olur.3102 Mü’minlere yapılan bu azap ve işkence onları dinlerinden döndürmeye yöneliktir. Mü’min böyle bir azapla imtihan edilebilir. Mü’min, tıpkı madenin fitne/deneme kazanında kaynatılması gibi, azapla karşı karşıya getirilir. Böylece samimi müslümanla gevşek müslüman ortaya çıkar. Bu konuda Kur’an şöyle buyuruyor: “İnsanlardan öylesi vardır ki, ‘Allah’a iman ettik’ der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah’ın azabıyla bir tutar. Ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer’ gelirse, andolsun; ‘biz gerçekten sizlerle birlikteydik’ demektedirler. Oysa Allah, âlemlerin siynelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?”3103 Allah’ın azâbı şüphesiz insanlardan gelecek fitnelerden daha büyüktür. Mü’minler sürekli bir biçimde bu tür fitnelerle karşılaşacaktır. Bu denemeyi başaranlar, yani imanlarında samimi olanlar sonsuz mükâfatı kazanacaktır. Kur’an, mü’minlerin bu şekilde denemeye tâbi tutulduklarını haber veriyor. 3104
İnsanların ve Toplulukların Denenmesi: Bazı kavimlere elçiler gönderilmesi onlar için İlâhî imtihan sebebidir. Meselâ, Sâlih (a.s.), kendisini ve mü’minleri uğursuzlukla suçlayan Semud kavmine; “...Uğursuzluğunuz(un sebebi), Allah katında (bulunan takdiri)dir. (Kötü amel işleyene o uğursuzluğu takdir etmiştir.) Doğrusu siz (çeşitli olaylarla) imtihan edilen bir topluluksunuz.” ? Ayrıca Hz. Sâlih’in kavmi Semud’a bir dişi devenin verilmesi onlar için bir deneme idi. 3105
Allah (c.c.), Peygamberimiz’e Mekke hayatında gösterdiği bir rüyası ve “Kur’an’da lânet edilmiş ağaç” ile insanları denemişti 3106. Kimilerine göre
3096] 2/Bakara, 124
3097] 20/Tâhâ, 40
3098] 22/Hacc, 52-53
3099] 29/Ankebût, 2-3
3100] 47/Muhammed, 31. Benzer âyetler için bk. 8/Enfâl, 17; 3/Âl-i İmrân, 152, 154; 33/Ahzâb, 11
3101] 7/A’râf, 154-156
3102] 25/Furkan, 207; 60/Mümtehine, 5
3103] 29/Ankebût, 10
3104] 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214
3105] 54/Kamer, 27-29
3106] 17/İsrâ, 6
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberimiz’in buradaki rüyasından maksat O’nun gördüğü herhangi bir düş değil; Mirac olayıdır. Çünkü âyette geçen “rü’yâ” kelimesi Arapça’da görmeyi ifâde eder. Sıradan bir rüyayı herkes görebilir. Rüyaların da olağanüstü bir tarafı yoktur. Peygamberimiz’e gösterilen, ya da O’nun gördüğü şey Mirac yolculuğu ve karşılaştığı olağanüstü durumlardır. Bu olay insanlar için bir deneme aracı olmuştu. Peygamberimiz (s.a.s.) Mirac olayını anlatınca müşrikler O’nunla alay ettikleri gibi, bazı zayıf imanlı müslümanlar da O’nu terketmişlerdi. Gerçekten iman edenlerin imanı ise bu denemeden sonra bir kat daha kuvvetlenmişti. 3107
Kur’ân-ı Kerim’de Evlât ve Mal Fitnesi
“Evlâd” kelimesi, bilindiği gibi “veled” kelimesinin çoğuludur. Doğurmak fiili ile, doğuran (erkek -doğurmaya sebep olan- ve kadın), doğurulan çocuk hep bu kelimenin türevleriyle karşılanır. Bu kelime, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de toplam 103 yerde geçer.
“Benû” kelimesi de erkek çocuk, oğul anlamındadır. Çoğulu “benîn”, “benûn”, “ebnâ’”gelir. Erkek çocuk anlamındaki “ibn” kelimesinin müennesi/dişili “ibnetun” veya “bintun”, cemîsi de “benâtun” şeklinde kullanılır. Zamirli veya izâfet terkibiyle toplam 162 yerde kullanılır.
Yine, çocuk kelimesinin Arapça karşılığı olan “tıfl” 4 yerde, bülûğ çağına ermemiş çocuk anlamında “sabî” 2 yerde, bıyığı terlemiş delikanlı, genç ve çocuk anlamına gelen “ğulâm” kelimesi 13 yerde, küçük anlamında “sağîr” kelimesi 13 yerde; nesil, zürriyet anlamında “zürriyyet” 32 yerde (küçük) torunlar anlamında “hafede” 1 yerde; ehil, âile, aşiret, yakınlar, halk gibi anlamlara gelen “ehl” kelimesi 127 yerde, yine yaklaşık aynı anlamlarda, ehil, âile, akraba, yakınlar, hânedan anlamlarına gelen “âl” kelimesi de 88 yerde kullanılır. Bülûğ çağına girmeden önce babasını kaybetmiş çocuk anlamındaki “yetîm” kelimesi 23 yerde, üvey kızlar anlamındaki “rebâib” kelimesi de 1 yerde kullanılır. Bütün bu rakamlar gösteriyor ki, Kur’an çocuklara ve onlarla ilişkin konulara çok büyük önem vermektedir.
“Mal” ve çoğulu “emvâl” kelimeleri, Kur’ân-ı Kerim’de 86 yerde geçer. “M-l-k” ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de 206 yerde zikredilir. Bunların 88’i “melek” ve çoğuludur. Diğerleri (118’i) mülk kavramıyla ilgili kelimelerdir. “Mâlik” kelimesi 3 yerde,3108 bunun çoğulu “mâlikûn” 1 yerde,3109 “melîk” kelimesi yine 1 yerde 3110 geçer.
“Dünyâ” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 115 yerde geçer. Dünyâ kelimesinin kökü olan “ednâ ve türevleriyle birlikte bu sayı, 133’e yükselir. “Dünya hayatı” anlamındaki “hayâtü’d-dünyâ” terkibi ise, 67 âyette kullanılır. “Ednâ” kelimesi Kur’an’da küçük, az veya eksik 3111, daha uygun, daha münâsip, daha yakın,3112
3107] Muh. İbn Kesir, 2/386; Beydavî, 1/575; Fî Zılâli’l-Kur’an, 4/2237; Elmalılı, 5/309; Y. K. Çağdaş Tefsiri, 5/230; Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 206-210
3108] 1/Fâtiha, 4; 3/Âl-i İmrân, 26; 43/Zuhruf, 77
3109] 36/Yâsîn, 71
3110] 54/Kamer, 55
3111] 58/Mücâdele, 7; 73/Müzemmil, 20
3112] 2/Bakara, 282; 5/Mâide, 108; 33/Ahzâb, 51
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 691 -
daha değersiz, âdi, hayır yönünden daha az,3113 yakın mekân, yer olarak daha yakın3114 gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
İslâm’a göre insanın var oluşunun asıl gâyesi, Allah’a kul olmanın şuuruna ermesi ve bunun gereğini yerine getirmesidir, ibâdettir. Kur’an’da çocuklar çok defa, ebeveynine aslî gâyelerini unutturan ve onları Allah’tan uzaklaştıran engeller arasında gösterilmiştir. Buna göre birçok insan, fazla mal ve evlât sahibi olmayı hayatın tek gâyesi saymak sûretiyle Allah ile olan münâsebetini tehlikeye düşürmektedir. Bu sebeple çeşitli âyetler insanı uyarmakta ve asıl gözetilmesi gereken hedefi göstermektedir.3115 Her ne kadar insanlar fazla mala ve çocuğa sahip bulunmakla kendi kendilerine yeterli, dolayısıyla güçlü ve üstün olacakları zannına kapılıyor ve bunu başkalarına karşı bir üstünlük sebebi olarak görüyorlarsa da 3116 Kur’an’a göre bu yanılgıya düşenler için mal ve çocuk da bir “fitne”dir.3117 Bundan dolayı İslâm’da, kişinin çocuk sahibi olması büyük sorumluluk gerektiren bir durum olarak değerlendirilmiştir. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki ilişkiler hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Buna göre çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve ihlâslı/samimi bir Müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedâkârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya ve âhiret mutluluğunu gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir konudur. İslâm, bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun.”3118 meâlindeki âyeti yorumlayan müfessirler, çocukların ve diğer âile fertlerinin gözetiminden ve terbiyesinden âile reisi olan babanın sorumlu olduğu konusunda ortak görüş belirtirler.3119 Hz. Peygamberimiz de, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.”3120 meâlindeki hadisinde aynı şekilde babanın büyük sorumluluğuna dikkat çeker. Anne de sorumluluğa ortaktır; âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk alanına girmektedir. 3121 Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az-çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren dinî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey; tevhid inancıdır. Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘lâ ilâhe illâllah’ cümlesini öğretin” şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir. 3122
Onların anlayacağı bir dil ve üslûpla Allah inancı anlatılması gerektiği gibi, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte dozu ayarlanmış bir tarzda Allah korkusunu da aşılamak, böylece değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir. Çocuklarda küçük yaşlardan
3113] 2/Bakara, 61; 32/Secde, 21
3114] 30/Rûm, 3
3115] Meselâ bk. 18/Kehf, 46; 34/Sebe’, 37; 63/Münâfıkun, 9
3116] 57/Hadîd, 20
3117] 8/Enfâl, 27-28; 34/Sebe’34-35) ve “apaçık bir düşman”dır (23/Mü’minûn, 55-56; 64/Teğâbün, 14
3118] 66/Tahrîm, 6
3119] bk. F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 30/46; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’an, 4/390-393
3120] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
3121] Buhârî, Rikak 17; Müslim, İmâre 5
3122] İbn Mahled, Ahbâru’s-Sığar, s. 142; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu’l-Mevrûd bi Ahkâmi’l-Mevlûd, Beyrut, 1403/1983, s. 158
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Onlara namazın öğretilmesi ve âile reisinin de bunda devamlı olması Kur’ân-ı Kerim’de açıkça zikredilmiştir. 3123 Hz. Peygamber’in de çocuklara yedi yaşında namazın öğretilmesi, kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa hafifçe cezalandırılmalarını tavsiye eden hadisleri 3124 bu konuda Müslüman ebeveyne ve eğitimcilere ışık tutmaktadır. Bunlarla birlikte, çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı unutulmamalıdır. 3125
Kur’an dünya ile âhiret arasında bir tercih olursa, elbette âhiretin tercih edilmesini emrediyor. Çünkü âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 3126 Dünya hayatını âhirete tercih edenler, uzak bir sapıklığa düşerler. 3127 Allah’ın hükümlerine kulak ermeyip âhireti unutanlar, dünyaya karşılık âhireti satanlardır. Böyle bir alış-veriş hiç de kârlı değildir.3128 Müslümanlardan bazıları da âhiretlerini kazanmak için dünyalarını satarlar. Kur’an, Allah yolunda cihad etmenin bu anlama geldiğini ve böylelerinin büyük bir sevaba kavuşacaklarını haber veriyor. Allah yolunun şehitleri bu çok kârlı alış-verişin canlı örneğidir. 3129
Kur’ân-ı Kerim’e göre dünya hayatı, bir oyun (oyalanma) ve bir eğlencedir, 3130 aldatıcı bir metâ (fayda, alınıp-satılan şey),3131 geçici ve önemsizdir 3132. Dünya hayatı, yağmurla biten ve yeşeren, sonra da bir doğal âfetle yok olup giden ekin gibidir 3133. Oyun, oyalanma, eğlence ve bir süs olmasının yanı sıra; mal ve çocuk bakımından bir övünme ve bir çoğalma yarışıdır. O, aldatıcı bir geçinme aracıdır.3134 Mal sahibi olmak, çocuk edinmek ve diğer sahip olunan şeyler, aslında dünya hayatının süsüdür. Ancak, varılacak yerin en güzeli, mutluluğun en şahanesi Allah’ın katındadır.3135 Dünya hayatı, bu gibi özellikleriyle aldatıcı, oyalayıcı, gaflete düşürücü, asıl maksattan uzaklaştırıcı, gelip-geçici ve vefâsızdır.
Kur’an, gerek dünya, gerekse âhiret nimetleri bakımından Allah’ın lütfunun sınırsızlığını ifâde etmekte; servet, mevki, sağlık ve yaşayış güzelliği bakımından insanlar arasındaki farkların, İlâhî takdirin bir gereği olduğunu, dolayısıyla, bu dünyada mutlak eşitliğin imkânsızlığını vurgulamaktadır.3136 Bunun yanında, âhirette de insanlar eşit durumda olmayacaklar, insanların dünyada yapmış oldukları işlere göre diğer âlemde derece farkları daha da büyük olacaktır.3137 Ancak, para ve mevkî gibi dünyevî imkânlar, Allah nezdinde mutlak bir değer ifâde etmediği için, dünya hayatını sırf bunların peşinde koşarak geçirenler, âhirette
3123] 20/Tâhâ, 132
3124] Ebû Dâvud, Salât 25; Tirmizî, Mevâkît 182
3125] Hayati Hökelekli, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.8, s. 357-358
3126] 93/Duhâ, 4
3127] 14/İbrahim, 3
3128] 2/Bakara, 86
3129] 4/Nisâ, 74
3130] 6/En’âm, 32; 47/Muhammed, 36, vd.
3131] 3/Âl-i İmrân, 14, 185; 9/ Tevbe, 38, vd.
3132] 4/Nisâ, 77
3133] 10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45
3134] 57/Hadîd, 20
3135] 3/Âl-i İmrân, 14
3136] 17/İsrâ, 20
3137] 17/İsrâ, 21
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 693 -
üstün derecelere ulaşmak hakkını kaybetmiş olacaklardır. 3138
Din, dünyada yaşanır, âhiret dünyada kazanılır. Dünya bir imtihan alanıdır, o yüzden dünyayı âhiret için yaşamalıdır. Ebedî saâdet bu dünyada kazanıldığı için dünya hayatı çok değerlidir. Kıymeti bilinmeli, ömür boşa harcanmamalıdır. Kur’an’da dünya için “bugün” âhirete de “yarın” denilmiş, âhiretin bir gün kadar yakın olduğu ve ona azık hazırlanması istenmiştir 3139. Bütün bunlarla birlikte Kur’an, dünyadan el etek çekilmesini emretmez. “Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan Allah’tır.”3140 buyurur. Kur’an, bize çalışmayı emretmiş, dünya nimetlerinden meşrû şekilde istifâde etmemizi tavsiye etmiştir: “Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah’ı çok zikredin/anın ki kurtuluşa eresiniz.”3141 Dünyadan nasibimizi unutmamamızı hatırlatır. 3142
Kur’an’da “arz”, coğrafî, “dünya” ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almış; dünya kötülenir veya hafife alınırken kozmik varlığı değil; burada sürdürülen ve âhiret kaygısını geri plânda bırakan hayat tarzı kastedilmiştir. Dünya, sahih hadislerde de bu anlamda kullanılır. Kur’an’da kötülenen dünyadan maksat, madde ve şahsî çıkardır. Mal, mevkî, şehvet, lüks ve israf gibi tutku ve eğilimler kınanırken; mânevî değerlere ve uhrevî hayata bağlılık gösterilmesi istenmiştir.
Dünya hayatı, Kur’an’da genellikle âhiret hayatı ile birlikte anılmış, bazen ikisi arasında karşılaştırma yapılarak âhiret hayatının üstün olduğu belirtilmiştir. Kur’an’a göre, âhiret için amelleri engellemeyen ve aksatmayan dünya hayatı meşrû bir nimet, hatta saâdettir. Nitekim müslümanların, “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de hasene/güzellik ve iyilik ver” 3143 diye duâ etmeleri tavsiye edilmiş, “Allah dünyadaki şeylerin hepsini sizin için yarattı” ? denilmiştir. Birçok âyette peygamberlere ve mü’minlere hitap edilirken dünya ve âhiret mutluluğu birlikte vurgulanmış, bu durum Allah’ın özel bir lutfu olarak kaydedilmiştir. Hz. İbrahim ve Hz. İsa, dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmışlardır.3144 Çünkü dünya mutluluğu ile âhiret saâdeti birbirine zıt değildir; âhirette ödül kazanmanın yolu, dünyadan vazgeçmek değildir. Âhiretlerini kaybedenler dünyada da mutlu olamazlar. “Kâfirler için dünyada ve âhirette şiddetli bir azap vardır.”3145 İki cihanda yüzü ak olanlara karşılık yüzü kara olacaklar da vardır. 3146
Dünya ve âhiret arasında bir tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman hiç tereddüt etmeden âhiret hayatının tercih edilmesi istenmiş, aksi davranışta bulunanlar şiddetle kınanmıştır. 3147 Çünkü âhiret, dünyadan daha hayırlıdır. 3148 Geçici ve süreksiz olan, kalıcı ve daimî olana tercih edilemez. “Önce dünya” diyenler “dünya karşılığında âhireti satanlar” şeklinde nitelendirilmiş, değerli ve çok olanı verip değersiz ve az olanı satın almanın kârlı bir iş olmadığı ifâde
3138] 17/İsrâ, 18
3139] 59/Haşr, 18
3140] 2/Bakara, 29
3141] 62/Cum’a, 10
3142] 28/Kasas, 77
3143] 2/Bakara, 201
3144] 2/Bakara, 130; 3/Âl-i İmrân, 45
3145] 3/Âl-i İmrân, 56; 5/Mâide, 33
3146] 3/Âl-i İmrân, 106-107
3147] 14/İbrahim, 3; 79/Nâziât, 37-39
3148] 93/Duhâ, 4
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmiştir.3149 Bu anlayışa sahip olanların yaptıkları işler kendilerine dünyada da âhirette de bir yarar sağlamaz.3150 Buna karşılık, âhiretlerini kazanmak için dünyalarını satanlar övülmüştür. 3151
Mal-Mülk Allah’ındır: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” 3152; “Göklerin ve yerin mülkü O’nundur.”3153; “Mülk O’nundur.” 3154
Bu âyetler ve benzerleri mülkün, hükümranlığın Allah’a âit olduğunu, gerçek mülk sahibinin O olduğunu vurgulamaktadır. Allah, mülkünü yönetme hakkını, yeryüzünde halîfe tâyin ettiği insana vermiştir. “Allah’a ve Rasûlüne iman edin ve (O’nun) sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden (Allah için) infak edip harcayın. Sizden, iman eden ve (Allah rızâsına) infak edip harcayanlar için büyük mükâfat vardır.” 3155. Bu âyetten anlaşıldığı üzere mal, gerçekte Allah’ındır. İnsan, yeryüzünde halîfe olarak mala sahip olur; mal, aslında ona emânettir. Göklerin ve yerin mülkü Allah’a âittir. Mülkün gerçek sahibi Allah’tır. İnsanın mala halîfe kılınması, iki anlama gelebilir: Ya Allah adına malın üzerinde vekil kılınması, malın yönetiminin kendisine bırakılmasıdır. Yahut başkasından kendisine geçmesi, kendisi başkasının yerine geçip mala sahip olmasıdır. Mal denilen şey, böyle insandan insana geçen, insanların mülkiyetini birbirinden devraldıkları bir şey olduğu için âyette “cealeküm müstahlefiyne fîh; başkasının yerine geçirildiğiniz, başkasının ardından size verilen şey” diye nitelendirilmiştir.
Şimdi insan, mülkiyeti geçici olarak elinde bulunan malı Allah yolunda harcarsa, aslında kendi malını değil; Allah’ın malını harcamakta; O’nun adına, O’nun yoluna vermektedir. Mülkün gerçek sahibi Allah olduğuna göre, neden Allah’ın malını, Allah’ın emrettiği yere harcamaktan çekinir, niçin kendisini mutlu edecek şeyden geri kalır? Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: “Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu ‘malım, malım’ der. Yiyip tükettiğinden, ya da giyip eskittiğinden, ya da sadaka verdiğinden başka senin malın mı var? (Çünkü bundan ötesi başkasının eline geçecektir).” 3156
“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar, dünya hayatının metâıdır. Nihâyet varılacak güzel yer, Allah’ın huzurudur.”. (Rasûlüm!) De ki: ‘Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızâsı/hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” 3157 14. âyette sayılan dünya nimetleri ve dünya güzelliğinin insana sevdirildiği ifâde edilmiştir. Bu davranış tabiîdir, dünyevîdir. 15. âyette bunlardan daha güzeli
3149] 2/Bakara, 86, 90
3150] 2/Bakara, 217
3151] 4/Nisâ, 74
3152] 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 17, 18, 40, 120; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14
3153] 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 7/A’râf, 158; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 44; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9
3154] 6/En’âm, 73; 35/Fâtır, 13; 39/Zümer, 6; Ve yine bk. 3/Âl-i İmrân, 26; 17/İsrâ, 111; 22/Hacc, 56; 25/Furkan, 26; 40/Mü’min, 16; 64/Teğâbün, 1
3155] 57/Hadîd, 7
3156] Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
3157] 3/Âl-i İmrân, 14-15
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 695 -
gösterilmiştir, çünkü evvelkiler ne kadar güzel olursa olsun geçicidir, ikinciler ise devamlıdır.
Bazılarına imtihan ve hatta sıkıntı olsun diye verilen mal ve çocuklar, bazı insanları hayran bırakır, kendilerine niye onlara verilmediğini düşünürler. Hâlbuki sadece âhirette değil, aynı zamanda dünyada da bu mallar ve evlâtlar, onların sıkıntılarını, azaplarını arttırmaktan başka bir işe yaramaz: “Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.” 3158
Allah, bazı önem verdiği şeylerle birlikte, babaya ve ondan gelen çocuğa yemin eder. 3159
Rivâyet edildiğine göre, Mekke’den hicret arzusunda bulunan bazı Müslümanların eş ve çocukları, kendilerinin perişan duruma düşeceklerini öne sürerek babalarını hicretten alıkoymak istediler. Fakat hicretle kazanılan yüksek mertebeleri öğrenen Müslümanlar, eş ve evlâtlarını cezâlandırmak isteyince bu âyet inerek, onların affedilmesini ve kusurlarından geçilmesini emretti. Buna rağmen, mal ve çocukların beklenmedik yer ve durumlarda kişiyi günaha sokup âhiret hazırlığından alıkoyabileceğine işaret edilmiştir: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” 3160
Bazı babalar, kendi inanç ve amelleriyle cennete gidemeyeceklerine kendileri de inandıkları için, çocuklarına elif-be öğretmek ve arkalarından Fâtiha okumalarını ve onlar yüzünden cennete gidivereceklerini umarlar. Şu âyet, inanılması gerekenlere gerektiği gibi inanmayan ve Kur’an’ı kendisi için okuyup amel etmeyen, çocukları yüzünden kolayca cennete gidivereceklerini umanlar için önemli bir cevaptır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çekinin...” ?
“Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” ?
“Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hâkimlere aktarmayın.” 3161
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.” 3162
“Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver ve bizi ateş azabından koru’ der.” 3163
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder.
3158] 9/Tevbe, 85
3159] 90/Beled, 3
3160] 64/Teğâbün, 14, 15
3161] 2/Bakara, 188
3162] 2/Bakara, 195
3163] 2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah da kullarına şefkatlidir.” 3164
“…Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur. Hiçbir anne, çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalı, hiçbir baba da çocuğu yüzünden zarara girmemelidir…” ?
“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah’a güzel bir borç (isteyene fâizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sadece O’na döndürüleceksiniz.” 3165
“Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur, fakir olursunuz diyerek sadaka vermenize engel olur) ve sizin cimri olmanızı emreder/telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf/bolluk vaad eder. Allah, her şeyi ihâta eden (ihsânı geniş olan) ve her şeyi bilendir.” 3166
“Onlar ki, mallarını gece, gündüz; gizli ve açık infak ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” ?
“Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ındır. İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir, sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. Allah her şeye kadirdir.” ?
“Şüphesiz inkâr edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah’tan (gelecek azâba karşı) hiçbir şey kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar.” 3167
“Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, sadece dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır.” 3168
“De ki: ‘Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz kılar, yüceltir; dilediğini de zelil kılar, alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.” 3169
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İşler, dönüp dolaşıp Allah’a varır.” 3170
“İnkâr eden kâfirler var ya, onların malları da evlâtları da Allah nezdinde kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramayacaktır. İşte onlar, orada ebedî kalacaklardır.” ?
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” 3171
“Allah’ın kereminden kendilerine verdiklerini (infakta) cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine, bu, onlar için çok fenâdır. Cimrilik ettikleri şey de kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah,
3164] 2/Bakara, 207
3165] 2Bakara, 245
3166] 2/Bakara, 268
3167] 3/Âl-i İmrân, 10
3168] 3/Âl-i İmrân, 14
3169] 3/Âl-i İmrân, 26-27
3170] 3/Âl-i İmrân, 109
3171] 3/Âl-i İmrân, 129
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 697 -
bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Şüphesiz, ‘Allah fakirdir, biz ise zenginiz’ diyenlerin sözünü andolsun ki Allah işitmiştir. Onların bu sözünü, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile birlikte yazacağız ve diyeceğiz ki: ‘tadın o yakıcı azâbı! “ 3172
“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu), emirlere olan azimdendir.” 3173
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” ?
“Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız ‘nedenler ve yollarla’ (bâtılca) yemeyin. Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, size çok merhamet edendir.” 3174
“Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah’a ve âhiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o.” 3175
“Yoksa onların mülkten (hükümranlıktan) bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı insanlara çekirdek filizi (kadar bir şey bile) vermezlerdi.” ?
“... De ki: Dünya metâı/menfaati azdır/önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlık edilmez.” ?
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. İttika edenler, (Allah’ın azâbından) korkanlar için elbette âhiret yurdu daha hayırlıdır. (Dünya hayatının fâniliğine) hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” 3176
“Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi hoş bir şeymiş gibi gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi onu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!” 3177
“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftirâ ederek (kadınlara) haram kılanlar, muhakkak ki ziyana uğramışlardır. Onlar gerçekten sapmışlardır ve doğru yolu bulacak da değillerdir.” 3178
“De ki: ‘Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve haksız yere Allah yasakladığı cana kıymayın! İşte şu size anlatılanları Allah vasiyet etti. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” 3179
“İyi bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitneden/imtihandan ibârettir. Allah yanında ise büyük ecirler/mükâfatlar vardır.” 3180
“Gerçek şu ki, inkâr eden kâfirler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için
3172] 3/Âl-i İmrân, 180-181
3173] 3/Âl-i İmrân, 186
3174] 4/Nisâ, 29
3175] 4/Nisâ, 38
3176] 6/En’âm, 32
3177] 6/En’âm, 137
3178] 6/En’âm, 140
3179] 6/En’âm, 151
3180] 8/Enfâl, 28
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır. İnkâr edenler sonunda cehenneme sürülüp toplanacaklardır.” 3181
“…Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.” 3182
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 3183
“Ey iman edenler!... Yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki,) Allah dilerse sizi kendi lutfundan zengin edecektir. Çünkü Allah her şeyi iyi bilendir, hikmet sahibidir.” 3184
“Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahûdi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele. (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): ‘İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!” 3185
“Onların malları ve ya da çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının kâfir olarak güçlükle çıkmasını istiyor.” 3186
“(Ey münâfıklar! Siz de,) sizden öncekiler gibi (yaptınız). Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlâtça daha çok idiler. Onlar (dünya malından) paylarına düşenden faydalandılar (zevklerini tatmin ettiler). Sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden (öyle) faydalandınız ve bâtıla dalanlar gibi siz de daldınız. İşte bunların amelleri dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanları kendileridir. Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrâhim kavminin, Meyden halkının ve ters dönen şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mûcizeler getirmişti (İnanmadıkları için helâk oldular). Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” 3187
“Onlardan kimi de, Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve elbette biz sâlihlerden olacağız! diye Allah’a and içti. Fakat Allah lütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah’ın emrinden) yüz çevirerek sözlerinden döndüler.” 3188
“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve
3181] 8/Enfâl, 36
3182] 8/Enfâl, 67
3183] 9/Tevbe, 24
3184] 9/Tevbe, 28
3185] 9/Tevbe, 34-35
3186] 9/Tevbe, 55
3187] 9/Tevbe, 69-70
3188] 9/Tevbe, 75-76
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 699 -
öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.”3189
“Dünya hayatının (şu yakın hayatın) durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sebebiyle (ağ gibi birbirlerine örülüp) karışırlar. Nihâyet yeryüzü ziynetini takınıp, (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de ona (ürünleri biçmeye, yemişleri toplamaya) kaadir olduklarını sandıkları bir sırada, gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün (öyle süslü) değilmiş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek toplumlar için âyetlerimizi böyle açıklarız.” 3190
“Mûsâ dedi ki: “Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kalblerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyecekler.” 3191
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkını vermek Allah’a aittir.” 3192
“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, (basit) eşyadan, geçici bir zevkten başka bir şey değildir.” 3193
“O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline!” 3194
“Hatırlayın ki, Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” 3195
“Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur, din de yalnız O’nundur. O halde Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 3196
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” 3197
“Allah, rızıkta kiminizi diğer bir kısmınıza üstün kıldı.” 3198
“Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur, tükenmez. Elbette sabırlı davrananlara, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” 3199
3189] 9/Tevbe, 111
3190] 10/Yûnus, 24
3191] 10/Yûnus, 88
3192] 11/Hûd, 6
3193] 13/Ra’d, 26
3194] 14/İbrâhim, 2
3195] 14/ İbrâhim, 7
3196] 16/Nahl, 52
3197] 16/Nahl, 58-59
3198] 16/Nahl, 71
3199] 16/Nahl 96
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı, her taraftan bol bol gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi. Artık, Allah’ın size rızık verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yiyin de eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibâdet ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.”3200
“Sonra onlara karşı size tekrar ‘güç ve kuvvet verdik’, size mallar ve çocuklarla yardım ettik ve topluluk olarak sizi sayıca çok kıldık.” 3201
“Kim bu aceleciyi (çabuk geçen dünyayı) isterse, ona, dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını verir, sonra da onu, kınanmış ve mahrum bırakılmış olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de âhireti diler ve bir mü’min olarak kendine yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. Hepsine; dünyayı isteyenlere de, âhireti isteyenlere de, Rabbinin ihsânından, ayırdetmeksizin veririz. Rabbinin ihsânı kısıtlanmış değildir. Baksana, Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” 3202
“Akrabâya, miskiyne/yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira, böylesine saçıp savuranlar, şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür. Eğer, Rabbinden umduğun bir rızkı beklemek durumunda olduğun için onlara bakamıyorsan, hiç olmazsa, kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın. Çünkü Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da, sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir suçtur.” 3203
“Allah (şeytana) buyurdu: ‘Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem hepinizin cezâsızıdır. Mükemmel ve tam bir cezâ! Onlardan gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt, süvârilerinle, yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun!’ Şeytan, insanlara, aldatmaktan başka bir şey vaad etmez. Şurası muhakkak ki, Benim (ihlâslı kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın(hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.” 3204
“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi, kendisine bir ziynet/süs yaptık. Bununla beraber Biz, mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız.” 3205
“Onlara, dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten bir su indirdik, yerin bitkisi onunla karışıp yeşerdi. Sonra (kuruyup) rüzgârların savurduğu çöp kırıntıları haline geldi (işte bu dünya hayatı, böyle bir mevsim kadar kısadır). Allah her şeye kadirdir, her şey üzerinde iktidar sahibidir. Mal/servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı ve ölümsüz olan güzel işler ise, Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit
3200] 16/Nahl, 112-114
3201] 17/İsrâ, 6
3202] 17/İsrâ, 18-21
3203] 17/İsrâ, 26-31
3204] 17/İsrâ, 64-65
3205] 18/Kehf, 7-8
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 701 -
etmeye daha lâyıktır.” 3206
“Onlardan önce nice insan nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler.” 3207
“Âyetlerimizi inkâr edip, ‘bana elbette mal ve çocuklar verilecektir’ diyeni gördün mü? O, gaybı mı bildi, yoksa Allah’ın katından bir söz mü aldı? Kesinlikle hayır! Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız. Onun dediğine biz vâris oluruz, (malı ve evlâdı bize kalır); kendisi de Bize yapayalnız gelir.” 3208
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bazılarını faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir.” 3209
“Âilene namazı emret, kendin de ona sabır ile devam et! Biz senden rızık istemiyoruz; Biz seni rızıklandırıyoruz. Âkıbet/güzel sonuç, takvâ iledir.” 3210
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hakikaten Allah, yalnız O zengindir, övgüye değerdir.” 3211
“Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır! Onlar işin farkına varamıyorlar.” 3212
“Ve onlar ki, ‘Rabbimiz! Bize gözümüzün aydınatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!’ derler. İşte onlar, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır.” 3213
“O gün (âhiret günü) ne mal, ne evlât fayda verir. Ancak Allah’a selîm/temiz bir kalble gelenler o günde (kurtuluşa ererler).” 3214
“Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vâsıtası ve debdebesi/süsüdür. Allah’ın yanında olan ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” 3215
“Karun, Mûsâ’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sâyesinde verildi’ demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı! dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler: Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler
3206] 18/Kehf, 45-46
3207] 19/Meryem, 74
3208] 19/Meryem, 77-80
3209] 20/Tâhâ, 131
3210] 20/Tâhâ, 132
3211] 22/Hacc, 64
3212] 23/Mü’minûn, 55-56
3213] 25/Furkan, 74-75
3214] 26/Şuarâ, 88-89
3215] 28/Kasas, 60
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavuşabilir. Nihâyet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şâyet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış! demeye başladılar. İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir. Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.” 3216
“İnsanlar, fitneden/imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitneden/imtihandan geçirdik. Elbette Allah, sâdıkları/doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” 3217
“İnsanlardan; ‘Allah’a iman ettik’ diyenler vardır; ama Allah uğrunda bir ezâya uğratılınca, insanların azâbını Allah’ın azâbı gibi tutarlar. Rabbinizden bir yardım gelecek olursa; andolsun ki, ‘doğrusu biz sizinle beraberdik’ derler. Allah herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?” 3218
“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibârettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” 3219
“Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 3220
“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, kendi katından onlara bir rahmet (nimet ve bolluk) taddırınca, bakarsınız ki onlardan bir grup Rablerine şirk/ortak koşup durmaktadırlar. Kendilerine verdiğiklerimize nankörlük etsinler bakalım! Haydi, sefâ sürün; ama yakında bileceksiniz! Yoksa onlara bir delil indirdik de, o delil, müşrik olmalarını mı söylüyor? İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Şâyet yaptıklarından ötürü başlarına bir fenâlık gelse, hemen ümitsizliğe düşüverirler. Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine geniş geniş vermekte, dilediğinin rızkını da daraltmaktadır. Şüphesiz, imanlı bir kavim için bunda, ibretler vardır. O halde sen, akrabâya, miskiyne/yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızâsını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi fâiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır. Allah, (o yüce zâttır) ki, sizi yaratmış, sonra rızıklandırmıştır; sonra O, hayatınızı sona erdirecek, daha szonra da sizi (tekrar) diriltecektir...” 3221
“Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a şirk/ortak koşma! Gerçekten şirk, büyük bir zulümdür’ demişti.” 3222
“(Lokman, öğütlerine devamla oğluna şöyle demişti:) ‘Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik
3216] 28/Kasas, 76-84
3217] 29/Ankebût, 2-3
3218] 29/Ankebût, 10
3219] 29/Ankebût, 64
3220] 29/Ankebut, 82
3221] 30/Rûm, 33-40
3222] 31/Lokman, 13
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 703 -
veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yer(in derinliklerin)de bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, çok lutufkârdır, her şeyden haberdardır.‘Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve (bu hususlarda) başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünen kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde doğal ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.” 3223
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır. Bilinmeli ki, asıl ganî/zengin ve övülmeye lâyık olan Allah’tır.” 3224
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası için hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve ğarûr/aldatıcı şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 3225
“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, ‘biz, size gönderilmiş olan şeyi hemen inkâr ediyoruz’ dediler. Ve ilâve ettiler. ‘Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azâba uğratılacak da değiliz.” 3226
“Bizim katımızda sizi (bize) yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır; ancak iman edip sâlih amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak üzere kat kat mükâfaat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.” 3227
“Ey insanlar, Allah’ın vaadi gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (Şeytan) Allah’ın affına güvendirmek sûretiyle sizi aldatmasın.” 3228
“Ey insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz/muhtaçsınız. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O’dur, Allah’tır.” 3229
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize duâ eder. Sonra, ona Bizden bir nimet verdiğimiz vakit: ‘Bu benim bilgim sâyesinde bana verildi’ der. Hayır! O bir fitnedir/imtihandır, fakat çokları bilmiyorlar.” 3230
“Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı, geçici bir eğlencedir. Ama âhiret, gerçekten karar yeri, kalınacak yurttur.” 3231
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun ekinini/kazancını arttırırız. Kim dünya ekinini/kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” 3232
“Allah, kullarına rızkı bollaştırsaydı, yeryüzünde taşkınlık yapar azarlardı. Fakat O, (rızkı) dilediği ölçüde indiriyor. Çünkü O, kullarından haberdardır, her şeyi görendir.” 3233
3223] 31/Lokman, 16-19
3224] 31/Lokman, 26
3225] 31/Lokman, 33
3226] 34/Sebe’, 34-35
3227] 34/Sebe’, 37
3228] 35/Fâtır, 5
3229] 35/Fâtır, 15
3230] 39/Zümer, 49
3231] 40/Mü’min, 39
3232] 42/Şûrâ, 20
3233] 42/Şûrâ, 27
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Veya onlara hem erkek hem kız çocuklar olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır bırakır. O, her şeyi bütünüyle bilendir, her şeye gücü yetendir.” 3234
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Şâyet insanlar küfürde birleşen bir tek inkârcı ümmet olacak olmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları altın ziynetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metâından ibârettir. Âhiret nimeti ise, Rabbinin yanında, Allah’ın azâbından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” 3235
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Kıyâmet saatini bilmek de O’na mahsustur. Siz O’na döndürüleceksiniz.” 3236
“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, ‘dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeyleri harcadınız, onların zevkini sürüp tükettiniz (burası için hiçbir şey bırakmadınız). Yeryüzünde haksız yere istikbâr etmenizden/büyüklük taslamanızdan ve fıskınızdan/yoldan çıkmanızdan dolayı bugün, alçaltıcı bir azap göreceksiniz’ denir.” 3237
“Kâfirler/inkâr edenler (dünyada) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” 3238
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve ittika ederseniz (sakınırsanız) Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı tamamen sarfetmenizi istemez. Eğer onları isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı.” 3239
“Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.” 3240
“Zengin eden de, varlıklı kılan da O’dur.” 3241
“Bilin ki dünya hayatı, ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibârettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziyaretçilerin de hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden başka bir şey değildir.” 3242
“Onların malları da, oğulları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar
3234] 42/Şûrâ, 49-50
3235] 43/Zuhruf, 32-35
3236] 43/Zuhruf, 85
3237] 46/Ahkaf, 20
3238] 47/Muhammed, 12
3239] 47/Muhammed, 36-37
3240] 49/Hucurât, 15
3241] 53/Necm, 48
3242] 57/Hadîd, 20
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 705 -
cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” 3243
“… Böylece O mallar/paralar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet/güç olmasın…” 3244
“Kıyâmet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler. Çünkü Allah aranızı ayırır. Allah, yaptıklarınızı görendir.” 3245
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” 3246
“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı zikirden/anıp hatırlamaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır. Herhangi birinize ölüm gelip de ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin, Allah için harcayın.” 3247
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoşgör ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O’nun katında olandır. O halde gücünüz yettiğince Allah’a isyandan kaçının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3248
“Kim Allah’tan sakınıp korkar ve günahlardan kaçınırsa, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse, O, ona yeter.” 3249
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun…” 3250
“Nûh şöyle dedi: ‘Rabbim! Doğrusu bunlar, bana karşı geldiler de malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular.” 3251
“Hayır, siz aceleciyi, (çabuk geçen dünya hayatını ve nimetlerini) seviyor, âhireti bırakıyorsunuz.” 3252
“Onlar (Cennetteki has kullar), kendi canları çekmesine rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Biz size Allah rızâsı için yemek yediriyoruz; o yüzden, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, sert ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız’ (derler).” 3253
3243] 58/Mücâdele, 17
3244] 59/Haşr, 7
3245] 60/Kıyâmet, 3
3246] 61/Saff, 10-13
3247] 63/Münâfıkun, 9-10
3248] 64/Teğâbün, 14-16
3249] 65/Talak, 2-3
3250] 66/Tahrîm, 6
3251] 71/Nûh, 21
3252] 75/Kıyâmet, 20-21
3253] 76/İnsân, 8-10
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Eğer onlar doğru yola girselerdi, kendilerine gürül gürül bol su verirdik. Böylece onları fitneden/sınavdan geçirirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüzçevirirse, (Rabbim) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır.” 3254
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda… Her kişi (hayır ve şerden) neler yapıp getirdiğini anlar.” 3255
“Fakat siz (ey insanlar!) âhiret, daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını (yakın hayatı) tercih ediyorsunuz.” 3256
“Fakat insan böyledir; Rabbi ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bulunur, ona nimet verirse; ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Ama Rabbı onu imtihan edip rızkını daraltırsa; ‘Rabbim bana ihânet etti, beni küçük düşürdü’ der. Hayır, doğrusu siz, yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helâl-haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsunuz.” 3257
“Kim verir ve sakınırsa, en güzeli de tasdik ederse, Biz de onu en kolaya hazırlar, onda başarılı kılarız. Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli de yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz. Öylesi, çukura yuvarlandığı zaman malı kendisine hiç fayda vermez.” 3258
“(Allah) Seni bir fakir olarak bulup da zengin yapmadı mı? Öyleyse yetimi sakın ezme. El açıp isteyeni de sakın azarlama. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an.” 3259
“Gerçek şu ki, insan, (ilim ve malda) istiğnâ ederek/zengin olduğunu görerek azar.” 3260
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay haline! Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedî kılacağını sanıyor. Hayır! Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu bilir misin? Allah’ın, tutuşturulmuş ateşidir.” 3261
Hadis-i Şeriflerde Evlât ve Mal Fitnesi
a- Hadislerde Evlât; Terbiyesi ve Fitneye Dönüşmesi
“(İnsanlar) Kadınlarla dört şey için evlenirler: Ekonomik gücü, fizikî güzelliği, aile yapısı (soyu-sopu, asâleti) ve dinî yaşantısı. Siz dinî yaşantısı olanını, yani dindar olanı seçin, huzur bulursunuz.” 3262
“Çocuklarınız yedi yaşına geldiği zaman namaz kılmalarını emredin. On yaşına geldiklerinde onu yerine getirmiyorlarsa (hafifçe) dövün.” Tirmizî’nin rivâyetinde “Çocuğa namazı yedi yaşında öğretin, kılmadığı takdirde on yaşında dövün” şeklindedir. 3263
“Çocuklarınıza, onlar yedi yaşında iken namazı emredin. On yaşında olunca namaz(daki
3254] 72/Cin, 16-17
3255] 81/Tekvîr, 8-9, 14
3256] 87/A’lâ, 16-17
3257] 89/Fecr, 15-20
3258] 92/Leyl, 5-11
3259] 93/Duhâ, 8-11
3260] 96/Alak, 6-7
3261] 104/Hümeze, 1-6
3262] Müslim, Radâ 53, h. no: 1465
3263] Ebû Dâvud, Salât, 26, h. no: 494; Tirmizî, Mevâkît 182, Salât 299, h. no: 407
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 707 -
ihmalleri) sebebiyle onları dövün, yataklarını da ayırın.” 3264
“Rasûlullah’a bundan (namazın çocuğa ne zaman emredileceğinden) sorulmuştu: “Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı emredin” buyurdu.” 3265
“Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz” “Kişinin çocuğunu bir kerecik terbiye etmesi, onun için bir sâ’ (2120 grama tekabül eden bir ölçü birimi) miktarında yiyecek tasadduk etmesinden daha hayırlıdır.” 3266
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz.” 3267
“Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” 3268
“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” 3269
“Şu üç özellik üzerine çocuklarınızı yetiştirin: Peygamber sevgisi, O’nun ehl-i beytinin sevgisi ve Kur’an okuma. Çünkü Kur’an’ın hamelesi (Kur’an’ı belleyip onu hayatına geçirenler), hiçbir hâkimiyetin bulunmadığı mahşer gününde peygamberler ve seçki kişilerle birlikte Allah’ın hâkimiyeti altında güven ve emniyette olurlar.” 3270
“Çocuklarınıza önce ‘lâ ilâhe illâllah’ cülyebihi öğretin.” 3271
“Dünyaya gelen her insan, fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.” 3272
“Çocuklarınızın arasında adâletle muâmele edin, çocuklarınızın arasında adâletle muâmele edin; eşit davranın.” 3273
“Sevgi verâsetle kazanılır.” 3274
“Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın.” 3275
“Çocuklarınıza gereken ikrâmı gösterin ve terbiyelerini güzel yapın.” 3276
Hz. Peygamber, her fırsatta çocukları kucağına alır, öper ve okşardı. Bir defasında torunlarını öperken kendisini gören Akra’ bin Hâbis’in bunu yadırgayarak, “benim on çocuğum var, hiçbirini de öpmedim!” demesine karşılık: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” cevabını vermiştir. 3277
Cündüb İbnu Abdillah (r.a.) anlatıyor: “Biz ergenlik çağına yaklaşmış bir grup genç, Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. Kur’an’ı öğrenmezden önce imanı
3264] Ebû Dâvud, Salât 25, h. no: 495, 496
3265] Ebû Dâvud, Salât: 26, h. no: 497
3266] Tirmizî, Birr 33, h. no: 1953
3267] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
3268] Buhârî, İlim 12, Cihad 164; Müslim, Eşribe 70-71
3269] Buhârî, S. Buhârî Tecrid-i Sarih Terc. 11/240
3270] Feyzü’l-Kadir, I/225
3271] İbn Mahled, Ahbâru’s-Sığar, s. 142; İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu’l-Mevrûd bi Ahkâmi’l-Mevlûd, s. 158
3272] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264; Müsned-i Ahmed, II/ 233, 435
3273] Buhârî, Hibe 12-13; Müslim, Hibât 13; Ebû Dâvud, Büyû’ 83, hadis no: 3544; Nesâî, h. No: 3687; Ahmed bin Hanbel, IV/275, 375
3274] Buhârî, Edebü’l-Müfred, I/53-54
3275] İbn Mahled, Ahbâru’s-Sığar, s. 135
3276] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/473
3277] Buhârî, Edeb 18; Ebû Dâvud, Edeb 144; Tirmizî, Birr 12
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öğrendik. Sonra da Kur’an’ı öğrendik. Kur’an sâyesinde imanımız daha da arttı.” 3278
Açıklama: Bu hadis, İslâmî talım ve terbiye siteminde takip edilecek vetire ve safhaları öz olarak göstermektedir. Önce imanın öğretilmesi, sonra Kur’an ve diğer şeylerin öğretilmesi. Daha önce de belirtildiği üzere, Rasûlullah, çocuklara konuşmaya başlar başlamaz iman esaslarına giren Kur’anî âyetler ezberletiyor. Çocuk bu safhada henüz temyiz yaşında bile değildir. Temyiz yaşında namaz emrediliyor. Kur’an’ın okuma ve yazılma şeklinde öğretimi ise, daha sonra, küttab denen mekteplerde ele alınan bir hâdisedir. İslâm ulemâsı, temel eğitime giren müfredatta önceliğin dinî talıme verilmesi gereğinde ittifak eder. Onlara göre hesap, edebiyat, meslek öğretimi gibi diğer müfredat daha sonra ele alınmalı, dinî talım halledilmeden bunlara geçilmemelidir. Sonradan verilecek Kur’an bilgisi ve diğer faydalı bilgiler, önceden öğretilmiş olan imanî bilgileri takviye edecek şekilde olmalıdır. Bu bir planlama ve tanzim işidir.
Ebu Ümâme (r.a.) anlatıyor: “Bir adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, anne ve babanın çocukları üzerinde hakları nedir?” diye sormuştu. (s.a.s.): “Onlar senin cennet ve cehennemindirler” buyurdu. 3279
Ya’la İbnu Mürre (r.a.) anlatıyor: “Hz. Ali’nin oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) koşarak Rasûlullah (s.a.s.)’a geldiler. Efendimiz onları bağrına bastı ve: “Şurası muhakkak ki, çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir” buyurdular.” 3280
Açıklama: Çocuk sahibi olan baba onu yetiştirmek maksadıyla ölümden korkar, cihada gitmek istemez. Çünkü şehid olursa çocuk bakımsız kalacak endişesine kapılır. Aynı şekilde, malını mülkünü çocuğu için harcamayı düşünerek cimrileşir.
“Büluğa erinceye kadar kim iki kız evlâdı yetiştirirse -parmaklarını birleştirerek- kıyâmet günü o ve ben şöyle beraber oluruz.” Tirmizî’de: “O ve ben cennete şu iki şey gibi beraber gireriz” dedi ve iki parmağıyla işaret etti” şeklinde gelmiştir. 3281
“Kim “üç kız” veya “üç kızkardeş” veya “iki kız kardeş” veya “iki kız” yetiştirir, terbiye ve te’diblerini eksik etmez, onlara iyi davranır ve evlendirirse cenneti hak etmiştir.” 3282
“Kimin iki kızı olur da bunları öldürmez, alçaltmaz, oğlan çocuklarını bunlara tercih etmezse Allah onu cennete koyar.” 3283
Ebû Said (r.a.) anlatıyor: “Kadınlar Rasûlullah (s.a.s.)’a dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sizden (istifâde hususunda) erkekler bize gâlip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!” Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı: “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!” Bir kadın sormuştu:
3278] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 16/490
3279] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/471
3280] Tirmizî, Birr 11, h. no: 1911; İbn Mâce, Edeb 3, h. no: 3666
3281] Müslim, Birr 149, h. no: 2631; Tirmizî, Birr 13, h. no: 1917
3282] Tirmizî, Tefsîr Sûre 9
3283] Ebû Dâvud; Kütüb-i Site, 2/495
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 709 -
“Ey Allah’ın Rasûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse?” “İki de olsa!” buyurmuşlardı.” 3284
“Mü’minlerden birinin üç çocuğu ölür ve ona da ateş değerse, bu çok hafif bir alev yalamasıdır.” 3285
“Kim, ergenlik çağına varan iki kızına, onlar yanında kaldıkları veya kendisi onların yanında kaldığı müddetçe iyilik yapar ihsanda bulunursa, bu kızlar onu mutlaka cennete koyarlar.” 3286
Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Yanıma bir kadın girdi. Beraberinde iki kız çocuğu da vardı. Bir şeyler istedi. Aksi gibi yanımda bir hurmadan başka bir şey yoktu. Onu verdim. Kadın aldı ve ikiye bölerek kızlarına taksim etti. Kendine pay ayırmadı. Çıkıp gittiler. Arkadan Rasûlullah (s.a.s.) girdi. Durumu ona anlattım. Dedi ki: “Kim bu şekilde kızlarla imtihan edilir o da onlara iyi davranırsa, kızlar, onun için, ateşe karşı perde olurlar.” 3287
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) beni Uhud savaşı sırasında teftiş etti. O zaman ondört yaşında idim, savaşa katılmama izin vermedi. Hendek savaşı sırasında da beni gördü, o zaman ben onbeş yaşında idim, bu sefer bana (cihad) izni verdi.”
Nâfi’ der ki: “Ben Ömer İbn Abdilaziz’e uğradım, o zaman halife idi. Kendisine bu vak’ayı anlattım. Bana: “Bu (onbeş yaş) çocukla büyüğü ayıran hududdur” buyurdu. Valilerine yazarak, on beş yaşına basanları mükellef addetmelerini, daha küçükleri âile efradından saymalarını emretti.” 3288
“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misâli, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.” 3289
“Kimin bir çocuğu olursa, güzel bir isim koysun ve en iyi şekilde terbiye etsin. Büluğa erince de derhal evlendirsin. Büluğa erdiği halde evlendirmez ve delikanlı da bir günah işleyecek olursa, bundan hâsıl olacak günah babaya da terettüp eder.” 3290
b- Hadislerde Mal/Para ve Fitneye Dönüşmesi
“Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır.” 3291
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir.
3284] Buhârî, İlm 36, Cenâiz 6, İ’tisâm 9; Müslim, Birr 152, h. no: 2633
3285] Buhârî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim, Birr 150-154, h. no: 2632-2635; Muvatta, Cenâiz 38, h. no: 1, 235; Tirmizî, Cenâiz 64, h. no: .1060; Nesâî, Cenâiz 25, h. no: 4, 25
3286] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/473
3287] Buhârî, Zekât 10, Edeb 19; Müslim, Birr 147, h. no: 2629; Tirmizî, Birr 13, h. no: 1916
3288] Buhârî, Şehâdât 18, Megâzî 29; Müslim, İmâret 91, h. no: 1868; Tirmizî, Cihâd 31, h. no: 1711; Ebû Dâvud, Hudûd 17, h. no: 4406, 4407; Nesâî, Talâk 20, h. no: 6, 155
3289] Buhârî, Büyû’ 38, Zebâih 31; Müslim, Birr 146, h. no: 2628
3290] K. Site, c. 2, s. 533
3291] Tirmizî, Zühd 26, Hadis no: 2337
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” 3292
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” 3293
“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu ‘malım, malım!’ der. Hâlbuki Âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır. Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir.)” 3294
“Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?” Ashâb: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde herkes, kendi malını vârisinin malından daha çok sever’ dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı, hayatında gönderdiğidir. Geriye bıraktığı da vârislerinin malıdır.” 3295
“Bir sürüye salınan (dadanan) iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla diyne verdiği zarardan daha fazla değildir.” 3296
“Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu (karnını) ancak toprak doldurur (gözünü toprak doyurur). Allah tevbe edenleri affeder.” 3297
“Altına tapanlar mel’undur, gümüşe tapanlar mel’undur.” 3298
“Çiftlik edinmeyin, dünyaya bağlanır kalırsınız.” 3299
“İki haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabrediciler arasına kaydeder: Dinî konularda kendinden üstün olana bakıp ona uymak. Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğüne hamdetmek. İşte böyle olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dinî konularda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemediğine üzülürse Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” 3300
“Bir kul, Allah rızâsı için mütevâzi olur, alçalırsa; Allah onu mutlaka yüceltir. Dünya dört kişi içindir:
Bir kul vardır, Allah kendisine mal ve ilim vermiştir de kul, malı hususunda Allah’tan korkmakta, (mal ve ilmi kullanarak) sıla-i rahim yapmakta, (mal ve ilimde) Allah’ın hakkı olduğunu bilmektedir. İşte bu kimse en faziletli bir makamdadır.
Bir kul vardır; Allah ona ilim vermiştir, mal vermemiştir, ama iyi niyetlidir ve ‘malım olsaydı onu falan kişi gibi (hayırda) harcardım’ der. İşte bu kimse, niyetindekini yapmış
3292] Müslim, Zekât 123, h. No: 1052; Buhârî, Zekât, Rikak; Nesâî, Zekât; S. Müslim Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu, c. 5, s. 473-474
3293] Müslim, hadis no: 1052; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu terc, 5/471
3294] Müslim, Zühd 3, 4; Hadis no: 2958; Nesâî vesâyâ 1; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir Tekâsür, Hadis no: 3351; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26
3295] Buhârî, Rikak 12; Nesâî vesâyâ 1
3296] Tirmizî, Zühd 43, Hadis no: 2377
3297] Buhârî, Rikak 10; Müslim, Rikak 116, Hadis no: 1048; Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465; Tirmizî, Zühd 27, Hadis no: 2338
3298] Tirmizî, Zühd 42, Hadis no: 2376
3299] Tirmizî, Zühd 20, Hadis no: 2329
3300] Tirmizî, Kıyâmet 59, Hadis no: 2514
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 711 -
gibi sevaba nâil olur, ikisi de eşit şekilde ücrete konar.
Bir kul vardır, Allah ona mal vermiştir, fakat ilim vermemiştir. Malını câhilâne harcar. Malı husûsunda Rabbinden korkmaz. (Cimriliği, câhilliği sebebiyle) malıyla sıla-i rahim yapmaz; malında Allah’ın da hakkı olduğunu hiç düşünmez. İşte bu kimse, mertebelerin en düşüğündedir.
Bir kul vardır, Allah ona ne ilim ne de mal vermiştir, ama ‘Eğer malım olsaydı, onunla falan kimsenin yaptıklarını ben de (şerde) yapardım’ der. Bu da niyetiyle muâmele görür. Niyet ettiği kimsenin vebalini aynen elde eder.” 3301
“Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs.” 3302
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin sizlere açılmasıdır... Şüphesiz ki bu mal hoştur, tatlıdır. Ondan fakire, yetime ve yolcuya veren bu malın müslüman sahibi en iyi (insan)dir. Bunu hak etmeden alan, yediği halde doymayan kimse gibidir. O mal, kıyâmet günü aleyhinde şâhitlik yapacaktır.” 3303
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının...” 3304
“Dünya, mü’mine zindan, kâfire cennettir.” 3305
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğinden koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya ona hakir gelmeye başlar. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah iki gözünün arasına (dünyanın) fakirliğini koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” 3306
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Ey Âdemoğlu! Kendini kulluğuma/ibâdetime ver, gönlünü zenginlikle doldurayım, fakirliğini kapayayım. Böyle yapmazsan ellerini meşgûliyetle doldururum, fakirliğini de kapamam.” 3307
“Evimde üç gece kalacak altınım olsun istemem. Ancak, üzerimdeki bir borç sebebiyle tek dinarı koruyabilir, gerir kalanın da Allah’ın kullarına şöyle şöyle dağıtılmasını emrederdim.” (Elleriyle önüne, sağına, soluna dağıtma işareti yaptı.)” 3308
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde otururken yanına geldim. Beni görünce: “Kâbe’nin Rabbine kasem olsun, onlar zararda!” buyurdu. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, annem babam sana fedâ olsun, onlar kimlerdir? dedim. Buyurdu ki: “Onlar malca çok olanlardır. Ancak -eliyle ön, arka, sağ ve sol taraflarını göstererek- şöyle şöyle bol bol vermelerini emredenler müstesnâ” dedi
3301] Tirmizî, Zühd 17, Hadis no: 2326; İbn Mâce, Zühd 21, Hadis no: 4228
3302] Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât 115; Hadis no: 1047; Tirmizî, Zühd 28, Hadis no: 2340; İbn Mâce, Zühd 27, Hadis no: 4234
3303] Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28, Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123, Hadis no: 1052; Nesâî, Zekât 81
3304] Müslim, Zikir 99, Hadis no: 2742; Tirmizî, Fiten 26, Hadis no: 2192; İbn Mâce, Fiten 19, Hadis no: 4000
3305] Müslim, Zühd 1, Hadis no: 2956; Tirmizî, Zühd 16, Hadis no: 2325
3306] Tirmizî, Kıyâmet 31, Hadis no: 2467
3307] Tirmizî, Kıyâmet 31, Hadis no: 2467; İbn Mâce, Zühd 2, Hadis no: 4107
3308] Buhârî, Zekât 4, İstikrâz 3, Bed’u’l-Halk 6, İsti’zân 30, Rikak 13, 14; Müslim, Zekât 34, Hadis no: 992
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve hemen ilâve etti: “Böyleleri ne kadar az! Şunu bilin ki, devesi, sığırı, davarı olup da zekâtını vermeyen her insan kıyâmet günü, o malları, mümkün olan en iri ve en semiz şekilde karşısına çıkıp sırayla boynuzlarıyla toslayacak, ayaklarıyla çiğneyecek. Sonuncusu da bu muâmeleyi yapınca, birinci tekrar başlayacak. Bu hal, insanlar arasındaki hüküm bitinceye kadar devam edecektir.” 3309
“Eğer dünya Allah’ın yanında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” 3310
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” 3311
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” 3312
“Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” 3313
“Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” Tirmizî’nin rivâyetinde, hadisin devamında şu ifâde vardır: “Kendini kabir ehlinden say.” 3314
“Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” 3315
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” 3316
“Zenginlik, mal çokluğundan ibâret değildir. (Hakiki) Zenginlik, gönül zenginliğidir.” 3317
“Uhud dağı kadar altınım olsa, üç günden fazla saklamazdım” 3318
“Yâ Rab! Âl-i Muhammed’in rızkını ölmeyecek kadar (kut) ver.” Kut: Ancak ölmeyecek kadar az yiyecektir. Rasûlullah (s.a.s.) bütün hayatında rızık nâmına daima yetecek en az kadar ile yetinmiş, fazlasına asla iltifat buyurmamıştır. Bir gece elinde iki altın bulunduğu için uyuyamaması ve Hz. Bilâl’ı uyandırarak altınları onun vâsıtasıyla fakirlere göndermesi, bunun en bâriz delillerindendir. Âl-i Muhammed’in yaşayış tarzları da öyle olmuştur. 3319
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe
3309] Müslim, Zekât 301, Hadis no: 590; Buhârî, Eymân 3, Zekât 43; Tirmizî, Zekât 1, Hadis no: 617; Nesâî, Zekât 2
3310] İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 4110, 2/1377; Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321, 4/560
3311] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
3312] Tirmizî, Tıbb 1, Hadis no: 2037
3313] İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588
3314] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
3315] Kütüb-i Sitte, 17/564
3316] Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478
3317] Müslim
3318] Buhârî, Zekât 4; Müslim, Zekât 10
3319] Müslim, hadis no: 1055; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/478
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 713 -
sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” 3320
“Ben havzın başında sizin öncünüzüm. Ona gelen içer. Ondan içen bir daha ebediyyen susamaz. Ve benim yanıma birtakım toplumlar gelecekler ki, ben onları tanırım; onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onlar arasına bir perde konulur. Ben: ‘Onlar muhakkak bendendirler’ derim. Bana: ‘Sen, onların senin ardından ne değişiklikler yaptıklarını bilmezsin’ denilir. Ben de: ‘Benden sonra dinde değişiklik yapanlar uzak olsunlar, uzak olsunlar’ derim.” 3321
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” 3322
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira, hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” 3323
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur, ancak Allah’ı zikir ve zikrullaha yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.” 3324 (Farklı rivâyetlerde, “Dünya ve içindekiler mel’undur; Allah için olanlar hâriç, ...Allah rızâsı için yapılanlar hâriç, ...emr-i bil ma’rûf nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç” ifâdeleri vardır.
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” 3325
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” ?
Sehl İbn Sa’da (r.a.) anlatıyor: ‘Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe’de Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. O, birden, şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu:“Şu leşin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha değersizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyyen tek damla su içirmezdi.” 3326
“Dört şey, şekavet (hüsran) alâmetidir: Gözün kuruması (günahlarına ağlamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel (dünyada hiç ölmeyecek gibi plânlar yapmak), dünyaya karşı hırs.” 3327
“Deve, sığır veya davar sahibi olup da, bunlardaki Allah’ın hakkını edâ etmeyen
3320] Buhârî, Fiten 3
3321] Buhârî, Fiten 3
3322] Kütüb-i Sitte, 7/242; Beyhakî Şuabu’l İman; Ebû Dâvud, Edeb 125
3323] Kütüb-i Sitte, 17/245
3324] Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112
3325] Kütüb-i Sitte, 17/571
3326] Kütüb-i Sitte, 17/565
3327] Kütüb-i Sitte, 7/247
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
herkese Kıyâmet günü, bu mallar, olduğundan daha çok ve mümkün olduğunca iri ve şişman olarak gelecekler. Adam, onlar için, düz ve geniş bir yere oturtulacak, hayvanlar bacakları ve tabanlarıyla onun üzerinden geçecekler. Geçiş sırasında boynuzlarıyla toslayacaklar ve ayaklarıyla ezecekler. İçlerinden boynuzsuz veya boynuzu kırık biri bulunmayacak. Bu şekilde sonuncusu da onun üzerinden geçince, birincisi aynı geçişe tekrar başlayacak. Mahlûkatın hesabı tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu hal devam edecek. Kezâ kenz’e/hazineye sahip olup da ondaki (Allah’ın) hakkını ödemeyen herkes, Kıyâmet günü hazinesi, dazlak başlı bir yılan olarak gelecek, ağzını açıp peşine düşecektir. Yılan yaklaştıkça adam ondan kaçacak. Sonunda yılan ona: ‘Gizlediğin hazineni al! Ben ondan müstağnîyim’ diye bağırır. Adam, neticede yılandan kaçma çaresinin olmadığını anlayınca, elini yılanın ağzına sokar, Yılan da onu, aygırın (alafı) kemirmesi gibi kemiriverecektir.” 3328
“Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun.” 3329
“Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir.” 3330
“Veren el, alan elden daha üstündür/hayırlıdır.” 3331
“Kıyâmet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azâbın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, Bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin.” 3332
“Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” 3333
“Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir.” “Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlâhî, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye duâ ederler.” 3334
“Cimri kişi, Allah’a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır.” 3335
“Sizden biri, mal ve yaratılış itibârıyla kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin).3336 Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
Hz. Ömer birgün Rasûlullah’ın hâne-i saâdetlerine girdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendimiz niçin ağladığını sorunca, şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Dünya kralları, kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir
3328] Buhârî, Zekât 3, Tefsir Âl-i İmrân 14, Berâet 6, Hiyel 3; Müslim, Zekât 26, Hadis no: 987; Ebû Dâvud, Zekât 32; Hadis no: 1658-1660; Nesâî, Zekât 2, 6; Muvattâ, Cihad 3
3329] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
3330] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323
3331] Buhârî vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
3332] Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218
3333] İbn Mâce, hadis no: 3256) (Bk. 47/Muhammed, 12
3334] Riyâzü’s-Sâlihîn, 1/253
3335] Tirmizî, Birr 40
3336] S. Buhârî, Askalâni Şerhi, 11, s. 322
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 715 -
sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın yerin izleri var...” Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!” 3337
Bir iftar sofrasında Hz. Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikrâm edilir. Suyu ağzına götürdüğünde ağlamaya başlar. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: “Bir gün Rasûlullah, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş, sonra da ağlamış ve “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz”3338 âyetini okuyarak, “İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz” buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.” 3339
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur/sevinçli edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme.” 3340
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni seviyorum” dedi. Rasûlullah: “Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi. Adam: “Vallâhi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: “Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür’atli gelir.” 3341
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Siz âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın çocukları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok; yarın ise hesap var amel yok.” 3342 (Hz. Ali’ye atfedilen bu söz, merfû hadis olarak da rivâyet edilmiştir.)
İbn Ömer (r.a.): “Akşama erdinmi sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” 3343
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab İbn Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: “Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabaklarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâ’be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?” “O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: “Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” 3344
Ebû Ümâme İbn Sa’lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: “Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz?
3337] Buhârî, Tefsir (66) 2; Müslim, Talâk 31
3338] 102/Tekâsür, 8
3339] Müslim, Eşribe 140
3340] Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781
3341] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
3342] Buhârî, Rikak 4
3343] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
3344] Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!” 3345
“İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda mâişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!” 3346
“Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır.” 3347
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) şöyle hitap ettiler: “Ey insanlar! Allah Teâlâ tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah’ın mü’minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri (peygamberlere): ‘Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de sâlih amel işleyin’ 3348 diye emretmiş, mü’minlere de: ‘Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin’ 3349 diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz-toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: ‘Ey Rabbim, ey Rabbim” diye duâ eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki: ‘Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duâsına nasıl icâbet edilir?” buyurdular.” 3350
“Bir kısım insan vardır, Allah’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil.” 3351
“(Benî Âdem’den) Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyeceği asla yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi.” 3352
“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.” 3353 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: “Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez.”
“Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evlâtlarınız da kendi kesbinizdendir (çalışıp kazandığınızdandır).” 3354
“Mudar kabilesine mensup olduğu zannedilen uzun boylu bir kadın ayağa kalkıp: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz (kadın)lar babalarımız, evlâtlarımız ve kocalarımız üzerine yüküz. Onların mallarında emirleri dışında, tasarrufu bize helâl olan nedir?” diye sordu. Peygamberimiz: “Size helâl olan “taze”dir. Ondan hem yiyin, hem de hediye edin!” buyurdular.” Ebû Dâvud der ki: “Tazeden maksat; ekmek, sebze ve taze meyve (gibi fazla kalınca bozulan yiyecekler)dir.” 3355
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Ebu Süfyan’ın karısı Hind, (Bir gün gelerek) “Ey
3345] Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118
3346] Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350
3347] Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344
3348] 23/Mü’minûn, 51
3349] 2/Bakara, 172
3350] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
3351] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
3352] Buhârî, Büyû’ 15
3353] Buhârî, Büyû’ 7, 23; Nesâî, Büyû’ 2, -7, 243-
3354] Ebû Dâvud, Büyû’ 79; Tirmizî, Ahkâm 22, hadis no: 1358; Nesâî, Büyû’ 1, -7, 249-; İbn Mâce, Ticaret 1, hadis no: 2137, 64, -2290-
3355] Ebû Dâvud, Zekât 44, hadis no: 1686
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 717 -
Allah’ın Rasûlü, dedi. Ebû Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor! (Ne yapayım?)” Rasûlullah (s.a.s.): “Örfe göre sana ve çocuğuna kifâyet edecek miktarda al!” buyurdular” 3356
Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Hz. Ebû Bekir (r.a.) halife seçildiği zaman: ‘Kavmim biliyor ki, benim mesleğim ailemin nafakasını te’minden âciz değildir. Ancak şimdi Müslümanların işleriyle meşgulüm. Bu sebeple Ebû Bekir’in ailesi beytü’lmalden yiyecek, o da Müslümanlar için çalışacak’ dedi.” 3357
“Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin.” (Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurdukları bana haber verildi:) “Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır.” 3358
“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.” 3359
Vedâ haccı sırasında hutbede Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle söylediği rivâyet edildi: “Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın ve almayın!” 3360
El-Misver İbn Mahreme’ye Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde’yi Bahreyn’e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber’le kıldılar. Namaz bitince, Rasûlullah’ın etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: “Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde’nin bir şeyler getirdiğini işittiniz” dedi. Hep birlikte: “Evet!” dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: “Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.” 3361
“... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah’ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın...” 3362
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu
3356] Buhârî, Büyû’ 95, Mezâlim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eymân 3, Ahkâm 14, 180; Müslim, Akdiye 7, hadis no: 1714; Ebû Dâvud, Büyû’ 81, hadis no: 3532; Nesâî, Kudât 30, -8, 246-
3357] Buhârî, Büyû’ 15
3358] Ebû Dâvud, Harac 10, hadis no: 2945
3359] Ebû Dâvud, Büyû’ 62, h. no: 3477
3360] Ebû Dâvud, Harac 17, hadis no: 2958, 2959
3361] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464
3362] Buhârî, Cenâiz 37 vesâyâ 2, 3, Fezâilu’l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” 3363
“Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü’mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu.” 3364
“Kıyamet günü, dünyada iken yetecek kadar rızık verilmiş olmasını temenni etmeyecek ne fakir ne de zengin olacaktır.” 3365
“Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır” buyurdular.” 3366
“Şüphesiz, her derede, âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vadide helak olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah’a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter.” 3367
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: “Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur.” 3368
“Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar.” 3369
Hz. Âişe (r. anhâ)’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.) namazların sonunda şöyle duâ ederdi: “Allah’ım, kabir azâbından, Mesih Deccâl’ın fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım. Allah’ım, hayatın ve ölümün fitnesinden, günah ve borçtan da Sana sığınırım.” Bir kimse, “borçtan dolayı çok sığınmanızın sebebi nedir?” diye sorunca; “İnsan borçlanınca konuşur ve yalan söyler. Söz verir ve sözünde duramaz” cevabını verdi. 3370
Peygamberimiz’in Allah’a sığındığı hayatın fitnesi, dünyaya aldanmak, şehevî arzuları ve nefsin hevâsın meşrû olmayan şekilde kullanmak, cehâletin arkasında koşmak ve en kötüsü ölüm sırasında imtihana tâbi tutulmaktır. Ölümün fitnesi ise; ölen kimseye görevli meleklerce sorulan “Rabbin kimdir?” sorusuna şeytanın, bu kimsenin karşısına geçip “şüphesiz rabbin benim” diyerek onu fitneye düşürüp yanıltmaya çalışmasıdır 3371. Âilesi yüzünden bir kimsenin fitnesi, onlardan dolayı meşrû olmayan işler yapması, sözler söylemesidir. Malı
3363] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
3364] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/566
3365] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/575
3366] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/578
3367] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/579
3368] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68
3369] Buhârî vesâya, 14
3370] Buhârî, Vüdû 37, Ezan 149, Cenâiz 86-88, Cihad 25, Deavât 38, 39, 44-46; Müslim, Mesâcid 128, 130, 132, Zikir 49, Cenâiz 86
3371] Tirmizî
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 719 -
yüzünden fitnesi, haram yoldan kazanıp meşrû olmayan yerlere sarfetmesi; çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle birçok hayır, ilim ve cihad faâliyetlerine fırsat bulamaması, onların geçimi için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışması; komşusu yüzünden fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık duymasıdır. 3372
Nimetten Belâya; Mal ve Çocukların Fitne Olması
Evlât, yani çocuklar Allah’ın lutfu, fânî dünyanın süsü, âilenin çimentosu, ana ve babanın gözbebeğidir. 3373 “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür...” 3374
Dünyada ana-babası için en değerli nimet ve mutluluklardan olan hayırlı çocuklar, âhirette de ebeveynleriyle beraber olacaklardır: “Kendileri iman edip zürriyetleri de imanda kendilerine uyan kimselerin zürriyetlerini de kendilerine katmışızdır; kendi sevaplarından da hiçbir şey eksiltmemişizdir. Herkes kendi kazandığına bağlıdır.” 3375
Yüce Allah, âhirette sâlih mü’minleri cennete sokacağı gibi, kendileri gibi iman eden çocuklarını da kendileriyle beraber cennete sokacaktır. Böylece dünyada inanç ve gönül birliği içinde olanlar, âhirette de beraber olacaklardır. Şayet kendileri orada çocuklarından ayrı olsalar, yerleri ne kadar cennet olsa da yine ayrılık hasreti çekerler. Oysa orada üzüntü olmaz. Sefâ yerinde cefâ yoktur. Onun için Allah Teâlâ, orada mü’minleri yalnız bırakmaz, çocuklarını da yanlarına verir. Ancak bunun şartı, çocuklarının da kendileri gibi iman etmiş ve sâlih ameller işlemiş kimseler olmasıdır. Aksi takdirde sâlih ile fâcir, baba-oğul da olsa bir araya gelmiş olur ve rûhî bağ kalkar. Nitekim Nûh’un (a.s.) oğlu kendi âilesinden sayılmamıştır 3376. İşte Tûr sûresindeki âyetin sonunda “Herkes kendi kazandığına bağlıdır.” ifâdesi, âhiret ödülünün, babaların/ataların salâhıyla değil; herkesin kendi imanı ve güzel eylemleriyle kazanılacağına işâret etmektedir. Ra’d sûresinde de bu durum şöyle açıklanır: “Adn cennetlerine girerler. Babalarından, eşlerinden ve çocuklarından olan sâlih/iyi olanlar da kendileriyle beraber olur. Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar.”3377 âyetinde de sâlih mü’minlerin sâlih olan baba, eş ve çocuklarının da kendileriyle beraber olacağını vurgulamaktadır.
Bütün bunlarla birlikte; insana emânet olarak verilen mallar ve çocuklar da onlar için bir fitnedir, deneme ve sınama aracıdır. Mala ve çocuğa olan tutku ve aşırı ilgi, kişiyi Allah yolundan, O’na kulluk ve ibâdetten alıkoyabilir. İnsan mal ve dünyalıklar peşinde koşarken Rabbine karşı görevlerini unutabilir. Hatta malla şımarabilir, kibirlenir ve haddi aşabilir. Malın helâlinden kazanılması ve yine helâl yollarda harcanması, mal üzerinde hakkı olanların haklarının verilmesi İslâm’ın getirdiği ölçülerdir. Bu açıdan mal insan için denemedir. Evlâtların fitne/sınav olması da buna benzer. Allah’ın çocuk nasip ettiği anne ve babalar için, çocuklarını fıtratlarına uygun olarak terbiye etmek, onları sâlih insan olarak yetiştirmek, en önemli görevlerdendir.
Mala ve çocuklara karşı olan tutku, onları ve âileyi koruma ve kollama
3372] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. 2/469
3373] 3/Âl-i İmrân, 14; 42/Şûrâ, 49-50
3374] 18/Kehf, 46
3375] 52/Tûr, 21
3376] 11/Hûd, 46
3377] 13/Ra’d, 23
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygusu, insanı bazen adâletten uzaklaştırabilir, haddi aşıp haksızlık yapmaya sürükleyebilir. Böyle yapmak da ilâhî ölçülerden sapma sonucunu doğurur. Bu da insan için bir fitnedir. “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a gelince; büyük mükâfat O’nun yanındadır.” 3378 Çocukların ve malların belâ (imtihan) olduğu ile ilgili başka âyetler de vardır. 3379
İnsanları, çoğu zaman Allah’ı anmaktan, O’nun yolunda cihad etmekten alıkoyan en önemli iki dünya meyvesi; birincisi servet, diğeri de sahip olunan evlâttır. Bu iki varlığı elden kaçırmama uğruna pek çok fedâkârlığa katlanır insan. Meşrû çizgide olduğu sürece buna zorunludur da. Fakat Allah’a ait sorumlulukların terkedilmesine sebep olursa elbette ebedî mükâfatı kaybetmiş olur. Allah için sevme ile Allah’a rağmen sevmenin açığa çıktığı, Allah rızâsı için sevme ve bunları emânet ve imtihan bilme ile, Allah’ı sever gibi sevme ve Allah’ın rızâsına onları tercih etme sınavı, en net biçimde bu iki şeyde ortaya çıkar.
Mal ve evlât birer sınavdır; bunlar insanın bozulmasına, doğru yoldan şaşıp sapmasına neden olabilir. Kur’an’da mal ve evlât tutkusunun, yani hep çocuklarının geleceğini, bunun için mal çoğaltmayı düşünmenin, insanı doğru yoldan saptırabileceği; malı ve evlâdı olduğu halde doğruluktan ayrılmayan kimselerin ise ödüllendirileceği belirtiliyor.3380 Mal ve evlât düşkünlüğü, kendisini doğru yoldan çıkarıp haksızlığa düşürüdüğü kimse, sınavı kaybeder, büyük ziyana uğrar. Günümüzde bu durumu nice ana-babada görüyoruz. Adam, ibâdetlerine bile zaman ayıramayacak kadar geçim için çalışırken, nice haram kazanca dalarken çoğunlukla gösterdiği sebep “çocuklar için, onlar yüzünden”dir. “Ne yapalım, arkada evlâd u ıyâl var” denilir. Aslında bunlar sebepten ziyâde, şeytanın mâzeret gibi, hatta güzel fedâkârlık olarak gösterdiği bahanelerden ibârettir. Evlenmeden, çoluk-çocuk sahibi olmadan dâvâ adamı olan nice gençler, bir bakıyorsunuz kaybolmuş, evleri kendilerine mezar haline gelmiş. Ya da fakir veya orta halli iken dâvâ bilincine sahip fedâkârca gayretler içindeki nice müslüman, paralanınca paramparça paralanmış. Parayı sadece cebine değil, kalbine de koymuş, dâvâyı da bir kenara bırakmış, hatta nice haramlara dalmış. Mal, eş ve evlât imtihanları, insanın mayasındaki yapıyı ortaya çıkaran önemli testlerdir.
Kur’an, insanları Allah’tan korkmaya, babanın çocuğu için, çocuğun da babası için fidye verip onu cezâdan kurtaramayacağı; hiç kimsenin, başkasına bir yarar sağlayamayacağı, başkasını ateş azâbından kurtaramayacağı âhiret gününden çekinmeye çağırır.3381 Herkes, âhirette hak ettiği cezâyı çekeceği için, Kur’an mü’minleri bu geçici dünyaya aldanmamaları husûsunda uyarır: “Dünya hayatı sizi aldatmasın, o çok aldatıcı sizi aldatmasın!”3382 Bu “ğarûr -çok aldatan-”, ya insana çekici görünen dünyadır yahut şeytandır. Müfessirlerin genel kanısı bunun şeytan olduğu yönündedir. Tabii şeytan da insanı dünya tutkusuna, mal ve evlât hırsına düşürerek, fakirlikten korkutup cimriliği sevdirerek aldatır.
3378] 8/Enfâl, 28; Ayrıca bk. 64/Teğâbûn, 14-15
3379] Malların ve çocukların deneme sebebi olduğunu “belâ” kelimesiyle ifâde eden âyetler için bk. 3/Âl-i İmrân, 186; 5/Mâide, 48; 6/En’âm, 165
3380] 8/Enfâl, 28
3381] 31/Lokman, 33, 3/Âl-i İmrân, 10
3382] 31/Lokman, 33
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 721 -
Allah, iman edenlere, dünya malının ve çocuklarının, kendilerini Allah’ı zikretmekten (hatırlayıp anmak ve kulluk yapmaktan) alıkoyup mahvetmemesine dikkat etmelerini emrediyor ve Allah’ı düşünmeyenlerin, ebedî ziyana uğrayacaklarını vurguluyor. 3383 Teğâbün sûresinde de mü’minlere, eşlerinden ve çocuklarından bazılarının, kendilerine düşman olduğu, onlardan sakınmaları, onlara karşı dikkatli davranmakla beraber hoşgörülü olmaları; onları bağışladıkları takdirde Allah’ın da kendilerini bağışlayacağı bildiriliyor.3384 Bu âyetin devamında da, malların ve çocukların birer fitne/sınav olduğu, ödülün ise Allah katında bulunduğu vurgulanır.
Burada3385 dikkat edilecek husus; “min” cer harfinin, “bazı” anlamına geldiğidir. Yani âyette eşlerin ve çocukların hepsinin değil; bazılarının insana düşman olduğu bildirilmektedir. Gerçekten bilerek veya bilmeyerek kocasına veya karısına çok kötülük eden, onun üstüne dost tutan, hatta dostuyla birlik olup kocasını öldüren kadınlar veya karısını kesen, öldüren kocalar vardır. Burada hitap geneldir; kadını da erkeği de kapsar. Bütün iman edenlere hitap edilmektedir. Kasıt sadece erkekler değil; tüm mü’minlerdir. Bundan dolayı âyeti sadece erkekler açısından anlayıp öyle değerlendirmek yanlış olur. Kocasına çok kötü davranan kadınlar olduğu gibi; karısına çok kötülük yapan erkekler de vardır. Fakat aile reisi koca olduğu ve çocukların durumundan daha çok baba sorumlu olduğu için Arapça’nın tağlîb buralı gereği, erkeklere hitap kipi seçilmiş ise de bu hitap kadınları da kapsar. Aynen “Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayınız...”3386 âyeti ve benzeri erkek hitap kipiyle kullanıldığı halde kadınları da kapsayan hüküm, vaad ve vaîd âyetleri gibi. Bu bakımdan her iki cinsi ifâde etmesi için âyet metninde geçen “zevc” kelimesinin çoğulu “ezvâc” kelimesini, “eşler” olarak meallendirmek daha doğru olur kanaatindeyiz. Arapçadaki “zevc”in karşılığı olan “eş”, hem kadını, hem erkeği kapsar. Erkek kadının zevci (eşi), kadın da erkeğin zevci (eşi)dir.
Çocuklardan da öylesi var ki, ana-babasının doğru yolundan ayrılır; onları üzer, mallarını yer, ihtiyarladıklarında onları kapı dışarı eder, kendi evlerinde huzuru yok edeceğini düşünerek huzurevlerine terk eder, ya da değişik zorluklar içinde bırakır. İşte bunlar, insana düşman olan çoluk çocuktur. Kişi kendisine dikkat etmeli, yolunda olmayan eş ve çocuklarının kötülüklerinden sakınmalıdır. İnsan, eşinin ve çocuklarının hareketlerine dikkat etmelidir, ama onlardan bütün bütün de uzaklaşmamalıdır. Onların hatalarını affetmelidir. Yoksa âilede dirlik ve düzenlik kalmaz. İşte bunun için âyetin sonunda “Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız, Allah da bağışlayan, merhamet edendir (affedenleri O da affeder).”3387 buyurmaktadır. 3388
Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, dikkat edin, mallarınız ve çocuklarınız sizi meftûn edip Allah yolundan saptırmasınlar demektedir. Bunlar sizin için birer imtihan sebebidir. Onlarla ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde mi ayarlıyorsunuz, başka ölçü(süzlük)lere göre mi? Denenmekte, sınanmakta olduğunuzu unutmayın.
3383] 63/Münâfıkun, 9
3384] 64/Teğâbün, 14-15
3385] 64/Teğâbün, 14’de
3386] 5/Mâide, 6
3387] 64/Teğâbün, 14
3388] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, 5/543-545
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mal ve çocuklarla ilişkilerinizi Allah’ın istediği şekilde ayarlayın da imtihanı kaybetmeyin. Sakın mal tutkunuz, çoluk-çocuk derdiniz sizi Allah’a kulluktan ayırmasın.
Fitne; herhangi bir madeni içindeki katkı maddeleri, curufları ayrılsın diye potaya atmak ve eritmek, arıtmak demektir. Demek ki, bizler de çoluk-çocuk sahibi olmakla, malk-mülk sahibi olmakla bir potadan geçiriliyoruz. Bunlarla ilgili Allah’ın yasalarına, bunların hukukuna riâyet edip etmeyeceğimiz konusunda denenmekteyiz. “Madem ki bunlar bizim için bir imtihan konusudur, öyleyse bunlara hiç sahip olmayalım da imtihanda başarılı çıkalım” demeye, Allah’ın imtihanından kaçmaya da hakkımız yoktur. Bazı insanlar, “bu devirde dosdoğru çocuk yetiştirmek zor, hatta mümkün değil” diyerek çocuk imtihanından kaçıyorlar; bu doğru değildir. Bu hayatı eşle, çocukla, malla yaşamamız da bir Allah yasasıdır. Yani müslüman helâl bir şekilde rızık peşinde, evlâd u ıyâl peşinde olacak, ama âhireti unutmayacak, kırmızı çizgileri ihlâl etmeyecektir.
64/Teğâbün sûresi, 14. âyette de eşlerimizin ve çoluk çocuklarımızın bize düşman olma ihtimali olduğu, bazılarının böyle olduğunu vurgular. Eğer mallarımız, eşlerimiz ve çocuklarımız bizi Allah’a kulluk yolundan alıkoyuyorlarsa, kulluğumuza engel olabilecek bir noktaya gelmişlerse, onlar yüzünden kulluğumuz engelleniyor ve cenneti kaybetmeye doğru gidiyorsak, işte o andan itibaren anlıyoruz ki onlar bizim düşmanımız olmaya başlamışlardır. Eğer kadınsa kocası, kocaysa karısı, babaysa evlâdı, evlâtsa babası insanı Rabbine kulluktan, onu cennete gitmekten engelleyecek bir noktaya gelmişlerse kesinlikle bilelim ki onlar o kişinin düşmanıdırlar. Eğer insan, kendi kendini hayırdan şerre, kulluktan isyana, cennetten cehenneme doğru götürmeye başladıysa, hevâsına/keyfine tâbi oluyor, hatta hevâsını tanrılaştırmaya kalkıyorsa, insan kendi kendisinin düşmanı olmaya başlamış demektir. Kur’an buna insanın kendine zulmetmesi, kendine yazık etmesi der.
Kimi insanlar ana-babalarıyla, kimileri çocuklarıyla, bazıları eşleriyle, bazıları da malın yokluğu veya çokluğuyla imtihan olmaktadır. Allah’a kulluk yolunda yürüyen mü’min bir kocaya, aksi istikamette yürüyen karısı ve çocukları veya Allah’a itaate yönelmiş mü’mine bir kadına, aksi istikamette yürüyen kocası ve çocukları büyük engeller ve problemler çıkarabilmektedir. Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde bu toplumdaki bireylerin çoğu, Allah’a kulluğu birinci plana almış, dünya zevk ve sefâsını ikinci plana atmış bir erkeğe karşı hanımı ve çocukları, yakın akrabaları, büyük bir talihsizlik olarak bakarlar. Öyle ki kocalarını, babalarını cehenneme gönderme pahasına da olsa bu dünyada kendilerine refah ve zenginlik içinde bir dünya sunmasını beklerler. Nice adamlar, bu beklenti ve ısrarlı talepden dolayı Allah’ın hududunu çiğnemekte, eş veya çocuk fitnesinden dolayı haramlara bulaşmaktadır. Yine, Allah’a kulluğu birinci plana çıkarmış pek çok mü’mine hanımın, kocaları ve çocukları tarafından hayatları zindan edildiği görülmektedir. Allah için cihada çıkacak, infak edecek, dâvâ için koşturacak, tebliğ edecek nice adamın önünde en büyük engel, ilk gençliğinde babaları, sonra da hanım ve çocuklarıdır.
Sadece imtihan olunan eşler ve çocuklar tarafından istikametten saptırılmamakla da iş bitmemektedir. Aynı zamanda kişiye emânet olarak verilmiş eş ve çocuklarına karşı tavırlarıyla da insan imtihan olmaktadır. Onlarla
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 723 -
hukukunu Allah’ın istediği tarzda yapıp yapmadığı, onları Allah’ın çizgisine çekmeye çalışıp çalışmadığı, onları müslümanca eğitip kulluk programına çekmeye çalışıp çalışmadığıyla da insanlar sınanmaktadır.
Varlığıyla yokluğuyla, azlığıyla çokluğuyla, bilelim ki mallarımız, mülklerimiz, oğullarımız, kızlarımız bir imtihandır. Rabbimiz bu verdikleriyle bizi sürekli denemektedir. Mallarımız, paralarımız konusunda, oğullarımız ve kızlarımız konusunda cennete gidebilmenin hesabını doğru yapmalıyız. Bunlarla ilişkilerimizi Allah’ın istediği şekle koyamazsak, biz mala değil, mal bize sahip olursa, sahip olduğumuz dünya nimetleri ve âilemiz bize Allah’ı, âhireti, Allah’ın hesabını unutturursa, Allah korusun bu imtihanı kaybettik demektir. Bize verilen nimetlerin esas sahibini unutup, Karun gibi, bunları sadece kendi yeteneklerimizle elde ettiğimizi düşünürsek, emânet bilincine, sorumluluk şuuruna sahip olmazsak, sahip olduklarımızı imtihan sebebi değil de gâye olarak görmeye başlarsak sınavı kaybettik demektir. Ama biz onlara karşı yapabileceğimiz tüm görevlerimizi yapar da buna rağmen onlar yola gelmezlerse, o zaman elbette biz onlardan sorumlu tutulacak değiliz. Meselâ Nûh (a.s.) hanımı ve oğlu ile imtihana tâbi tutuldu. Bu büyük peygamber, hanımını ve oğlunu müslümanlaştırabilmek için çok uğraştı, tüm yapabileceklerini yaptı, ama hidâyet Allah’ın yanında olduğu ve bazı insanlar peygamber yakını olduğu halde bile irâdelerini kötüye yönelik kullandıkları için Rabbimiz onu hesaba çekmeyecektir. 3389
İnsan, içinde bulunduğu durum itibarıyla pek çok yönden imtihan edilir. Bu denemeler, genelde insanın zayıf yönlerine yöneliktir. Çünkü düşkünlük, zâfiyet/zayıflık, irâdenin en çok zorlandığı husustur. İnsan, bazen bu zayıf yönlerinden mala olan düşkünlüğüyle, onu elinde tutmanın hırsı ile deneniyor. Bu deneme de iki yönlüdür. Bir yönü yokluk, sıkıntı ve zorluklardır. İnsan sabrının ölçüldüğü bu hususlarda insanların başarılı olma ihtimali, ikinci yönü ile denenmesinden daha fazladır. Bu ikinci yönü, zenginlik, servet veya varlıktır. Bu nimetlere sahip olan insan, diğerine oranla daha zor durumda kalır. Meşakkat daha çoktur. Servetin ve varlığın insanda meydana getireceği rehâvet, insan direncini ve sabrını kemirebilir. Yoklukta yokluğa karşı göstereceği direnç ve sabrı, varlıkta varlığın gitme endişe ve telâşı içerisinde gösteremeyebilir. İnsan düşüncesinde mal hırsı ve evlât sevgisi şahsiyette aşınma meydana getirmişse, bu zaafı telâfi etmesi çok zor olur. Olayın zorluğundan dolayıdır ki verdiği mücâdelenin karşılığında, âyetin devamında belirtildiği gibi “ecir” değil; özellikle altı çizilerek vaad edilmiş olarak “büyük ecir” vardır. İnsanlar, genellikle zorlukların bir sınav olduğunu, varlığın ise sadece lütuf olduğunu zannederler. Hâlbuki, varlık, sağlık, nimet bolluğu ile yapılan sınav, diğerinden çok daha zordur.
Allah’ın (c.c.) insanlara verdiği hem iyilikler, hem de kötülükler birer deneme (fitne) aracıdır.3390 İnsan nimetlere karşı şükürle; zorluk, darlık ve belâlara karşı sabırla denenir. Fakat insan çoğu zaman nankörlük yapar. Üstesinden gelemeyeceği bir sıkıntıyla karşılaşınca hemen Rabbine yalvarır. Geniş bir nimete, mala ve zenginliğe kavuşunca da kibirlenir, malını kendi bilgisi ve kurnazlığıyla elde ettiğini zanneder. Böyle bir tavra karşı Kur’an şu açıklamayı yapıyor: “...Hayır
3389] Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an,7/298-300
3390] 21/Enbiyâ, 35
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
o bir fitnedir (imtihandır), fakat çokları bunu bilmiyorlar.” 3391
Rabbimizin dünya nimetlerini ve dünyaya ait bütün göz kamaştırıcı güzellikleri insanların hizmetine sunması, bir deneme sebebidir. Ancak inanan kişi bu geçici güzelliklere ve zenginliklere aldanmamalı. Çünkü Allah’ın katındaki güzellikler, ya da iman edip sâlih amel işleyen kulları için hazırladıkları daha çok ve daha kalıcıdır.3392 Dünya nimetlerinin fitne/deneme olarak nitelendirilmesi insan için eğitici bir hatırlatmadır. O, insanın iç kuvvetlerini geliştirir, dikkatini keskinleştirir, yaşadığı realitenin boyutlarını kavramasına yardımcı olmak üzere onu uyarır. Kur’an, varlığı âyetler (ibret ve işaretler) olarak değerlendirir ve nimetleri bile bu bağlamda fitne olarak nitelendirir.
Fitne, gerçek olanı sahte olandan, iyi olanı kötü olandan, kirliyi temiz olandan ayırmak olduğuna göre, hayatın akışında olumlu ve olumsuz tarafıyla ortaya çıkabilir. Kur’an’ın işaret ettiği gibi insan bazen risk taşıyan, mal, mülk, evlât ve sağlık gibi nimetlerle, bazen de yokluk, hastalık, şeytan ve düşman saldırısı gibi şeylerle denemeye uğratılır. Bu bakımdan çekilen zorluk, mal, zulüm, kadın, çocuk, saptırma, azap, silâhlı çatışma, kalbe gelen vesvese gibi şeylerin hepsi de fitnedir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Onlardan bazı zümrelere, kendilerini denemek (fitneye uğratmak) için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.” 3393
Kur’an, insanın imandaki samimiyetini denemek için hayır ve şer ile imtihan olunduğunu haber veriyor.3394 İnsan, hayatın geçici güzellikleriyle de sınava çekilir.3395 Mal ve evlât, insan için bir fitnedir, deneme aracıdır.3396 Bol rızık ve verilen nimetler birer fitne olduğu gibi,3397 başa gelen üzüntü ve kederler,3398 belâ ve musîbetler de birer fitnedir. 3399 İnsanlardan bazılarına Allah’tan gelen rızık, iman ve mağfiret gibi iyiliklerin sebebini bilmek mümkün olmayabilir. Allah (c.c.) bu şekilde insanları birbiriyle deniyor ve şükredenlerin belli olmasını istiyor. 3400
Dinde ikiyüzlü davranan münâfıklar, çeşitli olaylarla, ibret almaları ve hatalarını terk etmeleri için sürekli denenirler. Ancak onlar çoğu zaman bu fitnenin (denemenin) farkında olmazlar.3401 Allah (c.c.) doğru yola giren kimseler için rızkı bollaştırır. Bunun sebebi de, onların şükredip şükretmeyeceklerini, takvâ sahibi olup olmayacaklarını denemektir. 3402
Kur’an şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed) Biz senden önce de yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan (ölümlü) insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik. (Böyle yaparak ey insanlar), kiminizi kiminiz için fitne/sınama vesilesi kıldık (ki), sabredecek misiniz?
3391] 39/Zümer, 49
3392] 20/Tâhâ, 131
3393] 20/Tâhâ, 131
3394] 21/Enbiyâ, 35
3395] 20/Tâhâ, 131
3396] 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15
3397] 39/Zümer, 49
3398] 20/Tâhâ, 40
3399] 9/Tevbe, 126; 22/Hacc, 11
3400] 6/En’âm, 53
3401] 9/Tevbe, 126
3402] 72/Cinn, 16-17
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 725 -
(Bunu kendiniz de göresiniz; yoksa) Allah zaten her şeyi olduğu gibi görmektedir.”3403 Bu âyet; yalnızca peygamberlerin değil; her insanın toplumsal varlığı ile diğer kimseler için, onların ahlâkî tercih ve kavrayışlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir deneme aracı olduğuna işaret etmektedir. Buna göre âyete şu anlamı vermek yanlış olmayacaktır: “Sizin hepinizi birbiriniz için bir imtihan vesilesi kıldık.” 3404
Hayat, tekâmül yolunda ilerlemek ise, fitnelerin peş peşe sıralanması doğaldır. Her toplum bir başkası için, her insan bir başka kimse için, onun durumunun ve tercihlerinin ortaya çıkması açısından bir fitne aracı olabilir.
Kur’an’ın bildirdiği fitneye dair tespit edilen temel hususları özetlersek; baskı ve şiddet, zulüm, güvenliği tehdit eden veya güvenliği olmayan ortam, küfür, şirk ve tuğyan, iç kargaşa ve karışıklık, idrâk yeteneğinin kaybolması, toplumu kuşatan belâ ve musîbet, bazen varlık ve servet ve bazen de yokluk ve sıkıntılarla denenme gibi bazı durumlarda ferde, bazı durumlarda da topluma yönelik olayları fitne olarak vasıflandırırız. Ancak bir de bunların tümünü kapsayan fitne var ki, o da soyut anlamı ile “sınav”dır; yani özellikle insanın varlık sebebi olan fitne. Allah’ın dışında ve O’nun yarattığı bütün eşya, canlı cansız, akıllı akılsız varlıklar bir denemedir; insana yönelik bir deneme. Diğer fitne türleri ise bu denemenin başarılı olup olmamasından doğan olaylardır. 3405
İnsanlardan bazıları gerçek bir şekilde değil de, iman-küfür sınırındaymışcasına ibâdet eder. Kendisine Allah’tan bir ‘hayr’ dokundumu, bununla sevinir. Ancak, başına hikmetin gereği bir fitne (belâ veya deneme) geldiği zaman yüz üstü döner gider. Böyleleri dünyayı da âhireti de kaybederler. 3406 Peygamber’in dâveti sıradan bir insanın dâveti gibi değildir. Onun dâvetine uymamazlık edilemez, emrine karşı gelinemez: “...Rasûl’ün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın (fitnenin) çarpmasından yahut onlara acı bir azâbın uğramasından sakınsınlar.” 3407
“Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.”3408 Fitne, imtihan, ya da belâ... İçindeki bir grubun ne şekilde olursa olsun, zulüm işlemesine hoşgörü ile bakan, zâlimlerin karşısına dikilmeyen, bozguncuların yoluna engel olmayan bir toplum, zâlimlerin ve bozguncuların cezasını hak eden bir toplumdur. Zulüm, bozgunculuk ve kötülük yaygınlık kazanırken, insanların hiçbir şey yapmadan yerlerinde oturmalarını İslâm asla hoş görmez. Zira İslâm, birtakım pratik yükümlülükler gerektiren bir hayat sistemidir. Kaldı ki, Allah’ın dinine uyulmadığını ve Allah’ın ilâhlığının reddedilip yerine kulların tanrılığının yerleştirildiğini gördüklerinde müslümanların sessiz kalmaları, bununla beraber Allah’ın, onları belâdan kurtamasını istemeleri, sünnetullaha ters bir arzu ve kabul olmayacak bir tavırdır.
Mü’minlerin karşılaştıkları bütün güçlükler ve ellerinde bulunan bütün nimetler ve imkânlar birer fitne/deneme sebebidir. Günümüzde, eskiye oranla insanların ellerinde daha fazla imkân ve eşya var, daha fazla nimetlere sahipler.
3403] 25/Furkan, 20
3404] Kur’an Mesajı, 2/730
3405] Geniş bilgi için bk. Sâlih Asğar, Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, s. 45-90
3406] 22/Hacc, 11
3407] 24/Nûr, 63
3408] 8/Enfâl, 25
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Eskiden karşılaşılan pek çok zorluklar ve darlıklar, yerini kolaylık ve konfora bıraktı. İşte bütün bu imkânlar ve nimetler birer fitnedir/imtihandır. Bazı müslümanların karşılaştıkları baskılar, işkenceler, zulümler, haksızlıklar birer fitnedir. Müslüman ülkelerin zorbalar, diktatörler, tâğutlar, zâlimler veya zulüm düzenleri tarafından ele geçirilmesi bir fitnedir. Onurlu mü’minlerin bu zorbalarla ve zâlimlerle mücâdele zorunda kalmaları, kendileri hakkında bir fitnedir, sınav sebebidir. Özellikle modern toplumlarda ortaya çıkan ve giderek bütün dünyaya yayılan; şirk, ilhad, ahlâksızlık, sapıklık, isyan ve günah rüzgârları birer fitnedir.
Müslüman nesillerin karşı karşıya kaldığı inkârcılık, dünyalıklara aşırı derece bağlanma, Din’in emirleri karşısındaki duyarsızlıklar birer fitnedir. Müslümanların bölünmüşlüğü, fırka fırka olmaları, aralarındaki çekişmeler, müslüman ülkeler arasındaki yapay sınırlar birer fitnedir. Her bir müslüman; içinde bulunduğu şarta, elindeki nimete ve karşılaştığı güçlüğe göre fitneye uğratılıyor, denemeye tabi tutuluyor.
Müslümana düşen, varlık tablosundaki âyetlerden, oluşlardan ve karşılaştığı fitne ve denemelerden ibret alması, Allah’tan gelen fitneyi kazanmaya çalışması ve bizzat kendisinin fitnelere sebep olmamasıdır. 3409
İslâm’ın dışındaki tüm dünya görüşleri, ideolojiler, izmler ve düzenler fitnedir; hem de fitne doğuran ana fitnelerdir. Irkçılık, bölgecilik, mezhepçilik (mezhep bağnazlığı), cemaat taassubu, particilik, futbol fanatikliği, müzik düşkünlüğü, para hırsı, makam sevdâsı, şehvet tutsaklığı, moda hastalığı, televizyon esirliği, ideoloji çığırtkanlığı, tedbir adı altında zâlim ve tâğutlardan gereksiz korku, ümmeti saran çağdaş fitnelerdendir. Biraz sert ifâdeyle, bugünkü kullanımıyla ilgili olarak ve çoğu kanalların misyonundan dolayı “fitnevizyon” denilebilen tv.nin, okunmak için değil de daha çok bakılmak için alınan boyalı basının, yani medyanın “haber” adı altındaki, müslümanları uyuşturma, karalama ve yönlendirmelerinin, fitnenin en olumsuz anlamlarıyla paralellik arzettiğini unutmamak gerekiyor. Bırakın İslâm düşmanı kâfir düzencilerin verdiği haberi, müslüman da olsa, açıktan günah işleyen fâsıkların aktardığı haberlere bile araştırmadan inanmamayı emreden Kur’an,3410 bizi fitne kaynaklarına karşı uyarmaktadır.
Bâtıl ideolojilerin egemenliği ve emri altındaki resmî din kurumlarını da unutmamak gerekiyor. Laikliğin, hatta din düşmanlığının resmî devlet politikası olarak uygulandığı yerlerde din kurumlarının özerk olması elbette fitnecilerin işine gelmez. Dinin devlet olmadığı yerde ister istemez devlet dini ortaya çıkacaktır. Bu ülkelerde sistemli bir şekilde câmiler kiliseye, imamlar papazlara; müslümanlar da laik kâfirlere benzetilmeye çalışılmaktadır. Din adına gerçek dine hücumlar yapılmaktadır. Din çarpıtılmakta, düzene ve kanunlara uygun hale getirilmek için kuşa benzetilmektedir. Bir sürü ilkel ve modern hurâfe din adına insanlara takdim edilirken; tevhid ve her çeşit fitneye karşı savaşın çeşitli adları olan cihad unutturulmakta ve dışlanmaktadır. Firavunun emrinde ve hizmetindeki Bel’am’ın rolünü üstlenen ve hatta kraldan fazla kralcı olan kişiliksizler, her devirde ortaya çıkar. Bunların elinde din, halkı uyuşturan afyon, âyinsel tören ve düzenin emniyet sibobu, koltuk değneğidir.
3409] 9Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 216-218
3410] 49/Hucurât, 6
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 727 -
Birey olarak bir müslüman için en büyük fitneler; “servet”, “şehvet” ve “şöhret”; toplum olarak da; “devlet”, “cemiyet” ve “âdet”tir. Bütün bu fitne odaklarına karşı mü’minler, fitne/sınav bilincine sahip olarak, her davranışlarının ibâdet ve cihad olacağı şekilde fedâkârlığı kuşanmak zorundadır. Sayılamayacak kadar çok başı olan ve ağzından ateş saçan ejderha gibi çetin fitnelerle kuşatılan günümüz müslümanı, gününü gün etmekle, kâfirler gibi sadece geçim derdiyle uğraşmak veya müzik ve futbol gibi uyuşturucularla vakit geçirmekle, ya da namazını kılıp başka şeye karışmamakla; kendini ve evlâdını, çevresini ve dünyayı fitneden nasıl kurtaracak, görevini nasıl yerine getirmiş olacaktır? Dünyayı cehenneme çeviren ve âhireti de mahveden fitneler çok ve büyük, doğru; ama unutmamak lâzım, cennet de ucuz değil! Her şuurlu müslüman, öncelikle kendisi, fitne unsuru olmamalı, fitnecilerle işbirliği yapmamalı, onların emrinde ve yardımında bulunmamalıdır. Sonra, hiçbir fitne kalmayıncaya kadar savaşla, mücâdeleyle görevli olduğunu unutmamalıdır. Tüm yeryüzündeki bütün fitneleri kaldırma görevi kendilerine verilmiş müslümanlar, devlet çatısını zâlimlerden temizlemeden bu görevi üstlenmeyi rüyalarında bile gerçekleştiremezler. Ümmet, devlet gücüne ulaşmadan, yeryüzünün her tarafındaki zulüm, baskı, katliâmlar, savaşlar, ahlâk ve imanlara saldırılar son bulmayacaktır. Çevremizden başlayarak her çeşit fitneyi yok etme hedefini canlı tutmak ve böylece dünya huzuruna ve âhiret saâdetine kavuşabilmek için, İslâm’ı gönlümüzden başlayarak ulaşabildiğimiz her yere hâkim kılma mücâdelesi şarttır.
Fitne konusunda söylenmesi gereken bir durum da, bunu itham olarak kullanmaktır. “Fitne çıkarıyor”, “fitneci” gibi suçlayıcı ifâdeler kullanırken, muhâtabın inancına ve yaşayışına çok dikkat edilmeli, bu ifâdeleri cihad eden samimi müslümanlara karşı -hatta onlar, beğenmediğimiz ve farklı metodlar benimsemiş olsalar bile- kullanmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Hakkı haykırmak, tâğutlara ve tâğûtî düzenlere karşı çıkmak için gayret gösteren mü’minleri fitne çıkarmakla suçlayanlar; gerçek fitnecilerin ta kendileridir. Tüm fitnelerin kaynağı olan İslâm dışı sistemler içinde rahat ve refah içinde, ümmetin derdiyle dertlenmeden ve köklü değişim ve dönüşüm için uğraş vermeden gününü gün edenlerin bu tavırları, fitneye uğradıklarının göstergesidir. Fitne kazanını kaynatanlar, müşrikler, yahûdiler, münâfıklar ve bu sınıflardan birine destek verip onlara âlet olanlardır. İnsanı Allah yolundan alıkoyan ideoloji, düzen, yönetim, mal, evlât, âile, çevre, medya ve tâğutî kurumlar hep fitne unsurlarıdır. Tüm dünyadan fitneyi kaldırma, fitnenin kökünü kurutma hayali, planı, gayreti, cihadı ve savaşı içinde olanlara selâm olsun!
“Ey mü’minler! Öyle bir fitneden sakının ki, o, sizden yalnızca zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki gerçekten Allah, (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” 3411
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helâk eder misin (Allah’ım)? Bu senin fitnen/sınavından başka bir şey değildir. Bu imtihan aracılığıyla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmiz/dostumuzsun, bizi bağışla ve bize merhamet et, Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” 3412
3411] 8/Enfâl, 25
3412] 7/A’râf, 155
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Malın Fitneye Dönüşmesi; Dünyevîleşme
“Sahip olma” duygusunun tutkuya dönüşmesine “hırs” denir. İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan bu duygu terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada “İslâm” insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Din’in gâyesi, insanın “insanlığı”nı muhâfazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kaimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Söz konusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbalidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbale taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünya” olarak adlandırılır. Din’in amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbali arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden imar eder. Peygamberler ise, insana ebedî istikbalini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevîleşme hastalığı, İsrâiloğullarını yahûdileştiren unsurlardan biriydi. Kur’an’ın haber verdiğine göre, onların dünyevîleşme sevdası, onları sadece “yoksulluğa” mahkûm etmedi; “alçaklığa” da mahkûm etti. İsrâiloğullarının, taklit ettikleri putperest kavmin totemi olan ineği altın ve gümüşten yapmaları, aslında onların altına ve gümüşe tapmaları anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu heykel, çağının şartlarında bir teknoloji hârikasıydı. Sâmirî, onu Mısırlılardan alınan mücevherlerle yapmıştı.
İsrâiloğullarının bu tavrı, günümüz insanının tavrına ne kadar da benziyor. Yukarıda adı geçen iki unsur, bugün de kendisine tapınılan çağdaş totemlerin başında geliyor: 1- Para, 2- Teknoloji. İnsanların para ve teknoloji karşısındaki tavırlarını iyi gözlemleyen biri, bu tavrın içerisinde yer alan “tapınma” unsurlarını keşfetmekte gecikmeyecektir.
Dünyevîleşen İsrâiloğulları, bu zaaflarında öylesine ileri gittiler ki, Allah’a bile hile yapmaya kalktılar. Kendilerinin istedikleri ibâdet için tahsis edilen Cumartesi yasağını çiğnediler. Hesapta uyanıklık yaparak Cuma akşamından ağlarını denize atıyorlar, Cumartesi akşamı toplayarak güya yasağa uymuş oluyorlardı. Tabii Allah da onların hilelerini boşa çıkarmıştı. Onların bu tavrı, tarihte ve günümüzde “kitabına uydurularak” yapılanları hatırlatıyor. Onlara da yanlış olarak “hile-i şer’iyye” denilen “hile-i şerriyye”yi âlimleri öğretmiş, şeriatın emirlerine bir kılıf uydurmak isteyenlere sözde bir çıkış yolu göstermişlerdi. Bu suçun cezası, maymunlaşmaydı.
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 729 -
“Aşağılık maymunlar olun! 3413 emriyle gerçekleşen ilâhî cezada çok ilginç bir nükte de vardı. Bu nükteyi iyi anlayabilmemiz için Afrika’lı maymun avcılarının Avrupalılara satmak için maymunları canlı avlama yöntemlerini bilmemiz gerekiyor: Afrikalı avcılar, maymunlar ormanına dalarak onların görebileceği bir yere bir testi gömüyorlar. Bu testiye bir miktar fındık koyarak, başlıyorlar çıkarıp yemeğe. Daha sonra, orayı terkedip gizleniyorlar. Onları fındık yerken gören maymunlar aynen taklit ederek çömlekteki fındıkları yemeye geliyorlar. Lâkin çömleğin ağzı öyle hesaplı yapılmıştır ki, maymun elini boş olarak sokabilmekte, lâkin dolu olarak çıkaramamaktadır. Avcılar, maymunlar tam elini çömleğe daldırıp fındığı avuçladıklarında ortaya çıkıp maymunlara doğru koşmakta, fakat maymunlar avuçlarındaki fındıktan vazgeçemedikleri için kaçamamakta ve dolayısıyla fındık hatırına yakalanmaktadırlar.
İşte, tarih boyunca hayatını dünyevîleştiren kişi ve toplumlar, avuçlarındaki dünyayı elde etmek için âhiretlerini fedâ etmekten çekinmemektedirler. Fındık uğruna özgürlük, geçici zevkler uğruna âhiret. İkincisi birincisinden daha vahim bir aptallık.
“Bir ticaret ya da eğlence gördüklerinde dağılıp ona koşuştular ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”3414 Bu âyetin inişine sebep olan olay şudur:
Medine’de açlık ve pahalılığın hüküm sürdüğü kuraklık yıllarından biridir. Dıhye bin Halife el-Kelbî, müslüman olmadan önce Şam’dan yola çıkardığı bir ticaret kervanıyla Medine’ye girdi. Medine’liler âdetleri olduğu üzere kervanı tefler ve zillerle karşıladılar. Nebî tam o esnada Mescidde Cuma hutbesi veriyordu. 12 erkek ve bir miktar kadın dışında tüm cemaat Peygamber’in hutbesini terkedip kervana koştu. Hz. Nebî, bu duruma çok hiddetlendi ve buyurdu ki: “Eğer mescidde kimse kalmasaydı, şu vâdiyi ateş seli kaplardı.” Diğer bir rivâyette: “müslümanların üzerine taş yağardı.” 3415
Kur’an, müslümanların bu tavrıyla İsrâiloğullarının tavırları arasındaki benzerliğe Cuma sûresinde işaret buyurmaktadır. Sûrenin yahûdilerden söz eden birinci bölümüyle Cuma’dan ve Cuma hutbesinde Rasûlullah’ı ayakta bırakıp kervana koşanlardan bahseden ikinci bölümü arasında ilişki kurulmaktadır. Konuyla ilgili tüm kaynaklar sûrenin ilk 8 âyetiyle son 3 âyetinin farklı zamanlarda nâzil olduğu konusunda müttefiktir. Buna rağmen şu aşağıdaki âyetle, sahâbenin Rasûlullah’ı “dünyalık” için mescidde yalnız bırakmaları arasında bağ kurulmaktadır: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların durumu ne fenadır. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete ulaştırmaz.” ?
Dünyevîleşmiş kimsenin prototipi Karun’dur. Kur’an, benî İsrâil içinde yaşayan bu kimseyi, her devirde görülebilecek karakter olması açısından dikkatlerimize sunar: “Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helâk ettik. Yemin olsun, Mûsâ onlara apaçık delillerle geldi. Öne geçemedikleri halde yeryüzünde büyüklük tasladılar.”3416; “Karun Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı taşkınlık/şımarıklık etti. Biz ona öyle hazineler
3413] 2/Bakara, 65
3414] 62/Cum’a, 11
3415] Buhârî, Tefsir 61; Müslim, Cum’a 11; Tirmizî, Tefsir 62
3416] 29/Ankebût, 39
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermiştik ki, onun anahtarlarını taşımak, güçlü-kuvvetli bir topluluğa dahi zor geliyordu. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma, Allah şımarıkları sevmez.’ Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana lütufkâr olduğu gibi sen de lütufkâr ol, yeryüzünde fesâd isteme, çünkü Allah fesâdçıları sevmez. O dedi ki: ‘Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi.’ Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nesiller içinden ondan daha güçlü, sayıca da daha çok olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne olduğu günahkârlardan sorulmaz. Karun, süsü-püsü içinde toplumun önüne çıktı. Dünya hayatını isteyenler dediler ki: ‘Keşke Karun’a verilenin bir benzeri de bize verilseydi. O, cidden çok şanslı biri.’ İlim verilenler ise şöyle dediler: ‘Yuh size, iman eden ve sâlih amel işleyen kimseye Allah’ın vereceği karşılık daha hayırlıdır. Fakat buna yalnızca sabredenler kavuşturulur. Nihâyet, Karun’u da sarayını da yere geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek yandaşları da yoktu. Kendi kendisine yardım edebileceklerden de değildi. Akşam onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başladılar: ‘Vay be! Demek, Allah kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı. Demek ki kâfirler asla iflâh olmazlar.” 3417
Kur’an’dan yola çıkarak Karun hakkında şu tesbitleri yapabiliriz:
1- Karun, Hz. Mûsâ’nın toplumuna mensup, hazinelere sahip olacak kadar zengin biridir. 3418
2- O, Hz. Mûsâ’nın yakını olmasına rağmen, ona karşı Firavun ve Hâmân’la birliktedir. 3419
3- Servetiyle böbürlenip şımarmış, elindeki ekonomik imkânı vahye karşı kullanmıştır. 3420
4- “Bu servet bana bilgim sayesinde verilmiştir” diyerek, mülkün asıl sahibini unutmuştur. 3421
5- Sonunda servetiyle birlikte yere geçmiş, helâk olmuştur. 3422
Âyetlerden çıkardığımız bu sonuçlara göre Karun, İsrâiloğulları içerisinden çıkmış olmasına rağmen, müslümanlara karşı Firavunla işbirliği yapacak kadar alçalabilen bir işbirlikçidir. Kendi ulusundan çıkan peygambere karşı mazlum ulusunun düşmanı olan zâlim Firavun’la, servet yapma hatırına işbirliğine giriyordu. Ona yaltakçılık yapıyordu. Zaten, mantıken böyle yapmasa ne o serveti edinebilir, ne de elinde tutabilirdi. Karun, “Allah’ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu ara” uyarısı kendisine yapılınca, “Bu servet bana, bendeki bir bilgi sayesinde verildi’ biçiminde cevap verecektir. Bu, günümüz kapitalizminin yetiştirdiği rantçı insan tipi olan “homo ekonomikus” mantığıdır.
Âyette, bu tiplerin, bilinçsiz yığınların imrendiği tipler olduğu ifâde edilmekle, dünyalığın ehl-i dünya yığınları nasıl cezbettiği vurgulanmaktadır. Ancak, Karun’un kötü âkıbetine şâhit olan aynı yığınların, ne kadar günübirlik düşündüğü de, cezalandırmanın ardından söyledikleriyle ortaya çıkıyor.
3417] 28/Kasas, 76-82
3418] 28/Kasas, 76
3419] 23/Mü’minûn, 24; 29/Ankebût, 39
3420] 29/Ankebût, 39
3421] 28/Kasas, 78
3422] 28/Kasas, 81
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 731 -
Bugünkü dünyevîleşme mantığıyla, eski çağlardaki ilkel dünyevîleşme mantığı arasında şaşılacak kadar benzerlik vardır. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın tabiatı, zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. Dünyevîleşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para, kitabı çek koçanı, mâbedi bankadır. Dünyevîleşmiş tip, dindarsa dinini, ideolojisi varsa ideolojisini, dâvâsı varsa dâvâsını her fırsatta paraya tahvil etmenin yollarını arar.
Karunlaşmış bu tip, müslüman olduğu zaman, “Allah rızâsı, hizmet, tebliğ, dâvet, ihlâs, cihad, bereket, tekbir, cihad” gibi dinin kavramlarını kullanarak sömürür. Marksist olduğu zaman “halk, köylü, işçi, emekçi” gibi marksizmin kavramlarını kullanarak sömürür. Kemalist olduğu zaman “çağdaşlık, uygarlık, laiklik, milliyetçilik” gibi kemalizmin tekeline aldığı kavramları kullanarak sömürür. Fakat hepsinin de mantığı tektir. Hepsi de tüketimi körükler. Hepsi de rantçıdır. Hepsi de menfaatlerini dinlerinden, imanlarından, ideolojilerinden önde tutarlar. Hepsi de çıkarları gerektirdiği zaman her şey olurlar. Hepsi de iktidar ve güç odaklarının etrafında pervanedirler. Hepsi de “istikrar”ı çok severler. 3423
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gâye edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez. Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden yararlanmayı gerektirir. Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Hâlbuki, âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden ibârettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak (ibâdet) içindir.
Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fâni ve sıkıntılarla dolu bir diyardan; ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. “Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir” cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:
Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında “cennetin kokusunu Uhud’un arkasından duyar gibi oluyorum” diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe
3423] M. İslâmoğlu, Yahûdileşme Temâyülü, s. 297 vd.
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.
İmam Gazali diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.” Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi? “Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik.” 3424 “Ey iman edenler, size ne oldu ki: ‘Allah yolunda topluca savaşa çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı râzı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır.” 3425
Gerçek özgürlük, Allah’a koşmakta ve Allah’a yakın olmaktadır. İnsan, Allah’a ne kadar yakın olur, O’na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah’tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama hergün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunulduğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar. Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.
Peygamberimiz’in tavsiyesi şöyle idi: “Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa.” 3426 Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere fazla sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah’ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah’a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah’ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah’a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur’an’da çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyâmet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî sûrelerin aşağı yukarı tamamında, diğer sûrelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz. “Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlât çoğaltma yarışıdır.” 3427
Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta “gidici” olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saate kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar. “Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”3428 Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan “iyisi olsun, pahalı olsun” diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah’ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor. “Hayır, siz acele geçiveren
3424] 44/Duhân, 25-28
3425] 9/Tevbe, 38
3426] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25
3427] 57/Hadîd, 20
3428] 87/A’lâ, 16-17
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 733 -
şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!” 3429 Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz. “Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele.”3430; “Yoksa içinizden Allah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” 3431
Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına mâruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir: “İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: ‘Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz’ denir.” 3432
Kur’an’a baktığımız zaman âdeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak. “Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar.” 3433 Kur’an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi oluşturmaya çalışır. Bu endişe belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şâhit oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya mâl olacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.
Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa bir süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?
Ama düşünün ki “bir varlık” var ve “bir gün” var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adâletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok
3429] 75/Kıyâme(t), 20-21
3430] 2/Bakara, 155
3431] 3/Âl-i İmran, 142
3432] 46/Ahkaf, 20
3433] 74/Müddessir, 53
- 734 -
KUR’AN KAVRAMLARI
merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O’nun rızasını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları “Allah’ın rızâsını kazanma” amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.
Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.
Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyameti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah’ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedâkârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah’ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım.
Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyâmetin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyâmetin koptu. İşte bu kıyâmete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. 3434
Mal Yığmak; Ne Kadar, Kim ve Ne İçin?
Nice insan, helâl-haram demeden mîrâsa düşkünlük yapar, yoksullara yardım etmez, malı çok sever: “Hayır, doğrusu siz yetime ikrâm etmiyorsunuz; yoksula yedirmeye ön ayak olmuyorsunuz; mîrâsı hırsla tutuyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz.” 3435; Âdiyât sûresinde de insanın mala düşkünlüğü, kınama üslûbuyla dile getirilmiştir: “Doğrusu o, malı çok sever.”3436; “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.”3437 Cimrilik, inkârcı kâfirin vasıfları arasında sayılmaktadır: “İnsanları diliyle çekiştiren, kaş ve göz işaretleriyle alay eden her fesâd kişinin vay haline. O ki mal yığdı, onu saydı, durdu. Malının kendisini ebedî yaşatacağını
3434] Geniş bilgi için bk. H. Özhazar, Âhiret Bilinci; H. Eker, Âhiret Bilinci; A. Kalkan, “Âhiret” ve “Din Günü” kavramları
3435] 89/Fecr, 17-20
3436] 100/Âdiyât, 8
3437] 107/Mâûn, 1-3; Hâkka, 34
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 735 -
sanır. Hayır, o Hutame’ye atılacaktır.” 3438
“(Mal) toplayıp kasada yığanı!” 3439 âyetinde de insanın mal hırsı, mal toplayıp yığma tutkusu, kınama üslûbuyla anlatılmaktadır. Mala düşkünlük, insanın doğasında vardır. “Mal canın yongasıdır” atasözü, bu âyetlerin tefsiri gibidir. İman ile olgunlaşmayan insanlar, dünya malına düşkün olurlar. Çünkü onlar için ne varsa, hep bu dünyadadır, ötesi yoktur. Onun için malı severler, helâl-haram demeden mîrâsa konarlar, başkalarının mîrâs hakkını dahi yemek isterler.
İnsanın hep kendisini düşünmesi, mala düşkün olması çok çirkin bir şeydir. Elinde imkân varken fakiri düşünmeyen, yetime ikram etmeyen insanın Allah’tan ikram beklemeye hakkı yoktur. Allah verdiği nimetlerle kulunu imtihan eder. Onun, Allah’ın verdiği nimetlerden, başkasına da yardım edip etmediğine bakar. İşte insan düşünmelidir ki, yoksul iken kendisi nasıl sızlanır, Allah kendisine az nimet verince nasıl gücenir, üzülürse; zenginlik zamanında ihtiyacı olanlara yardım etmeyince o âcizler, yetimler, yoksullar da kendisine gücenirler. Malının içinde onların gözleri kalır. O halde insan, Allah’ın âciz, yoksul kullarına ikram etmeli, onları kollamalıdır ki Allah da kendisine ikram edip onu kollasın. Çünkü Allah kullarının hareketlerini gözetlemektedir. Servet, nimet ve mevki bulunca başkalarını hiç düşünmeyen, hatta onları ezen, köle gibi kullanmak isteyen insanlar, bu yüzden helâk edilmiş olan zâlim kavimler gibi davranmış olurlar. Allah’ın, o zâlimlerin üstüne şaklayan kırbacı, bir gün bunların üstüne de şaklar.
Mala değil; insana değer verilmelidir: “Sabah akşam Rablerinin rızâsını isteyerek, O’na yalvaranları kovma. Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yok ki, onları kovup da zâlimlerden olasın!” 3440. “Nefsini sabah akşam, rızâsını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut (onlarla beraber bulunmaya candan sabret). Gözlerin, dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini Bizi zikirden/anmaktan alıkoyduğumuz keyfine uyan ve işi, hep aşırılık olan kişiye itaat etme.”3441 Bu âyetlerde, yoksul insanlarla aynı mecliste oturmaya tenezzül etmeyen ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) yanına gelip kendisiyle konuşmaları için fakir insanları yanından çıkarmasını öneren kibirli insanların davranışı kınanmakta, Allah Rasûlüne, Allah’ın rızâsını isteyen fakir insanları yanından kovmaması, herkesin kendi yaptığından sorumlu olduğu bildirilmekte; Allah’tan gâfil, aşırı insanların keyfine uymaması emredilmektedir. Mekke döneminde inzâl olmuş olan bu âyetler, gururlu, zengin kâfirlerin düşünce ve davranışını anlatmaktadır.
Münâfıkların mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenilmemelidir. Allah’ın o mal ve çocuklarla o kimselere mümkün ki, dünyada azâb edecektir. Yani çokça parası ve çocukları olanlar, mümkün ki bunlarla cehennem gibi azâb olmaktadırlar: “Onların malları da, evlâtları da seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azâb etmeyi ve kâfir olarak canlarının çıkmasını istiyor.” 3442
Mal, aslında kötü bir şey değildir. Hz. Peygamber’in “İyi adama iyi mal, ne
3438] 104/Hümeze, 1-4
3439] 70/Meâric, 18
3440] 6/En’âm, 52
3441] Kehf, 28
3442] 9/Tevbe, 55
- 736 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güzeldir!”3443 dediği rivâyet edilir. Fakat mal, çoğunlukla insanı gurura, kendini beğenmeye götürür. İşte malıyla gurura kapılan kimseler, çoğunlukla Allah ile ilgisini kesmiş gururlu, fakirleri kendilerinin kölesi sanan insanlardır. Mekke’de Allah Rasûlü’ne ilk iman edenler zayıf, ezilmiş tabaka, karşı gelenler ise zayıfları ezen şımarık, zengin tabaka idi. Medine’de de ona halk tabakası inanmış, ama genellikle mutlu azınlık grubu inanmamış, münâfıklık yapmıştır. Çünkü dinin prensiplerini, liderliklerini sürdürmelerine engel görmüşlerdir.
Her insanın böyle olduğu iddia edilemez. Kuralların istisnâları olur. Şimdi, dini sömürü âleti gören komünizm, dinlerin çıkışı sırasında peygamberlere ilk defa kimlerin inandığını görmek istemiyor. Bütün peygamberlere önce fakir halk tabakaları inanmış, şımarık zenginler onlara karşı çıkmışlardır: “Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden zayıf görülen mü’minlere: ‘Siz, dediler, Sâlih’in, gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (Onlar da:) ‘(Evet,) Doğrusu biz onunla gönderilene iman edenlerız!’ dediler.”3444 âyeti bu tarihî gerçeği dile getirmektedir. Demek ki din, sosyal açıdan zenginlerin sömürü âleti değil; tersine fakir halkın sömürü tabakasına karşı kurtarıcısı ve savunmacısıdır.
İslâm, servetin belli ellerde yığılmasını istememiş, halka yayılmasını emretmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında halk tabakaları arasında sosyal denge sağlanmış, aradaki büyük farklar erimişti. Ama insan karakteri kolay değişmez. Zaman geçince insanların servet tutkusu yine üste çıkmış, yine mülkler, büyük sayıda köle ve câriye sahibi zenginler, ağalar ve ezilen geniş halk kütleleri görülmeye başlamıştır. Ne Emevî idaresini, ne Abbâsi idaresini, ne de Osmanlı idaresini, tam İslâm’ın ruhuna uygun örnek idareler olarak görmek mümkün değildir. İslâm, dengeli bir servet dağılımı istemektedir. Bu idarelerde denge mi vardı? Üç-beş zenginin köyünde ırgat olarak çalışan halk kütleleri, ya da onların zekât ve fıtrasına bakan insanlar. Ne yazık ki bunlar, bu despotluklarını sürdürebilmek için İslâm’ı da kendi servetlerine kalkan yapmasını bilmişlerdir. Muâviye’nin, denge isteyen Ebû Zerr’i Şam’dan nasıl kovduğunu biliyoruz. İhtiraslı kişilerin iş başına gelişi, İslâm’ın rûhuna uygun idarenin kurulmasına engel olmuştur. Nasıl Arap müşrik ve münâfıkları, geleneklerini inanmalarına engel, daha doğrusu yönettikleri sömürü düzenine kalkan yapmış idiyseler.
Mal, karakteri zayıf insanları çabuk bozar. Siyaset de öyledir. Ama sağlam karakter sahibi kişileri mal bozamaz. Bunların elinde mal, hayra vesîle olur. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman ibn Avf gibi kişileri servet bozmamış; onlar, servetlerini, dâvâlarının yayılmasına vâsıta kılmışlar, Hz. Ebû Bekir, fakirlik sınırına varıncaya dek malını Allah yolunda harcamıştır. İşte bu rûhu yaşatmaya çalışan nice şuurlu müslüman da, fakir düşünceye kadar mallarını Allah yolunda infak etmeyi prensip edinmişlerdir.
Tamahkâr insanın elindeki mal ve evlât, kendisine azâptır. Çünkü öyleleri hep malın korunmasını düşünürler. Düşündükçe tamahları artar, düşmanları da çoğalır. Vicdânen rahatsız olurlar. Çünkü Allah’ın, kişiye malı ile azâb etmesi, malının kendisini huzursuz edip dertlere sokmasıdır. Evlâdıyla azâb etmesi de, evlâdının kendisine karşı gelmesiyle, çeşitli dertlere ve musîbetlere düşmesiyledir. İnsan çeşitli şekillerde evlâdından çeker.
3443] Ahmed bin Hanbel, 4/197
3444] 7/A’râf, 75
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 737 -
Şimdi insan şöyle düşünmeli: Acaba sadece karnını doyurabilen orta halli bir insan mı mutludur, yoksa yüz yerde apartmanları, bahçeleri, arsaları, otomobilleri olan zengin mi? Sanıyorum orta halli, kanaatkâr insan daha mutludur. Çünkü onun taşıyacağı yükü yoktur. Ötekinin her apartmanı, her arabası, kendisine ayrı ayrı derttir, yüktür. Otomobilinin bozulması, kazâ yapması, çalınması; bahçesinin sulanmaması, ürün vermemesi; apatmanının kiracısız kalması veya kiracının kirayı ödememesi, ayrı ayrı dertlerdir. Malı, mal olarak düşünenler için bu böyledir. Ama malı Allah’ın rızâsını kazanmak için bir vâsıta, Allah’ın emâneti bilenler için mal dert olmaz. Onlar ellerinde oldukça malı Allah uğrunda harcarlar. Ellerinden çıkarsa “veren de Allah, alan da Allah” der, üzülmezler. İşte böyle “İyi insanlar için helâl mal, ne güzeldir!” Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuştur: “Malın içinde gerçekten senin malın olan şey, sadece yiyip tükettiğin; giyip eskittiğin; ya da sadaka verip ileriye gönderdiğindir.” 3445
İslâm, mal yığmayı -ki buna “kenz” denir- hoş görmez. “Ve sana Allah yolunda ne infak edip harcayacaklarını soruyorlar. De ki: ‘Af (yani ihtiyaçlarınızdan fazlasını veya helâl ve güzel olan şeyleri verin).’ Allah size âyetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz.” 3446 Nefsinin, çoluk çocuğunun ihtiyacından fazlasını fakirlere vermeyi, Hak rızâsına harcamayı öğütler. Ancak bütün varını yoğunu harcayıp başkasına el açacak duruma düşmek de doğru değildir. Nitekim: “(Allah) Sizden (bütün) mallarınızı istemez. Eğer onları isteseydi de sizi sıkıştırsaydı, cimrilik ederdiniz ve (bu), kinlerinizi ortaya çıkarırdı (Allah’ın elçisine kin beslemeye başlardınız.)” 3447 âyetlerinde de Allah’ın, mü’minlerden bütün mallarını vermelerini emrederek onları sıkıştırmak istemediği, çünkü böyle emrettiği takdirde nefislerin cimrilik zaafı ortaya çıkacağı belirtilmektedir. Mal, canın yongasıdır. İnsanın her şeyini harcaması kolay değildir. Ayrıca, bu durum, kişinin sıkıntıya düşmesine sebep olur. Bundan dolayı her şeyde dengeli, ölçülü davranmayı emreden İslâm, bu konuda da kolay olanı emretmekte, ihtiyaçtan fazlasını Allah için harcamayı öğütlemektedir. Peygamber (s.a.s.) de: “Yanında bir mal bulunan kimse, önce kendi nefsine harcasın, bakımı kendisine âit bulunan kimselere ve böyle böyle (derece derece akrabâya, sonra başkalarına) harcasın!” 3448
İslâm, her konuda ifrâtı ve tefrîti, yani aşırılığı ve gevşekliği hoş görmediği gibi, infak husûsunda da orta yolu izlemeyi öğütler: “Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur.” 3449 İnfak iyidir, ama israf haramdır. Allah, Kur’an’da saçıp savurmayı yasakladığı gibi, avucu sıkı sıkıya kapayıp para yığmayı da yasaklamıştır. Kur’an, ihtiyaçtan fazla olan her şeyin verilmesini emretmiyor, tavsiye ediyor. Mü’minleri böyle gönül zenginliğine, cömertliğe, başkalarını düşünmeye teşvik ediyor. Herkes ihtiyacından fazlasını zorla değil; fakat gönül hoşluğuyla verirse ülkede fakir kalmaz, bunalımlar durulur. Gönüllerden gönüllere sevgiden köprüler kurulur.
“...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele! O gün, cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılır; bunlarla, onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır. ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız. Yığdıklarınızı tadın!’
3445] Müslim, Zühd 3; Tirmizî, Zühd 31, Tefsir, sûre 102; Nesâî vesâyâ 1; Ahmed bin Hanbel, 4/24, 26; S. Ateş, a.g.e., c. 13, s. 34-38
3446] 2/Bakara, 219
3447] 47/Muhammed, 36-37
3448] Ebû Dâvud, Itk 9; Nesâî, Büyû’ 84; Ahmed bin Hanbel, 3/305
3449] 25/Furkan, 67
- 738 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(denilir.)”3450 Altın ve gümüş, toplanıp yığılmak için değil; toplumda dağılıp iş görmek içindir. Para dolaşırsa iş yapar, çok kimsenin karnı doyar. Belli ellerde birikirse birkaç kişi doyar, büyük kesim aç kalır. Bu, Allah’ın istediği adâlete aykırıdır. İnsan ihtiyacını karşılamalı, ama fazlasını muhtaçlara vermelidir.
Mal ve paranın belli ellerde birikimini önlemek için Kur’an zekâtı, sadakayı ve humusu emretmiştir. Toprak mülkiyeti, büyük ölçüde devlete bırakılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) insanlara ihtiyacından fazla nesi varsa olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır.3451 Zekâtı verilmeyen malın, Kıyâmet gününde yılan olup sahibinin boynuna dolanacağına, ateş olup canına yapıştırılacağına dair hadisler mevcuttur. 3452
Son zikredilen âyetler 3453 inzal edildiğıi zaman Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) üç defa: “Yuh olsun altına, yuh olsun gümüşe!” buyurdu. “Yâ Rasûlallah, öyle ise hangi mala sahip olabiliriz?” dediklerinde, şöyle buyurmuştu: “Zikreden dile, huşû eden kalbe, dininize yardım edecek sâliha zevceye.” 3454
“Kim sarı (yani altın), beyaz (yani gümüş) bırakırsa onunla dağlanır.” Bir adam öldü, gömleğinde bir dinar (altın para, sarı lira) bulundu. Peygaber (s.a.s.) ona: “Bir dağlamadır” dedi. Bir başka adam öldü, gömleğinde iki dînar bulundu. Peygamber (s.a.s.) ona: “İki dağlamadır.” 3455
İslâm âlimlerinin genel kanaatine göre zekâtı, sadakası verilen malı biriktirmekte bir sakınca yoktur. Yalnız, kişinin sadece kendisini ve zürriyetini düşünmesi doğru değildir. Malını topluma hayırlı işlerde kullanması, yastık altında ve hele bankalarda fâiz için saklama yerine, iş sahası açıp insanlara iş imkânları sağlaması, böylece toplum yararına üretim yapması uygun olur. Yoksa, insanın ihtirası tükenmez. Kişi milyarını trilyon, trilyonunu katrilyon yapmak ister. Bu da sosyal dengeyi bozar. Sonunda toplumda sosyal patlamalara yol açar. Toplumlara dünyevî cennet vaad eden komünizm ahtapotu neredeyse bir asır insanların en basit özgürlüğünü de elinden aldı. Allah korkusundan uzak kapitalizm de insanların gönlünden merhamet ve diğergâmlık duygularını sökmektedir. Tek çare, helâl kazanıp ihtiyacından fazla olanın bir kısmını, Allah için, gönül hoşnutluğuyla başkalarına verme prensibi getirmiş olan İslâm’ın rûhuna sarılmak ve onu uygulamaktır. Böylece insan çalışır, kazanır, kendisi yer, başkalarına da yedirir. Mutluluğunu başkalarıyla paylaşır. Kendi canı kadar başkalarını da düşünür. 3456
Allah’ın bizim için seçtiği İslâm’ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de servetin % 80’ine % 20’lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80’lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu olayı şair şöyle dile getirir:
3450] 9/Tevbe, 34-35
3451] Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât
3452] Bz. Buhârî, Zekât 3, Tefsir, sûre 3; Nesâî, Zekât
3453] 9/Tevbe sûresinin 34-35. âyetleri
3454] Ahmed bin Hanbel, 5/366
3455] Ahmed bin Hanbel, 1/101, 137, 138, 412, 421, 457; 2/356, 429, 493
3456] S. Ateş, a.g.e. c. 11, s. 380-386
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 739 -
“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”
“Allah’ın, o kent halkından, Elçisine verdiği ganîmetler, Allah’a, Rasûlüne, akrabâ olanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya âittir. Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet olmasın.” 3457 Bu âyette geçen “dûlet” kelimesi, dal’ın ötüresiyle dûlet, üstünüyle devlet okunur, ikisi de aynı anlama gelir. Bazılarına göre ikisi arasında fark vardır: Devlet; mal elde etmek, dûlet ise; savaş kazanmak anlamına gelir. Kimine göre de devlet, elde dolaşan şeyin adıdır. Dûlet ise masdardır, mal ve diğer güzel şeyi elde etmek anlamındadır. Aynı kökten müdâvele; elden ele dolaştırmak demektir. 3458
“Tâ ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan dûlet (güç) olmasın.” Hükmüyle Kur’an, gelirin hep belli ellerde toplanmasını engelliyor, onu geniş halk tabakasına yayarak sosyal adâletin temelini atmış oluyor. Bu âyet, devlet başkanına, servetin yaygınlaşması, fakirlerin de refaha kavuşturulması için meşrû tedbirler alma yetkisini vermektedir. Devlet başkanı, gerektiğinde bazı gelirleri sırf fakirlere tahsis edebilir. Hz. Ömer’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Eğer şu işimden, yani halîfeliğimden geride bıraktığım yıllar önümde olsaydı, zenginlerin fazla mallarını alır, muhâcirlerin fakirlerine paylaştırırdım.”3459 Hz. Ömer’in bu sözü, devletin, gerektiğinde fakirlerin ihtiyaçlarını gidermek üzere vergi koyabileceğini de gösterir. Asıl imana dayalı sosyal adâleti İslâm dini getirmiştir. Ama müslümanlar, onun getirdiklerinde işlerine geleni uygulamışlar, işlerine gelmeyeni bırakmışlardır.
“Ey iman edenler, mallarınızı aranızda bâtıla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızânızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok merhametlidir.”3460 Bu âyette, karşılıklı rızâya dayalı ticaretin dışında, insanların, birbirlerinin mallarını bâtıl yollarla yemeleri ve birbirlerini öldürmeleri yasaklanmaktadır. Tefecilik, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hıyânethıyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu tür yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan ticaret, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticaretin yasallığı, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman taraflardan birinin râzı olmayacağı ticaret yasal değildir. “Aldatan kimse bizden değildir!” ? Güvenilir, doğru tâcirin Kıyâmet gününde şehidlerle beraber bunacağını3461 söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini,3462 Allah nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,3463 başkasının satışına engel olmamayı,3464
3457] 59/Haşr, 7
3458] 3/Âl-i İmrân, 140
3459] Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, 4/226; et-Tefsîru’l-Hadîs 8/215
3460] 4/Nisâ, 29
3461] İbn Mâce, Ticârât 1
3462] İbn Mâce, Mukaddime 7
3463] İbn Mâce, Ticârât 2
3464] Müslim, Büyû’ 4
- 740 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,3465 gereksiz yere ticaret aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş,3466 vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. 3467
“Dünya Hayatı, Dünya Malı Sizi Aldatmasın!”
“Sahip olma” duygusunun tutkuya dönüşmesine “hırs” denir. İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan bu duygu terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakarettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada “İslâm” insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Din’in gâyesi, insanın “insanlığı”nı muhâfazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kaimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Söz konusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbalidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbale taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünya” olarak adlandırılır. Din’in amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbali arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden imar eder. Peygamberler ise, insana ebedî istikbalini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevî belâların çoğu, uhrevî cezaların tümü, dünya-âhiret dengesini kuramamak, dünyayı âhiret için yaşayamamak ve dünya hayatını gâye edinmekten kaynaklanır. Ancak gerçek iman ve sâlih amel, insanı dünya hayatının aldatmasından koruyabilir. Âhireti tercih eden, dünyayı kaybetmez. Çünkü insana verilen hilâfet görevi, yeryüzünü imar edip nimetlerinden yararlanmayı gerektirir. Sadece dünya hayatını isteyenler, haram, zulüm ve sömürü düzenleriyle insanlığı doğru yoldan çıkarttıkları gibi, müslümanları da dünyaya uydurmak isterler. Hâlbuki, âhiretten kopuk bir dünya oyun ve eğlenceden ibârettir. Bir müslüman içinse dünya, İslâm’ı yaşamak, İslâm’ı hâkim kılma mücadelesi vermek (cihad), Allah yolunda hizmet ve meşrû şekilde çalışmak (ibâdet) içindir.
Halkın sık sık iş ve aş derdinden sızlandığı, piyasadan şikâyet ettiği, geçim zorluğundan bahsettiği ve küçük harflerle de olsa zaman zaman kapitalist düzeni suçladığı gözlenmektedir. Hedefi belirsiz ve bilinçsiz bu tepki, dâvâ adamlarının dışındaki kuru kalabalık ve ortalama halk için, sessiz kitle ve edilgenlik kimliğinden sıyrılma yönüyle bir gelişme kabul edilmelidir. Haksızlığa karşı dilsiz şeytan rolünden, en azından kendi dünyevî menfaatini ilgilendiren konularda
3465] Müslim, Büyû’ 4
3466] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15
3467] İbn Mâce, Ticârât 6, 16
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 741 -
bile olsa, mazlumluğu kabul etmeyen, kendi cebine uzanan elleri sorgulayan, az da olsa direnen bir çizgi, halkın kolay güdülen kuru kalabalık olmaktan çıkıyor olması yönüyle sevindiricidir.
Bu tepki, bilinçli dâvâ adamları, şuurlu müslümanlar açısından yeterli olmadığı gibi, çıkış noktası açısından doğruluğu da tartışılabilir. Onlar, kendisine değmediği müddetçe bin yıl yaşamasından rahatsız olunmayan yılanın kendi midesini ısırınca etrafı vâveylâya veren, zulmün sadece ekonomik problemler ve geçim sıkıntısı yönünü gören tek dünyalı, tek gözlü ve ben merkezci insanlar olamazlar. Onların tavrı ve tepkileri; sebep, metot, niyet ve eylem yönleriyle daha farklı, daha bütüncül ve daha diğergâm karakter arzetmelidir. Onlar, düşmanlığın sadece zâlimlere yönelik olması gerektiğini3468 bildiği gibi, zulmün de çok boyutlu ve en büyüğünün de şirk3469 olduğunu ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin “zâlimlerin ta kendileri”3470 hükmünün verildiğini ve fitneden eser kalmayıncaya ve din sadece Allah’ın oluncaya kadar mücâdele3471 etmekle mükellef olduklarını bilir ve ona göre davranır.
Mü’minler ve müslüman olduğunu iddia edenler açısından Sünnetullah (Allah’ın yeryüzündeki değişmez yasaları), diğer insanlarla ilgili sebep sonuç ilişkisinden farklıdır. Allah, mü’minlere merhametinden dolayı, onlar kendilerini kontrol edip tekrar Hakka yönelsinler diye zaman zaman onlara şefkat tokatları atar. Rab ve Rahman isimlerinin tecellîsi, sevgisinin tezâhürü olarak onları uyarmak ve bazı cezalarını âhirete bırakmamak için ve ibret alsınlar diye dünyevî belâlar ve sıkıntılar verir. “Başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz (günahlar) yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu da affeder.”3472; “Kim Benim zikrimden (Kur’an’dan, namazdan, Allah’ı hatırlayıp anmaktan) yüzçevirirse, şüphesiz onun için dar bir hayat, geçim sıkıntısı vardır.” 3473
Midelerin açlığı önemli olsa da, gönüllerin gıdasızlığı çok daha mühimdir. Esas tehlike, âhiret azâbıdır. Dünyadaki sıkıntıların bir kısmı, zaten imtihan gereğidir. “Andolsun ki sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele.”3474 Esas kriz, iman ve ahlâk krizidir. Bunun da günümüz müslümanları açısından temel sebebi, âhiretten fazla dünyaya önem vermek, dünya-âhiret dengesini bozmak, yani dünyevîleşmektir.
Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 3475
“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse
3468] 2/Bakara, 193
3469] 31/Lokman, 13
3470] 5/Mâide, 45
3471] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
3472] 42/Şûrâ, 30
3473] 20/Tâhâ, 110
3474] 2/Bakara, 155
3475] 31/Lokman, 33
- 742 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, gönül ile Allah sevgisi ve O’na itaat arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır” şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini gurur ve kibire, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifâde edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav yeri olan, helâl nimetlerinden istifâde edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 743 -
de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibâret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğlenceden ibâret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibâret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. Tv, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor. “Haram” mı, “ayıp” mı? O da ne demek? Güldürmeyin insanı! Hangi devirde, hangi kültürde yaşıyoruz?
- 744 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi ama, herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını, eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada varoluş gâyesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lügatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 745 -
ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.”3476 İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimiz veya Rabbımız. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
Çocuk: Cennet Kokusu veya Düşman/Fitne...
Âile hayatının dinimizdeki büyük önemi acaba nedendir? Sadece erkek ve kadın, birbirlerini tamamlasınlar diye mi? Birbirlerinin maddî ve manevî ihtiyaçlarını gidersinler diye mi? Helâl yoldan dünyevî zevk ve huzura kavuşsunlar diye mi? Evet, bütün bu saydıklarımız önemlidir. Önemlidir ama, yeterli değildir. İslâm’da evlenmenin, âilenin teşvik edilmesi, sadece bunlar için değildir. Âilenin esas sebep ve hikmetlerinden belki en önemlisi nesildir, çocuk dünyaya getirmek ve yetiştirmektir. Ümmetin sayıca ve keyfiyetçe büyüyüp güçlenmesine sebebiyettir. Dünyada gereksiz ve hikmetsiz hiçbir ittifak mevcut değildir. Bu dünya hikmet dünyası ve sebepler âlemidir. Ne gökten elma yağar, ne yerden insan biter. Meyve için ağaca, çocuk için evlenmeye ihtiyaç vardır. İnsanlar, bu İlâhî kanuna uydukları, yani evlendikleri takdirde, nasiplerinde de varsa, kendilerine çocuk ikram ediliyor. Dünyaya imtihan için gönderilen ve hiçbir şey bilmeyen bu minnacık misafirin emrine, Allah, onun anne ve babasını veriyor. O küçük yavruya anne ve babasını hizmetçi kılıyor. Bu hizmetçiler için bu küçük insan, bir yönüyle lütuf, bir başka yönüyle azap vesilesidir.
Çocuk, ebeveyni için bir lütuftur. Çünkü onlar, Allah’ın bu nârin, nazlı ve cennet adayı sevimli yaratığına yaptıkları hizmet için, aynı zamanda sevap kazanıyorlar. Küçük bir bebek, hele insanın kendi çocuğu olunca, eve ve âileye büyük bir huzur, mutluluk ve neşe katıyor, âilenin temellerini sağlamlaştırıyor. Bununla birlikte, çocuklarına baktıkları, yedirip içirdikleri için ebeveyne bunlar sadaka oluyor, anne-baba bu yüzden sevaba giriyor. Hayatında bir tek ihtiyaç sahibinin dahi yüzünü güldürmemiş en cimri bir insan bile, çocuklarına yaptığı masraflar dolayısıyla sadaka sevâbına nâil olur. Çocuk yine bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden bir pay alır, sevâbına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn,
3476] 61/Saff, 10-13
- 746 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Çocuk, diğer yönüyle de bir azap vesilesidir. Zira ebeveyni o İlâhî emânete Rabbini güzelce tanıtmadıkları, terbiyesine yeterince dikkat etmedikleri takdirde, onun işleyeceği günahlardan sorumlu tutulacaktır. Yine, onun dünyevî mutluluğu adına, bazen kendi âhiretlerini tehlikeye atıp, meşrû olmayan kazanç yollarına teşebbüs etmelerinden dolayı evlâtla sınavı kaybedebilir. “Ey iman edenler! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun. Onun yakıtı insanlar ve taşlardır.”3477; “Doğrusu, mallarınız ve evlâtlarınız bir fitne/sınavdır.” 3478 Her konuda olduğu gibi, âile yönetimi ve çocuk yetiştirme konusunda da örneğimiz Allah Rasûl’ünün bu konudaki sorumluluğumuzu hatırlatan hadisi meşhurdur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden (idare ettiğiniz kimselerden) sorumlusunuz.” 3479
İnançlar, değerler, gelenekler ve iyi alışkanlıklar, daha çok âile içinde kazanılır. Çünkü çocuğun şahsiyetini kazandığı devre, âile içinde geçer. Onun en çok sevdiği, inandığı, güvendiği ve özendiği ideal tip, anne ve babadır. Sağlam bir iman ve ahlâk düzeninin hâkim olduğu âilenin çocuklarına verdiğini hiçbir okul ve kurum veremez. Buna karşılık, inanç ve ahlâk yönünden bozulmuş âilelerin oluşturduğu toplumlar, dünya ve âhiret azâbının dâvetçileridir.
Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecek. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor.
İşte biz, bir günlük çocuğun kulağına ezan okuyoruz. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır diyoruz. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim” sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye ezan okuyoruz. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenaze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin istiyoruz.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar. Anne babası onu yahûdi, hıristiyan veya mecûsî (hatta müşrik) yapar.” 3480 buyuruyor. “Müslüman yapar” demiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman. Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder.
Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Biz, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğumuz gibi çocuğun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden korumamız gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. Okullar, daha çok öğretim yeri olsa bile terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde âilede kazanılabilir. Günümüzde okullarda öğretilenlerin
3477] 66/Tahrîm, 6
3478] 64/Teğâbün, 15
3479] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâre 20
3480] Buhârî Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 747 -
de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Âile hayatı, tarafları günahlardan sakındırmak için büyük bir vesiledir. “Onlar (kadınlarınız) sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise durumundasınız.”3481 Kadın ve erkek, müstakil olarak yarımdır, eksiktir, çıplaktır. Bu eksikliklerini birbirleriyle tamamlayacaklardır. Kadın ve erkeğin bu yardımlaşmayı şuurla ve helal yollarla yerine getirmeleri gerekmektedir. “İyilikte ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın. Günah işlemekte ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezâsı çetindir.” 3482
Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet” olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gâyenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Öyle ki, beraberlikleri ve mutlulukları, ölümle son bulmasın; ebediyyen devam etsin.
Âilenin temel görevi, neslin çoğalmasına ve onların iyi yetiştirilip İslâm terbiyesiyle eğitilmesine imkân sağlaması ve eşlerin birbirlerine yardımcı olup ihtiyaç ve eksiklerini gidermeleri, birbirlerine sevgi, huzur ve sükûn sunabilmeleridir. Yalnız, unutulmamalıdır ki, bu dünya, âhiretin tarlası olduğuna göre, âile hayatından bu dünyada alınan rahat ve lezzet, ancak bir çekirdek hükmündedir. O çekirdek, gerektiği gibi beslenir, büyütülürse âhirette saâdet ağacı olacak ve en mükemmel meyvelerini o âlemde verecektir. Cennet, bu dünyadan ne kadar yüce ise, o âlemde mü’min kadın ve erkeklerin bir arada âilece bulunmaktan alacakları zevk ve mutluluk da bu dünyadakinden o kadar mükemmeldir.
Âilenin bu kadar önemli olmasından dolayı, dinimiz yuva kuracak gençlerin, birbirlerinin dinî ve ahlâkî durumlarını araştırmalarını emretmiştir. Peygamberimiz, eşlerin seçiminde geçici özelliklerden, fizikî güzelliklerden çok, inanç bütünlüğünün, olgun iman zenginliğinin ve ahlâkî soyluluğun tercih edilmesini ısrarla tavsiye etmiştir. Onun için, tevhîdî iman sahibi müslümanlar, kendileriyle yuva kurmayı düşündükleri eş adaylarında birinci özellik olarak sağlam bir imanı şart görmelidirler.
Ana-Babanın Çocuklarına Karşı Görevleri
Ana-Babanın çocuklarına karşı görevlerini, bir başka deyişle çocuğun anne ve babası üzerindeki haklarını şöyle özetleyebiliriz:
1- Güzel isim: Doğumunun ilk gününde veya en geç yedinci güne kadar çocuğa güzel bir isim verilir.3483 “Siz, kıyamet gününde kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız; öyleyse güzel isimler seçin.”3484 Örnek insanlarla bağı koparılamayan nice insanımız, çocuğuna isim koyarken örnek almasını arzuladığı başta
3481] Bakara sûresi, 187
3482] 5/Mâide, 2
3483] Bk. Buhârî, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62
3484] Ebû Dâvud, Edeb 70
- 748 -
KUR’AN KAVRAMLARI
peygamberler olmak üzere sahabe ve kâmil insanların isimlerini, peygamber ve sahabe hanımlarının isimlerini asırlardır çocuklarına koymayı görev bilmişlerdir.
2- İyi terbiye: Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.3485 Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. 3486
3- Evlendirme: Ana babaya ait olan neslin korunması görevi, büluğ çağına gelen evladın bir yuva kurmasına imkân hazırlanmasıyla yerine getirilmiş olur. Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek birtakım kötü sonuçlardan ana baba da sorumlu olur. Peygamberimiz’den rivâyet edilen bir hadiste bu husus vurgulanmaktadır: “Çocuk büluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir, onun bu günahı babaya da ait olur.” 3487
4- Eşit muâmele: Aralarında herhangi bir ayırım yapmaksızın çocuklarına karşı eşit davranmak, ana babanın başlıca görevlerinden biri ve aynı zamanda çocuğun da tabii hakkıdır.3488 Çocukların kız-erkek, büyük-küçük, öz veya üvey olması sonucu değiştirmez. “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adâleti gözetin.”3489 Ebeveyn, çocuklarına karşı gösterdiği sevgi, şefkat ve ilgide de adâletli olmaya çalışmalıdır. Anne baba, iradesini aşan duygularda -bir çocuğunu daha çok sevmek gibi- bunu diğer çocuklarına hissettirmemeye çalışmalı ve davranışlarında eşitliği gözetmelidir. Aksi halde, kardeşlerin birbirini kıskanması ve birbiri aleyhinde olumsuz bazı duygu ve düşüncelere kapılması kaçınılmazdır.
Bu temel görevlerin yanında ebeveynin diğer görevlerini de şöyle sıralamak mümkündür: Tahnîk: Yeni doğan bebeğin, henüz ana sütünü tatmadan önce hurma, bal vb. tatlı bir besin ezilerek bununla damağının oğulması. 3490 Kulağına ezan okuma: Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına da kaamet okunur. 3491 Akika kurbanı: Doğumun yedinci günü yahut daha sonraki günlerde şartlarına göre kurban kesilerek eşe dosta ikram edilir. Sünnet (hıtân): Doğumunun ilk gününden büluğ yaşından önceye kadar bir zaman içinde çocuk sünnet ettirilir. Saçını tıraş edip ağırlığınca sadaka vermek: Doğumunun yedinci günü çocuğun saçı tıraş edilir ve bunun ağırlığınca gümüş ya da altın tutarında para veya mal sadaka olarak verilir.
Bütün bunların yanında unutulmamalıdır ki, çocuğa sevgi, şefkat ve anlayışla muâmele etmek İslâm eğitim sisteminin en belirgin özelliğidir. İslâm
3485] Bk. İbn Mâce, Edeb 3
3486] Tirmizi, Birr 33
3487] İbn Kayyim el-Cevziyye, Tuhfetu’l-Mevrûd bi Ahkâmi’l-Mevlûd, Beyrut, 1403/1983, s. 159
3488] Bk. Müsned IV, 269
3489] Buhârî, Hibe 12-13, Şehâdet 9; Müslim, Hibât 13
3490] Müslim, Tahâret 101
3491] Müsned VI, 391; Ebu Davud, Edeb 108; Tirmizi, Edâhi 17
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 749 -
eğitimcileri, eğitimin doğumla birlikte, hatta daha önceden (anne veya baba adayını seçerken) başlaması gerektiği hususunda görüş birliği içindedir. Çocuğu, sağlıklı, ahlâklı ve iyi bir müslüman olarak yetiştirmek, ancak çok erken yaşlardan başlayarak onun eğitimini ciddiye almakla mümkün olur. Çocuğun, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifâde edebildiği yaşlardan itibaren İslâmî esasların öğretimi yapılmalıdır. Bu konuda ilk öğretilecek şey, tevhid inancıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz’in “Çocuklarınıza önce ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini (anlamıyla birlikte) öğretin.”3492 şeklinde tavsiyede bulunduğu nakledilir. Allah inancı, küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille, ümit ve bağlanma duygularını geliştirecek şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca, temyiz yaşına doğru Allah sevgisiyle birlikte uygun bir üslûpla Allah korkusunu da aşılamak, bu sûretle değer yargılarına ters düşen davranışlar karşısında iyiliklerini ödüllendirecek, kötülüklerini cezâlandıracak olan İlâhî otoritenin varlığını vicdanında hissetmesini sağlamak gerekir.
Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibâdet şuurunun da geliştirilmesi gerekir. Namazın öğretilmesi ve emredilmesi, âile reisinin de bunda devamlı olması Kur’an-ı Kerim’de özel olarak açıkça zikredilmiştir.3493 Peygamber Efendimiz’in, çocuklara yedi yaşında namazın öğretilip kıldırılmaya başlanmasını, on yaşına geldikleri halde kılmıyorlarsa, hafifçe cezâlandırılmalarını tavsiye eden hadisleri3494 bu konuda başta anne babalar olmak üzere müslüman eğitimcilere ışık tutmaktadır. Küçük çocuklara namazın dışındaki ibâdetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanlarının zaman zaman tatbik ettirilmesi, onların gelecekteki müslümanca hayatları için büyük önem taşır. Bu konularda unutulmamalıdır ki, İslâm eğitimi, tedrîcîlik, sevgi ve ikna gibi pedagojik metotları esas alır. Korkutucu, ürkütücü, emredici tutumlar, çocuk için hem anlaşılmazdır, hem de yıpratıcıdır. Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır. Bunların yerli yerinde uygulanması ölçüsünde onun müslümanca eğitimi ve öğretimi de başarıya ulaşacaktır.
Ana-Babanın En Büyük, En Kutsal Görevi: Çocuklar, Çocuklar, Çocuklar!
İslâm’ın âile anlayışında, normal şartlarda kadının başlıca görev ve meşguliyet alanı evidir. Bu durum, prensip olarak çocukların ihmal edilmesini büyük ölçüde önlemektedir. Çocuklara sevgi ve yetiştirme yönünden daha fazla vakit ayırması gereken anne olmakla birlikte, babanın sorumluluğu da, anneden daha az değildir. Baba, çocuklarının ve onların müslümanca yetişmesinin; işinden ve dünyevî meşguliyetlerinden çok daha önemli olduğunu davranışlarıyla ispatlamalıdır. Hz. Peygamber, torunlarını sevdiği bir sırada, bir Ârâbî/bedevînin, on çocuğu olduğunu, fakat bunlardan hiçbirisini sevip öpmediğini belirtmesi üzerine, Rasülullah’ın “Allah senin kalbinden merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim?!” 3495 buyurması, İslâm’ın çocuk sevgisine verdiği önemin örneklerinden biridir. Çocukların, dinî (dinin içine giren ilmî, ahlâkî) ve meslekî bakımdan eğitilip öğretilmesi, ebeveynin en önemli ve en zor görevidir.
3492] İbn Mahled, s. 142; İbn Kayyim, s. 158
3493] 20/Tâhâ, 132
3494] Ebu Davud, Salat 25; Tirmizi, Mevâkît 182
3495] Müslim, Fezâil 64
- 750 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çocuk eğitiminde şu dört şeye özellikle dikkat edilmelidir:
1- Büyükler, çocukları, önemsiz ve anlamaz küçük yerine koymayıp; aksine kendileri empatik davranarak onların seviyesine inmeli, onların eğitimi sırasında çocuk olduklarını daima göz önünde tutmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Çocuğu olan, onunla çocuklaşsın.” buyurmuştur.
2- Çocuklara daima uygun bir dille doğru, tutarlı ve yararlı bilgiler verilmelidir. Bu görev, ebeveynin belli başlı dinî ve kültürel konularda bilgili olmalarını gerektirir. Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir.
3- Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
4- Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek, doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Kadının En Saygın, En Mübarek Konumu; Annelik: Dinimiz ve fıtratımız anneye çok büyük bir yer vermiştir. Normal olarak erkeğin, kadına göre bazı konularda önceliği olduğu halde, annenin babadan daha öncelikli ve daha faziletli olduğunun sırrı buradadır. Kadın, erkeği faziletçe geçmek istiyorsa, anne olmalıdır. Yalnız, unutulmamalıdır ki, anne olmak, sadece çocuk dünyaya getirmekle olmaz. Çocuğuna sahip çıkmakla, onu güzelce yetiştirmekle annelik tamamlanmış olur. Babanın hakkı, dinimizde “bir” iken; annenin hakkı “üç”tür. Cennet, babaların değil; annelerin ayakları altına serilmiştir. Annelikle ilgili olarak, günümüzde giderek artan çalışan kadının, ne kadar annelik yapabildiği ve yapabileceği sorusu da önemlidir. Anne işte, çocuk kreşte. Hiçbir mamanın anne sütünün yerini tutamadığı gibi, hiçbir bakıcı da annenin yerini asla tutamaz. Hiçbir çocuk okulu, adına ana okulu da dense, ananın evdeki okulunun benzeri olamaz. Kendi evlâdını anne ve babası kadar kimse sevemeyeceği, dünya ve âhiret geleceğini düşünemeyeceği için de, anne ve baba gibi hoca ve öğretmen de bulunamaz.
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 751 -
İslâm Devleti Olmadan Tedavi Edilemeyecek Olan Eğitim Yarası
Hepimizin okullarla şu veya bu şekilde bir ilişkisi var. Ya kendimiz veya çocuklarımız ya da en yakınlarımızdan birileri eğitim adına eritiliyor, öğütülüyor. Yeni neslin kafaları düzene uygun hale getirilmek için yontuluyor, fıtratları bozuluyor. Ve bu konuda Müslümanlar olarak çıkış yolu bulamamanın bin bir zilletini yaşıyor ve vebalini taşıyoruz.
Problemi anlamadan çözüm mümkün olmaz. Hastalığı doğru teşhis etmeden tedavinin mümkün olmadığı için, önce problemin adını koymamız gerekiyor: Okullar, devlet kurumları olduğuna ve bu ülkede yaşayan her çocuk, 8 yıl zorunlu eğitime tâbi tutulduğuna göre, ilk olarak devleti/düzeni din açısından teşhis etmeyle işe başlamamız lâzımdır.
Türkiye, bir din devletidir. Okullara ve her türden resmî kurumlara baktığınızda bunu kabullenmek zorunluluğu var. Kemalizm dini, tek dindir ve kimse Atatürk’e hiçbir şeyi ortak koşamaz.
Laik olduğunu iddia eden T.C., aslında Kemalist bir teokrasidir. Devletin resmî lügatinde bu ilan edilir: 1948’de basılan Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğüne göz atılırsa sadece devletin değil, tüm Türklerin de dini Kemalizm’dir. Bu resmî sözlüğe göre; “Kemalizm: Türklerin dini”dir. Türkiye Devletinde Atatürk tek ulusal lider kabul edilir ve halkın da bu tercihi alternatifsiz kabul etmesi istenir. Sanıldığının aksine, resmî inanışa göre o, yalnız askerî ve siyasî bir dehâ değil, aynı zamanda dinî liderdir de. Günümüzde, devletin okullarında okutulan Din Dersi (Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) kitaplarının kapağına ve içeriğine, âyet ve hadisten daha fazla onun referans gösterildiğine bakmak yeterlidir. O, devlet inancında “ulu önder”dir. T.C., 1923’den beri Atatürk’ün en büyük olduğuna inandığı için her Türk vatandaşının onu sevmek ve ilkelerine itaat etmek zorunda olduğunu düzen, din yaklaşımı içinde tartışmasız kabul eder ve ettirir. Anayasa, partiler kanunu ve tüm yasalar onun ilkelerinin hiç birine ters düşemez. Hangi parti yönetim rolünü üstlenirse üstlensin, aslında Atatürk her dönemde tek başına iktidardadır ve iktidarını başkalarıyla paylaşması, yani Atatürk’e şirk koşulması kabul edilemez. Bu ülkede egemenlik kayıtsız şartsız Atatürk’ündür. Bu ülkede din devletinden bahsedilemez, ama devlet dininin egemenliğinden rahatlıkla söz edilebilir. Ne diyordu Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek ibâdettir.” Evet, devletin gözünde Atatürkçülük bir dindir. Devletin anayasasında, Allah, Peygamber, Kur’an, İslâm gibi kelimeleri bulamazsınız. Bunun yerine sadece Atatürk’e ve onun ilkelerine atıfta bulunulur. Devletin bu mutlak sevgisi ve bağlılığı, bir tapınmanın göstergesi kabul edilebilir.
Kur’an, müşriklerin, “biz atalarımızın yolundan ayrılmayız, onların izinden gideriz” dediğini belirtir. T.C. de kendine özgü bir atalar rejimidir. Türkiye düzeni, tüm Türk vatandaşlarının atası kabul ettiği için, atasını sevmeme hakkını kimseye vermez. Atatürk sevgisinden daha büyük sevgi olmaması gerektiğini, onun ilkelerinin tartışılmaz doğru olduğunu bir akîde ve davranış biçimi olarak ilân eder ve çeşitli âyinlerle bu tavır, İlköğretimin ilk sınıfından itibaren tüm vatandaşlara uygulattırılmaya çalışılır. Düzene göre, onun hata yaptığı kabul edilemez. Kimse Atatürk’ü eleştiremez, heykellerine ve fotoğraflarına yan gözle bakamaz.
- 752 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dinimizin Din Anlayışı
Din kelimesi, sadece hak din için, yani özel ve dar anlamıyla İslâm için kullanılmaz. Din kelimesinin geniş olarak ele alındığı ıstılahtaki veya pratikteki anlamı; bir dünya görüşünü, bir hayat şeklini belirleyen görüşler, emirler ve yasaklar manzûmesidir. Yani, üstünlüğü kabul edilen kanun ve kurallarla belirlenmiş yaşama şekline din denir. Dolayısıyla “her din bir hayat şeklidir ve her hayat şekli bir dindir.” Kur’ân-ı Kerim’, din kelimesiyle bir hayat nizamını, inanç ve yaşama biçimini gündeme getirir.
İslâm inancına göre, üç çeşit din vardır. Biri hak din olan İslâm, ikincisi muharref dinler olan Hıristiyanlık ve Yahûdilik, üçüncüsü de bâtıl dinler. Bâtıl dinler, insanlar tarafından konulan hayat şekilleridir. Kanun ve kuralların Allah’a dayanmadığı sistem ve nizamların tümü bu gruptandır. Puta tapıcılık, Mecusilik, Budizm gibi hayat şekilleri, eski zamanlardan beri görülen bâtıl dinlerdendir. Kapitalizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, faşizm, Kemalizm, laiklik gibi ideolojiler ve tüm beşerî düzenler günümüzdeki bâtıl dinlerdir.
Bir hayat şekli, bir dünya görüşü, bir yol, bir yaşam tarzı olarak ifâde ettiğimiz şeyin en kısa adı “din”dir. Din kavramı, bütün bunları kuşatmaktadır. Herhangi bir toplumun, cemaatin veya bir ferdin dünya görüşü, gittiği yol ve yaşam tarzı Allah’ın hükümlerine göre belirleniyor, bu İlâhî hükümlere göre şekil alıyor ise, bu toplum, bu cemaat veya bu fert İslâm dini üzeredir.
Kur’an’ın hükümlerini bir tarafa bırakarak insanların yaşam şeklini belirleyecek hükümler, kurallar, kanunlar koyan ya da bunları uygulayanlara İslâmî literatürde “tâğut” denilir. Bakara sûresi 256. âyette mü’minlerin öncelikle tâğutu inkâr etmeleri, yani onun varsa iyi taraflarını görmezlikten gelmeleri, küfredip üstünü örtmeleri istenmektedir. Çünkü Allah’ın indirdiğiyle hükmetmediği için tâğutlar, yoldan çıkmış fâsık, zâlim ve kâfirdirler, onlar en büyük haksızlık olan şirki sadece kabul etmekle yetinmeyip, yönettikleri halka da dayatmaktadırlar. Bir insanın Müslüman olması ve Müslüman kalabilmesi için, öncelikle Allah’tan başka ilâhlık taslayan her görünümdeki tâğutu (tüm kuralları ve kurumlarıyla) reddetmesi gerekmektedir.
İnsanların hayat şeklini belirleyen her ideoloji, her izm, her dünya görüşü veya yaşam biçimi, Kur’ân-ı Kerim’e göre birer dindir. Çünkü bütün bunlar dinin yapısında yer alan konulara müdâhale etmekte, bu konularda doğru veya yanlış görüşler, hükümler ileri sürmektedirler. Bu ideolojilere “din” denilebilmesi için, kaynağı itibârıyla İlâhî veya beşerî olma şartı yoktur. Meselâ Mekke’li müşrikler kendilerini İlâhî bir dine nisbet etmemelerine rağmen, dinler tarihi içinde onların adı konulmuş bir dinleri olmadığı halde, Kur’ân-ı Kerim onların içinde bulunduğu hayat şekline ve onların tüm yönelişlerine “din” demektedir. “De ki, ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam… Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 3496
O halde neden laikliğe, Atatürkçülüğe, materyalizm ve kapitalizm gibi düzenlere “din” denilmiyor? İşte, dünya müstekbirlerinin kendi koydukları dinlere Kemalizm ideolojisi veya kapitalizm gibi adlar verip bunlara din demeyişlerinin nedeni; yönettikleri halkın iki farklı din vâkıasıyla, yani din ikilemiyle karşılaşmaması içindir. Çünkü bu müstekbirler halk kitlelerinin din olgusuna karşı tutucu
3496] 109/Kâfirûn, 1, 2, 6
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 753 -
yaklaşımlarını bilmekteler ve halkın tepki göstereceği bir din ikilemi meydana getirmemek için, kendilerinin ortaya atıp ilkelerini belirledikleri dinlere, falan ideolojisi veya filan izmi gibi isimler takmaktadırlar.
Düzenin ve okulların farklı bir dini dayattığı için, Müslüman çocuklarımız iki dinli yetişiyor. Evdeki din ile okuldaki din farklı; birbirine tümüyle düşman iki inanç ve yaşam tarzı sunuyor. Çocuklar, çifte standartlı yetişiyor. Ana ve babaların “aman oğlum, şunu sevme, şuna inanma, ama bunları okulda öğretmenine filan da belli etme!” diye tavsiyesi, çocuğun karakterini daha küçük yaşta anormalleştiriyor.
Bu ülkedeki tüm problem, çatışma ve gerginliklerin sebebinin dinler arası çatışma olduğunu söyleyebiliriz. Hayır, kısa zaman önce ülkeyi karıştırmak ve belki de tekrar askerî darbeye zemin hazırlamak için öldürülen Hrant Dink’ten, Ermenilerden, azınlıklardan bahsetmiyorum. Onlar özgür olarak kendi dinlerini öğrenebiliyor, papazların öğretmen olarak görev yaptığı özel okullarda kendi dinlerine uygun eğitim alabiliyor, kendi dinlerini özgürce yaşayabiliyorlar. Devlet dini olan laiklik ve Kemalizm ile çoğunluğun dini İslâm arasındaki çatışmadan bahsediyorum. En önemli Kemalist devrimlerden biri tevhid-i tedrisattır. Yani, eğitim ve öğretimin tekel olarak devlete ait olduğu ilkesi. Tevhid eri Müslümanlar olarak biz tevhid-i tedrisat değil; tevhîdî tedrisat istiyoruz. Eğitim, tümüyle devlet tekelinde olduğu için, okullarda şikâyet edilen tüm problemlerden öncelikle bu düzen sorumludur. Bu ilkeden yola çıkarak düzen, eğitim kurumlarında kendi dinini, kendi kutsallarını bütün Müslüman çocuklara dayatmakta, bütün çocukların laik ve Kemalist olmasından başka bir seçenek ve özgürlük tanımamaktadır. İslâm’ın putperestlik olarak kabul ettiği uygulamalar, törenler, âyinler, övgüler okutulan derslerden de önemli, en öncelikli ders kabul edilmektedir. Siyer dersi işlenir gibi ama farklı bir kişinin hayatı işleniyor; uydurma coşkularla döne döne her yıl ezberlettirilip körpe beyinlerin yıkanması için anlatılıyor, anlatılıyor. Tüm derslerin içeriği Batıcı, laik ve Kemalist inanca uygun olarak veriliyor okul denilen tapınakta. Okullar, düzene uygun kafalar yetiştiren birer torna atölyesi konumunda işlev yapmaktadır. Uysal ve düzene itaatkâr nesiller, tâğuta kulluk yapmaya hazır insanlar yetiştirmek okulların temel görevi olmaktadır.
Bu topraklardaki tüm okullarda verilen eğitim Kitapsız bir eğitimdir, tıpkı devletin Kitapsız bir devlet olduğu gibi. Buradaki Kitab’ı tırnak içinde ve Kur’an anlamında ifade ediyorum. Yoksa, fırlatılınca ekonominin yerle bir olduğu düzenin sarsıldığı Anayasa adında kutsal bir kitabı vardır devletin. Okullarda da bu kutsal Anayasa ve kutsal Nutuk kitabına uygun o paralelde farklı kitapların varlığını elbette herkes bilmektedir. Evet, insanlar tâğutî kurumlar aracılığıyla Kitapsız yapılmakla da kalmıyor, farklı kutsallarla yönlendiriliyor. Eğitim, Rab kavramını gündeme getirir. İnsanların mutlak eğiticisi, terbiye edip yetiştiricisi Allah’tır. O’nu temel almayan eğitim, eğitim değil öğütüm olur. Pansuman tedaviler yerine; radikal değişim ve çözümler olmadan eğitimden hayır beklemek, okyanusu yürüyerek geçmeyi düşünmek demek. Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Laik devlet yönetime, laik eğitim de bilime Allah’ı karıştırmaz. Oralara başka ilâhlar(!) yön verir. Hâlbuki Kur’an’a göre yönetmek ve eğitmek sadece Allah’a ve izin verdiklerine aittir, bunların ilkelerini tesbit yalnız O’nun hakkıdır. Vahyi, eğitime müdâhale ettirmemek, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de
- 754 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı gibi konularda ortaya atılan teorilerden tutun, hiçbir konu Allah’a dayandırılmaz. Eğitim, aynı zamanda besmelesizdir. Bismillâh deyip besmele çekerek başlamak bile yasaktır derse, Es-selâmu aleyküm’le sınıfa girmek gibi. Başörtüsü yasağı da gâyet doğaldır bu zihniyette. Ama besmele ile başlama, başörtüsüne göz yumma câhiliyyenin veremeyeceği tâvizler değildir. Ve bana göre câhiliyyenin o zaman tehlikesi daha büyük olur. İçinde haktan bazı basit hususlar taşıyan bâtıl daha tehlikeli olacaktır, hakka hiç yer vermeyen bâtıldan. Günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmadığından; yoktan var edici, yarattıklarını yönetici bir ilâh ve eğitici bir rab olarak başka tanrılara inanıp kul olmaya hazır müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Kur’an’ın ilkelerine hiç yer vermeyen, O’nun emir ve yasaklarını, hükümlerini bilimsel bulmayan anlayışta neyi eleştirecek, nasıl düzelteceksiniz?
Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, bize göre kendisine küçük bir Kitap (suhuf, vahy) verilmiş bir peygamber olan ilk insanı, okuyup-yazması olmayan, hatta konuşamayan, çiğ et yiyen mağara insanı olarak tanıtır. Şirk zihniyeti, ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Peygamberler değil, krallardır, tâğutlardır vahyi kabul etmeyen tarihin öne çıkarttığı; hak-bâtıl mücâdelesi değildir. Savaşlar, antlaşmalar ve uyduruk uygarlıklardır üzerinde durulan. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir, şimdiki örneği de Batı, yani zulüm ve sömürü merkezi Amerika ve kokuşmuş Avrupa. Genel Coğrafya, Allah’tan bağımsız işlenir, dünya kendi kendine güneşten kopmuş, kendi kendine içinde canlılar belirmiş olarak körpe beyinlere sunulur. Diğer tüm derslerde de aynı ateist ve ataist bakış açısı sözkonusudur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin adından da anlaşılacağı gibi, Din, sadece kültür ve ahlâktan ibârettir bu zihniyete göre. Tevhidî Müslümanlar olarak “keşke olmasa” dediğimiz Din Dersi, daha doğrusu “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersi için durum, biraz farklıdır. Dersin isminden de anlaşılacağı gibi, din, bir kültür olarak; ahlâk da bir bilgi olarak sözkonusu edilirken, yine ders kitaplarına Kemalist ve laik bakış açısı baştan sona hâkimdir. Bu ders kitaplarındaki ve müfredattaki farklılık, bu derste Atatürkçülüğün şirki kabul etmesidir. Yani diğer derslerde Atatürk’e eş ve benzer hiçbir güç, ideoloji, inanç kabul edilmez ve ona en küçük çapta bir ortaklık verilmezken; Din dersinde Atatürk’le beraber, Allah’tan ve Peygamber’den de bahsedilerek, Atatürk’e şirk koşulmasına müsaade edilir. Her ne kadar Atatürk’ün cümleleri, âyet ve hadislerden daha fazla ise ve Atatürkçü bakışla konular ele alınsa da, yine de, Atatürkçülüğe ters düşmeyen ve ona uygun yorumlanan başka bir dinle ilgili bazı hususlar kültür olarak da verilmeye çalışılır. Bu ders, câhil halkın çoğuna göre çok önemlidir. Bir şuurlu genç Müslüman, marangoz hatası olarak nasılsa çıksa ve bu kitapların daha kapaklarındaki resimleri, içindeki referansları, Kur’an’dan fazla Nutuk’tan
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 755 -
alıntıları göstererek “bu din benim dinim değil; bu kitaptakiler Kur’an’ın anlattığı İslâm değil!” deyip halk tâbiriyle “din dersi”ne girmek istemese -ki düzen sadece bu dersi isteğe bağlı kabul eder- başta babası ve yakın çevresi tarafından nasıl dışlanacaktır? Evet, bu ders, hakla bâtılın, putperestlikle İslâm’ın sentezinden ibaret ve şirk kabul edilmesi gereken anlayış doğrultusunda düzenin oltaya taktığı bir yemdir.
Bu konular, halkımızın gündeminde yoktur. Aydınlar ve Müslüman yazarlar, hocalar da tartışamaz bile. Câmiler de devlet dairesine benzediğinden oralarda da bahsedilmez bu hususlar. Abdesti bozan konular, tevhidi bozan konuların önüne geçirilir hep. Kur’an’ın en fazla önemsediği, bütün peygamberlerin en büyük mücadeleyi bu konuda verdiği putperestlik ve şirk konusu, artık çağdaş müslümanı(!) hiç ilgilendirmemektedir.
Câhillik kötüdür, dolayısıyla “çocuğumu nerede, hangi şartlarla nasıl olursa olsun okutayım” demek, daha da kötü olabilir. Fazla ilim sahibi olmamak anlamında kullanılan câhillik kötüdür ama, küfür mânâsına gelen câhillikten çok ama çok ehvendir. Halkın birinci tip câhillikten/bilgisizlikten ağzı yıllardır yandığından, çocuğunu ikinci tip câhil yapmaya yeltendi. Yani câhilliğe rızâ göstermeyeyim diye, câhilî eğitime râzı oldu, yağmurdan kaçarken doluya tutuldu.
Mehmed Âkif Ersoy’un bir Müslüman köylü ağzından ifade ettiği gibi; “Bırakın çocuğumu, câhilliğe râzıyım ben” diyesi geliyor veya demesi bazı durumlarda şart oluyor müslümanın. Ama tabii, en güzeli ve günümüzde farz üstü farz olanı çocuğun câhilliğine de câhiliye eğitimine de rızâ göstermeyip onu İslâm’ı iyi bilen ve tam yaşamaya çalışan sağlam bir Müslüman olarak yetiştirmektir.
Mehmed Âkif, niçin bir köylünün ağzından “bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben” diyordu? Âkif’in Safahat adlı şiir kitabının Âsım adlı bölümünde şiir diliyle anlattığı olayın bir kısmını hikâye edip sözü Âkif’e bırakalım:
Anadolu vilâyetlerinden birinde, bir kasaba halkı, çocuklarını tümüyle okuldan almışlar, onları okutan öğretmeni de köyden kovmuşlar, o zamanlar mekteb denilen okulu kapatmışlar. Bunu duyan Hocazâde (Mehmed Âkif) kasabadan öğretmenin kovulması ve çocukların okulda okutulmamasını büyük bir hata olarak kabul eder. Köylüleri uyarmak için, yakınında bulunduğu o kasabaya gider. Kürsüye çıkıp âyet ve hadislerle ilmin fazîletini anlatır ve köylülerin büyük bir nimeti teptikleri, öğretmeni kovdukları için sert dille onları eleştirir. Bunun üzerine vaazdan sonra köylü, bu ithama cevap verir. Cevabı Safahat’tan aynen aktaralım:
Köylü câhilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper ni’meti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nâhiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evlâdını câhil komak ister mi ayol?
Bize lâzım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Neye Türk’ün canı yangın, neye millet geridir;
- 756 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki hükûmetten umup durdukca,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik… O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı…
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir, câmie girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan, aksa da çamçak çamçak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklayacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama…
Bâri bir parça alışsaydı ya son son, arama!
Yola gelmez şehrin soysuzu yoktur kolayı.
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki, insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbad olur artık odalar;
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın, çamura.
Su mühendisleri gelmişti… Herifler gâvur a,
Neme lâzım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz… Başka ne ister köylü?
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 757 -
Adam aldatmayı âlâ biliyor kahbe dölü!
Ne içen vardı, ne seccâdeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri bâtılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun…
İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız,
Öyle devlet gibi, ni’met gibi lâflar bana vız!
İlmi yuttursa hayır yok bu musîbetlerden…
Bırakın oğlumu, câhilliğe râzıyım ben.” 3497
Âkif’in bunları anlatmasından bugüne yıllar geçti, ama, istisnâları saymazsak, bu öğretmen kişiliğinde, değişen müsbete doğru bir şey yok, menfîye doğru çok mu çok. Evet, Âkif’in anlattığı öğretmen tipi, hiç de abartılı kabul edilmemelidir. Bugün yüz binlerce ilköğretim öğretmeninden tutun üniversite profesörüne kadar her çeşit resmî ve özel okul, kolej denen yarı resmî okullarda görev yapan bunca öğretmen içinde İslâmî örtüye sahip bir hanım öğretmen; zinâdan, içkiden, haramların her çeşidinden kaçan namazlı-niyazlı kaçta kaç öğretmen çıkacaktır? Belirli oranda haramlardan kaçanlar çıksa da, onlar da ekmeğini yediği düzenin kılıcını sallama zorunda bırakılmaktadır.
“Ne yapmalı?” sorusu bu teşhisin içinde. Hastalık doğru teşhis edilmeden tedâvi mümkün değildir. Doğru teşhise katılan, hatanın nerede olduğunu tesbit eden, çözümü bulmakta zorlanmayacaktır. Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana-baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştırılacak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylere ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” 3498
“Eğitim konusunda neler yapılmalı?” sorusuna verilecek cevabın şekli, öncelikle bizim nerede durduğumuz ile alâkalıdır. Nihâî tercihimizi Allah’tan, âhiretten, cennetten, İslâm’dan, Kur’an’dan yana yapıp yapmadığımızla ilgilidir. İmkân ondan sonraki mesele. Zaten Allah, nihâî tercihini Kendinden yana yapanlara, yollarını açacak, onları güçlerinin dışındakinden zaten hesaba çekmeyecek. Ama önce biz bu tercihi yapmış mıyız, ya da böyle bir arayış içerisinde miyiz, onu sorgulamamız lâzım. Yani, Allah’a kulluğu birinci sıraya alıyor muyuz? İşimizi seçerken, eşimizi, aşımızı seçerken, evlâdımızla ilgili tercihimizi yaparken, kendimizle ilgili kararlar verirken Allah’ı merkeze alarak mı hareket ediyoruz? Yoksa, kulluk görevlerimizle ilgili çoğu alanda mâzeret adıyla bahânelere mi sığınıyoruz?
Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır.
3497] M. Âkif, Safahat, Âsım, Şule Y., s. 354-355
3498] 33/Ahzâb, 66-68
- 758 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Mekke’de câmii yoktu, okul yoktu; ama Erkam’ın evi vardı. Ümmetin evleri vardı. Yani câmii, okul fonksiyonunu icra edecek, insanlara vahyi öğretebilecek, çocuklarını bu noktada korumalarını sağlayacak, imkânların elverdiği en uygun çözümlere gidilmişti. Yine Hz. Mûsâ, Firavun gibi azgın bir zorbanın her uygulamasıyla tanrılık tasladığı bir yerde risâlet görevine muhâtap olmuştu. Hz. Mûsâ’yla ve O’na iman edenlerle ilgili bir âyet-i kerime var; meâli şöyle: “Mûsâ’ya ve kardeşine, ‘kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Namazı dosdoğru kılın. Mü’minleri müjdele’ diye vahyettik.”3499 Zaferle müjdelenecek mü’minlerin yapmaları gereken zafere yönelik faâliyetler gündeme gelir. Nedir o? Evleri mescid edinmek. Mescid tâbirini bugünkü vâkıadan yola çıkarak sadece namaz kılınıp dağılınan yerler değil; otuz civarında işlevi bulunan, siyasal, sosyal, ailevî ve eğitimle ilgili her türlü düzenlemeyi içeren bir muazzam kurum olarak düşündüğümüzde, evlerin mescid, yani mektep, okul ve insanların ihtiyaçlarına cevap verecek kurumlar haline getirilmesi emri ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla hantal yapıların modası da geçti. Müslümanlar ne kaybettilerse araçlardan, metotlardan kaybettiler. Halen de yeterince ibret almıyorlar. Çoğunluk olarak 1969’dan sonra bir partinin arkasında faâliyetler yaptılar. Bir düdük öttü, bütün müslümanların faâliyetleri kesiliverdi. Sonra Kur’an Kursu, İmam Hatip faâliyetleri oldu. Bir yönetmelik çıktı, bir başörtüsü yasağı oldu, sekiz yıllık zorunlu eğitim başladı; Kur’an Kurslarının kapıları kapanıverdi. Katsayı değişti, İmam Hatipler câzibesini yitirmeye başladı. Yeni ve köklü alternatifler oluşturulmadı. Vakıflara bazı zorluklar getirildi, tavizler ve geri adımlar hızlandı. Müslümanlar dar ve engelli alanlarda sıkıştılar kaldılar. Yani çok yönlü mobil hizmet alanları oluşmadı. Çok yönlü kullanılabilecek ve değişik planlara müsâit faâliyet için cemaatlere, dernek ve vakıflara çok iş düşüyor.
Okullarda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini zorunlu saymayarak ateist bir insanın çocuğuna din dersini mecbur etmeyen bir düzen, bir müslümana da ateist ve İslâm’ı dışlayan eğitim anlayış ve uygulanışını mecbur etmeme eşitliği tanımalı değil midir? Okulsuz olma özgürlüğü, okul reddetme hakkı, insan hakları kapsamına girmiyor mu? Böyle hukuk anlayışı ve özgürlük olur mu? Bir Müslüman kalksa, “her istediğiniz bâtılı, zihnine yerleştirmek ve onu düzene uygun bir tarzda bir müşrik vatandaş haline getirmek için çocuğumu zorla elimden alıyorsunuz, bu bizim özgürlüğümüzü yok sayan bir durumdur; okul dediğiniz şey, bizim için hapishane ve zindan konumundadır” dese, ne cevap verir yetkililer? Bir hak mıdır eğitim, yoksa vatandaş açısından bir sorumluluk ve zorunluluk mu; devletin uyguladığı tek tipleştirme dayatmasından önce bunu hukukçularına danışıp anayasaya uygunluğunu değerlendirmesi gerekir. Dayatmacı bir düzen hukukun üstünlüğünü tanıyarak özgürlükçü ve eşitlikçi davranır mı; zaten problemin özü bu sorunun cevabında yatıyor.
Çok ilkel usuller ile, dayak ve baskı ile Kur’an Kurslarımızda hâfızlık yaptırılıyorsa bu köhne ve gayrı İslâmî metotla çocuklarımızın patolojik ruh hali sergilememesi veya Kur’an sevgisinden mahrum, ibâdetlere soğuk olmaması mümkün
3499] 10/Yûnus, 87
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 759 -
değil. Çocuk yaştaki öğrenciler için onsuz olunamayacak kadar önemi olan oyun alanı yoktur, okul olmaya uygun bina yoktur, uygun bahçe yoktur, öğretmende pedagojik formasyon ve sevdirme gayreti yoktur, daha nice şeyler yoktur. Peki, böyle oldu diye biz Kur’an’ın eğitimine soğuk mu bakmalıyız? Yani “Kur’an Kursu faâliyetlerimiz tıkandı, çalışmıyor artık; bir daha böyle bir şey yapmamalıyız, başarısız olduk” mu demeliyiz? Yoksa daha güzel bir Kur’an Kursu modelini oluşturmaya, en azından teori planında, yeşil ışık mı yakmalıyız? Okul meselesi de böyle, sekiz on tane müslüman bir araya gelebilir, eski tecrübelerden yola çıkarak, belirli bir yaşa kadar çocuklarını yetiştirmek için özel hocalar tutabilir. Ama bu, çok az bir kesimin büyük bedeller ödemeyi göze alarak yapabilecekleri bir tercihtir. İngiltere’de bile daha dün müslüman olmuş Yusuf İslâm kalkıp İslâm Okulu kurarak işe başlıyorsa, bu ülke insanı çok geride kalmış demektir.
Öncelikle vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, câiz tâbirinden de öte insanlık suçu olduğunu ilan edecekleri, resmî âyinlerde şirk unsuru olan hususlar varsa bu törenler, bazı derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar varsa onlar, kamuoyuna hâlâ yansıtılmamıştır. Burada ben, tartışmalı olan, yoruma tâbi olan hususları kastetmiyorum. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Varsa yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim okullardan istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka. Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine koyduğu bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Çözüm konusunda azîmet veya ruhsat olarak iki çizgiden biri seçilmelidir. İlki, yanlış olarak radikallik denilen savaşçı kimliği, Allah askeri olmak ile; diğeri de en asgarî bir tevhid eri Müslüman kimliğiyle alâkalıdır. Birincisi toptan reddetmektir, tüm tâğutları ve tâğûtî kurumları. Bedeli vardır elbette bu tavrın. Mümkün ki, bu tavır savaş ilanı kabul edilecek, sürgünler yani hicretler, mahrûmiyetler, sıkıntılar, cezalar gibi karşı tarafın zulmüne göğüs germeyi gerektirecektir. Ayrıca, alternatifler oluşturmadan sadece tavır almak yeterli olmadığı için imkânlar oranında çözüm üretmeyi, müslümanca bir eğitim arayış ve çabalarını da mutlaka oluşturma mecburiyetini de ebeveynin sırtına yükleyecektir.
Her müslümanın kahraman olması beklenemeyeceği, İslâm’ın bedevîlerin, ihtiyar kadınların, âciz müstaz’afların da dini olduğu için, ruhsat yolu da tercih edilebilir. Bu konuda, tâviz verilebilecek hususlarla tâviz verilmesi bir Müslüman için mümkün olmayan şeyleri ayırt etme mecbûriyeti karşımıza çıkmaktadır. Müslüman, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerde ve böyle ortamlarda belki zâhiren tâğutların egemenliğini kabul etmiş gözükerek Allah’ın affetmesini umacağı günahlarla bu konuda tâviz vererek kurtulabilir. Ama, yeterli bir ikrâh olmadığı müddetçe küfür lafız söyleyemez ve küfür davranışlarını
- 760 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sergileyemez. Bülûğa ermemiş olan temyiz yaşındaki çocukların mürtedliği de geçerlidir Hanefî fıkhınca. O yüzden çocuğunu kendi elleriyle ateşe atmamak için ebeveyn, onu kurumlardaki küfre karşı uyarmalı, Müslüman kimliğini nasıl taşıyıp nasıl koruyabileceğini iyi öğretmelidir. Cezalar da verilse, tâğutların övgüsü niteliğindeki şiirleri okumayacak, onların övüleceği bayram ve törenlere katılmayacak, en azından ağzından tâğutların kutsallarını över anlamda sözler çıkmayacak ve bu tür davranışlardan her ne pahasına olursa olsun uzak kalacaktır. Bu konuda ant törenleri ve bayramlar çözüm getirilmesi gereken problemler olarak karşısına çıkacaktır Müslüman ebeveynin. Derslerdeki terslikler, yani bir Müslüman açısından küfür olan hususlar tesbit edilmeli ve zihin ve gönüllere o tür zehirli gıdaların girmemesine özen gösterilmelidir. Okullarda nasıl gıdalar verildiği, her akşam çocuk eve geldiğinde kontrol edilmeli ve varsa zehirler iyice yerleşmeden hemen temizlenmelidir.
Müslümanım diyenlerin genelini bağlayacak şekilde yine de çok şeyler yapılabilir.
Neler Yapılabilir?
1- Evler okul olmalıdır. Çocuğun eğitiminden dinimize göre direkt olarak ebeveyn sorumlu olduğundan esas muallim ve mürebbi (öğretmen ve eğitici) anne ve baba olmalı, evler de esas okul haline gelmelidir. Kişilik/karakter eğitimi esas olarak ancak evde ve aile ortamında verilip inşâ edilebileceği gibi; müslümanlık da, ahlâk, sevgi ve samimiyet gibi erdemler de çocuğa mükemmel olarak ancak evde kazandırılabilir. “Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık, muallimlik ve muhtesiblik yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven anne, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini davranış ve fedâkârlığıyla ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
2- Münkerden nehy görevi yapılmalı, çocuk evde karantinaya alınıp, günlük ve haftalık arındırmalardan geçirilmelidir. Okulun, iletişim araçlarının, medyanın, sokağın/çevrenin münkerlerinden çocuklar evde arındırılmalı, gönül ve zihinlerine bulaşmış tortuların atılması sağlanmalıdır. Çocuklarımız, okul sonrası, seyrediyorlarsa tv. sonrası ve giriyorlarsa internet sonrası virüs taramasından geçirilmelidir. Çocuk eve geldiğinde, yanlış bilgilerden, câhilî kültürden, kötü ahlâktan, çirkin alışkanlıklardan temizlenmelidir; çamurda oynayan çocuğun eve girer girmez temizliği yapılıp mikroplardan arındırıldığı gibi. Küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Anne ve babalar gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
3- Emr-i bi’l-ma’rûf yapılmalı, hakkı tavsiye etmeli ve tevhidî eğitim ve şuur verilmeye çalışılmalıdır. Bütün bunlar mutlaka sevdirilerek yapılmalı; eğer
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 761 -
dinden nefret ettirecekse usûl/metod mutlaka değiştirilmeli, dini sevdirme ve dinî bilgi konusunda mutlaka birinden tâviz verilmesi gerektiğinde sevgiden/sevdirmekten kesinlikle taviz verilmemelidir. Çocuklara özgüven ve güzel ahlâk kazandırılmalıdır.
4- Helâl haram ayrım ve bilincini aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmelidir. Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne ve babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı? Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması veya seyredilmesi de insanı hasta eder. Bazı ana ve babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
5- İslâm’ı sevdirmeli, çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi vermeli; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatmalı, her konuda şuurlandırmaya çalışmalı, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretip sevdirmeli. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır. Kız çocuklara küçük yaşlardan itibaren tesettür ve hayâ bilinci, kız ve erkek çocuklara ibâdet ve özellikle namaz şuuru kazandırılmalı ve bu konuda çok titiz olunmalı.
Görüldüğü gibi esas iş, ana ve babaya düşmektedir. Bunun yanında elbette çözüme katkı cinsinden cemaat ve kurumların da büyük sorumlulukları vardır. Mü’minler, böyle bir konuda birbirleriyle yardımlaşmayacak da hangi konuda yardımlaşacak? Bu alanda kimler neler yapabilir, özetin özeti olarak ona temas edelim:
Cemaat ve kanaat önderleri, yazarlar ve hocalar eğitimi ciddiye almalıdır; faâliyetlerinin birinci sırasına, merkezine yerleştirmelidir. Yapılabilecekleri tavsiye etmekle, sempatizanlarını yönlendirmeyle de yetinmemeli, bu konularda öne düşmeli, örnek olmalı, organizelere katkıda bulunmalıdır.
Asr-ı saâdette eğitimin merkezi olan câmilerimizin bugünkü şartlarla bu
- 762 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alanda bir boşluğu doldurabileceklerini sanmıyorum. Elif be öğretiminden (öğretir gibi yapmaktan) ibâret olan câmi kursları, hiçbir şekilde alternatif özelliklere sahip değildir; “yetersiz” bile değildir. Kur’an eğitimini daha farklı mekânlara taşımanın şu ortam için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
Yayınevleri, tevhidî duyarlığa sahip uzmanlara eğitimle ilgili alternatif kitaplar, dergiler, broşürler hazırlattırıp bunları yayınlayabilir. Sesli ve görsel malzemeler alanında faâliyet yapabilenler bu alanda hizmet verebilir.
Radyolara da büyük iş düşmektedir. Radyo okulu şeklinde çalışmalar yapılabilir. Okul ciddiyeti ve programıyla müfredatlar hazırlanıp sunulabilir. Okullarda uygulanan ders konularının tashihi yapılabilir.
Cemaatler, dernekler, vakıflar ana baba okulları/kursları açabilir. Ders araç ve gereçleri hazırlayabilir. Sadece kendi mekânlarında eğitime katkıda bulunmakla yetinmeyip evlerdeki çalışmalara yön verecek katkılar ve destekler sağlayabilir. Her yaş dilimine yönelik kitap, dergi, CD, kaset, hatta radyo ve TV faâliyeti yapabilir.
Allah, Kitab’ında Kendi yolunda cihad edenlere yollarını açacağını vaad ediyor.3500 “Kim Allah’tan korkar takvâ sahibi olursa, Allah ona bir çıkış yolu verir.”3501 Yeter ki samimi olunsun ve gönülden istensin…
İnsanımızda yeterli şekilde savaşçı kimliği yok. Truva atının içerisinde, karşı tarafın savaşçısı olarak bir misyon yüklenmeliyiz; Hz. Mûsâ’nın Firavun’un sarayında üstlendiği bir misyon gibi. Bu noktada biz çocuklarımıza dâvâ adamı kimliğini verirsek, çocuk kendiliğinden yola girer diye düşünüyorum. Tamam da bu kimliği vatandaşa ne kadar verebilmişiz ki, o çocuğuna versin?
Evlerimiz
Acaba hangi kurumlar Ali’leri ve Fâtıma’ları oluşturdu, bunlar hangi kurumun ürünleriydi? Dolayısıyla burada evi merkeze alarak değerlendirirsek, İslâmî bir toplumda, üç sacayağı kurum vardır. Bu ev, câmi ve medresedir. Medrese yerine bugün dernek vs. diyebiliriz. Ama işte Hz. Mûsâ ile ilgili ayete3502 ve Mekke dönemindeki Hz. Peygamber’in uygulamalarına baktığımızda, ev dışında bir kurum yok. Ev, başkalarının müdahale edemeyeceği bir alan. Dolayısıyla tek kurum var. Hz. Mûsâ’ya vahyedildiği gibi, “evlerinizi mescid edinin” ki, ben mescidi genel anlamda geniş fonksiyonlu bir yer olarak düşünüyorum.
Darul Erkam bir evdi. Bu gün eğitimin de yön vericisi, bel kemiği olması gereken yerlerimiz evlerimiz olmalı. Biz, kurumları olmazsa olmaz gibi gördük. Alternatifleri, illa bir kurum vasıtası ile düşünmenin çıkmazlarını hesaba katmalıyız. “Okullarla nasıl yarışabilirim?” diyoruz. Bu, imalâthaneye bile sahip olamayan sadece el tezgâhı olan birinin fabrika ile yarışma zorunluluğu duyması gibi bir şey. Dolayısıyla yarışmaya kalkıyoruz, galip olamayacağımız bir savaşa giriyoruz, yaralarımız büyüyor, çıkmaz sokaklara kendimizi mahkûm ediyoruz.
Burada yine Hz. Peygamber’in olumlu bir vasfı olarak “ümmî” vasfını ele
3500] 29/Ankebût, 69
3501] 65/Talâk, 2
3502] 10/Yûnus, 87
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 763 -
almak lâzım. Ümmî, “okuma yazma bilmeyen”den ziyade, “anneye mensup olmak” demektir. Yani, anneden doğduğu gibi, fıtrî yapısını koruyan demektir ümmî. Câhiliyyenin hiçbir pisliğine bulaşmamış, fıtratına uyan demek. Ümmet kelimesi de aynı ümm kelimesinden türemiştir ve anne kavramının olumlu yapısını içerir. Çocukların yetişmesinin sorumluluğu, anne ve babaya ait olması gerekirken, bu işi anne ve babanın vekillerinin merkeze alındığı ve yarışamayacağımız bir alan olan kurumlar ile halletmeyi öncelikliyoruz. Hâlbuki, Hz. Fâtıma’yı babası Hz. Peygamber yetiştirdi. Hz. Ali’yi de Erkam’ın evi ve Peygamberin öğretileri yetiştirdi. Herkes kendi çocuğunu evvelâ kendisi, diğer müslümanlarla yardımlaşarak yetiştirmeye çalıştı. Bu durumda kurumların hegomanyası olmayacak, mağlup olma riski büyük olan bir alana müslümanın kendisini sıkıştırması söz konusu edilmeyecektir. Okullar sadece belirli saatlerde, sadece belli mekânda, sadece uzmanı olan öğretmenin, sadece kendi müfredatı ve konusuyla ilgili, sadece eğitim (aslında sadece öğretim) verdiği bir kurum. Hâlbuki insan yetiştirmenin bireyle, zamanla, mekânla, konuyla, öğretmeyle sınırlanamayacak kapsamda yüceliği vardır.
Bunun yanında hiçbir öğretmen, öğrencisini bir anne ve babanın evlâdını sevdiği kadar sevemez, onların fedâkârlık yapacağı kadar yapamaz. Fıtratta bu denli sevgi ve özverililik yok çünkü. Belki öğretmen de çok gayretli olabilir, ama fedâkârlık ve sevgi anlamında anne ve babanın yerini hiçbir eğitimci, hiçbir öğretmen tutamaz. İşte biz bu yedeği, vekili asıl yapı yerine koyduk. Yani Mûsâ (a.s.) döneminde de, Mekke döneminde de evin merkez teşkil ettiği bir yapı var. Câmiler de, bugün İslâmî merkez ve eğitim mekânı olarak kullanamadığımız dışlanmış bir yer haline geldi. Yani câmiler bir devlet kurumu durumunda. Kanunlar var, yönetmelikler var, devlet buraları nasıl işleteceğini belirliyor. Hatta imam olmak için kanun açısından müslüman olma şartı aranmıyor. Hatırlayın, Turan Dursun gibi ateist ve İslâm düşmanı biri yıllarca müftülük yaptı, imamların âmiri oldu. .
Demek ki, bugün tarihe karışmış medresenin yerini tutan özgür ve bağımsız İslâmî bir eğitim kurumu olmadığı gibi, câmiler de bu özelliklerden aynı derecede uzak. Tek kurum kalıyor; o da ev. Zaten insan eğitiminde ana ve babanın rolü başkasına devredilemez. Ailenin merkezî bir rol üstlenmek zorunda olduğunu söylemek istiyorum. Çocuğunun eğitiminin kendisini direkt ilgilendirdiği kişi, anne ve babadır. Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar, annesi ve babası onu hıristiyanlaştırır, yahudileştirir (hadisin bir rivâyetinde), müşrikleştirir. “Müslümanlaştırır” denmiyor. Zaten müslüman fıtratı ile doğmuş. Bu aslî yapı korunup kirletilmezse, zaten müslüman olacak. İkinci olarak “çevre şartları, okul, çocuğu hıristiyanlaştırır…” da denmiyor; anne ve babasının bu işlevi gördüğü söyleniyor. Dolayısıyla okul, çevre, televizyon dediğin şey, anne ve babanın seçtiği, kendine bir vekil olarak görev ve yetki verdiği şeylerdir. Anne ve baba, çocuğunu İran’da ya da Mekke’de yetiştirmek isterse, televizyon ya da çevre faktörleri (arkadaş, okul, medya, oyun, iş, komşu ve benzeri) de çok farklı olabilecek, hatta çevresel sorunlar çözüme dönüşebilecektir.
Eğitim ve Okul Kelimeleri; Alternatif Hakkı
“Eğitim” kelimesine gelince; Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. 1935 Yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında türetilmiş.
- 764 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tâbir edilen söz canbazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.
Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faâliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.
Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, iki tane
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 765 -
İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak Ahmet Akgündüz, diğerinin Süleyman Ateş (hâlâ başında mı bilmiyorum?) var.
Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım da, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Câmiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek de zor. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.
Çocuğu dört bir yanından kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.
Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.
Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa kesinlikle cenneti hak eder.
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk
Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz
- 766 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah’a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücâdelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Bazıları, putlaştırdıkları kişilerin kabirleri veya kutsallaştırdıkları simgeler karşısında müslümanların namazdaki kıyamlarına benzer şekilde hazır ol vaziyete geçer, saygı duruşunda bulunur. Hatta, namazda doğal kabul edilebilecek bir davranış (kaşınınca başı kaşımak, öksürmek vb.) böyle bir saygı duruşunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkası olmadığı halde, herhangi bir açılış programında, ya da bir törende saygı duruşu ile başlamak câhiliyye toplumlarının dinî bir kuralı kabul edilir. Bu tür programlara katılan müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine rağmen bu saygı duruşuna katılma zorunda bırakılır. Okullardaki bütün öğrenci ve öğretmenler her hafta okul açılış ve kapanışlarında, bayram kabul edilen zamanlar gibi özel günlerde bu tür saygı duruşlarına mecbur tutulur. Bu tür tavırlar, aslında bir tapınma ve âyindir.
İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En fazla önem verdiği husus, bireysel, sosyal ve siyasal hayatta tüm çeşitleriyle şirkin izâlesi ve tevhidin ikamesidir. İslâm, put amaçlı heykellere çok sert ve net tavır aldığı için müslümanlar 20. y.y.’a kadar bu çeşit putlaştırmanın etkisinden uzak yaşadılar. Put heykelleri ve putlaştırılma ihtimali olan resimleri büyük günah kabul ettiler. Yirminci asırda, tâğutların ve onların kurduğu tâğutî yönetimlerin etkisi ve dayatmasıyla her çeşit putlaştırma müslümanları kuşatmaya başladı.
Bazı çevreler, yani laiklik ve Kemalizm dinine mensup olanlar, bu yapılanın gayet doğal ve doğru olduğunu, bizim istediğimiz İslâmî bir sistem olmuş olsa, tersinden aynısını bizim de yapacağımızı ileri sürebilirler. Hayır, bu yapılanlar hiçbir özgür vicdanın kabul edemeyeceği bir köleleştirme, başka dinden hiçbir şahsın kabul edemeyeceği dinî baskı ve dayatmadan ibarettir. Tâğutların, Atatürk ilkelerine uygun olarak kendi hevâlarından kanun ve hükümler çıkarıp insanlara dayattıkları bu tür despot yönetim yerine, Allah’ın indirdikleri hâkim olsaydı, böyle İslâmî bir yönetimde kesinlikle biz Müslümanlar dinimizi başkalarına zorla uygulatma yoluna gitmezdik. İnsanlar hangi dini özgürce seçiyorsa o dini rahatlıkla öğrenip uygulayabilecekleri ortamlar hazırlamak zorunluluğu hissederdik. Tabii ki, okullarımızda, radyo ve tv. programlarımızda kendi dinimizi tebliğ ederiz, ama başka dinden hiç kimseyi bizim gibi ibadete zorlamayız. “sizin dininiz size, benim dinim bana” der, onların taptıklarına ibâdet etmeyip, onların da bizim ibadet ettiğimiz zâta kulluk yapmayacaklarını kendi dinlerinin gereği kabul ederiz. Etmek zorundayız. Çünkü Kur’an bunu emrediyor, dinde ikrâhın/zorlamanın olamayacağını vurguluyor. Biz, dinimizi uygun olan ortamlarda açık ve net şekilde tebliğ ederiz, başkalarının dinine sövmeyiz. Kendimizin Müslümanlığı tümüyle yaşama hakkımız olduğu gibi, başkalarının da kendi dinlerinin gereklerini yerine getirmelerine kesinlikle müdâhale etmeyiz. Tebliğ
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 767 -
ettiğimiz dinimizin adını net olarak koyar, insanları net olarak ona dâvet ederiz. Bugün şikâyet ettiğimiz şey, uygulanan resmî dinin, başta eğitim olmak üzere, yargı, ticaret, insanlar arası ilişki gibi hemen her alanda İslâm’a hak tanımaması ve baskı altında tutup kendi bâtıl dinini zorla dayatmasıdır. Ayrıca, bütün bunlar, kaypakça ve kalleşçe, yani bizim kavramlarımızla söylersek münâfıkça tavır içinde uygulanmaktadır. Avrupa’da çocuğunu okutmak zorunda kalan gurbetçi vatandaşlarımızın işi daha kolaydır. Onlar, okulların İslâm okulu olmadığını, öğretmenlerin de Müslüman olmadıklarını biliyorlar, rahatlıkla çocuklarına anlatabiliyorlar. Oradaki okullar ve öğretmenler de münâfıkça davranıp “biz de sizin dininizdeniz” demedikleri için çocuklar da okullarda öğrendiklerinin İslâm’a ters düşen çokça yönleri olduğunu rahatlıkla biliyor, gerekli görüyorsa kendi dinini başka ortamlarda ve gerçekten Müslüman olan kimselerden öğrenmeye çalışıyor. Buradaki eğitimin İslâm’la uyuşmadığı ve farklı bir dinin çerçevesi içinde eğitim verildiği gerçeği ısrarla göz ardı ediliyor. Açıkça, “biz Müslümanlığa düşmanız, irticadan kastımız İslâm’dır, İslâm’ın kaMûsâl alan dediğimiz toplum hayatında en küçük bir görüntüsüne bile müsaade edemeyiz. Eğitim kurumlarımızda ve diğer tâğutî kurumlarımızda İslâm’ın açığa çıkan hiçbir ibâdetine, hiçbir emrine izin veremeyiz, biz tüm insanları devletin adı konulmamış dini olan Kemalizm kurallarına uymalarını zorunlu görüyor, dayatıyor ve İslâm’ı düşman kabul ediyoruz” deseler, nifak çizgisinden kurtulmuş, maske takmadan erkekçe mücadele etmiş olacaklar. Böyle yapmış olsalar câhil ama kendisini Müslüman kabul eden halkın şiddetli tepkisiyle karşılaşacaklarından korkuyorlar.
Eğitim, “Rab” kavramını tümüyle içeren bir olgudur. Rab, terbiye edip yetiştiren demektir. Allah’ın eğitim konusundaki prensipleri kabul edilmeyince, O’ndan bağımsız ve O’na rağmen eğitim yapan kişi rablik iddiasında bulunmuş, bu kimsenin Allah’ın ilkelerine ters eğitimini kabul eden, onda bu hakkı gören kişi de o şahsı rab kabul etmiş olur. Vahyi tümüyle reddeden kurum tâğut hükmündedir ve Müslümanların reddetmesi gereken yapıdır.
ABD’de, Avrupa’da okulları ve askerliği protesto eden vicdanî retçiler, “anarşistler”, sıkhlar, Yehova şâhitleri ve benzerleri var. Buralarda da benzer hak arayışı olmalı. Müslümanların okullara karşı çıkıp alternatif oluşturma çabası, çözümlerden bir tanesi olarak değerlendirilebilir. Bu tavrı beğenmesek, ya da bedelinin zor olduğunu düşünsek bile, içimizden bazılarının yapmaları gereken bir seçenektir bu. On defa başarısız olsalar da, on birincide başarılı olmak niyetiyle denemeleri, eskilerden tecrübe alarak, bazı müslümanların evlerini Erkam evlerine, küçük çaplı mescid ve okul sistemine benzetmeleri gerekiyor. Bunu deneyenler nerelerde hatalar yaptı? Sadece antitez öne çıkarıldığı için çocuklar eksik, yarım yetişti. Okulun yerini başka şeyler doldurdu. Ya da çocuğun kafasında okulun bir eksikliği vardı, bu giderilemedi; hatta okul putlaştı, yüceldi, büyük bir değer oldu. Diploma kutsal bir kitaba dönüştü. Bunlara alternatif neler olabilirdi, başka hatalar nelerdi ve nasıl düzeltilebilirdi?
Çocuk, anne ve babaya emânet olarak teslim edilmiş bir fitnedir/sınavdır. Ana ve baba, kendisi veya vekilleri eliyle çocuğun ya İslâm fıtratını koruyacak, ya da şirke bulaştıracak. İkincisi olursa, âhirette de kendisini bu şekilde yetiştiren büyüklerine evlât şöyle diyecek: “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize/beylerimize ve büyüklerimize itaat edip uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar’
- 768 -
KUR’AN KAVRAMLARI
derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetleyip rahmetinden kov.” 3503
Çağımız, bilgi çağı değil, bilgi kirliliği çağıdır. Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için bile gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına (insan istemese bile) dayatarak depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana ve babaları yetiştirecek ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç var. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana ve babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk hanımın kendisiyle birlikte kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
Dernek, vakıf ve kursların durumu da gözden geçirilmelidir. Dine hizmet iddia ve amacıyla ortaya çıkan İslâmî eğitime katkı hedefindeki kurumlar giderek bu araçların amaçlaşması ve motor olmak yerine fren görevi üstlenmeye başlaması riskine karşı çok uyanık olmalıdırlar. İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve hantal yapılanmalar yerine; ciddi, özgür ve özgün alternatifler, gerekli değişime çabuk uyum sağlayabilecek mobil çalışma sistemleri ve farklı seçenekler oluşturulmalıdır.
Eğitim, hevâî isteklere (vahyin tesbit ettiği şekilde) istikamet ve sınır tâyin edebilecek irâde eğitimini, tevhidî bilinci, ibadete devamı ve ahlâkî özellikleri ihmal etmeyecek şekilde, daha doğrusu bunların temel alındığı bir ölçüde değerlendirilmelidir. Bunların, vahyi merkeze almadan yerine getirilemeyeceği gibi, ümmet planında ve ideal tarzda yerine getirilmesi ve eğitim problemlerinin kesin çözümü için İslâmî bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bununla birlikte cemaatler ve riskleri göze alabilen müslümanlar, kendi çocuklarıyla ilgili radikal (tâğutun kurumlarını reddedip onlarla uzlaşmayan) tavırlar alabilmeli; lokal, kısmî ve yüzeysel de olsa çözümler üretmek için işbirliğine gidebilmelidir. Yakın yaşlarda çocukları olan beş on ebeveyn birleşerek ev ortamını okula dönüştürecek çalışmalar yapabilmelidir. Ama, riskleri göze alamayan mü’minleri bırakın tekfir etmeyi, onları kıracak tavırlardan bile kaçınmalı, halleriyle örnek ve alternatif olmaya çalışmalıdır. Unutmayalım, bu din, sadece kahramanların dini değildir. Herkesten kahramanlık beklenemez. Kaldı ki, günümüzdeki kahramanlar, bu özelliklerini hayatın tüm alanlarına da taşıyamadıklarını itiraf etmelidir. Unutulmamalı ki eğitim, hayatın sadece bir parçasıdır; tümü değil.
Bunun Adı Putperestliktir!
“Resmî törenler vesilesiyle sergilenen görüntüler ve ortaya konan kimlik İslâmî açıdan neye tekabül etmektedir?” Soruya hemen cevabı vereyim: Tek
3503] 33/Ahzâb, 66-68
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 769 -
kelimeyle: “Putperestlik” yani putperestliğe tekabül etmektedir. Bu törenlerin İslâmî açıdan ne demek olduğuna şöyle cevap verilebilir mi?: “Câizdir, hiçbir sakıncası yoktur, hatta sevaptır. Okullarda uygulanması yetmez, bu sevabı câmi cemaatine de yaymak gerekir. Namazlara da ezanla değil, okullardakine benzer törenle başlanmalıdır. İmamlar câmi önünde cemaati “hazır ol!” komutuyla hizaya sokmalı, câmi önlerindeki göndere bayrak çekilmeli, heykelin önünde saygı duruşunda bulunulduktan sonra câmiye girilmelidir. Hem öyle bedava vatandaşlık yok: Kutsal devlete ibâdet için Kürt bölgelerindeki câmilerde daha kocaman bayrak ve daha büyük heykel olmalı; “devletten Kürt vatandaşlarına kıyak olarak” diye takdim edilmelidir. Önce millî ibâdet, sonra dinî ibâdet gelir, değil mi ya?! Zaten memleket niye kalkınamıyor; hep bu putlara karşı çıkan yobazlardan ötürü. Krizi filan bahane etmeyelim, bir an önce câmileri de okullar gibi heykellerle donatalım, câmi kapılarının önüne minareden daha büyük bayrak direği dikelim. Eh ekonomik olsun diye düşünüyorsanız, onun da kolayı var. Minarelerin büyüklüğüyle oranlı kocaman bayraklar yapalım. Nasıl olsa oradan ezan da okunmuyor, minareler bayrak direği olarak işlev görsün. İmamlar sadece 29 Ekim’de, 23 Nisan’da filan değil, her hafta hutbelerde Atatürk’ten bahsetsin. Yetmez, her gün ve her namazda o büyük devlet adamının geceleri ne kadar kaim, gündüzleri ne kadar sâim olduğuna dair menkıbeler, kıssalar anlatsın. (Çok zorlanmazlar, antrenmanlıdır imamların çoğu. Çok iyi bildikleri menkıbe kahramanlarının sadece ismini değiştirecekler o kadar. Ne yapsınlar canım, zaten “emir kulu” değiller mi?! Câmi cemaati, mihraplara konulacak heykelin önünde vecd içinde vatandaşlık görevini yerine getirerek saygı duruşunda bulunmadan namaza başlayamasın. Okullarımızda öğrencilerimize yaptırılan bu davranışları câmi cemaatinden esirgemeyelim; böylece hem memleket daha bir kurtulur, hem daha büyük sevaba girilir. Câmilerin bu konuda nasıl bir düzenlemeye gidileceği konusunda allâme-i cihan muhterem Yaşar Nuri Efendi Hazretleri ile televizyonların meşhur şeyhülislâmı, ünü tüm dünyaya yayılmış, büyük ermiş Hazreti Zekeriya Bembeyaz başkanlığında bir komisyon toplanır. Kısa zamanda bu devrimi gerçekleştirirler; böylece Ata’larının (varsa) cennetine aday olurlar. Onun tamamlayamadığı İslâm’da ve câmide devrimi de gerçekleştirmiş, onun izinden gittiklerini ispatlamış olurlar…”
Böyle bir cevap mı bekleniyor kamuoyu tarafından? “Dâru’l-İslâm”, “ülü’l-emre itaat”, “vatan sevgisi imandan”, “vatan uğruna ölen şehitlerimiz”, “cumhuriyet İslâm’dır”, “en iyi demokrasi İslâm’dadır, dört halifenin seçimi de buna örnektir”, “en büyük gazi, Atatürk” gibi konu ve uyduruk malzemeler de Diyanet’in hutbe metinlerinden bulunabilir, diye ilâve etmemi herhalde beklemiyorsunuz. Aslında, bu tür cevap vermek doğru kabul edilmezse, bu yanlışın karşıtının doğru olduğunu herhalde gö(ste)rmek zor olmaz. Okuldaki törenler doğru ise, İslâm açısından sakıncalı değilse, bunları câmideki Müslümanlara da yaymanın ne sakıncası olabilir? Zaten bu câmi cemaati, yukarıda anlatılan hususlarda sakınca görse okullardaki çocuklarına veya torunlarına bu yanlışları vurgulaması, her bedeli ödemek zorunda kalsalar da karşı çıkılması gereken “imanî-tevhidî gereklilik” görmezler mi? Görmediklerine göre?! Evet, okullardaki törenleri sakıncalı görmediklerine göre, aynı uygulamalar yukarıda anlatıldığının hatta fazlası uygulansa, onda da sakınca görürler mi, görmezler mi?
Câmide yapılması ve tapılması câiz olmayan şey, özellikle ibâdet ya da put
- 770 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kavramıyla ilgili ise, başka yerde de câiz değildir. Biz, sadece câmide Allah’ın kulu değiliz. Allah, câmide kendisine, câmi dışında başka ilâhlara yönelmeyi mi meşrû kıldı? Namaz kılarken yönelinen ilâh, okullara, devlete karış(tırıl)mayan âciz biri mi? Namazda yönelinen ilâh başka, devlet kurumlarında ve özellikle okullarda yönelinen ilâh başka mı? Eğer öyle ise, bu, çok tanrılı bir şirk dini olmaz mı? “Câmilerimizde putlar ve putlara tapmaya canımız pahasına karşı çıkarız, yukarıda anlatılan hususlar mescidlerimizde kesinlikle olamaz!” diyenlere altını çizerek ifade edelim ki; tüm yeryüzü Müslümanlar için mesciddir ve yeryüzü mescidindeki putlarla ve putperestlerle mücadele şarttır. Evet, tüm yeryüzü câmidir, mesciddir. Rasûlullah öyle buyurur: “Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm için) temiz kılındı. Ümmetimden biri namaz vaktine ulaştığında nerede olursa namazını kılsın.”3504 Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü’min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir.
Her insanın, kendi dinine göre değişen bir kıblesi ve istikameti vardır. “Herkesin yöneldiği bir yönü (viche) vardır.”3505 Kıble; kalplerdeki imana, kafalarda taht kuran düşünce sistemine ve ferdin kendini tümüyle teslim ettiği “ilâh”a göre değişen bir yön ve istikamettir. “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya, anıtkabir yeter” diyen şâir Kemalettin Kamu gibilerin itiraflarıyla bazı kimseler Kâbe yerine Anıtkabir’i, Çankaya veya Washington’u kıble edinebilmekteler. Kâbe’yi kıble edinenin, tüm varlığıyla kendisini Allah’a döndürmesi, diğer yönlere ve kıblelere itibar etmeyip onları reddetmesi gerekir; çünkü her milletin ve her dinin bir kıblesi, herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü ve istikameti vardır. Mü’min, Allah’ın dinini tanımayanların kıblesine tâbi olmaz. Onlar da İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.3506
Tarihteki putları ve puta tapanları incelediğimiz zaman, şirk temeline dayalı putçuluğun, günümüzde geçerli olan şirkten ve putçuluktan pek de farklı olmadığını görürüz. Mekke’li müşrikler de “Allah” inancına sahipti.3507 Fakat, Kâbe’de tavaf etmek gibi Allah’a ibâdet kastıyla bazı görevleri yaptıkları halde, zaman zaman put heykellerin karşısında saygı duyuyorlar, onların önünde törenler düzenliyorlardı. Allah’ın hükmü yerine Mekke site devletinin parlamentosu Dâru’n-Nedve’nin kanun yapmasını ve Ebû Cehil gibi tâğutların kendilerini yönetmelerini istiyorlar, eski büyük tâğutlarını da unutmamak için heykellerine hürmet ediyorlardı. Onlar da yer yer dindar kesilmelerine rağmen, tevhid’in karşısında durarak şirke sarılıyorlar, putlarından vazgeçmiyorlardı.
Israrla vurgulamalıyız ki, İslâm’ın hâkim değil mahkûm olduğu ülkelerdeki okullarda müşrik olmama özgürlüğü yok. Öğrenci ve öğretmen olarak şirk tornasından geçmeme hakkı için mücâdele gerekiyor. Bir manifestomuz yok. Bir müslümanın her çeşit eğitim kurumlarında yapmasının kesinlikle câiz olmadığı şeyler, yapıldığında öncelikle insanlık suçu olduğu ilan edilecek davranış ve sözler, resmî âyinlerde/törenlerde, şirk unsuru olan hususlar, derslerde kabulü ve dillendirmesi şirk olan durumlar, tâğutları övmeler vb. kamuoyuna hâlâ
3504] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84; Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56
3505] 2/Bakara, 148
3506] 2/Bakara, 145
3507] Bak. 29/Ankebût, 61, 63; 39/Zümer, 3
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 771 -
yansıtılmamıştır. Çok net olarak, eğitimle ilgili İslâm’la bağdaşmayacak şirk unsurları şunlardır diyerek maddeleştirip kamuoyuna veli, öğrenci ve öğretmenlere ilan ve tebliğ bile edememişiz. Şirki güncel açılımlarıyla topluma duyuramamanın vebalinin büyüklüğünü düşünmek bile zor. Her vatandaşın ve her düzenin bunları rahatlıkla bilmesi ve zulmün boyutlarının sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sanki tevhidin yasaklanmasından ve putperestliğin mecbur edilmesinden daha önemliymiş gibi, varsa-yoksa sadece başörtüsü yasağı gündemde. ABD gibi, Avusturya ve diğer Avrupa ülkeleri gibi, başörtüsünün suç olmadığı memleketlerde yaşasaydık, bizim câhiliyye okullarından istediğimiz olmayacak mıydı? Yani sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsünden başka?! Başörtüsüne bile müsaade etmeyen bir zihniyet aracılığıyla, başın içine konulan inanç, bilgi ve kültürün ne olup olmadığı, ciddi mânâda maddeler halinde net olarak dosta düşmana ilan edilebilmiş bile değildir ki, ona göre eylem planı hazırlansın.
Evet, maalesef bin kere evet; Bu törenler, bir âyindir, putperest tapınmalarıdır. Allah’tan başka rab edinmenin, başka ilâh kabul etmenin, tâğutlara ibâdet etmenin göstergesidir. Tepkisiz ve buğzsuz olarak bu törenleri kabullenmek insanı şirke götürür. Şirk de Allah’ın affetmeyeceği tek büyük suçtur. Kişiyi dünyada Allah’ın yardımından uzaklaştırır, âhirette de ebedî cehennemlik yapar. Şirk, hastalıktır, bünyeye sonradan giren bir mikroptur, bir ârızâdır, bir anormalliktir. Bir küçük kibrit çöpü koca ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir. Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesâd, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk vardır.3508 Tevhid ve şirk insanlık tarihi boyunca insanların bağlana geldiği iki dinin adıdır. İnsanlık tarihi şirkle tevhid arasındaki mücâdeleden ibarettir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde vurguladıkları temel esas tevhiddir. Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde en çok durduğu konu tevhidin önemi ve şirkten uzak durulması konusudur.
İbrâhim (a.s.), babasına ve kavmine demişti ki: “Sizin şu karşısında durup ibâdet ettiğiniz heykeller nedir? (Babası ve kavmi), ‘Babalarımızı onlara ibâdet eder bulduk’ dediler. (İbrâhim), ‘Doğrusu siz de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz’ dedi.”3509; “Siz Allah’ı bırakıp da size hiç fayda ve zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh olsun size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Siz hiç akıllarınızı kullanmaz mısınız?” 3510
Putperest törenlerini boykot çağrısına tüm yüreğimle katılıyor ve bütün muvahhid mü’minlerin bu boykota katılmalarının tevhidî bir mecburiyet olduğunu tüm gücümle haykırıyorum. 3511
Buyrun hep beraber andımızı tazeleyelim: “Ey kâfirler! Tapmam sizin taptıklarınıza. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” 3512
Eğitim ve Tekfir
Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz.
3508] 21/Enbiyâ, 22
3509] 21/Enbiyâ, 52-54
3510] 21Enbiyâ, 66-67
3511] Ahmed Kalkan, Haksöz Dergisi, Sayı 213, Aralık 2008
3512] 109/Kâfirûn, 1, 6
- 772 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.
Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Günümüzde Batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. 3513
Kendimizin ve yakınlarımızın eğer çocuklarını okula gönderiyorlarsa, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;
Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,
İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak
Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,
Andımız denilen sözleri okutmamak,
Bayramlara çocukları göndermemek,
Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,
Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,
Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak
Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.
Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek,
3513] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 459
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 773 -
Kur’an’la tanıştırmak gerekir.
Şirk ve küfür olarak haklarında Kur’ân-ı Kerim’de çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şâhitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şâhit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şâhitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 3514
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” 3515
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” 3516
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”3517 Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü
3514] Buhârî, Edeb 44
3515] Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111
3516] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5
3517] 60/Mümtehine, 5
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.
Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”3518 diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.
Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz. O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?
Bugün oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihâdî durumlar vardır.
3518] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 775 -
Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.
Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.
Demokrasiyi savunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmemek küfür olduğu gibi, böyle tâğutları veya tâğut adaylarını desteklemek, küfrün kanunlarıyla hükmedeceği kesin olan kimselere oy vermek de küfürdür. Ama bu küfür (günümüz şartlarını ve dinin benzer konulardaki yaklaşımını hesaba kattığımızda) insanı kâfir etmeyen bir küfür olabilir (“olabilir” diyorum; yani olmayabilir de; iki yönden de ihtiyatlı hassâsiyetle yaklaşmak gerekir). Kişiyi küfre götürmeyen küfür (el-küfrü dûne’l-küfür), kişiyi müşrik yapmayan şirk de vardır. Riyânın şirk olduğu, fakat sahibini müşrik yapmadığı gibi.
Gerçek Eğitim Yuvası Ev, Esas Öğretmen de Anne ve Babadır
“Biz de Mûsâ ve kardeşine; ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın ve evlerinizi yönelinecek kıble, namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Mûsâ, size uyan) mü’minleri (zaferle) müjdele!’ diye vahyettik.” 3519
Bu âyetten anlaşılmaktadır ki, Firavunların hâkim olduğu yerlerde, evlere sahip çıkılması, evleri hem bir sığınak, hem birer kale edinmek, tüm fonksiyonlarıyla mescid haline getirip kurumlaştırmak şarttır.
Mekke döneminde, İslâm’ın tebliği ve hâkimiyetine yönelik faâliyet alanı
3519] 10/Yûnus, 87
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak tek kurum vardı: “Erkam’ın evi.” Bu ev, tüm fonksiyonlarıyla mescit ve mektep görevi yapıyordu. Kâfirlerin müdâhalesinden, hatta bilgi ve kontrolünden tümüyle uzak bu özgür kurum, insanı hem nefsinin hevâsına kul olmaktan ve hem de değişik tâğutların kulu-kölesi haline gelmekten koruyan bir kale idi.
Mescid, sadece ma’bed görevini yerine getirip dünyevî hayatla bağlarını kesen laik kurum değildir. Asr-ı saâdet örneğindeki mescid, şu fonksiyonları da görür: Eğitim-öğretim kurumu ve kültür merkezi, kütüphane, cihad karargâhı, irşad yeri, buluşma ve görüşme mekânıdır mescid. Nikâh ve düğün salonudur, misafirhanedir, spor merkezidir, istişâre ve organizasyon meclisidir. O yüzden câhiliyye döneminde mescid haline getirilmesi gereken evlerin de bu özelliklere sahip olması, ya da tüm bu görevleri yerine getirecek “dâru’l-erkam” tipli cemaat evlerinin, vakıf ve derneklerin -tümüyle tâğûtî özelliklerden bağımsız ve özgür olma şartıyla- oluşturulması gerekmektedir.
Hem Firavunlar çağında, hem Mekke döneminde müslümanlar, evlerini ihyâ etmeleri ve evlerinin kendilerini ve çevrelerini ihyâ etmesi için oraları Allah’ın evi haline getirmeleri Kur’ânî bir gereklilik ve nebevî bir tavır olmaktadır.
Hakkıyla edâ edilen namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve kötülüklerin tüm çeşitlerinden alıkoyar.3520 Bu namaz okulu, mal ve parayla imtihanı kazanacak yeteneği kazandırdığı gibi, öğrencisine atalarının taptıkları putları terk etmesini de öğretir 3521.
Bunca şikâyet edilecek ortam, bizim ellerimizle yaptıklarımızın uhrevî cezâsının dünyevî avansıdır. Kendimizi kaybetmeye başladığımız, nesillerimizi kaybettiğimizden belli. Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Evlerimizi ihmal etmenin cezâsını çekiyoruz. Demek ki, işe namazdan ve evden başlamak gerekiyor. Evlere kapanıp o mekânları mezar haline getirmenin tam zıddıdır bu. Namazı kılınıverip ondan kurtulmak değil; namazı ikame edip onunla kurtulmak, evi otel ve lokanta halinden çıkarıp nefsin hevâsını tatminden önce, ruhları doyurup huzura kavuşmanın yoludur bu.
“Bir toplum, kendilerini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez.”3522 Çevre şartlarını bahane ederek “alternatif” isteyen kimseler için samimiyet testidir bu. Evlerden iyi alternatif mi olur? Ev, yöneticiliğin okulu olduğu gibi, İslâm’ı öğrenip öğreteceğimiz ve hâkim kılacağımız alanlardır, yani mescidlerimizdir, okullarımızdır, cephelerimizdir, kalelerimizdir.
Kitle imhâ silâhlarıyla evler devamlı bombardımana tâbi tutulmakta, evler işgale uğramakta, evlerin kıblesini televizyonlar tâyin etmektedir. Müslümanların evleri, mescide ve okula hiç benzemiyor. Çağdaş evler, daha çok sinemaya, gazinoya, stadyuma, kahveye, otel ve lokantaya benziyor. Herhangi bir sahâbînin evi ile günümüzdeki müslümanın evi o kadar farklı ki!.. Günümüzdeki bir müslümanın evi ile bir kâfirinkini ayırdetmek çok mu çok zor. Bu kadar yabancı işgalin içinde âile bireylerinin birbirleriyle sağlıklı iletişim içinde olabilecekleri mümkün
3520] 29/Ankebût, 45
3521] 11/Hûd, 87
3522] 13/Ra’d, 11
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 777 -
mü? Bilgisayarın başında binlerce kilometre uzaktakilerle kolayca iletişim kurabilen insan, ev içindeki yakınlarıyla devamlı uzaklaşmakta.
Her şeyin kolayını, basitini seçen günümüz insanı, görev bilincini yitirmiş, sadece hak ve özgürlüklerinin peşinde sonu gelmeyen koşu içinde yıpranıyor. Müslüman olmanın gereğini düşünmeyen kişi, cennetin ucuz, hatta bedava geleceğini umuyor. Hiçbir bedel ödemeden Allah’ın rızâsına tâlip oluyor. Birinin eteğine yapışarak cenneti garantiye almak, çocuğunu başkalarına emânet ederek kolay yoldan yetişmesini beklemek bunun göstergesi. Kendisiyle birlikte ateşten koruması gereken evlâdını başkalarına havâle ederek sorumluluktan kurtulacağını düşünüyor. Canavarın eline teslim edilen kuzu türünden, çocuğunu kimlerin eline bıraktığını bile düşünmüyor.
Âile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedâkârlık ve birlik ocağıdır. Âile yuvası okuldur, mesciddir; huzur evi ve çocuk yuvasıdır. Hammadde halindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi bir insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan bir müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı bir üyesi olmaları için onları yetiştirip geliştiren bir fabrikadır. Daha doğrusu, böyle olmalıdır. Anne sütünün yerini hiçbir mamanın tutamadığı gibi, gerçek ananın öğretmenliğinin yerini de, hiçbir anaokulundaki öğretmen tutamaz.
Âilelerinde İslâm’ı hâkim kılamayanların; sokaklarını, işyerlerini, toplum ve devletlerini hayra doğru değiştirip dönüştürmeleri beklenemez. Toplumu İslâmlaştırmanın, saâdeti bu asra taşıyıp İslâmî toplum oluşturmanın küçük örneği ve aşaması âile hayatıdır. Âile, erkek için yöneticilik okuludur; Erkek; liderliği, otoriteyi, disiplini, mes’ûliyeti, emânete riâyeti, haklara saygıyı, cemaate imamlığı en iyi şekilde uygulamalı olarak âilede öğrenir. Kadınıyla erkeğiyle fedâkârlığın, karşılık beklemeden vermenin, merhametin, sabrın, ahlâk güzelliğinin öğrenildiği bir okuldur âile. Anne-baba, bir taraftan öğretmeni, diğer yönden öğrencisidir bu okulun. Çocuk, hatta bebek, sanıldığı gibi sadece öğrenci değildir; minicik yapısına bakmadan ana-babasına çok, ama çok şeyler öğretir, çok ama çok değerler kazandırır.
Çocuk bir lütuftur; çünkü anne ve babası ona, nereden gelip nereye gittiğini, bu dünya hayatında vazifesinin ne olduğunu güzelce anlattıkları takdirde tebliğ ve irşad şerefinden hisse sahibi olur. O çocuğun bir ömür boyu işleyeceği bütün güzel amellerinden pay alırlar, sevabına ortak olurlar. Bir nevi ölümsüzleşir hayırlı evlât yetiştiren ebeveyn, sevap kazanmaya öldükten sonra da devam eder; akan, sürekli bir sadakadır müslümanca yetiştirilen çocuk.
Anne-babanın fiilen öğretmenliği, çocukları doğar doğmaz başlamaktadır. Çocuk dünyaya gelince çocuğa ilk bant kaydı yapılacak; kulaklarına ezan okunacak ve kamet getirilecektir. Müslümanlar, bin dört yüz senedir bu sünneti yaşarken bir kısım geri zekâlılar, “bir günlük çocuk, ezanı duyar mı? Ne anlamsız şey bu yapılan?” diyorlardı. Ama günümüz ilmi, bir günlük çocuğun değil; ana karnındakinin bile duyduğunu söylüyor. “Duyduğu kelimeler, şuur altına yerleşir” diyor bilim.
İşte ana-baba, bir günlük çocuğunun kulağına ezan okuyor. “Allahu Ekber = En büyük Allah’tır” diyor. Çocuk büyüyünce yöneticilerin “en büyük benim”
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözüne kanmasın, en büyük olanın ne futbol takımları, ne şarkıcı veya artistler, ne mal-mülk ve para, ne makam, ne şan olduğunu, dünyaya adım attığı gün idrâk etsin ve fıtratı bozulmasın diye, ezan okuyarak tevhid eğitimi veriyor. Allahu Ekber’le adım atılan dünyaya, cenâze namazında yine Allahu Ekber’le vedâ edileceğinden; bu iki kapı arasındaki yolculukta her konuda en büyük olanın Allah olduğu bilinci yer etsin isteyeceklerdir.
“Dünyaya gelen her insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahûdi, hristiyan, mecûsi (farklı bir rivâyete göre veya müşrik) yapar.”3523 Fıtrat, Allah’ın, mahlûkatını, kendisini bilip tanıyacak ve idrâk edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır. “İslâm” yahut en azından “İslâm’a yatkınlık” anlamı taşır. Fıtrat, ruh temizliği, Hakkı benimseme yatkınlığı, olumlu yetenek ve meyiller olarak da tanımlanır. Fıtrat hadisindeki “...sonra ebeveyni onu yahûdi, hristiyan... yapar” ifâdesi, çocuklardaki temiz yaratılışın ve iman yatkınlığının çocuk devresinde çeşitli etkilere göre değişmeye elverişli olduğunu, dolayısıyla eğitimin önemini göstermektedir. Hadisteki bu ifâde, çocuğun İslâm fıtratı üzerinde sağlıklı bir yapı sürdürmesinin, ya da fıtratı bozulup çeşitli bâtıl dinlerle hastalıklı, ârızalı bir hayatın sebebi olarak sadece anne ve babayı gösteriyor. Çevre şartları denilen şey, aslında ana-babanın oluşturduğu, bilinçli veya bilinçsiz tercih ettiği ortamlardır. Çocuğu yönlendiren okul ve medya da yine ebeveyn tarafından seçilip rızâ gösterilmektedir.
Hadiste “ebeveyni müslüman yapar” denilmiyor. Çünkü çocuk zâten müslüman (fıtrat üzere dünyaya gelmiş). Onun içindir ki İslâm dini, dünyadaki bütün çocukları müslüman kabul eder. Çocuğa sıhhat vermek için çalışmayız, o doğuştandır. Anne-baba, sıhhati bozacak zararlı hava, yiyecek, içecek ve giyeceklerden koruduğu gibi, öncelikli olarak çocuğunun fıtratında getirdiği İslâm’ı bozacak etkenlerden, câhiliyyenin şirk ve isyan mikroplarından çocuğunu koruması gerekir. Çocuğun en güçlü eğitimi, âileden aldığı eğitimdir. Çünkü âiledeki eğitim, yirmi dört saat devam eder. İnanç, terbiye, ahlâk, duygu eğitimi en köklü şekilde ancak âilede kazanılabilir.
Tek rabbim Allah’tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan 3524 insanın temel görevi, Allah’ı tek rab kabul edip O’na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb’ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Tevhid, Allah’ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû (şeriata uygun) eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz’î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.
Her doğan Allah’ın en güzel yaratması ile doğar. Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır.
3523] Buhârî, Cenâiz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25, İman 264
3524] 66/ Tahrim, 6
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 779 -
Bütün insanlar hanif olarak yaratılmakta, sonra fıtrata müdahale eden şeytan veya onun temsilcileri onları bozmaktadır. İnsanlığın şirk ve isyan bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanın fıtrî saflığına dönüşü, takvâ ile en güzel olana uyulması, ilâhî prensip ve İslâmî rehberliğe ulaştırmak için İslâmî eğitim şarttır.
“Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lâ ilâhe illâllah olsun.” 3525 Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma yeteneği ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür. Bundan sonra ona kelime-i tevhid öğretilmez ve fıtratı doğrultusunda eğitilmezse âilesi -kendi eliyle direkt olarak veya medya, okul gibi çevre şartlarıyla endirekt yolla yahûdi, hristiyan, ateist, ataist veya müşrik yapar. Bütün insanlar, Allah’a inanmak ve O’na kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler. Anne babalar, kendileri veya vekilleri olan eğitimciler aracılığıyla çocuklarının fıtratlarını bozacak eğitimden sakınarak kendilerini ve ehillerini ateşten korumak zorundadırlar. Fıtratı bozmak, Allah’a karşı gelmek demektir.
Cenâb-ı Hak, mazlum kurbanların fecî durumunu ve onların esas sorumlusu olan kendi ana-babalarına yapacakları bedduâları haber veriyor: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara (bize verdiğin) azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).” 3526
Çocuklarının gıda ihtiyaçlarını karşılamayan ya da tamamen hastalık taşıyan mikroplu pis gıdalarla onları besleyen anne-babanın suçluluğu kabul edilir de, midelerinden çok daha önemli olan kafa ve gönüllerini aç bırakan veya ondan daha kötüsü, hastalıklı düşünce ve inançlarla doldurulmasına sebep olan ebeveyn suçlu sayılmaz mı?
Hadis-i şerifte güzel isim ve iyi terbiye, çocuğun babası üzerindeki hakları arasında zikredilir.3527 Çocuğun en mükemmel şekilde yetişmesi, ihtiyaç duyduğu bütün insanî ve ahlâkî faziletleri, sosyal kural ve davranışları, hepsinden önemlisi tevhidî inanç ve İslâmî değerleri öğrenmesi ve yaşaması, ruh ve beden bakımından sağlıklı, bilgili ve faziletli, ayrıca meslek ve hüner sahibi olabilmesi için ana-babanın tüm imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun hem dünya hem de âhiret mutluluğunu hedef alan böyle bir terbiye, Hz. Peygamberimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “en güzel miras” olarak nitelendirilmiştir. 3528
Okuduğu kitapları, gazeteleri, konuştuğu arkadaşlarını, terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiği filmleri, oynadığı oyunları... kontrol etmeli; gerektiğinde ambargo koymalıdır. Bütün bunları kendi yerine ve daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştirmelidir. Gecesini gündüzüne katıp, “çocuğumu nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapmalıdır.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette
3525] Abdürrezzak, Mûsânnef IV/ 334
3526] 33/Ahzâb, 66-68
3527] Bk. İbn Mâce, Edeb 3
3528] Tirmizi, Birr 33
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
engeller anne-baba; ille de yanmak istese, kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlar onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemez. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken ana-baba seyirci kalamaz. Hele hele bu yanma olayına yardımcı olması, hiçbir şeyle izah edilemez. Evlâdını seven ana-baba, çocuğunun cehenneme doğru yuvarlanmasına göz yummaz.
Teslim etmez kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığını. Sahip çıkar İlâhî emânete, birinci işi o olur, her şeyden önce gelir onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verir; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacı bulunduğunu... öğretir ve sevdirir ona. Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap, dergi, CD diye sunuluyor. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap var; sorumlu ebeveyn alıp okur, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışır.
Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz”3529 diyor. Eğitim konusunda en önemli görev anne ve babalara düşmektedir. Çünkü, çocuklarından direkt sorumlu tutulacaklar onlardır. Çocuklar, ebeveynlere emânet edilen varlıklardır. Fıtratlarını bozdurmamak, onları cehennem ateşinden korumak, yarınlara müslümanca hazırlamak, tüm şeytânî tuzaklara ve hastalıklara karşı, koruyucu aşılar yapmak önce ebeveynin görev alanı ve sorumluluğundadır. Câhiliyye döneminde küçük yaşlarda kızlarını diri diri toprağa gömen insanlardan daha fecisini mi yapıyor ebeveynler dersiniz? Onlar, çocuklarının sadece dünya hayatlarını mahvediyorlardı; Çağdaş ana-baba ise âhiretini. Onlar sadece kız çocuklarını öldürüyorlardı; şimdiki ebeveyn, kız-erkek hepsini. Onlar o çağdaki âdetlere göre kuma gömüyorlardı; şimdikiler ise daha çağdaşça, televizyona, sokaklara, okullara, kitaplara veya kitapsızlıklara, çağdaş tanrı taslaklarına kurban ediyor çocuklarını.
Çocuklarımızı sevmek ve onların geleceğini düşünmek, dünyadaki vazifelerimizin en güzelidir. Çocuklar, büyüklerin yaşama sevincidir, umutlarıdır, gelecekleridir. Unutmayalım ki sevgi bedel ister, fedâkârlık ister. Anne ve babaya emânet edilen varlıkların her yönden yetişmesi emânet edilenlerin sorumluluğundadır. Öğretmenleri, kitapları, çevreyi seçmek, kendi görevinde onlardan yardım beklemek, aslî görevi bir süre için vekillere devretmektir. Unutmamalıyız ki, hiç bir kişi ve kurum, anne babanın yerini tutamaz. Herkes istiyor ki, “filan hoca, filan kuruluş benim çocuğumu eğitsin, yetiştirsin, ben de maddî masrafları karşılayayım. Emâneti başkasına devrederek zahmetsizce sorumluluğumdan kurtulayım. Ben işimle gücümle uğraşırken başkalarının yetiştireceği çocuğumdan dünyada ve âhirette faydalanayım.” Ana-babalık, çocuğun dünyevî, maddî ihtiyaçlarının karşılanması olarak görülmektedir. Eğitim ve yetiştirmede de dünyevi ölçüler ön plandadır. Çocuğun karnının doyurulması yeterlidir. Kafasını ve kalbini başkaları doldurabilir. Hatta neyle doldurulduğunu araştırmak, uğraşmayı, direkt ilgiyi istediğinden o da yapılmaz. Bu kadar iş-güç arasında çocukla nasıl uğraşsın? Bu
3529] Tirmizî, Birr
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 781 -
mantık, ucuzcu mantıktır, materyalist mantıktır. Sorumluluk bilinci değil; sorumsuzluk ve görev kaçkınlığı sırıtmaktadır bu anlayışta.
Ebeveynin çocuklarının midesini doldurup, kafa ve kalbini ihmali, kapitalistçe bir zulümdür elbet. Ama şunu da unutmayalım: Nasıl midelerini mikropsuz, zehirsiz gıdalarla, dengeli beslenme kurallarıyla doldurmak zorundaysak; kafalarına ve gönüllerine giden gıdaların da mikroplardan arınmış, çocukları zehirlemeyecek ve dengeli beslenmeyi sağlayacak temel gıdalardan seçmemiz gerekmektedir. Abur cuburla midenin doldurulması gibi, abur cuburların okunması da insanı hasta eder. Bazı ana-babalar, çocuğuna okul ders kitapları dışında kitap almayı, oyuncak kadar bile önemli görmemekte; çocuğunun tevhîdî iman ve ibâdet bilincine sahip olmasını, güzel duygularının güçlendirilip doğru yönlere kanalizesini lüks saymaktadır. Kendi çocukluğunda kitapla büyümediği için, çocuklarının kitap ihtiyacını umursamamaktadır. Hâlbuki öyle acâyip bir düzen ve ortamda çocuklarımız hayata atılıyor ki, bu devirde okumayanların, canına okuyorlar. Tabii, neyi nasıl okuyacağını bilemeyenler de intihar etmiş oluyor.
Okullardan şikâyetçiyiz. Okulların câhilî eğitim verdiğinin, ders kitaplarının eksik ve yanlışlıklarının farkındayız. Ama yeterli alternatifler üretmiyoruz, imkânsızlıktan değil, isteksizlikten. Çünkü imanı olanın imkânı da vardır. Müslüman, çevre şartlarını aşamayan, zamanın çocuğu, şartların mahkûmu değildir, olamaz. Samimi ise, mutlaka alternatifler bulacak, kendisi gibi düşünen insanlarla bu konuda da yardımlaşacaktır.
Hz. Âişe’ler, Ümmü Seleme’ler, Fâtıma ve Zeyneb’ler nerede, hangi okulda yetişti? Onların önce babaları, sonra kocaları hocaları idi. Eski âlimlerin biyografilerini öğrendiğimizde, hemen hepsinin ilk hocalarının babaları olduğunu görüyoruz.
Çocukla en fazla meşgul olacak olan anne olduğundan, ilk ve en önemli terbiyeci, eğitimci annedir. Çocuğa doğru yolu gösteren, Rabbini tanıtacak, dinini sevdirecek olan önce anne, sonra babadır. Bu büyük görevleri yerine getirecek olanların, önce kendilerini iyi yetiştirmiş olmaları gerekmektedir. Kendini ıslah edemeyen başkasını ıslah edemez. Kendisi doğru olmayanın gölgesi de doğru olmaz. Yüzme bilmeyen, başkasını boğulmaktan kurtaramaz. Kendi eteği tutuşmuş bir itfaiyeci, başkasını yangından çekip çıkaramaz. Eğitim, çok yönlü ehliyet ve uzmanlık isteyen girift bir konu olduğundan, İslâm’ı ve naklî ilimleri ana hatlarıyla bilmek bile yetmemekte, içinde yaşanılan toplumu da çok iyi tanımak, sevgi ve müsâmahayı, sabrı ve tedrîcîliği, eğitim metotlarını, insan ve çocuk psikolojisini, pedagojiyi, yani çocuk eğitim ve terbiyesini temel düzeyde de olsa bilen ve uygulayabilen bir seviye gerektirmektedir. Evler, sadece çocukların değil; anne ve babanın da okuludur. Ama ana-babaları yetiştiren ehil ve emin yerlere büyük ihtiyaç vardır. Müslüman cemaat ve teşkilâtlara düşen önemli bir görev, çocuklardan önce ana-babaları yetiştirmek olmalıdır. Evlilik ve ana-baba okulları açmalı, geliştirmelidirler. Eğer baba evinde ve evlilik öncesinde anne adayı, kendini yeterince yetiştirmediyse, evlilikten sonra sorumluluk kocaya âittir. Zarûri olan hususları ya bizzat kocası öğretecek, ya da öğrenmesine imkân ve fırsatlar oluşturacaktır.
İnsanları Allah’ın dininden uzaklaştırıp kendi sapık anlayışlarını topluma dayatan câhiliyyenin hâkimiyetinde, onların yönlendirmesine açık kurumlar ve
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hantal yapılanmalar yerine, ciddi, özgür ve özgün alternatifler oluşturmak gerekmektedir.
Neler Yapılabilir?
“Koca”, aynı zamanda “hoca” olmalı; evin reisi, liderliğini evde imamlık yaparak da yerine getirmelidir. Çocuğunu canından fazla seven ana, onun cehennemde yanmasına rızâ göstermediğini ispat etmelidir. Çocuğunu cehenneme götüren inanç, düşünce ve eylemlerden koruyacak şekilde onu eğitmenin yollarını bulabilmelidir.
Ebeveyn, çocuklarına her yönüyle örnek olabilecek bir hayatı yaşamaya çalışmalıdır. Aksi halde, sözleriyle telkin etmiş olduklarını davranışlarıyla yalanlamış olurlar. Çocuk da daha çok gördüklerinden, örneklerden etkileneceğinden eğitim başarısız olacak, çocukta da karakter bozuklukları ortaya çıkacaktır.
Çocuklara karşı hoşgörüyü, onları şımartacak, serkeşleştirecek bir noktaya kadar götürmek doğru olmadığı gibi; çocuğun şahsiyetini kazanmasına engel olacak, onu âsîleştirecek veya arsızlaştıracak şekilde katı bir disiplin uygulamak da uygun değildir. Ebeveyn, bu konularda daha çok terğib ve terhib (imrendirme ve özendirme ile sakındırıp caydırma) yöntemlerini kullanmalıdır.
Müfredâtı önceden tesbit edilmiş, planlı, programlı dersler yapılabilir, kitap okuma saatleri düzenlenebilir. Bu derslerde, çocukların yaş ve seviyelerine göre, öncelikle inanç ve ahlâk eğitimleri, rûhî/psikolojik eğitimleri, zihnî eğitimleri, beden ve sağlık eğitimleri ve giderek cinsî eğitimleri, insan ilişkileri ve iktisâdî eğitimleri verilebilir. Hiç değilse, bu konularda ehil ve güvenilir kişilerin eserleri tâkip edilebilir. Çocuğa fazla bilgi yüklemekten çok, onu kişilikli bir müslüman olarak yetiştirip sevgiye dayalı eğitmek daha önemlidir. Kur’an öğrensin, hâfızlık yapsın diye dinden, Kur’an’dan nefret ettirmek yerine; dinini öncelikle sevsin, Allah, Kur’an ve peygamber sevgisi alsın, âhiret bilincine ve köklü bir imana sahip olsun denmelidir. Temizlik ve âdâb-ı muâşeret, terbiye ve nezâket de ihmal edilmemelidir.
Âile eğitiminde anne-babanın, ağabey ve ablanın tâkip edecekleri belli başlı metotlar olarak şunlar sayılabilir: Örnek olma, uygun örnekler seçip gösterme, güzel çevre seçimi, çevreyi uygun hale getirme ve uygun çevrelerle ilişki kurma, olaylar üzerinde, durumlar ve eşyalarla ilgili ortak gözlem yapma ve yaptırma, çocukları etkin ve özgün düşündürme, pratik zekâ çalışmaları, yaparak ve yaşayarak uygulamalı öğrenme yöntemleri, gerektiğinde ölçü ve sınırları iyi tesbit edilmiş ödüllendirme ve cezâlandırma, öğüt verme. Bütün bunların yanında, küfür ve şirk başta olmak üzere kötülüklerden, Allah’a isyan sayılacak davranışlardan, yalan ve hayâsızlık gibi, her çeşit kötü alışkanlıklardan ve tiryakiliklerin her türünden koruma faâliyetleri yapılmalı, çocukları doğru ve faydalı kaynaklarla temasa geçirmelidir. Oyun ve oyuncak konusunun önemi eğitim açısından faydaları gözden uzak tutulmamalı, sevgi ve paylaşma zevki verilmelidir. Helâl-haram ayrımını aşılarken, haram lokmadan uzak şekilde temiz gıdalarla beslemenin eğitimle çok yakın ilişkisi unutulmamalıdır. İsrâfın her çeşidine ve özellikle zaman savurganlığına meyletmeyecek bilinç verilmeli, medyanın zararlarından ve bilgi kirliliğinden korunabilmelidir. Bir yandan cihad sevgisi ve hazırlığı, diğer yandan sanat sevgisi kamçılanmalıdır. Balık avlayıp vermek yerine, balık tutmayı
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 783 -
öğretmeli, Allah sevgisi ve belirli yaştan sonra da Allah korkusu ve takvâ bilinci verilmeye çalışılmalıdır. Sorumluluk ve görev şuuru aşılanmalıdır.
Radikal çözümlere ve resmî olarak riskli tavırlara hazır değilse ebeveyn, yine yapabileceği hayli tedbirler vardır. En azından Cumartesi ve Pazar günleri, hiç değilse bir günün yarısı, çocukların İslâmî eğitimine ayrılabilmelidir. Mahallenin çocukları her hafta ayrı bir öğrencinin evinde velîlerin tâyin edeceği şuurlu bir veya birkaç öğretmenin eğitim ve terbiyesine teslim edilir. Bir mahallede 5-10 velî bir araya gelip imkânlarını birleştirerek çocukları için alternatif çözümler üretebilir. Üretmiyorlarsa, samimi olmadıklarındandır, diğer gerekçeler bahaneden öte bir değer taşımaz. Bireyler olarak bu işlerin üstesinden gelinemiyorsa, cemaatleşerek, eğitimin sancısını duyan insanlar birleşerek bu hayatî meseleye kısmî de olsa çözümler getirebilir. Zâten Allah, kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemediğinden, ancak devlet otoritesiyle çözülebilecek ideal ve kesin çözümler de acele olarak beklenmemelidir.
Günümüzde okullarda öğretilenlerin de, öğretilmesi gereken doğrular olup olmadığı müslümanca değerlendirilmeli, evde yanlışlar tashih edilmeli, küfür ve şirk mikropları bünyede büyüyüp yerleşmeden temizlenmelidir. Her akşam, okul, TV., sokak gibi çocuğu etkileyen tüm etkenler ana-baba tarafından gözden geçirilmeli, özellikle şirk unsurları en hassas ölçüyle tespit edilip izâle edilmeli, yerine tevhîdî özellikler geçirilmelidir. Unutmamalıyız ki, yaşlıyken öğrenilenler, su üzerine yazılan yazıya benzese de; çocukken öğrenilenler, mermer üzerine yazılan yazı gibidir.
Çocuklara, her şeyden önce Allah’ı ve Rasülünü sevdirip güncel itikadî sapmalardan koruyabilecek tevhidî bir imanı gönüllerine severek nakşedebilmek şarttır. Sonra, şu başlıklar altındaki temel bilgiler verilmelidir:
a- İtikad ve ibâdete dair müslüman için zorunlu bilgiler,
b- Ahlâk ve muâşeret kuralları, edep ve terbiyeyle ilgili hususlar,
c- Kur’an bilgisi; Kur’an’ı okuyabilmesi, sevebilmesi, anlamıyla ilgilenmesi için gerekli bilgiler,
d- Çocuğun gelecekte geçimini sağlayabilmesi için mümkün ve uygun olan bilgiler. Anne-baba, bunları ya bizzat vermeli yahut kendi aslî görevi olan çocuğunu eğitip öğretmek konusunda, kendine bir vekil tutmalı, ehil ve emin kimselere bu ilimleri verdirmelidir. Haydi evlerimizi mescid; yani ma’bed, kurs, mektep ve okul yapmaya!
Çocuk Öldürme Yasağı
Çocukların korunması hususundaki Kur’anî tahdid ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme yasağıdır. Eski çağlardan beri bütün dünyada, çeşitli şekillerde mevcut olan çocukların, gençlerin putlara kurban edilmesi, zâlim tâğutlar tarafından erkek çocuklarının öldürülmesi, câhiliyye devri insanının kızlarını geçim sıkıntısı ve büyüyünce hayâsızlık/fâhişelik edip kendi yüzünü kızartacağı gibi endişelerle diri diri toprağa gömmesi sözkonusu olmuştur. Bu meş’um gelenek, câhiliyye devri Araplarında da yaygın şekilde mevcuttu. Kur’ân-ı Kerim bu müessif tatbikata birçok kereler temas eder.
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kısım âyetler, bu âdetin tarihten çekildiğine dikkat çekerek ta Hz. Mûsâ zamanında Firavun tarafından Yahûdilere uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek çocuklar öldürülüyor, kızlar sağ bırakılıyordu. 3530
Kur’an-ı Kerim, câhiliye devri Araplarında mevcut çocuk öldürme âdetine de âyetlerinde yer verir: “Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helâke sürüklemek, dinlerini karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini, onlara iyi göstermişlerdir.” 3531
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları “fakirlik” korkusuyla öldürtüp, kızları da “ar” düşüncesiyle diri diri toprağa gömdüren bu geleneğin İslam’ın bidâyetlerine kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivâyet mevcuttur. Bunlardan biri İslam’la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays İbnu Asım’la ilgilidir. Müslüman olduktan sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bu günahtan kurtulma çaresi olup olmadığını sormuştur. Bir diğer durum Sa’sa’a İbnu Naciye’nin rivâyetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) müracaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane çocuğu satın almak sûretiyle ölümden kurtardığını, bu amelinin manevî mükâfatının ne olacağını sormuştur.
Kur’an-ı Kerim, çeşitli bahane ve şekiller altında kıyamete kadar devam edecek olan bu tatbikatla ciddi şekilde mücadele eder. Bunu bir-iki örnekle görelim:
1- Şu âyet-i kerimede en büyük haramlar sayılırken, çocuk öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir: “De ki: Gelin size, Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anayababaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin ve onların rızkını veren biziz- “Gizli ve açık” kötülüklere yaklaşmayın, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.”3532 İsrâ sûresinde de çocuk öldürme fiili “büyük hata” olarak tavsif edilmiştir. 3533
2- Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları haber verilir: “Beyinsizlikleri yüzünden körü körüne çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah’a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmışlardır. Zaten doğru yolda da değildirler.” 3534
3- Kadın ve erkeklerle yapılan bey’atlarda çocuk öldürmeme şartı konur. “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah’a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey’at etmek üzere geldikleri zaman onları kabul et, onlara Allah’tan bağışlama dile. Doğrusu Allah bağışlayandır, acıyandır.” 3535
4- Öldürme yasağını sıkça tekrar etmiştir: Gerek yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu
3530] 2/Bakara 49; 7/A’râf 127, 141; 14/İbrâhim, 6; 28/Kasas 4; 40/Mü’min, 25
3531] 6/En’âm, 137
3532] 6/En’âm, 151
3533] 17/İsrâ, 31
3534] 6/En’âm, 140
3535] 60/Mümtehine 12
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 785 -
zaman” mealindeki âyeti 3536 ile iki ayrı yerde geçen ve “Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da rızıklandıran biziz”3537 mealindeki âyetleri Kur’an-ı Kerim’in her tarafına serpiştirilmiş olarak, bu yasağı sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, bir kısmı dahilî, bir kısmı haricî sebeplerden hasıl olan iktisadî sıkıntıları ve -tamamen muhayyel olan- müstakbel açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek sûretiyle Malthuscu iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyasî baskılardan kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbikatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve nüfus planlaması, aile planlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla munis gösterilmeye ve meşru kılınmaya çalışılan “modern çocuk öldürme metodları” Kur’an-ı Kerim’de ifâde edilen yasak sınırının dışına çıkmaz. Âyetlerde Firavunlarca “mü’minleri zayıf kılmak” için işlendiği bildirilen bu cinâyetlerin “fakirlik korkusu” kılıfına büründürülmüş şekliyle mü’minler tarafından benimsenebileceğine işaret edilmekte ve bu tuzağa düşülmemesi için “fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” emri tekrar edilmiş olmaktadır
Çocuk düşürmek ve kürtaj (çocuk aldırma): Evliliğin gâyelerinden birisi ve belki en başta geleni, neslin devamı, müslümanların çoğalmasıdır. Bu yüzden gebeliği önlemenin tamamen serbest/mubah olmadığı vurgulanmıştır. Bununla birlikte, meşrû bir sebebe bağlı olarak, çocuk istemeyen çiftin, karşılıklı rızâ ile doğum olmasın diye tedbir alması câizdir. Alınan tedbirlerin en eskisi ve Hz. Peygamber zamanında tatbik edileni azildir. Azil, birleşmenin sonuna doğru erkeğin çekilmesi ve erlik suyunu dışarı akıtmasıdır. Sahâbeden Câbir’in ifâdesiyle Kur’ân-ı Kerim nâzil olurken sahâbe azli tatbik ederlerdi; bunu yasaklayan bir âyet nâzil olmadı.3538 Rasûlullah’a azlin hükmü sorulduğu zaman bunu men etmedi; ancak, Allah’ın dilediği zaman çocuğu yaratacağını, buna engel olunacağının düşünülmemesini ifâde buyurdu. 3539
Çocuğu aldırmak veya ilkel usullerle düşürmek azle benzemez. Azilde henüz vücuda gelmemiş bir varlığın oluşmasını engelleme söz konusudur. Burada ise, hem bir insan çekirdeğinin imhâsı, hem de ana hayatının tehlikeye düşürülmesi bahis konusudur. Düşürme ile aldırma (kürtaj) arasındaki fark, ananın sağlığı yönünden önemlidir. Her ikisi de câiz olmamakla beraber düşürmede ananın hayatı tehlikeye girdiği için sakıncası daha da büyük olmaktadır. Uzman ve müslüman bir doktorun, anayı kurtarmak için ceninin alınmasına karar vermesi halinde zarûret prensibi işler ve bu takdirde çocuğu almak câiz olur.
Doğum Kontrolü
Doğumun kontrol altına alınması, nüfusun çoğalmasının sınırlandırılması, istenmeyen gebeliğin önlenmesi amacıyla uygulanan ve siyasî, iktisadî, demografik, tıbbî, ahlâkî, sosyal ve dinî yönleri bulunan bir kavram. Âile plânlaması, nüfus plânlaması gibi yaygın adlandırmalarla yapılan doğum kontrolü, eski çağlardan beri uygulanmasına rağmen, esas olarak ondokuzuncu yüzyılda Batı
3536] Tekvir 8-9
3537] İsra 31; En’am 151
3538] Buhârî, Nikâh 96; Müslim, Talâk 26, 27
3539] Buhârî, Büyû’ 109; İbn Mâce, Nikâh 30
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Avrupa’da doktrin olarak ortaya atılmış ve hızla bütün dünyaya yayılmıştır. En eski eserlerde bile bu konuya dair bilgiler bulunmaktadır. Tarih boyunca hangi millet veya dinden olursa olsun insanlar, “gebeliği önleme metodları” üzerinde durmuşlardır. Ancak yirminci yüzyılda dînî ve ahlâkî bakış açılarının değişmesi ve teknolojinin ilerlemesi sayesinde, doğum kontrol yöntemleri ve araçları bütün kitlelere yaygın bir hareket haline gelmiş; serî ve çok sayıdaki doğum kontrol aracı üretimi ve bunların serbestçe satılması ve alınması, koruyucu hekimliğin gelişmesi, doğum kontrol ilâçlarının çoğalmasıyla, bu hareket geniş çapta uygulanır olmuştur.
İngiliz iktisat profesörü ve Anglikan rahibi Thomas Robert Malthus (1766-1834) 1803’te yayımladığı, “Nüfusun Toplumun Gelecekteki Gelişmesi Üstündeki Etkileri Konusunda Deneme” adlı eserinde; kıt kaynaklarla, sınırsız ve artan nüfusun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağını düşünerek, insan nüfusunun artmasıyla kaynakların tükenebileceğini, bunu önlemek için çoğalmayı geçim kaynaklarına göre ayarlamak gerektiğini ve doğumu teşvik edici bütün tedbirlerden kaçınmak ve “fakirler yasası’’nı ortadan kaldırmak gerektiğini ileri sürdü ve cinsel perhizle doğum kontrolünü başlattı. O’na göre bu yasa, “bir başak veren toprağı iki başak verir duruma getirmeden” halkı çoğalmamaya teşvik ediyordu. Nüfus artışının işsizlik, düşük ücret, yani yoksulluk demek olduğunu fakirler öğrenmeliydi. Malthus’un bu fikirleri, kitabı yayınlandığı yıllarda rağbet görmesine rağmen, teoride kalmıştır. Ancak daha sonraları Yeni Malthusçuluk veya Malthusçuluk adı verilen doktrin ile bu teori, sadece cinsel istekleri önlemeyi öğütleyen bir teori olmaktan çıkarak, gebeliği önleyici tedbirler üzerinde durdu ve giderek uygulanır oldu. “Doğumun isteyerek kontrol altına alınması” diye tanımlanan Malthusçu doktrin, uzun süre ahlâka aykırı ve hatta şeytanca bir öğreti gözüyle bakılmasına ve tabiata aykırı olduğu öne sürülerek tanrı tanımazlarca da kötülenmesine, hayli gürültü koparan Annie Besant davasına (1877) rağmen, sonunda İngiltere’de kesin olarak kabul edilmiştir. Bu akım, özellikle dinlerin büyük tepkisine yol açtı. En sert şekilde Katolikler ve Komünistlerce eleştirildi. Papalar ve rahipler, doğum kontrolünü Allah’ın işine karışmak şeklinde değerlendirdiler. Komünistler de, zenginlerin, servetlerini paylaşmamak için nüfusun çoğalmasını istemediklerinden bu hareketi başlattıklarını söylediler. 1798’de Amsterdam’da ilk klinik açıldı. Sonra bu hareket Birleşik Amerika’da genişleyerek yayıldı. İlk doğum klinikleri burada açıldı. (1916) Gebeliği önleyici her türlü tedbir ahlâki sayıldı. Bu hareket de giderek dînle ilgisiz bir alan oluşturdu.
Çeşitli doğum kontrol yöntemleri gelişip yaygınlaşmadan önce dinlerde “azl” metoduyla gebeliği önleme bilinmekteydi. Yahûdiler ve hristiyanlar ve sonra da müslümanlar, istenmeyen gebeliklerin önlenmesinde azl metodunu uyguluyorlardı. Doğu dinlerinde de azl metodu uygulanıyordu. 3540
Türkiye’de 1967’de çıkarılan Nüfus Planlaması hakkında Kanun’a göre “nüfus planlaması, fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmaları” şeklinde tarif edilmiştir. Bu husûsun gebeliği önleyici tedbirlerle sağlanacağını
3540] Encyclopedia Britannica, “Birth control”, III, 705; Moye W. Freymann, Encyclopedia Americana, “Birth control”, mad., IV/4-7; Eski Ahit, Tekvin, 22/15-17; Ebu’l-Ala Mevdudi, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967; M. Esad Kılıçer, “İslâm’da Âile Planlaması”, A.Ü.İ.F. Dergisi XXIV, Ankara 1981, 494 vd.; Halil Gönenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İstanbul 1983, 176-178
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 787 -
belirten kanun maddesi, tıbbî zaruretler dışında gebeliğin sona erdirilemeyeceğini hükme bağlamıştır. Nüfus planlaması, fertlerin arzularına, karı-koca arasındaki anlayışa bırakılmıştır. Yine de devlet, sağlık ve nüfus siyasetiyle, koruyucu hekimliğin yaygınlaştırılması ve kürtajın serbest bırakılmasıyla, doğum kontrolü konusunda çok ileri kararlar almış, hatta kürtaj meselesi ABD ve Batı ülkelerinde dahi hâlâ yoğun olarak tartışma konusu olmasına rağmen bizde hemen uygulamaya konularak bu konularda zaten yeterince câhil ve bilgisiz olan halkın yanlış yönlere sürüklenmesine sebep olunmuştur. Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ve diğer çeşitli bakanlık ve üniversite araştırma ve raporlarında özellikle geri kalmış ülkelerde fakir anne adayı kadınların ve bebek ölümleri oranının çok yüksek olduğu tespit edilmiştir. Yine, kürtaj dolayısıyla: ölen, sakat kalan kadınlar da önemli bir yekün teşkil etmektedir. Tıbbi kontrol, beslenme yetersizliği, işsizlik gibi sebepler âile plânlaması ihtiyacını karşılamadığı halde, annelerin, câhilce yollarla, zararlı ve ilkel usullerle doğum kontrolü uyguladıkları, her yıl yarım milyon kadının öldüğü ve bir milyon civarında çocuğun annesiz kaldığı belirtilmiştir. Geri ülkelerin fakir sınıflarında cinsellik, gebelik, gebelik süresince nasıl hareket edileceğine dair çok eksik ve yanlış bilgilenme vardır. Gebe kadınlar yeterince beslenmemekte ve ağır işlerde çalıştırılmaktadır. Ardı ardına doğum yapılarak toparlanmasına fırsat verilmemekte veya çok küçük yaşlarda gebe kalınmakta; yine, çocuk aldırmanın mubahlaştırılması sonucu fuhuşta artışlar olmaktadır. Öte yandan, her yıl yüzlerce sahipsiz çocuğun sokağa terkedildiği görülmektedir.
İslâm dini, kürtajı kesinlikle cinâyet olarak kabul etmiştir. Aynı şekilde, insana zarar verici her çeşit tıbbî müdahaleyi, kısırlaştırmayı doğum kontrolünün dışarıdan zorla yaptırılmasını da yasaklamıştır. Doğum kontrolü uygulanmasının çeşitli sebepleri vardır:
1. Güvenlik endişesi, gelecek korkusu, açlık ve yoksulluk sorunu.
2. Devletin, nüfusun artması veya azalması üzerine, doğumları teşviki veya sınırlandırılmasını sağlaması.
3. İstenmeyen gebelikler.
4. Doğumu mümkün en iyi şartlara ertelemek arzusu.
5. Çok çocuğun rahat yaşamayı engelleyeceği, ancak ekonomik yönden rahatladıktan sonra çok çocuk yapmayı istemek.
6. Hastalıklar, hastalıkların çocuğa da geçeceği düşüncesi. AIDS verem vs.
7. Câriyenin çocuğu olursa, azad edileceği yani satılamaması düşüncesi. (Bu sebep, İslâm hukukunun uygulandığı zamanlarda geçerlidir.)
8. Fazla çocuğun, ibâdete ve ilme engel olacağı fikri.
9. Yeni bir gebeliğin kadın için tehlikeli olması veya memedeki çocuğuna zarar verme durumu. İslâmî anlayışa göre, zaruretler ve hastalıklar dışındaki diğer sebepler anlamsız bulunmaktadır.
Çeşitli doğum kontrol yolları ve araçları bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu kesin olarak gebeliği önlememektedir:
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1. Azl, yani erkeğin, cinsî ilişkiyi yarıda kesmesi.
2. Ritm (takvim) usûlü. Bu usulde, kadının doğurgan olmadığı tehlikesiz dönemlerinde cima yapılması gerekmektedir.
3. Ağızdan alınan ilaçlar. Bunların çeşitli yan etkileri vardır.
4. Prezervatif (kondom, kaput). Spermatozoidlerin dölyatağı boşluğuna inmesini önlemek içindir. Aynı zamanda son yıllarda resmen propagandası yapılmış ve çağın en korkunç hastalığı olan AIDS’e karşı en iyi korunma aracı olarak sunulmuştur. Ayrıca kadın kondomları da vardır.
5. Rahim içine konulan aygıtlar. Diyafram, kremler, süpozituarlar, tamponlar, spiraller.
6. Kürtaj.
7. Kısırlaştırma.
8. Lavaj. 9. Laparoskopi.
Başta azl olmak üzere, bütün bu doğum kontrol araçlarının çeşitli yan tesirleri ve tehlikeleri mevcut bulunmaktadır. Hepsi de fıtrata ters olup, doğal birleşmeyi engellemektedir. Bunlar, orgazmı (doyumu) önlemekte, psikolojik sinirsel rahatsızlıklara yol açmakta, imtizaçsızlığa sebep olmakta ve bunalım çıkarmaktadır.
Bunlar, kadının isteği dışında yapıldığında onun çocuk sahibi olmasını engellemekte ve tatminsizliğe neden olmakta; nasıl olsa çocuk olmayacak fikri yaygınlaşarak kadını fuhşa teşvik etmektedir.
İslâm dininde “azl” vasıtası ile doğum kontrolü meselesinde dört büyük imam, cevaz yanlısıdırlar. Yine de fukaha arasında azl meselesi ihtilâflıdır. Çeşitli mezheplerde azl için mekruh, câiz, mubah, helâla yakın mekruh, haram gibi hükümler verilmiştir. Kürtaj ve çocuk düşürmek cinâyet olarak görülmüş; ancak gebeliğin ilk yüzyirmi günü içerisinde, cenin henüz canlı bir varlık haline gelmeden çocuğun düşürülebileceğini de câiz görmüşlerdir. 3541
Azl (kesik cima, meninin kadından uzaklaştırılması), hakkında Kur’ân-ı Kerim’de bir beyan yoktur. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bize gelen rivâyetlerde de azl konusunda O’nun açık bir yasaklaması bulunmamaktadır. Bu sebeple azli, cumhur, mubah olarak görmüştür. Azli mubah görenler onu, zarûrî hallerde câiz bulmuşlardır. Azle karşı olan âlimler ise, ashâbın çoğunluğunun ve bizzat Peygamber’in azle karşı olduğunu, Peygamber’in azl konusunda soru soranlara “isterseniz yapmayın” demesinin yasaklamaya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. Kıyas yoluyla bazı ulemâ da doğum kontrolü için şunları söylemiştir: Gazâlî, “Azl, nikâhı terk etmek gibidir” der. 3542 Caferiye mezhebi, çocuğun millet ve ana-babanın ortak bir malı olduğunu belirtmiş zarûret sebebiyle doğum kontrolünde azl yolunu câiz görmüştür. Dürzîler, âilelerin özellikle fakirlerin az sayıda çocuk sahibi olmalarının iyilik ve takvâya daha yakın olduğunu söylemişlerdir. İbn Kudâme, azlin mekruh olduğunu, onun darü’l-harb’te câiz olacağını belirtir. İmam Nevevî
3541] İbn Âbidin, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VI 32 vd.; Yusuf Kerimoğlu, Emânet ve Ehliyet, İstanbul 1985, 116; Melâhat Aktaş, İslâm Toplumunda ve Çağımızda Kadın, İstanbul 1982, 67
3542] Gazâlî, İhyâu Ulûmid-Din, II, 41 vd.
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 789 -
de, azli ved’e benzeterek, mekruh olduğunu söyler. İbn Hazm da aynı görüştedir.
Mevdûdi doğum kontrolünün İslâm’la bağdaşmadığını savunur. O, doğum kontrolünün ümmet çapında bir hareket olmadığını; birkaç sahabînin bu yola başvurduğunu; büyük çapta bir hareket olsaydı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bunu yasaklamış olacağını belirterek, ancak zarûrî hallerde, kadının gebe kalmasının onun ölümüne yol açması ihtimali veya memedeki çocuğun ardından hemen ikinci bir doğumun memedeki çocuğa zarar vermesi durumu gibi zarûretlerde tedbir alınabileceğini söylemektedir.3543 O, fakirlikten dolayı âilelerin çocuktan kaçınmalarını suç olarak telâkkî eder. Delîl olarak; “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizi de onları da biz besliyoruz. Onları öldürmeniz büyük günahtır.” 3544 âyetini getirir ve En’âm sûresinin 140. âyetine dayanarak helâli haramlaştırmamak gerektiğini söyler Mevdûdî, doğum kontrolünün İslâm’ın temel ilkelerine ve özüne aykırı olduğunu, bunun nüfus azalması ve fuhşa teşvik yolu olduğunu da belirtmektedir. T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin resmi politikasına uydurmak maksadıyla 1960’da başkan Ömer Nasuhi Bilmen’in uygun bulmasıyla “ilkaha mâni tedbir almakta kadının rızası şart olup, zaman gereği çocuğun kötü yetişeceği, harp veya seferde bulunulması ve benzer sebeplerle bu şartın da sâkıt olacağı ve dolayısıyla azlin, bir kısım ashab ve ulemânın kerih görmelerine rağmen, yine bir kısım ashab ve cumhûr-u ulemâca câiz görüldüğünü” savunmuştur. Çeşitli fetvâlarda, ulemâ, zarûret yoksa herhangi bir şekilde gebeliği önlemenin câiz olmadığını, ancak tehlikeli hallerde azlin de, ilaç almanın da câiz olduğunu söylemiştir. Ancak hiçbir zaman “devamlı doğum kontrolü”nden yana olunmamıştır. Hz. Peygamber’in “Azl yapılsa da, yapılmasa da; Allah’ın dilediği her canlının kıyâmete kadar dünyaya geleceğini” söylemesini3545 kaynak olarak alan ve doğum kontrolüne istisnai hallerde cevaz veren İslâm ulemâsı, genel olarak şu delillerle doğum kontrolüne karşı çıkmaktadırlar: Fakirlik korkusu için: Allah, kadınları sadece hoşça vakit geçirmek için yaratmamıştır. Kadınla erkek arasındaki ilişki, tarla ile çiftçi arasındaki ilişki kadar ciddîdir. Çiftçi tarlasına sadece hoşlandığı için değil, onu ekmek ve ürün almak için gider. Aynı şekilde bir erkeğin de karısına çocuk üretmek amacıyla yaklaşması gereklidir. Bu, sünnettir ve çocuk, âilenin esas amacıdır. Allah, “Kadınlar sizin tarlanızdır, o halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.”3546 buyurur.3547 Rızık korkusu, basit bir iddiadır. Allah, milyonlarca canlının rızkını vermektedir; O, Hâlik ve Rezzâk’tır. İnsan, Allah’ın denge ve düzenine, açlık korkusuyla müdahale etmemeli, fıtrî yapıyı, tabiî cinsî yakınlaşma yolunu ve çocuk edinme nimetini kendine kapamamalıdır. Özellikle, kısırlaştırma kesinlikle düşünülmemelidir. Allah’ın yarattığını değiştirenler müslüman olamaz.3548 Ancak Allah dilediğini kısır kılar.3549 Fazla çocuk istenmemesi gerekçesini de İmam Şâfiî şöyle tenkid etmiştir: Allah Teâlâ’nın Nisâ sûresinde “Aralarında adâlet yapamamaktan korkarsanız. bir kadınla yetininiz” şeklindeki beyanı, fazla çocuk olup, âile efradınız ve sıkıntınız artmasın anlamındadır.
3543] Mevdûdî, İslâm Nazarında Doğum Kontrolü, İstanbul 1967
3544] 17/İsrâ, 31
3545] Buhârî, Nikâh 42; Müslîm, Nikâh 1438; Nesâî, Nikâh 107/6; Ebû Dâvud, Azil, 2170-2173; Tirmizî, Bâbu Kerâhiyeti’l-Azli, 1138
3546] 2/Bakara, 223
3547] Ebû’l-Âlâ Mevdûdi, Tefhimû’l-Kur’ân, İstanbul 1986, I, 151
3548] 4/Nisâ, 119
3549] 42/Şûrâ, 49-50
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetinin çokluğuyla övüneceğini, doğurgan kadınlarla evlenmelerini ve sünnetinden yüz çevirenlerin müslüman olmadıklarını, ümmetine öğütlemiştir.3550 Doğum, bebeğin dünyaya gelişi, olağanüstü bir olaydır. Âyetlerde buyrulduğu üzere her şey bir ölçüye göredir ve insan dokuz ay ana karnında ve memede bu evreyi geçirir. 3551
Hz. Peygamber sevdiklerine “mal ve evlât bolluğu” için duâ ederdi. Amellerde esas Allah rızasıdır. Birşey ya helâldir, ya haramdır. Evliliğin iki ana hikmeti vardır: fıtraten kadın ve erkek olarak yaratılmış iki karşı cinsin birbirini tatmini ve bu yolla neslin devamı. Zaten insanlar her ne yapsalar, “....O’nun bilgisi olmadıkça ne meyveler kabuklarından çıkar, ne bir dişi gebe kalır ve ne de doğurur.”3552 şeklindeki İlâhî hükümden uzak değildirler. İnsanlar kendi kendilerine azab ve zulüm ederler. Meni rahme boşaltılsa bile bazen çocuk olmaz; meniyi rahimden kaçırmak isteyenin ise çocuğu olabilir. Bu, eninde sonunda Allah’ın kudretinde olan bir olgudur. Doğal cinsî yakınlaşmayı bozmayan müslüman, çocuk talep etme niyeti ve eylemi ile ayrıca sevap da kazanmakta; oysa doğum kontrolü yapan, en azından bir sevaptan mahrum olmaktadır. Doğum kontrolü yapanlar, fıtrî yapıyı bozmakta, değiştirmekte, iptal etmektedir ki; eğer zarureti yoksa bu, açıkça sünnete karşı gelmek anlamını da taşımaktadır. Kaldı ki, Rasûlullah, “Nikâh benim sünnetimdir; kim benim sünnetimi yerine getirmezse, benden değildir. Evlenin; zira ben diğer ümmetlere sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.”3553 Evlenme, bir ibâdet, bir sünnet olduğuna göre; Şeriata bir bütün olarak bakıldığında, evlenmiş olanların, doğum kontrolü yapmaları bekârlığın bir başka türü veya sünnete karşı çıkış olarak değerlendirilmektedir. İster ana rahmine çocuk düşmesini engellemek, isterse rahimde teşekkül etmiş cenînin yaşamasına mani olmak olsun, her ikisinde de ana amaç, istenmeyen bir gebelik veya istenmeyen bir çocuk ise, bunun çelişik, bir müslümandan zaten beklenmeyecek bir hareket olduğu açıktır.
Hz. Peygamber, emzikli bir kadının yeniden gebe kalmaması için onunla ilişkiyi ertelemek veya ilişkide kontrol uygulamak konusunda da ümmetini serbest bırakmıştır. Gîle, Gayl, Gıyal şeklinde geçen meselede, bugün tıp, memedeki çocuğun sütünün sonraki çocuk için zararlı olduğunu söylemiştir. Ancak bu konuda, “Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu hüküm), emmeyi tamam yaptırmak isteyen(ler) içindir.” 3554 şeklindeki Kur’ân âyetini, iki çocuk arasında iki yıl müddet bırakılmalıdır şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Bu çevreler üst üste yapılan doğumlarda gebe annenin çok yıprandığını, kendisini toparlayamadığını; memedeki çocuğa gereken önem verilemeden diğer bir çocuğun ardından gelmesiyle, ek yardım yollarından yararlanmayan çağdaş karı-kocadan ibâret olan çekirdek âilenin, ekonomik açıdan da çok zor durumlarda kaldığını; gelir düzeyi düşük bu âilelerde, kadının, “çocuk üretim fabrikası” gibi ardı ardına çocuk doğurmasının başka bir azab olduğunu ileri sürerler. Demek ki, her çocuk arasında en az iki yıl bırakılmalıdır. Bu mesele her ne kadar erkek ile kadın arasında bir mesele gibi görünüyorsa da; doğum kontrolü, yani çocuk yapmayı
3550] İbn Mâce, I, 592
3551] 31/Lokman, 14
3552] 41/Fussilet, 47
3553] Bu hadisi değişik lâfızlarla Buhârî, Müslim, Ahmed b. Hanbel, Taberani, Hâkim ve Beyhaki, İbn Mace kitaplarına geçirmişlerdir.
3554] 2/Bakara, 233
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 791 -
önleyici düşünce ve uygulamalar, sosyal adâlet, İslâm ülkesi, çocukların bakım ve eğitimi, çevre şartları gibi etkenlerle de yakından ilgilidir.
Sonuç olarak, “Allah’ın kaderi olmaksızın cinsî münasebetin çocuğa götürmemesi veya çocuk olması mümkün olmadığına göre, korunma niye?” diye düşünülsün; isterse doğum kontrolü yapan hakkında, “tarlayı sürmekten yüz çevirdi, tohumunu zâyi etti, yaratılışı âtıl bıraktı, sünneti terketti, zürriyetini kuruttu” tarzında hüküm verilsin veya doğum kontrolü kavramı, çağdaş bir zorunluluk ve dayatma şeklinde algılansın, bu kabul edilmesi mümkün olmayan bir düşüncedir. Ama, İslâm’da doğum kontrolü konusu için ictihâd gereklidir. İsteyen müctehid azl veya başka yöntemlerle doğum kontrolü hakkında câizdir veya değildir gibi ictihâd edebilir. Bu da aslında İslâm devleti âlimlerinin vereceği karara ve ictihâda dayalı bir husustur. Çünkü gebeliğin veya doğum kontrolünün sebep ve sonuçlarına katlanacak olan, âile fertleridir. 3555
Düşük Yapma
Kürtaj, ana rahmindeki “cenin”in herhangi bir dış etkiyle düşmesine “düşük yapma” denir. Bu, kasıtlı olarak ilaç kullanma vb. ile olabileceği gibi, korku, yüksek bir yerden düşme, döğülme, hastalık... ile de olur. Tıpta kullanılan “kürtaj” terimi ana rahminin içini kazıyarak oniki haftaya kadar olan gebeliklerin sona erdirilmesi anlamına gelmektedir.
Kürtaj, istenmeyen gebeliği sona erdirmek için kullanılan bir metoddur; İslâm dışı yaşama biçimini benimsemiş toplumların bir ürünüdür. Onlara göre kürtajın iki temel sebebi vardır:
1- Gayr-i meşrû gebelikler, 2- Çocuğun beslenmesi, eğitimi gibi ebeveyni sıkıntıya düşüreceği sanılan hususlar.
İslâm’ı yaşama biçimi olarak benimsemiş bir toplumda zinâ ve zinâya götüren bütün ilişkiler haramdır. Gençlerin zamanı gelince evlendirilmesi, onlara maddî imkân sağlanması toplumun görevi olduğu için, zinâ ve fuhuş olmaz. Gayrı meşrû ilişki sonucu meydana gelen gebelikte çocuğun organları teşekkül ettikten sonra aldırılması haram olur. Çünkü çocuk günahsızdır. İslâm’a göre bu durumda çocuk aldırmak çözüm değildir. Çözüm, zinâ edenlerin cezâsını çekerek tevbe etmeleridir.
Geleceğe ait düşünceler vehim ve asılsız endişeden başka bir şey değildir. Hiç kimse gelecekte ne olacağını bilemez. “Şu kadar yıl sonra ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği” şeklindeki faraziyelerin ilmî bir değeri yoktur. Bu tarz bir düşünüş İslâm inancına da aykırıdır. Çünkü Allah çalışan herkesin rızkını çalışmasına göre verir. Kendisine inanan, tevekkül eden, müttakî kulları için de ayrıca kolaylıklar ve geniş rızıklar ihsan eder: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.”3556; “Kim Allah’tan korkarsın, (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse O ona yeter. Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü (bir sınır) koymuştur.” 3557
3555] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 411-414
3556] 53/Necm, 39-41
3557] 65/Talâk, 2-3
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir ülkenin hammadde kaynaklarının gelecekte o ülke nüfusuna yetmeyeceği hesabı, materyalist-sömürgeci devletlerin kendi menfaatlerine göre yaptıkları bir hesaptır. Adil gelir dağılımının yapıldığı, insanların emeklerinin karşılığını aldığı ve birbirlerini sömürmediği bir toplumda “ülke kaynaklarının nüfusu beslemeye yetmeyeceği” endişesine yer yoktur.
“Âile plânlaması”, adıyla emperyalist ülkeler tarafından azgelişmiş ülkelere empoze ve tatbik edilen “nüfus artışının önlenmesi” programı, kürtaja yol açan nedenlerden biridir: Basın-yayın yoluyla yapılan “âile plânlaması” hakkındaki telkinler (propaganda), İslâmî şuurdan yoksun olan genç hanımlar üzerinde etkili olabilmektedir. Bu telkinin etkisinde kalan bir kadın, istemediği halde hamile kaldığı çocuğunu ya kürtaj yoluyla aldırmakta veya ilaç kullanarak düşürmektedir. Nüfus artışını önlemek için gerekli ilaç ve malzemenin başta ABD olmak üzere hristiyan Batı ülkeleri tarafından Türkiye’ye parasız (yardım!) olarak verildiği, artık herkes tarafından bilinmektedir. Âile plânlaması ile ilgili TV dizileri ve propaganda malzemesi de yabancı kaynaklar tarafından finanse edilmektedir. Pathfinder Fund adlı kuruluşun “Türkiye Âile Sağlığı ve Plânlama Vakfı”na sağladığı destekle Türkiye’nin çeşitli bölgelerine nüfus plânlaması maksadıyla klinikler, sağlık ocakları ve sağlık evleri açtığı, basında çıkan haberler arasındadır.
İlaç kullanarak, rahimde hilkati tamamlanmış (yaklaşık dört aylık) bir çocuğu düşürmenin veya kürtaj yoluyla böyle bir çocuğu aldırmanın dinimizde hiçbir meşrû mazereti yoktur, haramdır. Bu bir cinâyet sayılır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, organları teşekkül etmeden çocuğu aldırmak câizdir: “Emzikli bir kadında, gebelik belirip sütü kesilir ve emen çocuğun da hayatı tehlikeye düşer; o çocuğun da babası olmazsa, o kadın gebelik yüzyirmi gün olmadan önce, ilaç kullanarak karnındakini düşürebilir. Ancak dört ay geçtikten sonra bunu yapamaz” 3558
İslâm’da geçim korkusundan dolayı çocukların öldürülmesi kesin olarak yasaklanmış, rızık vermenin Allah’a ait olduğu bildirilmiştir: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz besliyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır.” 3559; “De ki: Gelin, Rabbinizin size (neleri) haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz besliyoruz. Kötülüklerin açığına da kapalısına da yaklaşmayın ve haksız yere Allah’ın yasakladığı cana kıymayın! Düşünesiniz diye Allah size bunları tavsiye etti.” 3560
Câhiliye döneminde Araplar kız çocuklarını öldürüyorlardı. Kur’ân-ı Kerim buna işaret ederek, suçsuz olarak öldürülen bu çocukların hesabının sorulacağını bu cinâyetin cezâsız kalmayacağını. bildirmiştir: “Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza: ‘Hangi günahı yüzünden öldürüldü?’ diye.”3561 Mümtehine sûresi 12. âyette Cenâb-ı Hak, peygamberimiz’e: “Mü’min kadınlardan çocuklarını öldürmemeleri husûsunda...” ve âyette geçen diğer konularda söz (biat) almasını emretmiştir.
Doğan her çocuk rızkını da beraber getirmektedir. Çünkü yeryüzündeki her canlının rızkını Allah Teâlâ vermektedir: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı
3558] Fetevâ-i Hindiyye Tercümesi, XII, 126
3559] 17/İsrâ, 31
3560] 6/En’âm, 151
3561] 81/Tekvîr, 8-9
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 793 -
Allah’a ait olmasın. (Allah) onun durduğu ve emânet bırakıldığı yeri bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitap (Levh-i Mahfuz)dadır.” 3562 Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü’ne sordum: Hangi günah daha büyüktür?” Şöyle cevap verdi: “Seni yarattığı halde Allah’a denk, ortak ve benzer koşman.” Sonra hangisi? (dedim). “Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen.” dedi. Sonra hangisi? (dedim) “Komşunun karısıyla zinâ etmen” buyurdu. 3563
Dînimiz insana değer verdiği için ana rahmindeki cenine ait hükümler koymuştur. Onun özürsüz olarak, can verildikten sonra düşürülmesini cinâyet saymıştır. Bunun için bir kadının çocuğunu düşürmesine sebep olan kimse diyetle cezâlandırılmıştır. Hz. Ömer (r.a.) zamanında, bir kadın ifâdesi alınmak üzere hilâfet makamına çağrılıyor. Hamile olan kadın, korkusundan yolda çocuğunu düşürüyor. Hz. Ömer buna çok üzülüyor ve ne yapılması gerektiğini şûrâ üyelerine soruyor. Çoğunluk, bunda bir kasıt olmadığını ve bir şey gerekmeyeceğini söylüyor. Hz. Ömer, Hz. Ali’ye (r.a.): “Sizin görüşünüz nedir?” diye soruyor. O da: “Bu arkadaşlarımız kendi görüşlerini söyledilerse herhalde görüşlerinde hata ettiler. Yok, seni korumak için böyle söyledilerse, iyi nasihatçi olmamış sayılırlar. Ana rahminden kopup düşen ve ölen çocuğun diyeti gerekir. Çünkü onun ölümüne sen sebep oldun.” Hz. Ömer bu ictihâdı tasvip ederek gereken diyeti ödemiştir.
“Düşük cenin, ister annesi öldükten sonra düşsün; ister o hayatta iken düşsün, ister diri düşsün, ister ölü düşsün, uzman hekimler onun işlenen fiil sebebiyle düştüğünü tespit ederlerse, o takdirde cinâyet sayılır ve cezâ uygulanır.” Cenînin ana rahminden ölü olarak düşmesine sebep olan kimseye beş deve veya bu kıymette para diyet olarak ödettirilir. Alınan diyet cenînin vârislerine -miras hukukuna göre- taksim edilir. Ceninin düşmesine sebep olan kimse -isterse anası olsun- diyete vâris olamaz. Kadın, çocuğunu düşürdükten sonra ölürse, çocuk için ayrı bir diyet, kadın için hata ile öldürülmüşse ayrı bir diyet gerekir. Kasden öldürülmüş ise kısas gerekir. Cenin diri olarak düşer ve yaşarsa câniye tazir cezâsı gerekir.
Müslümanların temelde kürtaj gibi bir problemi yoktur: Onlar “çocuklarını geçindirememek” endişesi taşımazlar. Çünkü rızkı veren Allah’tır. Çocuğun eğitimine gelince: Müslümanlar bu konuda bütün güçlerini harcar, imkânlarını kullanırsa gerekli İslâmî eğitim müesseselerini kurabilirler; hem sayı hem kalite yönünden kuvvetlenerek Hak-bâtıl mücadelesinde müslümanların zaferini sağlayabilirler. Böylece müslümanların güçlenmesini istemedikleri için “âile plânlaması yardımı(!)”nda bulunan hristiyan âlemi de emellerine ulaşamamış olur. 3564
“Aleynâ” aleyhimize demektir; Nice anne-baba, çocuklarına günümüzde “Aleyna” adı koyuyorlar. Çocuklarının kendi aleyhlerine, zararlarına olacağını kabullenmiş, hatta farkında olmadan isteyip temenni etmiş oluyor. Çocukların anne-baba ve toplum için fitne olduğuyla ilgili bu örnek çok şey anlatmıyor mu?
3562] 11/Hûd, 6
3563] Buhârî; Müslîm, Celâl Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, IV/83
3564] Halid Ünal, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 426-427
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Muhammed Hamdi diyor ki:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl’e hâinlik etmeyiniz ki, bile bile kendi emânetlerinize hıyânet etmiş olmayasınız.” 3565
“Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız birer imtihan aracından başka birşey değildir. Allah katında büyük ecir vardır.” 3566
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, O, size bir furkan (hakkı bâtıldan ayırdedecek bir anlayış) verir ve günahlarınızı örtbas eder, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” 3567
“Ey iman edenler!” şeklindeki bu hitapların böyle iman özelliği ile ardarda tekrar edilmesi, gelecek emir ve tenbihlerin önemini ve onlara son derece özen göstermek gerektiğini açıklamak ve bunlara özen göstermenin imanın gereği olduğunu bilhassa anlatmak gibi bir özel belâğati içerir.
Ey mü’minler! Allah’a ve Rasûle hıyânet etmeyin, iman zimmetinize verilmiş olan ilâhî hükümlere ve Rasûlün sünnetine saygısızlık ve riâyetsizlik etmeyin. Bunlar size hayat veren hükümlerdir, onlardan dolayı şükretmekten geri kalmayın, nankörlük etmeyin. Onlara sadâkat ve bağlılıktan ayrılmayın. Dinde lâubâli olmayın, dinin emir ve yasaklarına sırf gösteriş olsun diye uymayın, can u gönülden benimseyerek uyun, ganimetten mal kaçırmak veya düşmana gizli sırlar iletmek gibi davranışlarla ahlâkınızı lekelemeyin. Hasılı, dinî görevlerinizi ciddiyet ve samimiyetle yapın. Allah ve Rasûlü’ne hıyânet ederseniz kendi emânetlerinize hıyânet edersiniz. Bir kere Allah ve Rasûlü’ne hıyânet etmeye başladınız mı artık kendi aranızda da mala, cana, ırza ve naMûsâ hıyânet etmeye başlarsınız. Hakka, hukuka, vatana ve milli görevlere de hâinlik etmeye başlarsınız.
28- Ve o halde siz bilirsiniz. Bile bile hıyânet edenlerden olursunuz. Bundan dolayı da birbirinize olan güveniniz yok olur. Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum olursunuz. Siz kendinizden emin olamazsanız diğerleri sizden hiç emin olamazlar. O vakit emniyet ve güven büsbütün ortadan kalkar. Başınıza işte o sözü edilen büyük fitneler kopar. Bunun için Allah’a, Rasûlü’ne hıyânet edip de kendi kendinize hıyânet edenlerden olmayın. Gerçi mü’min, mü’min olmak bakımından hıyânet etmez, hâinlik ve yalan mü’minde huy haline gelmez. “İki özellik vardır ki, mü’minde huy haline gelmez, bunlar hıyanet ve yalandır.” hadisi şerifinde bu iki hasletin mü’minde huy ve tabiat haline gelemeyeceği haber veriliyor. Ancak mü’min gaflet edebilir, maişet derdiyle, mal ve evlât endişesiyle bazen böyle bir zaafa düşebilir. Böyle bir durumda biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sırf bir fitnedir, sizin için fitneden başka bir şey değildir. Sizi meftun eder, günaha ve belaya sokabilir. Onlar böyle durumlarda birer dert ve imtihandır. Allah ise, ancak O’nun yanında büyük ecir olduğu kesindir. Ki O ‘nun verdiğini hiçbir kimse veremez, O’nun kazandırdığını hiçbir şey kazandıramaz. Şu halde ne mala, ne evlada, ne de başka bir şeye meftun olup da hıyânet tehlikesine düşmeyin, düşüp de o büyük ecirden mahrum kalmayın. Şöyle ki:
3565] 8/Enfâl, 27
3566] 8/Enfâl, 28
3567] 8/Enfâl, 29
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 795 -
29- Ey mü’minler! Siz Allah’a ittika ederseniz, her hususta hıyânetten sakınır, takvâya sarılırsanız o sizin için furkan yapar. Size bir ayırım gücü ihsan eder. Maddî ve manevî alanda öyle bir farklılık ve imtiyaz bahşeyler ki, “Allah, pisi temizden seçer ayırır.” 3568 gereğince açık ve kapalı alanlarda hakkı hak olmayandan, iyiyi kötüden, temizi pisten ayırır, sizi her türlü fenalıklardan uzak tutar ve farklı duruma getirir.
“Furkan”: Fark ve temyiz veya fârık demek olduğu gibi, sabah anlamına da gelir. Nitekim derler ki, “Şöyle yapıp duruyordum ta sabah oluncaya kadar” demektir. Bu mânâya göre demek olur ki: Sizi gecenin karanlığında bir tanyeri gibi parlak ve aydınlık bir toplum yapar, farklı ve imtiyazlı bir duruma getirir, parlatır da parlatır, şan ve şerefinizi bir nur gibi ufuklar yapar ve seyyiatınızı toptan keffârete uğratır, ayıplarınızı iyice örter, dünyada kimseye göstermez. Ve size mağfiret eder, âhirette de günahlarınızı bağışlayıp mağfur kılar. Ve Allah pek büy ü k ihsan ve kerem sahibidir. Lütfuyla bunları yaptığı gibi daha neler neler yapar. 3569
Elmalılı Hamdi Yazır Teğâbün sûresinin tefsirinde de şunları söyler: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız, bilin ki Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır. O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” ?
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan.” Toplumda iç huzurun en önemli prensiplerinden biri de aile düzenidir. Böylesine mühim bir mesele olmasından dolayı burada mü’minlere yararlı işlerin beyanı sırasında aile problemleriyle ilgili bazı talımatları içeren bir hitap ile sûreye son verilecektir ki bu husus, hem önceki iki sûrenin sonunda yer alan hitabelerine bir nazire, hem de bundan sonra gelecek olan iki sûreye bir mukaddimedir. Tirmizi, Hâkim, İbnü Cerir ve daha başkaları İbnü Abbas’tan şöyle rivâyet etmişlerdir ki: “Bu âyeti bazı Mekkeliler hakkında nazil olmuştur ki, onlar müslüman olmuşlar ve Medine’ye Peygamber’in (s.a.s.) yanına gitmek istemişlerdi. Hanımları ve çocukları da onları bırakmaya razı olmadılar. Sonra kalkıp Rasûlullah’a geldiklerinde insanların dinî bilgileri kavramış olduklarını görünce zevcelerine ve çocuklarına cezâ vermeyi düşündüler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti indirdi.” Diğer bir rivâyette de şöyle denilmiştir. “Bir adam hicret etmek istemişti, ancak karısı ve çocuğu ona mâni olmuştu, o da “Eğer Allah Teâlâ sizinle beni Daru’l-hicre (Medine)’de bir araya getirirse vallahi şöyle şöyle yapacağım.” diye yemin etmişti. Böylece bu âyet nâzil oldu.” Ata b. ebi Rabah’tan rivâyet edildiğine göre: “Avf. b Mâlik el-Eşcei Peygamber’le beraber gazaya gitmek istemişti. Çoluk çocuğu toplanıp engel olmaya uğraştılar ve biz senin ayrılığına dayanamayız diye sızlandılar. O da merhamet gösterip gazaya katılmamış, sonra da pişmanlık duymuştu. Bunun üzerine söz konusu âyet indi.” Bu da gösteriyor ki âyetin nüzul sebebiyle ilgili birden çok rivâyet vardır. Ancak bu rivâyetleri birleştirmek mümkündür. Âyetin söz gelimi ve mânâsı bu ve benzeri rivâyetlere uygun olduğu gibi daha
3568] Enfâl 8/37
3569] Hak Dini Kur’an Dili
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da kapsamlıdır.
Ezvâc, zevc kelimesinin çoğuludur. Erkeğe de dişiye de denir. Burada hitab, âyetin dış anlamı itibarıyla erkeğe olduğuna göre murad da, onların eşleri olan hanımlar demektir. Ancak “Ey iman edenler!” gibi erkeklere yapılan hitab’ın tağlib yoluyla kadınları da kapsaması kaidesine bakarak, ezvacın da erkek ve kadın eşleri içine aldığı söylenebilir. Önceki ifâdeden bu mânâ, işaret en veya delâleten anlaşılır. Buyuruluyor ki: Ezvacınızdan, yani eşlerinizden ve çocuklarınızdan size bir düşman vardır. Kadın ve çocuklardan oluşan ailelerinizin tamamı değilse de içlerinden bazıları; yani bazı kadın, bazı çocuk veya bazı kadınla çocuklardan teşekkül eden bir takımı, size bilerek veya bilmeyerek bir nevi düşmandır. Dünyada kocalarına düşmanlık eden, canına bile kıymaya kadar giden, yemeğine zehirler katan, aklını karıştıran, malına ırzına, namusuna hıyânet eden, dinini diyanetini yıkan ve cehenneme sürükleyen nice kadınlar ve çocuklar bulunagelmiştir. Bunu bile bile kasden yapanlar olduğu gibi bir takımları ve belki de birçokları bilmeyerek ve kötü bir maksat beslemeyerek kocalarını veya babalarını zararlara, sıkıntılara, keder ve üzüntülere düşürür, böylelikle bir takım hayırlı işlere, ibâdetlere engel olurlar. Çocuklar hakkında ifâde edilen bu ikinci husus, bundan sonra gelen âyette fitne tâbiriyle gösterilmiş olmasına nazaran burada daha ziyade kasdi olan düşmanlık ilk akla gelirse de, o âyette zikredilmemiş olan ezvacla beraber burada da aynı mânâ düşünülerek mutlak anlamda olan düşmanlığın kasıtlı veya kasıtsız olma ihtimalinin bulunması, iki âyet arasında bir “intibak” sanatı ifâde edebileceği cihetle daha beliğdir. Ailede böyle kasıtlı yahut kasıtsız düşmanlık zevce ve çocuklar tarafından olabildiği gibi koca tarafından da olabilir. Karılarına hıyânet eden nice erkekler de vardır. Ancak hitabın zâhiren erkeklere olması itibarıyla o taraf açıklanmayıp mânânın işaret ve delaletine bırakılmıştır. Bunun da sebebi şudur: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve erkekler mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur...”3570 âyeti gereğince erkeklerin infak, idare ve terbiyeyi üzerlerine alan reisler olmaları hasebiyle hitab, öncelikle onlara yapılmış ve özellikle iman sıfatıyla nida edilmiş olduğu cihetle âkıl, bâliğ, mükellef bir mü’min olarak seslenilmiş, bir aile reisinin kendi ailesine karşı düşmanlık ve ahlâksızlığının, erkeğin akıl ve iman yönüyle bağdaşmayacağı ifâde edilmiş ve onlara ancak bu gibi durumlarda uyanık bulunup birtakım mahzurlardan sakınmak, af, bağışlama ve müsâmaha gibi ahlâkî faziletlerle idare etmenin uygun olacağı anlatılmak üzere bu cihet açıkça belirtilip mukabili terk edilmiş veya gizlice zikredilmiştir. Yani gerçekte kâmil bir mü’min için öyle bir ahlâksızlığı düşünmek bile mümkün değildir. O halde mü’minlerin zevcelerine ve çocuklarına yakışan da onlara düşman değil, cidden dost ve esirgeyici olmak, o imanın alâmet ve terbiyesini kazanmaktır. Hal ve ifâde yönünden örnek olarak bunu telkin ve idare etme vazife ve sorumluluğu ise öncelikle erkeklere yöneltilmiştir. Bunun da sebebi, kadınların akıldan ziyade hislerine tabi olmalarıdır. Binaenaleyh meâlin kısaca özeti şöyledir: “Ey iman eden ve aile üzerinde yönetici olması gereken erkekler. Sizlerin erkekliğiniz, aklınız, imanınız ve gereğince iyilik fikriniz size bağlı olan ailenize düşmanlık yapmaya müsaade etmemeyi icab ettirirse de, zevceleriniz ve çocuklarınız içinden akıl veya dinde noksanlıkları sebebiyle sizlere düşman olan, başınıza problem çıkarmak isteyen bazılarının da bulunabileceği
3570] 4/Nisâ, 34
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 797 -
muhakkaktır. O halde düşmanlardan sakınınız. Onlara dikkat edip mahzurlarından korununuz, şerlerinden, keder ve sıkıntılarından emin olup kendinizi onlara kaptırmayınız. Bundan dolayı eş seçerken dış güzelliğine, malına, şusuna busuna kapılıvermeyip her şeyden önce dinini, edebini, iffetini ve ahlâkını aramak gerekir. Nitekim bir hadiste “Çöp l ükte biten yeşillikten sakınınız!” buyurulmuştur. Sonra da aile hukukuna riâyet ve onların dinî terbiyelerine dikkat etmeli, ayrıca onların yüzünden gelmesi beklenilen dünyevî ve uhrevî zararlardan sakınmalı, gelişi güzel bırakıvermeyip uyanık durumda bulunmalı, sevgi ve alâka sevdasıyla şımartmamalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye tazyik edip de sıkmamalı, her kusurlarına aldırmamalıdır. Ve eğer affederseniz yani affetmek hakkınız olup tarafınızdan affı mümkün olan suçlarını bağışlarsanız -ki bunlar, size karşı yapılan ve başkalarını ilgilendirmeyen dünya işleriyle alakalı yahut da dinî konularda olup da tevbe ettikleri suçlardır affeder yüzlerine vurmaz, başlarına kakmaz ve ayıblarını, eksikliklerini örter, müsâmaha gösterirseniz, şüphesiz Allah da gafurdur rahîmdir. O da sizin günahlarınızı rahmetiyle bağışlar.
“Mallarınız ve evlâtlarınız bir fitnedir. Sizi kendilerine tutkun edip zahmetlere ve günahlara sokmaya sebeb olan ve bir takım hayırlardan, itaatlardan alıkoyan bir imtihan ve sıkıntıdır. Hâlbuki büyük mükâfat Allah’ın yanındadır. Binaenaleyh Allah muhabbetini, zikir ve taatı mal ve evlât sevgisine tercih etmeli, mal ve evlât kaygılarıyla uğraşırken Allah için olan ibâdet ve itaatı bozmamalıdır.”3571; “Onun için gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Fitneden, Allah’ın rızasına muhalif olan şeylerden sakınıp Allah’ın korumasına sığınarak takvâ yolunu tutun.”3572 Bu emir, “Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun...”3573 emrine nazaran çok hafifletilmiştir. Yani Allah’a layık bir şekilde, tam hakkıyla takvâ yapamazsanız bile gücünüzün yettiği kadar müttaki olun, korunun, Allah’ı zikirden gaflet etmeyin. Ve dinleyin ve Allah’ın emirlerini, nehiylerini, vaaz ve nasihatı dinleyin ve itaat edin, dinlediklerinizi tutup kendi gönlünüzle tatbik ve icra edin ve infak edin, çoğalmak ve iftihar etmek için mal toplayıp biriktirmek hırsına kapılmayıp gerek çalışarak kazandıklarınızdan gerek yerden çıkan madenlerden, Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden zevcelerin ve çocukların nafakalarını verdikten sonra Bakara ve Berae sûrelerinde emir ve teşvik edilen cihetlere; ana baba ve yakın akraba, yetimler, miskinler ve yolcular için nafakalar, müslüman topluluğun fakir kulların ihtiyaçları, İslâm dinini yayma ve müdafaa ile Allah yolunda cihad, iyilik ve takvâda yardımlaşmak için gücünüzün yettiği kadar vergi, zekât ve sadaka verin. Nefisleriniz için hayır yapın, Allah’ın koruması altında olmanız için kendi nefisleriniz hakkında en hayırlı, en faydalı olanı işleyin. Yani büyük mükâfatın Allah’ın yanında olması, dünya zevklerinin yok olup Allah’ın yanındakilerin kalması sebebiyle Allah rızası için harcamak, netice itibarıyla nefisleriniz hakkında mal ve evlâttan daha hayırlıdır. Bundan dolayı mal ve evlât dert ve hırsıyla Allah’ı ve kendilerinizi unutup da hayır için infaktan geri kalmayın. Allah için hayırlar yapın ve O’nun için çalışın, mal ve evlada da o maksadı gözeterek bakın ve her kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa ki bu ancak Allah’ın korumasına sığınmakla olabilir. İşte onlar felah bulanlardır. O’nun için gücünüzün yettiği kadar Allah’a sığının da hırslı ve cimri olmamaya çalışın. Nefislerinizin hırsına düşkün olup da vurgunculuk ve cimrilik ile kendini3571]
64/Teğâbün, 15
3572] 64/Teğâbün, 16
3573] 3/Âl-i İmrân, 102
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zi, çoluk, çoc u ğunuzu ve cemaatinizi felaketlere sürüklemeyin. Cömert ve asil olmaya çalışarak Allah için hayır işlerde yarışın. 3574
Seyyid Kutub diyor ki:
“Ey mü’minler Allah’a, Peygamber’e hıyânet etmeyiniz. Yoksa üstlendiğiniz emânetlere bile bile hıyânet etmiş olursunuz.” 3575
“Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır.” 3576
Müslüman kitlenin yükümlülüklerini üstlenmekten kaçınmak Allah’a ve Peygamber’e ihânettir. Bu dinin ele aldığı ilk problem de “Lailâhe illallah Muhammedun Rasûlullah = Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın Peygamberidir” problemidir. İlâh olarak Allah’ı birleme ve bu konuda sadece Peygamberimiz Muhammed’in (s.a.s.) bildirdiklerine uyma sorunudur. Bütün tarih boyunca insanlık, Allah’ı hiçbir zaman kesin olarak inkâra yeltenmemiştir. Sadece sahte tanrıları O’na ortak koşma yönüne gitmişlerdir. Bu şirk kimi zaman daha az olmak üzere, inanç ve ibâdet noktasında, kimi zaman da ve çoğunlukla, hâkimiyet ve otorite noktasında belirmiştir. İnsanlık hayatında çoğunlukla işlenen en büyük şirk, ikincisi olmuştur. Bu yüzden bu dinin ele aldığı ilk problem, insanları Allah’ın ilâhlığına inandırmadan çok, ilâhlık noktasında O’nu birlemeyi kabul etmeye çağırmak olmuştur. Allah’dan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmeye, yani evrenin düzeni üzerindeki hâkimiyetini kabul ettikleri gibi, yeryüzündeki hayatlarının üzerindeki hâkimiyet açısından da O’nun tek ve ortaksız olduğunu ilan etmeye çağrı olmuştur. Bu dinin ele aldığı ilk sorun: “O gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.” 3577
Bu dinin ele aldığı problem aynı zamanda, Allah’ın direktiflerini duyuranın sadece Muhammed (s.a.s.) olduğunu bu yüzden onun duyurduğu her şeye uymayı kabul etmek olmuştur. Bu dinin vicdanda inanç, hayatta hareket olarak yer etmesi için ele aldığı başlıca sorun budur. Bu yüzden bu problemi gözardı etmek Allah’a ve peygamber’e ihânet etmektir. Yüce Allah, kendisine inanan ve bu inancını ilan eden müslüman kitleyi böylece bir ihânetten sakındırıyor. Bunun sonucu olarak müslüman kitlenin inancının pratik anlamını gerçekleştirmesi bu cihadın can, mal ve evlât konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği anlaşılmış oluyor.
Aynı şekilde yüce Allah, müslüman kitleyi İslâm üzerine Peygamber’e (s.a.s.) biat ettiği, yani bağlılığını ifâde ettiği günden itibaren yüklendiği emânete ihânet etmekten de sakındırıyor. Çünkü İslâm dille söylenen bir söz değildir. Sadece birtakım lâflar ve iddialardan ibâret değildir. İslâm, çeşitli zorluklar ve engellerle karşılaşan eksiksiz ve kapsamlı bir hayat sistemidir. Hayatın pratiğini “Lâ ilâhe illâllah = Allah’tan başka ilâh yoktur” temelinin üzerinde kurma metodudur. Bu da, insanları gerçek Rabblerine kulluk yapmaya, toplumları O’nun hâkimiyetine ve şeriatına boyun eğmeye yöneltmek, Allah’ın ilâhlığını ve iktidarını gaspeden tağutları azgınlık ve haksızlıktan alıkoymak, tüm insanlık
3574] Konuyla ilgili olarak (Haşr, 59/7 ve 9. âyetlerin tefsirine bk.) Hak Dini Kur’an Dili
3575] 8/Enfâl, 27
3576] 8/Enfâl, 28
3577] 43/Zuhruf, 84
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 799 -
düzeyinde hak ve adâleti gerçekleştirmek, değişmez bir ölçü uyarınca insanlar arasında denge sağlamak, Allah’ın sistemi uyarınca da yeryüzünü kalkındırma görevini ve Allah’ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getirmektir.
Tüm bu görev ve sorumluluklar birer emânettirler, bu emânetleri yerine getirmemiş olanlar emânete ihânet etmiş, Allah’a verdikleri sözü tutmamış O’nun peygamberine gösterdikleri bağlılığı -biatı- ihlâl etmiş olurlar.
Kuşkusuz bunlar fedâkârlığı, sabır ve dayanıklılığı, mal ve evlât imtihanını aşmayı ve yüce Allah’ın emâneti yerine getiren sabırlı, neyi seçeceklerini iyi bilen ve fedâkâr kullarına ayırdığı mükâfatı tercih etmeyi gerektiren sorumluluklardır.
“Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır.” Bu Kur’an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir. Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı, nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah’ın hakkını mı unutuyorlar? “Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız.” 3578. İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur. Mal ve evlât da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.
İlk uyarı budur: “Biliniz ki mallarınız ve evlâtlarınız aslında birer sınav konusudur.” Kalbin imtihan ve denemeye tabi tutulacağı konudan haberdar edilmesi, kendinden geçmemesi, unutmaması, imtihan ve sınav esnasında başarısız olmaması için sakındırma, uyarma ve hazırlıklı olmasını sağlama amaçlı bir yardımdır bu.
Sonra yüce Allah insanı yardımsız ve karşılıksız olarak bırakmıyor. Çünkü fedâkârlığın ağırlığı ve sorumluluğun büyüklüğü nedeniyle -uyarılmış olmasına rağmen- görevini yerine getirirken insan, yine de zaaf gösterebilir. Özellikle imtihan konusu, mal ve evlât ise. Bu yüzden yüce Allah insana hangisinin daha iyi ve daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Amaç imtihanda zaaf gösterebilen insana yardım etmek onu korumaktır kuşkusuz.
“Büyük ödül Allah katındadır.” Mal ve evlâdı bağışlayan yüce Allah’dır. Mal ve evlâd imtihanını aşanlar için O’nun katında büyük mükâfat vardır. O halde kimse emânetin sorumluluğundan ve cihadın gerektirdiği fedâkârlıklardan kaçınmamalıdır. İşte bu, içindeki zaaf noktalarını bilen yüce yaratıcıdan zayıf insana bir yardım ve destektir. “İnsan zayıf olarak yaratıldı.” 3579 Bu inanç, düşünce, eğitim ve yönlendirmeye ilişkin eksiksiz bir hayat sistemidir. Her şeyi bilen Allah’ın sistemidir bu. Çünkü yaratan O’dur. “Yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır.” 3580
Allah Korkusu: Sûrenin bu bölümünde mü’minlere yönelik son çağrı,
3578] 21/Enbiyâ, 35
3579] 4/Nisâ, 28
3580] 67/Mülk, 14
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’dan korkmaya ilişkin bir çağrıdır. Kendi inancına ilişkin olarak kesin bir kanıta dayanmadıkları, kuşkuları ortaya çıkaran vesveseleri gideren, uzun ve dikenli yolda ayakları dirençli kılan bir nur olmadığı sürece kalpler, bu ağır yükün altından kalkamazlardı. Takvâ duyarlılığı ve Allah’ın nuru olmasaydı, hakkı bâtıldan ayıran nosyona, bu kritere sahip olmayacaklardı.
“Ey mü’minler, eğer Allah’dan korkarsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edebilecek bir nosyon, bir kriter bağışlar, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”3581 İşte azık budur. Budur yol hazırlığı. Kalpleri dirilten, onları uyaran, içlerindeki uyarı, sakınma ve korunma cihazlarını harekete geçiren takvâ azığı... Yolun dönemeçlerini ve kavşaklarını göz alabildiğince ortaya çıkaran yol gösterici nur hazırlığı... Tam ve sağlıklı görüşü engelleyen kuşkular ortadan kalkmıştır artık. Sonra bu, hataların bağışlanması azığıdır. Huzur ve istikrarı sağlayan güven azığı... Azıkların tükendiği, çalışmaların yetersiz kaldığı bir günde yüce Allah’ın engin lütfunu düşünme azığı...
Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış olanlara ulaştırmaz. Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini sürdürür. Yolların ayrılış noktasında bâtıl hak kisvesinde görünür. Kanıt son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici olamaz. Susturucu olur, ancak akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar, münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet Allah korkusu olmadığı zaman durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur.
Gerçek, özü itibârıyla fıtrata gizli değildir. Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum sözkonusudur. Nitekim fıtrat, bu gerçekten almıştır varlığını. Göklerle yer, gerçeğe dayalı olarak yaratılmıştır. Ancak fıtratla gerçek arasına giren ihtirastır, insanın arzusudur. Karmaşıklığa neden olan bu ihtirastır işte. Görüşü engelleyen, yolları kördüğüme dönüştüren, dönemeçleri görünmez hale getiren insanın ihtirasıdır. Kanıt ne kadar kesin olursa olsun, ihtirasa gem vuramaz. Onu durduran ve bertaraf eden Allah korkusudur. İhtirası engelleyen takvâ ve gizli açık denetimdir. Bunun için yüce Allah’ın kalbe kazandırdığı bu nosyon, bu kriter gözleri aydınlatır, örtüyü kaldırır,’ yolu iyice belirginleştirir.
Kuşkusuz bu, paha biçilmez bir durumdur. Öte yandan Allah’ın lütfu bu göz kamaştırıcı duruma bir de hataların giderilmesini, günahların bağışlanmasını ekliyor. Bunlara da “büyük lütfu” ilave ediyor. Bu öylesine geniş ve kapsamlı bir bağıştır ki, büyük lütuf sahibi “kerim” olan Rabbden başkası onu bağışlayamaz.
Hile ve Tuzaklar: Sûrenin akışı içinde bulunulan anın problemlerine çözüm getirmek amacıyla, geçmişi canlandırmak sûretiyle sürüyor. Sonuçta böylesine parlak bir zafer kazandığı savaşa girişen müslüman kitleye geçmiş ile içinde yaşanılan an arasındaki değişimin göz alıcı boyutlarını tasvir ediyor. Yüce Allah’ın savaşı yönlendirmesi ve takdiriyle onlara ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu
3581] 8/Enfâl, 29
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 801 -
gösteriyor. Bu öyle bir durumdur ki, ganimetler bunun yanında hiç kalır. Bu uğurda yapılan fedâkârlıkların, çekilen sıkıntıların lafı bile edilmez.
Daha önceki âyetlerde, müslümanların Mekke’deki durumlarına ve bu savaştan önceki durumlarına ilişkin bir tasvir yer almıştı. Sayısal azlıkları, güçsüz oluşları, insanların kendilerini kapıp götüreceklerinden korkacak kadar korumasız oluşları anlatılmıştı. Ardından yüce Allah’ın yönlendirmesi, gözetimi ve lütfu sayesinde sığınak buldukları, üstünlük sağladıkları, bol nimete kavuştukları anlatılmıştı. Burada ise; âyetlerin akışı, hicretin eşiğinde Peygamberimize (s.a.s.) karşı komplo düzenlemek üzere aralarında anlaşan müşriklerin durumlarını tasvir etmektedir. Onlar Peygamberimizin getirdiği âyetlere karşı çıkarak isteseler kendilerinin de benzeri sözler söyleyebileceklerini iddia etmektedirler. Yine onlar kabul etmemekte diretmektedirler. İnatta o kadar ileri gidiyorlar ki, dönüp doğru yolu bulacaklarına -şâyet bu âyetler Allah katından gelmişlerse- üzerlerine azâbın çabucak indirilmesini istemektedirler.
Sonra âyetlerin akışı, müşriklerin insanları Allah yolundan alıkoymak için nasıl mallarını harcadıklarını Allah’ın peygamberine karşı savaşmak üzere ne şekilde toplandıklarını anlatmaktadır. Ardından onları dünya hayatında hüsrana uğramak ve yürek acısı çekmekle, âhirette ise, cehenneme sevkedilmekle tehdit etmektedir. Kurdukları tuzakların, toplanmaların ve planların ardından hem burada, hem de orada zarar edeceklerini vurgulamaktadır.
Sonunda yüce Allah, peygamberine müşriklere yönelip onları şu iki şıktan birini tercih etme durumunda bırakmasını emretmektedir:
a) Şâyet kâfirlikten, inatçılıktan, Allah ve peygamberine karşı savaşmaktan vazgeçecek olurlarsa, câhiliyede işledikleri bütün bu kötülükler bağışlanacaktır.
b) Yok eğer durumlarını sürdürüp, tavırlarını değiştirmeyeceklerse, bu durumda daha önce kendilerine benzeyenlerin başına gelenler onların da başına gelecektir. Yüce Allah’ın azaba ilişkin yasası, işlevini yerine getirecektir. Kuşkusuz bu azabı dileyen ve dilediği gibi takdir eden yüce Allah’tır.
Sonra Yüce Allah müslümanlara, işkence edecek güçleri kalmayıncaya, yeryüzündeki ilâhlık sadece Allah’a ait oluncaya -böylece din bütünüyle Allah’a özgü oluncaya- kadar kâfirlerle savaşmalarını emretmektedir. Teslim olduklarını duyururlarsa, Peygamber (s.a.s.) kabul edecektir; niyetlerine göre yüce Allah onları hesaba çekecektir. Çünkü yüce Allah yapa geldiklerini bilir. Bundan yüz çevirip savaşa devam ederlerse, inatlarını sürdürürlerse, Allah’ın tek ve ortaksız ilâhlığını kabul etmezlerse, yüce Allah’ın yeryüzündeki otoritesine boyun eğmezlerse, müslümanlar onlara karşı cihadı sürdürecek ve yüce Allah’ın kendilerine dost olduğundan kesinlikle emin olacaklardır. O, ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır 3582.
Yine Seyyid Kutub, Teğâbün sûresi tefsirinde de şunları söyler:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarımızdan bazıları size düşmandır. Onlardan sakının. Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Mallarınız ve evlâtlarınız bir sınav konusudur. Büyük mükâfat ise Allah katındadır. O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi
3582] Fî Zılâli’l Kur’an
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iyiliğinize olarak mallarınızı Allah yolunda harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 3583
Bu bölümde yer alan ilk âyete ilişkin olarak İbn Abbas’a dayandırılan bir açıklamaya göre bir adam ona bu âyeti sormuş o da şu cevabı vermiştir: “Burada söz konusu edilenler Mekke’de Müslüman olmuş bazı kimselerdi. Bunlar Peygamber Efendimizin yanına gelmek istiyorlardı. Fakat eşleri ve evlâtları onlara müsaade etmiyorlardı. Daha sonra Peygamberimizin yanına geldiklerinde insanların dini anlayışlarının derinleştiğini gördüler. Bundan dolayı eşlerini ve evlâtlarını cezalandırmak istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu âyeti indirdi: “Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Bu hadisi Tirmizi de bir başka kanaldan aktarmış ve hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir. İbn Abbas’ın kölesi İkrime de ona katılmıştır.
Şu kadarı var ki Kur’an âyeti küçük bir olaydan daha kapsamlı, daha geniş boyutlu ve daha kuşatıcıdır. Çünkü, ikinci âyette yer alan “Mallarınız ve evlâtlarınız bir sınav konusudur” şeklindeki mal ve evlâtlara yönelik uyarı ile eş ve evlâtlara yönelik bu uyarı bir de eşlerden ve evlâtlardan insana düşman olanların da bulunabileceğine ilişkin uyarı insan hayatında derin etkisi bulunan bir gerçeğe işaret ediyor. İnsanın duygusal yapısı ile hayat sahnesinde birbirine girmiş çok ince ve duyarlı ilişkilere dokunuyor. Kuşkusuz eşler ve evlâtlar insanı oyalayıp O’nu Allah’ı anmaktan alıkoyabilirler. Yine görevini yapıp Allah yolunda cihad eden bir mücahidin başına gelen musibetlerle karşılaşacak olursa eşlerine ve evlâtlarına bir zarar gelebilir endişesiyle imanın gerektirdiği yükümlülüğü yerine getirmede isteksiz davranabilir, bu endişe mü’mini görevlerini eksik yapmaya itebilir. Allah yolunda savaşa çıkmış bir mücahit birçok zararlara uğrar, birçok fedâkârlıklarda bulunur. Hem kendisi hem de ailesi büyük zorluklarla karşılaşır. Kendi başına gelen zorluklara katlanabilir de eşinin ve çocuğunun uğradığı zorluklara katlanamaz. Bu yüzden onları güvencede tutmak, yer yurt temin etmek, mal mülk toplamak ve geçimlerini sağlamak için cimrileşir, korkaklaşır. Böylece eş ve çocuklar onun düşmanı niteliğini kazanırlar. Çünkü onu iyilik yapmaktan alıkoymuş olurlar. İnsan olarak varoluşunun en üstün hedefini gerçekleştirmesine engel olmuş olurlar. Öte yandan ondan dolayı başlarına bir şey gelebilir endişesiyle bizzat eş ve çocuklar onun yoluna dikilip görevini yapmasına engel olabilirler. Veya eş ve çocuklar onun izlediği yolun dışında bir yol tutmuş olabilirler, bu durumda o da eş ve çocukları ile Allah için her şeyden soyutlanma arasında bir tercih yapmada zorlanabilir. işte bunlar birbirinden farklı dereceleri bulunan düşmanlığın görünümleridir. Mü’minin hayatında bu tür görünümlere her zaman rastlamak mümkündür.
İşte bu yüzden, mü’minlerin kalplerinde sürekli bir uyanıklık bulunsun, bu duygulara kapılmasın ve bu etkenlerin etkisinde kalmasın diye bu girift ve karmaşık durum bizzat onların Allah tarafından uyarılmalarını gerektirmiştir. Sonra bu uyarı değişik bir ifâdeyle, mal ve evlât sınavında uyanık olmaya ilişkin bir çağrıyla tekrarlanıyor. Âyetin orijinalinde geçen “fitne” kelimesi iki anlama gelir:
Birincisi: Yüce Allah sizi mal ve evlât konusunda sınıyor, şu halde uyanık olun, sakının, sınavda başarılı olabilmeniz için sürekli hazırlıklı olun, kurtulun ve Allah için her şeyden soyutlanın. Tıpkı bir kuyumcunun saf altını katma maddelerden
3583] 64/Teğâbün, 14-16
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 803 -
ayırmak için onu ateşte erittiği gibi.
İkincisi: Şu mallar ve evlâtlar sizin için baştan çıkarıcı, çekici şeylerdir. Bu çekicilikleri ile sizi Allah’a karşı gelmeye, O’na isyan etmeye sürüklerler. Şu halde onların çekiciliğinden sakınınız. Sizi sürükleyip götürmesinler, Allah’tan uzaklaştırmasınlar.
Kelimenin bu her iki anlamı da kastedilmiş olabilir. İmam Ahmed Abdullah B. Büreyde’nin şöyle dediğini anlatır: Babam Büreyde’nin şöyle dediğini duydum: Bir gün Peygamber Efendimiz minberde halka hitap ediyordu. O sırada torunları Hasan ve Hüseyin -Allah onlardan razı olsun geldiler. Al gömlekler giyinmişlerdi. Düşe kalka yürüyorlardı. Peygamber Efendimiz minberden indi ve ikisini kucaklayıp önünde bir yere oturttu. Sonra şöyle dedi: “Allah ve Peygamberi doğru söylerler. Kuşkusuz mallarınız ve evlâtlarınız sizin için birer sınav konusudur. Şu iki yavrumun düşe kalka yürüdüklerini görünce dayanamadım. Konuşmamı kesip onları ayağa kaldırdım: ‘ Ehl-i sünnet imamları ibn Vakid kanalıyla rivâyet ederler. Bu Rasûlallah’tır, bunlar da kızının oğulları. Şu halde mesele çok ciddidir ve tehlikelidir. Bu konu, Allah tarafından uyarılmayı, sakındırılmayı gerektirecek kadar önemlidir. Kalpleri yaratan ve bu duyguları o kalplere yerleştiren Allah, kendilerini aşırı düzeyde bu duygulara kapılmaktan alıkoymalarını istiyor. Çünkü bu tatlı bağların insana ancak bir düşmanın yapabileceği şeyleri yaptığı, onu düşmanın tuzaklarına benzer badirelere sürüklediği biliniyor.
Bu yüzden âyet-i kerime, mal ve evlât sınavında uyanık bulunulması gerektiğini vurguladıktan ve bazı eşler ve evlâtların şahsında somutlaşan düşmanlığa dikkat çektikten sonra Allah katındaki kalıcı nimetlere, güzelliklere işaret ediyor. Bundan sonra âyet mü’minlere güçleri ve kapasiteleri elverdiği oranda Allah’ın buyruklarını duyup itaat etmek sûretiyle O’ndan korkmaları çağrısında bulunuyor: “O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin.”
“Gücünüzün yettiği kadar” ifâdesinde yüce Allah’ın kullarına yönelik lütfu, kendisinden korkup itaat etme kapasitelerine ilişkin bilgisi belirginleşiyor. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: Size bir şey emrettiğim zaman onu elinizden geldiği kadar yerine getirin. Bir şeyi yasakladığım zaman da ondan uzak durun.”(Buhârî ve Müslim Ebu Hureyre’den rivâyet ederler) Çünkü emre uymada bir sınır yoktur. Bu yüzden elinizden geldiği oranda denilmiştir. Fakat yasağı bölmenin imkânı yoktur. Bu yüzden eksiksiz uygulanması istenir. 3584
Mevdûdi diyor ki:
“Ey iman edenler, Allah’a ve Rasûlüne ihânet etmeyin, bile bile emânetlerinize de ihânet etmeyin.”3585 “Emânetler” çok geniş bir terimdir ve toplumu yahut bireyi ilgilendirir, kişiye muhafaza etmesi için emânet edilen tüm şeyleri içerir. Mesela, kişi anlaşma ve ahitleri bozmamalı, toplumun sırlarını açığa vurmamalı veya kendi kontrolüne verilen mal ve görevi kötüye kullanmamalıdır. Nisâ sûresinde şöyle buyrulur: “Hiç şüphe yok Allah, size emânetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor...”3586 Bu âyette müslümanlar, İsrailoğulları’nın daha önce düştükleri hatalara düşmemeleri için
3584] Fî Zılâli’l Kur’an
3585] 8/Enfâl, 27
3586] 4/Nisâ, 58
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uyarılıyorlar. Onların düştükleri en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi hep beceriksiz ve ehil olmayan kişilere vermeleriydi. Sorumluluk isteyen, dinî ve siyasî liderlikleri hep beceriksiz, ehil olmayan, dar kafalı, ahlâksız, şerefsiz ve adâletsiz kişilere vermeye başladılar. Bunun sonucu, tüm toplum yapısı çöktü. Müslümanlara bu konuda dikkatli olmaları ve sorumluluk isteyen yetkileri ehil, sorumluluğunun idrakinde ve iyi ahlâklı kişilere vermeleri söyleniyor.
Yahûdiler arasında yaygın olan bir diğer kötülük ise adâletsizlikti. Onlar adâlet ruhunu çoktan unutmuşlar, açıkça adâletsiz, şerefsiz, zâlim olmuşlar ve hiçbir vicdan azabı duymaksızın rahatlıkla zulüm işleyebilecek dereceye düşmüşlerdi. Bizzat müslümanlar bu zulmü acı bir şekilde tatmışlardı. Yahûdiler, iki tarafın yaşadığı hayat, hangi tarafın doğru yolda olduğunu gösterdiği halde, müminlere karşı putperest Kureyş’in yanında yer alıyorlardı. Bir taraftan Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O’na iman edenlerın saf ve temiz hayatı, diğer tarafta ise kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, üvey anneleri ile evlenen, Kâbe’yi çırılçıplak tavaf eden ve daha nice ahlâksızlıkları yapan putperestlerin iğrenç ve kirli hayatı vardı. “Ehl-i kitap” bunlara rağmen hâlâ putperest kâfirlerle işbirliği yapıyor ve soğukkanlılıkla onların müminlerden daha iyi ve daha doğru bir yolda olduğunu söylüyorlardı. Allah müminleri bu tip haksızlıklara karşı uyarıyor ve onlara her zaman hakkı söylemelerini; dost olsun, düşman olsun, insanlara adâletle hükmetmelerini emrediyor.
“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur)…”: Dünya malı ve çocuklar, genellikle kişiyi mûnâfıklığa, ihânete ve şerefsizce davranmaya yönelten eğilimlerin en büyük sebebi olmaktadır. İşte bu nedenle Allah mü’minleri para ve çocuk sevgisinin aşırılığına karşı uyarmaktadır: “Bu dünya büyük bir imtihan sahasıdır. Çocuklarınız ve mallarınız ise iki imtihan sorunudur. Bunlar size, onların haklarına uyup uymadığınızı ve konulan sınırları aşıp aşmadığınızı denemek amacıyla verilmiştir. Bakâlim sorumlulukları taşıyarak doğru yolda mı yürüyeceksiniz, yoksa arzu ve eğilimlerinizin cazibesiyle ondan sapacak mısınız ve bir taraftan Allah’ın kulu olmaya devam ederken, diğer taraftan O’nun belirlediği hakların dışına taşarak mal ve çocukların kölesi olmaya eğilimli olan “nefsinizi” kontrol edebilecek misiniz?”
“Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir…”3587 Mü’minler, eğer Allah’tan korkarak hareket ederlerse, Allah’ın kendilerine doğru ile yanlışı ayırdetmelerini sağlayan Furkan’ı yani tüm işleri doğru bir şekilde anlamaya yarayacak gerçek bilgiyi (kriteri) vereceği konusunda te’min edilmektedirler. Böylece, mü’minler eğer isterlerse Allah’ın dileğini yerine getirebilir ve O’nun tasdik ettiği yolu takip edebilirler. Bu kriter (Furkan), her zaman bir sinyal görevi görecek, onlara doğru yolu, Hakk’ın yolunu gösterecek ve onları sapık yollara, şeytanın yollarına karşı uyaracaktır. 3588
Yine Mevdûdi Teğâbün sûresi tefsirinde şunları söyler: “Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.”3589 Bu âyet iki an3587]
8/Enfâl, 29
3588] Tefhîmu’l Kur’an
3589] 64/Teğâbün, 14
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 805 -
lama da gelebilir. Birincisi, Allah yolunda yürüyen inanmış bir erkek veya kadına, eşi, anne ve baba ise çocukları büyük sorunlar çıkartır. Dünyada bir mü’mine, mücahide bir eşin nasip olması ve çocuklarının da inanç, amel, ahlak bakımından onların gönüllerini ferahlatacak vasıflarda bulunması oldukça nadir rastlanır bir durumdur.
Genellikle mü’min bir erkeğin çocuğu ve eşi, onun bu imanını ve dürüstlüğünü kendileri açısından bir talihsizlik olarak değerlendirirler. Öyle ki onlar koca ve babalarının akibeti cehenneme gitmek bile olsa, haram-helal gözetmeksizin kendilerine refah ve zenginlik sunmasını isterler. Yine mü’min bir kadın, kendisinin İslâm’ın hükümlerine sıkı bir şekilde bağlanmasını istemeyen bir kocaya sahip olur ve çocuğu da babasının izinden giderek, annesine hayatı cehennem eder. Özellikle İslâm ile küfr arasında savaş olduğunda, imanının gereği olarak her türlü zararı ve tehlikeyi göze alarak, gerekirse ülkesinden hicret edeceği, hatta cihad edip canını tehlikeye atacağı zaman, bir mü’mine en büyük engel yine ailesi olur.
İkincisi, bu âyetlerin nazil olmasına, o dönem Müslümanlarının şartlarını ilgilendiren özel bir durum neden olmuştur. Günümüzde de kâfir bir toplumda, İslâm’ı kabul eden kimseler için de aynı şey geçerlidir. O dönemde Mekke’de ve Arabistan’ın diğer bölgelerinde, öyle durumlar meydana geliyordu ki, bir kimse Müslüman oluyor, hanımı ve çocukları İslâm’ı kabul etmedikleri gibi, onu İslâm’dan döndürmeye çalışıyorlardı. Elbette aynı şeyler mü’min bir kadın için de sözkonusuydu. Bu tür sorunlar içinde olan Müslümanlara seslenerek, şu üç nokta vurgulanmıştır:
a) “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır.” Öncelikle, her ne kadar beşeri nedenlerle, akrabalık bağları önemliyse de, bu kimselerin dinî açıdan mü’minlerin düşmanları olduğu vurgulanmaktadır. Bu düşmanlık, onların (eş ve çocukların) mü’minleri iyilikten alıkoyup kötülüğe sevketmek istedikleri veya imandan alıkoyup, küfre sürükleme arzusunda oldukları, ya da kâfirlere sempati beslediklerinden dolayı mü’minlerin sırlarını öğrenip, onlara aktarmak durumunda olmaları nedeniyledir. Bu bakımdan düşmanlıkları keyfiyet itibarıyla farklı bile olsa, yine de onlar mü’minlerin düşmanlarıdır: “Ey iman edenler! Şâyet iman sizin için daha önemliyse, bunları (kâfir olan eş ve çocuklarınızı) düşman olarak görün ve onlara duyduğunuz yakınlık, onlarla aranızda bir iman ve küfr, itaat ve isyan duvarının olduğunu sizlere unutturmasın!”
b) “Onlardan sakının”; Daha sonra mü’minler, dünyadaki çıkarları yüzünden âhiretlerini mahvetmemeleri için, uyanık olmaları konusunda uyarılmışlardır. Onlara, Allah ve Rasulü’ne sevginiz ve İslâm’a sadakatınız ile aranıza girecek kadar düşkünlük göstermeyin. Yine onlara çok güvenmeyin. Çünkü boş bulunduğunuz bir anda, ağzınızdan aldıkları Müslüman topluma ait bir sırrı, düşmanlarınıza ulaştırabilirler. Böyle bir zaafı Hz. Peygamber, bir hadisinde şu şekilde vurgulamıştır: “Bir şahıs kıyamet günü getirilir ve ona tüm iyiliğini ailesinin alıp götürdüğü söylenir.”
c) “Ama affeder, kusurlarından geçer ve bağışlarsanız, muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” Bu, şu anlama gelmektedir. Sizlere onların düşmanlıkları hakkında, dininizi onlardan korumanız için bilgi verilmiştir. Ama şunu iyi bilin ki, size bu ikazın yapılmasının nedeni, eşinizi ve çocuklarınızı
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dövmeye başlayın, onlara şiddetle muâmele edin ve onlarla ilişkinizi bozarak ev hayatınızı bir azap haline getirin diye değildir.
Bu ikaz, sözkonusu tutumun şu iki açık zarara yol açabileceği nedeniyle yapılmıştır. Birincisi, böyle bir tutum çocukların ıslahı konusunda tüm kapıların kapanması ve hiçbir imkânın kalmaması tehlikesine yol açar. İkincisi, böyle bir tutum, toplum içinde İslâm ile ilgili yanlış kanaatlerin doğmasına neden olabileceği gibi, ayrıca Müslümanlar kötü ahlaklı, geçimsiz, şiddete başvuran, zorba, ailesi ile bile geçinemeyen bir kimse olarak tanınırlar.
Burada, hep İslâm’ı yeni kabul edenlerin bu tür sorunlar ile karşılaşmaları dikkate değerdir. Sözgelimi, Müslüman olan bir gencin anne ve babası müşrik ise, onlar çocuklarının yeni dininden dönmesi için baskı yapıyordu. Yahut erkek Müslüman olur da onun karısı ve çocukları (kadın Müslüman olduğunda kocası ve çocukları) müşrik iseler, onu bulunduğu hak yoldan vazgeçirmek için gayret gösteriyorlardı. Birinci durumla ilgili olarak Ankebut: 8 ve Lokman 14-15’te, “Din konusunda anne ve babaya itaat etmeyin ama dünyevi meselelerde onlarla iyi geçinin” buyurulmuştur. İkinci durumla ilgili olarak, “Eşiniz ve çocuklarınız karşısında dininizi koruyun ama onlara karşı şiddete başvurmayın, bilakis yumuşak davranın ve onları bağışlayın” denilmiştir. 3590
Bir başka âyette şöyle buyrulur: “De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun…” 3591 Yani, “Hüküm (emri) onları gerçek imanın nimetlerinden, onun meydana getireceği itidâle sahip olaraktan ve dünyalarını onun hidâyet aydınlığına doğru sevketmelerinden mahrum eder ve (bütün bunları) diğer kimselere (Allah’ın istediği gibi hareket edenlere) bağışlar.”
Bu âyette, prensip (usûl) itibarıyla, iki hususa değinilmiştir. Prensip bakımından, hem hak dine iman etmek, hem de bu dine düşman olan kimselere sevgi beslemek gibi iki zıt tavrın, bir kişide aynı anda bulunması imkânsızdır. Kesinlikle bir yanda iman, diğer yanda Allah ve Rasulü’nün düşmanlarına sevgi beslemek gibi bir tavır olamaz. Çünkü bir insan hem kendi nefsini, hem de nefsinin düşmanlarını aynı zamanda sevemez. Dolayısıyla mü’minlik iddiasında bulunan bir kimse, aynı zamanda İslâm düşmanıyla da dostluk ilişkilerini sürdürüyorsa şâyet, bu kimsenin mü’minlik iddiasının doğru olabileceği şeklinde bir tereddüte düşülmemelidir. Ayrıca bir yanda Müslüman olduğunu söyleyip, diğer yandan, İslâm düşmanlarıyla dostluklarını devam ettiren kimselerin, (kendileri hakkında) mü’min mi, mûnâfık mı olduklarını tekrardan ciddi bir şekilde düşünmeleri gerekir. Yani mü’min mi, mûnâfık mı olmak istiyorlar, buna karar vermelidirler. Şâyet dürüst kimselerse, bunun ahlâkî bakımdan iki yüzlülüğün en aşağı tabakası olduğunu anlayacaklardır. Sonuçta da aynı anda iki ata birden binmekten vazgeçmelidirler. İman, onlardan açıkça şu iki seçenekten birini tercih etmelerini ister: Mü’min olmak istiyorlarsa, İslâm’a zarar veren her türlü ilişkiyi kesmelidirler, fakat ilişkileri onlar için İslâm’dan daha önemli ise, bu sefer mü’minlik iddialarından vazgeçmelidirler.
3590] İzah için bk. Tevbe: 23-24, Mücadile an: 37, Mümtahine an: 1-3, Münafikun an: 18.
3591] 9/Tevbe, 24
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 807 -
Bu anlatılanlar ilke itibarıyla böyledir. Fakat Allah Teâlâ sadece bu konuda ilkeleri beyan etmekle kalmamış, ayrıca yalan yere Müslümanlık iddiasında bulunan kimselere gerçek örnekler vermiştir. Ki zaten onlar bizzat bu kimseleri biliyorlardı. Yani onlar, gerçek mü’minlerin, İslâm’a zarar veren tüm ilişkilerini keserek, bir cemaat haline geldiklerini bizzat görüyorlardı. Bu öyle bir vâkıadır ki, tüm Araplar Bedir ve Uhud savaşlarında bunu açıkça müşahede etmişlerdir. Mekke’den Medine’ye hicret eden sahabe, Allah rızası için kendi akraba ve kabilelerine karşı savaşmaktan asla çekinmemişlerdir. Ebu Ubeyde (r.a.) babası Abdullah b. Cerrah’ı, Mus’ab b. Umeyr (r.a.) kendi kardeşi Ubeyd b. Umeyr’i ve Hz. Ömer (r.a.) kendi dayısı As bin Hişam bin Muğiyre’yi öldürmüştür. Hz. Ebubekir (r.a.), oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazırlanırken, Hz. Ali (r.a.), Hz. Hamza (r.a.) ve Hz. Ubeyde bin Haris (r.a.) en yakın akrabaları Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi öldürmüşlerdir. Hz. Ömer (r.a.) Bedir esirleri hakkında, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) “Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını bizzat öldürsün” demiştir. Aynı savaşta Mûsâb bin Umeyr’in (r.a.) öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düşer. Ensardan bir sahebinin onu bağladığını gördüğünde Mûsâb bin Umeyr, onu bağlayan sahebeye, “Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir. Bu yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir” der. Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz, “Kardeşim olmana rağmen nasıl böyle konuşursun” diye söylenir. Mûsâb ise, “Şimdi sen benim kardeşim değilsin. Benim kardeşim, seni şu anda bağlayan kimsedir” diye cevap verir. Yine Bedir Savaşı’nda, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) damadı, Ebu-l As esir düşer ve hiç kimse kendisine özel bir muâmele yapmayarak, diğer esirlere nasıl davranıyorlarsa aynı şekilde davranırlar. İşte böylece İhlâslı mü’minlerin nasıl davrandıkları ve Allah’ın dinine nasıl bağlı oldukları gerçek bir şekilde sergilenmiştir. Deylemi, Hz. Muaz’dan mervî olarak, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu duâsını nakleder. “Ey Allah’ım! Bana bir facirin, bir fasıkın bir şey ihsan etmesine izin verme ki, kalbimde ona karşı bir sevgi meydana gelmesin. Çünkü sen, inzal ettiğin vahiyde, Allah’a ve Âhiret gününe iman edenlerin, Allah ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin diye buyurdun.”
Bir başka sûrede de şöyle buyrulur: “Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size gelene küfretmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı peygamberi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlemekte olduklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp sapmış olur.”3592; “Eğer onlar sizi ele geçirecek olurlarsa, size düşman kesilirler, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatırlar. Onlar sizin küfre sapmanızı içten arzu etmişlerdir.” 3593
Konunun anlaşılması bakımından, öncelikle bu âyetin nüzulune neden olan hadise hakkında ayrıntılı bilgi vermek uygun olacaktır. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Urve bin Zübeyr de dahil olmak üzere, tüm müfessirler bu âyetlerin, Hatib bin Ebi Belta’nın gönderdiği mektubun yakalanması üzerine nazil olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Bu hadise şu şekilde cereyan etmiştir: Kureyşliler Hudeybiye Antlaşması’nı çiğnedikleri zaman, Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke’ye saldırı için hazırlıklar yapmaya başladı. Ancak Mekke’ye saldırı
3592] 60/Mümtehıne, 1
3593] 60/Mümtehıne, 2
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapılacağı hususu birkaç sahabe dışında hiçkimseye bildirilmemişti. Bu sıralarda Beni Abdu-l-Muttalib’in azad ettiği bir cariye Mekke’den, Medine’ye gelir. Daha önceleri şarkıcılık yapan bu cariye, Medine’ye geldiğinde mali yönden sıkıntıya düşmüş ve bu nedenle Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kendisine yardım etmesi için başvurmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de (s.a.s.) Abdulmuttalib oğullarına onun ihtiyaçlarını karşılamalarını söylemiştir. Bu kadın Mekke’ye geri döneceği zaman, Hatib bin Ebi Belta kendisi ile görüşür ve Mekke’nin ileri gelenlerine iletmesi için, ona gizli bir mektup verir. Kadın Medine’den ayrıldıktan sonra, Cenab-ı Allah bu olayı Rasûl’üne bildirir. Hz. Peygamber de (s.a.s.) hemen Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat bin Esved’i kadını takip etmeleri için görevlendirerek, onlara şöyle emreder: “Hemen yola çıkın. Medine’den 22 mil uzaklıkta Mekke yolunda bir kadın göreceksiniz. O’nda Hatib’in müşriklere yazdığı bir mektup bulunuyor. Mektubu kadından alın. Mektubu verirse kadını serbest bırakın vermezse öldürün!” Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emri üzerine yola çıkıp kadını söylenilen mevkide bulur ve ondan mektubu isterler. Kadının kendisinde mektup olmadığını söylemesi üzerine onu ararlar, ama mektubu yine de bulamazlar. Ancak kadını mektubu vermediği takdirde soyup öyle aramak zorunda kalacaklarını söyleyerek tehdit edince, kadın kurtuluşun olmadığını anlar ve mektubu saçlarının arasından çıkararak onlara verir. Onlar da mektubu alarak, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) götürürler. Hz. Peygamber (s.a.s.) mektubu açıp okuduğunda, Mekke’ye yapılacak olan saldırı hazırlıklarının, Kureyşlilere bildirildiğini görür. (Çeşitli rivâyetlerde değişik lafızlar kullanılmış olmasına rağmen muhteva aynıdır.) Hz. Peygamber, Hatib’e bu davranışının nedenini sorduğunda o şöyle cevap vermiştir: “Ya Rasulallah! hakkımda hemen karar verme. Ben kâfir ya da mürted olduğumdan veya İslâm’dan sonra küfre sempati beslediğim için böyle davranmış değilim. Asıl sebep, ailemin hâlâ Mekke’de ikamet ediyor olmasıdır. Bildiğiniz gibi ben, Kureyş kabilelerinden birine de mensup değilim. Bazı Kureyşlilerin dostluğu nedeniyle Mekke’de yaşıyordum. Diğer Muhacir kardeşlerimin aileleri de Mekke’dedir ama ailelerine sahip çıkacak akrabaları da vardır. Oysa benim ailemi sahiplenecek bir kabilem yok orada. Dolayısıyla ben bu mektubu, onlara bir iyilik yaparsam, onlar da kendilerini bana borçlu hissederek aileme dokunmazlar düşüncesiyle yazdım.” (Hz. Hatib’in oğlu Abdurrahman’ın rivâyet ettiğine göre, Mekke’de Hz. Hatib’in kardeşi ve çocukları, Hz. Hatib’in kendi rivâyetine göre bir de annesi vardı.) Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Hatib’in sözlerini dinledikten sonra, “Hatip sizlere doğru söylüyor” demiştir. Yani O, İslâm’dan inhiraf ettiği için veya küfre yardımcı olmak gâyesiyle böyle davranmamıştır. Hz. Ömer ise hemen ayağa kalkarak, “Ya Rasulallah! İzin ver de, Allah’a, Rasul’e ve Müslümanlara ihânet eden şu münafığın kellesini uçurayım” der. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu şahıs, Bedir Savaşı’na katılanlardandır. Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara, o vaziyeti görüp, “Ben sizi affettim” demediğini kim biliyor?” diye cevap verir. Son cümlenin kelimeleri bazı rivâyetlerde, farklı lafızlarla ifâde edilmiştir. Bazılarında, “Ben sizleri bağışladım”, başka bir rivâyette “Ben sizleri affedenim”, başka bir rivâyette ise “Ben sizleri affedeceğim” şeklindedir. Bu sözleri duyan Hz. Ömer ağlayarak, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir” demiştir. Bu özeti, muteber senetlerle yapılan birçok rivâyetten almış bulunuyoruz. (Buhârî, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, Taberî, İbn Hişam, İbn Hibban ve İbn Ebi Hâkim) Bu rivâyetler arasında en güveniliri, Hz. Ali’den, onun katibi Ubeydullah bin Muhammed bin Ebi Rafi’nin ve ondan da Hz. Ali’nin torunu Hasan bin
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 809 -
Muhammed bin Hanefiyye’nin işiterek rivâyet ettiği ve başka ravilerin de bize ulaştırdığı hadistir. Tüm bu rivâyetlerde açıkça, Hz. Hatib’in mazeretinin kabul edilerek affedildiği bildirilmektedir. Nitekim hiçbir kaynak O’na ceza verildiğini nakletmemektedir. Bu bakımdan Ümmetin âlimleri, Hz. Hatib’e mazereti kabul görülerek, bir ceza verilmediği hususunda görüş birliği içindedirler.
Bu âyetler her ne kadar Hz. Hatib’in hadisesi üzerine nazil olmuşsa da burada sadece bu olayı yorumlamakla yetinilmemiş, ayrıca mü’minlere ebedi bir ders de verilmiştir.
Küfür ile İslâm’ın birbirlerine karşı savaş ettikleri bir dönemde, bir mü’min, sırf iman ettikleri için mü’minlere karşı savaşan bir kâfir ile -sebep ne olursa olsun- İslâm’a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir; dolayısıyla, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için, niyeti kötü olmasa bile, bir mü’minin böyle davranması doğru değildir. Kim böyle bir girişimde bulunursa yoldan çıkmıştır.
“Ne yakın akrabalarınız, ne çocuklarınız kıyamet günü size bir yarar sağlayabilir...”3594 Burada anne, baba, kardeş ve çocuklarını düşmanlardan kurtarmak için böyle bir girişimde bulunan Hz. Hatib’e işaret olunmaktadır. Yani, “Sen onların uğruna büyük bir hata yaptın. Oysa Kıyamet günü onlar seni kurtaramazlar. Üstelik Allah huzurunda hiç kimse, bu benim babamdır, oğlumdur, kardeşimdir vs. benim yüzümden günah işlemiştir. Onun yerine bana ceza verin, demeye cesaret edemez. O gün geldiğinde herkes kendi derdine düşecektir.” Kur’an’ın birçok yerinde bu husûsa değinilmiştir.
“Suçlu, o günün azabından kurtulmak için, oğullarını, arkadaşlarını ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini fidye versin de, tek kendisini kurtarsın ister.”3595; “İşte o gün, kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden, oğullarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendisine yeter derecede işi vardır.” 3596
“…(Allah) Sizin aranızı ayıracaktır…”3597 Yani, dünyadaki tüm ilişkiler orada kopacaktır, orada bir parti, bir grup, bir sülûk olarak hesap görülmeyecektir. Herkes kendi yaptığının hesabını kendi verecek ve bu dünyada dostluk, akrabalık, grup, parti uğruna (İslâm’a göre) câiz olmayan bir iş yapan kimse, yaptığının cezasını tek başına çekecek, onun sorumluluğuna bir başkası ortak olmayacaktır.
“…Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.”3598 Daha önce ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız Hz. Hatib’in hadisesi ile bu hadise üzerine nazil olan âyetlerden, aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz:
a) Bu şekilde davranmak, kişinin niyeti ne olursa olsun casusluktur. Üstelik bu casusluk, tehlikeli ve zarar verecek olaylara yol açabilecek bir dönemde yapılmıştır. Öyle ki saldırı öncesi düşmana haber verilmek istenmiştir.
Ayrıca bu şüpheli bir mesele olarak kapalı kalmayıp, mücrim suçüstü
3594] 60/Mümtehıne, 3
3595] 70/Meâric: 11-14
3596] 80/Abese: 34-37
3597] 60/Mümtehıne, 3
3598] 60/Mümtehıne, 3
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakalanmıştır. Zira mektup ortadaydı ve başka bir delile de gerek yoktu. Bu suç normal bir zamanda değil, savaş durumunda işlenmiş olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Hatib’i, ona kendini savunma şansı tanımaksızın hapse atmamış ve ayrıca mahkemeyi açık bir şekilde yapmıştır. Tüm bunlardan anlaşıldığına göre, İslâm’da yöneticiler ve hâkimler, bir kimsenin suçunu kendileri bilseler veya şüphe duysalar dahi, o kimseyi hemen hapse atma yetkisine sahip değildirler. Ayrıca gizli kapılar ardında yargılamanın da İslâm’da yeri yoktur.
b) Hz. Hatib bin Ebi Belta’nın sadece Muhacir olmayıp, ayrıca Bedir ashabından olması, O’na sahabiler arasında imtiyaz kazandırmıştı. Bu özelliklerine rağmen, büyük bir suç işlediği için, Allah Teâlâ onu yukarıdaki âyette sert bir şekilde tenkit etmiştir. Ayrıca bu olay, hadislerde ayrıntılı olarak zikredilmiş ve müfessirlerin hemen hemen tümü bu hadisleri nakletmişlerdir. Bu ve diğer örneklerde de görüldüğü gibi sahabe hatasız değildir. Bilakis onlardan da beşerî zaaflar nedeniyle çeşitli hatalar sudur etmiştir. Allah ve Rasulü’nün bizlere, onlara hürmet etmeyi buyurmuş olması, onların hatalarını zikretmemek anlamında değildir. Şâyet böyle olsaydı, Allah bu olayı Kur’an’da zikretmez ve sahabe, tabiun, muhaddisler ve müfessirler de bunca ayrıntıyı beyan etmezlerdi.
c) Hz. Hatib’in mahkemesi esnasında, Hz. Ömer’in görüşü, Hz. Hatib’in davranışının zahirine bakılarak öne sürülmüştü. Onun delili, bu davranışının açıkça Allah’a, Rasûlu’ne ve Müslümanlara karşı ihânet mahiyetinde olmasıydı. Bu yüzden o bir mûnâfıktı, dolayısıyla katli de vacipti. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s.) O’nun görüşünü reddedip daha sonra İslâm’ın “Bir davranışın sadece zahiri gözönüne alınarak karar verilmez” şeklindeki bir ilkesini beyan etmiştir. Ayrıca suç işleyen bir şahsın geçmişi, yaşantısı, karakteri içinde bulunduğu ortam ve şartlar da dikkate alınmalıdır. Bu davranış biçimi kuşkusuz casusluktur ama bu suçu işleyen kimsenin İslâm’a ve Müslümanlara karşı tavrı nasıldır? Yani bu şahsi Allah’a Peygambere ve Müslümanlara hıyânet etmek için mi bu suçu işlemiştir? Ya da imanı için, yurdunu, ailesini vs. her şeyini terkederek hicret eden, bunca fedâkârlıklar yapan bu şahsın imanından, ihlâsından şüphe edebilir miyiz? (Başka bir ifâdeyle söylenecek olursa, Bedir Savaşı’nda, düşmanın üç kat fazla gücü ve silâh üstünlüğünün bulunduğu nazik bir anda, sadece imanları uğruna canlarını ortaya koymuş bulunan kimselerin samimiyetinden şüphe etmek doğru mudur?) Ayrıca onun kalbinde Mekke’deki müşrik Kureyşlilere karşı bir sevgi taşıyıp taşımadığı da düşünülmelidir.
Hz. Hatib ise savunması sırasında, Mekke’deki ailesinin, diğer Muhacirlerin aileleri gibi kabile koruması altında olmadığından, savaşta Kureyşlilerin ailesine, çoluk-çocuğuna eziyet edecekleri korkusuyla böyle davrandığını açıkça söylemiş ve gerçekten de onun bu açıklaması teyid edilmiştir. Dolayısıyla Hz. Hatib’in bu açıklamasını kabul etmeyip, kendisini yalancı addetmenin ve onun maksadının aslında hıyânet ve Kureyşli kâfirlere yardım etmek olduğuna karar vermenin bir sebebi yoktur. Gerçi samimi bir Müslümanın iyi niyetle dahi olsa, bu şekilde davranması, yani kişisel çıkarları için Müslümanların savaş planlarını düşmanlara bildirmesi câiz değildir. Ancak böyle de olsa samimi bir Müslümanın yaptığı hata ile bir münafığın hıyâneti arasında büyük fark vardır. Bu bakımdan her ne kadar suçun keyfiyeti aynı ise de, cezaları aynı değildir. İşte mahkemede Hz. Peygamber de (s.a.s.) bu şekilde karar vermiştir. Allah Teâlâ da Mümtahine Sûresi’ndeki bu âyetlerle, O’nun verdiği kararı teyid etmiştir. Sözkonusu üç âyeti dikkatlice
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 811 -
okuduğumuzda, Hz. Hatib hakkında vâki olan azarın, bir mü’mini azarlamak şeklinde olduğunu ve bir münafığın azarlanmasına hiç benzemediğini gâyet sarih bir şekilde görürüz. Ayrıca ona hiçbir mali ve bedeni bir ceza da verilmemiş, sadece yapılan davranış açıkça kötülenmiştir. Yani İslâm toplumunda bir mü’minin hata yapması, toplumun kendisine olan güvenini sarsar ve ona bu ceza tek başına yeterli olur.
d) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Bedir ashabının faziletleri hakkında, “Allah’ın Bedir Savaşı’na katılanlara, o vaziyeti görüp, “Ben sizi affettim” demediğini kim biliyor?” şeklindeki sözü “Bedir ashabı ne günah işlerse işlesin, onların affı önceden garanti edilmiştir” anlamında değildir. Zaten bu sözü Sahabe de böyle anlamadığı gibi, Bedir ashabı da bu sözleri duyunca, kendilerini suç işlemekte serbest görmüş değillerdir. Ayrıca İslâm hukukunda da, bu söze dayanılarak Bedir ashabından biri suç işlerse, ona ceza verilemez gibi bir kaide vaz’ edilmemiştir. Aslında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu mevki ve makamı vurgulamaktan kastının ne olduğunu, O’nun sarfettiği kelimelere dikkatlice baktığımızda anlayabiliriz. Yani Bedir ashabı Allah ve O’nun dini için samimiyetle öyle fedâkârlıklarda bulunmuşlardır ki, buna karşı Allah onların geçmiş gelecek tüm günahlarını affetse bile, bu imkân harici olmaz. Dolayısıyla Bedir ashabından olan bir kimsenin hıyânetinden ve nifakından şüphe edilemez. Yaptığı hata ile ilgili söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.
e) Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarından, kâfirler lehinde casusluk yapmasının bir Müslümanın mürted sayılmasına veya iman dairesinden çıkarılmasına ya da mûnâfık kabul edilmesine yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.
Ancak başka bir delil ya da şâhidin olması müstesna. Çünkü bu davranış, bir kimsenin kâfir kabul edilmesine sebep teşkil etmez.
f) Kur’an’ın bu âyetlerinden, bir Müslümanın kâfirler lehine casusluk yapmasının en yakın akrabalarının malları ve canları tehlikede olsa bile, hiçbir zaman câiz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
g) Hz. Ömer, Hz. Hatib’i öldürmek için Hz. Peygamber’den (s.a.s.) izin istediğinde Hz. Peygamber, (s.a.s.) bu suçun cezasının ölüm olmadığını söylememiştir. Ancak Hz. Hatib Bedir ashabından olduğu ve bunun da onun ihlâsının ispatına yetmesi dolayısıyla, Hz. Ömer’e izin verilmemiştir. Üstelik onun, düşmanlara iyilik etmek için değil, kendi çoluk çocuğunu korumak için böyle davrandığını bildiren açıklaması doğrudur. Bu bakımdan bazı İslâm hukukçuları, bu vak’ayı delil göstererek, İslâm’da casusluğun cezasının ölüm olduğu ancak çok önemli bir hafifletici sebep bulunursa daha az bir ceza ya da tazir verilebileceği sonucuna varmışlardır. Fakat bu mesele hakkında ihtilaf edilmiştir. İmam Şafii’ye göre, casusluk yapan bir Müslümanın öldürülmesi câiz değildir, ancak tazir edilebilir. İmam Ebu Hanife ve Evzaî ise, casusluk yapan Müslümana dayak vurulmalı ve uzun süreli hapis cezası verilmelidir, görüşündedirler. İmam Malik, “onu katletmelidir” diyorsa da, Malikî fakihlerinin görüşleri farklıdır. Eşbah’a göre bu konuda Devlet Başkanının (İmamın) geniş bir yetkisi vardır. O, suçlunun şartlarını gözönüne alarak gereken cezayı verir. Ayrıca bu görüş, İmam Malik ve İbn Kasım’dan da nakledilir. İbn el-Macişun ve Abdulmelik bin Hateb’e göre, suçluda casusluk yapmak adet halini almışsa, onu katletmek gerekir. İbn Vehhab ise, casusluğun
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cezasının ölüm olduğu, ancak bu suçtan tevbe edenlerin bağışlanmaları gerektiği görüşündedir. İbn Kasım’dan nakledilen bir görüş de bu şekildedir. Esbağ’a göre de, savaş sırasında casusluk yapmanın cezası ölümdür. Ama düşmana açıkça yardımda bulunmaları halinde. Müslüman ve Zımmî casuslara ölüm yerine dayak cezası verilmelidir. 3599
h) Yukarıda zikredilen hadisten, suçlunun aranmasında gerekirse sadece erkeklerin değil, kadınların da elbiselerinin çıkarılmasının câiz olduğu sonucu çıkıyor. Gerçi Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdat o kadını çırılçıplak soymamışlardır ama onu “mektubu vermezsen seni çırılçıplak soyarak arayacağız” diye tehdit etmişlerdir. Şâyet bu fiil câiz olmasaydı, elbette üç sahebe onu bu şekilde tehdit etmezlerdi. Yine akıl yürütecek olursak, onların gelip bu hadiseyi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) anlatmış olacakları ve dolayısıyla Hz. Peygamber de (s.a.s.) bu davranışı tasvip etmemiş olsaydı, bunun bize rivâyet edileceği sonucuna varırdık. Bu bakımdan fakihler, bu davranışla ilgili olarak “câizdir” diye fetva vermişlerdir. 3600
“Ey iman edenler, ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah’ı zikretmekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymasın’; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.3601 Burada “mal ve çocukların” özellikle zikredilerek vurgulanması, insanların umumiyetle mal ve çocuklarının hatırı için imanın sorumluluklarından yüz çevirmeleri nedeniyledir. Çünkü insan umumiyetle bunlar yüzünden nifak, iman zaafı, fısk ve itaatsizliğin bataklığına saplanır. Aslında kastedilen, insanı Allah’tan gafil eden dünyadaki her şeydir. Allah’tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir.
Şâyet insan her an başıboş olmadığını, Allah’ın bir kulu olduğunu, Allah’ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve yaptıklarından bir gün hesaba çekileceğini hatırında tutarsa, işte o zaman hiçbir sapıklık ve dalâlete düşmez. Beşeri zaafları dolayısıyla bir hata yapsa bile, hata yaptığını anlar anlamaz kendine çekidüzen verir. 3602
Muhammed Esed diyor ki:
“(O halde,) siz ey imana erişenler, Allah’a ve Elçi’ye karşı hâince davranmayın; size tevdî edilen emânete bilerek ihânet etmeyin!” 3603
“Ve bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınav ve bir ayartmadır ve (yine bilin ki,) Allah’tır, katında en büyük ecir bulunan!” 3604
“Siz ey imana erişenler! Eğer Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde olursanız O size, hakkı bâtıldan ayırmaya yarayan bir ölçü bahşedecek ve kötü işlerinizi silip örtecek, sizi bağışlayacaktır: Çünkü Allah, bağış ve cömertliğinde sınır olmayandır.” 3605
“Size tevdî edilen emânete bilerek ihânet etmeyin!...” Lafzen, “bile bile emânetlerinize ihânet etmeyin”. Klasik müfessirler, bu örnekte geçen emânet
3599] Ahkâmu’l Kur’an, İbnu’l Arabî, Umdetu’l Karî, Fethu’l-Bârî
3600] Umdetu’l Karî
3601] 63/Münâfıkun, 9
3602] Tefhîmu’l Kur’an
3603] 8/Enfâl, 27
3604] 8/Enfâl, 28
3605] 8/Enfâl, 29
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 813 -
terimi için akıllarına gelen her türlü açıklamayı yapmışlardır. Ama bu açıklamaların en ikna edici olanı, emânet’in “muhâkeme” yahut “akıl” (intellect) ve “irâde” -yani, iki veya daha fazla hareket tarzı veya eylem biçimi arasında, dolayısıyla iyi ve kötü arasında seçim yapabilme yeteneği- olduğu şeklindeki açıklamadır.
“Ve bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınav ve bir ayartmadır ve (yine bilin ki,) Allah’tır, katında en büyük ecir bulunan!” Dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazen insanı haddi aşmaya (ve dolayısıyla Allah’ın mesajında öngörülen ahlakî ve manevî değerlere ihânete) sevkettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor. Fitne sözcüğü bu anlam akışı içinde en iyi karşılığını “sınav ve ayartma” sözcüklerinde buluyor. Bu âyetle yapılan hatırlatma, yukarıda 25. âyette yapılan “kötülükten yana öyle bir ayartmaya karşı uyanık ve duyarlı olun ki, ... yalnızca hakkı inkâra kalkışanlara Mûsâllat olmaz” uyarmasıyla bağlantılıdır. Çünkü başka bakımlardan iyi olan kişiyi kendi yandaşlarına karşı tecavüzkâr kılan, onların hakkını ketmetmeye zorlayan unsur bazen sadece açgözlülük ve kendi ailesine çıkar sağlama hırsı olabilmektedir. Ancak buradan şu da çıkarsanabilmektedir ki, Kur’an, Yeni Ahid’in (İncil’in) tersine, dünyevî uğraş ve bağlılıklara hor bakmayı öngörüp de böyle bir horgörüyü dürüst ve sâlihce bir yaşama biçimi için ön koşul olarak koymamakta, fakat insandan bu uğraş ve bağlılıkların onu ahlakî değerlerden uzaklaştırmasına izin vermemesini istemektedir.
“…hakkı bâtıldan ayırmaya yarayan bir ölçü bahşedecek… Yani, ahlâkî ve mânevî planda değerlendirme yeteneği. 3606 Muhammed Abduh, el-furkan’ın, aynı zamanda, “doğruyu yanlıştan ayırt etmemizi sağlayan insan aklı” için de kullanıldığını3607 söyleyerek ve bu kapsamı geniş yorumunu Bedir Savaşı’nın yevmu’l-furkan (“doğrunun yanlıştan ayrıldığı gün”) olarak tanımlandığı 8/Enfâl, 41. âyete dayandırarak el-furkan’ın yukarıdaki anlamını3608 desteklemiştir. Furkân terimi, Kur’an’da, çoğunlukla vahyedilmiş metinlerden herhangi birini ve özellikle de Kur’an’ı tanımlamak için kullanıldığından, Abduh tarafından işaret edilen muhtevayı taşıdığı da kuşkusuzdur: Meselâ, 8/Enfâl, 29’da bu terim, Allah’a karşı sorumluluklarının tam olarak bilincinde olan insanları (ötekilerden) ayıran ahlakî değerlendirme melekesine işaret etmektedir. 3609
Yine, M. Esed Teğâbün sûresinin tefsirinde şunları söylüyor: “Siz ey imana ermiş olanlar! Bakın, eşlerinizden ve çocuklarınızdan bazısı size düşmandır…” Yani, “bazen, eşleriniz...” vd. Kur’an öğretisinde ahlakî sorumluluklar kadına olduğu kadar erkeğe de yüklenmiş olduğundan, ezvâcukum terimi “hanımlarınız” şeklinde çevrilmemeli, tersine -klasik Arapça kullanımına göre- evliliğin hem erkek hem de kadın tarafını eşit şekilde kapsadığı dikkate alınarak ona göre çevrilmelidir.
“Öyleyse onlara karşı dikkatli olun!” Ailesini sevmesi, bazen erkek veya kadın mü’mini, inancının ve bilincinin gereklerine aykırı davranmaya itebilir: ve bazen da sevilen taraflardan biri veya diğeri -karı, koca veya çocuk- kişiyi, bazı gerçek veya sunî “ailevî çıkarlar”ı korumak amacıyla ahlakî taahhütlerini terk etmeye ve böylece ötekinin ruhsal “düşman”ı olmaya bilinçli olarak teşvîk edebilir. Bir
3606] Menâr IX/648
3607] Menâr III, 160
3608] Taberî, Zemahşerî ve diğer büyük müfessirlerce kabul edilen anlam
3609] Kur’an Mesajı
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonraki cümlenin işaret ettiği, işte bu son durumdur.
“Sizin malınız mülkünüz ve çocuklarınız, sadece bir sınama ve bir ayartma aracıdır…” Dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazen insanı haddi aşmaya (ve dolayısıyla Allah’ın mesajında öngörülen ahlakî ve manevî değerlere ihânete) sevkettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor. Fitne sözcüğü bu anlam akışı içinde en iyi karşılığını “sınav ve ayartma” sözcüklerinde buluyor. Bu âyetle yapılan hatırlatma, yukarıda 25. âyette yapılan “kötülükten yana öyle bir ayartmaya karşı uyanık ve duyarlı olun ki, ...yalnızca hakkı inkâra kalkışanlara Mûsâllat olmaz” uyarmasıyla bağlantılıdır. Çünkü başka bakımlardan iyi olan kişiyi kendi yandaşlarına karşı tecavüzkâr kılan, onların hakkını ketmetmeye zorlayan unsur bazenbazenbazenbazen sadece açgözlülük ve kendi ailesine çıkar sağlama hırsı olabilmektedir. Ancak buradan şu da çıkarsanabilmektedir ki, Kur’an, Yeni Ahid’in (İncil’in) tersine, dünyevî uğraş ve bağlılıklara hor bakmayı öngörüp de böyle bir horgörüyü dürüst ve sâlihce bir yaşama biçimi için ön koşul olarak koymamakta, fakat insandan bu uğraş ve bağlılıkların onu ahlakî değerlerden uzaklaştırmasına izin vermemesini istemektedir.
Onlardan önce bu yöreyi yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar [arasındaki yoksullara da ganimetin bir kısmı verilecektir], bir sığınak arayışı içinde kendilerine gelenlerin hepsini seven ve başkasına verilmiş olanlara karşı kalplerinde hiçbir haset olmayan, aksine kendileri yoksulluk içinde bulunsalar bile diğerlerini kendilerine tercih edenler: Sizin malınız mülkünüz ve çocuklarınız, sadece bir sınama ve bir ayartma aracıdır…”
İşte böyleleri, açgözlülükten korunanlardır, onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar! “Ve kendi iyiliğiniz için karşılıksız harcamada bulunun: böylece açgözlülüklerinden kurtulmuş olanlar, işte onlardır mutluluğa ulaşacak olanlar!” Böylece, cimrilik, açgözlülük ve ihtiras, burada, insanın hem bu dünyada ve hem de öteki dünyada mutluluğu elde etmesinin önündeki başlıca engeller olarak gösterilmişlerdir. 3610
Allâme Tabatabaî de şöyle der: “Ey mü’minler Allah’a, Peygamber’e hıyânet etmeyiniz. Yoksa üstlendiğiniz emânetlere bile bile hıyânet etmiş olursunuz. Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır.”3611 Müslüman kitlenin yükümlülüklerini üstlenmekten kaçınmak Allah’a ve Peygamber’e ihânettir. Bu dinin ele aldığı ilk problem de “Lâ ilâhe illâllah Muhammedun Rasûlullah = Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın Peygamberidir” problemidir. İlâh olarak Allah’ı birleme ve bu konuda sadece Peygamberimiz Muhammed’in (s.a.s.) bildirdiklerine uyma sorunudur. Bütün tarih boyunca insanlık, Allah’ı hiçbir zaman kesin olarak inkâra yeltenmemiştir. Sadece sahte tanrıları O’na ortak koşma yönüne gitmişlerdir. Bu şirk kimi zaman daha az olmak üzere, inanç ve ibâdet noktasında, kimi zaman da ve çoğunlukla, hâkimiyet ve otorite noktasında belirmiştir. İnsanlık hayatında çoğunlukla işlenen en büyük şirk, ikincisi olmuştur. Bu yüzden bu dinin ele aldığı ilk problem, insanları Allah’ın ilâhlığına inandırmadan çok, ilâhlık noktasında O’nu birlemeyi kabul etmeye çağırmak olmuştur. Allah’dan başka ilâh olmadığına şâhitlik etmeye, yani evrenin düzeni üzerindeki hâkimiyetini kabul ettikleri
3610] Kur’an Mesajı
3611] 8/Enfâl, 27-28
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 815 -
gibi, yeryüzündeki hayatlarının üzerindeki hâkimiyet açısından da O’nun tek ve ortaksız olduğunu ilan etmeye çağrı olmuştur. Bu dinin ele aldığı ilk sorun: “O gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.” 3612
Bu dinin ele aldığı problem aynı zamanda, Allah’ın direktiflerini duyuranın sadece Muhammed (s.a.s.) olduğunu bu yüzden onun duyurduğu her şeye uymayı kabul etmek olmuştur. Bu dinin vicdanda inanç, hayatta hareket olarak yer etmesi için ele aldığı başlıca sorun budur. Bu yüzden bu problemi gözardı etmek Allah’a ve peygamber’e ihânet etmektir. Yüce Allah, kendisine inanan ve bu inancını ilan eden müslüman kitleyi böylece bir ihânetten sakındırıyor. Bunun sonucu olarak müslüman kitlenin inancının pratik anlamını gerçekleştirmesi bu cihadın can, mal ve evlât konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiği anlaşılmış oluyor.
Aynı şekilde Yüce Allah, müslüman kitleyi İslâm üzerine Peygamber’e (s.a.s.) biat ettiği -bağlılığını ifâde ettiği- günden itibaren yüklendiği emânete ihânet etmekten de sakındırıyor. Çünkü İslâm dille söylenen bir söz değildir. Sadece birtakım lâflar ve iddialardan ibâret değildir. İslâm, çeşitli zorluklar ve engellerle karşılaşan eksiksiz ve kapsamlı bir hayat sistemidir. Hayatın pratiğini “Lâ ilâhe illâllah = Allah’tan başka ilâh yoktur” temelinin üzerinde kurma metodudur. Bu da, insanları gerçek Rabblerine kulluk yapmaya, toplumları O’nun hâkimiyetine ve şeriatına boyun eğmeye yöneltmek, Allah’ın ilâhlığını ve iktidarını gasbeden tâğutları azgınlık ve haksızlıktan alıkoymak, tüm insanlık düzeyinde hak ve adâleti gerçekleştirmek, değişmez bir ölçü uyarınca insanlar arasında denge sağlamak, Allah’ın sistemi uyarınca da yeryüzünü kalkındırma görevini ve Allah’ın halifesi olma sorumluluğunu yerine getirmektir.
Tüm bu görev ve sorumluluklar birer emânettirler, bu emânetleri yerine getirmemiş olanlar emânete ihânet etmiş, Allah’a verdikleri sözü tutmamış O’nun peygamberine gösterdikleri bağlılığı -biatı- ihlâl etmiş olurlar. Kuşkusuz bunlar fedâkârlığı, sabır ve dayanıklılığı, mal ve evlât imtihanını aşmayı ve yüce Allah’ın emâneti yerine getiren sabırlı, neyi seçeceklerini iyi bilen ve fedâkâr kullarına ayırdığı mükâfatı tercih etmeyi gerektiren sorumluluklardır.
“Biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız sizin için aslında birer sınav konusudur ve büyük ödül Allah katındadır.” Bu Kur’an, insanın özüne hitap eder. Çünkü insanın yaratıcısı onun gizli bileşimini bilir. Onun gizlisini, açığını, iç dünyasının dönemeçlerini, gediklerini, eğilimlerini bilir.
Yüce Allah, insanın yapısındaki zaaf noktalarını bilir. Mal ve evlât tutkusunun insanın en derin zaafı olduğunu da bilir. Bu yüzden insanın dikkatini, mal ve evlât bağışının altında yatan gerçeğe yöneltiyor. Yüce Allah insanları denemek ve imtihana tabi tutmak için onlara mal ve evlât vermiştir. Çünkü bunlar, imtihan ve sınanma aracı olan dünya hayatının süsleridirler. Yüce Allah kulun yaptıklarını ve tasarrufunu görmek için bunları imtihana tabi tutar: Bunlara karşılık olarak şükrediyorlar mı, nimetin hakkını veriyorlar mı? Yoksa onlarla oyalanıp Allah’ın hakkını mı unutuyorlar? “Biz sizi iyilik ve kötülükle imtihana tabi tutarız. 3613 İmtihan sadece zorluk ve yoklukla olmaz. Rahatlık ve bollukla da olur. Mal ve evlât
3612] 43/Zuhruf, 84
3613] Enbiya, 35
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da rahatlık ve bolluğun kapsamına girer.
İlk uyarı budur: “Bilin ki mallarınız ve evlâtlarınız aslında birer sınav konusudur.”
Kalbin imtihan ve denemeye tabi tutulacağı konudan haberdar edilmesi, kendinden geçmemesi, unutmaması, imtihan ve sınav esnasında başarısız olmaması için sakındırma, uyarma ve hazırlıklı olmasını sağlama amaçlı bir yardımdır bu. Sonra Yüce Allah insanı yardımsız ve karşılıksız olarak bırakmıyor. Çünkü fedâkârlığın ağırlığı ve sorumluluğun büyüklüğü nedeniyle -uyarılmış olmasına rağmen- görevini yerine getirirken insan, yine de zaaf gösterebilir. Özellikle imtihan konusu, mal ve evlât ise. Bu yüzden yüce Allah insana hangisinin daha iyi ve daha kalıcı olduğunu gösteriyor. Amaç imtihanda zaaf gösterebilen insana yardım etmek onu korumaktır kuşkusuz.
“Büyük ödül Allah katındadır.” Mal ve evlâdı bağışlayan yüce Allah’dır. Mal ve evlâd imtihanını aşanlar için O’nun katında büyük mükâfat vardır. O halde kimse emânetin sorumluluğundan ve cihadın gerektirdiği fedâkârlıklardan kaçınmamalıdır. İşte bu, içindeki zaaf noktalarını bilen yüce yaratıcıdan zayıf insana bir yardım ve destektir. “İnsan zayıf olarak yaratıldı.” 3614 Bu inanç, düşünce, eğitim ve yönlendirmeye ilişkin eksiksiz bir hayat sistemidir. Her şeyi bilen Allah’ın sistemidir bu. Çünkü yaratan O’dur. “Yaratan hiç bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır.” 3615
Allah Korkusu: Sûrenin bu bölümünde mü’minlere yönelik son çağrı, Allah’dan korkmaya ilişkin bir çağrıdır. Kendi inancına ilişkin olarak kesin bir kanıta dayanmadıkları, kuşkuları ortaya çıkaran vesveseleri gideren, uzun ve dikenli yolda ayakları dirençli kılan bir nur olmadığı sürece kalpler, bu ağır yükün altından kalkamazlardı. Takvâ duyarlılığı ve Allah’ın nuru olmasaydı, hakkı bâtıldan ayıran nosyona, bu kritere sahip olmayacaklardı.
“Ey mü’minler, eğer Allah’dan korkarsanız, O size iyiyi kötüden ayırt edebilecek bir nosyon, bir kriter bağışlar, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.” 3616 İşte azık budur. Budur yol hazırlığı. Kalpleri dirilten, onları uyaran, içlerindeki uyarı, sakınma ve korunma cihazlarını harekete geçiren takvâ azığı... Yolun dönemeçlerini ve kavşaklarını göz alabildiğince ortaya çıkaran yol gösterici nur hazırlığı... Tam ve sağlıklı görüşü engelleyen kuşkular ortadan kalkmıştır artık. Sonra bu, hataların bağışlanması azığıdır. Huzur ve istikrarı sağlayan güven azığı... Azıkların tükendiği, çalışmaların yetersiz kaldığı bir günde yüce Allah’ın engin lütfunu düşünme azığı...
Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış olanlara ulaştırmaz.
Allah korkusu olmadığı zaman, işler duygu ve akıl planında karmaşıklığını, yollar görüş ve fikir planında griftliğini sürdürür. Yolların ayrılış noktasında bâtıl hak kisvesinde görünür. Kanıt son derece kesin olmasına rağmen, ikna edici
3614] 4/Nisâ, 28
3615] 67/Mülk, 14
3616] 8/Enfâl, 29
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 817 -
olamaz. Susturucu olur, ancak akıl ve kalbi harekete geçirmeye yetmez. Tartışma gereksiz olmaya başlar, münakaşa boşa gitmiş bir emeğe dönüşür. Evet, Allah korkusu olmadığı zaman durum böyledir. Ama Allah korkusu olduğu zaman akıl aydınlanır, gerçek açığa kavuşur, yol belirginleşir, kalbe güven duygusu yer eder, vicdan huzura kavuşur, ayaklar doğrulur ve doğru yolda kalıcı olur.
Gerçek, özü itibârıyla fıtrata gizli değildir. Fıtratta gerçeğe yönelik bir uyum söz konusudur. Nitekim fıtrat, bu gerçekten almıştır varlığını. Göklerle yer, gerçeğe dayalı olarak yaratılmıştır. Ancak fıtratla gerçek arasına giren ihtirastır, insanın arzusudur. Karmaşıklığa neden olan bu ihtirastır işte. Görüşü engelleyen, yolları kördüğüme dönüştüren, dönemeçleri görünmez hale getiren insanın ihtirasıdır. Kanıt ne kadar kesin olursa olsun, ihtirasa gem vuramaz. Onu durduran ve bertaraf eden Allah korkusudur. İhtirası engelleyen takvâ ve gizli açık denetimdir. Bunun için yüce Allah’ın kalbe kazandırdığı bu nosyon, bu kriter gözleri aydınlatır, örtüyü kaldırır, yolu iyice belirginleştirir.
Kuşkusuz bu, paha biçilmez bir durumdur. Öte yandan Allah’ın lütfu bu göz kamaştırıcı duruma bir de hataların giderilmesini, günahların bağışlanmasını ekliyor. Bunlara da “büyük lütfu” ilave ediyor. Bu öylesine geniş ve kapsamlı bir bağıştır ki, büyük lütuf sahibi “kerim” olan Rabbden başkası onu bağışlayamaz. 3617
Evlâdın Fitne Olmasıyla İlgili Bir Okuma Parçası
Sakın bu, senin hikâyen olmasın
Evlât Katili Bir Babanın İtirafları
Bir evlât katiliyim ben. İşlediğim cinâyetin farkına yeni varan bir sarhoşluk içinde, et-kemik yığını ruhsuz bir ceset karşısında avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “Yavrum, seni ben öldürdüm; Affet beni evlâdım!..”
Aman Allah’ım, evlât katili olmak! Ne fecî şey yâ Rabbî! Katil olmak, hem de çok sevdiği, doğunca dünyaların kendisinin olduğu, yiyeceğinden kesip yedirdiği, yetişmesi için her şeyini seferber ettiği evlâdının, öz çocuğunun katili olmak...
Nasıl mı oldu bu iş? Anlatmaya çalışayım: Efendim, aslında çok farklı şey değildi yaptıklarım. Anlayacağınız, uydum kalabalığa, el ne yapıyorsa ben de onu yaptım; ne bir fazla ne bir eksik. Ele baktım, onlar ne yapıyorsa ben de yaptım, doğru yoldan öyle saptım. Nereden bilebilirdim işin sonunun böyle fecî bir cinâyetle noktalanacağını? Ne bileyim herkesin bal dediği, benim de câhil olduğum için kanıp öyle zannettiğim şeyin aslında zehir olduğunu? Kendi ellerimle yavaş yavaş çocuğuma o zehirden içirdim. Sonra, bir de baktım ki tümüyle zehirlenmiş çocuğum.
“Çocuğun sağ, ölmedi ki, nereden çıkarıyorsun bunları?” mı diyorsunuz? Şu zibidi mi, şu ruhsuz zavallı mı, şu canlı cenâze mi, şu hayat süren leş mi benim çocuğum? Hayır, hayır yanılıyorsunuz! Çoktan öldü, daha doğrusu öldürüldü benim çocuğum. Hem de katillerden biri ve en büyüğü benim, ben! Evet, asacak mısınız, kesecek misiniz, her cezaya hazırım; bu evlât ölü, ben de katilim. Daha onun ölü olduğunu hâlâ anlayamıyorsanız -ki dün ben de farkında değildim- öyleyse... Evet, evet, öyleyse siz de evlât katili ve benim de suç ortağımsınız.
3617] Tefsiru’l-Mizan
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İlk câhiliyye asrında çocuklarını diri diri toprağa gömüyormuş câhil Araplar. Sizi bilmem, ama artık ben ayıplayamıyorum onları. Çünkü yeni yeni anladım kendi yaptığımın daha fecî olduğunu. Onlar, çocuklarının sadece maddesini öldürüyormuş; bense mânâsını öldürdüm. Onlar, çocuklarının üç-beş günlük dünya hayatlarını yok ediyorlarmış; bense âhiretlerini mahvettim. Onlar, sadece kız çocuklarını öldürüyorlarmış; bense kız-erkek hepsini öldürdüm. Gerçek katillik, asıl barbarlık câhiliyye Araplarının yaptığı gibi değil; benim yaptığım gibi olur. Onlar, çocuklarını günahsız yaşta öldürerek, onları cehennemlik olmaktan farkında olmadan kurtarıyorlarmış. Çocuklar için gerçek ölüm değil; kurtuluşmuş bu. Bense kendi ellerimle ateşe ittim onları, hem de bu dünyanın basit ateşine değil, cehenneme sürükledim, oraya ellerimle attım onları... Çocuklarım da şimdi beni oraya çekiyorlar, bana kendi yanlarında yer ayırmışlar, dâvetiye üstüne dâvetiye gönderiyorlar. Bilmem bu çağrıyı geri çevirebilecek miyim?
Evlâdım! Senin terbiyenin, daha senin anneni seçmekle başladığını, bülûğ yaşına kadar tümüyle, ondan sonra da tavsiyelerle, yetişmen için bütün sorumluluğun bana ait olduğunu nereden bilebilirdim o zamanlar. Beni câhil bırakanlar, İslâm’dan habersiz yetiştirenler, hele hele anneni daha bir câhil bırakanlar, gâvur gibi yaşamamız için çabalayanlar da benim kadar suçlu değil mi? Ama, esas suçlu yine de benim, ben! Affet beni evlâdım... Sana ilk kelime olarak ALLAH demesini öğretmeliymişim. Yeni yeni öğrendim bunu. Gerçi sık sık duyardım sana helâl lokma yedirmenin şart olduğunu. Ama nereden, nasıl, ne kadar helâl bulacaktım? Düzen buydu, mutlaka helâla haram da karışıyordu. Eh ben de tümüyle dikkat edemezdim; zâten kim ediyordu?
İşimden başımı kaşıyamıyordum, eşim de başından savmaya bakıyordu. Sağolsun (yok, sözün gelişi dedim, “yok olsun!”) bizim yerimize çocukla ilgilenenler oluyordu: Sokakta birçok fesâd, evde televizyon denen âlet, çocuğu avutuyordu. Sonradan anladım ki, avutmuyor, eğitiyor, öğütüyordu. Ağaç yaşken eğilirdi. Benim körpe fidanım da yaşken her yana yamuluyor, küfrün her boyasıyla boyanıyordu, hem de hayat boyu çıkmayacak boyayla. Artık; inancı, fikirleri, düşünce ve davranışlarıyla, her şeyiyle müslüman çocuğuna hiç benzemiyordu. Bir gâvurun çocuğuyla yan yana konulsa, benimkinin müslüman olduğunu, diğerinden farklı bulunduğunu nesiyle isbat edeceklerdi? Mümkün değildi mü’min olanını ayırdetmek. Beş bilinmeyenli denklem uğraşılarak çözülebilirdi, ama bu sorunun altından kalkmak her babayiğidin, hatta Pentium 4 PC’nin harcı değildi. Hâlbuki her temel esasta çok farklı bir inancı, yaşayışı ve ahlâkı olacaktı; böyle istiyordu Mevlâ. En güzel boya Allah’ın boyasıydı. Boyacılar da çocuk babası, sonra çocuğun hocasıydı, böyle olmalıydı.
Ben bunları o zamanlar hiç görmüyor, düşünmüyor, çaresini aramıyor değildim. Çevremde namazlı niyazlı insanlar çocuğunun dini için, ne yapıyorsa, ben de onu yapmaya karar verdim. Ben din bakımından câhil sayılırdım. Anası ise ooo, zır câhil. Kendimiz ne öğretecektik çocuğa. Hocaya gönderdim yaz tatilleri, bazen de hafta sonları Pazar günleri. Çocuk hocadan şikâyetçiydi, önemsemedim şikâyetlerini. Ama niye çocuk, öğretmeninden hiç şikâyetçi olmadığı halde, hocadan hiç hoşlanmıyordu. Kafama takılıyordu bu. Çocuğun dediğine bakılırsa hoca pek bir şey öğretmiyor, bir sürü çocuğu ancak zorla susturuyor, çok da dövüyormuş... Olsun, yine de gidecekti çocuk hocaya. Çünkü evlâdım dinini iyi bilsin istiyordum. Nereden bilebilirdim o zamanlar dinin üç-beş gün hocaya gitmekle
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 819 -
öğrenilmeyeceğini. Ben hocaya yardımcı olmadan, düzen her kurumuyla, çevre de her yönüyle hocanın vermek istediklerini bozup tam tersini her türlü zengin imkânlarıyla vermeyi terk etmeden mümkün müydü çocuğa dinini gerçekten öğretmek, öğrendiği dini yaşatmak? O zamanlar bilemezdim bunları.
O zamanlar biliyordum çocuğun nasıl dindar olacağını, dinini nasıl öğreneceğini: Hocaya/câmiye arada sırada gönderirsem iş tamamdı. O öğretirdi nasıl olsa çocuğa dinini. Çocuk böylece otuz iki farzı ezberleyecek, Kur’an’ı hatim edecekti. Namaz kılmasını da öğrenince, eh ne kaldı geriye, iş tamamdı. Ben böylece vazifemi yapmış olurdum. Allah bana “çocuğunu niye okutmadın?” demez, kurtulurdum. Mes’ûliyetten kurtulmak(!) için çok gayret ederek, zorla da olsa, çocuğu hocaya gönderdim. Bazen kaytarıp kaytarmadığını takip edemedim, ama başkasından daha çok uğraşarak, çocuğun oyunundan, eğlencesinden kısarak câmiye gitmesine çalıştım. Bir gün olsun, çocuk ne okuyor, hocanın şikâyeti var mı, merak ederek sorup kontrol etmedim, ama yıllarca tatilleri hep gönderdim. Veee sonunda, zorla da olsa, unutup unutup tekrar elife dönse de hatim ettirdim. Otuz iki farzı da su gibi sayacak şekilde kerataya ezberlettim. Ehh, artık görevimi yapmış olmanın mutluluğu vardı bende. Çocuk dinini de öğrenmiş, benden sorumluluk da gitmişti. O zaman bana göre din bundan ibâret, çocuğu yetiştirmek için bunlar gerekti. Bunları da senelerce uğraştan sonra halletmiştim. Çok sonraları anlayacaktım ki, bunlar, vicdanımdaki din yarasını pansumana yarayan fantezilerden ibâretti. Hiç yoktan iyiydi ama çocuğumu İslâmlaştırmaya, fıtratını korumaya, keferenin istediği ve şekillendirdiği yapıyı kökten değiştirip çocuğun hayatını yönlendirerek âhiretini kurtarmaya kâfi gelmekten öyle uzaktı ki... Ve benim sorumluluğumu gidermekten...
Çocuğuma hatim ettirdiğim halde, hayret! Benim de ara-sıra hatırlatmama rağmen çocuk hiç namaz kılmıyordu. “Oğlum, hiç olmazsa Cuma’ya git, Cuma akşamları dedelerine Kur’an oku!” Nerdeee? Peki, “ben günahkârım, çocuğum arkamdan Kur’an okusun, ben de onun yüzünden kurtulayım” diye -aslında kendim için- okutmuştum onu, şimdi hiç Kur’an okumadığına göre, ben ölünce arkamdan, herhalde elinden düşürmediği romanları okuyacaktı. Öğrendiği halde Kur’an okumuyor, nasıl kılınacağını bildiği halde namaza yaklaşmıyordu. Ne yapsam nâfile! (Gerçi, söz aramızda, fazla da bir şey yap(a)mıyordum ya...) Yavaş yavaş delikanlı olmaya başlıyordu, ama cennetle müjdelenen gence, Peygamberimiz’in ashâbına, hatta sıradan bir ümmetine, İslâm tipine hiç benzer yanı yoktu bizim delikanlının. Kızım da başını zorla kapatıyor, ben olmadığım veya zorlamadığım zaman biliyordum ki başını hiç örtmüyordu. Senelerce alıştırmış olacaklar, körpe fidanımı iyice bükmüş olacaklar, sevdirmiş olacaklardı benim yerine çocuğa yön verenler. Bu ortamı ben hazırlamış, ben vekiller tutmuştum. “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu gâvurlaştırır.” Buna yakındı hadis meâli. Çocuğun gâvurlaşmasından, önce ana-baba sorumluydu. Evet suç benimdi; affet beni Allah’ım!
Bir tavuk kadar bile olamadım. Allah’ın emânetine onun kadar bile sahip çıkamadım. Bir tavuk, yavru civcivine zarar verecek bir düşman, yavrusunu (ç)almaya kalksa, hayatını tehlikeye atarak, atılırdı düşmanının üstüne. Ölümü göze alırdı da vermezdi yavrusunu hiçbirine. Bense, yapamadım bu kadarını bile. Hiçbir hayvanın yapamayacağı vahşîliği yaptım. Çocuğumu düşmanın önüne kendim attım.
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir hırsızlık olayı ile karşı karşıya idim. Hem de en sevdiğim dünya nimeti olan yavrumu çalmışlardı. Kimler mi? Hırsızların kiminin adını bile anamıyorum, çevre deyip geçeyim; sokaklar, kanallar, gazeteler, kitaplar, partiler, topçular, popçular... Evet, hem de göz göre göre çalmışlardı çocuğumu herkes seyirciydi sadece. Sessiz çığlığımla ciğerlerimi yırtarcasına bağırıyorum: “Geri verin çocuğumu! Geri verin çocuğumun dinini, imanını, ahlâkını. Geri verin onun ruhundan, gönlünden kopararak çaldıklarınızı. Geri verin namazını, niyazını. Geri verin! Geri verin!...” Ama nâfile. Siz vermek isteniz bile veremezsiniz ki! Çocuk istemiyor geri vermenizi. Babasından (daha önemlisi Rabbından) koparılan çocuğum hırsızlarla işbirliği içinde, onların safını seçmiş... Aman Allah’ım, benim elimde cennetin yollarını öğrenmesi ve o yola koyulması için bana emânet olarak verilen yavrum, cehenneme doğru son sürat gitmekten o kadar memnun ki...
Çalmışlardı çocuğumu. Çalarken bahane de bulmuşlar, minareyi çalanların kılıf hazırladığı gibi kılıf da uydurmuşlardı: Güya beni ve çocuğumu düşündükleri için, çocuğumu kurtarmak, yetiştirmek içindi bu yapılanlar. “Bırakın benim çocuğumu, kurtulmasını istemiyorum ben!” diye ortalığı birbirine katmak geliyor içimden. Çocuğun, insanın âhiretini mahvetmenin, esas kurtuluşunu engellemenin adı olmuş kurtarmak, yetiştirmek, eğitmek. Çalmışlardı çocuğumu ve onun yerine başka birini: “Al, senin çocuğun bu!” diyerek, zibidi bir genci teslim etmişlerdi bana, daha doğrusu beni teslim etmişlerdi ona. Ama, hayır, bin defa hayır! Bu değildi benim çocuğum. Hiç bana, dedesine benzer yanı yoktu bunun. Müslüman çocuğu olamazdı bu, Peygamberime benzeyen hiçbir tarafı yoktu bu yabancının. Benim çocuğum değildi bu. Ölmüştü benim çocuğum.
Vatan dediğin bir toprak parçası; evlât ise toprağın gülü; o yüzden vatanla ilgili meşhur beyti şöyle değiştirebiliriz: “Sahipsiz nesillerin çalınması haktır; Sen sahip çıkarsan bu çocuklar çalınmayacaktır!” Ben sahip çıkmadığım içindi bütün bunlar. Çalmışlardı çocuğumu. Kimlerin çaldığını öğrenmiş, hırsızı da yakalamıştım. Ama, “yakaladım” hırsızı derken, aslında benim yakam hırsızın elindeydi, asıl o beni bırakmıyordu. Ne? Beni de mi çalmışlar? Biriktirdiğim üç-beş kuruşumu çalsalar, oturduğum evimi beni kandırarak elimden alsalar, her tarafı velveleye verir, ciyak ciyak bağırır feryad ü figan ederdim. Çocuğumu çaldılar, bunları bile yapamadım. Demek beni de çalmışlar çalanlar ki, sesimi bile çıkaramadım. Çalınan çocuğumu geri vermediler veremezlerdi tabii. Çünkü ölmüştü artık o. Öldürmüşlerdi onu. Ama katillerden biri, hatta en büyüğü bendim: Ben öldürdüm onu, ben, ben, ben... Hem de Firavun’un erkek çocuklarını doğramasından daha fecî bir şekilde öldürdüm. Modern bir şekilde, incitmeden, nâzikçe; ama bu idamların en vahşîcesiydi. Çağdaş câhiliyye döneminin yöntemiyle.
Çocukların et ve kemiklerinden çok kıymetli olan dinini, imanını, hayâ ve iffetlerini, nâmus ve faziletlerini, âhiretlerini, topyekün onları insan yapan her şeylerini öldürmüştüm. Bu cinâyetin en büyük suç ortağı benim, ben! Ben yardım etmeseydim, ben râzı olmasaydım dönemezdi bu zulüm çarkları. Gerekirse cesedim bile durdurmaya yeterdi onları. Ölümüm bile işe yarardı. Direnmeliydim sonuna kadar. Kâfir babası olmaktansa, hatta onun yüzünden küfre yaklaşmaktansa, büyük sıkıntılar çekmem, ölmem elbet daha iyiydi. Benim gibi korkak babalar, büyük zulümlerin suç ortağı babalar yüzünden değil miydi bunca cinâyetler?
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 821 -
Doğduğunda kulağına ezan okunmuş, Allahu Ekber denmişti. Öldüğünde yine “En büyük sadece Allah’tır, O her şeyden daha büyük ve daha önemlidir” denilecek, arkasında namaza durulacaktı. Ama doğumla ölüm arasındaki tüm hayatı ezan ve Allah kelimesinden, bu mânâlardan çok uzaktı. Ben bir baba olarak, sadece doğarken mi, şimdiki gibi ceset haline geldikten sonra mı, ölünce mi hatırlatacaktım çocuğuma Allah’tan başka büyük olmadığını, diğerlerinin değer olmadığını? Başkaları başkalarının büyüklüğünü değerini anlatmışlardı Allah’ın büyüklüğü yerine ona; ben de dolaylı da olsa yardımcı olmuştum buna. Artık şimdi o, ezandan, namazdan değil; castık-custuk seslerinden zevk alıyor. Allah’ın karşısında eğilmeyen vücudu tâğutlar, cıvık kızlar karşısında eğiliyordu. Şimdi artık, çocuğumun taparcasına sevdikleri artistler, şarkıcılar, futbolcular, biraz da kızlardı. İlâhların kurbanıydı benim yavrum. Benim ellerimle kanı akıtılmış, sahte tanrıların önüne atılmıştı. Esas suçlu bendim, ben, ben!
Affet beni evlâdım! Gerçi sen, şimdi henüz beni suçlamıyorsun ki affedesin. Ama yarın... Ahzâb sûresinin 66-68. âyetleri aklıma geliyor sık sık. Özellikle geceleri, devamlı senin suçlamaların, yakama yapışıp hesap sormalarınla sıçrayıp uyanıyorum. Şöyle buyuruyordu o âyetlerde Cenâb-ı Hak, senin gibi mazlum kurbanların fecî durumunu anlatırken: “O gün yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: ‘Vah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ diyecekler. Yine şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbımız! Doğrusu biz, efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize (ana-babamıza ve diğer büyüklerimize) itaat ettik de onlar bizi dalâlete (yanlış ve sapık yola) götürdüler. Ey Rabbımız! Onlara azâbın iki katını ver. Ve onları büyük bir lânet ile lânetle (rahmetinden uzaklaştır).” Bu âyetlerin meallerini öğrendim, bir de tefsirlere baksam, âhiretteki o acıklı sahneyi düşünerek iyice kahrolacağım. Ama dünyada kahrolmak belki benim kurtuluşum, âhiret cezam için keffâretim olacak.
Hele yatağa girip gözlerimi yumayım, hemen bir tablo çıkıyor karşıma: Çocuklarım yakama yapışmış beni cehenneme doğru sürüklüyorlar. “Esas suçlu bu!” diye zebânîlere beni gösteriyorlar. Lânetlerin en büyüğünü yapıyor, kendi çektikleri azâbın iki mislini çekmem için Allah’a yalvarıyorlar. Kızamıyorum onlara. “Dünyada ben sizin için ne fedâkârlıklar yaptım, şimdi niye bana böyle davranıyorsunuz? Bırakın yakamı, ben size ne yaptım?” diyemiyorum. Çünkü çok şeyler yaptım, çok şeylerini yıktım, mahvettim biliyorum. Esas suçlu ben olmasam, Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarını anlatıp beni ikaz etmezdi zaten. Evet, esas suçlu benim, ben! Affet beni evlâdım. Sen affetmezsen, Cenâb-ı Hak da herhalde affetmeyecek. Senin affetmen de dilinle değil; imana ve sâlih amele dönüşünle olacak. Affet beni evlâdım! Seni yarının bile haram ve şirklerinden koruyacak köklü bir iman vermeliydim. Böyle tavsiye ediyordu Hz. Ali. Fakat sen bugünlere bile dayanamadın. Ne ektim ki onu biçeyim, ne verdim ki iman nâmına, küfre ve haramlara silâh adına; bugün senden ne bekleyeyim?
Senin istikbâlin için câhillerin mektep ve sokağına, iş tezgâhlarına, gazete ve televizyonuna seni teslim etmiştim. İnan, senin istikbâlini düşündüğüm içindi bunlar. Hâlbuki yeni yeni anlıyorum ki, istikbâl gelecek demekti. Gelecek de âhiret ve âkıbetti, dönüş Allah’a idi. Senin geleceğini, âhiretini düşünseydim, senin değerlerini parçalayacak olan canavarların önüne seni atar mıydım? Âhiretini üç-beş kuruşa satar mıydım? “Otuz iki farzı öğrettim, Kur’an’ı hatim ettirdim” diyerek yan gelip yatar mıydım? Sonra da “vah benim yavrum!” deyip ortalığı velveleye katar mıydım? Seni cehenneme ellerimle atar mıydım? Söyleyin,
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çocuğumun istikbâlini gerçekten düşünseydim, bütün bunları yapar mıydım?
“Hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüz sürüden mes’ulsünüz.” Böyle buyuruyordu o sözlerin en güzelini, en doğrusunu konuşan. Çobanlık yapabilmiş miydim? Allah’ın yasakladığı, sınır koyduğu hudûdu aşarken o ekin tarlasından çıkarabildim mi onu? Yoksa ben mi o yasak yerlerde otlattım çocuğumu? En azından göz yummadım mı o yasak ekinlerde otlamasına? Öyleyse güttüğüm sürünün değil; suç benim gibi çobanındı. Kabahatin çoğu evlâdın değil; babanındı.
En kıymetli varlığıma, Allah’ın emânetine ne yaptım? Emânete ihânet etmeden koruyabilmek için emâneti iyi tanımak ve nasıl korunacağını bilmek şarttır. Emâneti niçin vermişti esas sahibi? Hâin olmamak için nasıl koruyacaktım, onu öğretmemiş miydi âlemlerin Rabbi? Târifesi yok muydu bunun? Öyleyse emânete ihânet eden hâin damgası yemeyi hak eden bendim, ben, ben! Enfâl sûresi 27-28. âyetlerde öyle denmiyor muydu? “Ey mü’minler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hâinlik etmeyin. Bilin ki, mallarınız ve evlâtlarınız ancak bir fitnedir (sizi günaha sokmaya sebeptir). Allah yanında ise büyük mükâfat vardır.” Teğâbün sûresinin 14 ve 15. âyetleri ise şu mealdeydi: “Ey iman edenler! Zevcelerinizle evlâtlarınızdan bir kısmı (sizi ibâdetten alıkoymak, emirlerinize uymamak sûretiyle) size (bir nevî) düşmandır. O halde onlardan sakının (kötülüklerinden emin olmayın). Mutlaka mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir fitnedir (belâ ve imtihandır; çünkü sizi birtakım günahlara sokabilirler). Allah ise, büyük sevap O’nun katındadır.”
Affet beni evlâdım! Okuduğun kitapları, gazeteleri, konuştuğun arkadaşlarını, sana terbiye ve eğitim verenleri, seyrettiğin filmleri, oynadığın oyunları... kontrol altında tutamadım; gerektiğinde ambargo koyamadım. Kalbine ve kafana gireceklere gümrüksüz gel geç dercesine tavrımla, bahçedeki korkuluk kadar bile olamadım. Bütün bunları benim yerime ve benden daha güzel yapacak Allah korkusunu, ihsan bilincini, tevhid şuurunu gönlüne yerleştiremedim. Gecemi gündüzüme katıp, seni “nasıl müslümanca yetiştirebilirim?” diye planlar, programlar yapamadım. Dinim seni nasıl yetiştirmemi emrediyor, öğrenip uygulayamadım. Ben suçluyum Rabbim, Affet beni Allah’ım!
Bir zamanlar bana karşı yeterince hürmetli ve saygılı davranmıyor, emirlerimi yapmıyorsun diye kızıyordum sana. Şimdi ise o kızdığıma kızıyorum yavrum. Öyle görmüştük biz çocukluk ve gençliğimizde: Zerre kusur etmezdik saygı ve hürmette atalarımıza, hatta yaşça büyük herkese. Ben de bir zamanlar senden bunu bekliyordum. Çok önemliydi o demler, çocuğumun beni sayıp hürmet etmesi. Şimdi kızarak gülüyorum bu hâlime. Allah’a saygısız olan, O’nun emirlerini çiğneyen, Kur’an’ın hükümlerini umursamayan çocuk bana saygı gösterse ne olurdu? Allah’a saygı mı, bana saygı mı, hangisi daha önemliydi? Bir çeşit ilâhlık taslamış oluyordum o zamanlar. Allah’a saygıdan çok kendime hürmet istiyordum. Ölçü bendim, önce kendime istiyordum itaati ve saygıyı. Önce benim sözüm tutulacak, emirlerim yerine getirilecekti. Allah’ın emirlerinin tutulup tutulmaması benim için o günler önemli değil; benimki önemliydi. Şimdi kızarak gülüyorum bu hâlime; ben neydim ki Allah’ın yanında, zerre bile olabilir miydim? Ben neydim ve neyim ki, Yaratan’a isyan ederken çocuk, ben kendimi düşünüp bana itaat ve saygı isteyeceğim?
Ana-babanın veya başka bir beşerin koyduğu kurallara karşı gelenler isyankâr olur, anarşist kabul edilir de, Allah’ın kanunlarına boyun eğmeyen, her şeyiyle
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 823 -
isyan edip baş kaldırana anarşist ve isyankâr denmez de ne denirdi? Esas anarşist ve isyankâr, benim namaz kılmayan oğlumla, İslâmî örtüye bürünmeyen kızımdı. Anarşiyi batılı ve bâtıl rejimler üretiyordu ama gençleri kurban eden bu rejimleri besleyen, anarşist yapanlara fırsat veren biraz da bendim, ben. Anarşist babasıyım ben! Zehirli yılanları iyice besleyip büyüttükten sonra sokağa salıveren insan, yılandan daha suçlu, daha zararlı değil miydi? Kendi elleriyle yılanın zehirlerini takviye eden, ettiren terbiyeci, hele benim gibi tedbir de al(a)mamış ise, kendisi de zehirlenip ölecekti. Keşke büyüttüğüm yılan, zehriyle sadece bana zarar verip beni öldürseydi de dâvâma saldırmasaydı, toplumu ifsâd etmeseydi!
Pek önemsemiyordum eskiden evlât terbiyesini. Birkaç beylik lâfla oluverecek zannediyordum: “Oğlum namaz kıl, kızım başını ört!” Niçin kılacaklardı namazı, başını niye örtecekti kızım? Öğretmiyor, öğretemiyordum. Öncelikle Allah’ın her şeyden fazla sevilip emirlerine itaat edilmeye lâyık biricik Rabbımız olduğunu, emirlerinin hikmetini, dünyâ ve âhiret saâdetine eriştireceğini... Şimdiki gençler öyle bir toplum içinde yaşıyorlar ki, namaza, örtüye giden yollar tümüyle tıkalı. Kolay mıydı bu devirde gencin namaz kılması, ahlâklı-iffetli olması, başını örtmesi? Köklü, çok sağlam bir iman olmadan mümkün müydü bunlar? Gerçek iman olmadan sâlih amel olmayacak, tevhidî imanın adına ise düzen irticâ koyacak, toplum da bu zokayı yutacak... Her şeyin başı imandı. Motor olmadan veya motora enerji konmadan araba çalışabilir miydi? İnsanın motoru da kalbi idi; Kalbin ihtiyacı da iman. Kalp motoru, iman enerjisi olmadan elbette çalışamazdı. Kalp bütün vücuda kan pompalayacak güçte olmalıydı. İman da her uzvu sâlih bir şekilde harekete geçirecek yeterlikte/sağlamlıkta olmalıydı. İman olmadan ya da yeterliliği bulunmadan hareket/amel/ahlâk beklenebilir miydi? “Kalp sağlam olursa bütün vücut sağlam olur” diyordu Allah’ın Rasûlü. Kalbi/imanı sağlamlaştırmalıydı her şeyden önce.
Sonraları anladım, işin hiç de kolay olmadığını. Yaptıklarımın kendimi avutmak, içimden gelen duyguları, vicdanımı bastırmak olduğunu; çocuğa hatim ettirmekle işin bitmediğini, belki başladığını. Çocuğum yedi yaşına girince namaz ve örtüyle emredecek, emrimi yerine getirtmek için bir komutan edâsı takınacak; on yaşlarına geldiklerinde artık namaz ve tesettürün karşısındaki tüm iç ve dış engelleri kaldıracak, her nasılsa bunları hâlâ yapmazlarsa, onları hafifçe dövecektim; Böyle emrediyordu Yüce Peygamberim. Namaz ve örtü prototipti, bir baş örnekti. Diğer İslâmî emirler için de terbiye yolu bu idi. Yapmış mıydım bütün bunları? İslâm’ı yaşamaya engel olacak kültürel, siyasal, sosyal, psikolojik tüm baskı ve engelleri ortadan kaldırmış mıydım? Ona müslümanca yaşayabileceği bir çevre hazırlamış mıydım? Hayır! Öyleyse esas suçlu bendim, ben!
Biri bana materyalist deseydi, kızardım eskiden. Ama şimdi, eski hayatıma kendim bu sıfatı takıyorum. Maddeci olmasaydım, çocuklarımın evvelâ rızıklarını mı düşünürdüm, yoksa müslümanca yetişmelerini mi? Ancak bir maddeperest yapabilirdi benim yaptıklarımı. Yorgun argın, posam çıkmış vaziyette, dilim bir karış dışarıda işten eve dönüyordum. Çocuklarla meşgul olacak zaman bile bulamıyordum (gerçi, söz aramızda; televizyona, kahveye yer yer vakit bulabiliyordum). “Bu kadar çalıştığım, sadece çocuklarım için” diye teselli buluyor, çocuklarımı düşündüğümü sanıyor, kendimi kandırıyordum. Çocukların midesini düşündüğüm kadar dinlerini düşünseydim, en az karınları kadar ruhlarını doyurmanın babanın esas görevi olduğunu hesap etseydim, herhalde sekiz saat de
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onların dinleriyle uğraşırdım; sekiz saat rızıkları için çalıştığım gibi. Ama, dedim ya materyalistmişim, maddeye tapıyormuşum o zaman.
Çocuk, çocukluk yapıp elini ateşe atsa, sobayı ellemeye kalksa elbette engellerdim; ille de yanmak istese de kendi haline bırakmaz, müsâade etmez, gerekirse, yanmasın diye, şefkatle tokatlardım onu. Çünkü o, neyi yapınca, nasıl davranınca yanacağını bilemezdi. Biraz büyüyünce, yine çocukluğun daniskasını yaparken, cehennem ateşine elini uzatıp, çevresinin teşviki ve kendi arzusuyla kendini ebedî alevlerin içine atarken seyirci kalmam, hatta bu yanma olayına yardımcı olmam neyle izah edilebilirdi? Evlâdımı sevseydim, ama Allah için ve gerçek sevgiyle sevseydim, onun cehenneme doğru yuvarlanmasına seyirci kalmaz, göz yummazdım. Demek ki sevmiyormuşum seni; affet yavrum beni!
Sahibi bulunduğum bir sığır, bir koyun eve akşam birkaç saat gelmeyince, merak eder, aramaya çıkardım onu. Evlâdım akşam eve geç geldiğinde bu kadar bile merak etmemiştim. Koyunumu bir canavar, bir kurt yemesin diye araştırıp tedbir alıyordum da, evlâdımı nice kurtlar ve canavar tehdit ederken boş veriyor, hatta bazı kurtların eline kendim teslim ediyordum. Kuzuyu kurttan çoban korur, ya çoban kurt olursa o sürünün hali ne olur? Bunu düşünmüyordum. Hem kurtları kendi sürüme saldırtıyor, onlara fırsat veriyor, hem de güya çobanlık yapıyordum!.. Aslında çocuğun pek suçu yoktu. O taklit etti yanlışlarımla beni, benim vekillerimi. O örnek aldı; kanallarda seyrettiği artistlerin, şarkıcıların, futbolcuların hayatını. Kızım, yıldız diye göklere çıkartılan şıfrıntıların kıyafetini, modasını, dansını. Çocuk su gibi renksiz ve temiz geliyordu hayata. Hangi kaba koyarsan onun rengini ve şeklini alıyordu. Bendim, o suyu kirleten, o suyu çirkin boyalı pis bir kaba koyan. Oğlum! Sana peygamberini ve ashâbını tanıtıp sevdiremedim; topçuları ve popçuları sevdirdiğim kadar. On tane ashâbın adını sayamazdın ama, onlarca belki tonlarca futbolcu ve sanatçıları sayar, hayat hikâyelerini anlatırdın. Ben hazırladım bu ortamı sana; televizyon adındaki öğretmeni ben tutup getirmiştim eve, sana bunları belletsin ve sevdirsin diye. Kızım! Sana da Hz. Âişe’yi, Hz. Fâtıma’yı tanıtıp örnek gösteremedim. Sen Sümeyye’leri, Sümeyrâ ve Rümeysâ’ları nereden bilecektin? Kim öğretecekti, evdeki o özel öğretmen mi? Onları değil; sanatçıları(!) örnek almana ben sebep oldum. Evdeki ekrandan tepinme (pardon dans) dersini ve bin bir çeşit ahlâksızlık/hayâsızlık derslerini tâkip etmene ben seyirci oldum, ben sebep oldum, ben! Sen tabii, çocuk olarak, gözünle düşünecektin; aklınla değil. Ve gördüklerine uyacaktın; dinine değil. Onları gördün, onları belledin, onlara benzedin. Artık ne hayâ kaldı, ne din...
Televizyon ilk öğretmenindi. Sen büyüdükçe öğretmenlerinin dereceleri de büyüyordu. Tv. Kanallarının öğretemediklerini de öğretsin diye video, sonra video CD player adlı özel ders veren öğretmeni eve getirdim, daha sonra da internet denilen canavarı; seni iyice eğitsinler, benim yerime yetiştirsinler diye. DVD ve VCD adlı yabancı öğretmenler özel kitaplarla ders veriyordu: Özel filmlerle ev bir sinemaya, özel cliplerle gazinoya benziyordu. Hayat, bir filmden, bir oyundan, müzikten ve futboldan ibâretti çocukların gözünde. Böylece hem vakitlerini, hem kendi inanç ve ahlâklarını bu yabancı markalı silâhlarla öldürüyorlar, bir anlamda intihar ediyorlardı çocuklar. Baba olarak ben kahveden çıkmazsam, çocuklarım da tabii bana, benim modern tarzıma benzeyeceklerdi.
Öyle bir ortamda, öyle bir çevrede büyüttüm yavrum seni ki, o yerlerde
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 825 -
haramlar şiirleşmiş, günahlar süslenmişti. Buradaki yollarda trafik işaretleri “geri dönülmez (tevbe edilmez), yasaktır”, “tek yönlü yol” gibi işaretlerdi. Ama “tehlike!” ve “kaygan yol!” tabelalarına, hele “çıkmaz yol!” işaretine aldıran, hatta onları gören de yoktu. Mecbûrî istikamet okları hep şirk ve isyanı gösteriyordu. Hırçın dalgaları olan canavar bir denize, yüzmeyi öğretmeden, can simidi takmadan ben bıraktım seni! Nasıl tahammül edecektin buna? Boğulunca seni suçlamaya başladım. Ama yeni yeni anladım: Esas suçlu sen değil; bendim, ben!
Uykusuz geceler geçiriyorum hep, Allah’a isyankâr birinin babasıyım diye. Artık dünyanın hiçbir zevki önemli değil, İslâmî örtüden nefret eden bir kızın babasıyım çünkü. Diyebilirsiniz ki; “Hz. Nuh’un ve bazı başka peygamber ve kâmil mü’minlerin de çocuğu iman sahibi, ahlâklı kişiler değildi!” Ben de derim ki: Onlar mes’ul değiller; çünkü terbiye ve tebliğ görevlerini tümüyle yaptılar. Ondan sonrası, yani hidâyeti vermek Allah’a âitti. Mesele, çocukların şöyle veya böyle olmalarından daha çok; benim, vazifemi, bu konudaki dinimin tüm emirlerini yapıp yapmadığım idi. Ve ben görevimi hemen hiç denilecek kadar yapmamıştım. Suçluydum ben, suçluyum ben; Affet beni Allah’ım!
Ah! Şimdiki aklım ve imanım olsaydı... Ah bir olsaydı, çocuklarımı nasıl yetiştireceğimi bilirdim. (Bilirdim ama; çevre, sosyal ve siyasal yapı, kapitalist ilkelere uyan çalışma şartları, eğitim... düzelmeden kendine bile sahip olamıyorsun ki çocuğuna sahip olasın. Çöplükte belki, ama, gübrelikte gül yetiştirmek mümkün mü? O yüzden gübreliği temizlemeye, gül devrini oluşturmaya çalışırdım bir yandan. Sivrisinekle mücâdelenin kesin yolu, bataklığın kurutulmasıydı çünkü.) Gerekirse hicret ederdim sırf bu yüzden; hiç olmazsa olumsuz çevreden, sürüden ayrılırdım. Ben hayvan değilim ki... Ne işim var sürüde? Uydum kalabalığa demezdim o zaman. İnsanların çoğuna uyarsa, Peygamberimiz’i bile çoğunluğun saptıracağını söylüyor Kur’an En’âm sûresi 116. âyette. Kalabalıkların yaptıklarını değil; yapılması gerekeni, yani Rabbımın yap dediklerini yapardım o zaman. Teslim etmezdim kâfirlerin ve küfrün eline en kıymetli varlığımı. Sahip çıkardım İlâhî emânete, birinci işim o olurdu, her şeyden önce gelirdi onları müslümanca yetiştirmek. Çok küçük yaştan itibaren Allah sevgisi, Peygamber sevgisi verirdim; her sevgiden önce ve en büyük sevgi olarak. İlâhî emirleri, ibâdetleri niçin yapması gerektiğini anlatır, her konuda şuurlandırmaya çalışır, okuduğu Kur’an’ın ne olduğunu, ne emirler içerdiğini, anlamını, namaza niçin ihtiyacımız bulunduğunu... öğretir ve sevdirirdim ona. Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’an ve ibâdet şuurunu verince, bu konuyla ilgili aradan engelleri kaldırınca, evet o zaman zorlayan olsa da sevemezdi Allah ve Rasûl’ün sevmediklerini; benzemek istemezdi dinsizlere, donsuzlara. Nefret ederdi o zaman küfür ve kâfirin her çeşidinden. Ya kendim İslâm’ı iyice öğrenip öğretirdim çocuğuma (ki en güzeli buydu), ya da aldığım aylığın yarısını, hatta daha fazlasını seve seve gerekirse verirdim uzmanına, özel hocalar tutardım. Evet, şimdiki aklım olsa mutlaka bunları yapardım.
Aslında, zamanımızda ilim konusunda müslümanın işi çok kolaydı: Her konuda çeşit çeşit güzel kitaplar yazılıyor, nice konular araştırılarak hazır lokma haline getirilip kitap diye, dergi diye, CD diye sunuluyordu. Evlât terbiyesi, çocuk eğitimi konusunda da onlarca kitap vardı; alır okurdum birini, nasıl terbiyeyi emrediyordu İslâm, öğrenir, tatbik etmeye çalışırdım.
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Uğraşır mıydım bu kadar onların sadece dünyada çokça rahat etmeleri, çokça karınlarını doyurmaları için? “Daha çok para kazanıp onlara bırakayım da, benden sonra daha çok haramları daha kolayca işlesinler” diyebilir miydim? Bırakacağım mirasla (eğer dinlerini, yaşayışlarını kuvvetlendirmemişsem) onların, kolaylıkla bir sürü günah işlemelerine fırsatı böylece ben vermiş olmaz mıydım? Şimdiki aklım olsaydı böyle düşünürdüm tabii. Beşinci büyük halîfe kabul edilen zâtın hayatını öğrendim yeni yeni. Öyle diyordu Ömer bin Abdülaziz ölüm döşeğinde, “her şeyini infak ettin; iyi de, çocuklarına bir şey bırakmadın. Onları hiç düşünmedin mi?” diyen yakınlarına: “Onlar müslüman iseler ne âlâ! Onlara Allah’ı bırakıyorum sadece; yetmez mi? Onları müslüman olarak yetiştirmişim; Allah da, onlar da bunu kâfi görür. Yok, onlar kâfir iseler, ben onları müslüman olarak yetiştiremediysem, onlardan bana ne? Ne yiyecekler, ne edecekler, bana ne o gâvurlardan? İster benim evlâdım olsun, ister yabancı, kâfirlere mal bırakıp daha mı azdıracaktım? Benim bıraktığımla işledikleri haramdan ben mi sorumlu olacaktım? Bunu mu isterdiniz?” Evet, böyle diyordu o zât. Ben de onu örnek alır, ben de öyle derdim. Çünkü öğrendim ki Yüce Peygamberimiz “Hiç bir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir şey bağışlayamaz, bırakamaz” diyordu. Ben de onlara dünyalık bırakacağım diye çokça rezillik çekip çokça yorulmaz, hem de esas olarak, âhiret azığı olacak terbiyeyi verirdim olanca gücümle. Hem onları, hem kendimi kurtarırdım böylece. Ne bırakmıştı o merhamet peygamberi kendi çocuklarına; onu düşünürdüm. O ne yaptıysa güzel yapmıştır derdim. Nerelerde yetiştirdi, kimlerin eline teslim etti sahâbeler çocuklarını, inceler, o yıldızlardan ışık alırdım.
Yaşatamıyorsam müslümanca çoluk-çocuğumu, giderdim daha müslümanca yaşayabileceğimiz bir yere; Göçerdik âilece. Değmez miydi bunca çile Allah’ın güzel bir emâneti olan bebelere? Ve duâ ederdim çocuklarım için devamlı; onların ıslâhı, ihlâsı... için. Bir hadis-i şerifte: “Ana-babanın çocuklarına duâsı, Peygamberlerin ümmetine duâsı gibidir (Geri çevrilmez, kabul olunur).” buyuruluyor. Maddî tedbirlerimi alır, terbiyesi için son imkânıma kadar uğraşır, gerisini Allah’a bırakır, O’ndan yardım beklerdim. Bilirdim ki ben O’nun için bir adım atsam, O bana doğru koşarak gelecek, kapılarını açacaktır.
Bugünkü ölümden beter hayatın zilletine katlanıp kâfirlere benzer şekilde, hayvan gibi yaşayıp ölümden sonraki azâba hazırlanacağıma, ölümsüzleşirdim böylece. Öldükten sonra yaşamak, ecir almaya devam etmek mümkündü; canlı cenâze olmanın mümkün olduğu gibi. Amel defteri kapanmayan müslümanlardan biri, hadis-i şerife göre, “arkasından duâ edecek hayırlı bir evlât yetiştiren” olacaktı. Ben öldükten sonra bile sevâbım artmaya devam edecekti. Sevaplarla yaşayacaktım çocuğum yaşadıkça...
Ve... olmadı bütün bunlar. Affet beni Allah’ım!
Hayâl-meyâl seni gördüm yavrum az önce bir sis perdesi arkasında, bulutların arasında. Benim sapladığım modern bıçakla kanlanan kefen içinde. Ayaklarına kapanmak istedim yavrum senin: “Affet beni!” diye. Sen, hem benden korkarak kaçıyor, hem “dosdoğru inan ve inandığın gibi yaşa!” diyordun. Demek, suçumun keffâreti buydu. Affedebilmen, affedilebilmem için dediğini yapmalıydım; onu anlatıyordun. Gerçek mü’mine yakışır şekilde yaşayacağım, müslüman olarak ölmeye çalışacağım... Söz veriyorum, söz veriyorum yavrum! 3618
3618] Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 9-10, Mart-Nisan 2002
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 827 -
Mal ve Evlât Fitnesiyle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Evlâd veled Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimelerin Geçtiği Yerler (Toplam 103 Yerde): 2/Bakara, 83, 116, 133, 180, 215, 233, 233, 233, 233, 233, 233, 233; 3/Âl-i İmrân, 10, 11, 47, 116; 4/Nisâ, 7, 7, 11, 11, 12, 12, 12, 12, 33, 36, 75, 98, 127, 135, 171, 176, 176; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 101, 137, 140, 151, 151; 8/Enfâl, 28; 9/Tevbe, 55, 69, 85; 10/Yûnus, 68; 11/Hûd, 72; 12/Yûsuf, 21; 14/İbrâhim, 41; 17/İsrâ, 23, 31, 64, 111; 18/Kehf, 4, 39; 19/Meryem, 14, 15, 32, 33, 35, 77, 88, 91, 92; 21/Enbiyâ, 26; 23/Mü’minûn 91; 24/Teğâbün, 14, 15; 25/Furkan, 2; 26/Şuarâ, 18; 27/Neml, 19; 28/Kasas, 9; 29/Ankeb^T, 8; 31/Lokman, 14, 14, 33, 33, 33, 33; 34/Sebe’, 37, 35, 37; 37/Sâffât, 152; 39/Zümer, 4; 43/Zuhruf, 81; 46/Ahkaf, 15, 15, 17; 56/Vâkıa, 17; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 2, 17; 60/Mümtehıne, 3, 3, 12; 63/Münâfıkun, 9; 64/Teğâbün, 14, 15; 71/Nûh, 21, 27, 28; 72/Cinn, 3; 73/Müzzemmil, 17; 76/İnsan, 19; 90/Beled 2, 3; 112/İhlâs, 3, 3.
B- Oğul ve Kız Çocuğu Anlamındaki “İbn”, “İbnetun” veya Çoğulu Benûn ve Benât Kelimelerinin GeçtiğiYerler (Toplam 162 Yerde): 2/Bakara, 40, 47, 49, 83, 122, 132, 132, 133, 146, 211, 246; 87, 177, 215, 246, 253,; 3/Âl-i İmrân, 14, 45, 49, 61, 61, 93; 4/Nisâ, 11, 23, 23, 23, 23, 36, 157, 171; 5/Mâide, 12, 17, 17, 18, 27, 32, 46, 70, 72, 72, 75, 78, 78, 110, 110, 112, 114, 116; 6/En’âm, 20, 100, 100; 7/A’râf, 26, 27, 31, 35, 105, 127, 134, 137, 138, 141, 150, 172; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 24, 30, 31, 31, 60; 10/Yûnus, 90, 90, 93; 11/Hûd, 42, 42, 45, 78, 79; 12/Yûsuf, 5, 67, 81, 87; 14/İbrâhim, 6, 35; 15/Hicr, 71; 16/Nahl, 57, 72; 17/İsrâ, 2, 4, 6, 26, 40, 70, 101, 104; 18/Kehf, 46; 19/Meryem, 34; 20/Tâhâ, 47, 80, 94, 94; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50, 55; 24/Nûr, 31, 31, 31, 31; 26/Şuarâ, 17, 22, 59, 88, 133, 197; 27/Neml, 76; 28/Kasas, 4, 27; ; 30/Rûm, 38; 31/Lokman, 13, 13, 16, 17; 32/Secde, 23; 33/Ahzâb, 4, 7, 50, 50, 50, 50, 55, 55, 55, 59; 36/Y3asin, 60; 37/Sâffât, 102, 149, 149, 153, 153; 40/Mü’min, 25, 53; 43/Zuhruf, 16, 16, 57, 59; 44/Duhân, 30; 45/Cüseiya, 16; 46/Ahkaf, 10; 52/Tûr, 39, 39; 57/Hadîd, 27; 58/Mücâdele, 2, 22; 59/Haşr, 7; 61/Saff, 6, 6, 14, 14; 66/Tahrîm, 12; 68/Kalem, 14; 70/Meâric, 11; 71/Nûh, 12; 74/Müddessir, 13; 80/Abese, 36.
C- Çocuk Anlamında Diğer Kelimeler
a- Çocuk kelimesinin Arapça karşılığı olan “tıfl” 4 yerde (22/Hacc, 5; 24/Nûr, 31, 59; 40/Mü’min, 67)
b- (Bülûğ çağına ermemiş) çocuk anlamında “sabî” 2 yerde (19/Meryem, 12, 29)
c- Bıyığı terlemiş delikanlı, genç ve çocuk anlamına gelen “ğulâm” kelimesi 13 yerde (3/Âl-i İmrân, 40; 12/Yusuf, 19; 15/Hicr, 53; 18/Kehf, 74, 80, 82; 19/Meryem, 7, 8, 19, 20; 37/Sâffât, 101; 51/Zâriyât, 28; 52/Tûr, 24.
d- (Madde, mânevî, mertebe, kıymet, miktar, cisim yönüyle) küçük anlamında “sağîr” kelimesi 13 yerde (2/Bakara, 282; 6/En’âm, 124; 7/A’râf, 13, 119; 9/Tevbe, 29, 121; 10/Yûnus, 61; 12/Yusuf, 32; 17/İsrâ, 24; 18/Kehf, 49; 27/Neml, 37; 34/Sebe’, 3; 54/Kamer, 53.
e- Nesil, zürriyet anlamında “zürriyyet” 32 yerde (2/Bakara, 124, 128, 266; 3/Âl-i İmrân, 34, 36, 38; 4/Nisâ, 9; 6/En’âm, 84, 87, 133; 7/A’râf, 172, 173; 10/Yûnus, 83; 13/Ra’d, 23, 38; 14/İbrâhim, 37, 40; 17/İsrâ, 3, 62; 18/Kehf, 50; 19/Meryem, 58, 58; 25/Furkan, 74; 29/Ankebût, 27; 36/Yâsin, 41; 37/Sâffât, 77, 113; 40/Mü’min, 8; 46/Ahkaf, 15; 52/Tûr, 21, 21; 57/Hadîd, 26.
f- (Küçük) torunlar anlamında “hafede” 1 yerde (16/Nahl, 72).
g- Ehil, âile, aşiret, yakınlar, halk gibi anlamlara gelen “ehl” kelimesi 127 yerde
h- Yine yaklaşık aynı anlamlarda, ehil, âile, akraba, yakınlar, hânedan anlamlarına gelen “âl” kelimesi de 88 yerde
i- “Yetim, bülûğ çağına girmeden önce babasını kaybetmiş çocuk anlamında “yetîm” kelimesi 23 yerde
j- Üvey kızları anlamındaki “rebâib” kelimesi de 1 yerde (4/Nisâ, 23) kullanılır.
Ç- Evlât/Çocuklar hakkında Âyet-i Kerimeler:
a- Hayırlı Nesil İçin Duâ: 2/Bakara, 128-129; 3/Âl-i İmrân, 38-41; 7/A’râf, 189; 14/İbrâhim, 40; 25/Furkan, 74; 46/Ahkaf, 15.
b- Üremek ve Çoğalmak: 2/Bakara, 187; 41/Fussılet, 47.
c- Hayırlı Evlât Yetiştirmek: 2/Bakara, 223.
d- Evlât Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 34/Sebe’, 37.
e- Evlât, Dünya Hayatının Süsüdür: 18/Kehf, 45.
f- Evlât, Fitne ve İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 14-15.
g- Evlâdı Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24; 60/Mümtehıne, 3; 62/Münâfıkun, 9.
h- Ergenlik Çağına Ulaşmamış Çocuklara Bakmak: 4/Nisâ, 127.
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
i- Kâfirlere Malları ve Evlâtları Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’r3af, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
j- Fakirlik Korkusuyla Çocukları Öldürmek: 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 31.
k- Mekke Müşrikleri Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
l- Allah, Dilediğine Kız, Dilediğine Erkek Evlât Verir; Dilediğini de Kısır Bırakır: 42/Şûrâ, 49-50; 53/Necm, 45-46.
m- Rahimlerde Yaratılanın Ne Olduğunu Allah Bilir: 3/Âl-i İmrân, 6; 31/Lokman, 34.
n- Allah’ın Dilemesi Olmadan Hiçbir Dişi, Gebe Kalmaz ve Doğurmaz: 35/Fâtır, 11; 41/Fussılet, 47.
o- Gerçek Zürriyetsiz Olanlar: 108/Kevser, 3.
p- Gebeliğin Süresi: 31/Lokman, 14.
D- Evlâtlıklar
r- Evlâtlıklar, Gerçek Oğullar ve Kızlar Değildir: 33/Ahzâb, 4, 40.
s- Evlâtlıkların Babalarının Adına Çağırılmaları: 33/Ahzâb, 5.
t- Evlâtlıklar Mü’min Kardeşlerdir: 33/Ahzâb, 5.
E- Ana-Babaya Davranış
Ana Babaya İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23-24; 29/Ankebût, 8; 46/Ahkaf, 15.
Ana Babaya Vermek: 2/Bakara, 215.
Ana Babaya Karşı İyi Niyetli Olmak: 17/İsrâ, 25.
Ana Babaya Kötü Söz Söylemekten Sakınmak: 17/İsrâ, 23.
Ana Babaya Güzel Söz Söylemek: 17/İsrâ, 23.
Ana Hakkı: 31/Lokman, 14; 46/Ahkaf, 15.
Ana Babaya İtaat: 31/Lokman, 14.
Ana Babanın İman Dâvetine katılmayanlar: 46/Ahkaf, 17-18.
Allah’a Şirk Koşma Konusunda Ana Babaya İtaat Yoktur: 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 15.
Ana Babayı ve Akrabayı Allah’tan ve Cihaddan Üstün Tutmanın Kötülüğü: 9/Tevbe, 24.
Kâfir Ana Babanın Dostluğu: 9/Tevbe, 31/Lokman, 15.
Ana Baba İçin Duâ: 14/İbrâhim, 41.
F- Akrabaya İyilik
Akrabaya İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36.
Akrabaya Vermek: 2/Bakara, 177, 215; 16/Nahl, 90; 17/İsrâ, 26; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38.
Akrabalık Bağlarını Korumak: 4/Nisâ, 1; 13/Ra’d, 21, 25.
Münâfıklar, Akrabalık Bağlarını Keserler: 47/Muhammed, 22.
Kâfir Akrabanın Dostluğu: 9/Tevbe, 23; 11/Hûd, 45-47.
G- Sıla-i Rahim (Akrabayı Ziyaret)
Akrabayı Ziyaret Etmek: 30/Rûm, 38.
Sıla-i Rahmi Kesmekten Sakınmak: 47/Muhammed, 22.
Akrabalık Bağlarını Korumak: 4/Nisâ, 1; 13/Ra’d, 21, 25; 47/Muhammed, 22.
H- Mal ve Çoğulu Emvâl Kelimelerinin Geçtiği Âyetler (86) Yerde: 2/Bakara, 155, 177, 188, 188, 247, 261, 262, 264, 265, 274, 279; 3/Âl-i İmrân, 10, 116, 186; 4/Nisâ, 2, 2, 2, 5, 6, 6, 10, 24, 29, 34, 38, 95, 95, 161; 6/En’âm, 152; 8/Enfâl, 28, 36, 72; 9/Tevbe, 20, 24, 34, 41, 44, 55, 69, 81, 85, 88, 103, 111; 10/Yûnus, 88, 88; 11/Hûd, 29, 87; 17/İsrâ, 6, 34, 64; 18/Kehf, 34, 39, 46; 19/Meryem, 77; 23/Mü’minûn, 55; 24/Nûr, 33; 26/Şuarâ, 88; 27/Neml, 36; 30/Rûm, 39; 33/Ahzâb, 27; 34/Sebe’, 35, 37; 47/Muhammed, 36; 48/Fetih, 11; 49/Hucurât, 15; 51/Zâriyât, 19; 57/Hadîd, 20; 58/Mücâdele, 17; 59/Haşr, 8; 61/Saff, 11; 63/Münâfikun, 9; 64/Teğâbün, 15; 68/Kalem, 14; 69/Haakka, 28; 70/Meâric, 24; 71/Nûh, 12, 21; 74/Müddessir, 12; 89/Fecr, 20; 90/Beled, 6; 92/Leyl, 11, 18; 104/Hümeze, 2, 3; 111/Mesed, 2.
I- Mülk Anlamında M-l-k Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (118 Yerde): 1/Fâtiha, 4; 2/Bakara, 102, 107, 247, 247, 246, 247, 247, 248, 251, 258; 3/Âl-i İmrân, 26, 26, 26, 26, 189; 4/Nisâ, 3, 24, 25, 36, 53, 54; 5/Mâide, 17, 17, 18, 20, 25, 40, 41, 76, 120; 6/En’âm, 73, 75; 7/A’râf, 158, 185, 188; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 49; 12/Yûsuf, 43, 50, 54, 72, 76, 101; 13/Ra’d, 16; 16/Nahl,
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 829 -
71, 73, 75; 17/İsrâ, 56, 100, 111; 18/Kehf, 79; 19/Meryem, 87; 20/Tâhâ, 87, 89, 114, 120; 22/Hacc, 56; 23/Mü’minûn, 6, 88, 116; 24/Nûr, 31, 33, 42, 58, 61; 25/Furkan, 2, 2, 3, 3, 26; 27/Neml, 23, 34; 29/Ankebût, 17; 30/Rûm, 28; 33/Ahzâb, 50, 50, 52, 55; 34/Sebe’, 22, 42; 35/Fâtır, 13, 13; 36/Yâsîn, 71, 83; 38/Sâd, 10, 20, 35; 39/Zümer, 6, 43, 44; 40/Mü’min, 16, 29; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 51, 77, 85; 45/Câsiye, 27; 46/Ahkaf, 8; 43/Zuhruf, 86; 48/Fetih, 11, 14; 54/Kamer, 55; 57/Hadîd, 2, 5; 59/Haşr, 23; 60/Mümtehıne, 4; 63/Cum’a, 1; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 30; 72/Cinn, 21; 76/İnsân, 20; 78/Nebe’, 37; 82/İnfitâr, 19; 85/Bürûc, 9; 114/Nâs, 2.
İ- Mal ve Malı Kullanmak Konusunda Âyetler
a- Mal, Fitnedir, İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
b- Mal, Dünya Hayatının Süsüdür: 18/Kehf, 46.
c- Zenginlik, Bir Üstünlük Sebebi Olamaz: 6/Er’âm, 52-53.
d- Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Devlet/Servet Olmamalıdır: 59/Haşr, 7.
e- Malı Kullanmakta Reşit Olmak: 4/Nisâ, 5-6; 17/İsrâ, 34.
f- Sefihlere (malını İyi Kullanamayacak Akılsızlara) Mal Verilmez: 4/Nisâ, 5.
g- Ekonomik Esâret: 59/Haşr, 7.
h- Malı ve Parayı Biriktirmek (Stokçuluk): 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 14-18; 104/Hümeze, 1-4.
i- Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
j- Mal Sevgisini, Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmak: 9/Tevbe, 24, 34- 35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
k- Mal, Dünyada Kalacaktır: 6/En’âm, 94.
l- Kâfirlere Malları ve Evlâtları Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
m- Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15; 49/Hucurât, 14, 16-17.
n- Mûsâ (a.s.)’nın Ümmetinden Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
J- Mülk Kavramıyla İlgili Âyetler
a- Mülk Allah’ındır: 35/Fâtır, 13; 57/Hadîd, 10; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1.
b- Allah, Mülkü Dilediğine Verir: 2/Bakara, 247; 3/Âl-i İmrân, 26.
c- Göklerdeki ve Yerdeki Her Şey, Allah’ındır: 2/Bakara, 255, 284; 3/Âl-i İmrân, 109, 129; 4/)Nisâ, 126, 131-132; 5/Mâide, 120; 10/Yûnus, 55; 14/İbrâhim, 2; 16/Nahl, 52; 20/Tâhâ, 6; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 64; 30/Rûm, 26; 31/Lokman, 20, 26; 34/Sebe’, 1; 42/Şûrâ, 4; 53/Necm, 31; 57/Hadîd, 2, 5.
d- Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsîn, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/: Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
K- Dünya Nimetleri
a- Cennetin Nimetleri Dünya Nimetlerinden Hayırlıdır: 3/Âl-i İmrân, 14-15; 16/Nahl, 30.
b- Dünya Nimetleri Fânîdir; Âhiret Nimetleri Son Bulmaz: 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5; 42/Şûrâ, 36.
c- Dünya Nimetleri İle Âhiret Nimetlerinin Karşılaştırması: 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 64.
d- Sâlih Amel, Dünyanın Süsünden Hayırlıdır: 18/Kehf, 46; 19/Meryem, 76.
L- Kur’ân-ı Kerim’de Fakirlik Anlamındaki “Fakr” ve Türevleri (13 Yerde): 2/Bakara, 268, 271, 273; 3/Âl-i İmrân, 181; 4/Nisâ, 6, 135; 9/Tevbe, 60; 22/Hacc, 28; 24/Nûr, 32; 28/Kasas, 24; 35/Fâtır, 15; 47/Muhammed, 38; 59/Haşr, 8.
M- Fakir Anlamında “Miskîn” Kelimesi (Tekil ve Çoğul Olarak 23 Yerde): 2/Bakara, 83, 177, 184, 215; 4/Nisâ, 8, 36; 5/Mâide, 89, 95; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 60; 17/İsrâ, 26; 18/Kehf, 79; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38; 58/Mücâdele, 4; 59/Haşr, 7; 68/Kalem, 24; 69/Hâakka, 34; 74/Müddessir, 44; 76/İnsân, 8; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 16; 107/Mâûn, 3.
N- Zenginlik Anlamında “Ğınâ” ve Türevleri (73 Yerde): 2/Bakara, 263, 267, 273; 3/Âl-i İmrân, 10, 97, 116, 181; 4/Nisâ, 6, 130, 131, 135; 6/En’âm, 133; 7/A’râf, 48, 92; 8/Enfâl, 19; 9/Tevbe, 25, 28, 74, 93; 10/Yûnus, 24, 36, 68, 101; 11/Hûd, 68, 95, 101; 12/Yûsuf, 67, 68; 14/İbrâhim, 8, 21; 15/Hıcr, 84; 19/Meryem, 42; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 32, 33; 26/Şuarâ, 207; 27/Neml, 40; 29/Ankebût, 6; 31/Lokman, 12, 26; 35/Fâtır, 15; 36/Yâsin, 23; 39/Zümer, 7, 50; 40/Mü’min, 47, 82; 44/Duhân, 41; 45/
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Câsiye, 10, 19; 46/Ahkaf, 26; 47/Muhammed, 38; 52/Tûr, 46; 53/Necm, 26, 28, 48; 54/Kamer, 5; 57/Hadîd, 24; 58/Mücâdele, 17; 59/Haşr, 7; 60/Mümtehine, 6; 64/Teğâbün, 6, 6; 66/Tahrîm, 10; 69/Haakka, 28; 77/Mürselât, 31; 80/Abese, 5, 37; 88/Ğâşiye, 7; 92/Leyl, 8, 11; 93/Duhâ, 8; 96/Alak, 7; 111/Mesed, 2.
O- Fakirlik ve Fakirler Konusuyla İlgili Âyetler
Gerçek Fakirler: 2/Bakara, 273.
Fakir ve miskin Kavramı: 9/Tevbe, 60
Fakirlerin Dokunulmazlığı: 6/En’âm, 52-53.
Fakir Düşmekte Hikmet Vardır: 6/En’âm, 42; 9/Tevbe, 28.
Fakirlik Korkusu ile Çocukları Öldürmekten Sakınmak: 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 31.
Fakirlere İyilik Etmek: 2/Bakara, 83; 4/Nisâ, 36.
Fakirlere Vermek: 2/Bakara, 177, 215, 273; 17/İsrâ, 26; 24/Nûr, 22; 30/Rûm, 38; 70/Meâric, 24-25.
Fakirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan, 8-12; 89/Fecr, 18; 90/Beled, 12-16.
Sâili (İsteyeni) Azarlamaktan Sakınmak: 93/Duhâ, 10.
Kâfirler Fakirleri Küçük Görürler: 6/En’âm, 52-53; 7/A’râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Kâfirler ve Müşrikler Fakirlere Vermezler: 36/Yâsin, 47; 68/Kalem, 17-40; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.
Ö- Zenginlik ve Zenginler Konusuyla İlgili Âyetler
a- Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.
b- Zenginliği Veren Allah’tır: 53/Necm, 48.
c- Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: 6/En’âm, 52-53.
d- Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.
Kâfirler Mal Gururuna Kapılırlar: 6/En’âm, 52-53; 7/A’râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
P- Ekonomik Eşitliğin Anlamı
a- Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: 16/Nahl, 71; 17/İsrâ, 21; 42/Şûrâ, 27; 43/Zuhruf, 32.
b- Zengin Fakir Ayırımı Yoktur: 6/En’âm, 52-53.
R- İsraf ve İktisat (Savurganlık ve Tutumluluk)
a- İsraf Etmekten Sakınmak: 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31.
Saçıp Savurmaktan Sakınmak: 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31; 17/İsrâ, 26-27, 29.
Mü’minler İsraf Etmezler: 25/Furkan, 67.
Allah İsraf Edenleri Sevmez: 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31.
S- Cimrilik
a- Cimrilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 180; 4/Nisâ, 36-37; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 23-24; 92/Leyl, 8-10.
b- Malı ve Parayı Biriktirmek: 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4.
c- İnsan Cimridir: 17/İsrâ, 100; 70/Meâric, 19-21; 100/Âdiyât, 8-11.
d- Şeytan Fakirlikle Korkutur: 2/Bakara, 268.
Cimrilik Etmekten Sakınmak: 17/İsrâ, 29, 31; 47/Muhammed, 37-38; 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16.
Mü’minler Cimrilik Yapmaz: 25/Furkan, 67.
Ş- Cömertlik
a- Cömert Olmak: 17/İsrâ, 29.
b- Allah Cömerlere Bolluk Verir: 2/Bakara, 268.
T- Yedirip İçirmek
a- Fakirlere Yedirip İçirmek: 22/Hacc, 28, 36; 76/İnsan, 8-12.
b- Yetimlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan 8-12.
c- Esirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan, 8-12.
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 831 -
d- Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.
U- Rızık
a- Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: Bakara, 212; Al-i İmran, 27, 37; Kasas, 79-82; Ankebut, 62; Şura, 19.
b- Allah, Rızkı Daraltır veya Genişletir: Bakara, 245; Ra’d, 26; İsra, 30; Kasas, 82; Ankebut, 62; Rum, 37; Sebe’36, 39; Zümer, 52; Şura, 12, 27; Mülk, 21.
c- Rızkı Veren Allah’tır: Yunus, 31; Hicr, 21; Ankebut, 17, 61; Rum, 40; Sebe’,24, 39; Fatır, 3; Zariyat, 58.
d- Rızık Konusunda Kimi kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
e- Allah, Bütün Canlıların Rızkını Verir: Hud, 6.
f- Rızık Verenlerin En Hayırlısı Allah’tır: Hacc, 58; Mü’minun, 72; Cum’a, 11.
g- Allah, En Temiz Nimetlerden Rızıklandırır: Mü’min, 64.
h- Allah, Cimrilik Etmeyenlere Bol Rızık Verir: Bakara, 268.
i- Yer Üzerinde Rızık Sebepleri Yaratılmıştır: Hıcr, 20.
j- Rızık Endişesi, Hakka Dâvet Görevine Engel Olamaz: Taha, 132.
k- Yağmurla Gökten Rızık İner: Zariyat. 22.
l- Rızık Aramak: Cum’a, 10.
m-Rızkın Bolluğu ve Darlığında, İbretler Vardır: Zümer, 52
n- Yaratılan Her Şeyin İnsan İçin Olmasında İbretler Vardır: Casiye, 13
o- Rızık Endişesi, Tebliğ Görevine Engel Olamaz: Taha, 132
p- Zenginliği Veren Allah’tır: Necm, 48
r- Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: En’am, 52-53
s- Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: Haşr, 7.
t- Kâfirler, Mal Gururuna Kapılırlar: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114
u- Câhil ve Gururlu Zenginler: Alak, 6-7, 12
ü- Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: Enfal, 28; Teğabün, 15.
v- Fakir Düşmekte Hikmet Vardır: En’am, 42, Tevbe, 28.
y- Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
z- Zengin Fakir Ayrımı Yoktur: En’am, 52-53.
V- İnfak
a- İnfak/Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra’d, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Mûnâfıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
b- Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
c- Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
d- Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21
e- Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
f- Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
g- Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
h- Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
i- Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
j- İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
k- İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
l- İnfak Edenler Takvâ Sahibi Mü’minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
m-İnfak Edenlerin Mükâfatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
n- Kâfirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Mâûn, 1, 3.
o- Kâfirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
p- Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
r- Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
s- Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
t- Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
u- Cömert Olmak: İsra, 29.
ü- Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
v- Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
w- Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
x- Sâil’i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
y- Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En’am, 52-53; A’raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
z- Kâfirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Mâûn, 1-3
Y- Fitne
a- “Fitne” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (60 Âyet): 2/Bakara, 102, 191, 193, 217; 3/Âl-i İmrân, 7; 4/Nisâ, 91, 101; 5/Mâide, 41, 49, 71; 6/En’âm, 23, 53, 7/A’râf, 27, 155; 8/Enfâl, 25, 28, 39, 73; 9/Tevbe, 47, 48, 49, 49, 126; 10/Yûnus, 83, 85; 16/Nahl, 110; 17/İsrâ, 60, 73; 20/Tâhâ, 40, 40, 85, 90, 131; 21/Enbiyâ, 35, 111; 22/Hacc, 11, 53; 24/Nûr, 63; 25/Furkan, 20; 27/Neml, 47; 29/Ankebût, 2, 3, 10; 33/Ahzâb, 14; 37/Sâffât, 63, 162; 38/Sâd, 24, 34; 39/Zümer, 49; 44/7Duhân, 17; 51/Zâriyât, 13, 14; 54/Kamer, 27; 57/Hadîd, 14; 60/Mümtehıne, 5; 64/Teğâbün, 15; 68/Kalem, 6; 72/Cin, 17; 74/Müddessir, 31; 85/Bürûc, 10.
b- Fitne Katilden Beterdir: 2/Bakara, 191, 217.
c- Bazı Fitnelerin Cezâsı Geneldir: 8/Enfâl, 25.
d- Mal ve Evlât, Fitne Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 14-15.
e- Fitneyi Uyandırmamak İçin İnsanlara İpucu Vermemek Gerekir: 12/Yûsuf, 13, 15-17.
Z- Fitne Kavramıyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Fiten 3, 4, 5, 9, 17, 26, 31; İ’tisâm 2; Vüdû 37; Ezan 60, 63, 149; İlm 24; Muhsar 4; Mevâkît 4; Mezâlim 25; Cenâiz 86-88; Meğâzî 12; Menâkıb 25; Cihad 25; Tefsir 2/30; Deavât 38, 39, 44-46; Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. 2/469; Müslim, Fiten 3, hadis no: 2885, 4/2211, Fiten 9, 10, 13; Mukaddime 7; İman 186; Salât 179; Küsûf 8, 11, 12, 22; Mesâcid 128, 130, 132; Zikir 49; Cenâiz 86; Ebû Dâvud, Fiten 2, hadis no: 4259-4262, 4/100, 101, Fiten 24, 149); İbn Mâce, Fiten 25; Cenâiz 65 ; Riyâzu’s-Sâlihîn Terc. 1/512 ; Tirmizî, Fiten 30, hadis no: 2197, 4/488, Fiten 11, 25, 29, 33, 48; Ahmed bin Hanbel, 1/169, 185, 320; 2/172, 173, 282, 408; 3/346, 422; 4/226; 5/39, 48, 110; Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi: 1/435-436; 3/381; 6/198; 13/356-357, 360, 365-366, 370-373, 375-387, 390-395, 398-399, 418-419, 426, 428, 441, 447-449, 450-452, 454-464, 466-467, 471-473, 482-484, 519-522, 527-528; 14/238-242; 15/422-423, 428-429; 17/156, 529, 532, 545.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
FİTNE
1. Kur’an’da Fitne Kavramı, Hasan Keskin, Rağbet Y., İst. 2003
2. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Sâlih Asğar, Hanif Y., İst. 1994
3. Kur’an’da İmtihan, Süleyman Kaya, İnsan Y. İst. 2003
4. TDV. İslâm Ansiklopedisi (Mustafa Çağrıcı), T.D.V. Y. c. 13, s. 156-159
5. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Talat Sakallı), Şâmil Y. c. 2, s. 196-197
6. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 6, s. 286-296
7. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risâle Y. c. 2, s. 56-59
8. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 151-153
9. Fıkhî Meseleler, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. c. 3, s. 47
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 206-218
11. Kur’an’da Siyasî Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.311-339
12. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 20-35
13. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 270-272
14. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 243-254; 282-283
15. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 33-38
16. İlâhî Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah), Abdulkerim Zeydan, İhtar Y. s. 102-145
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 833 -
17. İnanmak ve Yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam Y. c. 3, s. 179-193
18. ÇOCUK EĞİTİMİ
19. Anne Baba Biz Suçluyuz, Ali Şeraiti, Terc. Kerim Güney, Ayışığı Kitapları Kitabevi Y.
20. Çocukluk ve Gençlik Çağında İslâmî Eğitim ve Psikolojik Temelleri, Ömer Özyılmaz, Pınar Y. 2003
21. Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Mehmet Şanver, Pınar Y. İst. 2001
22. Hz. Muhammed ve Öğretim Metodları, Abdulfettah Ebû Gudde, Umran Y. İst. 1998
23. Hz. Peygamber ve İlim, Yusuf el-Kardavî, Şule Y. İst, 1993
24. İslâm’da Aile Eğitimi (Terbiyetü’l-Evlâd fi’l-İslâm) I-II, Muhammed Ali Sabuni, Uysal Y.
25. İslâm’da Aile ve Çocuk Terbiyesi Sempozyumu, Heyet, İSAV, İlmî Neşriyat, İst. 1995
26. İslâm’da Aile ve Çocuk Terbiyesi 2, İSAV, Ensar Neşriyat, İst. 1996
27. Ailede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y., İst, 1996
28. Aile Okulu, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1991
29. Çocuğunuzu Yanlış Eğitiyorsunuz, Yengeç Kitabı, Salzmann, Çocuk Vakfı Y., İst. 1991
30. Ailede Eğitim, Hüseyin Ağca, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1993
31. Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, Mustafa Öcal, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank, 1991
32. Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, Heyet, İslâm Medeniyeti Vakfı, İst. 1993
33. İslâm’ın ve İlmin Işığında Çocuk Eğitimi, H. Hüseyin Korkmaz, Feza Y. 93; Tuna A.Ş. Y. İst. 95
34. Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, İbrahim Canan, DİB. Y., Ank. 1980
35. Kur’an’da Çocuk Eğitimi, İbrahim Canan, Nesil Y., İst. 1996
36. Ras. Göre, Âilede ve Okulda Çocuk Terbiyesi, İbrahim Canan, Yeni Asya Y. İst. 79; Türdav, 9. bs. İst.
37. İslâm’da Temel Eğitim Esasları, İbrahim Canan, Yeni Asya Y., İst. 1980
38. İslâm’da Eğitim-Öğretim Tarihi, Ahmed Çelebi, Çev. Ali Yardım, İst. 1976
39. Din Eğitimi ve Öğretimi (İman-İbâdet), Halis Ayhan, DİB Y. Ank. 1985
40. Din Eğitimi ve Öğretiminde Mükâfat ve Ceza, M. Emin Ay, Nil Y., 2. bs. İzmir 1994
41. Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, M. Emin Ay, 2. bs. İst. 1990
42. Allah’ı Nasıl Anlamalı, Çocuklarımıza Nasıl Anlatmalı vehbi Vakkasoğlu, Sevgi Y., 4. bs. 2004
43. Çocuğumuzu Nasıl Eğitelim, Bakiye Marangoz, Mektup Y., İst 1988
44. İslâm’da Çocuk, Beyza Bilgin, DİB. Y. Ank. 1987
45. Çocuk ve Peygamber, Mehmet Emin Ay, Timaş Y.
46. Çocuk Eğitim Rehberi, Ana-Babanın El Kitabı, Nurhan Şener, Toker Y., 2. Bs., İst. 1976
47. Öğretmenler ve Aileler İçin Rehber Kitap, Pınar Koç Yıldırım, Mustafa Otrar, Nobel/EdamY
48. İslâmî Hayatta Âile ve Çocuk Terbiyesi, Ayşenur Zehra, İttihad Y., İst. 1993
49. Kemalist Eğitim ve Din Düşmanlığı, Burhan Bozgeyik, İttihad Y., İst. 1993
50. Sınıfta Pozitif Disiplin, J. Nelsen, L. Lott, S. Glenn, Hayat Y. İst. 1999
51. SOS! Ana Babalara Yardım, Lynn Clark, Ph. D., Evrim Y., İst. 1996
52. Her Yönüyle Çocuğunuz, Şule Bilir, Pelin Bilir Adıyaman, Alkım Y., İst.
53. Yaratıcı Bir Çocuk Yetiştirme, Cynthia MacGregor, Papirus Y., 2. Bs. İst. 1997
54. Sevgi Eğitimi veysel Sönmez, Anı Y., 5. Bs. Ank. 1997
55. Çocuğunuz ve Oyun, Arnold Arnold, Fitzhugh Dodson, Denge Y., İst. 1998
56. Çocukta Oyunla Tedavi, Hans Zulliger, Bozak Y., İst. 1974
57. Eğitimi Zor Çocukların Psikolojisi, Alfred Adler, Baha Matbaası, İst. 1965
58. Çocuklar Nasıl Öğrenir, Ahmet Rahmi Ercan, Alkım Y. Ankara
59. Nasıl Bir Aile, İslâmî Bakışın İmkânları, Hammude Abd el-Âti, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y., İst. 2000
60. Muvahhid Aileyi Kurmak, Kul Sadi Yüksel, Yenda/Ölçü Y., İst. 1998
61. Yitirilmiş Emniyet, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y., İst. 1998
62. Aile Bilinci, Aysel Zeynep, Denge Y., IV. Bs. İst. 1997
63. Eyyühe’l-Veled, Ey Oğul! İmam Gazâli
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
64. Dinde Edeb, İmam Gazâli, İslâmî Neşriyat Y., İkinci bs. Konya, 1972
65. İlmihal II, İslâm ve Toplum, İSAM Y.
66. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilâl Y/Petek Y.
67. El-Edebu’l-Müfred, Ahlâk Hadisleri I-II, Buhârî, Sönmez Neşriyat, İst. 1974
68. Lokman Sûresi ve Ahlâkî Öğütler, Muhsin Demirci, Çamlıca Y. İst. 2001
69. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilâlî I-II, Şafak Y. 1st. 1992
70. Eğitimde Bediüzzaman Modeli, Halit Ertuğrul, Nesil, İst. 1996
71. İslâm’da Öğretmen ve Öğrenci Münasebetlerine Dair Geniş Risale, el-Kâbisî, Terc. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y.
72. Üçüncü Neslin Eğitimi, Osman Sezgin, T. Diyanet Vakfı, Ank. 1991
73. Çocuk ve Anne-Baba İlişkileri, Aydın Demirsar, Redhouse Y. İst. 1985
74. Çocuğun Duygusal Sorunları, Bebeklikten Yetişkinliğe, Dr. Lee Salk,Remzi Kitabevi, 2. basım, İst. 1982
75. Bizden Çocuğa, Rafet Erten, Bilgi Y., Ank. 1984
76. Örnekleriyle İslâm Ahlâkı, M. Yaşar Kandemir, Nesil Y.
77. Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, Mustafa Çağrıcı, Ensar Neşriyat
78. İslâm’da Eğitimin İncelikleri, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat, İst. 1997
79. Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur? E. A. Rauter,Gözlem Y., ikinci bs, İST 1976
80. Eğitim Üretim İçindir, Harun Karadeniz, Gözlem Y. 8. bs. İzt. 1978
81. Aydınlığa Doğru, Gerçekçi Bir Eğitim Denemesi, Gözlem Y., 3. bs, İst. 1979
82. İmanı, Heyecanı, İdealıi, Kimliği ve Hedefleriyle Genç Adam, Osman Öztürk, 5. bas. Rağbet Y. İst. 2004
83. Kur’an Okurken Zihne Takılan Âyetler, Müşkilu’l-Kur’an, Abdülcelil Candan, Elest Y., İst. 2004
84. İslâm’da Çocuk Terbiyesi, Osman Karabulut, şahsi Y., Konya, 1975
85. Çağdaş Eğitim Sistemleri, İrfan Erdoğan, Sistem Y. İst. İst, 1995
86. İnsan ve Eğitim, Şadi Eren, Yeni Asya Y., 1996
87. Müslüman Ailede Çocuğun Terbiyesi, Ahmed Hamdi Savlu, Hayra Hizmet Vakfı Y. Konya, 1978
88. Okul Öncesinde, Okulda, Sosyal Yaşamda Çocuğun Başarısı Nasıl Sağlanır, Heyet, Altınköprü Y., İst. 1979
89. İslâm Eğitiminde Yeni Ufuklar, Seyyid Ali Eşref, Fikir Y., İst. 1991
90. Kur’an Eğitimin Eşsiz Metodu, Said Ramazan el-Bûtî, Madve Y., İst. 1997
91. İslâm’daTerbiye Metodu, Muhammed Kutub, Hisar Y., İst. 1975
92. Kur’an Ahlâkı, M. Abdullah Draz, İz Y., 2. bs. İst. 2002
93. Müslüman Olmam Neye Gerektirir, Fethi Yeken, İslamoğlu Y., İst. 1992
94. Müslümanın Ahlâkı, Muhammed Gazâlî, Ribat Y., 3. bs.Konya 1996
95. Kur’ân-ı Kerim’de Sosyal Münasebetler Âdâb-ı Muâşeret, M. Zeki Duman, Özel Y.
96. Kaynaklarımıza Göre İslâm Terbiyesi, Osman Şekerci, Çanakkale Seramik Kültür ve Araştırma Hizmetleri Y.
97. Görgü ve Nezaket Kuralları, Heyet, Timaşy Y.
98. Günlük Hayatımızda Nezaket ve Görgü, Ayşenur Kurtoğlu, Timaş Y., 2. bs. İst.
99. Köprü Üç Aylık Fikir Dergisi, Eğitim Özel Sayısı, Güz 1999 (Ekim, Kasım, Aralık), No 68
100. Değerler Eğitimi Dergisi, Aylık Ahlâkî Değereler Üzerine, Adam Y./Ensar Y.
101. Otoriter ve İlgisiz Olarak Algılanan Ana Baba Tutumlarının Çocuğun Kaygı Düzeyine Etkisi, Ramazan Abacı, Yayınlanmamış doktoro tezi, Ank. 1984
102. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, Evlâd maddesi, KUBA Y., c. 5, s. 539-551
103. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., Çocuk maddesi, c. 1, s. 345-349 (Cengiz Yağcı)
104. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y., c. 8, s. 355-365 (çocuk maddesi)
105. MAL VE EKONOMİ
106. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 835 -
107. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
108. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
109. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 381-382
110. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 52-54; 133-134; 342-343; 345-348
111. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 419-425; c. 11, s. 380-386; c. 13, s. 34-40; c. 15, s. 250-256
112. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s. 130-136
113. İslâm’da Mülk ve Hilâfet, Şahin Uçar, İz Y.
114. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
115. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
116. Hayatın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979
117. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
118. Fakirler ve Zenginler vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
119. Niçin Yoksuluz? Birlik Yayıncılık, Ank.
120. İslâm’ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
121. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
122. İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
123. İslâm’da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 1996
124. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
125. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
126. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
127. Para, Fâiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
128. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
129. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Y. 3. Bs. İst. 996
130. İnfak (Allah Yolunda Harcama) veysel Özcan, Mirfak Y.
131. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
132. İslâm Hukukuna göre Âlim-Satımda Kâr Hadleri, Hamdi Döndüren, İstanbul 1983
133. İslâm’da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
134. İslâm’da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gâye Vakfı, İst. 2001
135. İslâm’da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
136. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
137. Ulusların Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.
138. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
139. İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
140. Amerikan Yüzyılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y. İst. 1993
141. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y. İst. 1975
142. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
143. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978
144. Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984
145. Alışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat
146. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
147. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
148. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
149. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
150. Sosyal Siyaset Açısından İslâm’da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
151. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
152. Küreselleşen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003
153. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
154. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
155. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
156. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
157. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
158. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
159. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
160. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
161. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
162. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
163. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
164. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
165. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
166. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
167. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
168. İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
169. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
170. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
171. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
172. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
173. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
174. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
175. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
176. İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
177. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
178. İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
179. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
180. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
181. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
182. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
183. İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
184. İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
185. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
186. İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
187. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
188. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
189. İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
190. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
191. İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
192. İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
193. İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
194. Çağdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.
195. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
196. Modern İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969
197. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.
198. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
199. Türkiye’de Özel Finans Kurumları ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987
200. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yolları, Emin Çarıkçı, Adım Y.
201. Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
202. Türkiye’de Özelleştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.
EVLÂT VE MAL FİTNESİ
- 837 -
203. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
204. Yabancı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.
205. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bireşim Y.
206. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
207. Ekonomik Çözüm, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991
208. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat
209. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
210. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
211. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
212. Parasal Bunalımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.
213. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
214. Bireysel Yatırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.
215. Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Faik Bulut, Öteki Y.
216. Fâiz, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
217. Fâiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
218. Fâiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
219. Fâiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
220. Fâizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
221. Fâizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
222. Türkiye’de Dünyada Fâizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
223. Fâiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.
224. İslâm’da Fâiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
225. Alternatif Fâizsiz Banka, Süleyman Karagülle, İz Y. İst. 1991
226. Teşvik Kredileri ve Fâiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat
227. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
228. İslâm’a Göre Fâizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
229. Türkiye’de Fâiz Politikaları, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
230. Türkiye’de Serbest Fâiz Politikası, Tuncay Artun, Tekin Y.
231. Para, Fâiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
232. Para, John Kenneth Galbraith, Altın Kit. Y.
233. Para Bulma ve Yatırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım
234. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
235. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Çıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.
236. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
237. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
238. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
239. Dünyada ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.
240. 100 Soruda Para ve Para Politikası, Sadun Aren, Gerçek Y.
241. Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.
242. Kriz Ekonomisi, M. İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.
243. Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.
244. Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.
245. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
246. Altın, Nedim Şener, Dünya Y.
247. Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.
248. Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.
249. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birliğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.
250. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y

 
Okunma 1856 kez