بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
EMÂNET
• Emânet; Anlam ve Önemi
• Emîn; Emânet İçin Güven Duyulan
• Emâneti Ehline Vermek
• Vedîa; Terkedilen Emânet
• Kur’ân-ı Kerim’de Emânet
• Hadis-i Şeriflerde Emânet
• İhânet; Emânete ve Emânet Edene Zulüm
• Ahzâb 72’nin Anlamı Üzerine
• Tefsirlerden İktibaslar
“Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor! Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği şey, mutlaka en güzeldir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.”499
“Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.” 500
Emânet; Anlam ve Mâhiyeti
‘Emânet’ kelimesinin aslı ‘emn’ köküdür. ‘Emn’ sözlükte, güvenmek, korku ve endişeden emin olmak, ruhun sükûnet bulması anlamına gelir. Aynı kökten gelen ‘iman’, inanma, Allah’ın gönderdiği inanç ilkelerinin doğru olduğundan emin olma, ‘mü’min’ ise, iman eden, Allah’a güvenen ve güvenilir bir kimse demektir.
‘Emânet’ insanın güvenilir olması, kendisine bir şeyin korkusuzca teslim edilebilir olması demektir. Bunun anlamı şudur: Emânet, -maddî olsun mânevî olsun-, bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır. ‘Emânet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir. Hukuk ilminde ve halk arasında bu son mânâ daha fazla yaygındır.
Kavram Olarak Emânet: Kur’an’da geçen ‘emânet’ kavramının açıklanması konusunda bilginlerin çeşitli görüşleri olmuştur. Bakara Sûresi, 283. âyette geçen ‘kendisine güvenilen; emâneti sahibine versin’ ifadesi, dar anlamdaki, yani ‘bir
499] 4/Nisâ, 58
500] 33/Ahzâb, 72
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseye koruması için bırakılan şey’ mânâsına geldiği gibi, insanın sahip olduğu ve kendisine geçici olarak verilmiş mâlî, rûhî ve diğer imkânlar anlamını da kapsamaktadır.
‘Emânet’ kişinin bulunduğu yere, imkânlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur. Üzerine aldığı görevdir, yapmakla yükümlü olduğu işteki mesuliyetidir. Yahut da bir başkasının kendisine koruması için bıraktığı bir şeydir. Başkasına verilmesi, ulaştırılması istenmeyen eşyadır, sözdür veya sırdır.
Kur’an şöyle buyuruyor: “Hiç şüphe yok ki Allah, size emânetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah size öğüt veriyor! Doğrusu Allah işitendir, görendir.”501 Bu âyette hukuk ve ahlâkın en geniş kapsamlı iki kavramı olan ‘emânet’ ve ‘adâlet’ birlikte geçmektedir. Bu ilkeler insanların günlük davranışlarında söz konusu olduğu gibi, toplumların yönetimi işinde de geçerlidir. Yöneticilik; halkın ihtiyaçlarını görme, haklarını koruma, güvenliklerini sağlama, aralarında adâletle karar verme ve din ve vicdan hürriyetlerini sağlama açısından bir emânettir. Devlet yöneticileri bu gibi emânetleri korudukları gibi, iş başına getirecekleri yetkililerde bu özelliklerin olması, bu ahlâkı taşımaları gerekir. Yönetimin, hak etmeyene ya da görevini kişisel çıkarlara âlet edene veya emâneti nasıl yerine getireceğini bilmeyene verilmesi, zulme, adâletsizliğe ve huzursuzluğa sebep olur. Bu âyetten sonra, mü’minlerin siyasî yönden kimlere itaat edeceğinden bahseden âyetin gelmesi de oldukça dikkat çekicidir. 502
İnsanın Yüklendiği Emânet: “Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.”503 Özellikle bu âyette geçen ‘emânet’ konusunda çok farklı açıklamalar bulunmaktadır. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten kaçındıkları ‘emânet’ ne olabilir? Bu emâneti yüklenen insan niçin zâlim ve câhil olarak nitelendiriliyor?
Kur’an’ın bütünlüğü ve Peygamberimizin tebliğinin hedefi içerisinde düşünüldüğü zaman, âyetin maksadını anlamaya çalışabiliriz.
‘Emânet’in kelime anlamında görüldüğü gibi ‘emânet’ olayında iki taraf söz konusudur. Birisi, kendisine güvenilen, itimat edilen, emin olan taraf; diğeri de ona herhangi bir şeyi gönül huzuruyla, güvenerek veren taraf. Emâneti veren de, kendisine emânet edilen de bu işin şuurundadır. Böylece şuurla, birbirine güvenen iki taraftan birinin diğerine ‘korunması için bıraktığı şey’ bir ‘emânet’ olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kimilerine göre buradaki ‘emânet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaattir. ‘Emânet’i eğer böyle anlarsak, o zaman şöyle dememiz mümkündür: Emânet olayının farkında olan ve onu dünya hayatında gereği gibi koruyan mü’minler, emânete hıyanet etmedikleri ve onun değerini, ne olduğunu unutmadıkları için ‘zâlim ve câhil’ değildirler.
Puta tapanlar, taptıkları nesneleri ilâh edinirler. Hâlbuki onlar şuursuz,
501] 4/Nisâ, 58
502] 4/Nisâ, 59
503] 33/Ahzâb, 72
EMÂNET
- 99 -
güçsüz, âciz varlıklardır. Kur’an bu yüzden şuursuz varlıklara tapanları ‘câhil’, bilgisiz ve olgun hareketten yoksun kimseler diye tanımlıyor. Onların taptıkları bu şuursuz ve güçsüz varlıklar, insana bir fayda vermedikleri gibi, ona bir görev de yükleyemezler. Puta tapanların, ‘kulluk’ emânetini bu gibi ilâhlara yapmaları olacak şey değildir.
‘Emânet’ kelimesindeki karşılıklı eminlik özelliğinden hareketle diyebiliriz ki, ‘emânet’i ancak şuurlu ve akıllı insan taşıyabilir. Akılsız, şuursuz, irâdesiz varlıkların bu emâneti kabul etmeleri mümkün değildir. İnsanın yerine getirmeye çalıştığı bu ‘emânet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emânetin sorumluluğunu taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emânet’in gereğini yapıp yapmamakla denenmektedir.
İlim adamları buradaki ‘emânet’i, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, rûhî ve bedenî kabiliyetler, ma’rifetullah (Allah’ı hakkıyla tanıma), Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, akıl, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adâleti yerine getirme, doğruluk (emin olma), Allah’a itaat şeklinde açıklamışlardır.
Bilginlerin birçoğunun görüşüne göre ‘emânet’, insana yüklenen kulluk görevi ve O’nun hükümleriyle amel etmektir. Allah (c.c.), gerek kendi hakları, gerekse kullarıyla ilgili haklar konusundaki hükümlerini ve bunların yerine getirilmesini, emin olma/güvenilir olma sıfatını kazanan, yeryüzünde halife olan insanlara, baskı ve zorakî değil, gönül rızâsıyla veriyor. Zaten ‘emânet’ verme konusunda zorâkîlik değil, gönül rızâsı vardır. Böylece ‘emânet’in gereğini yapan mükâfat alır, yapmayan ise büyük kayıplara uğrar. Nitekim, müslüman olmak ve İslâmî ilkeleri yerine getirme konusu da gönül rızâsıyla, hür irâde ile olmaktadır.
İnsan önce Rabbine karşı, sonra kendine karşı, sonra da diğer insanlara karşı ‘emin/güvenilir’ olmak görevindedir. Yani her türlü emâneti taşıyabilecek bir özellikte olması gerekir. İnsana düşen görev, öncelikli olarak Rabbinden gelen ‘emânet’i korumak, gereğini yapmak, ona ihânet etmemektir.
İnsana verilen ömür, nimetler, ilim, beden ve imkânlar birer emânettir. Bütün bunların gereği gibi korunması lâzımdır. Zaten insan bu emânetlerin hesabını vermeden âhirette kurtuluşa eremez. 504
Hukuk ve Ahlâk Açısından Emânet: Hukuk açısından emânete riâyet hem bir kabiliyeti, hem de o emâneti yüklenmeyi sağlayan ehliyeti (yetkiyi/beceriyi) gerekli kılar.505
Ahlâk açısından da emânet’in geniş bir çerçevesi vardır. İslâm’a iman ederek mü’min olanlar, öncelikli olarak Allah’tan gelen ‘emânet’i korurlar. Bu bir iman borcudur, kulluğun gereğidir. Onlar, imanlarından aldıkları şuurla, hayatlarının her safhasında emânetleri korurlar. Zaten ‘emânet’i korumak mü’minlerin özelliklerindendir.506 Onlar bilirler ki, Allah’a ve Rasûlüne ihânet etmek, bile bile ‘emânet’e hâinlik etmektir. 507
504] Tirmizî, Kıyâme 1, hadis no: 2416
505] 4/Nisâ, 58; Müslim, İmâre 16, hadsi no: 1825
506] 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32
507] 8/Enfâl, 27
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’min, aynı zamanda kendisinden emin olunan, yani emânet sahibi kimsedir. Hem Allah’tan gelen ‘emânet’i korur, hem de insanların haklarıyla ilgili konularda ‘emânet’i yerine getirir. Bu anlamda verilen sözler, yapılan anlaşmalar, ev ve aile mahremiyetine saygı duymak, selâma karşılık vermek, yapılan ikramlara teşekkür etmek, sırları saklamak, ayıpları yaymamak, alınan görevi yerine getirmek, birer emânettir. Bunları korumak toplumsal huzuru sağladığı gibi, dostlukları arttırır, insanların zarar görmesini engeller.
Peygamberimiz (s.a.s.); “emânet yerine getirilmezse, (toplumsal) kıyâmeti bekleyin” diye buyurmaktadır.508 Emânete hıyânet etmek münâfıkların özelliğidir. 509
‘Emânet’ sahibi olmak, yani güvenilir olmak toplumsal barışın ve huzurun en önemli garantisidir. Emânet duygusunun yok olması bir toplumsal felâkettir.
Peygamberlerin, peygamber olmaları sebebiyle sahip oldukları özelliklerden biri de ‘emânet’ sıfatıdır. Onlar her bakımdan güvenilir insanlardır. Onlar, Allah’a âit emânetleri hakkıyla yerine getirdikleri gibi, insanlar arasında da güvenilir ve emin olmanın temsilcisiydiler.
Peygamber (s.a.s.) Vedâ Hutbesinde ümmetine iki önemli şeyi ‘emânet’ olarak bırakmıştır. O şöyle buyuruyor: “Size bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz. O, Allah’ın Kitabı’dır.”510 Bir başka rivâyette ise ümmetine Allah’ın ipi Kur’an ile Ehl-i Beytini (Ev halkını) emânet olarak bıraktığını bildiriyor. 511
Allah’tan gelen ‘emânet’i yüklenerek mü’min sıfatı kazanan müslümanlar, iman ettikleri İslâm’dan aldıkları şuur ve ahlâkla bu ‘emânet’i taşıma görevini hakkıyla yerine getirmek, her yerde bu aziz ve hassas ‘emânet’i korumak, insanlar arasında ‘emânet’ sahibi, yani emin (güvenilir) kimseler olarak herkese güzel örnek olmak zorundadırlar. Aynı zamanda onlar bu en büyük ‘emânet’i ona hiç bir zarar vermeden, olduğu gibi koruyarak başkalarına ve gelecek nesillere devretmelidirler. Bunu sağlayacak olan metot da, Peygamberimizin bizlere ‘emânet’ olarak bıraktığı Kitab’a ve O’nun Sünnetine sarılmak ve onları hayata uygulamaktır.
Mü’minler, bu en ağır emânetin değerini bilmek, onu korumak ve onu en ehil sahiplere gereği gibi teslim etmek borcundadırlar. 512
Emânet, birisinin koruması için bırakılan maddî ve mânevî hak demektir, yani emniyet edilip inanılan şey. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de “emânet”tir. Kur’an’a, Sünnete ve Rasûlullah’ın eşyasına da “emânet” denir.
Rasûlullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iâde etmişti. Çünkü kâfirler ona “el-emin” olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber “emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu” söylemiştir.513
508] Buhârî, İlim 2
509] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 107-108, hadis no: 59; Ebû Dâvud, Sünne, hadis no: 4688
510] Müslim, Hacc 147, Hadis no: 1218; İbn Mâce, Menâsik 84, Hadis no: 3074; Buhârî, (Tecrid, 1654); S. İbn Hişam, 4/251
511] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 36, Hadis no: 2408; Ahmed bin Hanbel, 5/181
512] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 163-166
513] Buhârî, İman 64; Müslim, İmân 106
EMÂNET
- 101 -
Emânet, müminlerin de vasfıdır.514 Vedâ Haccı’nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır.515 Yine Vedâ Hutbesi’nde Rasûlullah, “Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah’ın kitabı Kur’ân ve benim sünnetimdir.”516 İbn Hanbel rivâyet eder: “Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur.” 517
Allah Teâla, “emânet” kavramını Kur’an-ı Kerîm’de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: “Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.”518 Bu genel anlamlandırmadan sonra, “Emânetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi” emreder.519 Rasûlullah’ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: “Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle.”520 İsrâiloğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı. Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi. Hâlbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yer aldığı “ulu’l-emr”e itâat sözkonusudur.
Geniş anlamıyla, “Allah’ın tekliflerinin tamamına” emânet denilmiştir.521 Usûl-i fıkıhta, Allah’ın insanlara yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir.522 Eşref-i mahlûkat ve yeryüzünün halifesi olarak tanımlanan insan; Allah’ın öğüdü ve rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği ‘misâk’la aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir. Bu mânâda, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur’ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm’a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir. 523
İman-Emânet İlişkisi: İman kelimesi ile emânet kelimesi aynı kökü paylaşan, birbiriyle çok yakın anlam ilişkileri olan iki kavramdır. İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor.524 Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrâil’in de emin olduğunu belirtiyor.525 Yine Kur’an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emâneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emânet de güvene tevdi
514] 23/Mü’minûn, 8
515] Ebû Dâvûd, Menâsik 56
516] Buhârî, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen’lerin Vedâ Haccı bölümleri
517] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135
518] 33/Ahzâb, 72
519] 4/Nisâ, 58
520] Buhârı, İmân 1
521] Mecmuat’ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143
522] Molla Hüsrev, Mir’ât el-Usûl fî Şerhi’l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591
523] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 92
524] 7/A’râf, 68; 26/Şuarâ, 107...
525] 26/Şuarâ, 193
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmiş şey anlamı taşır.526 İman sahibine mü’min denir ki, bir anlamı da emânet taşıyan kişi demektir.
Mü’min, hem Allah’ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmâü’l-Hüsnâ’dan biri, el-Mü’min’dir. Allah’ın mü’minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü’minliği de el-Mü’min’e (Allah’a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah’a güven tam olmadan iman olmaz. Allah’a güvenin tam olması için, O’nu her şeyden fazla sevmemiz, O’nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok fazladır.” 527
Emânetin lügat mânâsı “eminlik”, “birisine koruması için bırakılan şey.” Eminliğin zıddı, hıyânet; yani, emâneti korumamak, onu emânet edenin değil de, kendi nefsinin arzu ettiği gibi harcamak. Istılahda, emânet için birçok mânâlar verilmiş. Bunlar içerisinde en meşhur olanları şunlar: “Dinî tekliflerin tamamı”, “farzlar”, “İslâm’ın emirleri”, “insana ihsân edilen her nimet”, “arza halîfe olma kabiliyeti”, “istikamet üzere bulunmak.”
Kur’an güneşinden bir nur: “Allah hiçbir nefse vüs’atini aşan (güç yetiremeyeceği) bir görev teklif etmez.”528 Bu nefislerden birisi göz; ona işitme görevi yüklenmemiş. Bir başkası kulak; ona da anlama teklif edilmemiş. Koyun, rûhu tefekkür etmekle, dağlar ve taşlar da ışık vermekle vazifeli değiller. Her varlığa, yeteneğine göre bir görev teklif yüklenmiş. İnsan rûhunun diğer varlıklardan önemli bir farklılığı var. Ona cüz’î irâde takılmış ve kendisine verilen vazifeyi yapıp yapmamada serbest bırakılmış. Zâlim ve câhil oluşunun kaynağı da bu cüz’î irâdeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...
Emânet, irâde sahibine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, “paramı kasaya emânet ettim” demezsiniz. Demek ki, cansız eşya emânete muhâtap olamıyor. Melekler de onlardan pek farklı değil. Onların görevlendirilmeleri teklif ile değil; emir iledir. Emânetle ilgili âyet-i kerîmede529 emânetin göklere, yere ve dağlara “teklif” değil; “arz” edildiğinden bahsedilir. Teklif edilseydi reddetmeleri düşünülemezdi. Arzetmekte bir başka mânâ vardır. Hani bir padişah, huzuruna çağırdığı bir askerine bir vazife arzeder. Meselâ, ona “sen kâtiplik yapabilir misin?” diyebilir. O nefer, padişahından özür dileyerek, “maalesef benim okuma yazmam yok; olsaydı emrinizi canla başla yerine getirirdim” der. Bu emir (daha doğrusu arz), “bana bir su getir” demeye benzemez. Suyu her nefer getirir, ama kâtipliği herkes yapamaz.
Emânetle ilgili âyette de Cenâb-ı Hak, göklerden, yerden ve dağdan vazife istemiş. Onlara bir emânet arzetmiştir. Bu arzedişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu görevden kaçınmalarını da bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara arzedilen vazife, onların yetenekleriyle, sermâyeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın yaratılış keyfiyeti, ona takılan cihazlar verilen kabiliyetler, bu görevi yapmasına uygundur. Nitekim göklerin çekindiği bu emâneti o yüklenmiştir. Nedir bu vazife? (...) “Ben nasıl bu evi yaptım, yapmasını biliyorum, görüyorum, onun sahibiyim, evimi idare ediyorum. Öyle de: Şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder...” İşte
526] Bk. 33/Ahzâb, 72
527] 2/Bakara, 165
528] 2/Bakara, 286
529] 33/Ahzâb, 72
EMÂNET
- 103 -
bu ve benzeri nice mukayeseleri yaparak Allah’ın sonsuz sıfatlarını, şunuâtını (icraat ve işlerini) bilme vazifesini gökler, yer ve dağlar yüklenememişlerdir; kendilerinde bunu yapabilecek yetenek bulunmadığı için...
Bu âyet-i kerîme ile530 insanın semâlardan yüksek olan önemi ve kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî görevi beyan edilerek, insanoğluna küçük şeylerin peşinde koşmaması tavsiye edilmekte. Aksi halde, kendisine verilen yetenekleri yerinde kullanmayarak onlara mânen zulmedeceği ve cenneti bırakıp cehennemi satın alacağı için de câhil olacağı ders verilmekte, ihtar edilmekte.
İnsanın yeteneğinde cüz’î irâde de vardır demiştik. İşte insan, bu irâde ile “ben” diyebilmekte ve yukarıda bir örneği verilen mukayeseleri yapabilmektedir. “Ben” diyemese “O” da diyemezdi. “Ben” diyebilmek büyük bir nimet olduğu gibi, müthiş de bir imtihan. Sonu zâlim ve câhil olmaya çıkabilecek bir çetin soru. İşte gökler, yer ve dağlar bu “ene” imtihanından, yani “ben” demekten sakınmışlar... Nitekim zaman da onları haklı çıkarmış ve “ben” diyenlerin çoğunun “O” diyemediği, nefsine mağlûp olarak enâniyete/egoizme düştüğü, gururda boğulduğu, Rabbini, Hâlikını, Mâlikini unuttuğu görülmüştür. Ve çoğunluk böyle olduğu için ki, Cenâb-ı Hak, insan için, “zâlim ve câhil oldu” buyurmuştur. Bu, bütün insanların değil; çoğu insanların böyle oldukları şeklinde anlaşılmalıdır. Gerçekten de “ben” diyebilmek çoğu insana pahalıya malolmuş durumda. Ama gel gör ki, ondaki nefsî lezzet hakikate perde oluyor ve insanlar o zehri seve seve içiyorlar. 531
Emâneti Ehline Vermek
Emânet, vahyin insanda inşâ etmeye çalıştığı hayat tasavvurunun anahtar sözcüklerinden biridir. El-Mü’min olan (güvenen ve güvenilmesini isteyen) Allah, mü’min olan (Allah’a güven duyan ve Allah’ın kendisine duyduğu güveni zedelemekten sakınan) insandan, imanının bir gereği olarak emânete sadâkat göstermesini, yani emîn biri olmasını istemektedir. Görüldüğü gibi, yukarıdaki son cümlede geçen “mü’min, iman, emîn” kelimelerinin hepsi de “emânet” kelimesiyle aynı anlam alanına mensuptur.
Kur’an’ın inşâ ettiği bir akıl, kendisine bahşedilmiş tüm nimetlere birer emânet gözüyle bakar. Buna göre servet bir emânettir, sıhhat bir emânettir, hayat bir emânettir, şöhret bir emânettir, evlât bir emânettir, devlet ve iktidar bir emânettir, bilgi, beceri, akıl; hepsi birer emânettir.
Emânet, gerçek sahibi tarafından geçici bir süre bir başkasının hizmetine sunulan değerdir. Emânet eden, emânet edilene ya güvenmiştir, ya da güvenilir olup olmadığını sınamaktadır. Emânet edilen kimse, emânet karşısında iki farklı tavır takınabilir: Ya ihânet eder, ya da sadâkat gösterir. İhânet ederse hâin, sadâkat gösterirse sâdık olur. Allah’ın emânet ettiklerine ihânet etmek verdiğini O’nun rızâsı hilâfına kullanmaktır. Bu nedenledir ki her günah “emânete ihânet”tir. Ve ihânetin en dehşet sonucu ise, Allah’ın insana olan güvenini zedelemektir.
Bu, emânetin Allah-insan ilişkisine taalluk eden boyutudur. Bir de emânetin
530] 33/Ahzâb, 72
531] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, Zafer Y. (c. 1), s. 98-101
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insan-insan ilişkisine taalluk eden boyutu vardır ki, Nisâ Sûresinin 58. âyeti, işte bu ilişkinin sıhhat şartını beyan etmektedir. O da “emâneti ehline vermek”tir.
Emânetin sahiplerinin emânet edecekleri insanda ilk arayacakları şart “ehliyet” ve “liyâkat” olmak durumundadır. Kişinin ehil ve lâyık olması için önce bilinç ve bilgi şarttır. Emânete riâyet bilinci ve emânet edilen şeyi yerli yerinde kullanma bilgisi. Peki, bir insanın emânete riâyet bilincine sahip olduğunun ölçütü nedir? Kısaca, Allah’a ihânet etmemesidir. Peki, Allah’ın emânetine ihânet etmekten utanıp sıkılmayan birilerinden kulun emânetine ihânet etmemeleri beklenebilir mi? Ya da, hayatını, her şeyini borçlu olduğu Allah’ın emânetine ihânet edenleri, ikbâl ve iktidarını borçlu olduğu halka ihânet etmekten hangi şey uzak tutabilir?
Aklını vahyin inşâ ettiği herkes çok iyi bilir ki, “benim” dediği her bir şey aslında kendisine bahşedilmiş emânetlerdir. İnsana âit mutlak mülkiyet yoktur. Çünkü mutlak mâlik Yaratıcı’dır. Kur’an’da geçen Allah’ın güzel isimlerinden “el-Melik” ismi bunu ifâde eder. İnsana verilenler hep birer emânettirler. Bu emânetleri var ediliş amacına uygun kullanan, emânete sadâkat göstermiş olur; tersine davranan emânete ihânet etmiş olur.
Ehliyet ve liyâkatin olmazsa olmaz şartları, dört şeye nisbetle tesbit edilebilir:
1. Kişinin Allah’a nisbetle liyâkat ve ehliyet şartı: Bu, “Allah’a karşı sorumluluk bilinci”dir. Kişinin niyetini hâlis kılan unsur da budur. Bu olmazsa, topun barutu yoktur; gerisi olsa ne yazar? Mikro planda emânete sadâkat gösterse bile, makro planda ihânet etmekten geri durmayacaktır. Tıpkı petrol lobisinin seçtirdiği ABD başkanının, kendisini seçenlerin çıkarı uğruna, dünyayı ateşe vermesi gibi.
2. Kişinin kendisine nisbetle liyâkat ve ehliyet şartı: Bunlar, kişinin görev üstleneceği konudaki yetenek ve yeterliliğidir.
3. Kişinin emânete nisbetle liyâkat ve ehliyet şartı: Meşrûluktur. Meşrû olmayan ya da meşrû bir usûlle verilmeyen emâneti üstlenmemek liyâkat gereğidir.
4. Kişinin insanlara nisbetle liyâkat ve ehliyet şartı: İnsanlara yararlı olmaktır.
İlk üç unsur, insanların teveccüh ve tercihiyle oluşacak şeyler değildir. Bir bölgedeki her insan bir kişiyi bir göreve lâyık bulsalar, bu tercih o insanın niteliğine bir şey eklemez. Yani, o insan eğer sorumsuzsa, yüksek tercih onu sorumlu hale getirmez. Ya da, yeteneksizse, herkesin onu destekliyor olması onu yetenekli kılmaz.
Ancak, üçüncü unsurda teveccüh oranı belirleyicidir. Çünkü “fayda” nisbîdir ve kişiden kişiye, gruptan gruba, zümreden zümreye değişebilir. Burada aslolan ‘momentum’u, yani birçok değişik ve çelişik unsurdan oluşmuş bir bütünün maksimum fayda bileşkesini tesbit edebilmektir.
Emâneti ehline vermeyenler üç kez haksızlık yapmış olurlar:
1) Emânetin kendisine,
2) Emâneti verdikleri ehliyetsiz ve liyâkatsiz kişiye,
EMÂNET
- 105 -
3) Emâneti esirgedikleri ehliyet ve liyâkat sahibine. Üç kez zulüm; sahibini katmerli zâlim yapar. 532
Kur’an’a göre müslüman toplumun ana görevi, yeryüzünü ıslah etmek; bozulma ve yozlaşmayı ortadan kaldırıp orada sağlam bir sosyal düzen kurmaktır.533 Bu görev, büyük ölçüde müslümanların siyasî açıdan örgütlenip emâneti ehline vermeleriyle yerine getirilmiş olur. Tabii olarak burada, siyaset nedir, müslüman siyaset yapmalı mıdır, sorusu gündeme gelir. Hemen herkeste veya en azından bazılarında “müslüman siyaset yapamaz” diye bir kanaat var. Hâlbuki siyasetin ne olduğu açıkça anlaşılmadan bu tür sorular sormak veya bu konuda kesin bir kanaate varmak doğru değildir.
En genel anlamıyla siyaset, insana ve hayata iyi hizmet etme mesleğidir; insanların dünya ve âhiretlerini salaha çıkarmak için yapılan hayırlı bir iştir. Siyaset bu ise, o zaman bunun en güzelini müslüman yapmalıdır. Hemen belirtelim ki, insana ve hayata hizmetin en güzel şekli, “Kur’an’ın evrensel ilkelerine” ve “Nebevî modele” uygun olarak yapılanıdır. Öyleyse tam bu aşamada, İslâm’ın yönetimle ilgili evrensel ilkelerini ve emânet ehlinin temel niteliklerini hatırlamak gerekir. (Yani, İslâm’ın istediği şekilde, istediği bir yönetim tarzında veya öyle bir yönetim için Kur’ânî ölçüler ve Nebevî metodla İslâmî siyaset yapmak, elbette tüm Müslümanların büyük bir sığınağı olacaktır. Yoksa, tâğutî bir yönetim için tâğutlara yardım etmek anlamında veya tâğutlara oy vererek siyaseti tasvip etmemiz mümkün değlidir. -A.K.-)
Kur’an açısından siyasî faâliyet, kamuyu ilgilendiren işlerin, yani “emânet”in ahlâkî ve teknik anlamda ehline verilmesidir.534 Demek ki siyasî faâliyetin her zaman uymak zorunda olduğu evrensel ilkelerden birisi, “emâneti ehline vermek”tir. Bu ilke, Kur’an’da şöyle belirtilir: “Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor! Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği şey, mutlaka en güzeldir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” 535
Bu âyette yer alan ve Kur’an’ın tamamında altı kez geçen “emânet” sözcüğü, çok geniş kapsamlı evrensel bir kavramdır. O, öncelikle insanın dışındaki kimsenin taşıyamayacağı ağır bir yüktür.536 Ayrıca “emânet”, “akıl, iyi ile kötü arasında seçim yapabilme yeteneği,537 teklifi taşıma yeterliliği, vahyin doğruluk ve değer ölçülerine dayalı sosyal bir düzen kurma yükümlülüğü” anlamlarına da gelmektedir. 538
Bu âyetteki “emânet” kavramının, “maddî-mânevî değerleri, İlâhî hakikatleri, müslüman toplumun dünyevî gücü ve siyasî hâkimiyeti kullanmasına ilişkin buyrukları” ihtivâ ettiği belirtilmiştir.539 Şu halde emânetin ehline verilmesi, in532]
Ârif Çevikel, Emâneti Ehline Vermek, Vakit, 12 ve 19 Ağıustos 2002
533] bk. 22/Hacc, 41; 26-Şuarâ, 152; 27/Neml, 48; 2/Bakara, 193, 251 vb.
534] bak. Ömer Özsoy, İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 530
535] 4/Nisâ, 58
536] 33/Ahzâb, 72
537] Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, s. 90; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 868
538] Bak. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 79
539] Bak. Zemahşerî, Keşşâf I/553; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, V/256-258; Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 150
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sana ve hayata yönelik hayırlı hizmetlerin, eksiksiz bir projeyle hayata taşınması ve bu projenin pratikte başarıyla uygulanmasının sağlanmasıdır. Tabii ki bu, siyasî gücü gerektirir. O halde güç de Allah’ın bir emânetidir ve o mutlaka ehil olanlara verilmelidir.
Kur’an, emânetlerin ehline verilmesini, adâleti, ister. Yönetimde ve işlerin idâresinde getirmiş olduğu “şûrâ” ve “biat” prensipleriyle toplumun irâdesine değer verip insanların yönetimde etkin hale getirilmesini sağlar. Ayrıca Kur’an, toplumlar üzerinde haksız hâkimiyet kurup halka zulmedenleri kınar; her türlü baskıcı yönetimleri reddeder.540 Çünkü politik gücün baskıya başvurması, toplumsal acılara ve ahlâkî çöküntülere yol açar.
Emânet Ehlinin Vasıfları: Emânet ehlinin en önemli vasfı, Kur’an’daki yönetim ilkelerini başarıyla uygulayabilme yeteneğine sahip olmasıdır. Emânet ehlinin vasıflarını şahsında taşıyan örnek insan Peygamber’dir (s.a.s.). O, İslâm’ın yönetim ilkelerini hayata taşımış; müslümanlardan biat almış, siyasî egemenlik gücünü (devlet başkanlığını) Allah’ın emri üzerine halka onaylatmıştır.541 Yüce Allah, ona yönetim işinde halka danışmasını emretmiş,542 Peygamber (s.a.s.) de bu emri yerine getirmiştir.
Emânet ehli, “emîn/güvenilir” olmalıdır. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) en önemli vasfının “emîn” olduğu unutulmamalıdır. O, insana ve hayata hizmeti hakka, adâlete, ahlâka ve halka dayandırmış; bu örnek uygulamalarıyla dost ve düşman herkesin güvenini kazanmıştır.
Siyasetin malzemesi insandır. İnsan ise, hem düşünen hem de inanan bir varlıktır. Yönetici konumunda bulunanlar, insanların dinden sapma veya ona karşı çıkma şeklinde algılanabilecek uygulamalardan şiddetle kaçınmalıdır. Yöneticiler Kur’an’ın istediği gibi iman etmeli, adâletten ayrılmayıp can, mal, akıl, nesil ve din emniyetini sağlamaya çalışmalı, bu temel esasları korumalıdır.
Kendine göre bir sistem kuran Batı, insanları bu sisteme uydurmaya çalışıyor. İslâm’la bağları kesmek, bir ideolojidir. Bu ideoloji, “laik” bir kişilik ortaya çıkarmış; hem kişi, hem de toplum bünyesinde derin yaralar açmıştır.
Bugün için en önemli sorun, insanlığın, hâkim güçlerin haksız siyasî tasallutundan tam olarak kurtulamamış olmasıdır. Ancak, istenen ve beklenen kurtuluş, “görevin ehline verilmesiyle” büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü insanların huzurlu, dünyanın da sistemli ve güvenli olması, emânetlerin ehline verilmesine bağlıdır. İşin, ehil olmayanların eline geçmesi ise, Peygamber’in (s.a.s.) ifâdesiyle: “Emânetin zâyi edilmesi (yitirilmesi)dir.” 543
“Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle.”544 Kıyâmet, cisimlerin ister kendi parçaları arasında, ister diğer cisimler arasında var olan uyumun, nizam ve birliğin kalkmasıdır. Bir kaostur, yıkımdır kıyâmet. Mânevî yönü ihmal edilip tek kanatlı kuş gibi, tek yönlü maddî ihtiyaçlarının hizmetinde bir insan, kıyâmeti yaşıyor demektir. İnsanın kıyâmeti, inancın
540] bak. 27/Neml, 34 vb.
541] Bak. 48/Fetih, 10; 60/Mümtehıne, 12
542] 3/Âl-i İmrân, 159
543] Fahrettin Yıldız, Kur’an Işığında Hayatı Doğru Yaşamak, s. 304-307
544] Buhârı, İlim 2
EMÂNET
- 107 -
kıyâmeti, hakikatin kıyâmeti... Hadis külliyâtları, Kıyâmet’ten önce ortaya çıkacak alâmetlerden söz eden çok sayıda hadis rivâyeti ihtivâ eder. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dinî duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, İslâmî kurallara gereken önemin verilmemesi, ibâdetlerin terk edilmesi, ahlâksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren kıyâmet alâmetlerinin tümünün ortada olduğunu, çoktan insanı kasıp kavurduğunu görüyoruz. Hadis rivâyetlerinde kıyâmet alâmetleri olarak sayılan, yukarıdaki ifadelerin dışında şunları görüyoruz: İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları, insanların ölümü temenni etmeleri (ve intihar arzusu), İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması, İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehâletin artması, depremlerin çoğalması, zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (zamanın bereketinin gittiği bir koşturmaca ve elektrik aydınlığı ile gecenin gündüz gibi olması), cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi, yahûdilerle müslümanların savaşmaları (Filistin’de fiilen ve dünyanın her tarafında fikren), zinânın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (özellikle çarşı pazarda)... Bütün bunların yaşanılan vak’a olduğundan yola çıkarak kıyâmetin de koptuğunu söyleyebiliriz. Çünkü bunlar, toplumsal âfetlerdir. Bu problemler, toplumların kıyâmetidir. Bu özellikler, huzursuzluğun, fitnenin, kaosun, kokuşmuşluğun belirtileridir. Bunları yaşayan toplum, kıyâmet dehşeti yaşıyordur. Kıyâmet dehşetiyle bin kere ölmüştür de cenâzesini kıldıran yoktur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmeyen, hatta kendi yaşadığı zamanda bile kıyâmetin kopmayacağından emin olmayan bir peygamber, toplumun kıyâmetini çok belîğ bir şekilde anlatmış olur bu alâmetlerle. Osmanlı, son demlerinde, ölüm döşeğindeki “hasta adam”a benzetilirdi; şimdi onun devamını adam yerine koyan olmadığına göre çoktan öldü o. Osmanlı, “kıyâmet alâmeti” olarak dillendirilen bu toplumsal mikropları, tedbirsizlikten dolayı bünyesine bulaştırdığı için hastalandı. Onun çocuğu bu belâlara ilâç diye sarıldığı için kıyâmeti her an yaşamakta. Gerçek kıyâmetin dehşeti bir anlık iken; toplumsal kıyâmet, her an dehşet saçmaktadır.
“Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle”545 Ehil olmak ve emin olmak; bu iki vasıf, yetkili şahsın temel özelliğidir. Emîn/güvenilir olmak, ancak iman etmiş olmakla mümkün olur. “Emânet sahibi olmayan (güvenilir bulunmayan) kişinin gerçek imânı yoktur” 546 İmanı olmayanın emîn olamayacağı gibi, emîn/güvenilir olmayan bir kimsenin de gerçek anlamıyla iman etmediği, imanın gönlüne yerleşmediği bir gerçektir.
“Emânet” sözcüğü, “iman” kelimesiyle aynı kökten gelir. Dolayısıyla “emîn/güvenilir” olmak için her şeyden önce ve tam anlamıyla iman sahibi “mü’min” olmak ilk vasıftır. Allah’a güvenini, O’na itaatle ortaya koymayan kimsenin, başka mü’minlerin güvenini sağlamaya hakkı yoktur.
Emânetin ehline verilmesinin siyasî alanla ilgili konuda temel unsurların başında adâletle hükmetmek gelir. Bu konuyla ilgili âyette de adâletin altı çizilir: “Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder...”547 Adâletin esâsı da Allah’ın indirdikleriy545]
Buhârı, İlim 2
546] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 135
547] 4/Nisâ, 58
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
le hükmetmektir. Çünkü “Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse onlar zâlimlerin ta kendileridir.”548 Şirk de en büyük zulümdür.549 Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen veya hükmetmeyeceği önceden bilinen kimselere Allah’ın emânetini teslim etmek büyük bir vebaldir. Zâlimin zulmüne rızâ zulüm olduğu gibi, onun zulmüne yardım etmek, onun zulmetmesine sebep olmak da daha büyük zulüm ve daha büyük günahtır. “Günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” 550
Emânetler nelerdir, bunların sahipleri kimlerdir, emânete riâyet nasıl gerçekleşir, emânete riâyet etmemek nasıldır ve bu özellikler kimlere âittir? Bu sorulara cevap vermeye çalışalım:
“Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.”551 Allah (c.c.) insanın dünyadaki konumunu ve bu konumun ne derece önemli olduğunu, yeryüzüne gönderilişin boşuna olmayıp belli bir gâyeye dayandığını, kendisinin başıboş bırakılmayıp hevâsının eline terk edilmediğini ve kendisine bir emânet yüklendiğini ortaya koymaktadır. Bu emânetin ise, kendisinden daha güçlü, daha sağlam ve dayanıklı bir yapıya, yaratılış itibarıyla sahip olunan, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten korkup çekindiklerini, Rablerinden, kendilerini bu hususta ma’zur saymasını, zira bu emâneti yüklenecek kapasiteye sahip olmadıklarını söylerken, emânetin ne derece ağır ve sorumluluk gerektiren bir şey olduğu anlatılır. Çünkü yeryüzü ve dağlar, Rablerinin emirlerini yerine getirebilmek için koşan, onu yerine getiren Allah’ın yarattığı varlıklardır. “Orada (yerde), onun üzerinde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları takdir etti. Sonra Kendisi duman halindeki göğe yöneldi, böylece ona ve göğe dedi ki: ‘isteyerek veya istemeyerek gelin.’ İkisi de: ‘isteyerek, (itaat ederek) geldik’ dediler.”552 Buradaki emânetten kastedilen şey hilâfettir. Yani hükmettiğiniz, hükümet olduğunuz zaman adâletle insanlar arasında hükmediniz, adâletli hükümet olunuz demektir. 553
Emânet; insanın emin ve kendisine itimad edilen biri olmasından kaynaklanır. Kendisine maddî ve mânevî herhangi bir şeyin korkmadan kalp huzuru ile teslim edilip, istenildiği zaman sağlam bir şekilde alınabilir olması anlamına masdardır. Allah (c.c.) veya kullar tarafından, herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de mef’ûl anlamında masdar olarak isim olmuştur.
İnsan; Allah’ın emânetini yüklenmiş bir emîn olmayı üzerine alan tek yaratıktır. Bu sebeple diğer yaratıklar üzerinde hükmetme ve tasarrufta bulunma hususunda görevlendirilmiştir. Ayrıca, insanlar kendi aralarında, birbirlerine emîn (güvenilir, emânet sahibi) olarak emânet bırakabilir, bunların korunmasına çalışırlar. İşte insanlar, gerek Allah’a ve gerekse kullara karşı bu emânet haysiyetlerini ne kadar iyi muhâfaza ederler ve emâneti ne derece yerli yerince koyabilirlerse, o oranda değer ve iyiliklerini arttırmış olurlar.
548] 5/Mâide, 45
549] 31/Lokman, 13
550] 5/Mâide, 2
551] 33/Ahzâb, 72
552] 41/Fussılet, 10-11
553] 4/Nisâ, 58
EMÂNET
- 109 -
Allah yeryüzünde halife olarak Âdem (a.s.)’i yaratmıştır.554 Onun soyundan gelen insanları da denemek için halife kılmıştır.555 “Ey Dâvud, gerçek şu ki, Biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet. İstek ve tutkulara (hevâya) uyma; sonra seni Allah’ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah’ın yolundan sapanlar, hesap gününün unutmalarından dolayı, onlar için şiddetli bir azap vardır.” 556
Hilâfetle görevlendirilen insanın; Allah’ın kendisi için indirdiği vahiyle insanlar arasında hükmetmesi gerekir. Eğer insanların istek ve arzularına uyacak olur, insanlar arasında kendi arzularına göre hükmederse, istek ve arzular insanı Allah’ın yolundan saptırdığı için, emin olma özelliğini yok eder, güveni yitirir ve emâneti de koruyamamış olur.
Emâneti yüklenip gereklerini yerine getiren insana Allah merhamet eder ve onu bağışlar, ama emânetin gereklerini terk edip yoldan sapanlar ise, âhireti ve oradaki âkıbetlerini unutmuşlardır, bu sebeple onlar için şiddetli bir azap vardır. Zâlim ve câhil olan insan, zulme ve haksızlığa meyyâl olan emânet bilincinden mahrum olan insan, yüklendiği emâneti yerine getirmemiş, yüklendiği emâneti cehâletinin eseri olarak unutmuş, istek ve arzularına uyarak kendi kendisine zulmedip nefsinin (ve yönetici gibi etkin bir konumda ise, toplumun) zâlimi olmuştur.
Allah’ın ve O’nun kullarının hukukunu yüklenen insan, bu hukuka uygun hareket etmesi gerekirken, hukuk tanımaması sebebiyle haksızlık ederek zâlim oluyor. Zâlimliğinin sebebi ise; cehâletinden veya gaflete dalarak âkıbetini unutmasından kaynaklanıyor. Yüklendiği emânete gereği gibi riâyet etmeyen insan zâlim ve câhildir. Emânet, sorumluluk gerektirir. Bu mecbûriyet, ayrıca, emâneti; kendi bulunduğu ortamda veya kendisinden sonra gelecek emânet ehli, güvenilir, sorumluluk bilinciyle hareket eden insanlara teslim etme bilincini verir. “Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor! Allah’ın size yapılmasını tavsiye ettiği şey, mutlaka en güzeldir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” 557
Emânet ile hâkimiyetin ilişkisi açık bir şekilde ortaya konuluyor. Bu âyette emânetleri yerine getirme, insanlar arasında adâletle hükmetme olarak emrediliyor. Burada emânet, hükümden önce zikredilerek emânetin önemi anlatılıyor. İnsanın; Rabbine, nefsine ve toplumuna karşı olmak üzere üç emânet ilişkisi vardır. Rabbine karşı emânete uyması; Rab-kul ilişkisine riâyet etmek, Allah’ı birleyip (tevhid), O’nun hukukunu korumak ve O’nun sınırlarını tecâvüz etmeden, Allah ile kul arasındaki farkın bilincinde olarak, gerçek İlâh ve Rabbin Allah olduğunu haykırarak, bunun mücâdelesini vererek itaat ve ibâdetini sadece Allah’a has kılıp inancında, düşüncesinde ve amellerinde şirkten eser bulundurmamaktır. Yasa koyma, hüküm belirleme yetkisini kayıtsız şartsız olarak Allah’ın dışında, herhangi bir parti, sınıf, grup gibi şeylere vermek emânete riâyet etmemektir. Bu yetki, sadece Allah’a âittir.558 Allah’a âit olan bir yetkiyi insanlara
554] 2/Bakara, 30
555] 6/En’âm, 165
556] 38/Sâd, 26
557] 4/Nisâ, 58
558] 12/Yusuf, 40
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vermek, Allah’ın hukukunu muhâfaza etmemek, emâneti sahibine vermemektir ve aynı zamanda da şirktir. Mü’minlerin özelliklerinden bir tanesi, emânete riâyettir. “Mü’minler gerçekten felâha ermişlerdir... Onlar (o kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Onlar namazlarını da koruyanlardır. İşte (yeryüzünün hâkimiyetine ve âhiretin nimetlerine) vâris olacak onlardır.” 559
Bu âyetlerde anlatılan özelliklerden bazıları Allah’ın emâneti olduğu gibi, bir kısmı da insanın kendi nefsine karşı olan emânetleri, sorumluluklarıdır. Onlar; boş ve faydasız olan şeylerden yüz çevirirler, faydasına olmayan şeyleri işlemekten kaçınırlar, zinâdan kendilerini korur, zinâya yaklaşmazlar. Kendilerine emredilen şeylerin faydasına faydalarına, yasaklanılan şeylerin zararına olduğunu bilir, böylece inanır ve kendilerinden istenilen şeyleri yerine getirerek cennete vâris olmaya çalışırlar, nefislerine yüklenilen emâneti yerine getirmiş olurlar.
Topluma karşı emânet: Onların hukuklarını gözetmek, onları aldatmamak, onların arasını ıslah edip düzeltmek, laf getirip götürmemek, malında onların hakkı olan zekâtı vermek, mü’minlerin gıybetini yapmamak, mü’minlere yapılan saldırılara karşı birlik olup karşı koymak, onların ırzlarını korumak, eşlerine karşı adâletli olmak, çocukların fıtratlarının bozulmaması için çalışmak, yalan şâhitlikte bulunmamak ve bunlar gibi nice hayrın yaygınlaşması, şerrin yok edilmesi gibi meselelerde toplumsal sorumluluğunu îfâ için üzerine düşeni yerine getirmektir.
Kendilerine verilen emânetleri koruyup muhâfaza etmek, Allah korkusundan ve beraberinde gelebilecek âhiret azâbından korunma duygusundan, yani takvâdan kaynaklanır. Allah şöyle buyuruyor: “Eğer yolculukta iseniz ve kâtip de bulamamışsanız, bu durumda alınan rehin (yeter). Şu durumda eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da emânetini ödesin. Şâhitliği de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, şüphesiz onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilendir.”560 Âhiret bilinci insanı takvâya, Allah’tan korkup azâbından korunmaya iter. Takvâ ise kendisine yüklenilen emânetleri korumaya, onları ehillerine vermeye götürür.
Kitap ehlinden bir kısmı emânete riâyet eder, emânetlerini korurlar.561 Onlar Kitabı tahrif etmeyen, Kitabın gerekleriyle amel eden, âhiret bilincine ulaşmış olanlardır. Kitabı tahrif eden ve gerçekleriyle amel etmeyen ehl-i kitab ise, onlarda âhiret bilinci yoktur; bu sebeple muttakî de değillerdir. Muttakî olmadıkları, âhiret bilinci ile hareket etmedikleri için emânete riâyet etmezler, kendilerine teslim edilen, korunması için bırakılan emânetleri, istek ve arzularına uygun bir şekilde kullanırlar.
Emânete riâyet imandan kaynaklanır ve takvânın da bir gereğidir. Emânete riâyet etmemek ise, bir çelişkidir, bu da münâfıklığın gereğidir. Rasûlullah (s.a.s.), münâfığın alâmetlerinden birinin; kendisine bir şey emânet edildiği zaman emânete hıyânet etmek olduğunu belirtir.
Bazı âlimler, emânetten kastedilen şeyin Kur’an olduğunu söylemişlerdir. Kur’an’ı okuyup onu hayatına geçirmek ve yaşanılır kılmak emânete riâyettir.
559] 23/Mü’minûn, 1, 8-10
560] 2/Bakara, 283
561] 3/Âl-i İmrân, 75-77
EMÂNET
- 111 -
Kur’an’ın toplumsal hayatta uygulanması ancak hilâfetle (İslâm devletiyle) mümkün olur. Bazı meseleler, İslâmî otoritenin varlığına bağlıdır. Bu sebeple Kur’an’ı yaşamlarına geçirmenin mücâdelesini veren muttakî mü’minler hilâfetin gerçekleşmesi için mücâdele vermek zorundadırlar ki; bu sâyede sorumluluklarını yerine getirmiş emânetlerini muhâfaza etmiş olurlar. Hilâfet makamına getirilecek insanın ise öncelikle Allah’ın emâneti ve nefsine olan emânetleri yerine getiren, emin güvenilir bir insan olması gerekir ki, bu emâneti yüklenebilmeye hak sahibi olsun. Kur’an emânetini yüklenecek insan; düşünebilen, aklını kullanabilen, Rabbini tanıyıp O’na ibâdette bulunandır. “Şâyet Biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun ki onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, paramparça olmuş görürdün. İşte Biz belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekleri vermekteyiz.” 562
Bu benzetme ile Allah’ın yüceliği ve kulun ne derece bir sorumluluğunun bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Yani dağ gibi sağlam ve büyük bir varlık bu sorumluluğu yüklenseydi idrâk edebilseydi, Allah’a karşı vereceği hesaptan dolayı paramparça olurdu. Ama ne tuhaftır ki insan; Kur’an’ı anlayacak ve sorumluluğunu idrâk edecek akıl ve zekâya sahip olmasına rağmen, aklının kullanmamakta ve sorumluluğunu idrâk etmediği için pervâsız ve düşüncesiz bir yaşam sürdürmektedir. Allah’ın huzurunda bir gün hesaba çekilecek olduğu halde, böylesine büyük bir sorumluluk taşıdığını düşünmemekte ve bundan bir korku ve endişe duymamaktadır. Kur’an’ı duyduğu, işittiği ve hatta bir kısmını okuduğu halde, tıpkı cansız ve şuursuz bir taş gibi duymazlıktan, görmezlikten gelmekte, sorumluluğunun ne derece büyük olduğunu anlayamamaktadır.
“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlüne ihânet etmeyin, bile bile emânetlerinize de ihânet etmeyin.”563 Gelin hep beraber sorumluluklarımızı gözden geçirip emânetlerimizi yerine getirelim. Allah’a ve Rasûlüne ihânet etmeyelim, onların hukukunu koruyalım, emânetlerin gereklerine uygun davranarak emânetleri muhâfaza etmiş olalım ve kurtulalım. Yeryüzünde bize yüklenen hilâfet ve Kur’an emânetlerini beyinsizlere terkederek, emânetlerimizi zâyi etmeyelim. Allah’ın bize verdiği akıl emânetini Kur’an’la düzeltelim, vücûdumuzu ve neslimizi câhiliyyeden, tüm kötülüklerden koruyarak emânetleri yerine getirelim. Yoksa, dünya ve âhirette hüsrâna uğrayanlardan oluruz. Emânetlere uygun hareket ederek, emânetlerine ihânet etmeyenlere selâm olsun! 564
Vedîa; Terkedilen Emânet
Vedîa; Terkedilmiş şey demektir. Bir kimsenin bir veya daha fazla kişinin yanında korumaları için bırakmış olduğu mal veya böyle bir akit manasında kullanılan bir İslâm hukuku terimi. Mecelle vedîayı; “Hıfz için bir kimseye verilen maldır” diye tarif etmiştir.565 Terim manası ile sözlük manası arasındaki ilgi, malın sahibi tarafından vedî’ın yanına terkedilmiş olmasıdır. 566
Vedîa verme olayına îdâ vedîa verene mûdi’, kendisine vedîa bırakan kişi veya kuruma mûda’ vedî’ denilir. Kendisine emânet mal bırakılmak istenilen kişi,
562] 59/Haşr, 21
563] 8/Enfâl, 27
564] Cafer Tayyar Soykök, Emânet Kavramı, Haksöz, sayı 72, Mart 97
565] Mecelle, Madde, 763
566] İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 280; Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, IV,144; Ali Hafif Ahkâmu’l Muâmelâtu’ş-Şer’iyye, 432
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu malı koruyabileceğini biliyorsa emâneti kabul etmesi müstehaptır.
Rüknü: Diğer akitlerde olduğu gibi vedîanın da rüknü, icab (akde taraf olanlardan birisinin akit yapmak için yapmış olduğu teklif) ve kabul (akdin karşı tarafın diğer tarafın teklifini kabul etmesi)dir. İcab, “emânet bıraktım, koruman için verdim vedîa olarak verdim...” gibi, emânet bırakmaya delâlet eden sözlerle olabileceği gibi bir emânetçinin korunması istenilen malı emânetçinin yanına veya görevlinin haberi olması kaydıyla deposuna bırakması suretiyle de olabilir.
Şartları: Vedîa’nın sıhhati yani vedîa ahkâmının uygulanabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekir. Bunlar;
1- Mûda’ın (yanına emânet bırakılan kişi) mükellef olması gerekir. Mümeyyiz olmayan bir çocuğun yanına bırakılan malın hiç bir güvencesi yoktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir malın telefi halinde o çocuğun sorumluluğu yoktur.
2- Mûda’ı (emânet bırakan) mümeyyiz olmalıdır. Dolayısıyla çocuk, deli gibi mümeyyiz olmayanların bıraktıkları malda vedîa hükümleri câiz olmaz.
3- Vedîa bırakılan mal, elde bulundurulabilecek cinsten bir mal olmalıdır: Dolayısıyla, havadaki bir kuşun emânet bırakılması mümkün değildir.567
Vedîanın Hükümleri: Mûda’ vedîayı teslim aldığı zaman bir takım yükümlülükler altına girer. Bu yükümlülüklerle ilgili esaslar bu akdin hükümlerini teşkil ederler. Bunlar:
a- Mûda’, kendisine emânet bırakılan malı örfün öngördüğü ve kendi malını koruduğu şekilde korumak zorundadır.568 Mûda’ malı bizzat kendisi koruyabileceği gibi ailesi efradından birisi veya hizmetçisi eliyle de koruyabilir. Ama aynı çatı altında kalmayan bir yakının eliyle koruyamaz. Her malın muhafazası için ayn bir ‘mekân veya kap vardır. Mesela para ve mücevherin korunacağı kap kasa, at ve benzeri bir hayvanın korunacağı mekân ahırdır. Dolayısıyla mûda’ kendisine emânet edilen malı örfen o malın korumağa uygun bir yere koyarsa görevini yapmış olur. Aksi halde kusur söz konusudur. Kusur varsa ve mal telef olursa mûda’ bu malı tazminle mükelleftir.
Emânet bırakan şahıs, mûda’a malı verirken onun muhafazası için bir takım şartlar koşabilir. Şâyet bu şartlar faydalı ise ona uymak zorundadır. Mesela mal sahibi vedîa bırakırken, “bu malı evinde koru” dese, ama vedî buna önem vermeden malı yanında taşısa ve mal telef olsa o malı tazmin eder. Fakat bir zarurete binaen şarta uyamazsa tazminle mükellef değildir. Yukarıda verilen misalde, şâyet malı evine götürürken yolda giderken telef olsa tazmin etmez.
b- Mûda’ vedîayı kullanamaz. Şâyet kullanırsa bu teaddî sayılır ve elinde emânet olan mal, mazmûn durumuna düşer. Dolayısıyla bu durumda telef olacak olursa o malı, özelliğine göre, mislini veya kıymetini ödemek durumundadır. Mesela elinde emânet olan bir elbiseyi giymek, kendisine emânet bırakılan bir arabaya binmek o malı emânet olmaktan çıkarır, mağsub mal hükmüne sokar. Eğer mûda’ emânet malı kullanır, sonra da bir daha kullanmamak niyetiyle
567] İbn Kudâme, a.g.e., VII, 291; Ali Hafif, a.g.e., 433
568] el-Merğınânî, el-Hidâye, III, 215; İbn Rüşd, Bidâyetit’l-Müctehid, II, 312; el- Aynî, el-Binâye, VII, 734
EMÂNET
- 113 -
korunduğu yere koyarsa ve bir daha da kullanmazsa bu mal tekrar emânet hükmüne döner. Şâyet emânet bırakan şahıs, mûda’a malı kullanması için verirse, bu akit vedîa olmaktan çıkar âriyet’e dönüşür. 569
Mûda’ vedîayı kullanamamanın yanı sıra onda herhangi bir tasarrufta da bulunamaz. Yani onu satamaz, kiraya veremez, rehin bırakamaz; kendi ailesi dışında bir başkası vedîa veya ariyet olarak veremez. Şâyet emânet malda bir tasarrufta bulunur da kazanç sağlarsa bu kazancın kime ait olduğu ihtilaflıdır; İmam Ebû Yusuf, İmam Mâlik ve Leys’e göre, malın aslını sahibine iade edince, edilen kâr kendisi için helaldir. İmam Ebû Hanîfe, imam Muhammed ve Züfer’e göre aslını sahibine iade eder, kazancı da fakirlere dağıtır. Bir gruba göre hem aslı hem de kârı asıl mal sahibinindir. Bir başka gruba göre kazanç âlim satım yoluyla elde edilmişse bu tasarruf geçersizdir. 570
c- Sahibi istediği zaman mûda’ vedîayı geri vermek zorundadır. Böyle bir talep halinde vermeyi geciktirmeye hakkı yoktur. Zaruret olmadığı halde geri vermez de mal telef olursa onu ödemek zorundadır. Mûda’nın malı geri vermek zorunda olduğu şahıs vedîanın sahibi vekîli veya elçisidir. Bir başkasına veremez verirse sorumlu durumuna düşer.
Vedîa olarak bırakılan mal, mûda’ın elinde emânettir. Dolayısıyla mûda’nın kusuru veya teaddîsi olmadan bu mal telefi doğrudan bu kusur veya teâdîye bağlı olmasa bile mûda’ bu malı tazmin edecektir. Telef olan malın tazmini, mal mislî ise (ölçü veya tartı ile alınıp satılan veya taneleri arasında fiyata tesir edecek derecede fark olmayan mallar) misli ile, kıyemî ise kıymeti ile tazmin edilir.
Mûda’ın evinde veya ambarında yangın, göçük gibi tabii bir âfet olur ve emânet bırakılan mal telef olursa bundan dolayı tazminat gerekmez. 571
Mûda’ın Nafakası: Vedîa olarak bırakılan mal hayvan vs. gibi bir şey olur ve elde tutulması bir takım masrafları gerektirirse bu masraflar mal sahibine aittir. Eğer mal sahibi bıraktığı hayvan için gerekli samanı, yemini bırakırsa o yedirilir. Aksi halde mûda’ kendi yanından verir ve sonra bunun bedelini mal sahibinden alır. Yalnız, Mûda’ın harcaması, mal sahibinin emri olmadan yapılmışsa, kendisine rücû hâkim kararına muhtaçtır.
Vedîayı İâde: Mal sahibi malını istediği zaman vedîin iadesi o anda bir zararı gerektirmiyorsa, malı iade etmek zorundadır. Malın iadesini geciktirecek bir mazeret olmadığı halde iade etmez de, bu ara mal telef olursa bu teaddî sayılır ve daman gerektirir. Ama malın bulunduğu yer ile, teslim edileceği yer arasındaki mesafenin uzaklığı, o esnada yol emniyetinin olmaması gibi bir sebepten dolayı teslim gecikir ve bu esnada mal telef olursa daman gerekmez. Malın sahibine iâdesi külfet ve masrafı gerektiriyorsa bu masraflar mal sahibine aittir. 572
Emîn; Emânet İçin Güven Duyulan
Emîn: Allah (c.c.)’ın bir ismi ve rasullerin bir vasfını belirten Kur’an-ı bir terimidir. “el-Emin”, “e-mi-ne” fiilinden ism-i fâildir. “emine”; korkusuz ve âsude
569] el-Merğınânî, a.g.e., III, 216; Ali Hafif, a.g.e., 434
570] İbn Rüşd,-a.g.e., II, 312
571] Merğınânî, a.g.e., III, 215; Zeylaî, Tebyînu’l-Hakâik Şerhu Kenzi’d-Dekâik, V, 76
572] Hüseyin Kayapınar, Şamil İslâm Ansiklopedisi , c. 6, s. 328-329
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmak, “el-Emin” ise “koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan” anlamındadır.
“Emin, mümin ve emânet” kelimelerinin kendinden türediği “e-m-n”, her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmain bulunmak demektir. 573
“El-Emîn”, sıka, güvenilir. mutemed mânâsına geldiği gibi, bazen de emniyet içerisinde olan, emniyetli manalarına gelir. “Emîn” kelimesini açıklamak için önce aynı kökten gelen “emânet” kelimesini açıklamamız gerekir. Çünkü “emin” aynı zamanda “emânete riâyet eden kimse” demektir.
İlim ve özellikle irâdeyle birlikte Allah’ın karşısında insana verilen “benlik/nefs/ene” göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir “emânet”tir. Bu “emânet” öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah’a kul olmayı, görmesini O’nun görmesi, eylemini O’nun eylemi, irâdesini Onun irâdesi hâline getirmeyi gerektirir. İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah’ın irâdesine pasif bir teslimiyeti, irâde sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir.
“Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmetmenizi emreder.”574 Bu şekilde emâneti yerine getirene emin kişi denir. Allah’ın risâleti en önemli bir emânettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdî edilir: “Onu er-Rûh’ul-emîn indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye”575 “Şüphe yok ki O (Kur’ân, Allah’ın) çok şerefli bir elçisinin (yani Cebrâil’in getirdiği) sözüdür. (Bu elçi) büyük bir güç sahibidir Arşın sahibi (Allah) indinde yüksek bir mevki sahibidir. (Üstelik) orada (göklerde, melekler tarafından) kendisine itâat edilendir, (vahiyleri tebliğ için) oldukça emîndir.” 576
Bu âyetlerde vahyi indiren emîn elçi olarak Cebrâil’den (a.s.) bahsedilirken, Kur’an-ı Kerîm’de daha çok emîn vasfı rasûller için geçmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bize bildirilen ilk azgın putperest toplum olan ve âkıbeti tûfanda boğulmak olan Nuh kavmine, Nuh’un (a.s.) tebliği yine Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Nûh kavmi de gönderilen rasulleri yalanladı Kardeşleri Nûh onlara: ‘(Allah ‘tan) ittikâ etmez misiniz?’ demişti: ‘Ben size gönderilmiş emîn bir rasûlüm. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine âittir.”577
“Her yol üzerine bir işaret koyan” ve “ebedî yasayacaklarmış gibi köşkler inşa eden”Âd kavmiyle Hûd (a.s.) arasındaki mücâdele âyetlerde şöyle açıklanır: “Âd (kavmi) de gönderilen rasûlleri yalanladı. Kardeşleri Hûd onlara ‘(Allah’tan) ittika etmez misiniz?’ demişti. Ben size gönderilmîş emîn bir rasûlüm. Artık Allah ‘tan korkun ve bana itâat edin. Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbına âittir” 578
Dağlardan ustalıkla evler yontan, bahçelerde, çeşme baslarında emin
573] Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Garibi’l-Kur’ân, 30
574] 4/Nisâ, 58
575] 26/Şuarâ, 193
576] 81/Tekvîr, 19
577] 26/Şuarâ, 105-109
578] 26/Şuarâ, 123-127
EMÂNET
- 115 -
(güvenli) bir durumda azgın hayat süren ve öyle bırakılacağını sanan Semud kavmine de Sâlih (a.s.) aynı mesajla gönderiliyor: “Semud (kavmi) de gönderilen rasûlleri yalanladı. Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: İttika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş emîn bir Rasûlüm. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbına âittir” 579
“Kadınları bırakıp, erkeklere giden” ve böylece Âd ve Semud gibi helâk edilen Lût Kavmi’ne de emîn bir elçi olan Lût (a.s.) gönderilmişti.580 Yine Şuayb (a.s.) da emîn bir elçi olarak, “yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan” ve sonunda kendilerini “karanlık günün azâbı”nın yakaladığı Eyke ahâlisine aynı mesajla gönderilmişti. Ve aynı mesajı: “Ben size gönderilen ‘emîn’ bir rasûlüm.” 581, sözleri eşliğinde kendi vasfını tanıtarak tebliğ etmişti.
Yine Yûsuf (a.s.) bir dizi bâdireleri atlattıktan sonra ‘’Hükümdar, Onu (Yûsuf (a.s.)ı) bana getirin, onu kendime özel (bir dost) edineyim dedi. Kendisiyle konuşunca da şöyle dedi: “Sen, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, emîn (bir kimse)sin.”582 âyetinde olduğu gibi peygamberlerin emin’lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu.
Mûsâ (a.s.) da emin bir rasûl olarak Fir’avun’a ve ileri gelenlerine gönderilmiştir. “Andolsun ki onlardan evvel Biz Firavn’un kavmini de imtihan ettik. Ve onlara kerîm bir Rasûlu gelmişti. (Onlara demişti ki); ‘‘Allah’ın kullarını bana teslim ediniz. Şüphesiz ki ben sizin için (gönderilmiş) ‘emîn’ bir rasûlüm.”583 Son Nebî ve Rasûl olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de daha risâlet görevine başlamadan önce “Muhammed’ül-Emîn” olarak tanınmıştı. O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir Rasûl olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi.
Kısacası “emîn” vasfı, tüm Rasûllerin ortak vasıflarından biridir. Bu vasıfları ile Allah’ın dinini tebliğ ediyorlar ki insanlar kendilerine inansın. Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dava ile geldiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin “emîn” vasfına sahip olması lâzımdır. Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için bu özelliğe sahip olmalı ve peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar.
Bir kimsenin “emîn” sayılabilmesi için o kimsenin davasında samimi olduğunda güvenilir olması, davayı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de “bir işi yapabilme gücüne sahip” mânâsında da kullanılmaktadır “emîn” kelimesi. “(Süleyman (a.s.)) dedi ki: Ey ileri gelenler onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslümanlar olarak gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getir(ebil)irsiniz?’ Cinlerden bir ifrit, ‘Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve elbette ben bunun için güçlü ve ‘emîn’im’ dedi.” 584
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi manalarında kullanılmıyor. Kur’an-ı Kerîm’de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan
579] 26/Şuarâ, 141-145
580] 26/Şuarâ, 160-162
581] 26/Şuarâ, 178
582] 12/Yûsuf, 54
583] 44/Duhân, 17-18
584] 27/Neml, 38-39
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendi kendinden “emîn olma, gibi anlamları da vardır. “Allah (bu şirkiniz için) üzerimize bir delil ve burhan (bir kitap ve hüccet) indirmediği şeyi (putları) siz O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz (ilâhlarınızdan) nasıl korkarım? şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin bakâlim, bu muvahhid ve müşrik) iki kesimden hangisi (korkudan) emîn olmaya daha lâyıktır?”585 “Korkudan, (azaptan), “emîn” olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara aittir. Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır.” 586
“Emîn” ile aynı kökten olân “emân” ve “emene”, selâmet içinde bulunma, rahatlık içinde ve mutmain olma halleri hakkında kullanılıyor. Bu durumlarda gerçekten “emîn” olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir. Allah bunu vaad ediyor.587 “Emîn” vasfı insanlar, şahıslar ve canlılar için geçerli olduğu gibi aynı zamanda yer, mekân, makam, belde için de geçerlidir. Allah’ın emîn kıldığı beldeler vardır. Eğer bir şehrin halkı emân ise o şehir de emîndir. Ama sürekli emîn olmayan mekânlar da vardır.
“Hani biz O evi (Kâbe’yi) insanlar için sevap (kazanma) yeri ve “emîn “ (bir mekân) kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından bir namazgâh edinin. İbrahim ve İsmâil’e de, ‘evimi tavâf edenler. îtikafa girenler (ibâdet için orada kalanlar) rükû’ ve sücud edenler için titizlikle temizleyin’ diye emir vermiştik.”588 Ama ne yazık ki bugün müstekbirler, Allah’ın düşmanları, Allah’ın emîn kıldığı beldeleri emîn olmaktan çıkarmak istiyorlar. Bu emîn beldeler üzerinde kanlı planlar hazırlıyorlar. O beldelerin gerçek fonksiyonlarını kaldırmak istiyorlar. Hâlbuki Allah Teâlâ o beldeler üzerine yemin ediyor: ‘’Andolsun incire ve zeytine, (Kelimullah Hz. Mûsâ’nın müracaat yeri olan) Sina dağına ve (Hz. Rasûl’ün doğum yeri olan) şu emîn (Mekke) şehr(in)’e ki; şüphesiz biz, insanı ahsen-i takvim’de (en güzel biçimde) yarattık.” 589
Hiç kimsenin elinin uzanamayacağı, emniyetini bozamayacağı dâr’us-selâm ise Müttakîlere vaad ediliyor. Ancak orada emîn bir şekilde yaşarlar. “Müttakîler ise muhakkak ki, bir “emîn” makamdadırlar. Cennetler de ve pınarlardadırlar. Karşı karşıya oldukları halde atlastan, parlak ipekten (elbiseler giyineceklerdir. İşte böyle, onları hûrun ıyn (gözleri iri, elbiseleri tertemiz, beyaz tenli cennet kadınlar) ile eş yaptık. Onlar orada “emîn “ bir durumda her meyveden isterler.” 590
Kur’ân-ı Kerim’de Emânet Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de emânet kelimesi 6 yerde geçer.591 (Emânete ve verilen söze) riâyetle ilgili raâ kelimesi ve türevleri 10 yerde zikredilir. (Emânete) hıyânetle ilgili “Hâne” kelimesi ve türevleri ise Kur’ân-ı Kerim’de toplam 16 yerde kullanılır.
“Yolculukta olur da, (borcunuzu) yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emânet bırakırsanız, emânet bırakılan kimse emâneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah’tan korksun. Şâhitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı
585] 6/En’âm, 81
586] 6/En’âm, 82
587] 24/Nûr, 55, 8/Enfâl, 11
588] 2/Bakara, 125-126
589] 95/Tîn, 1-4
590] 44/Duhân, 51-55; Muammer Ertan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 94-95
591] 2/Bakara, 283; 4/Nisâ, 58; 8/Enfâl, 27; 23/Mü’minûn, 8; 33/Ahzâb, 72; 70/Meâric, 32
EMÂNET
- 117 -
bilir.” 592
“Allah size, mutlaka emânetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” 593
“Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; (sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.” 594
“Onlar (o kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” 595
“Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.” 596
“Emânetlerine ve ahitlerine riâyet edenler, Şâhitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar; İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” 597
Hadis-i Şeriflerde Emânet
Hadislerde; yapılan vaadlerin, özel meclislerde konuşulan sözlerin verilen sırların, evlenilen kadınların ve âile mahremiyetinin birer emânet olduğu belirtilir. Emânete hıyânet eden kişiye hıyânetle karşılık vermek yasaklanmıştır.598
“Size bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz. O, Allah’ın Kitabı’dır.”599 Bir başka rivâyette ise ümmetine Allah’ın ipi Kur’an ile Ehl-i Beytini (Ev halkını) emânet olarak bıraktığını bildiriyor. 600
“Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle” 601
“Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur” 602
Peygamberimiz vergi memurluğu görevi isteyen Ebû Zerr el-Gıfârî’ye şöyle demiştir: “Sen güçsüzsün; bu iş emânettir; emânet, üstesinden gelemeyen kimse için kıyâmet gününde zillet ve perişanlık doğurur.” ?
“Münâfığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Vaad ettiği, söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiği zaman hıyânet eder.” 603
“Dört şey kimde bulunursa hâlis münâfık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münâfıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine
592] 2/Bakara, 283
593] 4/Nisâ, 58
594] 8/Enfâl, 27
595] 23/Mü’minûn, 8
596] 33/Ahzâb, 72
597] 70/Meâric, 32-35
598] Ebû Dâvud, Büyû’ 79; Tirmizî, Büyû’ 38
599] Müslim, Hacc 147, hadis no: 1218; İbn Mâce, Menâsik 84, hadis no: 3074; Buhârî, (Tecrid, 1654); S. İbn Hişam, 4/251
600] Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 36, Hadis no: 2408; Ahmed bin Hanbel, 5/181
601] Buhârı, İlim 2
602] Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 135
603] Buhârî, İman 24, Şehâdât 28; Müslim, İman 107, 108, Hadis no: 59; Ebû Dâvud, Sünne, hadis no: 4688; Tirmizî, İman 14; Tecrid-i Sarih, 1, no: 31
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir şey emânet edildiği zaman hıyânet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” 604
“Aziz ve celil olan Allah, bir insan helak etmek istedi mi, ondan önce hayâyı çeker alır. Hayâsı bir kere gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış bir kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretini kazanmış olarak rastladığın kimseden emânet çekilip alınır (artık o, güvenilmeyen, kuşkulu kişidir). Kişiden emânet (güven) çekilip alınınca ona artık hep hâin ve herkesçe hâin bilinen biri olarak rastlarsın. Ona hep hâin ve hıyanetle bilinen biri olarak rastladın mı, sıra ondan merhametin çekip çıkarılmasına gelmiştir. Ondan rahmetin çıkarıldığı vakit artık ona (Allah’ın rahmetinden) kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlarsın. Ona sen kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlayınca ondan İslâmiyet bağı çözülüp atılır.” 605
“Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım. Çünkü o, en kötü yatak arkadaşıdır. Hıyânetten de Sana sığınırım. Çünkü o, çok kötü iç duygusudur.” 606
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: “Allah’ım, şikak ve nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım.”607 Bir rivâyette şöyle denmiştir: “Allah’ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hıyânetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur.” 608
Açıklama: Şikak bölünmek, ayrılmak demektir, ancak hadiste hakka muhalefet etmek sûretiyle haktan ayrılmaktır. Âyet-i kerimede, “İnkâr eden kâfirler kendini beğenme ve ayrılık (şikak) içindedirler”609 buyurulmuştur. Şikak kelimesi farklı yorumlara mazhar olmuştur.
Nifak, içi başka dışı başka olmaktır. Dinî mânâsıyla zahiren Müslüman göründüğü halde bâtınen küfür içinde olmaktır. Tîbî, “Arkadaşına, içinde gizlediğin şeyin hilâfını izhar etmendir” diye daha umumî bir tarif sunmuştur. Bazı âlimler: “Amelde nifak, çok yalan söylemek, emânete hıyânet etmek, sözünden dönmek, biriyle dâvaya düşünce, karşı tarafın hukukunu çiğnemeye çalışmaktır” diye tarif etmişlerdir. Kötü ahlâk dinin reddettiği her çeşit menfî hallerdir. Tîbî bu hadiste zikredilmiş olan şikak ve nifakın ahlâkların en kötüsü olarak takdim edilmiş olduğunu belirttir. “Çünkü, der, bu iki fena hasletin zararı başkalarına da sirâyet eder.”
Açlık: Midenin yiyecekten boşalmasıyla hâsıl olan histir. İnsanların hastalanmalarına ve hatta ölümlerine bile sebeple olabilir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Allah’a istiâze etmesini gerektirecek kadar insan için ciddî neticeler hâsıl edebilecek bir duygudur. Tîbî: “Açlık insandaki kuvvetleri zayıflatır, dimağı teşviş eder, kötü fikirler ve fâsid hayaller ortaya çıkarır. İbadet ve murâkabe vazifelerini ihlâl eder. Bu sebeptendir ki kişiyi geceleyin de bırakmayan yatak arkadaşına benzetti ve savm-ı visali yasakladı” der. Daci’ yatak arkadaşı demektir. Açlık, insanı geceleyin yatakta bile bırakmayan bir duygu olduğu için daci’ denmiştir. Sindî hadisi şöyle anlar: “Secde ve rükû gibi ibâdet vazifelerine mâni olan açlık ne kötü arkadaştır.”
604] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32
605] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 17/550
606] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/110-111
607] Ebû Dâvud, Salât 367, hadis no: 1546; Nesâî, İstiâze 21, h. no: 8, 264
608] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/110
609] 38/Sâd, 2
EMÂNET
- 119 -
Âlimler, belli bir disiplinle yapılmayan açlığın ibâdet olmayacağına bu hadîsten delil getirmişlerdir. Sünnete uygun olan açlık, ibadet sayılan oruçtur. Aksi takdirde savm-ı visâl tâbir edilen üst üste birkaç gün aç kalmak dinen tecviz edilmemiştir.
Hıyânet, emânetin zıddıdır. Tîbî, bunu hakka muhâlefet etmek, ahdi bozmak olarak açıklar. Bu muhâlefet bütün şer’î teklifleri içine alır. Çünkü bir âyette: “Biz emâneti ... arzettik...”610 dendiği gibi, bir başka âyette: “Ey iman edenler Allah’a ve o Peygamber’e ihânet etmeyin! Siz kendiniz bilip dururken kendi emânetlerinize hâinlik eder misiniz?”611 buyurulmuştur. Âyetlerde emânet bütün teklifleri içine aldığı gibi, ikinci âyetteki ihânet kelimesi de hepsi hususunda ahde vefâsızlığı ve hakka muhâlefeti ifâde eder.
Hadiste geçen bitâne kelimesini huy olarak çevirdik. Çünkü dâhilî haslet demektir. Bitâne kelimesini, Mutarrızî, el-Muğrib’de birinin yakın ve samimî arkadaşı diye açıklar. Bu mâna da hıyânetin kötü bir arkadaş olduğunu noktalar. 612
Huzeyfe (r.a.) şöyle demiştir: Bize Rasûlullah (s.a.s.) (emânet konusunda) iki hadis söyledi. Ben bunların birini gördüm; ötekini bekliyorum. Rasûlullah (s.a.s.) bize, (evvelâ) emânet insanların kalplerinin derinliğine indiğini, sonra Kur’an inerek ondan ve sünnetten bir şeyler öğrendiklerini anlattı. Sonra da bu emânetin kaldırılmasından bahsetti. Buyurdu ki: “İnsan uykusunu uyur. (Bu esnâda) emânet kalbinden alınıverir de ufacık bir siyah leke halinde eseri kalır. Sonra (yine) uykuya dalar. (Bu sefer) kalbinden emânet(in kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri de kabarcık gibi kalır. Ayağının üzerine bir kor yuvarlanıp da nasıl kabarcık hâsıl olur ve içinde bir şey olmadığı halde onu kabarmış görürsün! Onun gibi bir şey.” Sonra ufak taşlar alarak onları ayağının üzerinde yuvarladı (ve şöyle devam etti): “İnsanlar (o hâle gelecek ki) alış-veriş yapacaklar; birinin doğru dürüst hareket ettiği görülür görülmez: ‘Filân oğullarında emîn bir adam var!’ denecek. Hatta bir kişinin kalbinde hardal tanesi kadar iman olmadığı halde onun hakkında: ‘O ne metin! O ne zarif! O ne akıllı adamdır!’ denecek.” (Huzeyfe sözüne devamla:) ‘Vallahi, öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alış-veriş yapacağım diye hiç gam yemezdim. (Çünkü alış-verişte bulunduğum kimse) müslümansa bana hıyânetten onu dini men ederdi. Hıristiyan veya yahûdi ise ona da âmiri aman vermezdi. Bu gün ise, sizlerden falan ve filândan başka kimseden alış-veriş yapamaz oldum.” 613
Hadiste konu edilen emânetten murad: Zâhire göre Allah’ın teklifi ve kullarından aldığı ahd u peymandır. Vâhidî; “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik...” 614 âyetinin tefsirinde İbn Abbas’ın: Emânetten murâd; Allah’ın kullarına farz kıldığı ibâdetlerdir” dediğini nakleder. Ve müfessirlerin çoğunun kavlinin bu olduğunu söyler.
Hasan-ı Basrî: “Emânetten murad; dindir, zira dinin her şeyi emânettir” demiştir. Ebu’l-Âliye, “emânet, kulların emir ve nehî olunduğu şeylerdir” diyor. Et-Tahrîr sahibi Ebû Abdullah Muhammed et-Teymî de şunları söylemiştir: “Hadisteki emânet, âyetteki emânetin aynıdır. Âyetteki emânet ise aynen imandır. Eğer
610] 33/Ahzâb, 72
611] 8/Enfâl, 27
612] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/110-111
613] Müslim, İman 143, hadis no: 230; Buhârî Rikak, Fiten; Tirmizî, Fiten; İbn Mâce, Fiten
614] 33/Ahzâb, 72
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emânet kulun kalbinde yer tutarsa o zaman kul Allah’ın teklif ettiği şeyleri edâ etmeye çalışır ve bu teklifleri bir ganimet bilerek îfâsına canla başla gayret eder.”
Kurtubî, emâneti; “muhâfazası başkasına tevdî edilen her şeydir” diye târif ediyor. Bu takdirde kulların muhâfaza için birbirlerine verdikleri vedîa, âriyet vs. gibi şeyler de buradaki emânete dâhil olur. Şerefüddin Tıybî, emâneti; “gâliba ulemânın buradaki emâneti imanla tefsirlerine sebep, hadisin sonundaki “Kalbinde hardal tânesi kadar iman olmadığı halde...” cümlesidir. Hâlbuki emâneti hakiki mânâsına hamletmelilerdi. Çünkü hadiste: “İnsanlar (o hâle gelecekler ki) alış-veriş edecekler; fakat hemen hiçbiri emâneti edâ etmeyecek...” buyuruluyor. Böyle olursa hadisin sonundaki iman emânet mânâsında kullanılmış olur ki, emânetin şânının pek büyük olduğunu gösterir ve onu edâya teşvik olur. Nitekim Rasûlullah (s.a.s.): “Emâneti olmayanın dini de yoktur.” buyurmuştur, diyor.
Emânetin evvelâ insanların kalplerine inmesi; sonradan onu Kur’an ve Sünnetten öğrenmeleri şöyle izah olunur: Emânet insanların fıtratında vardır. Kur’ân-ı Kerim inince ondan ve Rasûlullah (s.a.s.)’ın sünnetinden kesb ve istifâde sûretiyle bu emâneti arttırdılar. Hadisin mânâsı şudur: Kalplerden emânetin kalkması âhir zamana mahsustur. Emânet yavaş yavaş kalkacak; ilk parçası kalktımı, onun nûru da kalplerden uçacak, yerine siyah bir nokta gibi zulmet çökecek; daha sonra ikinci parçası kalkacak ve yerine yine zulmet çökecek. Bu sûretle kalplerdeki siyah noktalar da büyüyerek âdetâ siyah bir leke haline gelecekler. Kalplerdeki emânetin nûrunun giderek yerine zulmetin çökmesi, insanın ayağı üzerine kor yuvarlanmasına benzetiliyor. Kor geçtiği yeri yakarak nasıl tesir bırakır; yerine kabarcık kalırsa emânetin nûru da öyledir. Nur gider, yerinde eseri kalır.
O zaman insanlar hâinleşecekler. Alış-verişte hıyânet etmeyen parmakla gösterilecek ve: “filân kimse doğru adammış” diye dillere destan olacak. Hâlbuki onun da kalbinde zerre kadar emânet bulunmayacak. Hadisin bu cümlesinde emânet yerine iman tâbiri kullanılarak: “Bir kişinin kalbinde hardal tanesi kadar iman olmadığı halde...” buyurulmuştur. Buradaki imandan murâd, emânettir. Emânet imanın lâzımı olduğu cihetle mecâzen ona iman denilmiştir. Yoksa, ‘o adam hakikaten kâfir oldu’ demek değildir. Müslim şârihi Übbî diyor ki: Bu hadisten maksat, emâneti koruyacak; ona hıyânette bulunmayacak fıtratta yaratılan kalplerden onun kaldırılması halinin tefsir ve izahını haber vermektir.
Huzeyfe’nin (r.a.): “Öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alış-veriş yapacağım diye hiç gam yemezdim...” cümlesiyle bahsettiği alış-verişi, bazıları hilâfet için bey’at, din bâbında ittifak ve sözleşme gibi mânâlara almışsa da Kaadı Iyâz ve başkaları bu sözün hatâ olduğunu söylemişlerdir. Hatta nefs-i hadiste bu sözü nakzeden yerler bulunduğunu Nevevî beyan etmiş ve hadiste hıristiyanla yahûdi zikredildiğini, hâlbuki bunların birbirleriyle din bâbında hiçbir zaman ittifak etmediklerini bildirmiştir. Özetle, buradaki alış-verişten murâd, hakiki alış-veriştir.
Bu hadis-i şerif, âhir zamanda insanların diynen bozulacaklarını, emânetin ortadan kalkacağını haber vermektedir. Zamanımız insanlarının bu husustaki halleri ise her türlü izah ve beyandan müstağnîdir. Demek isterim ki, vuku bulacağı on dört asır önce haber verilen muazzam bir hâdise, bugün kimsede en ufak bir şüphe bırakmayacak derecede meydandadır. Şu halde hadis-i şerif
EMÂNET
- 121 -
Rasûlullah’ın (s.a.s.) hak peygamber olduğuna delâlet eden bir mûcizedir. 615
İhânet; Emânete ve Emânet Edene Zulüm
Hor, hakîr ve zelil kılmak. Bir kelâm ilmi terimi olarak; fâsık veya kâfir olduğu açıkça belli olan bir kimsenin arzu ve isteklerinin aksine ortaya çıkan olağanüstü hallerdir. Yalancı peygamberlerin davasında yalancı olduğunu gösteren ve onların isteklerinin tam zıddı olarak ortaya çıkan hârikulâde hâdiselere de “ihânet” denir. Yüce Allah, bununla onların yalancı olduklarını açığa vurmak ve onları halkın önünde küçük düşürmek için bõyle olağanüstü halleri yaratır.
Bu terim Kur’an-ı Kerîm”de şu âyetlerde geçer: “Allah kimi zillete düşürürse, artık ona ikram edecek yoktur” 616; “Fakat Rabbi onu imtihan edip rızkını azalttığında ise; ‘Rabbim bana ihânet etti’ der” 617
Hârikulâde haller mûcize, irhâs, kerâmet, meûnet, istidrac ve ihânet olmak üzere altı çeşittir. Mûcize, peygamberlerden,; ihrâs, peygamberlikten önceki dönemde zuhûr eden olağanüstü hallerdir. Kerâmet; peygamberine samimî bir şekilde bağlı olan, Allah’ın sevgili kullarından zuhur eder. Meûnet; darda kalan sâlih bir kulun, olağanüstü bir şekilde bu sıkıntıdan kurtulmasıdır. İstidrâc; kâfir ve fâsık kişilere Cenâb-ı Hakk’ın sapıklıklarını arttırmak için verdiği nimet ve imkânlardır. 618
İhânet ise yalancı peygamberlerin elinde zuhur eden hallerdir. Meselâ; Hz. Peygamber’in vefatından sonra peygamberlik iddiasında bulunan yalancı peygamberlik iddiasında bulunan yalancı peygamber, Müseylemetü’l-Kezzâb, tek gözü kör olan bir adam için gözü iyi olsun diye dua etmiş, bunun üzerine adamın gören gözü de kör olmuştu. 619
Ahzâb Sûresi 72. Âyetin Anlamı Üzerine
Ahzâb Suresinin 72. âyetini,
Türkçe Meâller, aşağıdaki gibi vermekteler:
Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir. (Hayreddin Karaman vd.)
Evet, biz o emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor. (Hamdi Yazır)
Doğrusu Biz, sorumluluğu göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok câhil olan insan ise onu yüklenmiştir. (Diyanet)
Biz emâneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar,
615] Ahmed Dâvudoğlu, S. Müslim Tercüme ve Şerhi, Sönmez Y. c. 2, s. 13-15
616] 22/Hacc, 18
617] 89/Fecr, 16
618] bak. 7/A’raf, 182; 68/Kalem, 44
619] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan, S. Uludağ, İstanbul 1980, s. 295-318; Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlmi Kelâm, İstanbul 1959, s. 135; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 99
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan ürktüler. İnsan ise çok zâlim ve çok câhil olduğu halde onu yüklendi. (Yaşar Nuri Öztürk)
Biz sorumluluğu (sınanmayı) göklere, yere, dağlara sunmuştuk da onlar onu yüklenmekten çekinmişler ve kabul etmemişlerdi. Ancak onu insan yüklendi; o zâlim ve câhil olmuştu. (Edip Yüksel)
Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (fakat onun ağır sorumluluğunu tam kavrayamadı) doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir. (S. Ateş)
Konumuza girmemiz için bu kadar mealle yetiniyoruz. H. Basri Çantay, Ali Bulaç, Sabri Hizmetli, Muhammed Hamidullah, Muhammed Esed vd.’ni de vermiş olsaydık müşterek anlam değişmeyecekti:
Allah, emâneti göklere, yere ve dağlara arz ediyor. Onlar bunu yüklenmekten çekiniyorlar, ondan korkuyorlar. Ancak insan bu emâneti yükleniyor. Çünkü o (yani insan) çok zâlim, çok câhildir.
Böyle bir meâl insan aklını tırmalamıyor mu? Göklerin, yerin, dağların yüklenmekten kaçındıkları bir emâneti yüklenen insan, neden çok zâlim ve çok câhil olmaktadır? Âyetin son cümlesinin parantez-içi açıklamaları hiç de tatmin edici değil.
Bu arayış içerisinde iken önce Cemaluddin Kaasımî’nin “Mehâsinu’t-Te’vil” isimli tefsirinde,620 oradan referansla da meşhur müfessir Zemahşerî’nin “Keşşâf”ında621 âyetin başı ile sonu arasında hikmetli münasebet kuran alternatif bir tefsire ulaşabildik.
Şimdi tefsiri vermeden önce, bu tefsirin doğrulttuğu şekilde âyetin meâlini vermeye çalışalım: “Biz emâneti göklere, yere, dağlara yükledik; onlar buna riâyetsizlikten çekindiler, (ihânet etmekten) korktular. (Fakat) insan, (kendisine yüklenen emânete) ihânet etti. Böylece insan, hem çok zâlim, hem de çok câhil olduğunu ispatladı.”
Meâlimizde hemen dikkati çeken husus, daha önce verdiklerimizin tersine bir anlam ifade etmesi. Burada gökler, yer ve dağlar kendilerine tevdi edilen emâneti (bunun anlamı aşağıda gelecektir) yüklenmekten değil, ona ihânetten çekinmişler, ona riâyet etmişlerdir. İnsan ise kendine tevdi edilen emânete ihânet ederek çok zâlim ve çok câhil tavsifine müstahak olmuştur.
Şimdi sözü daha fazla uzatmadan Zemahşerî ve Kaasımî’ye bırakâlim (Lisan tahlillerinin anlaşılması için cüz’î tasarruflarla ve özetleyerek veriyoruz):
Âyette geçen “emânet”ten maksat, varlığa/fıtrata tevdi edilen kanunlara (ve dolayısıyla Allah’a) “itaat” sorumluluğudur. Bu, edâsı vâcip olan bir sorumluluktur. Emânetin “arzı”ndan maksat, ihtiyar (seçme/tercih etme) kabiliyetindeki varlıklara, yani insanlara teklîfî (şer’î); bu kabiliyette olmayan diğer varlıklara ise tabîî (tekvînî) sorumluluğun tevdî edilmesidir.
“Emânetin hamli (yüklenilmesi)”, onun gereğini yapmamak, boynunda taşımak, edâ etmemektir. Arab dilinde “Fulânun hâmilun li’l-emâneti ev muhtemilun
620] Mehâsinu-t-Te’vîl, Cemâluddin Kaasımî, c. 8, s. 126, Beyrut, 1997/1418
621] Tefsîru’l-Keşşâf, Cârullah Mahmud b. ‘Umer ez-Zemahşerî, c.3, s. 546-47, Beyrut, 1995/1415
EMÂNET
- 123 -
lehâ: Filan, emâneti yüklenmiş veya (üzerinde) taşımakta” ifadesi ile emânete hıyânet edildiği, sahibine iade edilmediği, boynunda bir borç olarak kaldığı anlatılmak istenir. O halde emânete riâyet etmek için, onu “hamletmemek”, zimmetinde tutmamak gerekir. Yani “hamlinden içtinab etmek” ona riâyet etmek, hak sahibine iade etmek demek olur. Yine Arap dilinde “Rekibethu’d-duyûnu: Borçlar ona bindi” ifadesi, borçlarını ödemeyen kimse için kullanılır. Buna benzer başka bir deyim de “Ebğid hakka ehîke!: Kardeşinin hakkına buğz et!” ifadesidir. Bu ifade ile kardeşinin hakkını gasp etmemesi, ona iade etmesi talep edilmiş olur. Çünkü Arabın kullanım mentalitesinde, eğer bir kimse kardeşine ait bir şeyi severse onu gasbeder; nefret ederse onu kardeşine iade eder.
Bu durumda, gökler, yer, dağlar vb. seçim irâdesi olmayan (ihtiyarsız) varlıklar, kendi tabiatlarına arz edilen Allah’ın kanun ve nizamına tam bir teslimiyetle riâyet etmişlerdir. Yani o emânetin boyunlarında kalmasından içtinap etmişler, korkmuşlardır. Nitekim aynı varlıkların (göklerin ve yerin) Allah’ın “İsteyerek veya istemeyerek (buyruğuma) gelin” emrine karşı “Eteynâ tâ’i’în: İsteyerek geldik” şeklindeki teslimiyetleri sembolik bir dille ifade edilmiştir. 622
İnsana gelince; o, Allah’a karşı teklîfî (teşrî’î) sorumluluğa mahzar olmuş –bilinen– yegâne varlıktır. Fakat kendisine bahşedilen ihtiyar (tercih) kabiliyetini yanlış kullanabilmekte, itaat etmesi gerekirken isyan edebilmektedir. Yani yukarıdaki anlamda emâneti bir yük olarak (boynunda) taşımakta, Rabbine itaat şeklinde eda edememektedir. Bu haliyle, yani bu isyanı ile insan, haktan uzaklaşıp zâlim konumuna düşmekte ve fıtratındaki kanun ve sünnetin inkârı ile kopkoyu bir cehalet sergilemektedir.
Allah Zemahşerî’yi, Kaasımî’yi, hepimizi, hepinizi rahmetiyle kuşatsın. 623
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı Hamdi Yazır, 4/Nisâ sûresi 58. âyetin tefsirinde diyor ki: “Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.”
Emânet: Aslında insanın emin (güvenilir ve itimad edilen kimse olması) yani kendisine maddi veya manevi her hangi bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuz bir şekilde teslim edilebilir ve istendiği zaman eksiksiz alınabilir bir şekilde bulunması anlamına masdar ve kısaca masdar olduğu gibi insanın emin olma durumuna, gerek Allah ve gerek insanlar tarafından herhangi bir şekilde bırakılmış olan şeye de ismi meful (edilgen ortaç) mânâsına gelen masdarın ismi olmuştur ki, burada emânet bu mânâyadır. Ve bunların sahiplerine verilmesi ile insanlığın, Allah’ın bir emâneti olan şeref ve namus emânetinin korunması emredilmiştir. “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununa beraber onun hakkını tam yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim, çok câhildir.” 624 yüce âyeti gereğince insan, Allah Teâlâ’nın emânetini taşıyan bir emini, bir vekili olmayı üstüne alan yegâne yaratıktır ki, bu sayede diğer yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf etmeye güç
622] 41/Fussılet, 11
623] Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Birun Y. s. 185-187
624] 33/Ahzâb, 72
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetirebilir. Bu sâyededir ki, insanlar da birbirinden emin olarak birbirlerine karşılıklı olarak ve sıra ile birçok hakları ve emâneti bırakırlar. İşte insanlar, gerek Allah’a ve gerek kullara karşı emânetle ilgili bu şereflerini ne kadar güzel korurlar ve emâneti ne derece yerli yerine koyabilirlerse o oranla değer ve iyiliklerini arttırmış bulunurlar ve bu şekilde Allah’ın devamlı gölgesine (himayesine) girerler ve halk arasında açıktan ve gizli olarak etkili bir hâkimiyet şerefini elde etmiş olurlar. “Ey Dâvud! Biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adâletle hükmet, keyfine uyma, sonra seni Allah’ın yolundan saptırır...”625 buyurulmuştur. Sırf emânet, aslında hiçbir şeyle telafi edilebilecek değildir. Emânetlerin bir garantisi varsa, o da hâinlik veya hâinlik şüphesi ile emânetin yüce onurunun kırılması veya kaybedilmesi ve emniyet ile vekilliğin garantisinin düşmanlığa dönüşmesidir. Bunun için eminliği kötüye kullananlar Allah’a ve kullarına karşı başkalarının hakkını gasbedenler ve eşkiyâlar gibi itibardan düşerler ve dış görünüşe göre olmasa bile, içten kalplerde düşmanlıkla mahkûm olurlar. Güvenilir olmakla hâkimiyetin bu önemli ilişkisine dayanan bu âyette, emâneti sahibine vermek ile adâletle hükmetmek ayrı ayrı olarak emredilmiş ve güvenilir olma emri, hükmetme emrinden önce zikredilmiştir. Bundan dolayı insanın Rabbine ve kendine ve halka karşı olmak üzere üç çeşit güvenilirlik muamelesi vardır. İlk önce Rabbine karşı emânete riâyet etmesi Allah’ın hükümlerinin ve kanunlarının tatbikatı yani vazife meselesi ile ilgilidir ki, bütün uzuvların vazifelerini içine alır. İbn Mes’ud hazretleri demiştir ki: “Emânet her şeyde lazımdır. Abdestte, cünüplükte, namazda, zekatta, oruçta vs. de.” İbn Ömer hazretleri de demiştir ki: “Allah insanın tenasül uzvunu yarattı ve buyurdu ki, ‘Bu bir emânettir, senin yanında sakladım, bundan dolayı bunu muhafaza et. Ancak hakkıyla (helâl yerde) kullanılması hâriç.” İşte bütün organların da böyle birer emânet olan vazifeleri vardır. Kendine karşı din ve dünya emânetinde, kendine en faydalı ve en uygun olanı seçmesi, öfke ve şehvet veya câhillik ile sonunda zararlı olan şeyleri yapmamasıdır. Halka karşı, hakların emânetini gözetmek, alış verişte aldatmamak, zarar veren olmamaktır ki idarecilerin halka adâleti, âlimlerin halkı bâtıl taassuba sevketmeyip dünya ve âhirette faydalı olan amellere ve doğru inançlara sevketmesi, halkın da onlara karşı hâinlik yapmaktan sakınması, aynı şekilde kocanın karısına, karının kocasına karşı sadâkatle (doğrulukla) ırzlarını ve çocuklarının soylarını korumaları ve çocukların terbiyesine dikkat etmeleri bunların içindedir.
Bu şekilde ister Allah’a ait haklarda ve ister insan hakları, başka bir ifade ile ister genel haklar ve ister özel haklardan insanların emânet zimmetleri ile ilgili fiilî veya sözlü veya inançla ilgili, maddî veya manevî, malî ve malî olmayan hakların hepsini kapsadığı gibi hitabının hükmü de bütün mükellefleri kapsar. Özel haklarla ilgili ve emniyetle bırakılan emânet ve diğer şeyler, emânetlerden olduğu gibi, kamu işlerine ve haklarına ait olan yönler, makamlar velâyet (valilik), imamlık ve hüküm sürmek, nasihat ve fetva vermek de emânetlerdendir. Bir de kelimesi sahip ve ehliyetli mânâlarını kapsadığı için bu emir verilmiş olan emânetlerin sahibine geri vermek ve ulaştırmaktan başka, emânet edilecek şeylerin de ehline ve hak etmiş olanlara emânet ve havale edilmesi mânâsını da ifade eder. Ve bu mânâ kamu hakkından olan emânetlerde önem arzeder ve ancak o itibarla emredilmiş bir vazife olur. Öyle olmakla beraber bu da Allah’a
625] 38/Sâd, 26
EMÂNET
- 125 -
ait haklardan olan emânetleri sahibine vermek ve ona ulaştırmak demektir. Nitekim bu âyetin iş başında bulunan kimseler hakkında indiği de rivâyet edilmiştir.
Âyetin indirilmesinin sebebi hakkında meşhur olan rivâyet şudur: Mekke’nin fethi günü Rasûlullah Mekke’ye girdiği zaman Kâbe’nin anahtar taşıyıcısı olan Osman b. Talha b. Abdüddar kapıyı kilitlemiş, anahtarını Rasûlullah’a (s.a.s.) teslim etmekten kaçınmış, “Allah’ın elçisi olduğunu bilseydim engel olmazdım.” demiş. Derhal Hz. Ali de Osman’ı tutmuş, kolunu bükmüş anahtarı alıp Kâbe’nin kapısını açmış ve Rasûlullah (s.a.s.) Kâbe’ye girip iki rekat namaz kılmış idi. Çıktığı zaman, amcası Hz. Abbas anahtarın kendine verilmesini ve eskiden sorumluluğunda bulunan Zemzem sakalığı (hacılara su dağıtma vazifesi) ile beraber sedânetin (yani Kâbe kapıcılığının) birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine bu âyet indirildi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s.) anahtarları Osman’a geri vermesini ve ona teslim etmesini ve kendisinden özür dilemesini Hz. Ali’ye emretti. Hz. Ali de anahtarları götürüp özür dileyince Osman: “Beni zorladın, bana eziyet verdin, sonra geldin (hatanı) düzeltmeye çalışıyorsun.” dedi. Hz. Ali de: “Senin hakkında Allah Teâlâ Kur’ân indirdi.” deyip âyeti okudu. Bunun üzerine Osman, şehâdet getirerek hemen müslüman oldu.
Kâbe kapıcılığının (anahtarının taşınması görevinin) ebedî olarak Osman’ın zürriyetinde kalması hakkında bir de vahiy geldi. Sonra Osman Mekke’den hicret edip anahtarı birâderi Şeybe’ye verdi ki bugün de Kâbe’nin anahtarı Şeybe’nin torunlarındadır. Şüphe yok ki sebebin özel olması, hükmün genel olmasına engel değildir. Aksine bu sebep “emânetlerin” pek genel kapsamlı olduğunu gösterir. Bakınız, Allah size ne güzel öğüt veriyor! Emâneti sahibine vermek, adâletle hükmetmek, bunlar ne güzel şeylerdir. Ve sizin için ne kadar faydalıdır. Her zaman (mutlaka) bu emirleri tutmalı, hâinlik ve zulümden sakınmalı. Çünkü “Allah her şeyi işiten ve görendir.” Bundan dolayı hükümlerinizi işitir, emânet hakkında yaptıklarınızı görür.
Bu şekilde idarecilere ve hâkimlere, işin başında bulunan herkese genel olarak veya özel bir şekilde emânetleri sahiplerine vermek ve adâlet ile hükmetmek ve memleketi idare etmek emredildikten sonra, şimdi de diğer iman ehline bunları yapan idarecilere itaat etmeyi ve fakat kayıtsız bir şekilde değil, Allah ve Peygambere itaat etme içinde şu genel hitabı ile emrediyor.
Ellmalılı Hamdi Ahzâb Sûresi 72. âyetin tefsirinde de şöyle diyor ki: “Biz o emâneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zâlim ve çok câhildir.”
Emânet, aslında emene-ye’münü fiilinden masdar olup eminlik, yani başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir. Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur ki, “Şüphesiz ki Allah size emânetleri ehline vermenizi emrediyor.” (Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi. “Emânet” “vedîa”dan daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da olabilirse de önceki daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu “yükümlülükler” ve “farzlar” diye tefsir etmişlerdir. Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah’ın gerek kendi hakları ve gerek insanların hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine Allah’ın emîn’i, inanç memuru olmak demek olan emânetini, yani Allah’ın diğer eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatle halifeliği demek
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan görev ve yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ’nın “İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin”626 gibi kâinata yönelttiği emirlerini “İsteyerek geldik”627 diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden emânet kendilerine teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emânet, böyle göklerin ve yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor, sorumluluk getiren büyük ve korkunç bir yüktür. Burada “teklif” etmeyi ve “yüz çevirme”yi gerçek mânâsı üzere anlayan tefsir bilginleri varsa da, çokları emânetin büyüklüğünü beyan için “temsili istiare” biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emânet ifa edildiği takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezâlettir. İnsan ise onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zâlim ve çok câhil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi.
Zalûm: Çok zâlim, zulme haksızlığa çok yatkın, Allah’ın ve Allah’ın kullarının haklarını yüklendiği halde, gerektiği gibi ifa etmeyip kendine yazık ediyor.
Cehûl: İddiâsı gibi âlim değil, aksine çok câhil, çünkü akıbetinin nasıl olacağını bilmiyor, onun için zulmediyor.
Seyyid Kutub, Nisâ Sûresi 58. âyetin tefsirinde şunları söyler: “Allah size emânetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adâlete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir.”
Bu iki görev, müslüman cemaatın hem yükümlülükleri hem de ahlâk kurallarıdır. Emânetleri, onları taşıyabilecek yetenekte olanlara yüklemek ve “insan”lar arasında adâlete uygun, yüce Allah’ın sistemi ve direktifleri uyarınca hüküm vermek.
Emânetler, “en büyük emânet”le başlar. Yüce Allah’ın, insan fıtratına sunduğu, insan hamurunun mayasına kattığı, “göklerin, yeryüzünün ve dağların yüklenmekten kaçınmalarına, ağırlığından ürkmeleri”ne rağmen “insan”ın omuzlarına aldığı emânet. Bilinçli, irâdeli, istikametli ve yoğun bir çaba ile yüce Allah’ı bulma, bilme ve O’na inanma emâneti. Bu insan fıtratına özgü bir emânettir. İnsan dışında kalan canlı-cansız bütün varlıklara gelince yüce Allah onlara kendine inanmayı, kendine varmayı, kendisini tanımayı, kendisine kulluk etmeyi, kendisine uymayı ilham yolu ile empoze etmiş, onları evrensel yasalarına uymaya zorlamıştır. Bu konuda onların bilinçli, irâdeli, istikametli ve yoğun bir çaba harcamalarına gerek bırakmamıştır. Yalnız insan fıtratına, insan aklına, insan bilgisine, insan irâdesine, insan yönelişine ve yoğunluklu insan çabasına, yine kendi yordamı ile Allah’a ulaşma görevini yüklemiştir. “Allah’ın yardımı ile” diyoruz. Çünkü yüce Allah “Bizim uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle yollarımıza iletiriz”628 buyuruyor. İşte bu emâneti insan yüklendi ve gereğini yerine getirmekle yükümlü olduğu emânet budur.
626] 41/Fussılet, 11
627] 41/Fussılet, 11
628] 29/Ankebût, 69
EMÂNET
- 127 -
Yüce Allah’ın yerine getirilmelerini emrettiği diğer emânetler, bu “en büyük emânet”in dalları olarak karşımıza çıkar.
Bu ikinci derecedeki emânetlerin biri bu dini tanıtma, onun için tanıklık etme emânetidir. Bu emânetin ilk aşaması kişilik aracılığı ile tanıtma, tanıklık etme görevidir. Yani müslüman öyle bir kişilik örneği ortaya koymalı ki, bu dinin canlı tanığı olmalı, bilinci ve davranışları ile onun tercümanı olmalıdır, insanlar bu inanç sistemini onun kişiliğinde somutlaşmış görerek “Bu ne güzel, ne iç arındırıcı vè yararlı bir inanç sistemi! Taraftarlarının vicdanlarını ne örnek bir ahlâk ve olgunlukla yoğuruyor!” demelidirler. Müslümanın başkalarına böyle dedirtebilmesi kişilik aracılığı ile yapılan ve dışa dönük etkisi kısa zamanda görülen bir tanıtma, bir tanıklık yapma olur.
Müslümanın bu dini kişiliğinde özümlemesinden ve yapısında somut ifadeye kavuşturmasından sonra tanıtmanın ikinci aşamasına sıra gelir. Bu aşama insanları bu dine çağırma, onlara bu dinin üstünlüğünü ve seçkinliğini tanıtma aşamasıdır. Mümin, İslâm’ı sadece kendi şahsında uygulamakla ve uygulamanın sağlayacağı tanıtma imkânı ile yetinemez. Bunun yanı sıra insanları bu dine çağırmakla da yükümlüdür. Bu yükümlülüğü yerine getirmedikçe omuzlarındaki bu dini tanıtma, anlatma emânetini yerine getirmiş sayılamaz.
“En büyük emânet” ağacının dallarını oluşturan ikinci derecedeki emânetler arasında şunları sayabiliriz: İnsanlar arasında sağlıklı ilişkiler kurma, hiç kimsenin hakkını çiğnememe emâneti; alış-verişlerde, sözleşmelerde verilmek üzere alınan her türlü eşyada güveni bozmama emâneti; yönetenlere ve yönetilenlere yönelik nasihat, doğruyu söyleme emâneti; ailede ve toplumda çocuklara bakma, onları iyi yetiştirme emâneti; toplumun dokunulmaz haklarını, mallarını ve sınır boylarını kollama-gözetme emâneti; kısacası hayatın bütün alanlarında İlâhî sistemin insanlara yüklediği görevleri yerine getirme emâneti. Bu saydıklarımızın tümü yukarda okuduğumuz âyetin yaygın anlamlı kapsamına giren ve bu nitelikleri ile yerine getirilmeleri yüce Allah’ın emri olan emânetlerin başlıcalarıdır.
“İnsanlar” arasında adâlete uygun hükümler verme görevine gelince yüce Allah bu görevi tüm “insanları” içerecek biçimde kayıtsız, yaygın ve geniş kapsamlı tutuyor. Başka bir deyimle İslam’ın istediği adâlet sadece müslümanlar arasında geçerli olacak ya da müslümanlar dışında bir de kitap ehlini şensiye altına alarak diğer insanları kapsamı dışında tutacak sınırlı bir adâlet değildir. İslâm’a göre adâlet, her insanın, sırf “insan” olmasından kaynaklanan doğal hakkıdır. Bu sistemde adâlet hakkının tek gerekçesi insanın “insan” olmasıdır. İnsan niteliği olduğuna göre insanlar arasında adâlet dağıtılırken mümin-kâfir, dost-düşman, siyah derili-beyaz derili, Arap-Arap olmayan ayırımı yapılamaz.
Müslüman ümmet, insanlar arasında hüküm verme görevi ile karşılaşınca onlar arasında adâlet uyarınca hüküm etmekle yükümlüdür. Adâlet ilkesinin böyle ayırımsız, böyle kayırmacasız uygulamasını insanlık sadece İslâm’ın eli altında, müslümanların egemenlik dönemlerinde, İslâm toplumunun insanlığa önderlik ettiği yerlerde ve zamanlarda görebilmiştir. İslâm’dan önce ve İslâm’ın egemenlik yetkisini yitirdiği andan itibaren insanlık, böylesine onurlu, böylesine herkesi kucaklayan bir adâlet düzeni ne görmüş ve ne de tadını tadabilmiştir. Bütün insanların ortak sıfatı olan “insan”likan başka hiçbir nitelik gözetmeyen adâlet uygulaması, müslümanların söz sahibi olmadıkları toplumlarda ve dünyada tatlı
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir rüya olmaktan ileri gidemez.
İslâm’da toplumsal hayatın temelini nasıl -geniş kapsamı ve bütün anlamları ile- emânet oluşturuyorsa egemenliğin, hükümranlığın temelini de adâlet oluşturur.
Emânetleri, taşıyabilecek olanlara yüklememizi ve insanlar arasında adâlete uygun hükümler vermemizi emreden ifadeleri izleyen yorum cümlesi bize bu ilkelerin yüce Allah’ın öğüdü ve direktifi olduğunu, O’nun ne güzel öğütler ve direktifler verdiğini hatırlatıyor. Okuyoruz: “Allah size ne güzel öğüt veriyor!”
Bu İlâhî cümle üzerinde birazcık durarak onun üslubundaki incelikleri, anlatımının içerdiği esprileri irdelemeye çalışalım: Bilinen sözdizimi kurallarına göre bu cümle “Ne güzeldir size Allah’ın verdiği öğüt!” şeklinde olur. Fakat âyetteki cümle yapısında “Allah” kelimesi başa alınarak özne yapılıyor ve cümlenin diğer kelimeleri yüklem konumunda bu özneye bağlanıyor. Böylece verilen öğüt ile yüce Allah arasında son derece güçlü bir bağ olduğu mesajı veriliyor.
Ayrıca bu cümlede şu incelik de dikkatimizi çekiyor. Burada “öğüt” değil, “emir” söz konusudur. Fakat “emir” denmiyor da onun yerine “öğüt” deniyor. Çünkü öğüt, emre göre kalbi daha çok etkileyen, vicdana daha çabuk işleyen; gönüllü, arzulu ve saygılı uygulamaya dönüşmeye daha elverişli bir mesaj türüdür.
Bu cümleyi âyetin sonunda yer alan yorum cümlesi izliyor. Bu cümle âyetin içeriğini yüce Allah’a, O’nun yönetimine, O’nun korkusuna ve O’na yöneltilen umuda bağlıyor. Okuyoruz: “Hiç şüphesiz Allah işiten ve görendir.”
Âyette emânetleri lâyık olanlara yükleme ve insanlar arasında adâlete uygun hükümler verme yükümlülükleri dile getirilmişti. Bu yükümlülükler ile yüce Allah’ın “işitici ve görücü” oluşu arasında hem açık, dolaysız ve hem de esprili, düşündürücü bir uyum, bir çağrışım var. Sebebine gelince, yüce Allah, adâlete ve emânete ilişkin meseleleri “işitir” ve “görür”. Ayrıca adâlete ilişkin uygulamalar titiz bir “dinleme” ve görme duyarlığını, olayları iyi değerlendirme yeteneğini, şartları ve olguları tutarlı biçimde göz önünde bulundurmayı, bunların yanı sıra şartların ve dış olguların derinine inen bir irdeleme çabasını gerektirir. Son olarak da bu iki emir, her şeyi “bilen” ve “gören” yüce Allah’tan geliyor.
Peki, emânetin ve adâletin ölçüsü, kriteri nedir? Bu ilkeler hayatın bütün alanlarında, bütün faâliyetlerinde hangi yönteme göre kavramlaştırılacak, tanımlanacak, belirlenecek ve uygulanacaktır?
Acaba emânet ve adâlet kavramlarının belirlenmesini, uygulama ve gerçekleştirme yöntemlerini insanların geleneklerine, uzlaşmalarına, akıllarının yargılarına ya da keyfî isteklerine mi bırakacağız?
Akıl, insanın doğruyu bulma ve bilgi edinme araçlarından biridir. Bu niteliği ile önemli bir ağırlığı ve değeri vardır. Bu doğru. Fakat insan aklı, pratikte belirli bir toplumda yaşayan fertlerin ve gurupların, çeşitli faktörlerin etkisi altında olan akılları demektir. yani ortada mutlak bir kavram olarak “insan aklı” diye adlandırabileceğimiz bir yetenek yoktur. Bunun yerine “benim aklım”, “senin aklın”, “falancanın ya da filâncanın aklı”, belirli yerlerde ve dönemlerde yaşayan “belirli insan guruplarının akılları” vardır. Bu ayrı ayrı akıllar da çeşitli faktörlerin
EMÂNET
- 129 -
etkisi âlimda kimi zaman bu tarafa ve kimi zaman şu tarafa doğru eğilim göstermekle yakınlaşmaktadırlar.
Buna değişmez bir ölçü gereklidir. Bu çok sayıda aklın hakemliğine başvuracağı, hükümlerinde ve düşüncelerindeki doğru ve yanlışları terazisinde belirleyeceği, yargılarında ve tasarımlarındaki saçmalıkları, taşkınlıkları, yanılgıları ve yetersizlikleri mihenk taşına göre tespit edeceği ortak bir kritere ihtiyacı vardır. Bu noktada aklın değeri, fonksiyonu şudur: Bu keyfi arzulara göre eğilim değiştirmeyen, değişik faktörlerin etkisi altında yön değiştirmeyen kararlı ölçekte ve sabit kriterde tartılacak hükümlerinin ortaya çıkacak olan göreceli ağırlıklarını bilecek olan araç yine odur, başka bir deyimle akıl, kendisi hakkında verilecek olan yargıyı yine kendisi onaylayacaktır.
Bu alanda insanların kendileri tarafından ortaya konacak ölçülere, kriterlere güvenemeyiz, bel bağlayamayız. Çünkü bu ölçülerin kendileri de bozuk olabilir. O zaman bütün değerler alt-üst olur. insanlar mutlaka dediğimiz nitelikte değişmez, sağlam bir ölçeğe başvurmak zorundadırlar.
İşte Yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor. İnsanlar için ortaya konan bu İlâhî ölçü, emânet ve adâlet de dahil olmak üzere bütün değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin faâliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırır.
Seyyid Kutub, Ahzâb Sûresi 72. âyetin tefsirinde de şöyle der: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, sorumluluğundan korktular. Pek zâlim ve câhil olan insan onu yüklendi.”
Kur’ân-ı Kerim’in burada (örnek olsun diye) sözünü ettiği gökler, yeryüzü ve dağlar... İnsanın içinde veya bir köşesinde yaşadığı bu dehşet verici varlıklar küçük ve basit şeyler olarak beliriyorlar. Bu yaratıklar, herhangi bir çabaya gerek duymadan, dolaysız olarak yaratıcılarını bilirler. Yaratıcının koyduğu ve kendi yaratılışlarına, yapılarına ve düzenlerine hükmeden yasaya uygun olarak hareket ederler. Düşünmeye ve aracıya gerek duymadan dolaysız olarak yaratıcının koyduğu yasaya itaat ederler. Bu yasaya uygun olarak ve bir saniye bile geri kalmadan sürekli hareket ederler. Bilinçsizce ve seçme hakkına sahip olmadan yaratılışları ve tabiatları doğrultusunda görevlerini yerine getirirler.
Şu güneş, kendi yörüngesinde her zamanki dönüşlerini hiçbir zaman aksatmadan sürdürüyor. Işınlarını göndererek yüce Allah’ın kendisi için planladığı görevini yerine getiriyor. Bunun yanı sıra kendisinden kaynaklanan bir irâde söz konusu olmaksızın kendi sisteminde yer alan uydularını kendine çekiyor, böylece evrensel rolünü eksiksiz olarak yerine getiriyor...
Şu yeryüzü kendi yörüngesinde dönüyor, ekinlerini, bitirip yeşertiyor. Üzerindeki canlıları besliyor, ölülerini bağrında saklıyor, kaynaklarını fışkırtıyor... Ama kendi irâdesi dışında yüce Allah’ın evrensel yasası uyarınca...
Şu ay... Şu yıldızlar ve gezegenler. Şu rüzgarlar ve bulutlar. Şu hava ve şu su. Şu dağlar. Şu tepeler. Hepsi... Hepsi bir şeyler yapıyor. Rabbinin izniyle işini görüyor. Yaratıcısını biliyor, kendinden bir çaba, bir emek ve bir girişim olmak-sızın yaràtıcısının irâdesine boyun eğiyor. Bunlar sorumluluk emânetini, irâde emânetini, kendini bilme emânetini, özel girişim emânetini yüklenmekten
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçınmışlardı: “Onu insan yüklendi”
Kendi kavrama gücü ve bilinciyle Allah’ı tanıyan insan. Kendi düşüncesi ve görüşüyle Allah’ın yasasını bulan insan. Kendi çabası ve girişimleriyle bu yasaya göre hareket eden insan. Kendi irâdesiyle, kişisel sorumluluğu ile, sapma ve azgın arzulara karşı direnci ile, eğilim ve ihtiraslara karşı verdiği mücadele ile Allah’a eden insan bu emâneti yüklendi. İnsan attığı bütün bu adımlarda bilerek ve isteyerek hareket eder. Yolunu seçerken bu yolun kendisini nereye götüreceğini bilir.
Hacmi küçük, gücü az, çalışması yetersiz, ömrü sınırlı, çeşitli ihtirasların, arzuların, eğilim ve isteklerin etkisinde kalan bu yaratığın yüklendiği bu emânet hiç kuşkusuz büyük ve ağır bir emânettir.
Kuşkusuz insanın bu ağır yükün altına girmesi büyük bir tehlikedir. Bu yüzden “çok zâlim” yani kendine haksızlık eden ve “çok câhil” yani kendi gücünü ve kapasitesini bilmeyen birisi olarak nitelendirilmiştir. İnsanın kendi isteğiyle yüklenmeye koştuğu bu ağır yük karşısında bu husus geçerlidir. Ama sorumluluğunu yerine getirince... Kendisini yaratıcısına ulaştıracak, doğrudan doğruya O’nun yasasına iletecek, eksiksiz bir şekilde Rabbinin irâdesine boyun eğmesini sağlayacak bir bilgiyi elde edince... Doğrudan doğruya bilen, yollarını bulan, boyun eğen, kendileri ile yaratıcıları ve onun yasası arasına hiçbir engel girmeyen sayısız yaratıkların göklerde, yerde ve dağlarda kolayca, rahat ve eksiksiz bir şekilde tabiatları ve davranışları ile yollarını bulmalarını sağlayan bilgiye, hidâyete ulaşıp, eksiksiz olarak itaat edince... Hiçbir şekilde itaatten; boyun eğmekten ve görevini yerine getirmekten geri durmayınca. İnsan bilinçli olarak, bilerek ve isteyerek bu dereceye ulaşınca, gerçekten onurlu bir makama, yüce Allah’ın yarattığı varlıklar içinde eşsiz bir dereceye ulaşır.
Kuşkusuz, özgür irâde, kavrama yeteneği, kişisel girişim ve sorumluluk yüklenme... İşte bunlardır insanı, yüce Allah’ın yarattığı birçok varlıktan ayrıcalıklı kılan. Yüce Allah’ın yüceler aleminde duyurduğu ve onunla melekleri Ademe secde ettirdiği bu onurun gerekçesi budur. Yüce Allah, insana verilen bu onuru kalıcı kitabı olan Kur’an’da şu sözlerle duyuruyor: “Biz Ademoğullarını gerçekten çeşitli ayrıcalıklarla donattık.”629 Şu halde insan, yüce Allah’ın katındaki ayrıcalığının gerekçesini bilmelidir, göklere, yere ve dağlara sunulan ama onların yüklenmekten kaçınıp, korktukları ve fakat kendisinin isteyerek yüklendiği emâneti yerine getirmelidir!...
Mevdûdî, Nisâ Sûresi 58. âyetinde şöyle der: “Hiç şüphe yok Allah, size emânetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emrediyor.88 Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.”
Burada müslümanlar, İsrâiloğulları’nın daha önce düştükleri hatalara düşmemeleri için uyarılıyorlar. Onların düştükleri en büyük hata, dejenere oluşları sürecinde yetkiyi hep beceriksiz ve ehil olmayan kişilere vermeleriydi. Sorumluluk isteyen, dinî ve siyasî liderlikleri hep beceriksiz, ehil olmayan, dar kafalı, ahlâksız, şerefsiz ve adâletsiz kişilere vermeye başladılar. Bunun sonucu, tüm toplum yapısı çöktü. Müslümanlara bu konuda dikkatli olmaları ve sorumluluk
629] 17/İsrâ, 70
EMÂNET
- 131 -
isteyen yetkileri ehil, sorumluluğunun idrakinde ve iyi ahlâklı kişilere vermeleri söyleniyor.
Yahûdîler arasında yaygın olan bir diğer kötülük ise adâletsizlikti. Onlar adâlet ruhunu çoktan unutmuşlar, açıkça adâletsiz, şerefsiz, zâlim olmuşlar ve hiçbir vicdan azabı duymaksızın rahatlıkla zulüm işleyebilecek dereceye düşmüşlerdi. Bizzat müslümanlar bu zulmü acı bir şekilde tatmışlardı. Yahûdîler, iki tarafın yaşadığı hayat, hangi tarafın doğru yolda olduğunu gösterdiği halde, müminlere karşı putperest Kureyş’in yanında yer alıyorlardı. Bir taraftan Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O’na iman edenlerın saf ve temiz hayatı, diğer tarafta ise kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, üvey anneleri ile evlenen, Kâbe’yi çırılçıplak tavaf eden ve daha nice ahlâksızlıkları yapan putperestlerin iğrenç ve kirli hayatı vardı. “Ehl-i kitap” bunlara rağmen hâlâ putperest kâfirlerle işbirliği yapıyor ve soğukkanlılıkla onların müminlerden daha iyi ve daha doğru bir yolda olduğunu söylüyorlardı. Allah müminleri bu tip haksızlıklara karşı uyarıyor ve onlara her zaman hakkı söylemelerini; dost olsun, düşman olsun, insanlara adâletle hükmetmelerini emrediyor.
Mevdûdi, Ahzâb Sûresi 72. âyetin tefsirinde de şunları söyler: En sonunda Allah insandan dünyadaki konumunun farkına varmasını istiyor. Eğer bu durumda insan dünya hayatını sadece oyun ve eğlence olarak kabul ediyor ve dikkatsizce yanlış bir tavır takınıyorsa, sadece kendi kötü âkıbetini hazırlıyor demektir.
Burada “emânet” kelimesi, Kur’an’a göre yeryüzünde insana verilen “hilâfet” görevi yerine kullanılmıştır. İnsana isyan ve itaat etme seçeneğinin ve bu özgürlüğü kullanırken kendisine sayısız yaratık üzerinde hâkim olma yetkisinin verilmesi kaçınılmaz olarak insanın yaptığı hareketlerden sorumlu olmasını ve iyi amelleri için mükafatlandırılıp, kötü amelleri için cezalandırılmasını gerektirir. İnsan bu güç ve yetkileri kendisi kazanmadığı gibi, bilakis bunlar kendisine Allah tarafından ihsan edildiği ve Allah’a bu güçlerin iyiye veya kötüye kullanılmasının hesabını vereceği için bunlar, Kur’an’ın başka yerlerinde hilâfet, burada ise emânet olarak tanımlanmıştır.
Bu emânet’in ne kadar önemli ve ağır olduğu konusunda bir fikir verebilmek için Allah, göklerin ve yerlerin büyüklüklerine, dağların da sabitlik ve muazzam ölçülerine rağmen bu emâneti yüklenme güç ve cesaretini göstermediklerini bildirir. Fakat insan, zayıf ve câhil insan, bu ağır yükü üzerine almıştır.
Emânetin göklere ve yerlere teklif edilmesi ve onların bunun ağırlığından korkup kabul etmemeleri gerçekten vaki olmuş olabilir, ama mecazî olarak böyle söylenmiş olması da muhtemeldir. Bizler Allah’ın yaratıkları ile olan ilişkisini asla anlayıp kavrayamayız. Yeryüzü, güneş, ay ve dağlar, bize göre kör, sağır ve cansızdırlar, fakat Allah’a göre böyle olmayabilirler. Allah yarattıklarından hepsiyle konuşmaya kadirdir ve biz anlayamasak da yarattıkları O’na cevap verebilirler. O halde Allah’ın bu emâneti onlara sunmuş olması ve onların da bundan korkup çekinerek yaratıcıları ve Rablerine teslim olup şöyle demiş olmaları muhtemeldir:
“Rabbimiz, biz senin güçsüz kulların olarak kalsak bizim için daha iyi. Çünkü isyan etme yetki ve özgürlüğüne sahip olup onun hakkını vermeye ve hakkını veremediğimizde ise senin azabına çarptırılmaya cesâretimiz yok.”
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aynı şekilde bu yaşadığımız hayattan önce Allah’ın insanlığa farklı bir yaratılış ve varlık vermiş ve onu kendi huzuruna çağırmış olması, insanın da isteyerek bu güç ve yetkileri kabul etmiş olması muhtemeldir. Bunun imkânsız olduğunu iddia edebileceğimiz hiçbir delil ve dayanağa sahip değiliz. Ancak kendi zihni yetenek ve güçlerini tam anlamıyla kavrayamayan kimseler bunun imkânsız olduğunu düşünebilirler.
Bununla birlikte Allah’ın bunları mecâzî olarak ifade etmiş olması da mümkündür. Bu meselenin olağanüstü önemini vurgulayabilmek için, insanların gözünde kendi huzurunda bir tarafta gökler, yeryüzü ve Himalayalar gibi büyük dağların, diğer tarafta da 5-6 fit boyundaki insanın yer aldığı bir manzarayı canlandırmayı murat etmiş olabilir. Bu karşılaşmada Allah şöyle sormuştur: “Yarattıklarımdan birine, benim mülkümün bir kulu olarak, dilerse üstünlüğümü kabul etme ve emirlerime itaat etme gücünü vermek istiyorum. Diğer taraftan bu yaratık beni inkâr etme, hatta bana isyan etme gücüne de sahip olacaktır. Ona bu seçme özgürlüğünü verdikten sonra kendimi ondan sanki yokmuşum gibi gizleyeceğim. Bu özgürlüğünü kullanabilmesi için ona büyük güçler, sınırsız yetenekler ve kâinatta istediğini yapabilmesi için sayısız yaratıklarım üzerinde hâkimiyet hakkı vereceğim. Daha sonra onu belirli bir zamanda hesaba çekeceğim. Benim emânet ettiğim özgürlüğü kötüye kullanan kimse büyük ve acıklı bir azaba çarptırılacak; isyan etmesi için elinde birçok fırsat ve şans olduğu halde bana itaati seçen kimse ise yaratıklarımdan hiçbirinin ulaşamayacağı yüce makamlara ulaştırılacak. Şimdi söyleyin bakâlim, hanginiz bu imtihanı yaşamaya hazırsınız?
Bunu duyunca bütün kâinat bir müddet için büyük bir sessizliğe gömülmüş olmalı. Daha sonra muhtemelen Allah’ın yarattığı büyük varlıklardan her biri huzura gelip secde etmiş ve bu şiddetli imtihandan bağışlanmaları için yalvarmışlardır. En sonunda bu zayıf yaratık kalkmış ve emâneti kabul etmiştir: “Rabbim, ben bu imtihana girmeye hazırım. İmtihanı geçtiğimde senin mülkünün en yüce makamının bana lütfedileceği ümidi ile bu seçme özgürlüğü ve bağımsızlıkta varolan bütün tehlikeleri göğüsleyeceğim.”
İnsan ancak böyle bir manzarayı gözü önünde canlandırarak, kâinatta ne kadar hassas bir konumda olduğunun farkına varabilir. Allah bu âyette imtihan alanında dikkatsiz bir hayat süren, ne kadar büyük bir yükü omuzladığının ve dünya hayatında bir davranış veya tavrı seçerken aldığı yanlış veya doğru kararların hangi sonuçlara yol açacağının farkında olmayan kimseleri “zâlim ve câhil” olarak tanımlamaktadır. Böyle bir kimse câhildir, çünkü bu zavallı insan hiç kimseye hesap vermeyeceğini zannetmektedir; zâlimdir, çünkü kendi kötü âkıbetini ve kendisiyle birlikte daha nicelerin felâketini hazırlamaktadır.
EMÂNET
- 133 -
Emânet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Emânet Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): (2/Bakara, 283; 4/Nisâ, 58; 8/Enfâl, 27; 23/Mü’minûn, 8; 33/Ahzâb, 72; 70/Meâric, 32)
B- (Emânete ve Verilen Söze) Riâyetle İlgili “Raâ” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 2/Bakara, 104; 4/Nisâ, 46; 20/Tâhâ, 54; 23/Mü’minûn, 8; 57/Hadîd, 27, 27; 28/Kasas, 23; 70/Meâric, 32; 79/Nâziât, 31; 87/A’lâ, 4.
C- (Emânete ve Verilen Söze) İhânet ile İlgili “Hâne” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 16 Yerde): 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 105, 107, 107; 5/Mâide, 13; 8/Enfâl, 27, 27, 58, 58, 71, 71; 12/Yusuf, 52, 52; 22/Hacc, 38; 40/Mü’min, 19; 66/Tahrîm, 19.
D- Emânet Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
Emânetler Ehillerine Verilmelidir: 4/Nisâ, 58.
Emâneti Sahibine Vermek: 2/Bakara, 283.
Emânetlere Riâyet Etmek: 3/Âl-i İmrân, 75-76; 23/Mü’minûn, 8; 33/Ahzâb, 72-73; 70/Meâric, 32.
Emânet Sorumluluğunun Ağırlığı: 33/Ahzâb, 72.
İnsanın Allah’ın Emânetine Tâ-lip Olması: 33/Ahzâb, 72-73; 59/Haşr, 21.
E- İhânet (Hâinlik) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Hâinlik Edenler: 3/Âl-i İmrân, 161; 4/Nisâ, 107.
Allah’a ve Rasûlüne Hâinlik Etmek: 8/Enfâl, 27.
Antlaşmalarına Hâinlik Edenler: 8/Enfâl, 58.
F- Ahidle İlgili Ayet-i Kerimeler:
Ahde Vefâ (Verilen Sözü Yerine Getirmek): Bakara, 177; Al-i İmran, 77; Maide, 1; Ra’d, 20; İsra, 34;
a- Mü’minun, 8; Ahzab, 1; Meâric, 32.
b- Allah’a Karşı Verilen Sözü Yerine Getirmek: Bakara, 100; Al-i İmran, 76; Maide, 1, 7; En’am, 152; Ra’d, 19-20, 25; Nahl, 91, 95; Mü’minun, 8; Feth, 10.
c- Mûnâfıklar, Sözlerinde Durmazlar: Tevbe, 75-78.
d- Mîsak: Bakara, 27, 63, 83, 84, 93; Al-i İmran, 81, 187; Nisa, 21, 90, 92, 154, 155; Maide, 7, 12, 13, 14, 70; A’raf, 169; Enfal, 72; Ra’d, 20, 25; Ahzab, 7; Hadid, 8.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 92 (Y. Kerimoğlu), c. 2, 94-95 (Emin), c. 3, s. 99 (İhânet), c. 6, s. 328-329 (Vedîa)
2. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV. Y. c. 11, s. 81-84
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 436-446
4. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 163-166
5. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 488-489
6. Kur’an’da Siyasi Kavramlar vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 28-30
7. Kur’an Işığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahrettin Yıldız, İşaret Y. s. 304-307
8. Elmalılı Tefsirinde Kavramlar, s. 110
9. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. s. 185-187
10. Kur’an’ın Temel Kavramları, s. 117-118
11. Verdiği Sözde Duranlar, Osman Karabulut, Şems Y.
12. Emânet Kavramı, Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 72, Mart 97, s. 44-47