Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:54

Câhiliyye

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

 

Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -18-
CÂHİLİYYE
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
CÂHİLİYYE
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-18-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Câhiliyye; lügatlara göre “bilgisizlik”; ilmin zıddı. Genel kabule göre İslâm’ın hâkim olmasından önceki küfür ve sapıklık hali. Ama, esas olarak modern yaşam tarzı en büyük ve en ilkel câhiliyye.
Allah’ın indirdiği hükümleri kabullenmeyip tâğutların koyduğu hükümlere ve sistemlere inanmak.”
Şeytanın toplumsal versiyonu; hâkim konumundaki tâğutun toplum yaşayışını yönlendirmesi… Toplumda ıslahın değil, fesâdın yaygın şekilde öne çıkması.
Hayat iki kutuplu:
Câhiliyye inancı ve Tevhid inancı,
Câhiliyye tapınması ve İslâm’ın istediği ibâdet,
Câhiliyye hükmü ve İslâm şeriatı (Allah’ın hükmü),
Câhiliyye ahlâkı ve İslâm ahlâkı,
Câhiliyye eğitimi ve Rabbânî eğitim,
Câhiliyye bilgisizliği ve İslâm ilmi,
Câhiliyye “ilimden ve İslâm’dan uzak olan tutum, davranış ve hayat tarzı,
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; esas bilinmesi gerekeni bilmemektir,
Câhiliyye, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemektir,
Câhiliyye, esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak olarak, Hakk’ın kendisini tanıttığı şekilde bilmemektir.
Câhiliyye, ilmin esası olan “vahy”e, ilmin yazıldığı “Kitab”a, ilmin mecbur ettiği “iman”a, ilmin yönelttiği “ahlâk”a, ilmin gerektirdiği “sâlih amel”e ters olan, onlara uymayan anormallikler yığınıdır.
Câhiliyye, şirkin sosyal hayattaki tutum, davranış ve değer yargısı olarak görülen yansımasıdır.
Câhilliye’: İslâm’a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır.
Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.1 Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.2 Câhiliyye ahlâksızlık ve hayâsızlıktır.3 Câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir.4 Câhiliyye; düzendir, daha doğrusu düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır, bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Ve günümüz toplumu, bir câhiliyye toplumudur. İçinde bazı Müslümanların da yaşadığı, ama toplum kurallarının İslâm’a göre belirlenmediği; özgürlük adına hayvanî davranışların çokça ortaya çıktığı, kimsenin kimseye güvenemediği, toplumun en az % 80’inin beş vakit namaz kılmadığı, küfrün hâkimiyetinden, tâğutların yönetiminden kimsenin bir şikâyetinin olmadığı bir câhiliyye toplumudur. Düzen, kendi insanını yetiştirdi. Cumhuriyet çocukları, sosyal hayatta da artık büyük ekseriyeti oluşturuyor. Herkes günlük işleriyle ve rahatıyla meşgul. İslâm dâvâsı insanları pek ilgilendirmiyor.
Câhiliyyeyi, ölümcül bir hastalığı tanır gibi tanımalı ki, ondan gönlümüzü, zihnimizi, neslimizi, çevremizi, evimizi, işyerimizi koruyalım.
Zanna ve cehâlete dayanan câhiliyyenin inanç sistemi5 ile,
Hesap gününü yalanlamaya ve çıplaklığa dayanan câhiliyye ahlâk(sızlığ)ı6 ile,
İslâm dışı bir hayat tarzına dayanan câhilî yaşayış biçimi7 ile,
Zulme ve küfre dayanan câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı8 ile mücadele eden ve Kur’an’la câhiliyyeyi yeniden yok etmeye çalışan yiğit mü’minlere selâm olsun!
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
1 bk. 3/Âl-i İmran, 154
2 bk. 48/Fetih, 26
3 bk. 33/Ahzâb, 33
4 5/Mâide, 50
5 3/Âl-i İmran, 154
6 bk. 33/Ahzâb, 33
7 48/Fetih, 26
8 5/Mâide, 50
İÇİNDEKİLER
CÂHİLİYYE / 9
Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti / 9
Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri / 21
Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyet’tir / 28
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı / 35
Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı / 43
Câhiliyyenin Dünü Bugünü / 49
Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi / 56
“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir / 64
Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı / 67
Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik / 80
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı / 86
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması / 88
Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür / 92
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı / 98
Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir! / 110
Tefsirlerden İktibaslar / 115
Câhilin Bazı Karakteristikleri / 129
Câhiliyye Demek… / 131
- 9 -
CÂHİLİYYE

Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti

Câhiliyyenin Temel Özellikleri; Câhiliyye Âdetleri

Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyettir

Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı

Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı

Câhiliyyenin Dünü Bugünü

Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki Câhiliyye Toplumunun Önderi

“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik, İlkellik ve Bağnazlık Demektir

Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı

Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik

Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı

Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması

Kadının Câhiliyye Tuzaklarından Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür

Câhiliyyenin Sanat Anlayışı

Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine Kur’an’la Yok Edilecektir!

Tefsirlerden İktibaslar

Câhilin Bazı Karakteristikleri

Câhiliyye Demek…
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?” 1
Câhiliyye; Anlam ve Mâhiyeti
Câhiliyye; lügatte “bilgisizlik” mânâsına gelir, ilmin zıddıdır. Aklı kullanmamayı ve ahmaklığı da içine alır. Genellikle İslâm’ın hâkim olmasından önceki hayat, İslâm’ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali anlamında kullanılır. Istılah olarak: “Allah’ın indirdiği hükümleri ve bilgileri kabul etmeyip bunların yerine insanlar tarafından konulan hükümlere, düşüncelere ve sistemlere inanmaktır.”
1 5/Mâide, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 10 -
Kur’an’da genellikle bu anlamda yer almıştır. Nitekim; “Onlar
hâlâ câhiliyye devrinin hükmünü mü arzu ediyorlar? Şüphesiz doğru
bir kanaate sahip olanlar için, hükmü Allah’tan daha güzel olan kim
olabilir?”2 buyrulmuştur. Dikkat edilirse bu âyette iki hüküm ve bu
hükümlerin mâhiyetleri ifade edilmektedir. İnsanlar ya câhiliyye
hükmüne; ya da Allah’ın hükmüne boyun eğeceklerdir. Bu iki
hükmün dışında, herhangi bir hükümden söz etmek imkânsızdır.
Allah’ın koyduğu hükmü, hudûdu dikkate almayan bütün sistemler,
câhiliyyeye dayanmaktadır. Helâl ve haram hudutlarını önemsemeyen
bütün ekonomik kuruluşlar, câhilî sermayeye dayanmak
durumundadır. İnsanları Allah’ın dinine göre eğitmeyen bütün
eğitim sistemleri de câhilî eğitim durumundadır. Câhiliyye kavramı,
hakka ve hakikate dayanmayan her türlü itikadî ve amelî unsurları
içine alan bir kavramdır.
Câhiliyye, “bilgisiz olma”yla eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde
bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kur’an’ın
İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları
sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer
yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini
bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına
yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa
olsun “câhiliyye”dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikad
yönüyle ad olurken, câhiliyye de, kabul edilen değer yargıları ve
davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur.
Câhiliyye, “bilgisiz olmak”tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek,
yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya,
kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk’ı hak
olarak bilmemektir câhiliyye.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında
sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur.
Peygamberimiz’den önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi;
günümüz modern câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir.
Câhiliyyenin, kendine göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi,
yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi,
Kur’an’da dört yerde geçer. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin
geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi
canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak
câhiliyye zannına kapılıyorlardı.”3 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan
2 5/Mâide, 50
3 3/Âl-i İmran, 154
CÂHİLİYYE
- 11 -
bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin
özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O
zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...”4 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı
bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!)
Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp
saçılarak, ziynetlerini gösterecek tarzda yürüyüşü gibi yürümeyin...”5
İslâm ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafetin/kıyafetsizliğin
eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar
câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma
göre, hükmü/hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”6 Demek
ki, Allah’ın hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi
câhilî yönetimin hortlatılmasından başka bir şey değildir.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. (Câhiliyye bir inanç ve yaşama
biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır.
Câhiliye küfür demektir.) İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka
câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi
bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.”
İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan
her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı
olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o,
sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâsı, kötü arzuları
kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
“Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için,
hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?” 7
Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket,
yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu
görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmiyet’ten olan
bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da
güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene
bağlanır. Şâyet bu insan, hakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde
gördüğü kısmî iyiliklerin daha güzeliyle İslâm’a ait olduğunu
anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
4 48/Fetih, 26
5 33/Ahzâb, 33
6 5/Mâide, 50
7 5/Mâide, 50
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve
câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal
meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde,
bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç
ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun
için Allahü Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde
bulunanları affeder, ama inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç
ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi
kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama
bunun dışında dilediğini affeder.” 8
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü
alırsa, işte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını
almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz
Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu
yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir.
Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin
yaptıklarınızdan gafil değildir.9 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün
âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması
gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek
olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka,
muâmelâta dair ahkâmının tümüyle kaldırılması, müslümanlar
arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın
halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve
en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm
yeryüzünden söküp atmak, fitneyi tümüyle kaldırmak için hücum
edenin İslâm olması gerekirken,10 hücuma uğrayan kendisi oldu.
Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma, ya da her yönüyle
tahrif ve tahrip etme çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında
ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne
kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin)
ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.
Câhil Kelimesinin Anlam Sahası: ‘Câhiliyye’, ‘cehl’ fiilinden türemiş
bir masdardır. Yaygın olarak ‘bilgisizlik’ anlamında kullanılmaktadır
ama daha başka mânâları da vardır.
‘Câhiliyye’nin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte; bilmemek, tanımamak,
kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara
gelir. Bazılarına göre bu fiil, bilginin zıddı olarak bilgisizlik
8 4/Nisâ, 48
9 2/Bakara, 85
10 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
CÂHİLİYYE
- 13 -
ve hafiflik, kendini bilmezlik gibi iki anlam sahasına sahiptir. Aslında
ikinci anlam birincisini doğurmuştur.
Râgıb el-İsfehânî ‘cehl’e üç anlam vermektedir:
Birincisi, nefsin bilgiden boş olması,
İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,
Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini
yapmadır. 11
‘Câhil’, ‘cehl’ sahibi, bilgiden mahrum olan, davranışları olgun
olmayan, kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fâil (özne)
ismidir. Kur’ân-ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan ‘câhil’,
‘câhiliyye’, ‘cehâlet’, ‘cehûl’ kelimelerini kullanmaktadır. ‘Cehûl’
çok câhil demektir. ‘Cehâlet’ ise câhil olma halini, ‘cehl’ içinde
olma durumunu ifade eder. Türkçe’de ‘câhillik’; cehâlet, bilgisizlik,
bilmeme mânâsında, ‘câhil’ ise; bilmeyen, ilimden ve olgun
davranıştan uzak, biraz da genç ve tercübesiz kimse anlamında
kullanılmaktadır.
Câhiliyyenin Kapsamı: Birçok tefsir ve tercümede ‘bilgisiz
olma, ilimden uzak olma’ diye anlaşılan ‘câhilliye’: Îslâm’a inanmayan
kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini
nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.
İslâm kültüründe ‘câhiliyye’, kendinden önceki dönemin inanç,
tutum ve davranışlarını niteleyen ayırdedici önemli bir kavramdır.
İslâm’dan önceki dönemin adı ‘câhiliyye dönemi’ dir. Bu niteleme,
olmuş-bitmiş bir dönemin adı olmaktan ziyade; Îslâm dışı inanış
ve davranışların genel adıdır. İnsanların düşünüş ve davranışlarına
inançları ya da dünya hayatını algılayışları yön verir. Kişi hangi
dünya görüşüne inanıyorsa tutum ve davranışları ona uygun olur.
Onun kabul ettiği değer yargıları, ahlâk ilkeleri inancından kaynaklanır.
İşte birtakım değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve
davranış biçimlerini, ahlâk kurallarını bünyesinde toplayıp onlara
yön veren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri
de hangi ad altında olursa olsun ‘câhiliyye’ sistemleri, ya da
‘câhiliyye’ dinleridir. Şirk bu sistemin daha çok inanç yönüne ad
olurken, câhiliyye ise bu gibi sistemlerin tutum, davranış ve değer
yargılarına ad olmaktadır.
İslâm’dan önce câhiliyye insanları hem gerçek bilgi ve bu
11 Râgıb el-Isfehanî, Müfredât, s. 143
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
bilginin kurduğu sağlıklı toplum ve uygarlıktan yoksundular, hem
de kendilerine doğru yolu gösterecek kitap ve peygamberden
mahrum olduklari için güzel davranışlardan uzaktılar. İnsana olgun
hareket etme imkânı veren bilgiden ve anlayıştan mahrum
olduklari için kaba ve serttiler. Erken kızarlardı, akıllı hareket etmeyi
bilmezlerdi, taassuba ve haksızlığa düşerlerdi.
Bu durum bir anlamda barbarlıktı. İslâm’dan uzak olan kişi
ve toplumlar genellikle ‘hevâ’larına uyarlar. Onlar canlarının, yani
keyiflerinin istediğini yapmaktan başka bir şey bilmezler. DolaysIyla,
hak-hukuk, erdem ve iyilik, başkasına saygılı davranma ve
olgunluk gösterme onların yapacağı iş değildir. Üstelik bu gibiler,
hevâlarına uyduklari için yanlış inançlara düşerler, uydurma
ilâhlar bulurlar ve Allah’tan başkasına ibâdet etmekten çekinmezler…
Bütün bunlar ‘câhilliyye’nin görüntüsüdür.
Câhiliyye ve Hilm: Kimilerine göre câhiliyye’ ‘hilm’in karşıtıdır.
‘Hilm’ sözlükte, düşünerek hareket etme (teenni), sakinlik, yumuşak
huyluluk, ahlâk ve karakter sağlamlığı, çok duygusal olmama,
tedbirli davranma ve ılımlı olma gibi anlamlara gelir.
‘Câhillik’ ise bütün bu ahlâkî davranışların zıddıdır. Câhiliyye
‘hilm’ sahibi olmama durumudur. ‘Hilm’ sahibi olma bir anlamda
‘medeni’ insan olma sıfatıdır. Bunun tam karşıtı olan câhillik ise,
azgın, arzularının esiri, taşkın içgüdülerine uyan, aceleci bir karakteri
olan, olgun davranışlardan yoksun, vahşi ve kaba kimsedir.
Câhiliyye dönemi insanı, şirkten arınmış şekilde tevhîdî Allah
inancından uzak olduğu için gerçek bilgiden, barış ve sakinlikten,
adâletli bir sistemdan mahrumdur. O yüzden o dönemin insanı
vahşi ve kabaydı. Kuvvetliler zayıfları eziyordu. Eline güç geçirenler
başkalarına haksız yere saldırabiliyordu. Hak hep kuvvetlinindi.
İnsanlar birbirine sevgi ve saygı değil, kan bağı ve çıkar bağı
bağlıyordu. Yaptıkları yanlışların farkında bile değillerdi. Şiddet
ve saldırganlığı erdem sayıyorlardı. Cehâletleri yüzünden putlara
ilâh diye tapınıyor ve onlardan kaynaklandığını sandıkları bir dine
inanıyorlardı.
Câhiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır.
Bu anlayışa sahip olanlar kör bir inat üzerindedirler. Onlar
gerçeğe karşı kör ve sağır gibi davranırlar. İslâm öncesi müşrikler
öylesine kin ve saplantı içerisinde idiler ki, bu yüzden sonu gelmez
kavgaların, kan dâvâlarının, şiddet ve baskınların arkasından koşup
duruyorlardı.
CÂHİLİYYE
- 15 -
İslâm ile şereflenen ashâb câhiliyye dönemine ait her şeyi terkettiklerini
söylerken, câhiliyyenin kibir ve taassubunu, sürekli
sürtüşmeye yol açan kabilecilik anlayışını, kaba ve hayırsız barbar
davranışlarını, vahşi karakterini ve putçuluğuna ait her şeyi kasdediyorladı.
Nitekim Habeşistan’a hicret eden Ca’fer İbn Ebî Tâlib
(r.a.) oradaki krala: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye düşüncesine sahip
kimselerdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık.
Akrabalık bağlarını keser, komşu haklarına uymazdık, içimizde
güçlü olanlar zayıfların (hakkını) yerdi. İşte biz böyle iken, Allah
(c.c.) bize içimizden bir elçi günderdi…” 12
Kur’an; câhil, câhiliyye, câhillik etme kelimelerini farklı yerlerde
benzer anlamlarda kullanmaktadır. Bu kullanımlardaki ortak
nokta, cehâletin yanlızca bilgisizlik olmadığı, düşüncesizce haraket
etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de
zanna (sanrılara) ve hayallere (ümniyye’ye) dayanma ön plana çıkmaktadır.
Zaten böyle yapmak câhillerin davranış özelliğidir.
Hz. Mûsâ (a.s.) İsrailoğullarını denizden ve Firavunun zulmünden
kurtardıktan sonra, onlar puta tapan bir kavim (topluluk) gördüler
ve Hz. Mûsâ’dan gördükleri gibi bir tanrı istediler. Hz. Mûsâ
(a.s.) onların bu yanlış isteklerine “Siz gerçekten câhillikte bulunan bir
kavimsiniz” dedi.13 Hz. Mûsâ gibi bir Allah rasûlünün yanında iken
putları ilâh diye istemek câhillikten başka bir şey olamazdı.
Hz. Hûd’dan (a.s.), fakir kimseleri yanından kovmasını isteyenlerin
tutumu,14 kadınları bırakıp da erkeklere şehvetle giden Lût
(a.s.) kavminin çirkin işleri, putlara tapmaktan vazgeçmeyen ve
peygamberini tehdit eden Âd kavminin davranışı cehâletten başka
bir şey değildir. 15
Hz. Yûsuf (a.s.) kardeşlerinin kendisini kuyuya atmalarını ve
onun hakkında kötülük düşünmelerini ‘câhillik’ diye nitelendiriyor.
Çünkü kardeşleri bu yaptıklarının ne denli kötü olduğunu,
kendilerine pek çok zarar verdiğini hesap etmemişlerdi, bu
konuda câhil olmuşlardı.16 Allah’tan başkasına kulluk edenler
câhillerdir: “De ki: Ey câhiller, Allah’ın dışında bir başkasına kulluk etmemi
mi emrediyorsunuz?” 17
12 İbn Hişam, 1/336
13 7/A’râf, 138
14 11/Hûd, 29
15 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
16 12/Yûsuf, 89
17 39/Zümer, 64
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
Allah’ın vahy yoluyla bildirdiği âyetlerinden yüz çevirenler,
yaptıkları hatanın farkında değillerdir. Allah’ın dışında başka tanrılara
ibâdet yaparak elde ettikleri zararı hesap etmiyorlar. Allah’a
ibâdette bulunarak elde edecekleri mükâfatları da bilmiyorlar. Bu
konuda duyarsız ve Hakk’a karşı boşuna kör ve sağır gibi davranıyorlar.
Hz. Mûsâ (a.s.) kavmine “Allah (c.c.) size bir sığır boğazlamanızı
emrediyor” deyince onlar, “bizimle alay mı ediyorsun?” dediler.
Hz. Mûsâ’nın cevabı şöyle oldu: “Ben câhillerden olmaktan Allah’a
sığınırım.”18Allah (c.c.) adına yalan uydurmak O’nun emretmediği
bir şeyi O’nun adına ortaya atmak ve O’nun adına din ve yeni
ibâdet türleri uydurmak câhilliğin ta kandisidir. Hz. Nûh’a (a.s.)
inanmayan ve kurtuluş gemisine binmeyen inkârcı oğlu için af dileyince
Allah (c.c.) onu uyararak şöyle demişti: “O kesinlikle senin
ailenden değildi. Çünkü o salih (doğru) olmayan bir iş yaptı. Öyleyse
hakkınde bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Gerçekten, câhillerden
olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” 19
Cahâlet, câhillik her zaman kişiye kötülük yaptırır, günah işletir.
Böyleleri eğer tevbe ederlerse, Allah (c.c.) onların tevbesini kabul
eder.20 Allah (c.c.) gönderdiği âyetlere iman ettiği halde kimileri
câhillikleri ve yaptıklarının sonunu düşünmemeleri nedeniyle
hataya düşebilirler.21Kur’an diyor ki: “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık
(günahtan korkmayan, açıktan günah işleyen) birisi size bir haber getirirse
onu araştırın. Yoksa cehâlet sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa
kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 22
Mü’minler, kulaktan dolma mâlûmatla, uydurma haberlerle
ve sağlam bir delile dayanmayan bilgilerle bir şey ve kişiler hakkında
hüküm vermemeliler. Cehâletle verilen kararlar isabetli
olmazlar. Kur’an’ın câhil dediği kimseler, insanın yeryüzündeki
konumunu idrâk etmeyen, kaba ve sert, iyi düşünmekten ve
akıllı uslu hareket etmekten mahrum kişilerdir. Onlar yaptıklerı
işleri, gösterdikleri davranışları sağlam bir bilgiye uyarak yapmazlar.
Kendi hevâlarına ve doğru sandıkları hayallerine uyarlar. Bu
nedenle hem bilgisizce hatalara düşerler hem de davranışlarıyla
bir sürü zarara yol açarlar. Hatta cehâletleri yüzünden, Allah’ın
âyetlerinden yüz çevirir, elçilere ve onların tebliğ ettiklerine aldırmazlar,
dünyada ve âhirette pek çok zarara uğrarlar. Bütün bu
tutum ve davranışlar ‘câhilliye’ ahlâkıdır.
18 2/Bakara, 67
19 11/Hûd, 46
20 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
21 16/Nahl, 119
22 49/Hucurât, 6
CÂHİLİYYE
- 17 -
Allah’a hakkıyla kulluk yapan güzel insanlar, yeryüzünde vakarla,
alçak gönüllü ve ciddiyetle yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı
zaman da yüksek bir olgunlukla, onların seviyesinde inmeden
‘selâm’ der ve geçerler.23 Allah (c.c.) Peygamberimiz’e şöyle
emrediyor: “Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslâm’a) uygun olan
örfü emret ve câhillerden yüz çevir.” 24
Câhiliyye, Allah’ı İdrâk Edememe İdeolojisidir: Câhiliyye,
cehâlet mantığı üzerine kurulu dünya görüşünün, tutum ve davranışların
genel adıdır. Bu görüşe sahip olanların davranışlarına
câhilî düşünceler ve inançlar yön verir. Onlar sağlam bir bilgiye, insanı
hakka ve en doğru bir yola götürecek bir ilme sahip olmadıkları
için kendi hevâlarının ölçüsünü doğru sanırlar. O yüzden putlara
tapmayı, peygamberlere ve Allah’ın âyetlerine karşı gelmeyi
doğru zannederler. Zenginlik ve servetin üstünlük olduğunu düşünür
ve yoksullarla bir arada bulunmak istemezler.25 Mü’minler,
sabırlı, ağırbaşlı, teenni ile, düşünerek hareket ederlerken;
câhiller, ‘câhiliyye hamiyeti/câhillik gayreti’yle davrandıkları için,
sert ve kaba, düşüncesiz ve hafif meşrep davranırlar. Yerli-yersiz
öfkelenirler, kızgınlık ve gazap sahibidirler. Bu yüzden Hakk’a ve
adâlete göre iş yapamazlar.
Kur’an buna ‘câhiliyye hamiyyeti’ demektir. İnkârcılar kalplerine
bu câhiliyye çabasını koydukları zaman Allah (c.c.) da
mü’minler üzerine ‘sekine/kalbi sâkinleştirici’sini indirir ve onları
‘takvâ sözüne/tevhid kelimesine’ bağlı tutar. 26
Yukarıda geçtiği gibi ‘câhiliyye’ yalnızca İslâmdan önceki müşriklerin
hayatının adı değildir. Kişilerin İslâmî hayatlarından önceki
yaşantılarına da ‘câhiliyye’ denilir. Bununla beraber câhiliyye,
cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, İslâm’dan
kaynaklanmayan bütün sistemlerin, bütün hükümlerin genel adıdır.
Çünkü İslâm ve ona ait hükümler Allah’tan gelen sağlam bir
ilme, diğerleri ise insanların hevâlarından kaynaklanan zanlara
dayanır.
Câhilî davranışlar her devirde ve her yerde görülebilir. Câhil
kimselerin özelliklerine bakarsak, câhiliyyenin her zaman ve her
yerde olabileceğini daha rahat anlarız. Medine döneminde olan
şu olay ilginç bir örnektir. Bu olay üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)
her zaman gündeme gelebilecek câhiliyye davranışlarına dikkat
23 25/Furkan, 63
24 7/A’râf, 199
25 11//Hûd, 20
26 48/Fetih, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
çekmiş ve ümmetini uyarmıştır. Câhiliyye döneminde birbirlerine
düşman olan ve uzun seneler boyu süren kan dâvâları sebebiyle
birbirlerine saldıran Evs ve Hacrec kabileleri müslüman olduktan
sonra kardeş oldular ve düşmanlığa son verdiler. Bir gün onların
tatlı tatlı sohbetlerini gören ve bunu kıskanan bir Medineli yahudi
birisini göndererek onlara eski günlerini hatırlatmalarını söyledi.
O gönderilen kişi de denileni yapınca her iki taraf silaha sarılarak
savaşa kalkıştılar. Bunu öğrenen Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey
müslümanlar! Allah, Allah! (Allah’tan korkun), ben aranızda iken, Allah
(c.c.) size hidâyet verdikten sonra birbirinizi câhiliyyeye mi davet ediyorsunuz?…”
27
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret
eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle demiştir:
“Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ
câhiliyye ahlâkı bulunmaktadır.” 28
Yine Peygamberimiz (s.a.s.) câhiliyye dâvâsı; câhiliyye zamanında
gibi kavmiyyetçilik ve asabiyye güdenler için ‘bizden değildir’
demektedir.29 “Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma,
tamâmen terkedemeyecekleri dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek,
başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek,
ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” 30
Kur’an, müslüman kadınlara ‘câhiliyye döneminde olduğu gibi
açılıp saçılmayın’ diyor.31 Mü’minler, inançta, düşüncede, ahlâk ve
davranışlarda, karar vermede ve insanlarla ilişkilerde Allah’ın
indirdiği hükümlere uyarlar. Câhiliyye düşüncesine sahip olanlar
ise Allah’ın hükümlerini tanımazlar, onları beğenmezler ve kendi
hevâlarına uyarlar. Kur’an şöyle diyor: “Onlar hâlâ câhiliyye’nin
hükmünü mü arıyorlar? Kesin bir bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü,
Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 32
Günümüzde Câhiliyye: Câhiliyye’yi, yanlızca İslâm’dan önceki
dönem diye çevirme yanlış olacaktır. O dönemin adı da
‘câhiliyye’dir. Ancak bu kavram, câhilî davranış ve inançların genel
adıdır. Firavun nasıl, haddi aşan, azan, kibirlenip kendini Allah’a
muhtaç görmeyen, zulmün ve tuğyanın (azıp sapıtmanın) sembolü
ise; câhiliyye de bilgisizliğin, bilgisizce hareket etmenin, yaptığı
27 İbn İshak, nak. İbn Hişam 2/555-556
28 Buhârî, İman 22
29 Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
30 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
31 33/Ahzâb, 33
32 5/Mâide, 50
CÂHİLİYYE
- 19 -
şeyin sonucunu düşünmemenin, Allah’ı ve O’nun âyetlerini anlamamanın,
Allah’a isyan etmenin ne kadar kötü olduğunu idrâk
edememenin sembol kavramıdır.
İnsanların hevâlarına uyduğu, nefislerinin, isteklerinin kulu
oldukları, Allah’ın hükümlerinin kabul edilmediği, çeşitli ilâhlara
ibâdet edildiği, sömürü ve zulmün bulunduğu, kavmiyetçilik ve
asabiyyenin (tarafgirliğin) yaygın olduğu, hüküm vermede hakkın
ve adâletin uygulanmadığı her yer ve zamanda câhiliyye var
demektir. Günümüzde de çeşitli yerlerde, tıpkı câhiliyye döneminde
olduğu gibi Allah (c.c.) unutulmuştur. O ve O’nun hükümleri
hayata ve insanların işlerine sokulmamaktadır. O’nun gönderdiği
hükümlere uymayı bir tarafa bırakalım; o hükümler, yani şeriat
yanlış, eksik ve hatta çağdışı sayılmaktadır. Günümüz insanlarının
çoğu, unuttukları âlemlerin Rabbi Allah’ın yerine sayısız ilâhlar ve
putlar bulmuşlar ya da koymuşlardır. Tıpkı eski Arap câhiliyyesinde
olduğu gibi sahte tanrılara ibâdet edilmektedir. Ölçüler İlâhî kaynaktan
değil, hevâlardan alınmaktadır. Güçlünün borusu ötmekte,
sözü geçmektedir. Zayıflar yine ezilmekte, insanlar haklarına yine
gereği gibi kavuşamamaktadır. Kumar, zinâ, fuhuş, hırsızlık en geniş
şekilde yapılmakta, içki su yerine içilmekte, ribâ (fâiz) ekonominin
can damarı kabul edilmektedir. İslâm’ın günah dediği pek
çok şey çağdaş ahlâk sayılmaktadır. Kadınlar yine alınıp satılmakta,
açılıp saçılmaları kadın hakkı, çağdaşlık kabul edilmektedir.
Kısaca, Kuran’ın câhiliyye toplumu dediği müşrik toplumun
anlayışı ve ahlâkı az bir değişiklikle günümüzde de aynen devam
ediyor. Allah (c.c.), O’nun yüce hükümleri ve Âhiret hesaba pek
katılmıyor. Bu durum da ‘câhiliyye’den başka bir şey değildir. 33
Câhil: Bilmeyen, iş bilmez, bilgisiz, tecrübesiz anlamlarına gelen
ve halk arasında yol-yordam, ilim-irfandan haberdar olmayan
kimse demektir. Cehâlet: Câhilin içinde bulunduğu hâle denir. Ayrıca
cehâlet, ilmin karşısında olmak, bilmemek mânâsını taşır. İlim;
bilmek, her şeyin en iyisi, en hayırlısı olduğu gibi; cehâlet de onun
zıddı, her şeyin en fenâsıdır. İlim sahibi faziletli, yüce kişi sayılırken;
câhil insanlar da bilgiye karşı daima aşağılanan kişiler olarak
bilinirler.
Kur’ân-ı Kerîm, inkârcı kâfirleri: “...Cehâlet içerisinde kalmış (bilgisizliğe
saplanıp kalan) gâfiller”34 olarak zikreder. Yine câhillerden
sakınmak için; “Af yolunu tut, bağışla, mâruf olan şeyleri emret,
33 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y. s. 95-101
34 51/Zâriyât, 11
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
câhillerden yüz çevir.”35 buyurulur. Bilgisiz insanlar körler gibidir:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 36 Aynen “görenle görmeyenin
bir olmadığı gibi.”
Câhil kişiler faziletli, doğru ve ilmi kendine önder seçmiş, akıllı
kişilerden kaçarlar. Çünkü, kendini olduğundan büyük görme
hastalığına tutulan câhiller, tevâzu sahibi bilginlerden hiç bir şey
anlayamazlar. Câhil, her şeyin dış yüzünü görür, kabukta kalır. Her
şeyi bildiğini sanır, boş iddialarda bulunur. Ancak görünenin arkasında
bir de hissedilenin varolduğunu bilemez. Câhilin tedbiri,
düşüncesi köksüz ve çürüktür. Bundan dolayı câhiller için: “Câhil
yaşayan ölüdür”, “Diri iken ölü” denilmiştir. Hazret-i İsa da: “Ben
ölüleri dirilttim fakat câhilleri diriltemedim” buyurmuştur. Halk
arasında hadis olarak bilinen yaygın bir sözde: “Akıllının düşmanlığı,
câhilin dostluğundan daha hayırlıdır” denilmektedir.
Hazret-i Ali (r.a.): “Faziletli kişiler hakkında haset edilir. Câhiller
de ilim sahiplerine düşman kesilirler” buyurmuştur. Eskiden İslâm
toplumlarında âlimlerden birine kızıldığı zaman en büyük ceza
olmak üzere onu câhil bir kişi ile hapsederler veya bir arada yaşamaya
zorlarlardı. “Câhillere para verilse de yüz verilmez” deyimi
çok kullanılan bir deyimdir.
Câhiliyye: Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık
ve bilgi devri olduğu için, Arabistan’da İslâmiyet’in yayılmasından
önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa’dan sonra peygamberimizin
gelmesine kadar geçen zamana “câhiliyye” devri
adı verilmiştir.
Câhiliyye, insanın Allah’ı gereği gibi tanımaması, O’na kulluk
etmekten uzaklaşması, O’nun hükümlerine değil de, kişinin kendi
hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara,
siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Onlar
hâlâ Câhiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet
için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim var?”37 buyurulur. İslâm’ın
hâkim olmadığı ortamlar câhiliyye çağlarıdır. Çünkü İlâhî bilginin
kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm’ın gelişinden önceki
dönemde yaşayan müşrikler Allah’a isyan etmiş, O’nun hükümlerine
sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve câhilce
hayat sürüyorlardı. 38
35 7/A'râf, 199
36 39/Zümer, 9
37 5/Mâide, 50
38 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269
CÂHİLİYYE
- 21 -
Câhiliyyenin Temel Özellikleri;
Câhiliyye Âdetleri
Câhiliyye Arapları’nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları
ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
1) Putlara tapmak: Câhiliyye insanları Allah’ın varlığını kabul
etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında
kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: “Biz onlara ancak
bizi daha çok Allah’a yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz”39 derlerdi.
2) İçki içmek: Şarap içmek âdeti çok yaygındı. Şâirleri her zaman
içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük
bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)’in bildirdiğine
göre İslâm’da içki, Mâide Sûresi’nin doksan ve doksan birinci
âyetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal
bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi
içki akmıştır. 40
3) Kumar oynamak: Câhiliyye çağında kumar da çok yaygındı.
Câhiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar
meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şâirlerinden biri
karısına şöyle vasiyette bulunur: “Ben ölürsem, sen, âciz ve konuşma
bilmeyen, ikiyüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme.”
4) Fâiz yemek: Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri
birbirlerine borç verirler; kat kat fâiz alırlardı. Borç veren kimse,
borcun vâdesi bitince borçluya gelir: “Borcunu ödeyecek misin,
yoksa onu artırayım mı?” derdi. Onun da ödeme imkânı varsa
öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına
çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve
fâizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar’ın bu kötü
âdetlerine dikkati çekerek “Ey iman edenler! Kat kat fâiz yemeyin.”41
buyurmuştur.
Fâizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun
arasını ayıramıyorlar; “Fâiz de tıpkı alış-veriş gibi” diyorlardı. Bunun
üzerine inen âyette: “Allah alış-verişi helâl, fâizi ise haram kılmıştır.”
42 buyrulmuştur.
5) Zinâ etmek: Câhiliyye Araplar’ı arasında fuhuş da nâdir şeylerden
değildi. Câriyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kur’ân-ı
Kerîm’de bu hususa işaretle: “İffetli olmak isteyen câriyelerinizi fuhşa
zorlamayın.”43 buyurulur.
39 39/Zümer, 3
40 Müslim, Eşribe 3
41 3/Âl-i İmrân, 130
42 2/Bakara, 275
43 24/Nûr, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla
ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı.
Fuhuşla ilgili câhiliyye Araplarının şu âdetlerini zikredebiliriz:
Kadın, âdetinden temizlendikten sonra kocası ona (kendisinden
çocuğu olmadığı ve asil bir çocuğa babalık yapmak istediği
için) “şu adama git ve ondan hâmile kal” derdi. Kadın istenilen
adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya
kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip
olmak için yapılırdı.
Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine
girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsî münâsebette bulunurdu.
Kadın hâmile kalıp da doğum yaparsa doğumdan birkaç gün
sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu dâvete
iştirak ederlerdi. Sonra onlara: “Olanları biliyorsunuz, doğum
yaptım” içlerinden birine işaret ederek “çocuğun babası sensin”
derdi. O da bundan kaçınamazdı.
Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak
asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis
heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da
çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. 44
6) Kadına hakkını vermemek: Kadına değer verilmez, hak ve
hukuku tanınmaz, âdetâ bir eşya gibi telâkkî edilip miras alınırdı.
Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen
elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu
halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak
onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya
hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından
kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten
menederdi. Bunun üzerine inen âyette: “Ey inananlar! Kadınlara
zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir.” 45 buyurulmuştur. 46
7) Bazı yiyecekleri kadınlara haram kılmak: Yiyeceklerin bazısı
yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. “Onlar: ‘Bu
hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup,
eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur’ dediler.” 47
44 Buhârî, Nikâh 36
45 4/Nisâ, 19
46 Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/440
47 6/En'âm, 139
CÂHİLİYYE
- 23 -
8) Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek: Câhiliyye
Arapları’nın kötü âdetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri
toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar
telâkkî ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından
yapıyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyetlerde buna işaret
edilir:
“Onlardan birine Rahman olan Allah’a isnat ettikleri bir kız evlât müjdelense
içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi.” 48
“Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü
sorulduğu zaman...” 49
“Ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi
süslü gösterirdi.” 50
9) Ekin ve hayvanlarından putlarına pay ayırmak: Ekin ve
hayvanlarını iki kısma ayırıyor, bir kısmını Allah’ın böyle emrettiğini
sanarak Allah’a veriyor ve bir kısmını da Allah’a eş koştukları
putlarına bırakıyorlardı. Onlar bu bâtıl inanç ve âdetlerinde
biraz daha ileri giderek Allah’ın payına düşeni alıyorlar, onu eş
koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından
alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. “Allah’ın yarattığı ekin ve
hayvanlardan O’na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: ‘Bu Allah’ındır,
şu da ortak koştuklarımızındır’ dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için
verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri
ne kötüydü!”51 Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden
başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken
ve keserken Allah’ın adının anılmasına engel oluyorlardı. 52
10) Bahîra, Sâibe, Vasîle, Hâm gibi inançlara sahip olmak: Bunun
dışında hayvanlarla ilgili şu âdetleri de vardı:
Bahîra; deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa
kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü
sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna “Bahîra” derlerdi.
Sâibe; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi.
Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.
Vasîle; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa
putları için olurdu. Şâyet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz
48 43/Zuhruf, 17
49 81/Tekvîr, 8-9
50 6/En'âm, 137
51 6/En'âm, 136
52 6/En’âm, 138
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna “Vasîle”
derlerdi.
Hâm; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı
haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.
11) Hac ile ilgili birtakım bâtıl inançlara sahip olmak: Bütün
bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım
âdetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların
bazılarının, kendilerini Allah’a (c.c.) daha çok yaklaştırdıklarını
ileri sürüyorlardı.
İbn İshak şunları aktarıyor: “Kureyş, ya Fil olayından evvel
veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid’at ortaya
çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asâlet-i diniye iddiasından
ibarettir.” Bunlar: “Biz, İbrahim’in evlâdıyız, ehl-i Harem biziz,
Beyt’in sahibiyiz, Mekke’nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden
hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara
sahip değildir. Binâenaleyh biz, bu müstesnâ mevkiimizin şeref ve
itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem hâricinde hiçbir şeye
ta’zim etmeyip bütün hürmetlerimizi Harem dâhilinde sunmalıyız.
Meselâ, Arafat’ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup
vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi
tenzil eder” diyorlardı.
İbn İshâk devamla: “Kureyşliler bu asâlet fikrini ortaya koydu
ve uygulamaya da başladı. Arafat’a çıkmayı, Arafat’tan ifazâyı
terk ettiler. Herkes Arafat’ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife’ye
giderler, orada dururlardı. Ve “Biz ehlullahız, Harem-i Şerif’in
hâdimleriyiz” diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat
bunlar, Arafat’ta vakfe etmenin İbrahim’in (a.s.) dini gereği olduğunu
biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş’e
iltihak etmişlerdi.
Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdâhaleye kadar
ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt’in ilk
tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar.
Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki âdi bir elbise ile gelip
tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.
Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzâdelere mahsus bir elbisesi
olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı
kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.
Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah’a
(s.a.s.) iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam
CÂHİLİYYE
- 25 -
etti. Daha sonra da A’râf sûresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. âyetlerinde,
çıplak tavaf ile birlikte diğer bid’atler de yasaklanmıştır.
Ebû Hüreyre (r.a.)’den gelen bir rivâyete göre, Ebû Bekr es-
Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc’ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından
Hac Emîri olarak (Mekke’ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr
de Ebû Hureyre’yi Kurban Bayramı’nın ilk günü Mina’da büyük
bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. “Ey
Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da
Kâbe’yi tavaf etmeleri yasaktır” demiştir.53 Fakat onlar bunu kabule
yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır.
“Onlara: Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman:
‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter’ derler. Ataları bir şey
bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?” 54 İslâm,
topluma hâkim olunca bütün bu câhilî sistemin ilkel davranışlarını
tamamen yasaklamıştır. 55
Bütün bunlara baktığımızda, câhiliyye’nin bir inanma biçimi
olduğunu görüyoruz. Câhiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek,
anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre
câhiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış
biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan,
eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre
kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; câhilî sistemler ve hükümlerdir.
Câhiliyye; insanın insan irâdesinin dışındaki unsurlar üzerinde
toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan
bir sistemin; beşeriyeti Allah’a ibâdetten uzaklaştırıp, herhangi
bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin
adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık
çağı efsânelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle
ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm,
câhiliyyenin bir görüntüsüdür. Kısaca câhiliyye, Allah’ın hükmünden
başka hüküm arayan ve Allah’ın hükmünden başka hükme
rızâ gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. 56
Câhiliyye kavramı, hakka ve hakikate dayanmayan her türlü
itikadî ve amelî unsurları içine alan bir kavramdır. Şimdi câhiliyye
devrinin kanunları üzerinde duralım. Niçin “câhiliyye devrinin
adâlet ve hukuk sistemi” demiyoruz? Buradaki incelik şudur:
53 S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, c. 6, s. 13
54 5/Mâide, 104
55 5/Mâide, 103
56 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Adâlet ve hukuk kelimeleri, İslâmî birer ıstılâhtır. Adâlet, Allah
Teâlâ’nın (c.c.) emrine uygun şekilde amel etmektir. Buna riâyet
eden müslümana âdil, riâyet etmeyene de fâsık denilir. Hukuk ise,
hak kelimesinin çoğuludur ve lugat mânâsı, bâtılın zıddıdır. Kanun
mefhûmu, İslâmî bir ıstılâh değildir. Câhiliyye devrinin kanunları,
bâtıl şeriatten çıkarılmış birer kuraldan ibarettir.
Câhiliyye devrinde gerek bedevî (göçebe), gerekse medenî
(şehirli) hayat yaşayan Araplar arasında, yazılı metne dayanan bir
kanun sistemi yoktur. Bu devirde Arap Yarımadası’nın her tarafında
değişik kanunlar yürürlüktedir. Yemen bölgesinde kanunlar,
hükümdarların emirleri ile sınırlıdır. 57
Kuzeyde, Suriye ve Filistin çevresinde Roma Kanunları tatbik
edilmiştir. 58 Doğu ve Kuzey-doğu bölgelerinde ise Zerdüşt dini
tesirindeki Sasani Kanunları mevcuttur. Öte yandan bu bölgede
bulunan Hıristiyanlar, beşerî münasebetlerinde Roma Kanunları
ile karışık kilise örf ve âdetlerini esas almışlardır. Hicaz bölgesine
gelince, bu bölgedeki yahûdiler Tevrat ve şerhi Talmut hükümleriyle
hareket etmişler, onlarla ihtilat halinde bulunan Araplar da
Yahudi kanunlarına bağlı kalmışlardır. 59
Yazılı olmayan ve bir usûle dayanmayan câhiliyye kanunları,
atalarından gelen örf ve âdete istinat etmektedir.60Nitekim, Mekke
şehir devletinin kanunî müeyyideleri yazılı değildir. Tamamen
örf ve âdete dayanan bir kanun devleti söz konusudur. Mekke’de
yaşayan bütün kabile ve aşiretleri bağlayıcı kanunların, Dâru’n-
Nedve adı verilen ve Kâbe’nin tam karşısında bulunan meclisten
çıkarıldığı sâbittir. Bu meclisin üyeleri, kırk yaşını doldurmuş ve kabilelerinin
tasvibini almış kimselerden oluşuyordu. Her kabilenin
bir tâgûtu vardı. Dâru’n-Nedve meclisinin ilk başkanı Kusayy, ondan
sonra yerine geçen oğlu Abdü’d-Dar’dır.61 Câhiliyye devrinin
siyasî rejimi, kabile ve aşiret esasına dayanan ilkel bir demokrasidir.
Örf ve âdete dayanan kanunî müeyyideleri uygulama yetkisi
tâgût denilen kabile reisine bırakılmıştır. 62
Câhiliyye devrinde, ceza kanunları intikam esasına dayanmaktadır.
Adam öldürme suçu, umumiyetle kan dâvâlarını gündeme
getirmiştir. Ölenin velisinin, öldürenden intikam almaya
kalkışması ile başlayan fesad,·çoğu zaman kabileler arası savaşa
57 N. Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, s. 28
58 İslâm Ansiklopdesi, c. IV, s. 615 -Fuat Köprülü, "Fıkıh" maddesi-.
59 Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm, Beyrut 1969, s. 227
60 Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara 1963, s. 17
61 Mustafa Çelik, Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, s. 32-33
62 İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, Kahire 1955, c. I, s. 52. Ayrıca Dr. H. İbrahim
CÂHİLİYYE
- 27 -
dönüşmüştür. Bununla beraber, kasıtsız adam öldürmede başvurulan
tatbikat, diyet usûlüdür. 63
Eğer katil bulunamazsa, maktulün velisinin isteği üzerine
kasame usûlüne başvurulur. Bu usûl, maktulün bulunduğu yer
ahâlisinden elli kişinin maktulü öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine
dair yemin etmeleridir.64Bazı kaynaklarda, câhiliyye
döneminde Zu’l-Mecasidi’l-Yeşkûri isimli birisinin, mirastan kız çocuğuna,
erkek çocuğuna verdiği hissenin yarısı kadar hisse verdiği
belirtilmektedir.65 Aynca câhiliyye döneminde Kureyşliler, hırsızlık
yapanın elini kestikleri ve yol kesenleri astıkları zikredilmektedir.66
Bu haberler, bizi önemli bir mesele ile karşı karşıya getirmektedir.
Acaba daha önce zikrettiğimiz câhiliyye devrindeki diyet ve kasame
uygulaması veya hırsızın elini kesme cezası münferit vak’alar
mıdır? Yoksa örfî kanuna dâhil bir tatbikat mıdır? Bir başka ifadeyle
Allah Teâlâ’nın (c.c.) kitabı ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tatbikatı
ile teşrî edilmiş olan67 miras ve ceza hukukuna ait bu hükümleri,
İslâm ibka mı etmiştir? Eğer ibka etti ise bunun kaynağı nedir?
İslâm ahkâmına uygun olan (sözkonusu tatbikatlar) câhiliyye
devrinde meydana gelen münferid hâdiselerdir. Kitabu’l-
Muhabber’de miras tatbikatıyla ilgili haber; “Câhiliyyede kız çocuğuna
ilk defa miras veren... ilk defa kız çocuğuna bir, erkeğe
iki hisse takdir eden kimse...” şeklindedir. Bu ifadelerdeki “ilk
defa” kaydı, üzerinde durulan miras tatbikatının daha öncelerden
gelen köklü bir tatbikat olmadığını gösterir. Diğer taraftan
Sahih-i Buhari’de İbn Abbas’tan şöyle bir rivâyet vardır: “Öteden
beri, ölenin malı erkek çocuğun olur ve vasiyet ana-babaya yapılırdı.
Allah bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde neshetti.
Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını... takdir etti.”68 İbn
Abbas’ın bu haberi, Kitabu’l-Muhabber’de verilen mâlûmatı cerh
etmektedir. Zira nesh, mutlak mânâda bir hükmün yürürlükten
kaldırılıp yerine yeni bir hüküm getirilmesidir. Dikkat edilirse İbn
Abbas, “Allah Teâlâ (c.c.) bu tatbikatı, irâdesine uygun bir şekilde
neshetti. Erkek evlâda kıza verilen hissenin iki katını takdir etti.”
63 Ahmed Emin, a.g.e., s. 225-226
64 İmam Nevevî, Şerhu Müslim, Kahire ty. c. IV, s. 227
65 İbn Habib, Kitabu'l-Muhabber, Beyrut ty., s. 324
66 Kurtubî, el-Câmii li Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, c. VI, s. 160. Ayrıca, İbn
Habib, a.g.e., s. 327, 328
67 4/Nisâ, 11; 5/Mâide, 38; Sahih-i Buharî, K. Hudud, c. VIII, s. 15-16; Sahih-i
Müslim, K. Hudûd; Sünen-i Tirmizî, K. Tahâre 110/272, no: 145; İmam Ahmed
b. Hanbel, el-Müsned, c. II/177
68 İbn Haceri’1-Askalânî, Fethu'l-Bâri, Kahire 1348, s. 197. Ayrıca Bedrüddin-i
Aynî, Umdetü'l-Kari, İstanbul 1308, c. VI, s. 485; Sahih-i Buharî, K. Tefsir, c.
V, s.178
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
demiştir. O halde câhiliyye devrinde, İslâmî hükme uygun olan
tatbikat, münferit bir vâkıa olarak kalır ve İslâm dininin bunları
ibka etmesi diye bir şey sözkonusu olamaz. Nitekim Ebû Ca’feri’t-
Tahâvî: “Bir miras, İslâm’dan önceki devirde İslâmî hükümlere uygun
olarak taksim edilmiş veya hırsızlık yapan bir kimseye aynı
şekilde İslâmî esaslara uygun ceza verilmişse, mâhiyeti itibariyle
aynı bile olsalar, bunlar İslâmî hükümlere dâhil edilemezler. Çünkü
teşrî kaynakları farklıdır.”69 diyerek bir inceliğe işaret etmiştir.
Dolayısıyla “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine göre
teşekkül eden meclislerin çıkardığı kanunları, İslâmî bir hüküm
olarak değerlendiremeyiz. Câhiliyye kavramının, bu mâhiyet içerisinde
değerlendirilmesi gerekir. 70
Câhiliyye Şirk; İlim de İslâmiyet’tir
Cehâlet Nedir? Cehl, ilmin zıddıdır. Üç türlü cehâlet vardır.
Birincisi, nefsin ilımden boş ve uzak olmasıdır. Aslolan da budur.
İkincisi, hakikatin yani yapılması gerekenin hilâfına/zıddına bir
şeyi yapmaktır. Bu hususta ister sahih bir itikada sahip olsun, isterse
fâsit bir itikada sahip olsun durum mıüsâvidir. Namazı kasden
terk etmek gibi. Şu âyeti buna misal verebiliriz. “Bizimle alay
mı ediyorsun?’ demişlerdi. O da ‘câhillerden olmaktan Allaha sığıınırım’
demişti.” 71
Alay etmek cehâlet olarak belirtılmiştir. Üçüncüsü, hakikatın
hilâfına bır şeye inanmaktır. “Câhil’ kelimesi bazen kötülemek yoluyla
zikredilir ki, çoğunlukla bu şekilde kullanılır. Bazen de zem
maksadı olmaksızın zikredilir. Şu âyette olduğu gibi: “… Bilmeyen
kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder...”72 Âyette geçen
“câhil” kelimesinden, zemmedilen câhillik kast edilmemektedir. 73
Câhillik; bilgisizlik, görgüsüzlük, gençlik, toyluk, tecrübesizlik
ve bu yüzden işlenen kusurları içerir.
Gazâli’ye gore insanları, Allah’ın nimetlerine şükretmekten
alıkoyan, cehâlet ve gaflettir. Nimetleri bilmemeleri bu iki sebebe
bağlıdır. Nimete şükür ise, ancak onu bildikten sonra mümkündür.
Nimeti tanıyanlar olmuş ise de, şükürden maksadın, nimetle
murat edilenin, Allah’a ibâdet hikmetini tamamlamaktan ibâret
olduğunu bilmemişler ve yalnız “Allah’a hamdol sun, Allah’a
69 Tahâvî, Şerh-i Meâni'1-Âsâr, Haydarabad 1333, c. IV, s. 245
70 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 75-79
71 2/Bakara, 67
72 2/Bakara, 273
73 Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, s. 143; Firûzâbâdî, Besâir
II/405-406
CÂHİLİYYE
- 29 -
şükrolsun” dernekle yetinmişler ve bunu da şükür sanmışlardır.
Nimetten gaflete gelince, bunun da iki sebebi vardır. Birincisi,
insanlar cehâletleri sebebiyle umûma âit olan ve kendilerini de
sekînete erdiren birçok şeyi nimet saymamalarıdır. Umûmî olup
yalnız kendilerine mahsus olmayan sebepleri nimet saymazlar. Örneğin;
Hava nimetine karşı aldırış etmez ve bunun şükrünü edâ
etmezler. Düşünmezler ki, boğazları sıkılıp bir an havasız kalsalar
ölürlerdi. Şâyet bazı kimseler hamamın sıcak havasında veya kuyunun
ağır rutûbetli havası içinde bir müddet alıkonsalar, havasızlıktan
ölürlerdi. Şâyet onlardan biri, bu iki husustan biriyle sıkıntıya
mâruz bırakılıp, sonra kurtularak temiz havaya kavuşsa, o zaman
havanın ne büyük bir nimet olduğunu anlar ve hemen Allah’a
şükrederlerdi. Zira böyle kimselere şükrettirebilmek için önce ellerindeki
nimeti alıp bazen de iâde etmek lâzımdır. Hâlbuki devamlı
elde bulunan nimete şükretmek daha evlâdır. 74
Gözleri gören bir kimse, bu nimete şükretmez. Ancak gözleri
kör olduğu zaman, onun kıymetini takdir eder. Şâyet gözü tekrar
ona iâde edilse o vakit nımetin kıymetını hısseder ve şükreder ve
onun bir nimet olduğunu anmaya başlar ki, bu doğru bır davranış
değildir. Doğrusu, devamlı olarak gören göz nimetine şükretmektir.
Allah’ın rahmeti geniştir. Herkese her hal u kârda nimetini bol
bol vermişitr. İnsanlar umûmî nimetleri görmemezlikten gelirler.
Ancak özel olarak kendilerine verilen servetin azlığı veya çokluğu
nisbetinde şükrederler. Yani çok olursa şükreder, az olursa şikâyet
ederler. Ama Allah’ın herkese ve bu meyanda kendılerine verdiği
umumî nimetin farkında olmazlar. 75
İnsanın fıtratında câhillik ve bildiğıni tatbik etmeme özelliği
vardır. Onun câhilliği zâlimliği ile beraberdir. Yapıp yapamayacağını
hiç düşünmeden bir görevi üstlenmesi, bu sıfatından kaynaklanır.
Kendisini daima her şeye lâyık görür. Emâneti, ona lâyık
olup olmadığına bakmaksızın yüklenir (üzerine alır ve yerinde
kullanmayarak ihânet eder). Nitekim şu âyette insanın bu yönlerine
işâret edilmektedir: “Biz emâneti göklere arz ve dağlara teklif ettik
de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ondan korktular da onu insan
yüklendi (üzerine aldı ve yerinde kullanmayarak ihânet etti). İnsan cidden
çok zâlim, çok câhil bulunur.”76İnsan yalnız, diğer yaratıkların, hatta
kâinâtın kabul etmediği mes’ûliyeti yüklendiği (yani emâneti korumadığı)
için câhil değildir. Bır şeyin doğruluğunu bildiği halde
yapmaması da onun cehâletini ortaya koymaktadır. Şu âyeti buna
74 Gazâli, İhyâ, IV/129
75 Gazâli, İhyâ, IV/129
76 33/Ahzâb, 72
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
misal verebiliriz. “Hûd da! ‘İlim/bilgi ancak Allah’ın katındadır. Ben size,
bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat ben sizin câhil bir kavim olduğunuzu
görüyorum’ dedi.” 77
İnsan, bazen inanmadığı bir şeyi kabul etmek için delil ister.
Hatta görmek ister. Hâlbuki bu isteği, onun doğru yolu benimseyeceği
için değildir. İşte böyle kabul etmeyeceği bir şeyi istemesi
ânında cehâletini ortaya çıkarır. Yani, böyle bir durumu istemesinin
temelinde cehâlet sıfatı yatmaktadır. Şu âyetleri bu konuya
örnek verebiliriz: “Eğer hakikaten biz onlara melekleri indirseydik, ölüler
de kendileriyle konuşsaydı, bütün varlıkları karşında toplayarak senin
doğruluğuna şâhit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe, yine şüphe
yok ki, iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu câhillik ediyorlar.” 78
Çok câhil anlamına gelen “cehûl” sıfatının, ‘çok zâlim”
mânâsına gelen sıfatla birlikte insanın özelliğini aynı âyette
bildirmeleri,79 insanın mayasında cehâletin varlığına işaret ettiği
düşünülebilir. Câhil, nimeti görmemezlikten gelip şükre yanaşmayan
bir insandır. Bu karakter, onun fıtratında var olan cehâlet sıfatından
neşet etmektedir. 80
İslâm’a Göre İlim/Bilgi: Bilgi (ilim) için birçok tanımlar yapılmakla
birlikte, İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini
idrâk etmek” ve “mâlûm olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu
anlayışa göre, yanlış mâlûmâta ilim (bilgi) denilemez.
Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine
sebep, bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
“Rabbim ilimce herşeyi kuşatmıştır.”81 “İlim ancak Allah katındadır.” 82
Kur’ân-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden
kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim,
Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek
anlamıyla müslümandır. Burada ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek
gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir
geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi
demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan İlâhî nur
olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile
olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin
oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir.
77 46/Ahkaf, 23
78 6/En’âm, 111
79 33/Ahzâb, 72
80 Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Y. s. 119-121
81 6/En’âm, 80
82 46/Ahkaf, 28
CÂHİLİYYE
- 31 -
Allah’ın, kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde
insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife
vasfını kazanmıştır. Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka
kullanması gereken araçların başında ilim gelir.
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri,
vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vâsıtalarının içine katmazlar.
Bundan dolayı, bilim câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür.
Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler,
hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeti) bir
arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi
olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine
kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak faraziyelere,
dayanaksız teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye
kitlelere yutturmaktadırlar. “…Onlar Kitab’ı bilmezler. Onların bildiklerinin
hepsi, sadece zan ve tahminden ibârettir (bilmezler, fakat bilgiçlik
taslarlar).”83; “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz
zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta
olduklarını çok iyi bilendir.”84; “…Onlar zanna ve nefislerinin aşağı
hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici
gelmiştir.”85 Bu gerçekten dolayıdır ki, mü’minler uyarılır: “Ey iman
edenler! Zandan çokça kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır…”86
Zâten şirkin temeli de zannın en kötüsü olan Allah hakkında kötü
zanda bulunmaktır. 87
Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem’in
sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir.
Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mâhiyetini
kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır.
Şirk cehâletin; tevhid de ilmin arkadaşıdır: “İşte dosdoğru
din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”88 İbn Kesir, bu âyetin
tefsirinde şöyle diyor: “Yani, insanların çoğu cehâlet sebebiyle
müşriktir.” Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde insanların çoğunun
câhil olduğu ve bu yüzden şirke düştükleri bildirilmiştir. İşte bunlardan
birkaçı: “Hamd Allah’a âittir, de. Fakat insanların çoğu
bilmezler.”89; “Biz onları, yalnızca hak ile yarattık. Fakat insanla-
83 2/Bakara, 78
84 10/Yunus, 36
85 53/Necm, 23
86 49/Hucurât, 12
87 3/Âl-i İmrân, 154; 48/Fetih, 6; 10/Yunus, 60
88 12/Yusuf, 40
89 31/Lokman, 25
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
rın çoğu bilmezler.”90; “Onun (asıl) koruyucuları sadece korkup
sakınanlardır. Ancak onların çoğu bilmezler.” 91
Allah birçok âyette, insanların çoğunu câhillikle ve ilimsizlikle
vasfetmiştir; aynen insanların çoğunun müşrik ve doğru yoldan
sapanlar olduunu zikrettiği gibi. “Onların çoğu ancak şirk koşarak
Allah’a iman ederler.”92; “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyarsan,
seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”93 Bu zikredilen âyetler açıkça şuna
delâlet eder: İnsanların çoğu şirk ve cehâlet vasfını birlikte taşımaktadır.
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim
ilk defa Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır.
Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî mânâda karşılığı yoktur.
Bu bakımdan Yüce Allah’ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler
olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir kavram da olmazdı. Ve
ilim haysiyetine sahip biri de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve
câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar
da derde devâ bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde
geçmektedir; hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları
hâriç tutulmak üzere. Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı,
bu âlemde “bilinecek” ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı
gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin
dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu
bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için
anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren,
kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini
bahşeden bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür
toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı
ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı
bir şekilde konusu ve gâyesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle
müslümana mahsus ilmi tanımak için Saâdet asrına bakmamız
en uygundur. Bu gözle incelendiğinde hemen kolayca anlaşılır ki,
Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının insanlara tebliğ edildiği ilk
dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah Rasûlü’nün söylediği
ve yaptıklarından başka ilme konu olacak hiçbir malzeme
mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile
90 44/Duhân, 39
91 8/Enfâl, 34
92 12/Yusuf, 106
93 6/En’âm, 116
CÂHİLİYYE
- 33 -
beraber “hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının,
insanların kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibâretti.
Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da
bunları ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan
da aralarında müzâkere ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı.
Daha da önemlisi, bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski
bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine göre vaziyet alıyorlardı.
Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında ve tavırlarında
bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen
Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen
ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri,
vahy kitabı Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu?
Rasûlullah ve ashâb “oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor
ki, ilme konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün
sünneti idi. Kadın-erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle
bundan başkası olduğu söylenemez. Bu bakımdan, özellikle
müslümanlar için ilim söz konusu olduğu ve İslâmî bir ilke olarak
ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman, ilim lafzının kapsamı olarak:
Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını bilmeliyiz.
Bu iki esasın özünü ve ruhunu, mânâsını ve mesajını aksettiren her
nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir yazılı
eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine
esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı
daha iyi anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibâret olduğu herhalde
anlaşılmıştır. Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Peygamber de
o dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak
“getirdiği şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu.
Allah’ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle
din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti
ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti öğretiyor”du.94 Görülüyor
ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak bu Kitap’la kurtulabilir
insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu
Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş
ve Kıyâmete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız
bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine
yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan
dosdoğru yola girmiş olacaktır.
94 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum'a, 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibâret olduğunu,
Peygamberimiz’e “Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten
sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun.”95 şeklinde hitap
edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki “sana ilim geldikten sonra”
ifadesinden, ilmin İslâm mânâsına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü
Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı konu
ve yine onu gâye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim
olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer
mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye
Allah’ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah’tan
uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların
faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an ve Sünnet temel kaynaktır
müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel kaynakları anladıktan
ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci derecede
önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile
öğrenilen bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete
yönlendirilir.
Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan
okunan şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana
yediği şeyler zararlı olduğu ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam
bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip olmayan kimsenin okuduğu
şeyler de onun fesâdını arttırır. İslâm, temel kaynaklarıyla okunup
anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez. Çünkü Hak
bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz
mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu
âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından
öncelikle istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi,
Rab’lığının kabul edilip O’na teslim olunmasıdır. Bu cümleden
olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi de ilk istenen
şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”,
ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak
sûrette belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim
tavsiye edilmiştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde
bir imana sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 96
Zaten İmam Gazali’nin de belirttiği gibi asr-ı saâdettte de
“ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin hükümlerini
kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle
ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya
95 2/Bakara, 145
96 Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y. s. 50 ve devamı
CÂHİLİYYE
- 35 -
başladılar.97 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gâye
çoğu zaman kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan
“araç” olmaktan çıkarak başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek”
haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok
daha etkinleşip azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını
çok boyutlu ve yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor.
O yüzden İslâm, “câhil” ünvanını hiç bilmeyen bilgisize
değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e sahip olmayan ve vahyi
kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik ve hatta ilkellik,
bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim, maldan çok daha hayırlıdır. Onun için ilim, kendinden
daha düşük bir şeye âlet ve köle yapılmamalı; ilmi basit dünya
menfaati uğrunda kullanmamalı, ilmi ve ilim sahibini harcamamalıdır.
İlmin kapısı Hz. Ali, şu tavsiyelerde bulunur: “Sana söyleyeceklerimi
iyi belle. İlim maldan hayırlıdır. İlim seni korur; malı ise
sen korursun. İlim amel edildikçe ve başkalarına verildikçe artar;
mal ise harcandıkça eksilir. İlim âlime hayatında itibar kazandırır,
ölümden sonra da hayırla anılmasına vesile olur; malın sağladığı
yalancı itibar malla birlikte tümden kaybolur. Nice zenginler vardır
ki hayatta iken ölüdürler; Âlimler ise dünya durdukça hayattadırlar.”
98
Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de câhiliyye kelimesi, toplam 4 yerde geçer. 99
Câhiliyye kelimesinin kökü olan “c-h-l” ve türevleri ise toplam 24
yerde zikredilir.
Câhiliyye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli
var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimiz’den
önceki dönem câhiliyye devri olduğu gibi; günümüz modern
câhiliyyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyyedir. Câhiliyyenin, kendine
göre (Allah’a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk
anlayışı ve devlet görüşü vardır. Kur’an’da câhiliyye kelimesinin
geçtiği dört âyet, câhiliyyenin temel dört görünüşünü ifade eder:
a- Câhiliyyenin inanç sistemi, Allah hakkındaki zannı: “...Kendi
canlarının kaygısına düşmüş bir grup da, Allah hakkında haksız olarak
câhiliyye zannına kapılıyorlardı.” 100 Dolayısıyla vahye/ilme dayanan
97 Gazâlî, İhyâ-i Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 54
98 M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü's-Sahâbe, 4/1503
99 3/Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
100 3/Âl-i İmrân, 154
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
bir inanç değil; zanna ve cehâlete dayanan bir inanç câhiliyyenin
özelliğidir.
b- Câhilî yaşayış biçimi, câhiliyye taassub ve barbarlığı: “O
zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...”101 Dolayısıyla câhiliyyenin kendine has, İslâm dışı
bir hayat tarzı, dünya görüşü söz konusudur.
c- Câhiliyye ahlâk anlayışı/ahlâksızlığı: “(Ey peygamber hanımları!)
evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp
saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin...”102İslâm
ahlâkıyla bağdaşmayan modern bazı tavır ve kıyafet/kıyafetsizliğin
eski câhiliyyenin devamı olduğu anlaşılmaktadır.
d- Câhiliyyenin hüküm, yönetim ve devlet anlayışı: “Yoksa onlar
câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükmü/
hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”103 Demek ki, Allah’ın
hükmüne dayanmayan câhiliyye yönetimi, İslâm öncesi câhilî yönetimin
hortlatılmasından başka bir şey değildir.
Kur’an’ın ifâdelerinden anlaşılan odur ki; câhiliyye mensûbu
câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,104 azap, mûcize istemekle
Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak
kurar, yalancıdır, kıskançtır.105 Şirke dâvet eder.106 Allah’a yalan
isnad eder.107 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan
olağanüstü şeyler göstermelerini talep eder.108 Allah hakkında
kötü zanda bulunur.109 Kavmiyetçidir.110 Ayrıca açılıp saçılmak,111
zinâ etmek112 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün
özlemi içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen
insanlardır.113Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden
uzak durmanın yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,114
Allah’tan kâfirleri bağışlamasını istememeli115ve fâsıkların getir-
101 48/Fetih, 26
102 33/Ahzâb, 33
103 5/Mâide, 50
104 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
105 12/Yusuf, 89
106 25/Furkan, 63
107 2/Bakara, 67
108 6/En’âm, 35
109 3/Âl-i İmrân, 154
110 48/Fetih, 26
111 33/Ahzâb, 33
112 12/Yusuf, 33; 4/Nisâ, 17
113 5/Mâide, 50
114 7/A’râf, 119
115 11/Hûd, 46
CÂHİLİYYE
- 37 -
dikleri haberleri aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar.
116
“Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir
uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine
düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye zannıyla zanlara kapılarak:
‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki: ‘Şüphesiz işin tümü
Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar. ‘bu
işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’ diyorlar. De ki: ‘Eğer
evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine
devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sînelerinizdeki denemek ve
kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sînelerin özünde saklı
duranı bilendir.” 117
“Yoksa onlar câhiliyye hükmünü/yönetimini mi istiyorlar? İyi anlayan
bir topluma göre, Allah’tan daha güzel hükmü/yönetimi olan kim olabilir?”
118
“Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşrû) kılmamıştır. Fakat
kâfirler, yalan yere Allah’a iftirâ etmektedirler ve onların çoğunun da
kafaları çalışmaz. Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği
vakit: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları
hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 119
“(Ey peygamber hanımları!) evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye
(devri kadınları)nın açılıp saçılarak, zînetlerini göstererek yürüyüşü gibi
yürümeyin...” 120
“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, câhiliyyet taassubunu
yerleştirmişlerdi...” 121
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık (günahtan korkmayan, açıktan günah
işleyen) birisi size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa cehâlet
sonucu (farkında olmadan) bir topluluğa kötülükte bulunursunuz da,
sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” 122
“Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum. Benim
ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim.
Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte
olan bir kavim görüyorum.” 123
116 49/Hucurât, 6
117 3/Âl-i İmrân, 154
118 5/Mâide, 50
119 5/Mâide, 103-104
120 33/Ahzâb, 33
121 48/Fetih, 26
122 49/Hucurât, 6
123 11/Hûd, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç
bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz
câhillik etmekte olan bir kavimsiniz.” 124
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde
eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak
Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi
câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 125
“İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir kötülük işler, sonra tevbe eder
ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır, merhamet edendir.”
126
“Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük
yapanların, sonra hemen tevbe edenlerinkidir.” 127
“(Nuh, boğulmak üzere olan müşrik oğlu için dedi ki:) ‘Rabbim şüphesiz
benim oğlum âilemdendir ve Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen
hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir.
Çünkü o, sâlih olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin
olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum.’ Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden
istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet
etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 128
“Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir âyet getirmek
için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya
gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidâyet
üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 129
“(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine çağırdıkları
şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan
onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece) câhillerden olurum.”
130
“Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın,
oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden
yüzçevir.” 131
124 27/Neml, 55
125 46/Ahkaf, 22-23
126 6/En’âm, 54
127 4/Nisâ, 117
128 11/Hûd, 45-47
129 6/En’âm, 35
130 12/Yusuf, 33
131 7/A’râf, 198-199
CÂHİLİYYE
- 39 -
“Yoksa Allah, yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğulları size
mi ayırdı?! Rahmân’a isnat edilen kız çocuğuyla, onlardan biri müjdelenince
hiddetinden yüzü simsiyah kesilir. Süs içinde yetiştirilip savaş edemeyecek
olanı istemiyorlar mı? Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri
de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışını mı gördüler? Onların bu
şâhitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir.” 132
“Onlar (müşrikler), kızları Allah’a -ki Allah bundan münezzehtir-, beğenip
hoşlandıklarını (erkek çocukları) da kendilerine nisbet ediyorlar.”133
(Huzâa ve Kinâne kabîleleri, ‘melekler, Allah’ın kızlarıdır’ diyorlardı.
Hâlbuki kendileri kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı.
Nitekim bundan sonraki âyetler onların kız çocuklarına karşı
takındıkları tavrı çok iyi tasvir etmektedir.)
“Onlardan biri kız ile müjdelendiği zaman, öfkelenmiş olarak yüzü
kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden
gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde kalarak yanında tutacak mı,
yoksa toprağa mı gömecek? (Bunu düşünür durur). Bakın ki, verdikleri
hüküm ne kadar kötüdür!” 134
“Diri diri toprağa gömülen kızlara, ‘suçunuz neydi, hangi günah sebebiyle
öldürüldünüz?’ diye sorulduğunda... her kişi (hayır ve şerden)
neler yapıp getirdiğini anlar.” 135
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.
Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü, (yabancı erkeklere
karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü
ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde
vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini
göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin,
Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi
(kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde
okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin
iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.” 136
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek
elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey
Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi,
132 43/Zuhruf, 16-19
133 16/Nahl, 57
134 16/Nahl, 58-59
135 81/Tekvîr, 8-9, 14
136 33/Ahzâb, 32-34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları,
iman etmeyenlerin dostları kıldık.” 137
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da
korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır.
Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min
kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus
ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç olmak üzere, ziynetlerini
teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.
Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının
oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin
oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri),
erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler
yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında
olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte
oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri
üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a
tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” 138
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
(bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini)
üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması
ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok
merhamet edendir.” 139
“Onlara (müşriklere): ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar,
‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları
bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını
işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve
körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” 140
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin’ denildiği vakit, ‘babalarımızı
üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter’ derler. Ataları hiçbir şey
bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?” 141
“Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: ‘Babalarımızı bu yolda bulduk.
Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Allah kötülüğü emretmez.
Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” 142
137 7/A’râf, 26-27
138 24/Nûr, 31
139 33/Ahzâb, 59
140 2/Bakara, 170-171
141 5/Mâide, 104
142 7/A'râf, 28
CÂHİLİYYE
- 41 -
“(Âd kavmi, peygamberleri Hûd (a.s.)’a) Dediler ki: ‘Sen bize tek
Allah’a kulluk etmemizi ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız
için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) getir.
(Hûd) dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir azap ve bir gazab/hışım inmiştir.
Haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın
taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse,
şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 143
“Kıyâmet gününde, ‘Biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları
kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar
da), ‘Evet (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler. Yahut (ne yapalım)
daha önce babalarımız Allah’a şirk/ortak koştu, biz de onlardan sonra
gelen bir nesildik, (onun için biz de onların izinden gittik. Ahd’i) iptal
edenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” 144
“Onlar (Firavun ve toplumu) dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz
(dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun
diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.” 145
“(Medyen halkı) Dediler ki: ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları)
bırakmamızı yahut mallarımızda (eksik veya fazla verme hususunda)
dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Hakikaten
sen yumuşak huylusun, çok akıllısın, (diyerek alay ettiler).” 146
“O halde onların tapmakta oldukları şeylerden (bu şeylerin onları azaba
götürdüğünden) şüphen olmasın. Çünkü onlar ancak daha önce babalarının
taptığı gibi tapıyorlar. Biz onların (azaptan) nasiplerini mutlaka
eksiksiz olarak vereceğiz.” 147
“(Yusuf dedi ki:) Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi,
yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Siz, Allah’ı bırakıp sadece sizin ve
atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlere tapıyorsunuz. Allah onlar
hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm Allah’tan başkasının
değildir. O da Kendisinden başkasına ibâdet etmememizi emretmiştir.
İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 148
“Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin? Şu halde
eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi ki: ‘İlim ancak
Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum, ancak sizi
câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.” 149
143 7/A’râf, 70-71
144 7/A’râf, 172-173
145 10/Yûnus, 78
146 11/Hûd, 87
147 11/Hûd, 109
148 12/Yûsuf, 39-40
149 46/Ahkaf, 22-23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
“Gerçek şu ki, Biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı
ve her şeyi karşılarına toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine
onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu câhillik ediyorlar.” 150
“Onların da (Allah evlât edindi diyenlerin), atalarının da bu konuda
hiçbir bilgisi yoktur. (Onların küfür ve iftira husûsunda) ağızlarından
çıkan bu söz ne büyük oldu! Çünkü yalandan başka bir şey söylemiyorlar.”
151
“Andolsun Biz, daha önce İbrâhim’e de hidâyet, dürüstlük ve bilgi
gücü vermiştik. Biz onu iyi tanırdık. O, babasına ve kavmine: ‘Şu karşısına
geçip tapmakta olduğunuz heykeller nedir böyle?’ demişti. Dediler ki:
‘Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.’ ‘Doğrusu, dedi,
siz ve babalarınız, açık bir sapıklık içindeymişsiniz.” 152
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli
ateşin azabına çağırıyor idiyse!” 153
“Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: ‘Bu, sizi
babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası
değildir. Bu (Kur’an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.’
Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler de: ‘Bu, apaçık bir büyüdür,
başka bir şey değildir’ dediler.” 154
“Sonra kesinlikle onların dönüşü, çılgın ateşe olacaktır. Kuşkusuz onlar
atalarını dalâlette buldular da peşlerinden koşup gittiler. Andolsun
ki, onlardan önce eski toplumların çoğu dalâlete düştü. Kuşkusuz, Biz
onlara uyarıcılar göndermiştik. Uyarılanların âkıbetinin ne olduğuna bir
bak! Allah’ın ihlâslı kulları müstesnâ” 155
“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?
Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların
izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de hangi memlekete uyarıcı
göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi. ‘Ben size, babalarınızı
üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu biz, sizinle gönderilen
şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların
sonu nasıl oldu?” 156
150 6/En’âm, 11
151 18/Kehf, 5
152 21/Enbiyâ, 51-54
153 31/Lokman, 21
154 34/Sebe’, 43
155 37/Sâffât, 68-74
156 43/Zuhruf, 21-25
CÂHİLİYYE
- 43 -
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey
değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve
nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar. Hâlbuki kendilerine Rableri tarafından
yol gösterici gelmiştir.” 157
“Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk/ortak
koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O
zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” 158
“Eğer onlar (ana-baban) seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü
körüne) Bana şirk/ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla
dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz
ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” 159
Hadis-i Şeriflerde Câhiliyye Kavramı
“Dikkat edin! Bütün câhiliyye emirleri (kanunları, yasaları, hükümleri
ve bakış açıları) ayaklarımın altındadır ve hepsi de kaldırılmıştır...” -Vedâ
Hutbesinden- 160
“Kim imama bey’at etmeden ölürse, câhiliyye ölümü (gibi bir ölüm)
ile ölür.” 161
“Ümmetimin içinde câhiliyye döneminden kalma, tamamen terk edemeyecekleri
dört âdet vardır: Asâletleriyle övünmek, başkalarının soyuna
dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek
sesle ağlamak.” 162
“Câhiliyye dâvâsı (câhiliyye zamanındaki gibi kavmiyyetçilik ve asabiye)
güdenler bizden değildir.” 163
Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret
eden Hz. Ebû Zerr’e (r.a.) Peygamberimiz (s.a.s.): “Onu annesinin
renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı
bulunmaktadır.” 164
“Her kim tâatten çıkar ve cemaatten ayrılırsa, câhiliyyet ölümüyle ölür.
Kim körükörüne (çekilmiş) bir sancağın altında harbeder, bir asabe (-baba
157 53/Necm, 23
158 29/Ankebût, 8
159 31/Lokman, 15
160 Müslim, Hacc 194, h. no: 1218; Tirmizî, Fiten 2, h. no: 2610; Tefsîr 2, h. no:
3087
161 Müslim, İmâre 58, hadis no: 1851
162 Müslim, Cenâiz 29, hadis no: 934
163 Müslim, İmâre 53, hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
164 Buhârî, İman 22, Edeb, 79, Itk 28; Müslim, Eymân, 38-40; Ebû Dâvud, Edeb
133, h. no: 5157
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
tarafından akrabâ-; kavim, ırk) nâmına kızar veya bir asabeye dâvet eder
ya da bir asabeye yardımda bulunur da öldürülürse, bu da, bir câhiliyyet
ölümüdür. Kim de benim ümmetime karşı çıkar, iyisini-kötüsünü
vurur,
mü’minden çekinmez, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o,
benden değildir, ben de ondan değilim.” 165
“Câhiliyye dâvâsıyla hak iddia eden kimse bizden değildir.” 166
“Kimin bir kız çocuğu olur, onu (diri diri) gömmez, hor ve hakir görmez
ve oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allah bu kız çocuğu sebebiyle
onu Cennete koyar.” 167
Dârimî’nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerife göre; ashâbdan biri
Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün huzuruna geliyor ve câhiliye dönemindeki
geçmişine âit bir vahşeti dile getiriyordu: “Yâ rasûlallah!
Biz câhiliyye döneminde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim
de bir kız çocuğum vardı. Annesine, ‘bunu giydir, dayısına
götüreceğim’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi.
Ciğerpâresi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya gömülecek ve orada çırpına
çırpına can verecekti. Fakat kadının böyle bir vahşetin önüne
geçmek hak ve selâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp
gözyaşı dökmekti.) Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten
dayısına gideceğini zannediyor ve cıvıl cıvıldı. Elinden tutup
daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya
bakmasını söyledim. O tam eğilip kuyuya bakayım derken, sırtına
bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat nasılsa, eliyle
kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan
da ‘babacığım üzerin tozlandı’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu.
Buna rağmen bir tekme daha vurdum, onu diri diri toprağa gömdüm.”
Adam bunu anlatırken Allah Rasûlü ve yanındakiler hıçkıra kıçkıra
ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi ‘be adam Rasûlullah’ı
hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz adama: “Bir daha anlat”
dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. Rasûlullah’ın gözlerinden
akan yaşlar mübârek sakalını ıslattı.168 (Rasûlullah (s.a.s.),
olayı tekrar anlattırmakla sanki şunu anlatmak istiyordu: “İşte
siz İslâm’dan öce câhiliyye döneminde böyleydiniz. Tekrar anlattırdım
ki, İslâm’ın kazandırdığı insanlığı bir kere daha hatırlamış
olasınız.”
165 Müslim, İmâre 53; İbn Mâce, Fiten h. no: 3948; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h.
no: 4097
166 Buhârî, Cenâiz 39
167 Ebû dâvûd, Edeb 121
168 Dârimî, Mukaddime 1
CÂHİLİYYE
- 45 -
“Kim körükörüne (dikilmiş) bir sancağın altında asabiyete davet veya
bir asabiyete yardım ederken ölürse, bu câhiliyyet ölümüdür.” 169
“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık dâvâsı üzerine birbirini öldürenler,
bizden değildir. Irkçılık üzerine ölenler
de bizden değildir.” 170
Ensâr ile muhâcirler arasında meydana gelen bir tartışma üzerine
de Hz. Peygamber şöyle söylemiştir: “Şu câhiliyye çığlığını bırakınız!
O ne kötü şeydir!” 171
“Insanların câhiliyye devrinde hayırlı olanları İslâm devrinde de hayırlıdır.”
172
Bir zamanlar düşman iki kabile iken Hz. Peygamber’in önderliğinde
güçlü sevgi bağlarıyla birbirine bağlanmış olan Evs
ve Hazrec’den bazı kimseler dostane bir şekilde sohbet ettikleri
sırada müslümanların birlik ve beraberliğini kıskanan bir
yahûdi, iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle
onları tahrik etmişti. Tarafların silâha sarılarak dövüşmek üzere
harekete geçtiklerini öğrenen Hz. Peygamber kendilerine şöyle
hitap etti: “Ey müslüman topluluk, Allah’tan korkun! Ben aranız da
bulunuyorken, Allah sizi İslâm’a kavuşturmuş, onunla müşerref kılmış,
câhiliyye zihniyetinden kurtarmış, küfürden uzaklaştırmış ve sizi birbirinize
dost kılmışken nasıl oluyor da yine câhiliyye dâvâsıyla birbirinize
düşebiliyorsunuz!” 173
Habeş muhâcirleri adına Necâşî ile konuşan Ca’fer b. Ebû Tâlib
şöyle demişti: “Ey hükümdar! Biz câhiliyye zihniyetine sahip bir
kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık
bağlarına riâyet etmez, komşularımıza kötülük ederdik,
güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi” 174
Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Ahmes’li bir kadın şöyle bir soru sormuştur:
“Câhiliyyeden sonra Allah’ın getirdiği bu iyi ve uygun
işin (İslâm’ın) bekası ne kadar sürer?” Hz. Ebû Bekir (r.a.): “İmamlarınız
sizi (İslâmî) istikamet üzere doğru tuttuğu müddetçe” diye
cevap vermiştir. 175
Selman’dan (r.a.) rivâyet edilmiştir ki, Halîfe Ömer İbn Hattab
(r.a.), Selman’a (r.a.), “halîfe ile melik/kral arasındaki farktan
169 Müslim, İmâre, 57; Neseî, Tahrîmu'd-Dem, h. no: 4098
170 Ebû Dâvud, Edeb, h. No: 5121
171 Buhârî, Menâkıb 8
172 Buhârî, Enbiyâ 8, Menâkıb 1
173 İbn Hişam, I/555-556
174 İbn Hişâm, I/335-336
175 Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 25; Dârimî, Mukaddime 23
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
sorduğunda Selman (r.a.) şu cevabı vermiştir: “Müslümanların
arazisinden bir dirhem veya daha az veya daha çok toplarsan,
sonra da onu lâyık olmayan yere koyarsan (sarfedersen) işte sen
bu halinle kralsın demektir. Halîfe ise, halka adâletle davranandır,
aralarında adâletli ve düzgün bir şekilde taksimat yapandır, erkeğin
ev halkına ve ananın çocuğuna olan şefkati gibi halkına şefkat
ve merhamet eden ve Allah’ın kitabıyla hükmedendir.” Kâ’b, bu
cevap üzerine şöyle dedi: “Bu mecliste halîfe ile melikin arasını
ayırt edecek kimseyi zannetmiyordum. Fakat Allah Selman’a cevabı
ilham etti.” 176
Ebû Mes’ud el-Bedrî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü
dendi, biz câhiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek
miyiz?” Şu cevabı verdiler: “Müslüman olduktan sonra iyi olana,
câhiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene,
hem İslâm’daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.”
177
Açıklama: Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman
olan bir kişinin daha önceki hayatından suale maruz kalıp
kalmama meselesine kayıtlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir.
İslâm olduktan sonra amel-i sâlih sahibi ise sual yok, değilse var.
Hattâbî der ki: “Bu hadisin zahiri, ümmetin icmâ ettiği “İslâm, öncesini
siler” hükmüne muhâlefet eder. Allah Teâlâ: “O küfredenlere
söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir”
178 buyurmuştur.”
Hattâbî devamla der ki: “Bu hadisin mânâsı şöyle olmalıdır:
“Kâfir Müslüman oldu mu geçmişinden muâheze olunmaz.
İslâm’da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte,
aşırı, şiddetli mâsiyetlere girerse, İslâm’da işlediği cinâyeti sebebiyle
muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır.
Sanki şöyle denir: “Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı? Müslümanlığın
seni bunlardan men etmedi mi?”
İbn Hacer, bu görüşü: “Önceki amelinden yapılacak evvelki
muaheze, başa kakma sûretiyle, sonraki günahların muahezesi,
cezâlandırma sûretiyle olacaktır” diye özetledikten sonra der ki:
“Evla olanı, başkasının görüşüdür. Hadiste geçen “isâe” (günah,
kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü “küfür”, “isâe”nin
nihâyeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü
üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı
176 et-Tabakatu’l-Kübrâ, İbn Sa’d, 3/306; Târihu’l-Hulefâ, es-Süyûtî, s. 140
177 Buhârî, İstitâbe 1; Müslim, İman 189, h. no: 120
178 8/Enfâl, 38
CÂHİLİYYE
- 47 -
boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu
hadisi “Büyük günahların en büyüğü şirktir” hadisinden hemen
sona zikretmek sûretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş
olmaktadır.” 179
Câhiliyye Asabiyetiyle/Irkçılıkla İlgili Hadis-i Şeriflerden
Seçmeler
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden
değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” 180
“Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu
dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” 181
“Bir kimsenin câhiliyye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek
onlardan yardım talep ettiğini (ırkçılık yaptığını) duyacak olursanız ona:
‘babanın zekerini/penisini ye’ deyin ve bunu açık açık söyleyerek îmâ ve
kinâyede de bulunmayın.” 182
“Câhiliyyetin kavmiyet iddiasını yapana açık sövünüz, ona kapalı sövmeyiniz
(ona, kinâye yapmayınız).” 183
“Aziz ve Celîl olan Allah, sizden câhiliyyet devrinin kabalığını
ve babalarla
övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan
ise, şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem de topraktan yara-tılmıştır.
Bir kısım erkekler, bir kavimle (kâfir olarak ölenlerle)
övünmeyi
terk etsinler. Çünkü onlar, cehennem kömüründen
bir kömürdürler yahut
onlar, Allah indinde, burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden
daha aşağıdırlar.”
184
“Kim kâfir olan dokuz atasını, onlarla izzet ve şeref kazanmak
düşüncesiyle
sayarsa, cehennemde onların onuncusu
olur.” 185
“Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandırmaz.” 186
“Şüphesiz Allah, sizin sûretinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin kalplerinize
ve amellerinize bakar!” 187
179 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 14/391
180 Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten
7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28
181 Ebû Dâvud, Edeb 112
182 Ahmed bin Hanbel, 5/136
183 İmam Buhârî, Edebü'l-Müfred, Bab, 436, hadis no: 963
184 Ebû Dâvud, Edeb, hadis no: 5116; Tirmizî, Menâkıb, h. no: 4212-4213,
Tefsiru'l-Kur'ân, h. no: 3486; Ahmed bin Hanbel, c. 2, s. 361
185 Ahmed bin Hanbel, 5/128
186 Müslim, Zikr 38; İbn Mâce, Mukaddime 225; Ebû Dâvud, İlm, h. no: 3643;
Dârimî, Mukaddime 351
187 Müslim, Birr ve's-Sıla, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın
kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten
(ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.”
188
Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini,
ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?”
Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde
yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.” 189
“Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş
deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” 190
“Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle
sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” 191
“Aziz ve Celil olan Allah, sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla
övünmeyi gidermiştir. Mü’min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise
şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı
adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü
onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler yahut onlar, Allah indinde
burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” 192
“Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen
kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek
mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye
karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi
vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/
ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık
dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin
ölümü câhiliyye ölümüdür.” 193
“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet)
çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa,
câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” 194
“Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez,
ilerletemez.” 195
188 İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119;
Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160
189 Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949
190 Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117
191 Ahmed bin Hanbel, 5/128
192 Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116; Ahmed bin Hanbel, II/524
193 Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel,
2/306, 488
194 İbn Mâce, Fiten 7
195 İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225
CÂHİLİYYE
- 49 -
“Her doğan çocuk millet (İslâm fıtratı) üzere doğar.” 196
“Allah’ın ismi ile Allah(’ın yardımı) ile ve Rasûlullah’ın milleti (dini)
ile gidin, yürüyün.” 197
“Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap
olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap
üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir
üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük sadece takvâ iledir.” 198
Câhiliyyenin Dünü Bugünü
İslâm literatürünün etkisiyle Türkçeye giren kelimeler, ekseriyetle
tarihsel süreç içinde asıl anlamlarını koruyamamışlar, ya
da anlamı deforme olmuş bir halde kullanılagelmişlerdir. “Câhil”
kelimesi de anlamından büyük oranda uzaklaşmış ve öğrenim
görmemiş, tecrübesiz, genç-toy, bilgisi olmayan199 anlamında kullanılagelmiştir.
Gerçi “cehl” Kur’an’da câhillikle hareket etmek,
olayların içine nüfuz edememek ve daima sathî düşünmek, dolayısıyla
her zaman basit ve isâbetsiz hükümler vermek anlamında
da kullanılmaktadır ki, ilmin zıddı anlamında cehlin yaygın anlamı
da budur.200 Fakat Kur’an’da bu anlam çok önemli bir rol oynamaz.
Cehl, cehâlet, câhil, câhiliyye aynı kökten gelen kelimeler olduğu
için, ayrı ayrı kelime çözümlemelerine gerek yoktur. Bu, cehl
kelimesi ve türevlerinin Kur’an’da nasıl kullanıldığının ortaya konulmasıyla
açıkça görülecektir. Kur’an’da câhiller, hakikati aramayan
mahrumları değil, onları aşağılayan,201 insan yerine koymayan
müstekbirleri ifâde eder. İsrâiloğulları’nın puta tapma arzusu da
Kur’an’da câhilce bir tavır olarak zikredilmektedir. 202
Câhil insan, puta tapmakta ısrar eder,203azap, mûcize istemekle
Allah’ı ve Peygamber’i kendine göre âciz bırakmaya çalışır. Tuzak
kurar, yalancıdır, kıskançtır.204 Şirke dâve eder.205 Allah’a yalan
isnad eder.206 Peygmaberlerden insan gücünün sınırlarını aşan ola-
196 Müslim, S. Müslim Terc ve Şerhi, c. 8, s. 135
197 Ebû Dâvud, 3/38
198 Cem'u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632
199 TDK Türkçe Sözlük
200 4/Nisâ, 17; 6/En’âm, 54
201 11/Hûd, 29
202 7/A’râf, 138
203 46/Ahkaf, 23; 6/En’âm, 111
204 12/Yusuf, 89
205 25/Furkan, 63
206 2/Bakara, 67
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
ğanüstü şeyler göstermelerini talep eder.207 Allah hakkında kötü
zanda bulunur.208 Kavmiyetçidir.209 Ayrıca açılıp saçılmak,210 zinâ etmek
211 de câhilî birer davranıştır. Fâsıklar câhiliyye hükmünün özlemi
içinde olan, câhilî bir hayat tarzını benimseyen insanlardır.212
Mü’minler câhil olmamak için, bu kötü hasletlerden uzak durmanın
yanında, şirke dâvet edenlerden yüzçevirmeli,213Allah’tan
kâfirleri bağışlamasını istememeli214 ve fâsıkların getirdikleri haberleri
aslını araştırmadan kabul edip kullanmamalıdırlar. 215
Câhiliyye kelmesi “İslâm’dan önce” diye tercüme edilemez.
Çünkü o daha çok şimdiyi gösterir. Câhiliyyede teslimiyet ve
tevâzuya aykırı düşen özellikler baskındır. İnsanın kendi gücüne
güvenmesi, sınırsız benliği, İlâhî ölçü tanımazlığı ile kulluğa aykırı
düşen her şeyi câhiliyyede vardır.216Câhiliyye insanından kimse
İslâm’daki kulluk, teslimiyet ve alçakgönüllülüğü isteyemez. O,
kendi kendisinin Rabbidir.217 Tevâzu ve teslimiyet kime karşı olursa
olsun, ona göre hür doğmuş Arab’ı köleleştirmekten başka bir
şey değildir.218 Çağımızdaki benmerkezci ve ferdin inanç ve amellerinin
sadece kendisini bağlayacağı, dolayısıyla sorgulanamayacağı
anlayışı, eskinin aynen benzeridir.
Kur’an’da sürekli olumsuzlanan câhillik, kâfirlerin küfrünün
temelidir. Gerçekten gururlu isyankârlık rûhu, İlâhî hiçbir otoritenin
önünde eğilme duygusudur ki kâfirleri yeni dine karşı şiddetli
bir muhâlefete itmiştir. Cehl, aynı zamanda en ufak bir kızgınlık
ânında irâdesini kaybedip parlayan, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine
kapılıp sonucunu düşünmeden hemen körü körüne atılan,
ateşli, sabırsız kişinin sorumsuz davranışı anlamına gelir. Bu, duygularına/
hırslarına hâkim olamayan aşırı bir insanın davranışıdır.
Bu insan, doğruyu yanlıştan ayırt etme ölçüsünü yitirip kendisini
öfkenin pençesine düşürür.
Hılm ise bu tür cehl kavramının tam karşıtıdır. Hılm, cehl patlamasını
dizginleyebilen insanın ahlâkıdır. Halîm, duygularını
207 6/En’âm, 35
208 3/Âl-i İmrân, 154
209 48/Fetih, 26
210 33/Ahzâb, 33
211 12/Yusuf, 33; 4/nisâ, 17
212 5/Mâide, 50
213 7/A’râf, 119
214 11/Hûd, 46
215 49/Hucurât, 6
216 Toshihiko İzutsu, Kur’an’da İnsan ve Allah, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190
217 25/Furkan, 43
218 Toshihiko İzutsu, a.g.e., s. 191
CÂHİLİYYE
- 51 -
frenlemesini, kör ihtiraslarını yenmesini bilendir. Önce câhil iken
sonra İslâm’ı kabul eden şâir Amr bin Ahar el-Bahîlî şiirinde cehl
ve hılmi bir arada şöyle kullanıyor: “Câriyelerimizin servis yaptığı
büyük kazanlar bir kere ‘câhil’ odlumu (kaynadımı) bir daha
‘halîm’ (sükûnet içinde) olmaz.” 219
Hılm kuzu gibi olmak değil; aksine ruhun öyle aktif ve olumlu
gücüdür ki, insan onunla kendisini şaşkına çevirecek olan ihtiras
ve öfkesine gem vurup onu dindirir. Hılm, üstün bir akıl gücünün
işaretidir. Muhabbet şiirinde hılmin bu olumlu özelliğini şöye ifade
eder: “Birden Rababi hatırladı ve onu hatırlaması bir hastalıktır.
Ve derin bir aşka düştü, artık onun için hılm (sükûnet) kalmaz.”
Gücün olmadığı yerde, hılm de yoktur. Hılm, başkalarını idâre
edenlerin vasfıdır. Başkaları tarafından yönetilenlerin vasfı değildir.
Yaratılış bakımından zayıf ve güçsüz olan kişiye, kızdırdırıldığı
zaman ne kadar sâkin durursa dursun, halîm denmez. O sadece
zayıftır.220 Hılmin dış görünüşü vakar ise, cehlin belirtisi de zulümdür.
Yani zulüm cehlin özel bir görünüşüdür.
Câhiliyye Hükmü ve Câhiliyyede Toplum Hayatı: İnsanın
Allah’a kul olma yerine, kendi bilmezliğini temel ölçü edinmesinin
ifâdesi olan câhiliyyenin hayata müdâhale ettiği en somut olan
hüküm koyma konusundadır. Rabbimiz insan ilişkilerini belirleyen
hükümlerin beşerî kökenli değil, Rabbânî ölçekli olduğunu ve
vahyî hükümleri uygulama konusunda şaşkınlığa düşmemizi belirterek
bizleri ikaz etmektedir: “Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü
arıyorlar? Kesin bilgiyle iman eden eden bir topluluk için hükmü,
Allah’tan daha güzel olan kimdir?”221 Rabbimiz daha inzâl olan ilk
âyetlerde hukuk alanındaki câhilî sapmaya hayatın içinden canlı
örnekler vererek vahyin muhâtaplarını uyarmış ve insanları câhilî
uygulamalara karşı köklü bir tavır alışa yöneltmiştir: “Kendisini tek
olarak yarattığımı Bana bırak ki Ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı
bir mal verdim. Göz önünde hazır çocuklar ve sayısız imkân
ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder.
Hayır, çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu
alabildiğine sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir
ölçü tespit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl
bir ölçü koydu?”222 Bugün çevremize baktığımızda bu müstağnî
ve câhilî tavrın alabildiğine kurumlaştığını görebiliriz.
219 İzutsu, a.g.e., s. 194
220 İzutsu, a.g.e., s. 198
221 5/Mâide, 50
222 74/Müddessir, 11-20
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Câhiliyye hayatında âile, ataerkil idi. Erkeğe şavaşan, ganimet
getiren; kadına da tüketen olarak bakılırdı. Kadın olmak, utanç
verici bir durumdu. Bu yüzden bazı kabilelerde kız çocukları diri
diri toprağa gömülürdü. Kadının miras hakkı yoktu. Hind gibi
istisnâlar hâriç, kadın erkeğin kölesi durumundaydı.223Kadınlara
verilen “mihr”e, alım-satım akdi olarak bakılırdı. Mihr’i baba alırdı.
Koca mihri verdiği sürece istediği kadar kadın alabilirdi. Günümüz
câhiliyyesinde kadın üretime katılmaktadır, adı köle veya
câriye değildir. Fakat kadından beklenen daha çok, tüketimi arttırıcı
bir fonksiyon yüklenmesidir. Kadim câhiliyyeden kızlar toprağa
gömülerek öldürülürken modern câhiliyyede onu ayakta tutan
ruhunu, erdemini öldürerek, onu sırf bedenden ibâret kabul
ediyor. Erdemli insan olmaya değil; câzip, duyguları tahrik edici
olmaya çağırıyor.
Araplarda kocanın karısıyla evlilik ilişkilerini terk ettiği halde,
onu nikâhı altında ve evinde kalmaya mecbur kılan iki âdet vardı.
Bunlardan birisi zıhardı. Koca, karısına “sen bana anamın sırtı gibisin”
derdi. Böylece kadın nikâhtan çıkmaz, ama mullâkta kalırdı.
Müfessir ve râvîlerin görüşlerinden anlaşıldığına göre, onlar bu işi,
karısı kız doğurduğunda öfkelerinden yapıyordu. Karısı, kız doğurduğunda
ona çocuğunu gömmesini emrederlerdi. Gömmezse
“sen bana anamın sırtı gibisin (dünya âhiret bacımsın)” derlerdi.224
Çin’in bazı kesimlerinde kız çocuklarını toprağa gömme âdeti
hâlâ devam etmektedir. Doğum kontrolüne getirilen sıkı kısıtlama
ile bebek doğmadan cinsiyeti öğrenilebildiği için, kız ise kürtajla,
doğmadan öldürülebilmektedir. Bu da nüfus dengesini ciddî
bir şekilde bozmaktadır.
Câhiliyye erkekleri için en büyük zevk içki içmekti. Onlar için
şarap tâlihin üstün hediyesiydi. Sürekli içerlerdi. İstedikleri şarabı
içmekle hem övünür, hem de gurur duyarlardı. Şaraba büyük paralar
harcanırdı.225Abid’in şiirlerinden birisi o dönem ile birlikte
âdeta modern câhiyyeyi tasvir etmektedir: “Ayıkken yıllanmış güzel
kokulu şarabın fiyatını yükseltiriz. Ve zevkini aldığımız zaman,
hesabını tutmayız heder olan servetin.” 226
Misâfirperverlik, hürriyet aşkı, cesâret, mertlik vasfılarına
önem veren câhiliyye insanı, bir taraftan misâfirine her türlü
ikrâmı yaparken, diğer taraftan yolcuyu çevirip soyuyordu. Tam
223 Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur’ân-ı Kerim’de Kadın, İslâmî Araştırmalar
Dergisi, c. 5, s. 4, sayfa, 263
224 İzzet Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Yöneliş Y. c. 1, s. 130
225 T. İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Y. s. 79
226 T. İzutsu, a.g.e., s. 79-80
CÂHİLİYYE
- 53 -
bir muammâ içinde olan câhiliyyenin sosyal yapısı, özde kavmiyetçi
idi. Kan yoluyla yakınlık bağı üzerinde binâ edilmiş olan ve bir
kişinin haklı ya da haksız olsun kavimdaşlarından yana olmasını
zorunlu kılan o yıkıcı haysiyet duygusu, kişinin kendi kavmine olan
sevgisi, başkalarına dil uzatması, câhiliyyenin kişisel değerleri ölçmekte
kullandıkları nihâî kriterlerdi. Putperestlik devrinde, kavmiyetçiliği
aşan bir “iyi” ölçüsü hiç yok gibi gözükmektedir.227Bu
sapkın anlayışın modern temsilciliğine örnek olarak Almanya’da
Hitler’i, İtalya’da Mussolini’yi, Arap ülkelerinde de Baas rejimlerini
gösterebiliriz. Câhiliyyenin bu yanı, Türkiye’de “Ne mutlu
Türküm diyene!”, “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil
kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” ifâdelerinde somutlaşmaktadır.
Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı, Arap
Müslümanların Türkleri her zaman arkadan vurdukları türünden
anlayışlar kadim câhiliyyenin bölgedeki bu topraklardaki yansımasıdır.
Bunun en uç ifâdesi de “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya
yeter” ifadesidir.
Câhiliyyede Hurâfeler: “Tıyera”, bir yolcunun sefere çıktığında
önünden geçen bir kuşu hayra yormamasıdır. “Hame”,
Muharrem ayını uğursuz sayma ve bütün işlerin bu aylarda olduğu
inancıdır. Gul, cin ve şeytanlardan bir cinstir. “Gul”, tenha
ve ıssız çöllerde insana görünür, şaşırtır ve sonunda helâk eder.
Peygamber böyle bir varlığın olmadığını belirtmiştir.228 Günümüz
câhiliyyesinde kuşlardan baykuşun ev yakınına konması ve ötmesi,
diğer hayvanlardan da kara kedinin insanın önünden geçmesi
uğursuz sayılır. Gul efsânesi, gul-i yabânî adıyla günümüze kadar
gelmiş, film ve hikâyelere konu olmuştur.
Bir ölünün ardından üstü başı parçalamak, yüzü tırmalamak,
yanakları, yüzü, başı ve dizleri dömek gibi câhilî davranışlar, bugün
de devam etmektedir.
Kâbe’de 360 kadar put vardı. Her kabilenin kendine has bir
putu vardı. Bundan başka her evde birput bulunur, âile fertleri
buna ibâdet ederdi. Putperestlik câhiliyye Arabının ikinci tabiatı
olmuştu ve günlük hayatın her konumunda nüfûzunu icrâ etmekteydi.
Câhiliyye Arap inancının esası hastaya şifâ, çocuk edinme,
kıtlık, vebâ gibi belâları kaldırma işini başka ilâhlara devrederek,
dünyanın idâresini onlara taksim etmekten ibâretti. Cenâb-ı
Hakk’ın yardımının ancak bu putlardan şefaat dilemekle elde edilebileceğine
inanırlardı. Araplar bu putlara secde ederler, bunlar
227 T. İzutsu, a.g.e., s. 88
228 S. Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Terc ve Şerhi, DİB Y. c. 4, s. 418-420
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
adına kurban keserler, ekinlerinin bir kısmını, sürülerinin bir kısmını
bunlara tahsis ederlerdi. Günümüzde benzer şekilde kabirlere
gidilip kabir ehline duâ ederek onların tasarrufuyla çocuk
sahibi olmak istenmektedir. Ayrıca bazı şeyhlerin nefeslerinden
şifâ umulmakta, diri veya ölü olsun şefaatlerine sığınılmaktadır.
Kur’an’da Yüce Rabbimiz şefaati ancak izin verilenlerin yapabileceğini
ve yetkiyi sadece kendine has kıldığını belirtirken, günümüz
câhiliyyesinde dünyada iken bazı efendi veya şeyhlere bu makam
verilmiştir. Bu yanlış anlayış, İslâmî kesime hitap eden kitap, dergi,
radyo ve televizyonların büyük bir kısmınca sürdürülmekte ve
yaygınlaştırılmaktadır.
Bir taraftan putperestlik, en yaygın şekliyle Arapların dimağına
hâkimken, Arapların içinde Allah’ın varlığını inkâr eden, hesap
gününü inkâr edenler de vardı. Bunlar, taptıkları putlarla bile alay
ederlerdi. Arapların meşhur şâiri İmru’l-Kays, babası öldürüldüğü
zaman Arap âdetlerine göre putu ile istişâre ederk babasının intikamını
almak veya almamak hususunu ilâhın hükmüne bağlı kılmıştı.
Şair, birinin üzerine “evet”, diğerinin üzerine “hayır” yazılan
bir de üzerinde istişârenin tekrarını ifade eden üç ok almış ve
bunları üç defa atmıştı. Sonuç, hep olumsuz çıkıyordu. Bu duruma
hiddetlenen şâir oku ilâhının yüzüne atarak, ona hitâben: “Sefil!
Öldürülen senin baban olsaydı, intikamını almaktan beni men etmezdin”
demişti. 229
Bir Câhiliyye Klasiği; Ebû Cehil: Asıl adı Amr, künyesi Ebû’l-
Hakem olan şahsa Peygamberimiz, Ebû Cehil adını vermiştir.
Dâru’n-Nedve üyesi olan Ebû Cehil, Rasûlün dâvetine başından
beri karşı çıkmış ve Müslümanlar aleyhinde hazırlanan komploların
çoğunda yer almıştı. Velid bin Muğîre ile Ebû Cehil, kendi
kabilesine mensup olmayan birinin peygamberliğini hazmedemedikleri
için Rasûl’e inanmayacaklarını açıkça söylemişlerdi.
Ticarî nüfuz ve servetinden güç alan Ebû Cehil, hayatı boyunca
İslâmiyet aleyihen çalıştı, halkın Müslüman olmasını engelledi.
Müslüman olanları da inançlarından vazgeçirmeye çabaladı.
İslâmiyet’i kabul eden kişi, toplumda itibarlı biri ise ona saygınlığını
yitireceğini söyleyerek, ticaretle uğraşıyorsa kendisini iflâs
ettirmekle tehdit ederek, güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek
İslâm’dan döndürmeye çalıştı.
Ebû Cehil, Mekke’ye gelip ticaret yapanlara düşük fiyat biçiyor,
diğer müşteriler de ondan çekindikleri için o tâcirin malına tâlip
olduklarını gizliyorlardı. Böyle bir durumda kalan tüccarın birisi,
229 M. Muhammed Ali, peygamber’in Hayatı, Nur Y. s. 23
CÂHİLİYYE
- 55 -
durumu Peygamber’e bildirmiş ve malını asıl değerinden satmıştı.
Bu Ebû Cehil’in Peygamber’in evine giderek onunla kavga etmesine
sebep oldu. Günümüzde de çiftçinin, üreticinin ürününü tüketiciye
direkt ulaştırması engellenmektedir. Sözgelimi, Adana’da,
Antalya’da üreticinin İstanbul’daki manavdaki satış fiyatının
onda birine alıcı bulamayan çiftçilerin meyve ve sebzelerini, diğer
bölgelerdeki tüketiciye doğrudan ulaştırmaları hemen hemen
imkânsızdır. Aradaki büyük fark, Ebû Cehil veya onun özelliklerini
taşıyan rantçıların cebine girmektedir. Ya da Türkiye’nin Arap
ülkelerinden petrol almasını da buna örnek verebiliriz. Türkiye,
komşularından direkt değil; BP (British Petrol), Shell (Hollanda
şirketi), Mobil ve Total (Fransız şirketi) gibi büyük Batılı şirketlerin
aracılığıyla petrol alabilmektedir. Bu şirketler, Müslümanların
kaynaklarının kaymağını yemekte ve artıklarını da yerli rantçılara
bırakmaktadırlar. Bunun yanında çok büyük oranda devletin petrole
vergi yükü bindirmesi de ayrıca zulmü büyütmektedir.
Câhiliyyenin Bir Başka Yönü: İslâm Dininin hedefi, insanın
dünyaya, nimetlere bakış açısını değiştirmektir, olması gereken
aslî yapıya döndürmektir. İslâm, geldiği bölgedeki her şeyi değil;
vahye muhâlif olan fikir ve eylemleri değiştirmeye, ıslah etmeye
çalışır. Çünkü İslâm, insanın tecrübesini sıfırlamaz. Meselâ İslâm,
câhiliyyedeki mihri iptal etmemiş, ama mihrin kadının hakkı olduğunu
ifâde etmiştir ve verilen mihrin geri alınmamasını istemiştir.
230 Çok eşle evliliği iptal etmemiş, fakat dörde kadarla sınıra
balayarak, bir tane almayı tavsiye etmiştir. 231
Câhiliyye Arapları arasında en yaygın suçlar, adam öldürme,
zinâ, kabile disiplinine, örf ve âdetlere karşı gelme gibi suçlardı.
Uygulanan cezâî müeyyideler suçun ve suçlunun durumuna göre
ölüm, dayak, hapis, diyet, sürgün ve kabile himâyesinden çıkarma
gibi cezalardır. İslâm’ın gelişiyle bu cezalandırma usûllerinden sadece
sonuncusu terk edildi. Sami kavimlerinde, Yahûdi ve Roma
hukukunda bulunan adam öldürmeye kısas yapılması câhiliyyede
de uygulanırdı. İslâm bunu devam ettirdi. İslâm, diyeti hataen
öldürme ve kısastan vazgeçme sözkonusu olduğunda uyguladı.
Câhiliyyeden farklı olarak diyet konusunda bazı kabilelerin ayrıcalıklı
ve farklılığını ortadan kaldırdı. Kureyşin İslâm öncesi dönemlerine
âit birtakım ölçü birimleri vardı ki, İslâm geldiğinde
Müslümanlar bunu olduğu gibi kabul ettiler. 232
230 4/Nisâ, 4, 20, 21
231 4/Nisâ, 3
232 Buhârî, c. 5, s. 43
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
Hz. Peygamber, câhiliyye döneminde var olan -Hanif dininden
kalma- bazı ibâdetleri de sürdürdü. Mina’da şeytan taşlama, Kâbe
çevresini tavaf etme, tavaf sayısını Hacerü’l-Esved’e göre ayarlama,
Safâ ve Merve arasında gidip gelme, rifâde (hacıları ağırlamak) ve
sikaye (hacılara su dağıtma) gibi haccın bazı menâsiklerini korudu.
Câhiliyyede değer verilen misâfirperverlik, hürriyet sevgisi, cesâret
ve mertlik gibi değerleri İslâm da fazilet saydı. İslâm, câhiliyye döneminde
var olan her şeye tepkisel olarak karşı çıkılmamış, neyin
doğru neyin yanlış olduğu vahiy süzgecinden geçirilerek belirlenmiştir.
233
Firavun; Her Dönem ve Her Yerdeki
Câhiliyye Toplumunun Önderi
Kur’an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma
amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri
kavratma gibi amaçlarla konu edinir. Hz. Mûsâ ve Firavun
kıssası, bütün bu amaçların gerçekleştirildiği en kapsamlı kıssalardan
birisidir. Kur’an bu kıssa ile müslümanların imanını güçlendirme,
İslâmî tebliğe karşı çıkan müşrikleri uyarma gibi amaçlarının
yanı sıra, İslâm dışı câhilî toplumsal yapılanmaların, yönetim
biçimlerinin, eşdeyişle Firavunî toplumların değişmeyen özelliklerini
de ortaya koymayı amaçlar. İslâm dışı toplum ve yönetim
biçimleri, tarihin hangi döneminde bulunursa bulunsun, hangi
adla adlandırılırsa adlandırılsın, Firavun’a ve onun temsil ettiği
siyasal sisteme, bu sistemle şekillendirilen topluma özgü inanç ve
düşünceleri, özellikleri yansıtır. Bu nedenle özü bakımından Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) karşısında yer alan kişilerle kökten değiştirmeyi
amaçladığı toplumsal yapı, Hz. Mûsâ döneminin Mısır’ından
pek farklı olmadığı gibi, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde
varlığını sürdüren İslâm dışı bir toplumsal ve siyasal sistem, yani
modern câhiliyye de Mekke’dekinden çok farklı değildir.
Çağdaş Firavunlar ve Firavunî Toplumlar: Kur’an, bize Firavun
kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme
imkânı veriyor. Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği,
Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini reddetmeleridir. Firavun’un
ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah’ı ya da o toplumda varlığı
kabul edilen ilâhları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden
başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını
ifade eder. Allah’ın hâkimiyetini ve İlâhî kanunları reddeden toplum,
bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse
belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez.
233 Murat Kayacan, Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
CÂHİLİYYE
- 57 -
Firavun’un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır
mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri, Firavunî toplumların
başka bir özelliğini gösterir. Bu tür toplumlarda mülk
Allah’ın değil; hâkim gücün sayılır. Hâkim/ egemen güç, mülk üzerinde
dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu mülkiyet ve tasarruf
anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde
yüzerken, büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır.
Firavun’un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız
başına sürdürmesi mümkün değildir. Bu nedenle Kur’an, Firavun
ile birlikte “mele” adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker.
Bugünkü karşılıkları ile söylenirse mele’, büyük sermaye sahipleri,
meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar, üst düzey bürokratlar, halkı
etkileme ve yönlendirme imkânına sahip gazeteci, yazar, aydın,
sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur. Bunlar,
Firavun’un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladığı çıkarlar
karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler. Bu da
firavunî toplumların başka bir özelliğidir.
Firavunî düzenler, yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve
zorbalıklarla sürdürebilirler. Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri
bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz. Toplumda her şey
düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir.
Tıpkı Firavun’un Mısır’ındaki gibi toplum, çeşitli sınıflara
bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve
zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde çocukların öldürülmesi
için nüfus planlaması gibi yöntemlere başvurulur. Peygamberler
ya da onların takipçisi mü’minler tarafından adâlet, özgürlük, insanca
yaşama adına yapılan her çağrı, Firavun ve mele’i için mülk,
saltanat ve hâkimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden
hemen susturulması gerekir. Firavun’un, Hz. Mûsâ’nın dâveti
karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları
bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, dâveti etkisiz
kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve
uygulamaları, çeşitli baskılar, işkenceler ve nihâyet soykırım.
Firavun kıssası, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz
âkıbetlerini de gözler önüne serer. Onlar, galip ve güçlü olan’ın
yakalayışı ile yakalanır234ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar.235 Sonunda
bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok
olup giderler.236 Âhiretteki durumları ise daha da kötüdür. Onlar
234 54/Kamer, 42
235 40/Mü’min, 55
236 43/Zuhruf, 55
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
azabın en şiddetlisine sokulurlar.237 Hz. Mûsâ ve mü’minler ise
imanlarının, sabır ve mücadelelerinin bir ödülü olarak esenliğe
çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne vâris ve hâkim olurlar. 238
Firavunluk, her zaman ve her yerde mevcuttur. Herhangi bir
zaman dilimiyle sınırlı olmadığı gibi, yeryüzünün herhangi bir
bölgesine de özgü değildir. O bir yaşam tarzıdır. Siyasal ve toplumsal
bir düzen, ekonomik strüktür, hukuk sistemi, yönetim biçimi,
kişilik karakteri ve bir ahlâk yapısıdır. Kısaca o, toplumu çepeçevre
kuşatan bir hayat tarzıdır. Eski Firavunluk örnekleri, Kur’ân-ı
Kerim’de ve tarihte sadece Mısır ile ilgili olarak gelmişse de, bu
başka yerlerde bulunmadığı anlamına gelmez. Ülkeden ülkeye,
çağdan çağ kimi ayrıntılarda farklılıklar olabilir. Birçoğu iç, pek
azı da dış faktörlerden ötürü aralarında nicelik ve nitelik açısından
birbirinden değişik yönleri vardır. Fakat her ne olursa olsun,
neticede hepsi de Firavunluktur. Firavunların hal ve hareketleri
toplumlarına da yansır ve o toplumlar ahmakça uyuşmuş; sürekli
uyuyan, bilinçlerine perde düşen Firavunlaşmış toplumlar olurlar.
Firavun ve çevresinin İlâhî mesaja muhatap olduklarında, ilk
itirazlarından, bahânelerinden biri, Hz. Mûsâ’yı nankörlükle suçlamak
olmuştur. “Biz seni içimizden bir çocuk olarak yetiştirmedik mi?
Ömründe nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda yapacağını yaptın.
Sen nankörlerden birisin.”239 Bu itiraz, günümüzde de olduğu
gibi, tarih boyunca tüm müstekbirlerin ortak itirâzıdır. Bu, devlete,
devletin sağladığı imkânlara karşı nankörlükle suçlamak, kurulu
düzenlerinin bekası noktasında endişe sahibi olanların ileri sürdükleri
yegâne suçlamalardan biridir. Bugün muvahhidlere yöneltilen
fundamentalistlik, bölücülük, ayrımcılık, aşırılık ve hatta
teröristlik suçlamaları “birlik ve beraberliğin biricik düşmanları”
olarak gösterilmeleri, sadece zamanımıza ait yaftalamalar değildir.
Firavunî düzenlerin temsilcileri, her dönemde atalarının
izinden gitmişler, peygamberleri ve onlara uyanları yeryüzünde
bozgunculuk yapmakla itham etmişler,240 zindana atmakla tehdit
etmişlerdir.241 Her dönemde farklı versiyonlarıyla zâlimlerin sünneti,
Firavun’un şu sözünde özetlenmektedir: “Biz daima onların
üzerinde eziciler olacağız.” 242
237 40/Mü’min, 46
238 Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 2, s. 193-195
239 26/Şuarâ, 18-19
240 7/A’râf, 127; 40/Mü’min, 26
241 26/Şuarâ, 29
242 7/A’râf, 127
CÂHİLİYYE
- 59 -
Sihirbazlardan Medet Uman Firavun: “Firavun kavminden ileri
gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak
istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet,
şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp)
sana getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz olursak,
bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:) ‘Evet, hem de siz
mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.” 243
Firavun’un yardımcıları ona, Mûsâ ve Hârun’u halkın önünde
rezil olana kadar bırakmasını öğütlediler. Firavun da polislerini
göndererek sihirbazları getirtti.
Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar.
Dâvet sahiplerine karşı çağdaş Firavunların kullandıkları büyücüler,
eskisinden daha iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar,
televizyon yayıncıları, emniyet yetkilileri ve istihbarat büroları vs.
bunlar sihirden daha etkili ve güçlüdür. Belki bütün dünya sihri bir
araya getirilse, bunlardan yalnız birinin verdiği zehiri verebilmesi
mümkün değildir.
Sistemini korumaya çalışan Firavun’la, sihirbazlar arasında
artık pazarlık başlamıştır. Yalan düzmede uzman bir sihirbaz ne
isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... “Eğer biz kazanırsak, kesin
bir mükâfat var mı?” Ne ödülü? Bu, bir devlet sorunudur. İslâm
dâvetine karşı tâğutî düzeni koruma meselesidir. Cevap, kesinlikle
‘evet’tir. Belki binlerce evet... Ödüller, bahşişler, armağanlar değil
sadece; makam ve mevkiler de var. (“devlet sanatçısı” ilân edilecektir
sihirbazlar.) Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını sağlamak,
makam ve rütbe...
Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-şeytanî rejimlerde makam
sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor. Firavunu ve onun küfrünü,
zulmünü, işkencesini ve yoksulları ezmesini sağlayanlar ve
koruyanlardır ona yakın olanlar. Dolayısıyla makam ve mevkiler
onlarındır. Bu kişiler kara câhil, sihirbaz, yalancı ve dalkavuk olsa
bile durum değişmez.
Mûsâ’nın (a.s.) büyücülerle buluşma zamanı, bayram günü insanların
toplandığı kuşluk vaktidir.244 Vaktin tâyini, Hz. Mûsâ’ya
aittir. Rasûlün böyle bir vakti seçmesi, o ortamda insanlara tebliğ
etmenin uygun zamanını kolladığını göstermektedir. Büyücüleri
Allah’a karşı yalan uydurmamaya dâvet eder ve azapla uyarır.245
243 7/A’râf, 109-114
244 20/Tâhâ, 59
245 20/Tâhâ, 61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Ancak Firavun onların etkilenmesini ve misyonlarını terk etmelerini
önlemek için gizli bir görüşmede bulunarak onları şeytan
yolunda sâbit kılmaya çabalar. Firavun’un verdiği moral destek ve
vaadlerle246 Allah’ınki kıyaslanabilir mi? 247
“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa
önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi. Onlar atınca
insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya)
getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar
ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya
çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti.” 248
Kur’an, burada başka bir çehre sergiliyor. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazların
karşılaşma sahnesi. Bütün insanlar etraflarına toplanmışlar
ve geniş halkalar oluşturmuşlardı. Ve artık yarışma başlıyor. “Ey
Mûsâ, önce ya sen at, ya da biz!” “Siz atın” dedi. Böylece kendisi
sonra atıp, onlarınkini bozacak ve yarışmayı kazanacaktı.
Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini -bir çeşit
onları kandırma yöntemiyle- büyülediler ve onları korkuttular.
Sanat ve çeşit itibariyle büyük bir sihir ortaya koymuş oldular. O
sırada da Allah “asanı at” diye Hz. Mûsâ’ya vahyetti. Asa da onların
büyüsünü yok etti. Sihirbazlar yenilgiye uğradı, Mûsâ (a.s.)
kazandı.
“(Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler.
Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan
âlemlerin Rabbine inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden
O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin (Mısır’ın) kıptî olan
halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza
gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e
döneceğiz. Sen sadece, Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız
için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve
bizi müslüman olarak öldür’ dediler.” 249
Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybetmekle, halkın önünde
rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat onları
kuşatarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu gösteriyor. Sanki
biri onları secdeye itmişti. Kur’an’ın buradaki ifadesi gâyet açıktır.
Bu âyette Firavun’un, sihirbazların âlemlerin Rabbine iman etmelerini
engelleyecek hiçbir tepkisi yok. Onu kızdıran tek şey, izni
246 20/Tâhâ, 62-64
247 20/Tâhâ, 68
248 7/A’râf, 115-118
249 7/A’râf, 119-126
CÂHİLİYYE
- 61 -
olmaksızın iman etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir
ediyor. Zira o, kalplere ve vicdanlara hükmetmeyi istiyor ki; onun
emri olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.
Hz. Mûsâ, Rabbinin yardımıyla muzaffer olur. Bunun üzerine
büyücüler secdeye kapanarak iman ederler.250 Hem de ne iman!
Firavun’un onların ellerini ayaklarını çaprazlama kesip hurma
dallarına asma tehdidine karşı, zerre kadar imanlarından kuşkuya
düşmezler. Şerefi, ezelî ve ebedî olan’ın yanında ararlar.
Firavun’un zor kullanmasına rağmen, dayatılan gayr-ı resmî ajanlığa,
bir daha geri dönmezler.251 Çünkü onların kalbine artık iman
yazılmıştır.
Büyücüler, meslekleri icabı büyü ile büyü olmayanı ayırt edebilirler.
Onlar iman ettiği halde, Firavun’un iman etmemesi gösteriyor
ki Firavun, inanmak için mucize istemesinde samimi değildir.
Hz. Mûsâ’yı âciz kılacağını düşünerek böyle bir istekte bulunmuştur.
Firavun’un tuzağı geri tepince, bu sefer kendisinin ve rejiminin
şerefini içine düştüğü pisliklerden kurtarmak için bahaneler
aramaya başladı. İnsanlara, “Mûsâ bâtıl üzeredir’ mi diyor; sihirbazlar
Firavun’un adamları olduğu halde ‘niçin iman ettiler’ mi diyor?
Hayır! O takdirde bir kurnazlık gerek. Ve iftiraya başvuruyor:
“Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir grubun yaptığı tezgâhın
sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini yönetimden uzaklaştırmak
ve hükümetin yasal başkanını alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.”
Görüldüğü gibi Firavun’un bu buluşu, tarih boyunca süregelen
bütün Firavunların yöntemlerine son derece uygundur.
Firavun’un iman eden sihirbazlara tehdit ettiği ve sonra uyguladığı
“taslib” asarak idam etmektir. Genelde, kişinin boynuna ip
geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır. İbnül-Münzir
ve başkalarının da İbn Abbâs’tan naklettiklerine göre bu tür idamı
ve organları parçalama şeklini Firavun başlatmıştır. Anlaşıldığı
gibi Firavun, muhâliflerini bastırmak için birçok işkence çeşidi
icad etmiştir. Bunları ister kendi kafasıyla bulsun, isterse içişleri
bakanlıklarının, istihbaratçıların, emniyet güçlerinin yardımlarıyla
bulsun ve hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez.
Sihirbazlar, Rablerine duâda bulunuyorlar: “Ey Rabbimiz, üstümüze
sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.” Bize sabır ve tahammül
yağdır ki, işkence acıları, sopa ağrıları, bıçak kesikleri ve
250 20/Tâhâ, 60
251 20/Tâhâ, 73
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
boyunların vurulmasından doğan dehşet, bize caydırıcı etki etmesin.
İbn Abbas ve Süddî’den nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini
uyguladı, kimini parçaladı kesti, kimini de idam etti. Suç?
Hakkı görüp teslim olmak, müslümanlığı kabul etmek.
Firavun, muvahhidleri altetmek için cedeli, kitle haberleşme
araçlarını (büyücüler) kullanmış ve son çare olarak da sâdık askerlerini
devreye sokmuştur.252 Kendisi, kesin çözümden yanadır.
İktidarını ordusuna ve halkına borçlu olmasına rağmen, ordusuyla
tuzak kurarken, Allah’ın ondan çok daha etkili tuzak kurabileceğini
253 gözardı etmektedir. 254
Tüm Firavunların Göz Boyama Aracı Olan Medyası; Sihirbazlık:
Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere medya,
yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük, halkın bağlılığını
sağlamak ve sürdürmek yolunda Firavunların ve firavunî düzenlerin
vazgeçemedikleri bir araçtır. Hz. Mûsâ’nın hak dine çağrısı
sırasında göster-diği mûcizelere karşı, O’nu halkın gözünden
düşürmek ve kamuoyunda etkinliğini azaltmak üzere bir yarış/
gösteri düzenlenmesi kararlaştırılır ve bunun için de ülkenin her
yanındaki büyücüler çağrılır.
Firavunların dayanakları, hilesi zayıf olan şeytanın taktikleridir.
Türlü hileler, nutuklar, vaadler, yalanlar, entrikalar, karayı ak
ve akı kara gösteren şarlatanlıklar. Gösteriş/şov yaparak halkın
gözünü boyamak, aldatarak kamuoyu oluşturmak, Firavunları ve
düzenlerini güçlü göstermek, avutma ve uyutma araçları, hakkın
değil; güçlünün egemenliği... eski ve çağdaş tâğutların sarıldıkları
ipler/yılanlardır.
Firavun zamanındaki büyü, bir güç gösterisinin ögesi olarak
kullanılmakla, doğrudan doğruya Firavun düzeninin güvenlik önlemi
niteliği kazanmaktadır. Ancak, bir de dikkat çekici bir başka
nokta vardır bu olayda. Büyünün devlet desteğine sahip olmasına
karşın, Hak Din’i getirmiş olan Peygamber’in gösterdiği mûcizeler
için “büyü” denilmekle kalınmamakta, Peygamber de “büyücü”
olmakla suçlanmaktadır. Kendileri için doğal, olağan, gerekli ve
yararlı, kim bilir belki de bir ayrıcalık sebebi gördükleri büyüyü,
egemen güçler, kendilerine karşı çıkanlarda suç kabul etmekte ve
onları bununla suçlayıp karalamaktadırlar. Eski ve çağdaş Firavunların
bir şarlatanlık örneği de propaganda sanatı(!)dır.
252 20/Tâhâ, 68
253 3/Âl-i İmran, 154
254 Mevdudi, Kur’an’da Firavun, s. 9, 38-43
CÂHİLİYYE
- 63 -
Propaganda; Firavunların Hakkı Etkisizleştirme ve Bâtılı Savunma
Silâhı: Firavunlar toplumunda “iyi tezgâhlanmış” propagandanın
da bir güvenlik önlemi olarak gündemde tutulduğuna
tanık olmaktayız. Karşı tarafı aşağılamak, küçümsemek, alaya
almak veya aldırtmak, delilik/meczupluk damgası vurmak, yalancılığını
ileri sürmek gibi yollarla mesajı ve dâvetçiyi yıpratma taktikleri
her dönemin taktikleridir. Bu propagandalar sonucu, “hak
olan” gözden düşürülmekte veya gizlenmekte, etkisizleştirilmektedir.
Hakkı bâtıl; bâtılı hak göstermek, hakkı gizlemek ve hakkın
hâkimiyetine engel olmak, hep propagandaya ihtiyaç duyacaktır.
Firavun’un bu kabilden yaptığı propagandalara bakalım: Firavun,
“ben sizin en yüce rabbinizim!”255 diyebilmekte ve propagandalarında
Mısır ülkesi hükümdarlığının kendisine ait olduğunu,
hatta kendine ait olanlar içinde akan ırmaklara kadar her şeyin
bulunduğunu döne döne vurgulamaktadır.256 Ufak tefek kimi
insanî eksiklikleri büyüterek kamuoyuna sunmak ve böylece puan
kaybına yol açmak. Sözgelimi, duygusallığı arttığında veya kendi
ana lisanı olmadığı için yabancı şive ile konuştuğundan Firavunların
dilini konuşmakta zorlanan Hz. Mûsâ için “şu konuşamayan
adam” gibisinden ifadelere başvurup rakibinin etkisini zayıflatmaya
çabalamak. Kule yapma örneğini de bir propaganda malzemesi
olarak ele almak doğru olacaktır.
Olaya olumlu yaklaşıyormuş izlenimi vererek olumsuz sonuca
vardırıcı bir tutum izleme taktiğidir kule yapma olayı. Firavun,
Hâmân’dan yüksek bir kule yaptırmasını ister.257 Propaganda gereği,
o kuleye çıkacak, “Mûsâ’nın ilâhı”na ulaşmanın yollarını arayacaktır,
görünüşte. Elbette ki amaç, bu bulacağı yola gidip, sözü
edilen ilâhın bulunmadığını görmek, daha doğrusu O’nu görmediğini
söyleyerek inkârını bir gerekçe üzerine oturtmaktır; hem
de düşünmekten uzaklaştırılan kalabalıklara inandırıcı olması düşünülen
bir gerekçe ile. Daha kulenin yapım emrini verirken kullandığı
“doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum”258 ifadesi, hem bu
amacının belirtisi, hem de kuleden inişinde ifade edeceği inkârına
önceden bir zemin hazırlama taktiği olarak alınmalıdır. 259
Firavunların düzenlerine karşı çıkanlar, Firavun ve çevresi/
egemen güçler tarafından çeşitli propagandalarla küçük düşürülmeye
ve toplumda yalnız bırakılmaya çalışılmışlar, kitleler
255 79/Nâziât, 24
256 43/Zuhruf, 51
257 28/Kasas, 38
258 28/Kasas, 38
259 Zübeyir Yetik, Her Nemruda Bir İbrahim, s. 90-91
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
nezdinde gayr-ı meşrû olarak lanse edilmişlerdir. “Ben onun dininizi
değiştireceğinden, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.
Ben sizi doğru bir yola götürüyorum ve size doğru gördüğümü
gösteriyorum.”260Bunlar, Firavun’un cümleleridir. Ancak dikkat edilmesi
gereken nokta, Firavun’un propagandasından ziyade, kitlelerin
bu seslenişe olan teveccühleridir. Yığınlar, Kur’an’ın tabiriyle
“ateşe çağıran önderler”in peşinden gitmektedir.
Rabbimiz, Firavun’un propagandalarına kanan Mısır toplumunu
şu şekilde tanımlamaktadır: “İşte Firavun kavmini küçümsedi,
onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar fâsık (yoldan çıkmış) bir kavim
idiler.”261 Kitleler, şu ya da bu şekilde Firavun düzeninin devamından
yarar sağlamakta veya yararları olduğu şekilde kandırılmaktadır.
Toplum psikolojisi, rüzgâr nereden kuvvetle esiyorsa onun
etkisiyle kitlenin o şekilde rüzgâra kapılıp sürüklendikleri şeklindedir.
Böylece ateşe çağıranların izinden gitmeye devam etmektedirler.
Ama bu, Mûsâ’yı da mü’minleri de etkilememektedir.
“Câhiliyye” İrticâ/Gericilik,
İlkellik ve Bağnazlık Demektir
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu
dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin
niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle
de dile getirilir.
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de
içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu
değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması
değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da
mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından,
Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden
sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve
işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik
bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla
İslâm’ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren
müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm’a da gericilik, irticâ nitelikleri
yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği
anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek
söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış
260 40/Mü’min, 26, 29
261 43/Zuhruf, 54
CÂHİLİYYE
- 65 -
davranış olarak tesbit edilebilir. Kur’an’a göre bilgisiz insanlar kişisel
arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri
gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan
saparlar.262Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler
(emâniy, ümniye) geliştirmek263 ve bunu yaparken zanlarına
dayanmaktır.264 Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce
ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya
Allah’ın ilâhlığını, Rablığını, Melikliğini tanımama ya da Allah’a
bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir.
Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri
evrende ve insan hayatında Allah’tan başka bir yaratıcı, öldürücü,
tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül
edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar
tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve
kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun
eğmek, itaat etmektir.
Kur’an’ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında
beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda
oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle
câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli
peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir
model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı
olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya
da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde
mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfıkmünâfıklık,
fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla
da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî
eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre
mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm’ın öngördüğü inanç
ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek
herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen
kişi, İslâm’la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş,
mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini
oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle
İslâm’ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında
sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları
inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman
zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek
262 6/En'âm, 119
263 2/Bakara, 78
264 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için
en tehlikeli olamdır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan
kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki
tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek
ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde
edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm’ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı
ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
İslâm’ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına
çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-
yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna
göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya
da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma
göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik,
tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal
olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır.
Buna göre müslümanlar gerici, İslâm da gericiliktir. Bu
yargı şöyle açıklanır: “Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve
kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu
uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren
düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir.
Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup
olmuş muhâfazakâr ister istemez bir “gerici’ olacaktır. Yeni
gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden varolmuş
olduğuna inandığı “altın bir çağı’ tekrar yaşamak için harekete
geçecektir.” 265
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı,
tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna
bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından
önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya
da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm’ın Türkiye’de terkedilmiş bir
inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük
ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye’de ya da dünyanın
herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm’ı öngören,
İslâm’ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar,
toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde
değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara
göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman
ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için
geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar.
Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy’nin deyişiyle
“bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar
265 Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
CÂHİLİYYE
- 67 -
üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan
çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde
bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir.”266 Dolayısıyla
müslümanların gerici, İslâm’ın gericilik gibi gösterilmesi,
Kur’an’ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve
ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin
bir işaretinden başka birşey değildir.267 Nakıl ve
akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk
için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü
ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin
temel vasfıdır.
Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı
Şirk, küfür, iman, tevhid gibi kavramlara yüklenilen anlamlarla
bazıları Allah diyen herkesi İslâm dairesine sokarken, kimileri de
bilinçli olsun ya da olmasın, toplumun büyük çoğunluğunu müşrik
olarak nitelendirmektedir. Tarihin belli bir dönemine hapsedilen
“câhiliyye” kavramı, bu tartışmaların doğru bir zemine oturtulmasında
önemli bir rol oynamaktadır.
Kavramlar üzerinde semantik çalışmalarıyla tanıdığımız İzutsu,
câhiliyye kavramının başlıca semantik yapısını üç şekilde ifâde etmektedir.
Ona göre cehl kelimesinin birinci ve en belirgin anlamı,
insanın hareket tarzıyla ilgili olandır ki, bu da en ufak bir kızgınlık
ânında irâdesini kaybedip parlayan, hırslarına hâkim olamayan
insanların davranışıdır. Bu anlamda kavram, duygularını frenlemesini
bilen ve akıl gücünün işâreti olan hılmin zıddıdır. İnsan
hayatını bütünüyle kapsayan bir kavram olan “cehl”, “zulm”ü de
anlamamıza yardımcı olur. İkinci anlamı olayların içine nüfuz edemeyen,
daima sathî düşünen ve dolayısıyla her zaman basit ve
isâbetsiz hükümler veren insanın entelektüel kapasitesiyle ilgilidir.
Cehlin üçüncü anlamı “bir şeyi bilmeme”dir ki, İzutsu bu şekliyle
kelimenin ilmin karşıtı olduğu, fakat Kur’an’da önemli bir rol oynamadığını
söylemektedir. 268
Kur’an’da “câhiliyye”, İslâm öncesi döneme ad olmakla
beraber,269 daha genel anlamda hangi zaman diliminde olursa olsun,
vahyî ilkelere sırt çevirmiş her türlü zihniyete verilebilecek
geniş bir kavramdır. Nitekim Rabbimiz, geçmiş kavimlerden peygamberlerin
karşısında yer alıp mücâdele edenleri anlatırken sık
sık bu kelimeyi kullanmıştır.
266 Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
267 Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
268 T. İzutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, Kevser Y., s. 197-204
269 33/Ahzâb, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
İlimden değil de hevâya uymanın sonucu zandan kaynaklanan
câhilî değerler insanların hayatlarına yön vermekte ve dünya
görüşlerini biçimlendirmektedir. Burada Kur’an’ın ilme yüklediği
anlamın ne “tür ve nitelikte olursa olsun, bilgi birikimine sahip olmak”
anlamına gelmediğini hatırlamak gerekir. Âlimler vahye tâbi
olan mü’minlerdir. İslâm’ın getirdiği vahyi merkezli bu ölçü, fayda
sağlayan bilgiyi doğru kabul eden pragmatist bilgi anlayışına sahip
zihinlerin anlamlandıramayacağı bir ölçüdür. Bizlere Kur’an’ı
nasıl yaşayacağımızı öğreten rehberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.s.)
ümmî olması, bu açıdan önemlidir. Zâten bilgiyi İlâhî hedefleri için
araç haline getirmeyip ona sahip olmayı hayatının amacı haline
getirenler Kur’an’ın ifadesiyle “kitap yüklü eşekler”270sıfatına uygun
düşmüyorlar mı? O halde câhil olmak, bilgiden yoksun olmaktan
ziyâde, zanna dayanan bilgilerle beslenmektedir.
Hevâ ve heveslerine uyarak zannî bilgiyle akaidini oluşturan
câhiller, tarih boyunca peygamberlerin ve dinin şâhitliğini yapan
muvahhidlerin karşısında olagelmişlerdir. Câhilî değer yargılarına
sahip bu zümre, menfaatleri gereği atalarının dininden tâviz
vermezler ve kendilerine İlâhî mesajı tebliğ edenlere de kafa
tutarlar. “Dediler ki; ‘Sen bizi ilâhlarımızdan çevirmek için mi geldin?
Şu halde eğer doğru söylüyorsan tehdit ettiğin şeyi bize getir.’ Dedi
ki: ‘İlim ancak Allah katındadır. Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum,
ancak sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.”271Aynı
zamanda câhillerin vahye karşı takındıkları sarsılmaz, inatçı tutumlarını
Kur’an şöyle ifâde etmekte: “Gerçek şu ki, Biz onlara
melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına
toplasaydık -Allah’ın dilediğ dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak
onların çoğu câhillik ediyorlar.” 272
Bu âyetlerin günümüzde yaşayan tabloları âdeta sergiliyor olmasına
rağmen, Kur’an’ı sadece nüzul sebebine bağlı olarak, tarihî
bir metin gibi algılayan hâkim zihnî alışkanlıkların varlığı sebebiyle
bir kez daha hatırlatmak gerekir ki âyetler, insanlık tarihinin başlangıcından
itibaren devam eden tevhid-şirk mücâdelesinin şirk
cephesindeki câhillerden bahsetmektedir. Hayatın içinde İslâmî
mücâdeleyi ağır bedeller ödeyerek sürdürenler ise câhiliyyenin ne
demek olduğunu bilmektedirler. İşte bu Müslümanlardan Allah’a
canını sunarak dinin şâhitliğini yapan ve hâlâ Müslüman gençliği
fikirleriyle etkilemeyi sürdüren şehid Seyyid Kutub, câhiliyyeyi şöyle
tanımlıyor: “Bütün câhiliyyeler, ilk önce kulların kullara kulluğu
270 62/Cum’a, 5
271 46/Ahkaf, 22-23
272 6/En’âm, 11
CÂHİLİYYE
- 69 -
esasına ve Allah’tan başkalarının ilâhlaştırılması temeline dayanır.
Peygamberlerin dâveti ise, her zaman Allah’ın birliği ve sahte
tanrıların yıkılması esâsına dayanır. Yani yalnız ve yalnız Allah’ın
dinine bağlanıp Allah’tan başka ilâhın bulunmadığı esâsına istinad
eder. İşte bunun için temelden câhiliyyenin dayandığı esaslarla
çatışır. Ve bu yüzden onların varlığı câhiliyyenin varlığı için en
büyük tehlike olur.”273Hayatının noktalanışı, söyledikleri ile uyum
içerisinde bulunan şehidin varlığı câhiliyye için büyük bir tehlike
olarak görülmüş ve idam edilerek şehid olmuştur. Ancak bu idam,
beklenenin aksine, Müslümanların câhiliyyeye karşı bilinçlenmesinde
ve tavır almasında bir büyük etken olmuştur.
Servet ve güç sahibi mağrur azınlık güya vahyi kabul etmemelerini
sosyal statüleri düşük yoksul insanların bu dine mensup olmalarına
bağlamaktadırlar. Onlara peygamberlerin cevabı ise şöyledir:
“Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir ücret/mal istemiyorum.
Benim ecrim, yalnızca Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim.
Onlar gerçekten Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben sizi câhillik etmekte
olan bir kavim görüyorum.” 274
Câhilî değerlere sahip böylesi bir zihniyet aynı zamanda korkunç
bir ahlâkî çöküşün de temelini oluşturmaktadır. “Siz gerçekten
kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz câhillik
etmekte olan bir kavimsiniz.”275Günümüz modern câhiliyyesinde
de açıkça gördüğümüz ahlâkî değerlerin gittikçe ivme kazanan
ifsâdı, câhiliyyenin belirgin özelliklerindendir. Tapınma duygularını
kendilerine sunulan ve kendileri gibi âciz varlıklarla tatmin
eden zavallı insanlar onların getirdikleri ahlâksız tutumları bir
ibâdet coşkusu içerisinde îfâ etmektedirler.
Defalarca tebliğ edildiği halde, artık yola gelmeyen bilinçli
olarak tercihini kullanmış olan câhilî bir topluluğa nasıl tavır alınacağı
konusunda Allah, Rasûle ve dolayısıyla bize şunu emretmektedir:
“Onları hidâyete çağırsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını
sanırsın, oysa onlar görmezler. Sen affı tut, ma’rûfu emret ve câhillerden
yüzçevir.”276 Câhillerden yüzçevirmek, onlardan, öncelikle zihinsel
olarak kopuşu gerektirmektedir ki, onların diniyle Müslümanların
dini arasında hiçbir alâka kalmasın.
Buraya kadar bahsettiğimiz câhiliyye; İslâmî düşünüş, davranış
ve ahlâkına aykırı tüm değer yargılarına sahip, vahye karşı alınmış
273 Seyyid Kutub Külliyatı, Hikmet Neşriyat, c. 3, s. 316
274 11/Hûd, 29
275 27/Neml, 55
276 7/A’râf, 198-199
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
bilinçli bir tavrın adıdır. Bu tavırda vahiyle bir çatışmaya girilmiştir.
Bu câhilî yaşayış biçimi bir çağda olup geçen ve bir daha tekerrür
etmeyen tarihî bir olay değil; bir sistemdir, bir inançtır ve her zaman
da aynı organik yapıya ve güçlere sahiptir. 277
Câhilî Tutum: Kur’an’ın konuyla ilgili diğer âyetlerinde değer
yargıları vahyî olduğu halde çeşitli zaaflardan dolayı câhilce tutum
sergileyen Müslümanlardan, hatta peygamberlerden bahsedildiğini
görüyoruz. Burada Râgıp el-Isfehânî’nin kavramı tanımlarken
verdiği üçüncü anlam, dikkati çekmektedir. O, “cehl”in
anlamını kişinin ilim sahibi olmaması ve gerçeğin dışında bir şeye
itikat etmesi olarak verdikten sonra kavramı, itikad doğru veya
yanlış olsun “gerekenin, hak olanın dışında davranışlarda bulunmaktır”
şeklinde tanımlamıştır. İsfehânî’nin verdiği bu anlamın
âyetlerle örtüşmesi ve cehl kelimesinin bu anlam boyutu önem
taşımaktadır. Bununla ilgili olarak, Nuh kıssasını örnek verebiliriz.
Allah, Nuh’tan gemi yapmasını ve ona yalnızca iman edenleri
almasını emretmiş ve şöyle demiştir: “Zulme sapanlar konusunda
da bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”278
Buna rağmen Nuh (a.s.), gemi dağın üzerinde durup zâlimler topluluğuna
da “uzak olsunlar!”279denildiğinde bir baba şefkatiyle
Rabbine seslendi; “Rabbim şüphesiz benim oğlum âilemdendir ve
Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.’ Dedi
ki: ‘Ey Nûh, kesinlikle o senin âilenden değildir. Çünkü o, sâlih
olmayan bir iş (şirk işlemiştir). Öyleyse hakkında ilmin olmayan
şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, câhillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum.”280 Rabbimiz akrabalık bağlarına göre değil;
inanç üzere kurulmuş bir birlikteliğin, cemaatin kurulmasını
istediğinden, daha önceden uyarılmasına rağmen Hz. Nuh’un
içine düştüğü câhilce düşünüşü eleştirmiştir. Allah’ın Hz. Nuh’u
uyarısından sonraki davranışı bugün bizi de ilgilendiren önemli
bir tavırdır: “Dedi ki: ‘Rabbim, ilmim/bilgim olmayan şeyi Senden
istemekten Sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet
etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olurum.” 281 Hz. Nuh,
hatasını anlayınca hemen tevbe etmiş ve davranışını ıslah etmiştir.
Peygamberimiz de Allah’ın câhilce gördüğü bir tavrından dolayı
uyarılmıştır: “Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara
bir âyet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven
277 S. Kutub, a.g.e., s. 315
278 11/Hûd, 37
279 11/Hûd, 44
280 11/Hûd, 45-46
281 11/Hûd, 47
CÂHİLİYYE
- 71 -
dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü
hidâyet üzere toplardı. Öyleyse sakın câhillerden olma.” 282 Hz.
Yusuf ise, câhilce bir tutuma meyletmemesi için Allah’tan yardım
dilemektedir: “(Yusuf) dedi ki: ‘Rabbim, zindan bunların beni kendisine
çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Onların kurdukları düzeni
benden uzaklaştırmazsan onlara (korkarım) eğilim gösterir (böylece)
câhillerden olurum.” 283
Buradan da anlıyoruz ki, kişi her ne kadar vahyî değerleri kendisi
için belirleyici kabul etmiş olursa olsun, değişen hayat şartları
ve insan olmanın getirdiği zaaflardan dolayı zaman zaman câhilî
tutumlar içerisinde bulunabilmektedir. Bu vâkı, tabii ki hataları
meşrû göstermez. Kişinin hatalarından dolayı tevbe etmesi ve
nefsini ıslah etmesi gerekmektedir ki, burada ifsad ve ıslah önem
arzeden anahtar kavramlardır. Müslümanın davranışlarında zaman
zaman sapmalar görülüyorsa, bu mutlaka düzeltilmelidir. Bu
ıslah ise, iyi bir otokontrol ve kişiyi yanıldığında uyarıp düzeltmesini
sağlayacak bir Müslüman topluluğun varlığı ile olur. İman, bir
kere kabul edildikten sonra kişide durağan olarak kalmamakta,
aksine, hayatta İslâmî mücâdeleyi sürdürürken karşılaştığımız çeşitli
zorluklarla denenmektedir. Ve Müslümanların bu imtihanlar
konusundaki dirençleri oldukça önemlidir. Direnemeyenlerin kaybolup
gittiklerini görmekteyiz. Bu yüzden kişinin sürekli bir çabası
ve kendisini Kur’an’la uyarabilecek mü’minler ile birlikteliği
oldukça önemlidir.
Câhilî tutum ve sapmalar Rasûl’ün ashâbında da görülmüş
ve Peygamberimiz tarafından uyarılmıştır. İbn Hişam’da yer alan
bir rivâyete göre, İslâm’la şereflendikten sonra kardeş olmuş Evs
ve Hazrec’ten bazı kimselerin sıcak sohbetlerini kısakanan bir
Yahûdi, bu iki kabilenin eski rekabetlerini hatırlatan bazı şiirlerle
onları tahrik etmişti. Taraflar birbirleriyle çatışmak üzere iken durumu
haber alan Rasûlullah, onlara hitâbında Allah’ın kendilerini
İslâm’la müşerref kıldıktan sonra, câhiliyyeden kurtardığını, yaptıklarının
ise bir câhiliyye dâvâsı olduğunu hatırlatmıştır.
Uhud savaşına katılan bir grup da can derdine düşüp câhilî
düşüncelere dalmışlardı: “Sana kederin ardından üzerinize bir güvenlik
(duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu.
Bir grup da, canları derdine düşmüştü. Allah’a karşı haksız yere câhiliyye
zannıyla zanlara kapılarak: ‘bu işten bize ne var ki!?’ diyorlardı. De ki:
‘Şüphesiz işin tümü Allah’ındır.’ Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde
gizli tutuyorlar. ‘bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik’
282 6/En’âm, 35
283 12/Yusuf, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
diyorlar. De ki: ‘Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi
yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah,
sînelerinizdeki denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı).
Allah, sînelerin özünde saklı duranı bilendir.”284 Allah bu câhilî tutumlarını
vurgulamış, âyetleriyle mü’minleri eğitmeye devam etmiştir.
Günümüzde ise, toplumun Yâsîn Sûresindeki: “Babaları uyarılmamış,
böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için
(gönderildin).”285 âyetindeki “uyarımamış toplum” özelliğiyle benzeştiğini
söyleyebiliriz. Kur’an’ın varlığına rağmen, yüzyıllar boyunca
insanlarla Kur’an arasına aşılması güç engeller koyulmuştur.
İnsanların mezhebe ya da şu veya bu kitaba dayanarak oluşturulmuş
düşünce biçimlerine çağrıldığını biliyoruz. Ancak bu ağrı,
Kur’an’a olmadıktan sonra, toplumun uyarıldığını söyleyemeyiz.
Aynı şekilde Rasûl’ü de gerçek şekliyle tanımak, -zayıfıyla, uydurmasıyla-
hadis külliyâtı içinde kaybolmak zannedilmiştir. Bu zorluklarla
karşılaşanlar herhangi bir mezhebî taassuba kendilerini
teslim etmektedirler. Bütün bu câhilî ve mutlaka ıslah edilmesi
gereken tutumların giderilmesi için, muvahhid Müslümanlara
önemli görevler düşmektedir.
Düşünce netliğine ulaşılsa bile Müslümanların Uhud savaşı örneğinde
olduğu gibi, câhilce davranışlar sergilediğini söyleyebiliriz.
Eğer bu davranışlar düzeltilmez ve bu şekilde yaşamanın doğruluğuna
dâir hayat felsefesi oluşturulursa işte o zaman istikamet
tehlikeli boyutlara yönelir. Özellikle modern yaşantının getirdiği
olumsuz anlamda bireyselleşme ve birey olarak kaldıkça da âtıl
duruma gelme, kişilerin ümmet bilincini oluştur, zulüm karşısında
direnme gibi hayâtî sorumluluklarında bir umursamazlık meydana
getirmektedir.
Allah’ın sınamalarına karşı tevhidî kimliğimizle tavır takınmamız,
câhilî eğilimlerimizde ise hemen davranışımızı ıslah için
çaba sarfetmemiz gerekir. Aksi halde ıslah edilmeyen câhilî birikimlerimiz
bir gün câhilî değer yargılarına sahip kişilerin davranış
biçimleriyle ortak bir paydada buluşabilir. Burada Müslümanların
özellikle güçlü modern dayatmalar sonucu nereye savrulacağını
şaşıran kimselere ‘ma’rûfu emretme, münkerden sakındırma” konusunda
duyarlı olmaları gerekir. Bu görev, Müslümanların hayatında
gevşeyen, çözülen İslâmî değerlerin sağlamlaştırılması için
bugün daha da zorunlu bir hal almıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “bilgisizlik” anlamıyla “cehâlet” kelimesinin
kullanıldığını da görüyoruz: “İçinizden kim bir cehâlet sonucu bir
284 3/Âl-i İmrân, 154
285 36/Yâsîn, 6
CÂHİLİYYE
- 73 -
kötülük işler, sonra tevbe eder ve (kendini) ıslah ederse kuşku yok, O, bağışlayandır,
merhamet edendir.”286 ve “Allah’ın (kabulünü) üzerine aldığı
tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemen tevbe
edenlerinkidir.”287 Demek ki cehâlet nedeniyle bile olsa, işlediğimiz
kötülüklerin bağışlanması için Rabbimiz tevbeyi ve davranışın ıslahını
şart koşmaktadır. Davranışını düzeltmeyen tevbe, tek başına
bir anlam taşımamamaktadır.
Konumuzla ilgili bir âyet de şudur: “Ey iman edenler, eğer bir
fâsık size bir haberle gelirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehâlet sonucu
bir kavme kötülükte bulunusunuz da, sonra işlediklerinize pişman
olursunuz.”288Bu âyet, günümüz Müslümanlarının haber kaynaklarını
değerlendirme açısından dikkate alınması gereken önemli
bir husustur. Bize gelen haberlerin etraflıca araştırılması ve dikkatli
yorumlanması gerekir. Yoksa, işkence gören nâmuslu Müslümanlar
savunulacağı yerde, provakasyon söylemlerinin etkisiyle
insanlara iftirâ edilebilir. Bu tür câhilî tutumların, kişisel planda
kalmayıp Müslümanların onurunu zedelemesinden dolayı, mutlaka
farkına varılması ve ıslah edilmesi gerekmektedir.
Allah’tan daha güzel hüküm veren olmadığının289 bilincinde,
imanlarını amelleriyle sâbitleştiren, sapma ve gevşeme gösteren
çevre içinde direnip sabır gösteren ve hakkın Müslümanlar
arasında kaim olmasında imkânlarını ortaya koyarak bireysel ve
toplumsal planda hüsrâna uğramayacağımız bilen fedâkâr Müslümanların
birliktelikleriyle karşı koyabileceğmizi hatırlatıyoruz. 290
Câhiliyye, Sosyal Çevre ve
Geleneğin Putlaştırılmasıdır
Sosyal Çevre: İnsan, her türlü zihinsel ve duygusal yapıya sahip
olarak gelişmeye hazır bir vaziyette dünyaya gelir. Bu gelişim
sürecini devam ettirebilmek için toplum içerisinde yaşamak ve diğer
insanlardan faydalanmak zorundadır. Bu yönüyle toplumsal
bir varlık olarak değerlendirilen insan; inancını, bakış açısını, her
türlü değer yargısını, kimlik ve kişiliğini içinde yaşadığı toplumdan
alır. Fakat belirli bir noktaya gelindiğinde toplum, insanın
benliğini, irâdesini, idrâkini kuşatır, âdeta esir alır, hapseder. İnsanın,
toplumun koyduğu normları aşabilmesi bir mesele haline gelir.
Zira toplumlar kendi normlarını bireylere benimsetmek onların
286 6/En’âm, 54
287 4/Nisâ, 117
288 49/Hucurât, 6
289 5/Mâide, 50
290 Hülya Koç, Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Haksöz, 46-47,
Ocak-Şubat 95
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
düşünce, inanç ve davranışlarını yönlendirmek ister. Bu, toplumun
putlaşması demektir.
Toplum, binlerce yıllık birimini, tecrübelerini, örf ve âdetlerini,
inançlarını, değer yargılarını bireylere aktardıktan sonra, bu sosyal
değer ve normların eleştirilmesine tahammül edemez, kendine
mensup bireylerden mutlak itaat bekler. Bu normlar karşısında
şüpheye düşülmesini bile istemez. Sosyal çevre, insanın her yönüyle
gelişimine uygun bir ortam olmakla birlikte, belli bir aşamadan
sonra yetersiz kalmakta, hatta fertlere alternatif tanımadığı zaman
da zararlı olmaktadır. Hür düşünme ve araştırma imkânlarını
ortadan kaldıran toplumsal çevre baskısı, hiçbir zaman hoş karşılanmamaktadır.
Kur’an kültürüne dayalı bir perspektiften baktığımızda, yapılarına
göre iki tür toplumun varlığından söz edebiliriz. Biri normları
İlâhî öğretiye dayalı toplumlar (İslâmî toplum/ümmet), diğeri
normları câhilî öğretiye dayalı toplumlar (câhiliye). Câhiliye toplumlarında
insanı doğruluktan, iyilikten, güzellikten uzaklaştırıcı
bir baskı vardır. İşte böylesi toplumlarda toplumun yanlışlığına
rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne ve çirkinliğine
rağmen iyiyi ve güzeli tercih etmek, söz konusu topluma ve toplumsal
değerlere karşı çıkmayı, baskılara göğüs germeyi gerektirir.
Ayrıca kişiliğini içinde bulunduğu toplumla özdeşleştirmiş kimseler
için böyle bir durum geçerli değildir. Bunlar için, içinde yaşadıkları
toplumu reddetmek kendi kişiliğini reddetmek gibi imkânsızdır.
Bu tip insanlar İlâhî bir mesajla, hak sözle karşılaştıklarında kendilerine
göre bir değerlendirme yapma yeteneklerini işlevsiz hale
getirmişlerdir. Böyle bir durumda zihinlerinin ilk çağrıştırdığı şey,
içinde yaşadıkları toplumun yaklaşımlarıdır. Doğru da olsa yanlış
da olsa toplumun reddettiği her şey, toplumun bireylerince kabul
edilemezdir; bu toplumun yazılı olmayan yasasıdır/nassıdır.
Hak bir sözle, İlâhî bir mesajla câhiliye toplumunun karşısına
çıkanlar şu tür sorulara muhâtap olurlar: “Bu kadar insan bilmiyor
da sen mi biliyorsun? Bunca insan yanlış yolda da, sen mi doğru
yoldasın, yani bu kadar insan aldatıldığının farkında değil de,
bunu bir sen mi farkettin? Daha senin yaşın kaç? Biz bu yaşa kadar
atalarımızdan buna benzer bir şey duymadık, böyle bir şey
görmedik...”
Evet, bu kimselerin anlayışına göre iyi ve doğru, çoğunluğun
kabul ettikleridir. Peki nedir çoğunluğun özellikleri? Kur’ân-ı Kerim,
çoğunluğun “yoldan çıkmış, fısk ehli”,291 “vahiy bilgisine karşı
291 5/Mâide, 59; 7/A'râf, 102; 9/Tevbe, 8
CÂHİLİYYE
- 75 -
ilgisiz”,292”Allah’ın verdiği sayısız nimetlere nankörlük eden”293 ve
“kâfir”294 kimseler olduğunu belirtir. “Muhakkak ki Biz, bu Kur’an’da
insanlara her türlü misali, çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların
çoğu küfürden/inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.”295; “Andolsun ki
eski milletlerin çoğu dalâlete düştü.”296; “Sen iman etmelerine düşkün
olsan bile yine de insanların çoğu iman edecek değillerdir.”297; “Elif Lâm
Mîm Râ, Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat
insanların çoğu iman etmezler.” 298
Kur’an ölçülerine göre itikadî ve ahlâkî açıdan olumsuz kimlik
taşıyan, normları câhiliye esaslarına göre belirlenmiş toplumlar,
çoğunluğun câhil, gâfil ve kâfir olması sebebiyle insanları
Hak yoldan saptırabilecek bir etkinliğe sahiptir. Yüce Allah konu
üzerinde mü’minlerin dikkatini çekecek uyarılarda bulunur: “Yeryüzünde
bulunanların çoğuna uyacak olursan; seni Allah’ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz
de söylemezler.”299 Bu âyet, aynı zamanda, hakkın tek, bâtılların ise
birden fazla olduğuna, yerküre üzerinde yaşayanların çoğunluğunun
da kâfirler topluluğuna mensup olduğuna işaret eder. İnsanın
bâtıl inançlara mensup toplumla etkileşiminden genellikle bâtıl
inançlar doğar. Her insanda çoğunluğa ayak uydurma, çoğunluğun
beğenisini kazanma eğilimi, çoğunluk tarafından dışlanma
korkusu vardır. İnsanın içerisinde yaşadığı toplum inanç açısından
Tevhid üzere ise, toplumun yapacağı etkileme olumlu olur.
Fakat toplum dalâlet ehli insanlardan oluşuyorsa etkileşim de bu
doğrultuda olacağından, dalâlet ehli toplum, inkâr motivi işlevini
görür. Bu durumda İslâm, çoğunluğun değer yargılarına değil,
Kur’an öğretilerine itibar etmeyi öngörür.
Bireyin kimlik ve kişiliğinin oluşmasında çoğunluğun, yani sosyal
çevrenin rolü inkâr edilemez. Sosyal çevre, doğrudan doğruya
olmasa bile, dolaylı olarak etkide bulunur. İslâmî açıdan bozuk
bir çevre, öncelikle ruhu bozar. Ve bozulan ruhî ortamda, kutsal
duyguların, yüce düşüncelerin gelişimi zayıflar, âdi düşünceler
güçlenir, bayağı duygular revaç bulur. Böyle bir ortamda kişinin
inkâra düşmesi kolaylaşır. Hatta olumsuz sosyal çevre, bireyin
inkârcılığının bir motivi olur.
292 7/A'râf, 187; 12/Yûsuf, 21; 30/Rûm, 6; 34/Sebe', 28
293 2/Bakara, 243; 7/A'râf, 17; 12/Yûsuf, 38; 40/Mü'min, 61
294 12/Yûsuf, 103; 13/Ra'd, 1; 17/İsrâ, 89
295 17/İsrâ, 89
296 37/Sâffât, 71
297 12/Yûsuf, 103
298 13/Ra'd, 1
299 6/En'âm, 116
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
Atalar Kültü: Her doğan insan, bir toplum içerisinde, o topluma
özelliğini veren kültür ortamı içerisinde bulur kendisini. Birey
kültür ortamıyla başlattığı etkileşim sürecini bir ömür boyu devam
ettirir. Fertler bir yandan mevcut kültürle hayatlarını şekillendirirken,
diğer yandan bu kültürü yeni yetişen nesle aktarma
uğraşına girerler. Başta yetişen nesil olmak üzere bütün toplum
bireyleri kültür ortamına adapte olmaya çaba harcarlar. Zira sosyal
bir varlık olan insan, doğal olarak, önceki nesillerin devretmiş
olduğu fikirleri, inançları, davranış kalıplarını benimser, sahiplenir.
Sahiplenilen bu sosyal normlar nesileller boyu sürekliliğini korur.
Geçmiş nesilden alınan sosyal normların en belirgin özelliği süreklilik
arzetmesi ve sürekliliği sağlayan ataların üstünlüğü fikridir. 300
Kültürün insana kazandırdığı normlardan insanın bir anda
sıyrılması, onları terketmesi oldukça zor bir iştir. Bu tür değerler
önceki nesillerden miras alınmış ve bireylerin benliğine ayrılmamacasına
yerleşmiş, onların kişiliklerinin bir parçası olmuştur. Aynı
şekilde toplumda bâtıl inançlar, kötü alışkanlıklar hâkim olunca,
bu insanları atalarından taklit yoluyla devraldıkları bu inanç ve
alışkanlıklardan uzaklaştırmak, ayırmak imkânsız gibidir. İşte toplumun
yapısını oluşturan bâtıl inanç ve kötü davranışlar insanları
hakikatleri idrâk etmekten ve hakka itaatten alıkoyan en önemli
sosyal motivlerden birisidir. Bireyin içinde yaşadığı câhiliye toplumunun
normları, insandaki inanma kabiliyetinin uyanmasını ve
gelişmesini engelleyen etkili bir perdedir. Kur’ân-ı Kerim bu toplumsal
yapıyı Hakk’ın tezâhüne en büyük engel kabul etmiş; aklî
incelemeyi, delillere sarılmayı, bilinçli ve insanca yaşamayı önermiştir.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız, derler. Ya şeytan, onları alevli ateşin
azabına çağırıyor idiyse?!” 301 Eski atalarına tapıyor olmalarının
hiçbir aklî dayanağı yoktur.302 Saf, katıksız mücerret taklide yöneliyorlar.
303 Öyle bir taklit ki, taklit ettikleri şey doğru mu, yanlış mı
bunun üzerinde hiçbir şekilde düşünmüyorlar. İnsan bir şeyi taklit
edebilir, fakat bir yandan da onu sorgular veya taklit etmeden
önce üzerinde düşünür. Fakat kâfirler kendilerine gelen İlâhî mesajı
kabul etmedikleri gibi, taklit ettikleri gelenek ve değerlerin
doğru olup olmadığı üzerinde düşünmek de istememişlerdir.
300 Mustafa Armağan, Gelenek, Ağaç Y. s. 19
301 31/Lokman, 21
302 İbn Kesîr, III/458
303 Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, IV/241
CÂHİLİYYE
- 77 -
Câhiliye toplumlarında gelenekçi anlayış, geçmişin tartışılmasına,
atalardan miras alınan sosyal normların analiz edilmesine
ve seçmeciliğe tâbi tutulmasına karşı çıkar: “Onlara (müşriklere):
‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘Hayır! Biz atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış,
doğruyu da bulamamış idiyseler?”304 Kur’an’a, Peygamber’in getirdiklerine
tâbi olmaları istendiğinde atalarını taklitle yetinmişlerdir.
Taklitçilik, câhiliyye ve şirkin ayrılmaz niteliklerinden birisidir.
Kur’ân-ı Kerim, ataları taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya
ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr etme anlayışını pek çok âyette
değişik vesilelerle kınar. “Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik
de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, ‘biz babalarımızı bir din üzerinde
bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz’ derler. Senden önce de
hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: ‘Babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi.
‘Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu
getirmişsem (yine mi bana uymazsınız)?’ deyince, dediler ki: ‘Doğrusu
biz, sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.’ Biz de onlardan intikam aldık.
Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?” 305
Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir dönemiyle belli nesille
sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden nesile
geçerek süreklilik özelliği gösterir: “Bizden önce babalarımız Allah’a
şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl
olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” 306
Kur’ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile başvurmayı öngörürken,
müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit etmeyi
ölçü almışlardır. “İbrâhim sordu: ‘Nelere tapıyorsunuz?’ Onlar:
‘Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.’ ‘Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar
mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?’ ‘Hayır, ama babalarımızı
da bu şekilde bulduk.”307Müşrikler putların geçerliliğini geleneğe
bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın
motivi olup, aynı zamanda Allah’a ortak koşanların düşünce esasını
teşkil eder.
Atalardan miras olarak alınan sosyal normların ve bunlara
bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi
için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor
304 2/Bakara, 170
305 43/Zuhruf, 21-25
306 7/A’râf, 173
307 26/Şuarâ, 70-77
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
olmasıdır. Meselâ, câhiliye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda
bir değişim süreci başlatmak isteyen bütün peygamberle bu sosyal
motiv ile karşı karşıya kalmışlardır. Geçmişi üstün görme ve
beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan toplumlarda
sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar
değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine
göre de değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad
etmek, insana zor gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte
olan çok sayıdaki âdetlerden insanı vazgeçirmek güç bir meseledir.
Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların, yıllar öncesi, hayat
normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı değiştirmenin kolay
olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum
bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir.
İşte toplum vicdanında kemikleşen bu dâhilî geleneksel
yapıyı değiştirmeyi başaran, aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe
dâvet eden İslâm olmuştur.
İslâm’ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı toplumun geleneksel
yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî
inanç ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü
körüne atalara bağlılık olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir
değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi Araplarda putperestliğin
gerçek mânâda bir “din” olmaktan ziyade, kutsallaştırılmış
geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan
davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliye devri Araplarında
“din” ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif
kabile şuurunun davranışlar şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür;
realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu veya
düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin empoze
ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak,
körü körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli
olan atalara bağlı kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket
etmekti.
Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil olan âyetler,
İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır. “De
ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde
yarattıkları nedir? Bana göstersenize.’ Yoksa onların Allah’la ortaklığı
göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar?
Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler.”308; “(Ey
inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan Menât’ın
ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın
taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil
308 35/Fâtır, 40
CÂHİLİYYE
- 79 -
indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının
isteğine/arzusuna) uymaktadırlar.”309; “Âyetlerimiz onlara apaçık olarak
okunduğu zaman; ‘Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından alıkoymaktan
başka bir şey istemiyor’ derlerdi. ‘Bu Kur’an düpedüz bir uydurmadan
başka bir şey değildir’ derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde, onun
için; ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.” 310
Kur’ân-ı Kerim’in ısrarla, hidâyetin önüne bir engel olarak dikilen
atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur’an’da en
çok üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî
sebebi de sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına
son derece bağlı ve yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu
özelliğe az çok sahiptir. İnsanların gelenek ve göreneklerinden
vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri zor bir iştir. Özellikle
toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi gençlerden daha
güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü körüne
izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak
kabul ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah’ın
otoritesini benimsemeye engel olur. 311
Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve tartışmalar
konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır.
Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid’atlar, hurâfeler, isrâiliyat
ögeleri bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış,
dolayısıyla hak olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi)
bağnazca savunan dindar görünümlü insanlar; diğer tarafta
bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen ve medya
tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki
modernist ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek,
ona hiçbir bâtılı karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur’an ve sahih
sünnet ölçeğiyle yeniden ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış,
atma ve katmalardan arınmış “hâlis din”e sahip çıkmak, “hak
üzere”, orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde yaşamaktır.
Zan ve vehimlerle veya doğrudan doğruya cehâletin verdiği
telkinlerle, atalardan miras alınan din anlayışının sorgulanmadan
kabulüyle görülen hurâfe inançlar, ameller ve bunları savunanlar,
dini hurâfeler yığını olarak takdim edenler maalesef hayli
yaygındır. Cehâlet ve küfür devrinde görülen hurâfeler, her zaman
diliminde de görülebileceği için Kur’an, “atalar yolu” olarak
ifade ettiği bu taklitçiliği, ecdatperestliği şiddetli bir şekilde kınamış,
şirk sebeplerinden biri olarak göstermiştir.
309 53/Necm, 19-20, 23
310 34/Sebe', 43
311 Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
Sadece sokaklarda ve vitrinlerde değil, hayatın hemen her
alanında ve en önemlisi gönüllerde çeşitli putların sergilendiği ve
yerleştiği çevrelerde ve zaman diliminde artık hurâfelerin hakikat,
hakikatlerin de hurâfe kabul edilir hale gelmesi sürpriz sayılmaz.
Kur’an’ı, hadisi, İslâm’ı bilmediği halde yahûdi, hıristiyan, ateist
ve müşriklerin bâtıl fikir ve hurâfeleri ile kafalarını ve kalplerini
dolduran birtakım zavallılar, dinin gerçek hükümlerini efsâne ve
bâtıl inanç kabul etmekte; bâtıl yorum, uydurma ve hurâfeleri ise
hak zannetmektedirler.
Hurâfelerin tümü din açısından tehlikeli olmakla birlikte, itikadı
ilgilendiren hususlar, şirke yol açmaları yönüyle en çirkinleridir.
Aslında her hurâfenin, hatta bir ölçüde bid’atın kabul ve
uygulanışı, İslâm itikadına zarar verir. Kur’an’da da tevhid dâvetine,
sadece Allah’a ibâdet/kulluk çağrılarına itiraz edenlerin
temel gerekçe olarak “atalarının yolu”nu göstermeleri, onların
örf-âdet, gelenek ve göreneklerini, onlardan miras aldıkları inanç
ve yaşayış biçimlerini alternatif olarak ileri sürmelerini bir ecdatperestlik,
körü körüne taklitçilik kabul etmenin yanında, hakkın
karşısında en önemli şeytanî gerekçe olarak görmekteyiz.
Halk, herşeyden önce kasıtlı olarak câhil bırakılmış, halkı gerekli
İslâmî bilgilerden mahrum bırakanlar, dünya ve âhirette
lâzım olacak kültürden mahrum bırakanlar bununla yetinmeyip,
nice dayatmalar ve yönlendirmelerle halkı saptırmışlar, doğruyu
eğri ve eğriyi doğru olarak göstermişlerdir. Halk, kızılmaktan daha
çok acınacak bir zavallı, düzen ve çevrenin kurbanı durumundadır.
Onlara tevhid öğretilmeden, tevhidî bilinç ve ibâdet anlayışı
kazandırılmadan, sahih bir din öğretilmeden bâtıl inançların ve
hurâfelerin önünün alınamayacağı bilinmelidir. Bununla birlikte
görülen bâtıllara müdâhale edilmeli, halkın hurâfeci yaklaşımları
en güzel üslûpla önlenmeye çalışılmalıdır. Ama, bataklık kurutulmadan
sivrisineklerle mücâdelede ciddîi bir mesafe kat edilemeyeceği
unutulmamalıdır. Hurâfe üreten düzen ve çevre şartları
değiştirilmeden eski ve yeni câhiliyye hurâfelerinin, bâtıl inanış ve
bid’atların önünün alınamayacağı bir gerçektir.
Câhiliyye Asabiyeti; Irkçılık/Kavmiyetçilik
Türkçede daha çok “ırkçılık” olarak ifadelendirilen kavram,
Arapçada “asabiyyet” ve “kavmiyyet” olarak kullanılır. “Asabiyye”,
akrabalık, soy yakınlığı demektir. Kavram olarak “asabiye”,
“kavmiyetçilik” ve “ırkçılık”; akraba, soy, ırk ve vatan gayreti
gütmek, kendi yakınlarını, kendi içinde bulunduğu topluluğu
önde görmek, onlara daha fazla ilgi göstermek, tarafgir olmak
demektir.
CÂHİLİYYE
- 81 -
‘Asabiye’, sözlük mânâsıyla kavim, kabile, grup ve benzeri konulardaki
aşırı düşkünlük ve bağlılıktır. Kişinin kendi akrabalarını
ve içinde bulunduğu toplumu öne çıkarması, onlara ait olan
şeyleri savunması, onlara yardımda öncülük tanıması demektir.
İslâm’dan önce yaşayan ve düzenli siyasî ve hukukî otoriteden
mahrum câhiliyye Arapları kendi akrabalarına çok düşkündüler.
Kabilecilik duygularıyla, başka kabileler tarafından tecâvüze uğrayan
kendi akrabalarını korurlar, o tecâvüzün doğurduğu maddî
ve mânevî zararları asabiye duygusu ile giderirlerdi. Zulme ve
haksızlığa uğradığını iddia edenin çağrısına kabilenin diğer üyeleri
cevap verirlerdi. Hatta haklı da olsalar, haksız da olsalar; mutlaka
kendi akrabalarının tarafını tutarlardı. Bu duygu sebebiyle
çoğunlukla zâlimle beraber olup, mazluma karşı olurlardı.
Asabiyyenin Olumlu Yönü: Kimilerine göre asabiye duygusu,
tümüyle olumsuz bir anlayış değildir. Kişide din gayreti olmazsa
cihada isteksiz olur, akraba sevgisi olmazsa, onlara yardım etmeyebilir.
Kabile sempatisi olmazsa, onlarla ilgilenmez. Aile bağlarının,
akrabaya ilginin, toplumların dayanışmasına katkısı vardır. Bu
duygu soy bağlılığına dayandığı için, kimileri soylarını korumayı
başarmışlardır. Bu duygu, meşrû sınırlar içinde değerlendirilebilirse,
cemaatler ve gruplar arasındaki işbirliğini artırır, onları mânevî
yönden birbirine bağlar. Asabiye duygusu ile birbirine bağlı olan
ve bir ortak dine inananlar, diğer toplumlara karşı daha güçlü
olurlar, onlar karşısında daha bütünleşmiş bir şekil alırlar. Yerine
göre siyasî ve hukukî otorite boşluğu olduğu ve zulüm sözkonusu
olduğu zaman, insanların mal ve can güvenliklerinin sağlanmasında
akraba ve asabiye duygusu önemli rol oynar.
Ancak, bilindiği gibi İslâm, asabiyyeti olumsuz ve sınırsız anlamıyla
hoş görmemiş, kan ve soy kardeşliği yerine; din kardeşliği
bağını ön plana çıkarmıştır. Tüm mü’minleri kardeş ilan ederek,
aralarındaki ilgi, yardımlaşma ve adâletin bu kardeşlik üzerine
binâ edilmesini emretmiştir. 312
Olumsuz Anlamıyla Asabiyye: Asabiyye; başka aile, aşiret veya
benzer toplulukların hak ve menfaatlerine tecâvüz etmek, onlara
haksız yere üstünlük sağlama, atalarıyla ve soyuyla övünme ve gururlanıp
başkalarına büyüklük taslama amacına yönelik ise, İslâm
bunu kesinlikle tasvip etmez. İslâm, dar anlamda kavmiyetçilik
mânâsına gelen asabiyyeyi yasaklamış, bunun câhiliyye âdeti olduğunu
vurgulamıştır. Allah (c.c.) insanları bir ana-babadan yaratmıştır.
İnsanların ayrı ayrı soy ve kabileler halinde yaratılmasının
312 49/Hucurât, 9-10; 4/Nisâ, 58; 5/Mâide, 2; 65/Talak 2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
sebebi tanışmaları, bilinmeleri kolay olsun diyedir. Dil, renk, kavim,
grup, bölge veya toprak; insan için üstünlük sebebi değildir.
Üstünlük takvâda, Allah’tan hakkıyla korkup sakınmadadır. 313
Kavmiyetçilik, ya da ırkçılık; bir ırkı diğerine üstün tutma, bir
ırkın özelliklerini ön plana çıkararak diğerlerine karşı övünme,
kendi ırkından olanı haksız olduğu halde başkasına tercih etme,
ya da ırkını sevmeyi bir ideoloji haline getirmek demektir.
Bu duygu ve anlayış, câhiliyye toplumlarında her zaman var
olagelmiştir. İslâm bu anlamdaki asabiyyeyi kaldırdığı halde, Peygamberimizin
vefatından fazla bir zaman geçmeden, siyasî güçler
ve çıkar grupları tarafından müslümanlar arasında yeniden hortlatıldı.
Buna karşın İslâm’ın ölçülerine göre hareket ederek bunun
zararını idrâk eden kişi ve toplumlar bu kötü duygu ve düşünceden
uzak kalmışlar ve böylelikle de asabiyyenin getirdiği maddî
ve mânevî yıkımlardan kendilerini korumuşlardır.
Irkçılık ve Asabiyye: 1789 Fransız ihtilâlinden sonra kavmiyetçilik,
daha yaygın deyimiyle milliyetçilik (aslında ulusçuluk ve
ulusalcılık demek gerektiği halde bu ifade meşhurdur) daha da
gelişti ve yaygınlaştı. Milliyetçi ideolojilerin çoğalmasından ve
yaygınlaşmasından sonra büyük devletler parçalandı. Ulus unsuru
üzerine devletler kuruldu, bir ırkın üstünlüğü fikri devletlerin
ideolojisi oldu. Bu çirkin asabiyye yüzünden nice zulümler işlendi,
nice savaşlar oldu, nice toplumun kimliği inkâr edildi, nice kesimler
baskı ve hile ile asimile edildi. Günümüzde bu sakat anlayışın
hâlâ devam ettiğini üzülerek görmekteyiz.
Günümüzde ırkçılık veya kavmiyetçilik düşüncelerine olan
bağlılık, İslâm’da şiddetle kınanmış olan asabiye anlayışıdır. Burada
söz konusu olan zararlı asabiyye; kendi kavmini, kendi akrabalarını
sevip ilgi göstermek değildir. İslâm, akrabaya iyilik etmeyi,
onlara ilgi göstermeyi, sıla-i rahmi (akrabalık bağını yardımla sürdürmeyi)
emreder. Akrabalar arasındaki meşrû ve makul sevgi, bereketi
artırır.314 Ancak, akraba haksız da olsa onu savunmak, kendi
soyunu üstün görmek, başkalarını aşağılamak; belli bir grubu, bir
aileyi veya soyu, bir kesimi en üstün saymak, bu yüzden de zulme
dalmak asabiyyedir, ırkçılıktır; İslâm’ın lânetlediği bir tavırdır. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.s.), “Bir kimsenin kavmini sevmesi asabiye
(ırkçılık) midir?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Hayır, fakat
asabiye; kişinin zulümde kendi kavmine yardım etmesidir.”315Asabiyye
313 49/Hucurât 13
314 Tirmizî, Birr 49, hadis no: 1979, 4/351
315 İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949, 2/1302
CÂHİLİYYE
- 83 -
gayreti, asabiyeye dâvet câhiliye anlayışıdır. Bir hadiste şöyle buyuruluyor:
“İnsanları asabiyye/ırkçılık için toplanmaya çağıran, asabiyye
için savaşan ve ırkçılık uğruna ölen Bizden değildir.” 316
Atalar ile övünmek, hatta müslüman olmayan atalarının özellikleriyle
iftihar edip başkalarına üstünlük taslamak, hava atmak
asabiyedir. Onlarla övünmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Onlarda
sağlam bir inanç ve iyi bir ahlâk var idiyse onu almak bir şey
kazandırsa da; eğer onlar yanlış inanç içinde ise, bilerek veya bilmeyerek
kötülük ve zulüm yapmışlarsa, o kötülükleri savunmak
daha da büyük bir hatadır. Asabiyye/ırkçılık duygusu yüzünden,
birçok kişi, atalarının inandıkları bâtıl dinlere, kötülüklerine, yaptıkları
zulümlere bile sahip çıkmakta ve atalarının yolunu izlemekteler.
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiği zaman onlar, ‘hayır!
Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ dediler. Ya ataları bir
şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” 317
Milliyetçilik ve ulusalcılık denilen, aslında doğru ifadelendirmeyle
kavmiyetçi fikir ve ideolojiler Avrupa’dan ithal birer frenk
mikrobudur. Kur’an, câhiliyyenin her çeşidi ile savaşmış ve insanlara
vahyin, yani hakkın, yani ilmin nûrunu ulaştırmıştır. Peygamberimiz
her çeşit ırkçılık ve kavmiyetçiliği câhiliyye âdeti olarak
değerlendirmiş ve tümünü yasaklayıp kaldırmıştır. İran’lı Selmân
(Fârisî), Bizans’lı Süheyl (Rûmî) ve Habeşistan’lı Bilal’ı (Habeşî) hiçbir
yönden ırklarından dolayı farklı bir ayrıma tâbi tutmamış, herhangi
bir Mekke’li veya Medine’li Arapla her yönden eşit görmüştür.
“Arabın Acem’e (Arap olmayan), Acem’in de Araba üstünlüğü
yoktur; üstünlük sadece takvâdadır” hükmünü koyan İslâm, bu
kardeşliğin tatlı meyvelerini dünya huzuru şeklinde de insanlığa
sunmuştur. Osmanlı’nın altı yüz sene gibi ülkeler tarihi açısından
uzun sayılabilecek bir medeniyetinin, temel sebep ve dayanaklarından
biri her ulustan müslümanları hiçbir ayrıma tâbi tutmadan
“İslâm milleti”nin bir ferdi ve tüm müslümanların birbirleriyle
“kardeş” olduğu anlayışıdır. Türkiye’nin cumhuriyet sonrası önmeli
sancılarından birisi, kendi vatandaşlarına ulusçu, ırkçı yaklaşımları
ve millet tanımındaki yanlış tutumlarıdır.
Asabiyye/Irkçılık ve Tarafgirlik: Asabiyye, aşırı tarafgirlik demektir
ki işin olumsuz yanı da burasıdır. Aşırı tarafgir, güncel deyimle
fanatik olan birisi de haksızlık yapar, adâletten ayrılır, başkalarına
karşı övünür, boşu boşuna kibirlenir durur. Kendi kavmi
316 Müslim, İmâre 57, hadis no: 1850, 3/1478; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948,
2/1302; Nesâî, Tahrim 28, 7/112
317 2/Bakara, 170
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
için, ırkçılık uğruna savaşıp ölenlerin Cehenneme gideceği hadis-i
şeriflerde açıkça belirtilmektedir. Çünkü böyle bir çaba, Allah
rızâsından uzaktır. Hâlbuki İslâm’a göre bütün amellerin Allah
(c.c.) rızâsı için işlenmesi, bütün ölçülerin İslâmî hükümlerden alınması
gerekir.
Kur’an, mü’minlere, kendi akrabalarınız aleyhine bile olsa
adâletten ayrılmayın diye emretmektedir.318 Mü’min, diğer insanları
Âdem’in çocukları olarak insanlıkta eş, mü’minleri dinde
kardeş bilir. Diğer insanlar da inanmasalar bile Allah’ın kullarıdır.
Hepsi de bir ana-babadan dünyaya gelmiştir, hepsi de hukuk
önünde eşittirler. İnsanların doğuştan sahip olduğu bütün özellikler
Allah’ın onlara verdiği fıtrat (yaratılış)tır. Kimse kendinde olan
bu yaratılış özelliğinden dolayı başkasına karşı üstünlük taslayamaz.
Kimin hangi ana babadan dünyaya geleceği, hangi ülkede/
vatanda doğacağı ve hangi ırktan olacağı kendi elinde değildir.
İnsanın elinde olmayan ve kendi seçeneği ve irâdesinin dışındaki
şeylerden dolayı fazilet veya eksiklik sözkonusu olamaz.
Olumlu asabiyye duygusu, akraba ve cemaat arasında dayanışmayı
sağlar, işbirliğini artırır; Ancak tarafgirliğe, övünmeye ve
adâletsizliğe kaçmadan. Olumsuz asabiyye ise; ırkçılığa, yobazlığa,
milliyetçiliğe (yani ulusçuluk ve ulusalcılığa), ayrımcılığa, baskıya,
kültür katliamına, sömürüye, adâletsizliğe ve insan hakları
ihlâllerine yol açar. 319
Son dönemlerde Türkçede kullanılan “taassub” ve “mutaassıb”
kelimeleri de “asabiyyet” kelimesinin türevleridir, aynı kökten
gelmişlerdir. Asabiyye göstermeye “taassub”, taassub sahiplerine
de “mutaassıb” denir. “Taassub”, aşırı bağlılık, aşırı tarafgirlik,
bağnazlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme demektir. İslâm
asabiyyete ve bu kökten gelen taassuba kesin şekilde karşı çıktığı
halde, İslâm düşmanları ve onların taklitçilerince son dönemlerde
müslümanlara, aşağılayıcı mâhiyette mutaassıp (bağnaz, körü körüne
bağlı) denmektedir. Müslüman, asabiyyeti, taassubu kabul
etmez ve kesinlikle mutaassıp olamaz.
Asabiyyenin ve taassubun bir anlamı da bağnazlık, körü körüne
taraftarlık, fanatiklik olduğu için asabiyye; yalnızca ırk, soy
veya kabile sevgisinde olmaz. Günümüzde çok sık görüldüğü
gibi parti, grup, cemaat, vatan, ülke, bayrak, spor takımı, hatta
lider sevgisinde bile olmaktadır. Aslında bu tür taraftarlığa sevgi
denmez; tutku, hayranlık ve putlaştırma demek daha doğru olur:
318 4/Nisâ, 135
319 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 47-50
CÂHİLİYYE
- 85 -
“İnsanlardan bazısı Allah’tan başkasını Allah’a endâd/eşler ve benzerler
edinirler ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise Allah’ı daha
çok severler. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi)
bütün kuvvetin Allah’a âit olduğunu ve Allah’ın azâbına dayanmanın
zorluğunu önceden anlayabilselerdi. O zaman (görecekler ki) kendilerine
uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar
ve o anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihâyet aralarındaki bağlar
kopup parçalanmıştır. Uyanlar şöyle derler: ‘Ah, keşke bir daha dünyaya
geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları
gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!’ Böylece Allah onlara işledikleri bütün
işlerini kendilerine hasret, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir
ve onlar artık ateşten çıkmazlar.” 320
Adına nasyonal faşizm de denilen ve Türkçede yanlış olarak
“milliyetçilik” kavramıyla ifadelendirilen ırkçılık ve kafatasçılık;
nice kavga, savaş ve zulümlere yol açmış şeytanî bir anlayış ve ilkel
bir câhiliyye ideolojisidir. Kur’an’ın atalarıyla övünüp onların
yolunu körü körüne tâkip etmeyi ısrarla kınaması321 bu konudaki
hassâsiyeti gösterir. Arap câhiliyyesi dönemindeki kabile savaşlarının
sebebi ırkçılık olduğu gibi, hemen her dönemdeki soykırımların
temelinde de ırkçılık vardır. Bu asra kadar bütün dünyadaki
savaşların toplamından daha çok ölüme ve vahşete sebep olan 20.
asırdaki iki dünya savaşının her ikisinin de temel sebebi, ırkçılıktır.
Irkçılık Dâvâsını İlk Başlatan Şeytandır: Bilindiği gibi İblis,
Allah’ın Âdem’e secde emrine itaat etmedi. Gerekçe olarak da
kendisinin ateşten, Âdem’in de (a.s.) topraktan yaratıldığını gösterdi.
Bu, kendi elinde olmayan yaratılışında maddî özelliklere
itibar etmek, yani ırkçılık yapmaktı. İblis’in bu üstünlük ölçüsü
geçersizdir. Kişiye değerini kendi hammaddesi veya soyu değil;
Allah’ın koyduğu ölçü verir. O yüzden ilk ırkçı, şeytandır. Irkçılık
ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî bir mantıktır.
Kur’an’a göre üstünlük takvâda,322 ilimde323ve cihadadır.324
Kim, kendi aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi
sayarsa, onda İblis/şeytan anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış
çıkarım sonucu Rabbine istikbar edip isyan ettiği gibi, her çeşit
ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
320 2/Bakara, 165-167
321 2/Bakara, 170; 5/Mâide, 104; 11/Hûd, 1097/A’râf, 70, 173...
322 49/Hucurât, 13
323 39/Zümer, 9
324 4/Nisâ, 95
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün
görmüş ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır.
Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri, her birinin kendine
ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı, kendi
maddesini ondan üstün sanmıştır. Materyalizm/maddecilik
şeytanî bir felsefedir. Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük
sebebiydi.325 Böylece o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde
arasında, aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin
yaratıcısının da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in
halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini
bilmezden gelmişti.
Şeytan, Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet
görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri
bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî hükümleri,
kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen
bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli
idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî
özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de
İblis tarafından böyle atılıyordu. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmak,
şeytanca bir yanılgıdır.
Câhiliyyenin Zulüm Anlayışı
Câhiliyyenin adâlet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla
ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece
fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık
olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara
inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez.
Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün
farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan
dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları
çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu
hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden
câhiliyye mensupları, müşrikce inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını
(ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır
almasını ise zulüm olarak değerlendirir.
Câhiliyyenin zulüm hakkındaki anlayışını Kur’an’dan bir örnekle
sergileyelim: Kur’an’a göre put kırmak değil; puta tapmak
zulümdür, hem de en büyük zulüm. Müslüman da zulme tepki
gösteren kişidir. Zâlimin zulmüne engel olmak, kahramanca bir iş
kabul edilmesi gerektiği halde, Hz. İbrahim’in putları kırmasının,
325 38/Sâd, 71-85
CÂHİLİYYE
- 87 -
putperest câhiliyye mensuplarınca bir zulüm olarak nitelendiğini
Kur’an bize haber verir. “Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Kim cür’et etti
ilâhlarımıza bunu yapmaya! Muhakkak o, zâlimlerden biridir’ dediler.”326
Görülüyor ki, zulmü ortadan kaldırmaya çalışmak, putperestlerin
bakış açısından büyük bir zulüm olarak değerlendirilmektedir.
İzutsu bu konuda şunları söyler: Zulüm, esasen kişinin meseleye
bakış için seçtiği mihenge/ölçüye göre izâfî/görecelidir.
Kâfirlere göre putların tahribi bir zulüm eylemi teşkil etmektedir.
Zira, müşrikler açısından bakıldığı zaman, bunun yapılması için
hiçmi hiç neden yok iken, mü’minler açısından aynı hareketi haklı
gösterecek birçok sebep bulmak mümkündür. Benzer biçimde,
müslümanların, sadece “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için kâfirler
tarafından evlerinden çıkarılmaları onlar için, hiçbir haklı sebebe
dayanmayan inkârı imkânsız bir zulüm fiilidir. Ancak, kâfirlerin
bakış açısından, İslâm’ın tek Allah inancı, kendilerinin mü’minlere
karşı bu şekilde davranmaları için yeterli sebebi rahatlıkla sağlamaktadır.
327 “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğradıkları
için (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma
mutlak sûrette kadirdir. Onlar ki, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için
haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” 328
Firavun’un İsrâil oğullarını köleleştirmesi, erkek çocuklarını öldürüp
kız çocuklarını sağ bırakmaya varan zulümleri,329 Firavun
ve ona bağlı olanlarca normal bir durum olarak kabul edilirken;
bu apaçık zulme karşı çıkan Hz. Mûsa, fitne ve fesad çıkaran bir
nankör olarak nitelenir.330 Meselenin hakikatini ve içyüzünü Hz.
Mûsâ Firavun’un suratına şöyle çarpar: “O başıma kaktığın nimet,
İsrâil oğullarını köle yapman (yüzünden)dir.” 331
Kur’an, şirkin ve dolayısıyla zulmün sebeplerinden birinin,
ataların yolunu körü körüne sürdürme ve taklit olduğunu belirtir.
Geleneği sürdürme alışkanlıkları, câhiliyye tarafından bir hak
ve haklılık olarak benimsenir. O yüzden câhiliyye düşüncesinde,
zulüm normal bir vaka, câhiliyye yönetiminde de doğal bir icraat
olarak kabul edilir. Zulme adâlet, adâlete de zulüm dendiği, kavramların
ters yüz edildiği de sıkça görülür. Câhiliyye anlayışında
câhiliyyet hamiyyeti/taassubu söz konusudur.332 İster haklı ister
326 21/Enbiyâ, 59
327 Ahmed Ağırakça, Durali Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 269-270
328 22/Hacc, 39-40
329 Bk. 2/Bakara, 49-51
330 26/Şuarâ, 18-19
331 40/Mü'min, 26; 26/Şuarâ, 22
332 48/Fetih, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
haksız olsun, yakın akrabasını, hatta kendi sülâlesini, hemşehrisini,
vatandaşını kayırma duygusu vardır. Dolayısıyla “kendi yakınları,
hata etmez, zulm etmez, her zaman haklıdır; ona karşı olanlar da
her durumda zulüm içindedir” anlayışı câhiliyyenin bu konudaki
yaklaşımlarından biridir.
Câhiliyye Teberrücü; Kadının Açılıp Saçılması
Câhiliyye dönemi Arap toplumunda Kadın; genellikle bütün
tarihçilerin kabul ettiği üzere kadının hiçbir değeri yoktu. Öyle
ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları
diri diri toprağa gömülüyorlardı. Kadının miras hakkı yoktu. Kısaca
kadın, erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.
Kur’an’dan anladığımıza göre, müşrik Araplar kendi zihinlerinde
düşük ve değersiz saydıkları kızları Allah’a lâyık görüyorlar,
beğenip hoşlandıkları erkekleri ise kendilerine izâfe ediyorlardı.333
Meleklerin de Allah’ın kızları olduğunu iddiâ ediyorlardı.334 Allah
Teâlâ ise Arapların kendilerince değersiz bulduklarını Allah’a, değerli
saydıklarını kendilerine ayırmalarını kendilerine ayırmalarını
“çarpık bir paylaşma” olarak niteliyor.335 Ve kızları diri diri toprağa
gömecek kadar aşağılamaları hakkında “bak ne kötü hüküm veriyorlar!”
336 buyuruyor.
Yine Kur’an, çeşitli konuları işlerken, kadının toplumsal,
hukukî uygulamalarda uğradığı zulümlere işaret ediyor. Meselâ:
“Kadına zorla mirasçı olmanız size helâl değildir.”337 mealindeki âyetten,
kadının mal gibi miras kalması ve kadına zorla mirasçı olunması
şeklindeki zulmün câhiliyye döneminde yürürlükte olduğunu anlıyoruz.
Zıhar’ı yasaklayan âyetler de Kur’an’ın tâbiriyle “çirkin”
bir geleneğin varlığına işaret ediyor. Boşanma ile ilgili âyetlerde,
kadınların haklarını koruma noktasında mü’minlere Allah’tan
korkmalarını emrediyor. Bu ve bunun gibi birçok âyetlerle, kadının
câhiliyye dönemindeki, hukukî uygulamalarda zulme mâruz
kaldığını, yaratılış itibarıyla da hor ve hakir görüldüğünü anlıyoruz.
Batıda ve Batılılaşmış Toplumlarda Kadın: Eski câhilî düşünceler,
modern dünyanın “izm”lerinde de farklı biçimlerde bütün
çirkinliğiyle gözler önüne serilmiştir. Bilindiği gibi Rönesansla
333 16/Nahl, 57
334 16/Nahl, 59
335 53/Necm, 21-22
336 16/Nahl, 59
337 4/Nisâ, 9
CÂHİLİYYE
- 89 -
başlayıp Aydınlanma Çağı ve Endüstri Devrimiyle günümüze kadar
devam eden, akılcı ve pozitivist temele oturan modernizm;
Batının geçirdiği tarihî sürecin doğal bir sonucudur. Modernizm
hayatı sekülerleştirip, her türlü dogmaya karşı olduğunu söylerken
sahih-muharref ayrımı yapmamış, tahrif edilmiş dinî düşüncelerden
topladığı verileri, sahih din için de genelleştirmiştir. Artık
modernizm, sadece Ortaçağ kiliselerinin ruhban sınıflarını değil;
tarihte oluşmuş tüm geleneksel değerler yanında sahih din değerlerini
de karşısına almaktadır. Modern insanın kadına bakış
açısında hiçbir zaman sahih-muharref ayrımı yapılmadığı görülmektedir.
Batı mâcerasında kadın konusundaki yaklaşımlara bir göz
atacak olursak, Hıristiyanlığın, Yunan ve Eski Roma kültüründeki
“kadının ikinci sınıf bir varlık” olduğu anlayışını düzeltmemiş
olduğunu hatta kadının aşağılanmasının Hıristiyanlıkta daha da
güçlendiğini görürüz. Kadın öylesine kötülenmiştir ki 6. Yüzyılda
Mason meclisinde kadının ruhu var mı, yok mu diye ciddî bir şekilde
tartışılmıştır. Batı tarihinde kadına yapılan zulümler önemli bir
yer tutar. Acaba bu zulümler, tarih sayfaları arasında mı kalmıştır,
yoksa kılık değiştirerek başka şekillerde mi devam etmektedir?
Eşitlik, özgürlük, bağımsızlık söylemlerinin bayraklaştırıldığı günümüzde
kadının aşağılanması ve sömürülmesi bitmiş midir?
Modernizm bütün değerleri tüketerek, dünya genelinde yepyeni
bir sistem oluşturma iddiasında. Bunu yaparken de insanın
varoluş nedenini çarpıtarak “insan”ı sömürmektedir. Ve modern
düşünce, insanın tüm zaaflarını kışkırtarak korkunç bir tüketim
alışkanlığını “moda” adı altında sunmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında
“çağdaş kadın” aldatmacası içerisinde kadının sömürülmesi
ciddî boyutlara ulaşmıştır. Sanayi Devrimi ile ucuz iş gücüne
duyulan ihtiyacı karşılamak üzere kullanılan kadınların, bugün
de bir reklam aracı olarak kullanıldığı herkes için âşikârdır. Kadın
fizikî güzelliğini sağlamak için kendisine sunulan kozmetikleri tüketirken,
başkalarının da tüketmesi için hazırlanan her türlü reklamda
bir nesne olarak cinsel kimliği ile kullanılır. Kapitalizmin
hayatiyeti için gerekli olan sınırsız tüketim “reklam” ile sağlandığına
göre kadın, reklamcıların dolayısıyla kapitalizmin kullandığı
vazgeçilmez bir sömürü unsurudur.
Modern düşüncede genellikle kadın, bilgisi, görgüsü ve
ahlâkıyla değil; kendi güzelliğini pazarlayabildiği oranda değer
kazanır. Öyle ki günümüzde haremin değil; harem duvarlarının
kaldırıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. “Modernizmin evleri,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
işyerlerini ve sokakları kaplayan hareminde sadece genç, güzel ve
bu özelliklerini bir şekilde pazarlamaktan kaçınmayan kadınlara
yer vardır.”
Modernizmde hayat bulan feminist hareketler kadın-erkek
arasındaki uyum yerine, haksız bir rekabet ortamı oluşturarak iki
cinsi birbirine düşman hale getirip fıtratı bozmaktan başka bir
fonksiyon görmemektedirler. Dünyada ve yaşadığımız toplumdaki
kadının problemlerini bu şekilde ortaya koymak ise tam bir
çözümsüzlüktür. Feminizm, ahlâkî kuralları kadının özgürlüğünü
sınırladığı gerekçesiyle protesto etmektedir. Kadın özgürlüğünden
anlaşılan ise onun eğitim, sosyal ve siyasî hayata katılımı değil;
âile, eş ve çocuğun sınırlayıcılığının(!) keşfedilerek câzibesini
kullanma yolunda serbestliğidir.
Türkiye’de kadın özgürlüğü ve bağımsızlığından dem vuran
dergilerdeki ağırlıklı konular kadınların gerçek problemleri değil;
cinsellik, moda gibi konular olmakta, siyaset ile ilgili verilen
haberler ise ancak dedikodu düzeyinde sunulmaktadır. Dergilerin
genelinde oluşturulmaya çalışılan kadın tipi ise “akleden, sorgulayan,
bilgili” tanımlamalarının çok ötesinde “çağdaş, câzibeli,
tehlikeli ve yasak ilişkiler deneyebilen, sıradışı” kadın tiplemesidir.
Bu da kadının özgürleştirileceği yerde, kelimenin tam anlamıyla
“kullanıldığı”nın göstergesi değil midir?
Kısacası, çağımız câhiliyyesinde kadın, özgürlüğü ve kendi kimliğini
bulma adına, onurlu, şerefli konumunu bir kenara itip câhilî
oyunların kurbanı olmuştur. Arap toplumunda diri diri toprağa
gömülen kadın bugün, kendi mutluluğu ve bağımsızlığı iddiâsıyla
tezgâhlanan oyunlarla toplum bataklığına yine diri diri gömülmektedir.
Ancak bir farkla; bu defa kadın gerçekten diri diri bir
batağa girdiğinin farkında değildir. Modern dünyanın kendisine
sunduğu imaj ve kimliği, kutsadığı ve onu gerçekleştirebilmek için
tüm değerlerini fedâ ettiği müddetçe de bunu farketmesi mümkün
olmayacaktır.
Modern dünyanın, geleneği sorgulayıp reddetmesiyle, kadının
İslâm’daki konumu gündeme gelmiş ve temel amacı İslâm’a
saldırı olan bu zihniyet, kadın konusunda kültürel İslâm’da kullanılmaya
elverişli noktalar yakalayabilmiştir. Müslümanlar yapılan
saldırılara cevap verme çabasıyla çeşitli kaynaklara başvurmuşlar,
ancak çoğunlukla gerçek İslâm’ın kadına biçtiği konumu yansıtır
mâhiyette güncelliği olan veriler ortaya koyamamışlardır. Çünkü
pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da kalkış noktaları, tarih
içinde şekillenen yorumlar olmuş ve bu yorumlar Kur’ânî çerçeveyi
CÂHİLİYYE
- 91 -
ortaya koymada yardımcı olacağı yerde engelleyici bir etki oluşturmuştur.
Bu etkinin oluşması, gerek insanların bu yorumları ele
alış tarzından, gerekse yorumların bizzat içeriklerinden kaynaklanmıştır.
338
Câhiliyye Döneminde Fuhuş: Câhiliyye döneminde erkekler
çoğunlukla zinâyı ayıp saymazlar, hatta bununla övünürlerdi. Nitekim
bu husus İmru’ulkays’ın şiirlerinde açıkça görülmektedir.
Câhiliyye devrinde fâhişelik yapan câriyeler öksürerek ilişki teklifinde
bulundukları için kendilerine “kahbe” de denirdi. Aralarında
sahipleri tarafından para kazanmak amacıyla zorla bu işe
itilenler de vardı. Kur’an’da; “...Dünya hayatının geçici menfaatlerini
elde edeceksiniz diye nâmuslu kalmak isteyen câriyelerinizi fuhşa
zorlamayın”339 meâlindeki âyet bunlarla ilgilidir.
Câhiliyye devrinde dost hayatı yaşayan çiftler de vardı. Erkek,
kadının dostu ve arkadaşı (haden) olduğu için bu tür kadınlara
“zevâtu’l-ahdân” veya “muttehızâtü ahdân” adı verilirdi. Kur’an’ın
iffetli yaşamaları, zinâ etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla
câriyelerle evlenmeye izin veren,340 açık ve gizli kötülükleri
(fevâhiş) yasaklayan341 âyetlerinde dolaylı olarak bunlardan söz
edilir. Bu dönemde metres hayatı yaşayan evli kadınlar da vardı.
“Dımd” denilen bu kadınlar kocalarından başka bir veya birkaç
erkekle beraber olurlar, özellikle kıtlık zamanlarında karınlarını
doyurmak için bu tür ilişkide bulunurlardı.
İslâm öncesinde livâta, sevicilik, hayvanlarla ilişki şeklindeki
cinsî sapıklıklara da rastlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim bunlardan
özellikle livâta üzerinde durmakta ve bu çirkin ilişkiyi ilk defa
başlatan Lût kavminin342 bu yüzden helâk olduğunu anlatarak
bundan ibret alınmasını istemektedir.343Câhiliyye devrinde birçok
yerleşim merkezinde ve ticaret kervanlarının uğrak yerlerinde
“mâhûr” (muhtemelen Farsça “mey-hor”dan -içki içen-) denilen
işret ve zinâ âlemlerinin yapıldığı evler vardı. Buralarda câriyeler
içki sunar, rakseder ve gayrı meşrû ilişkide bulunurlardı. Bu tür
ilişkilerde pezevenklik (kıyâde) yapan kimseler de vardı. Bunlara
“kavvâd” (Türk argosunda “kavat”) veya “kavvâde”; âilesini kıskanmayan
ve fuhşa itenlere de “deyyûs” denirdi.
338 H. Koç, F. Candan, Kur'an Çerçevesinde Kadın, Haksöz, sayı 31, Ekim 93, s.
25-27
339 24/Nûr, 33
340 4/Nisâ, 25
341 6/En'âm, 151; 7/A'râf, 33
342 27/Neml, 54; 7/A'râf, 80-84
343 29/Ankebût, 28-35
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
Bazı fâhişeler evlerinin veya panayırlarda kurdukları çadırların
kapılarına bayrak asarak ücret karşılığı ilişkide bulunmak isteyenleri
dâvet ederlerdi. Hz. Âişe, Câhiliyye dönemindeki nikâh
türlerinden söz ederken bunlar hakkında da bilgi vermektedir.344
Aynı rivâyette, eşlerini kıskanmayan ve asil gördüğü bir kimseden
çocuk sahibi olmak için onunla ilişkiye zorlayan ve eşi o kimseden
hâmile kalıncaya kadar bunu sürdüren erkeklerle (buna nikâhu’listibdâ’
denirdi), on kadar erkekle ilişki kuran kadının doğurduğu
çocuğun nesebinin nasıl tâyin edildiği hakkında da bilgi vardır.
Kadın çocuğu doğurduktan sonra ilişki kurduğu erkekleri çağırır
ve içlerinden birini çocuğun babası olarak belirlerdi. Doğan çocuk
erkekse o kişi bunu kabullenmek zorundaydı. Kız çocuğu olması
durumunda ise birtakım problemler ortaya çıkardı. Kız çocuğuna
sahip olmanın utanç vesilesi sayılması ve doğan kız çocuklarının
diri diri toprağa gömülmesi âdeti de toplumda fuhşun yaygın olması,
kız çocuklarının ileride fuhşa sürüklenmesi ihtimalinin bulunması
ile açıklanabilir. 345
Kadının Câhiliyye Tuzaklarından
Kurtuluşunun Simgesi; Tesettür
Tesettür Nedir? “Tesettür”; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına
gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür” sözlükte;
örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak demektir. Bir şeyi
saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması
gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’
denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de
‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya
‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten
gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da
geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip
örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’
yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden
âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların
örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak
Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir
şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın
bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan,
görülmeye engel olan şey demektir.
344 Buhârî, Nikâh 36
345 Nebi Bozkurt, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 210
CÂHİLİYYE
- 93 -
Avret Ne Demektir? “Avret”, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri
ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına
verilen addır. “Tesettür” ise, avret yerlerini örtme, gizleme,
saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a
göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret)
gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın-
gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir
ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Avret yerleri neresidir? Kadın veya erkek, avret yerlerini kimlere
gösterebilir, kimlere gösteremezler? Tesettür emrinin sebeb-i
hikmeti ne olabilir? Şimdi bu sorulara kısa cevaplar bulmaya çalışalım:
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir.
Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun
hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir.
Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal
olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar
(elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış
olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları
örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır:
“Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size
‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak
ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp
düşünürler.”346 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına
çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber
veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal
bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce
bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl
itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için
çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden,
bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi
hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra
da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs
olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın
teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ
elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile O’nun eşi,
cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı
ve onların yasak ağacın meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece
346 7/A’râf, 26
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine
göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten
çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...” 347
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme
(tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da
çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an,
Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini
bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz
söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının
yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim
olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir
takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl
olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker?
Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine uydurmaya kalkar.
Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi
pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine,
kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin
tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için
daha temizdir.”348 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle
buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış
elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların
(özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır.
Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”349 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka
âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan
sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan
kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının
üzerine koysunlar (örtsünler)...” 350 Âyetin devamında ziynet yerlerini
kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem
de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi.
Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar
gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda
böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den
347 7/A’râf 27
348 24/Nûr, 30
349 33/Ahzâb, 59
350 24/Nûr, 31
CÂHİLİYYE
- 95 -
bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden
olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları
da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
İslâm Dininin ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki,
mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı
erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları
da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken
pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut
ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun
insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı
da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya
olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin
birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda
folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki
dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin
göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır.
Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli
ve sakındırmalıdır.
İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur.
Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların
oluşmasına imkân vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir
hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.” 351
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır.
Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse
kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir.
Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin
yanı sıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî
arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet
saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden
her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli
reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete
ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili
araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez
boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir
yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen
giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz
kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla
dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele
hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur.
351 17/İsrâ, 32; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/117-128
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla
insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları,
ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine
değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona
ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına
direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan
fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün
olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden
kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç
de az değildir. Peygamberimiz bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur:
“Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını
koruma altına alan her bir müslümana, Allah, tatlılığını kallbinde
duyacağı bir ibâdet yaptırır.” 352
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak
Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir.
Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle,
sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla
haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî
azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı,
suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı
gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara
bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara
muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak,
azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde)
Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler,
Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler
ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.”
353
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye,
utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli
konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda,
moda deyimle kaMûsâl alanlarda gencecik kızlar, dekolte
kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir
görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine
baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış
bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten:
“Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük
meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!”
352 İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
353 İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr,
I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282; A. Rızâ Demircan, İslâm Nizamı, III/111-116
CÂHİLİYYE
- 97 -
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan,
ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk
ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak
kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu
konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri
neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız
kanalların televole, yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti
gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri
oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler
ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol
etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten
çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen
iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik
öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta
bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı
bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe
kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini
pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir.
Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan
fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis
savunması, yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında
bayraklar olan kaMûsâl alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar.
Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. “Vergilendirilmiş
kazanç kutsaldır” denilerek, bu meslek de böylece kutsallaştırılmış
oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil,
kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski
câhiliyye herşeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı
bağlayan şey “zaman ve zemin”, “düzen ve çevre” değil, Rabbinin
hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü
Kur’an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket
ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin
tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın
iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet
içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden
biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple
bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu
ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir.
Zâten Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de “Zinâya yaklaşmayın. Zira
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur” 354 buyuruyor. Âyet, “zinâ
yapmayın” demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!” buyuruyor. Öyle ya,
şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın
ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca,
elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek
çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim
Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur.
Kur’an’da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti.
Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.”355
İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten
sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm’da zinâdan önce,
zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
“Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar.
Mü’min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar.
İffet ve nâmuslarını korusunlar.”356 İslâm, işe harama bakmayı
yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram
bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!?
İster bakarım, ister yumarım, kime ne?” diyemez. O gözü ve diğer
organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi
arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O’nun rızâsı yönünde
kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil;
bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları
bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da
bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve
kalp bunların her biri, yaptığından sorumludur.” 357
Câhiliyyenin Sanat Anlayışı
İnsanî duygu ve düşüncelerin, estetik biçimde ve ruhu besleyecek
tarzda dışa vurulması demek olan sanat, bugün daha çok
hayvanî duyguların, hayvanî çıplaklığın, hayvanî böğürtülerin ve
hayvanî tepinmelerin en bayağı şekliyle icrâ edilmesi olarak görülmekte.
İlkel câhiliyye çıplaklık ve fuhşunu modernize ederek
taklit edebildiği oranda kişi, büyük sanatçı olabilmekte. Herhangi
bir yeteneğinin olmasına gerek yok; eğer fiziği yerinde ise genç
kızın(!) orasını burasını cömertçe göstermesi, cıvıkça kahkahalar
atması, dilimizin varmadığı buna benzer bir-iki şey yapması yetiyor
yıldız, güneş, kraliçe vb. olmasına. Medyanın desteğini de
mâlum yollarla aldımı, tamam!
354 17/İsrâ, 32
355 12/Yusuf, 24
356 24/Nûr, 30-31
357 17/İsrâ, 36
CÂHİLİYYE
- 99 -
Allah biraz ses, biraz fizik vermişse yeter. Kültür, eğitim, nota
vb. müzik ve sanat için gerekli tüm şeyleri ne oranda bilmiyorsa
o kadar kolay ses sanatçısı olur aday. Çünkü o oranda kullanılabilecek,
eğlence dünyasının sömürü çarklarının önemli dişlisi haline
gelecektir. Ahlâk mı? Güldürmeyin beni (daha doğrusu, ağlatmayın
beni). “Ahlâk”, demokrasi darağacında özgürlük denilen cellât tarafından
modern yaşam kanunlarına muhâlefet suçundan idam edileli hayli
zaman oluyor Batıda ve onun kör taklitçisi Türkiye Cumhuriyeti’nde.
Bale ve dans gibi gösteriler ne kadar bayağı, erotik özellikler
taşıyorsa o kadar makbul. Çılgınlıklar, özgürlük maskesi takmış, sınır
ve ayıp tanımıyor. Diğer sanat dalları bu kokuşmuşluktan elbette
nasibini alıyor. Öyle ya, hangi asırda yaşıyoruz? Modern dünya,
çağdaşlık, özgürlük, tabuları yıkma bu modern câhiliyyenin nassları.
Allah’a kul olabilme ve her an ibâdet/kulluk yapabilme bilincinden
uzaklaştırılan günümüz insanı, çok tanrılı dinlerin kucağına
düşmüş, bir sürü sahte ilâhların yanında hevâsını da tanrı kabul
ederek hevâî isteklerin dışına çıkamaz bir duruma gelmiş. Müstekbir
güçler, tâğûtî düzenler insanları kolay sömürebilmek ve rahat
güdebilmek için afyon-sanattan yararlanıyorlar. Daha açıkçası, sanatı
uyuşturucu fonksiyona indirgiyorlar. Her tarafı kuşatan dejenerasyon
sanatta da kendini gösteriyor.
Özellikle yaşadığımız topraklarda spor denilince akla hemen
futbol gelir. Spor sadece futbol demektir. Hem de kumara, israfa,
kavgalara, ilâhlaştırılan futbolculara, “en büyük”, yani “ekber”
kabul edilen takımlara, yani tüm çirkinliklere batmış şekliyle futbol.
Aynen bunun gibi, sanatçı denilince, iki tip akla gelir: Şarkıcı
veya artist. Sanat denilince de bunların cıvıklıkları.
Beş-on sahâbînin adını sayamayan gençler, Michael Jackson’ın
ayakkabı numarasını biliyor, Madonna’nın video kliplerini ezbere
sayabiliyor. Popstar yarışmasına katılanların yedi sülâlesini tanıyor.
Bir-iki TV. dizisinde veya filmde rol alan aşüfteleri ise göklere
çıkartıp “yıldız”laştırıyor. Bu yıldızlara aktrist de değil, artist
deniyor. “Art” batı dillerinde “sanat” demektir; artist de sanatçı.
Türkçe’de başka hiçbir sanat dalıyla uğraşana artist denmez, sadece
filmlerde boy gösterenlere denir. Filmde rol yapmanın dışında
başka sanat kabul edilmediğinin çok kesin göstergesidir bu.
Şâire, edebiyatçıya, mimara, hattata, tezhipçiye, çini işleyen
ressama... sanatçı diyen yoktur artık. Sadece şarkıcı ve artist
bu unvânı alır. Yalnız, burada biraz durmak gerekiyor. “Sanatçı”
damgası bunlar için güzel bir yanlış sıfat olmalı. “Sanatçı” ile
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
“sanatkâr” arasında büyük fark var gibi geliyor bana. Sanatkâr,
sözlüğe bakılırsa sanatçı demektir ama, kullanılışta hiç de aynı değil.
“Sanatkâr”ın kitle nazarında bir ağırlığı, bir saygınlığı vardır.
Ciddî bir sanat dalında veya ustalık isteyen bir meslekte (zanaatta)
mâhir birine “sanatkâr” denilir de “sanatçı” denmez. Ama
fâhişe rollerini çok iyi beceren, iki şarkı ezberleyip hoplayıp zıplayan
veya orasını burasını gösterme sanatını(!) icrâ eden, bunların
dışında hiçbir mârifeti olmayan orta mallarına “sanatkâr” dendiğini
duydunuz, gördünüz mü? Onlara olsa olsa “sanatçı” denilmekte.
Sanatçı! Domatesçi, patatesçi dediğimizde, nasıl onları
satan zerzevatçı aklımıza geliyorsa, aynen onun gibi, sanat adına
köşeyi dönen, yani sanat alıp satan veya sanat adına alınıp satılan
tüccar veya kölelere sanatçı deniyor.
Günümüzde halk yığınlarına mal olmuş şekliyle sanatçı diye ya
şarkıcıya denir, ya artiste. Sanat da ya sinemadır, ya müzik. Bunların
her ikisinin sanat olabilmesi için sadece tek şart vardır. O da
cinselliğin, seksin alabildiğine serpilmiş olması. Yoksa, ağzıyla kuş
tutsa kişi sanatçı olamaz. Sanat, mânâ ve hakikat âleminin penceresi
değildir artık, kasap vitrinidir. İnsan sadece maddedir, tendir.
Mânevî kimlik çoktan unutulduğundan, sanat, teşhir ve şov
demektir. Müzik sadece sesle söylenen, çalgı âletleriyle çalınan
ezgiler değildir; eşek dansı ve hayvansal çıplaklık olmadan müzik
düşünülemez hale gelmiştir. Yedinci sanat kabul edilen sinema da
beyaz değil, kara perdedir; ahlâksızlığın, çirkefliğin aksettiği perde.
Televizyon da, gazino ve sinemanın evin içine girmesi.
“Bekri Mustafa imam olmuş deyin, onlar anlar memleketin
halini!” cinsinden yukarıdaki manzarayı düşünün. Sanatın(!) ne
olduğunu ârifler anlar; daha doğrusu, ne hale geldiğini sanatın
ve memleketin. Bu ortam, bu anlayış içinde sanat, emperyalizmin
kötü emellerinin âletinden başka bir şey değildir artık. Emperyalizm
sanatı istismar, insanı da istihmar etmek (eşekleştirmek) için
devreye girmiştir.
Çağdaş Firavunlar, propaganda ve eğitim kurumlarıyla insanları
gerçek dinden uzaklaştırarak âhiretlerini mahvettikleri gibi,
oyun ve eğlence kurumlarından oluşan emniyet sübapları aracılığıyla
dünyalarını da mahvetmektedirler. Koyun sürüsü haline getirilen
milyonlarca insan, kendilerine en büyük zulümleri revâ gören
müstekbirleri bu şekilde alkışlayabilmektedirler. İspanya’nın
meşhur diktatörü General Franco şöyle diyordu: “Futbol, seks ve
piyango olmasaydı, ben kırk yıl bu halkı nasıl istediğim gibi yönetebilirdim?”
Bu taktik, sadece Franco’nun değil; her asırdaki ve
her ülkedeki tâğutların ortak prensibidir. Halkın ayaklanmasına
CÂHİLİYYE
- 101 -
giden yolu tıkamak için milât öncesi Yunan idareleri zamanında
bile halkı lüzumsuz oyunlar, spor yarışları ve çılgın eğlencelerle
uyutma ve uyuşturma politikaları güdülmüştür. Futbolla birlikte
günümüzdeki sanat da çağdaş tâğutların can simidi. Sanat emperyalist
güçlerin elinde bir atom bombası, bir kitle imhâ silâhıdır.
Artık savaşlar, sanat denilen silâhlarla dolaylı olarak psikolojik
alanda yapılmaktadır. İnsanlar dünyada dönen zulüm çarklarının
farkına varmasın diye müzik ve sinema ile iğdiş edilmekte, uyutulmakta
ve uyuşturulmaktadır. Halk yığınlarını afyon yutmuş Hint
horozuna çeviren bir sihirbaz değneği olan sanat, aynı zamanda
büyük bir propaganda aracıdır.
Medya, fuhuş sektörü, düzen ve egemen güçlerden oluşan
emperyalist koalisyon, sanatçı(!)yı kullanıyor; Sanatçı da birazcık
onları. Ya da, kullanılan sanatçı, kullandığını sanıyor. Sanatçı, emperyalist
sektörün kuklasından başka bir şey değildir; yığınlar da
kukladan zevk alan, ipleri fark edemeyen çocuk akıllılar.
İçki ve esrar cinsinden uyuşturucuların haram kılınmasının hikmetleri;
aklı gidermesi, insanı uyuşturması, düşünceden ve iyi şeylerden
alıkoyması ve bağımlılık yapmasıdır. Bu sayılan özelliklerin
tümü, günümüzdeki sanatta ve en çok da müzikte bulunmaktadır.
Müzik kafalı müzikomaniler, daha da ileride müzikomanyaklar,
yeni türeyen varlıklardır. Yarınlarımız da bu türedilere emânet.
İzinden gittikleri Ata’larının emirlerini daha çağdaş hale getirip
uygulama içindedirler: Ey Türk gençliği! Birinci vazifen müzik
dinlemek, maça gitmek, TV seyretmek, chat yapmak ve atari oynamak;
böylece boşvermiş gençlik olmaktır. Her türlü rezâlet için
muhtaç olunan araç Yeni Dünya Düzeni ve T.C. düzeni tarafından
ortaklaşa karşılanacaktır. Her aradığın, medyada mevcuttur...
Uluslar arası emperyalizm, Türkiye’ye sık sık övgüler, birincilikler,
madalyalar dağıtır. Hangi konuda mı? Sanat konusunda. Durun,
hemen sevinmeyin, sanatımız Avrupa’da bile takdir ediliyor
diye. Daha çok cinselliği, dini karalamayı, ahlâksızlığı ön plana
çıkaran o biçim sanatlardadır bu ödüllendirilenler. Festivallerde
başarılı olan filmlerin hemen hepsi o biçimdir ya da insanımızı
karalayan, inancına düşmanlık edilen cinstendir. Güzellik(!) yarışmalarında
ön sıralarda yarışmalı Türk kızları ki, Batı uygarlığına
yaklaşılsın! Folklorda (halk danslarında), Eurovision yarışmasında
birincilikler verilir, halk bunlara daha fazla önem versin diye.
Emperyalistler sadece rûhu sömürmezler; onların dini-imanı
para olduğuna göre, sanat, ayaklarıyla insanın parasına da sülük
gibi yapışacaklardır. İlmî bir kitap 70 milyonluk ülkede bin beş
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
yüz basıp satamazken, bir arabesk müzik kaseti iki milyon, üç milyon
satabiliyorsa, gerisini siz düşünün; hem maddî yönünü, hem
mânevî yönünü. Bir kaset kaç liradır; yüzlerce sanatçı(!)nın binlerce
kasetinin tüketimini hesaplayın. Milyonlarca lira vererek aldığı
biletle bir gece önce stadyum kapılarında sıraya giren on binlerce
gençliğin rock starını dinlemek için mânevî fedâkârlıklar yanında,
maddî kayıplarını toplamaya çalışın. Bunun hemen göze çarpmayan
yönleri de var. Aylardır insanlar, her türlü çözüm bekleyen
sorunlarını bir kenara bırakmış, bayağı mı bayağı, pespâye mi
pespâye “Popstar Yarışması”nın dedikodularıyla meşgul. Uydurma
ses ve güzellik yarışmalarıyla kandırılıp dolandırılanlar, hayranı
olduğu şahıs gibi sanatçı, artist olmak için evden kaçıp kötü
yola düşenler, hayranı olduğu sanatçının giydiğini giymek için
varını yoğunu verenler, hem parasından, hem başka şeylerinden
olanlar...
Kapitalist düzenlerde her şey menfaat ve kâr amacına yöneliktir.
Çok lüzumsuz şeyler bile ihtiyaç zannettirilerek tüketimini
sağlamak için insanlar zayıf yanlarından yakalanacaktır. Göz ve
kulak, hakkı görüp işitmeyeli, iyice zayıflamış; kalp ibâdetlerle
gıdâlanmadığından kendine tuzak kuran avcıları hissedemez olmuştur.
Emperyalistlere kolay yem olmak için, insanların, gerçek
dinden uzaklaşmaları gerekir. Bu iş, sanat ve düzen işbirliğiyle
sağlanarak altyapı oluşturulmuştur çoktan. Cinsel duygular sömürülerek,
sanat ve güzellik anlayışı daha da bayağılaştırılarak
bir sektör geliştirilir: Fuhuş sektörü. Fuhuş sektörü deyince sadece
genelev patronunun kaç yıldır vergi rekortmeni olması aklınıza
gelmesin. O aysbergin sadece görünen küçük parçasıdır. Müziğin,
eğlencenin, sinemanın, gece hayatının, TV. programlarının, makyaj
ve her türlü güzellik malzemelerinin, modanın, daha sayılabilecek
buna benzer şeylerin oluşturduğu büyük bir sektördür bu.
Büyük şehirlerin caddelerinde küçük bir gezinti yaparsanız,
dükkânların en az yarısının cinsellik ve fuhuş sektörüne (pardon,
sanata) hizmet ettiklerini görecek, gariban halkın paralarının
hangi yollarla nereye aktığını anlayacaksınız. Modayı düşünün.
Özgür olduğunu zanneden insanlar, neyi giyeceğine bile kendileri
karar veremiyor. Onları kimler kukla gibi kullanıyor?! Paris’teki
modacının isteği dışına çık bakalım kolaysa. Tabii, moda sık sık
değişecek, birkaç defa giyilen tuvalet, artık tuvalete giderken bile
giyilemez olacak, yerine bir başka giysi gelecek. Paralar da sektöre
akacak. Mankenler ve sanatçılar bu sektörün başrol oyuncuları;
modacılar, kumaş satıcıları, dokuma sanayicileri ve terziler de figüran
kadrosu.
CÂHİLİYYE
- 103 -
Sanat maskesi takan fuhuş sektörü (fuhuş, Kur’ânî kavram
olarak her türlü aşırılığı, özellikle günah yoluyla aşırılıkları ifâde
eder), sadece inançsızlığın, ahlâksızlığın değil; aynı zamanda enflasyonun
da en önemli sebebidir. Sanat da arz-talep işidir. Sanat
ticârî bir metâdır. Halkı çağdaş uygarlığa çıkarmak hedefiyle fuhuş
sektörünün kurbanı yapan düzenin kendisi de, bu sektör için
ne bütçeler ayırmaktadır... 358
Devletin izin ve kontrolünde “umumhâne” veya “genelev”
denilen ücret karşılığında fuhuş yapılan yerler, Batılılaşma ile birlikte
önce İstanbul’un Galata semtinde Karaköy’de açılmış, sonra
giderek Anadolu’nun hemen her vilâyetine yayılmıştır. İlk açılan
resmî (devlet kontrol ve izniyle) fuhuş yerlerinin I. Dünya Savaşı
esnâsında olduğu, Osmanlıların fiilen kendileriyle savaştığı ülkelerden
ve özellikle Rusya’dan çok sayıda fâhişenin bu evlerde
Türk gençlerine hizmeti, üzerinde düşünülmesi gereken hususlardan
biridir. Müslümanlarla esas savaşın inanç ve ahlâkî esaslarda
Kur’an’ın yasakladıkları şeyleri yayarak yapılacağını bilen düşmanlar,
savaş cephelerinde yardım adı altında şimdilerin AIDS’i
kadar yıpratıcı ve öldürücü olan frengili kadınları hemşire kılıfıyla
cephelere sürmüşler, onlar da Türk askerlerine hizmet(!) sunarak,
ordunun büyük ölçüde belsoğukluğu da denilen frengi hastalığına
yakalanıp telef olmasına sebep olmuşlardır. Ayrıca zinâ
yapan askerlerin Allah için savaş yapacak dinamikleri ne ölçüde
yitireceğini hesap eden düşmanlar, insanî yardım maskesi altında
ordunun gücünü büyük ölçüde fuhuşla kırmayı başarmışlardır.
Eş zamanlı olarak çok sayıda fâhişeyi başta İstanbul olmak üzere
Osmanlı şehirlerine ihraç eden kâfirler kaleyi içten çökertmenin
yolunu bulmuşlar, top ve tüfekle yapamadıklarını fâhişeler eliyle
daha kolay yoldan halletmişlerdir. Osmanlı Devletinin can çekiştiği
ve savaş cephelerinden başka işlere vakit ayıramadığı kargaşa
ortamından yararlanan ve halkın asâyiş ve inanç yönüyle yaşadığı
kargaşadan yararlanmışlar, iman ve takvâya dayanan arka planı
giderek güçsüzleşen örf ve ahlâkî anlayışın Batılılaşma istek ve
anlayışına güç yetiremediği bir ortamda fuhuş silâhının tahribi en
çok hasar veren truva atı olmuştur.
Göğsüne indirdiği sert yumruklarla “ben de müslümanım
el-hamdü lillâh” diyen nice erkeğin evlenmeden ilk deneyimlerini
pis fâhişelerin yanında tatmaları, hatta nicelerinin evlendikten
sonra da bu çirkin işe devam etmeleri, müslümanlıkla nasıl
bağdaşacaktır? Kendi hanım ya da kızları bu işi yapmış olsa hiç
358 İslâm'da ve günümüzde sanat anlayışı ile ilgili geniş bilgi almak için bk.
Ahmed Kalkan, Müslümanın Sanat Anlayışı, Rağbet Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
çekinmeden silâha sarılıp yıllarca hapis yatmayı seve seve kabul
eden nâmuslu(!) erkeklerin aynı işi hiç sıkılmadan yapmaları, hangi
nâmus anlayışıyla izah edilebilir? Türkiye’de kaç erkek, gerçekten
bekâr olarak evlendikleri belki hiçbir anketle tespit edilmemiştir,
ama oran her halde müslümanlara yakışacak kadar az değildir.
Kaç kız babası, kendi kızının nâmusu kadar dâmâdının da nâmuslu
olup olmadığını araştırıyor? Nûr Sûresi, 3 ve 26. âyetlerin yasakladığı
bir nikâha kapı açanların sayısı ne kadardır? Yani erkeğin
ve babasının aradığı kızın bâkireliği kadar erkeğin “bâkir(e)liği”
önemseniyor? İslâm, her konuda adâletli bir dindir, cinslerden birine
haksızlık yapacak şekilde ayrım yapmaz. Zinâ suçu ve cezâsı
için kadınlara nasıl bakıyorsa, erkeğe de her yönden aynı şekilde
bakar. Her ikisinin de yaptığı ahlâksızlığa fâhişelik der. Evet, bayan
gibi bu çirkin işi yapan her erkek de fâhişedir, nâmussuzdur.
Homoseksüellik ve her çeşit fuhşun sebep olduğu AIDS gibi
korkunç hastalıklar bile, İslâm’a inanıp teslim olmuş kimselerin dışındakilere
caydırıcı olamıyor. Âhiretteki cehennemi önemsemeyen
akılsız kimsenin, ölümcül hastalıklara atılması da sürpriz ve
anormal sayılmamalı. İslâmî devlet ve toplum anlayışının önemi
bu konuda da kendini gösteriyor. Din düşmanı düzen ve câhiliyye
toplumuna dönüşmüş sosyal çevre, devamlı fuhuş üretiyor. Fuhuş,
sektör olmuş, “bacasız sanâyi” ve “dünyanın ilk mesleği” gibi yanlış
ifâdelerle reklâmı yapılan bu dal, helâl-haram kelimelerine lügatında
yer ayırmayan Kapitalizmde pis de olsa çok para getiriyor.
Fakir halkın da bu sektöre bilinçli-bilinçsiz varını yoğunu akıttığını,
kirli de olsa çok parayı, temiz olan helâla tercih eden kapitalistlerin
fuhşu nasıl sömürüleri için bir araç olarak gördüğünü tespit
için caddelere çıkıp göz atmak yeterli olacaktır.
Balık baştan kokmakta, düzen, resmî kurumlar, kapitalistleşmiş
çevre sivrisinek üretmektedir. Bataklık kurutulmadan fâhişe
sivrisineklerle mücâdele sonuç getirmeyecektir. Tevhîdî iman
hâkim kılınmadan ahlâkî öğütler, delik kaba su doldurmaya çalışmak
demektir. Fuhşa bulaşmış insanların zührevî hastalıklar
yanında rûhî hastalıklar, psikolojik anormallikler içine düşüp her
konuda sapıklaştıkları ve çevrelerini de her yönden rahatsız ettiklerini
gözönünde tutmak gerekir. “Utanmıyorsan, dilediğini yap!”
diyen Rasûlullah, hayâsız kişinin mânevî yönden ölüme terkedilen
kişi gibi olduğunu söyler. Doktorun ölümü beklenen hastaya: “Ne
istersen ye, serbestsin!” demesi gibi der. Dolayısıyla iffetin kaybolması
kişinin toplum içinde şeref ve itibarını kaybetmesine, bu
yüzden de başka ahlâkî kusurları yapabilecek hale gelmesine yol
açar. Fuhuş, sevgisiz olarak vücudunu satmak olduğundan insanî
CÂHİLİYYE
- 105 -
özelliğin her yönünü tahrip eder. İnsanın et ve deriden ibâret olan
bir varlık, bir eşya hükmüne konulmasıyla; kişilik şuurunu yıkan
insanlık şerefine vurulan en ağır darbedir.
Giderek globalleşen ve Amerika’nın yön verdiği yeni dünya
düzen(sizliğ)i içine giren, vahşî ve gayr-ı insanî Batı değerlerinin
dinsiz ve ahlâksız kriterlerine kurtarıcı diye sarılan günümüz dünyası,
kıyâmeti, kaos ve rezilliği yaşamaktadır. Bundan büyük helâk
olur mu? Dinin fert, toplum ve devlet hayatındaki etkisini büyük
ölçüde ortadan kaldıran modernist hayat felsefesiyle birlikte son
yüzyılda fuhşun bin bir çeşidi giderek meşrûlaşma zemini ve daha
çok yayılma imkânı bulmuştur. Modern Batı’da harâretle savunulan
bireycilik, saptırılmış özgürlük anlayışı ve bunların sonucu olarak
gençlerin âile ilgisinden, terbiye ve himâyesinden yeterince
faydalanamaması, aynı dünya görüşünün bir ürünü olan lüks ve
pahalı yaşamanın ev ve âile kurmayı zorlaştırması, ekonomik ve
siyasî başarının en yüksek ideal kabul edilmesi ve cinselliğin bu
amaç için sömürülmesi gibi sebepler yüzünden modernizmin benimsendiği
toplumlarda veya kesimlerde fuhşun da yaygınlaştığı
görülmektedir. Aslında bazı çevrelerde din ve ahlâk gibi kurumlara
karşı çıkmanın temelinde, modern zihniyet yanında uyuşturucu
pazarıyla da yakın ilgisi olan fuhuş sektörünün çıkarları bulunmaktadır.
Fuhşa karşı ahlâk terbiyesi, güçlü âile yapısı, toplumsal
kontrol gibi mekanizmaları canlı tutması yanında kesin hukukî ve
sosyal önlemler de alan İslâmiyet fuhuş sektörünü özellikle rahatsız
etmektedir. Fuhşu günah, ayıp ve en sonunda yasak olmaktan
çıkarma eğiliminde olan modern zihniyet, sözde özgürlük adına
fuhuşta sadece zor kullanma ve zarar vermeyi reddetmekte, fuhşun
fert ve toplum üzerindeki yıkıcı etkileri bu düşünce sahiplerini
fazla ilgilendirmemektedir.
Henüz tam Batılılaşamamış Türkiye gibi ülkelerde, özellikle
hâlâ Doğulu kafasını değiştirememiş kesimde kadınların zinâsı
suç ve nâmussuzluk sayılırken erkeklerinki delikanlılık ve övünç
meselesi kabul edilebilmektedir. Türkiye gibi Batılılaşmaya çalışan
ülkelerde resmî işlem yaptırmayan dinî nikâhlı evlilikler kanunen
suç sayılır ve doğan çocukları “piç” muâmelesi görülürken;
bekârların kendi isteğiyle zinâsını suç sayan bir kanun yoktur. Evli
kimselerin metres hayatları, sevgililik ve arkadaşlıkları, “ay boşandık,
ama yine birlikteyiz, bilseniz ne kadar mutluyuz!” tavırları
fazilet gibi sunulmaktadır. Evli-bekâr herkes için genelevler
veya randevu evleri devletin koruması altındadır. Kadınlara hak
ve özgürlük, kadın-erkek eşitliği gibi parlak sloganlar arkasına
gizlenen İslâm dışı dünya görüşleri, kadına fâhişelik sıfatını kendi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
istediği zaman ve istediği kişilere kullandığı halde, erkeğe benzer
bir suçlama yapmaz. Bu ülkede de fuhuş ve zinâ konusunda hem
halk anlayışı ve hem resmî kanunlar açısından kadınla erkek arasında
çük büyük farklar vardır. İslâm erkekle kadının tüm hayır ve
ibâdetlerine eşit sevaplar vaad ederken, kadın olsun erkek olsun,
aynı suça aynı dünyevî ve uhrevî cezâyı öngörmekte ve bu gibi
konularda tümüyle eşitliği uygulamaktadır. Kadın haklarına yeterli
önemi vermediğini iddiâ ederek kasıtlı şekilde İslâm’a çamur
atan Batı zihniyeti, kadını seks kölesi haline getirmek için her yolu
mubah gören tavırlar sergilemekte, kadını, kadın özgürlüğü ve
kadın hakları kavramını istismar ederek bu cinse en büyük zulümleri
revâ görmektedir.
Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya
çıkan ciddi anormalliklere çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor.
Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar,
evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı
beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta.
Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için,
akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan
nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere
izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile
kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş
Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını,
Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini
2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor.
HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve
Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003
yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil,
âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık,
en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri
yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi
için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar
ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için
uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun
önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya
çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci
şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu
ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit
kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin
hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden
kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en
azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak
âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir.
CÂHİLİYYE
- 107 -
Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı
toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz,
olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu
bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama
özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı
içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun
her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek
bilinç aşılanmalıdır.
Kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi
araba tekerleğinin reklâmlarına kadın bacağını yerleştirmekten
çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma
sonucu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze
çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim
hayatından tatile, basından televizyona, müzikten değişik sanat
anlayışına... kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını
sömürmekten ve erkekleri tahrik ederek toplumu ifsad etmekten
geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece
genelevler ya da soyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla
gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa’lar, nice oteller,
turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre
âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler,
metres hayatı, çıkmalar, müstehcen filmler, pornografik dergiler,
internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü,
gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan
sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek
fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat
anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş
fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük
adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar
suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise
bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden
daha çok olan boyalı basının İslâm’a, tesettüre her fırsatta saldırmasının
arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar
sözkonusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören
anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu
bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor.
Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin
olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Komünizmin prangasından kurtulunca kapitalizmin pençesine
düşen eski Sovyetler Birliği halkları, 20. asrın başında olduğu gibi
21. yüzyılın başlarında da “Nataşa”larıyla Anadolu’ya çıkartma
yaparak yeni bir işgali gerçekleştirdiler. Sadece kadınların çalıştığı
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
sektör olmaktan çıkıyor fuhuş. Adına “jigolo” denilen erkekler de
para karşılığı metres ve bayan müşteri buluyorlar. Demokrasilerde,
bu tür çare tükenmez: Bir türlü tatmin olmayı bilmeyen azgın
sapıkların sapkın arayışlarına sunulan bir başka çözüm daha sunulur;
Kadın, erkek fâhişeler yanında iki cinsin arasında kalmış travestiler
fuhuş sektörünün alternatifidir. Grup seks denilen çağdaş
mum söndü âyinleri, çocuk yaşta fuhşa zorlanan, kandırılan, tuzağa
düşürülen körpe çocuk ve gençler. Seks turizmi, fuhuş otelleri,
Bodrum, Marmaris ve Antalya gibi üstsüz ve altsızların cirit attığı
yerler, beyaz kadın ticareti, uyuşturucular ve daha neler neler...
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve
gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir
ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay”
ve “travesti”lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne
niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Filmlerde, halk arasında, askerler ve öğrencilerin birbirleriyle
konuşmalarında, şakalaşma ve kavgalarda, hiç yeri ve suçu olmadığı
halde, kişilerin anasına “or...” ve benzeri kelimeler söylemeleri,
analarına ve karılarına sövmelerini, ya da kızılan bir kadına
“fâhişe, kaltak, sürtük” vb. kelimeler kullanarak bu suçlamayı tereddüt
etmeden yapmaları, İslâm’la bağdaşmayacak ve çok büyük
cezâsı olan bir suçtur. İslâm’ın hâkim olduğu bir toplumda kadınlara
uluorta böyle hakaret edilip suçlanmasına, onlara sövülmesine
müsâade edilmeyeceğini belirtelim. Kadın haklarını öne çıkarttıklarını
iddiâ eden ve İslâm’ı bu konuda suçlayan kimselerin
kulakları çınlasın! Vatanın nâmusunu bekleyip koruduğunu iddiâ
eden askerlerin, erbaş ve subayları tarafından sık sık analarına,
avratlarına sövülmesi gibi olaylarda, kendi karılarının ve analarının
nâmuslarını bile koruyamadıklarının nasıl bir tezat teşkil
ettiğinin düşünülmesi gerektiğini ifade edelim. Ayrıca, nâmus
cinâyetlerinin, töre cinâyetlerinin câhiliyye toplumunun özelliği
olduğunu, dinimizin nâmus problemlerine karşı kadının yakınlarının
uluorta bu pisliği kanla temizlemek(!) istemelerini kesinlikle
onaylamadığını belirtelim.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir
bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı
tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet
zevkinden mahrum bırakılmış, kısacağı çağdaşlaştırılmış insanın
şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına
yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir.
Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir.
İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın
CÂHİLİYYE
- 109 -
Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak,
inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor.
Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu
ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın,
Rasûlünün ve mü’minlerindir.359Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden
çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır.
Nice aile var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine
giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından
çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse
bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev
kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları
kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları
da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu
seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul
karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a
düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar.
İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık
kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın
dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın
dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin
tatbik edilmesindedir.
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah’a
ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten,
fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.360 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya
Allah’a kulluk, ya hevâya kulluk.
Müslümanın kaybedeceği zamanı yoktur. Kendisini dünya ve
âhirette kurtaracak inanç ve ilme sahip olmalı ve sâlih amellerle
takvâsını arttırıp bildiklerini gerek sözle gerekse örnek davranışlarıyla
çevresine tebliğ etmelidir. Zinânın cezâsının ne olduğu, yani
recmin cezâ olarak kabul edilip edilmemesi konusunda gereksiz
tartışmalar müslümanlara bugün için pratik hiçbir fayda sağlamaz.
Bu teorik tartışma, iki yönüyle uygulama dışı olduğundan gereksiz
ve hatta zararlı kabul edilebilir. Birincisi, zinâ suçuna cezâ verebilmek
için bir kadın ya da erkeğin kendi özgür irâdesiyle yetkili
makamlar önünde zinâ suçunu itiraf etmesinin dışında, en az dört
kişi tarafından bilfiil çok net olarak bu çirkin işin en mahrem şekilde
görülmesi ve ağız birliğiyle dört kişinin şikâyeti ve sonuna kadar
ısrarı gerekmektedir. Bu, günümüzde genelevlerden çıkanlar
açısından bile uygulanamayacak bir durumdur. Hele İslâmî kanun,
kural ya da ahlâkın az-çok önemsendiği bir ülke ve ortamda yüz
359 63/Münâfıkun, 8
360 29/Ankebût, 45
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
senede bir belki ancak uygulanabilecek bir cezâ olmasıdır. Yani,
ister yüz değnek, ister taşla öldürme olsun, zinâ ve fuhuş gibi
bireyleri ve toplumu çok yönden tahrip eden çirkin bir eyleme
uygun görülen cezânın psikolojik olarak caydırıcı bir cezâ olması,
pratik olarak uygulanmaktan daha çok, teorik olarak caydırıcı
bir cezâ olarak sunulmasıdır. İkincisi; Bu cezânın verilmesi için
Allah’ın indirdiği bütün hükümlerle hükmeden İslâm Devletinin
varlığı gerekmektedir. Zinâya giden yolların tıkanmadığı, tersine
câzip kılındığı gayr-ı İslâmî düzenlerde zinâ suçu, birinci maddedeki
zorluk tümüyle aşılsa bile İslâm’ın öngördüğü cezâ verilmeyecektir.
İslâm, günümüzdeki düzen ve ortam kurbanı zavallılara
cezâ ile yaklaşıp onları ürkütüp soğutan bir din değildir. Onları
her türlü câhiliyye çirkefliğinden kurtarmak isteyen, şirk dâhil, her
çeşit pislik ve günahtan pişmanlık duyanları affedip kurtamaya
hazır merhamet dinidir. Yoksa, kimilerinin zannettiği gibi, tedric
gibi süreci öngörmeden, gelir gelmez insanlara cezâ veren, sözgelimi
kerhânelerin önüne idam mangaları yerleştiren bir din değildir
İslâm. Hazırlayacağı inanç, kültür ve ahlâk altyapısı, ekonomik
destek, evliliği kolaylaştırma, zinâya yaklaştıran her türlü şehevî
ortamları yok edip insanı fıtrat çizgisine yerleştirme gibi tedbirler
almadan İslâm, kimseye cezâ vermez, verilmesini onaylamaz.
Fâhişeler ve seks manyağı haline gelmiş gençler dâhil, günümüzün
insanı kızılmaktan çok acınmaya lâyık zavallı düzen kurbanlarıdır.
Onlara da İslâm’ın güzelliği ulaştırılabilse bu çirkinlikler kendiliğinden
uzaklaşacaktır. Ayrıca şunu bir tercih olarak belirtelim
ki; Kur’an zinanın cezasını net olarak belirlemiştir.
Ne mutlu, dilini ve belini koruyan, ağzına gireni ve ağzından
çıkanı İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden
edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere
ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
Câhiliyye, Tarihte Olduğu Gibi, Yine
Kur’an’la Yok Edilecektir!
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş,
en köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı
oluşturmuş, pratikte muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene
nimetlerini sunan bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını
açan, hazinelerini saçan gökten inen muazzam bir sofradır. Göklere
doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere Allah’ın uzattığı
kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim, Kur’an’ın
gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden
tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş,
değiştirmiş, dönüştürmüştür.
CÂHİLİYYE
- 111 -
Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil’in samimi arkadaşı, eli silahlı
katil adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi
dirilmiş, dinlediği Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını
toprağa diri diri gömen Ömer, Kur’an sayesinde insanları ihya
eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet ve
adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında tek tek yaşanan
bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni
de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine
saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet
ve medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın
gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada
at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet olmuşlar.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır:
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi,
câhiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en
büyük fay kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden
gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara dayanarak
değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini yansıtan
olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan,
aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler
de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o
tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle
tevhid çağını yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.)
ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb;
en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Kur’an’la
câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte
Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet; inkılâbçı
insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha
doğrusu zindanları değiştirmenin adına devrim denilmeye başlanmıştır.
Karanlıklar, zulümler, zindanlar arasındaki değişikliğin
adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya
dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında
yaşıyor. Câhiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.361
Câhiliyye bir hayât felsefesi, taassup içeren bir yaşam biçimidir.
362 Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır.363 Ve câhiliyye bir devlet
361 bk. 3/Âl-i İmran, 154
362 bk. 48/Fetih, 26
363 bk. 33/Ahzâb, 33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
anlayışı, bir yönetim biçimidir.364 Câhiliyyenin temel vasıflarından
kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir. İnsanlar bugünkü modern
câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, heva ve heveslerinin kölesi durumunda
yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-kölelik yapmaktalar.
Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler modern köleliği
devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar kızlarını
diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayâtlarını yok
ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün
çocuklar, öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların
fıtratları bozulduğu ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri,
ebedî hayâtları mahvediliyor. (Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu
gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum.) Kısaca, Kur’an gelip
câhiliyyeyi değiştirmeden neler varsa, modern biçimde bugün de,
buralarda da arz-ı endam etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi
niye değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde,
niçin karanlıklardan sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor?
Yani Kur’an, niye artık inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir,
ama Kur’an okuyanlar başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a
bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir. Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama
Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a sahâbe gibi yönelmiyor.
Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne kadar onun
hayât veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda
yaşayan insan çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama
çeşmenin suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken
büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları
fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa,
karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini
ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır;
referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini,
kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya
hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir.
Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez.
“Kur’an şifâdır.”365 Hem ferdî hastalık, problem, stres
ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı zamanda
364 5/Mâide, 50
365 10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44
CÂHİLİYYE
- 113 -
devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu
sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir
vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten
onu yaşamak içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır.
Artık Kur’an’a uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan)
sakının ki merhamet olunasınız.”366 Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden
yararlanmak ve kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak
için öğrenecek, okuyacak ve dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la
amel eden toplumları yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” 367
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği
gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan
da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden
(Kur’an’ımdan) yüz çeviren kişi(ler) için (buhranlarla dolu) dar bir hayât
ve geçim sıkıntısı vardır.” 368
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayâtında ilgi ve saygı görüyor,
tatbik olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır.
Yok, sadece varlığına ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da
fertlerin irâdelerine ve toplum hayâtının akışına yön vermiyorsa
onun mevcudiyetinin fiilî bir önemi yoktur. İnanılan ve kabul edilen
bu ana kaideyi iman ve amel hayâtımıza uygulayarak şu soruları
kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve
gücü sınırsız, ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın
hayâtımızdaki rolü nedir? Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını
ihtivâ ettiğine inandığımız Kur’ân-ıKerim’in kişisel ve sosyal
hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur’ân-ıKerim vicdanların hâkim
düzeni ve pratik hayâtın tatbik edilir nizamı olmadan mâziyi, hali,
istikbali bilen Allah’ı fiil ve hayâtımızda biricik ma’bud; ortaksız
ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın
haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri
ve sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma’bud edinmektir.
İlâhî yasaları yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri
yüceltmek ise Allah’a şirk koşmaktır.
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı,
366 6/En'âm, 155
367 Riyâzü's-Sâlihin ve Terc. II, 341
368 20/Tâhâ, 124
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
sadece putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul
eder olmuşlardır. Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî
ve ictimaî hayâtı tanzim edecek emir ve yasaklarını içeren Kur’ânıKerim,
düzenleyicisi olması gereken günlük hayâttan çekilmiştir.
Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi gerekirken mezarlık
kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucu
olanı, Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar aya, güneşe
ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine ve
arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk koşmak
olacak.)” 369
Allah’ın yanısıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem
azabına uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk
mü’minler ilâhlar edinme anlamına gelebilecek davranışlardan
şiddetle kaçınıyorlardı. Bu sebepledir ki Kur’an’la bildirilen
helâllar ve haramlarla çelişen inançları, gelenekleri ve uygulamaları
hemen bırakıyorlardı. Kur’ân-ıKerim’in yasalarına uymayı
Allah’ı ma’bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından
ötürüdür ki Rabbimizin Kur’an’da “Namaz kılınız” emri gelince
bütün mü’minler namaz kılmaya başlamıştı. “Zekât veriniz” emri
gelince, şartlarını taşıyan mü’minler, vermeyi bir iman zevki ve
vicdan neşesi haline getirmişlerdi. “Savaşınız” buyruğu ise bütün
mü’minleri iman saflarında savaşmaya hazırlamıştı.
Kadın ve erkek, Peygamber devrinin her mü’mini, Kur’an’ın
ferdî ve ailevî hayâtı tanzim eden her emrini, sosyal, iktisadî ve
hukukî münâsebetleri düzenleyen her düsturunu aynı iman ve
şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur’an’ı yaşanan bir nizam haline
getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın yüce emir ve yasaklarını
tatbik etmemek; şanlı Peygamber’in önderliğinde yaşamamak,
imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek,
âhiret saâdetini putperestliğe feda etmektir. Biz de bugün kişilerin
putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıl-dığı modern câhiliyette
yaşıyoruz. Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak
için ashâbın Kur’an’a yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah’a
kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup yükselmek için Kur’an’ı harfiyyen
ve aynı heyecanla hayâtımıza geçirmeliyiz. “(Siz) O’nun Kitabı
Kur’an’a uyun. O’nun emirleri ve yasaklarına aykırı gitmekten de sakının
ki merhamet olunasınız (da dünya ve âhirette mutluluğa eresiniz.)” 370
Kur’an gölgesinde hayâtını sürdüren canlı Kur’an adayı müslümanlar,
câhiliyyenin önce kendi içlerindeki etkilerinden arınarak
görevlerine başlamalıdır. Tüm câhiliyyeye karşı Kur’an’ın aldığı
369 İbn Mâce, Hadis no: 4205
370 20/Tâhâ, 98; 6/En'âm, 155
CÂHİLİYYE
- 115 -
tavrı alan hamele-i Kur’an olan mü’minler, câhiliyye ile tüm bağlarını
koparmalı, onun her çeşidi ve görüntüsüyle ölünceye kadar
mücâdelelerini sürdürmelidirler. O zaman Kur’an’ın gerçekleştirdiği
o en büyük inkılâbı, câhiyyeyi yerle bir edip saâdeti asra taşımayı
çevrelerinde değilse bile, mutlaka kendi içlerinde gerçekleştirmiş
olacaklar, âhiretteki bitmeyen saâdete ulaşacaklardır.
Tefsirlerden İktibaslar
“Onlar hâlâ câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir
topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” 371
Mevdûdi diyor ki:
Bu bölümde372 Allah, kendi indirdiğiyle hükmetmeyenlerin
1- Kâfir, 2- Zâlim, 3- Fâsık olduklarını belirtmektedir. Aynı şekilde,
Allah’ın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya
koyduğuyla hükmeden kişi bu üç suçu da işlemiş olur. Önce,
Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfr suçu işlemiştir. İkinci olarak,
bütünüyle adil olan Allah’ın indirdiğini çiğnemekle zulüm suçunu
işlemiştir. Üçüncüsü olarak ise, Allah’ın kulu olduğu halde, üzerine
Hâkim olanın indirdiğini bırakıp, kendisinin veya bir başkasınınkini
benimsemekle fâsık olmuştur. Böylece uygulamada Rabbine
bağlı ve tâbi olmaktan çıkmış ve otoritesini inkâr etmiş olmaktadır
ki, bu da fısktır.
Bu küfür, zulüm ve fısk, İlâhi hükmü çiğnemenin parçalarıdır.
Bu yüzden böylesi bir çiğnemenin olduğu yerde bu üç suçtan kaçınmak
mümkün değlidir. Değişen niteliğine ve reddedişin boyutuna
göre suçun cinsidir. Eğer bir kişi İlâhî hükmün yanlış, kendisinin
veya başkasının hükmünü doğru kabul ederek, İlâhî hükme
aykırı hükümde bulunursa, kelimelerin tam anlamıyla bu kişi hem
kâfir, hem zâlim ve hem de fâsıktır. Bununla birlikte, eğer bir kişi
İlâhî hükmün doğruluğunu kabul eder ve buna aykırı bir hüküm
verirse, böyle biri İslâm toplumunun dışına çıkmış olmazsa da imanını
küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur. Aynı şekilde, eğer bir kişi
hayatın her alanında Allah’ın hükmünü reddederse her bakımdan
kâfir, zâlim ve fâsık sayılacaktır. İlâhî hükmü bazı noktalarda kabul
eder, bazılarında reddederse, bunu kabul ve reddi oranında
iman ve İslâm’ı küfr, zulüm ve fıskla karıştırmış olur.
“Her biriniz için kanun ve hayat tarzı kıldık” cümlesi, “Bütün peygamberler
ve kitaplar aynı yaşama şeklini öğrettiği ve hepsi de
371 5/Mâide, 50
372 âyet 44-47
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
birbirini doğrulayıp desteklediği halde, neden kanunlarının ayrıntılarında
farklılıklar vardır?” şeklinde gelebilecek bir soruya cevap
vermek için konmuş bir ara cümledir. Söz gelimi, yukardaki soru
bir örnekle şöyle sorulabilir: Çeşitli peygamberlerin ve kitapların
getirdiği kültürel ve sosyal düzenlemelerde, meşru ve gayri meşrunun
sınırlarında ve ibâdet biçimlerinde neden bazı farklılıklar
vardır?
Bu sorunun cevabı şöyledir:
1) Çeşitli konuların ayrıntılarındaki sözü edilen farklılıklardan,
bunların ayrı kaynak ve kökenlerinin bulunduğu sonucuna varmak
yanlıştır. Gerçekte hepsi de farklı toplumlara ve farklı zamanlara
uygun düşsün diye farklı düzenlemeler getirici Allah’tandır.
2) Hiç şüphesiz Allah, başlangıçtan beri tüm insanlar için tek
ve aynı Kanun’u koyabilir ve onların hepsini tek bir ümmet yapabilirdi;
fakat pek çok gerekli nedenlerle böyle yapmamıştır. Buradaki
hikmetlerden biri, kendilerine Allah tarafından verilene itaat
edecekler mi, etmiyecekler mi diye insanları denemektir.
İlâhî Sünnet’in ruhu ve niteliğiyle birlikte, taşıdığı düzenlemelerin
yerini anlayan ve önyargılı olmayanlar, hangi biçimde gelirse
gelsin gerçeği tanıyacak ve kabul edeceklerdir. Böyleleri Allah’ın
öncekilerin yerini almak üzere gönderdiği yeni düzenlemelere
teslim olmakta tereddüt göstermezler. Buna karşılık, Sünnet’in
gerçek ruhunu anlamayıp, yalnızca düzenlemeleri ve ayrıntılarını
Sünnet’in kendisi yerine koyanlar ve kendi yaptıkları eklentilerden
dolayı bağnazlaşıp önyargıya kapılanlar, ellerindekini değiştirmek
üzere Allah’tan gelen herşeyi reddedeceklerdir. Ve, bu tür
bir deneme yukarda sözü edilen iki tür insanı birbirinden ayırdetmek
için gerekliydi. Bu yüzden değişik kanunlar ve düzenlemeler
yapılmıştır.
3) Kanunların hepsinin gerçek hedefi, görünürde taşıdıkları
farklılıklara bakmadan, Allah’ın insanlara üzerinde yarışmalarını
emrettiği faziletlerin yeşertilmesidir. Bu yüzden, Kanun’un gerçek
amacını göz önünde bulunduranlar, İlâhî Kanunların ve düzenlerin
gösterdiği çizgide bu amaca doğru yürümelidirler.
4) Önyargıların, inadın ve yanlış zihni tavırların ürettiği farklılıklar
ne polemikçi sempozyumlarda, ne de savaş alanlarında çözülebilir;
bütün bunlar nihaî hükmüyle Allah tarafından karara
bağlanacaktır. Bu son Hüküm günü, gerçek açıklanacak ve insanlar
hayatları boyunca daldıkları tartışmalarda yatan Hakk’ın veya
Bâtıl’ın miktarını öğreneceklerdir.
CÂHİLİYYE
- 117 -
Câhiliyye: Arapça Câhiliyye kelimesi İslâm’ın zıddıdır. İslâm’ın
yolu bütünüyle her gerçekliğin bilgisine sahip olan Allah’ın gönderdiği
ilme dayanırken, İslâm’ın yolundan ayrılan ve ona karşı
olan her yol câhiliyyetin yoludur. Arabistan’daki İslâm öncesi döneme,
halkın yaşama yollarını sadece zan ve hevâya dayanarak
kendilerinin icat etmiş olması anlamında Câhiliyye dönemi denir.
Bu yüzden ne zaman bu yollardan biri benimsense, bu zaman
“câhiliyye” zamanı olacaktır. Aynı şekilde, bugün okullarda ve üniversitelerde
verilen bilgi yalnızca cüz’î, kısmî bir bilgi olup, hiçbir
şekilde insanlığa yol gösterebilecek bir bilgi değildir. Bu yüzden,
İlâhî bilgiyi hiçe sayarak, cüz’î bilginin yardımıyla oluşturulmuş
hayale, zanna ve tahmine dayalı tüm hayat sistemleri, İslâm öncesi
sistemler gibi câhilî sistemler olmaktan kurtulamayacaktır.
Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında bulunanlar, Allah’ın
hükmüne râzı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk,
garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız dâvâya tâbi olan câhiliyyet hükmü,
câhiliyyet kanunu mu istiyorlar? Hâlbuki hüküm ve hâkimiyeti
Allah’tan daha güzel olan kim vardır? Allah’ın hükmünden daha
güzel hangi hüküm, Allah’ın hükmüyle hükmeden hâkimden
daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu
soru herkese değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar
içindir. Bunu ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder.
Yoksa küfür ve şüphe içinde bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar,
bir zâlimin haksız hükmüne “daha güzeldir” demekten çekinmezler.
Rivâyete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî Kureyza yahudiler
i arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden
hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından Mûsâvat
(eşitlik) ile hükmedilmesi üzerine Benî Nadir’in bu eşitlik hükmüne
râzı olmayarak câhiliyye âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları
se b ebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe göre, yahudilerin
İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm’ın hükmüne iman ve ittiba
etmemekle yalnız Kur’ân’a ve Muhammed Aleyhisselâm’a değil,
kendi dinleri ve kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat’ı ve Mûsâ
şeriatını da tanımayıp mutlak İlâhî hükmü inkâr ederek câhiliyye
hükümleri peşinde koşmak istediklerini beyan ve isbat etmekle;
hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref iddialarına
rağmen cehâlet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış
ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre
de bu hükmün yalnız yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri
hakkında da böyle olduğunu ve dolayısıyla İslâm şeriatının,
umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu tanımayan yahudi ve
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış olacaklarını
anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası vazifelerindeki
genişliğin önemini göstermiştir. 373
“Sana da daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu
olan bu hak kitabı indirdik. Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği
âyetlere göre hüküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi
arzularına uyma.
Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir ana yol belirledik. Allah dileseydi,
sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda sizleri denemeyi
diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz Allah’a döneceksiniz
ve O anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin içyüzünü size haber
verecektir.
O halde onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm ver,
onların keyfi arzularına uyma, onların seni Allah’ın indirdiği hükümlerin
bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın, eğer sana sırt çevirirlerse bil ki,
Allah, günahlarının bazısı yüzünden onları cezalandırmak istiyor. Kuşku
yok ki, insanların çoğu fâsıktır.
Yoksa istedikleri câhiliyye düzeni midir? Kesin inançlılara göre
Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir
mi hiç?” 374
Seyid Kutub diyor ki:
Anlatımdaki bu netlik, ifadedeki kesinlik, kimi durumlarda
ve koşullarda kişiyi bu şeriattan -küçük çapta da olsa- herhangi
bir hükmü terk etmeye özendirebilecek aldatıcı gerekçeler karşısında
bu denli kesin önlemler alınmış olması, insanı ister istemez
duraksatıyor... Bu âyetler karşısında insan elinde olmaksızın
oturup düşünmek zorunda kalıyor. Kimi insanlar, koşullar ve durumlar
bunu gerektiriyor diyerek Allah’ın şeriatını tümüyle inkâr
etmelerine karşın, hâlâ nasıl oluyor da müslümanlık iddiasında
bulunabiliyorlar, şaşırmamak elde değil!.. Kişi, Allah’ın şeriatını
tümüyle terk etmesine karşın, nasıl oluyor da hâlâ müslüman olduğunu
iddia edebiliyor? Bu tür insanlar kendilerini, nasıl oluyor
da hâlâ “müslüman” olarak niteleyebiliyor? İslâm’la hiçbir bağları
kalmamasına karşın, Allah’ın şeriatını tamamen terk etmelerine
karşın, her koşulda her durumda geçerliliğini koruyan ve her koşulda
her durumda uygulanmak zorunda olan Allah’ın şeriatını
reddederek O’nun ilahlığını inkâr etmiş olmalarına karşın, hâlâ
nasıl “müslümanlık” iddiasında bulunabiliyorlar? Bu tür insanlara,
373 Mevdûdi, Tefhimu’l Kur’an
374 5/Mâide, 48-50
CÂHİLİYYE
- 119 -
şaşırmamak, hayret etmemek elde değil.
“Sana da bu hak kitab (Kur’an)’ı indirdik”. Âyetteki “hak” kelimesine,
ilahlık açısından yani şeriat belirleme, kanunlar koyma
yetkisinin Allah’a ait olacağının belirtilmesi açısından bakmamız
gerek. “Hak”, Kur’an’ın içeriğinde, ondaki inanç ve şeriat esaslarında,
orada anlatılan her olayda ve verilen her buyrukta somut
bir biçimde ortadadır.
Kur’an, “daha önceki kutsal kitabı onaylayıcı ve içeriğini koruyucu”
olarak indirilmiştir. Kur’an, Allah’ın dininin, nihâî biçimidir.
Allah’ın dini ve de yaşam biçimi ile insanların uyacakları şeriat ve
sistem noktasında nihai kaynak, Kur’an’dır. Artık Allah’ın dininde
hiç bir değişikliğe gidilmeyecektir.
Semâvî dinlere mensup insanlar arasında, ister inanç esasları,
isterse şeriat prensipleri noktasında bir anlaşmazlık baş gösterdiğinde,
bunu çözümleyebilmek için müracaat edilmesi gereken
kitap Kur’an’dır. Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa
başvurulacak kitap Kur’an’dır. Yaşama ilişkin herhangi bir meselede
görüş ayrılıkları olduğunda, müracaat edilmesi gereken
kitap, Kur’an’dır. Bu noktalarda, temelde söz konusu nihai kaynaktan
beslenmeyen kişilerin sunacağı görüşlerin hiçbir “kıymet-i
harbiye”si yoktur.
Âyette hemen ardından, bu gerçeğin getirdiği zorunluluklar
ekleniyor: “Buna göre onların arasında Allah’ın indirdiği âyetlere göre
büküm ver, sana gelen gerçekten saparak onların keyfi arzularına uyma!”
Bu buyruk, kendisine o dönemde aralarında hüküm vermesi için
başvurmakta olan hristiyanlar hakkında, öncelikle peygamberimize
yöneliktir. Ancak, âyeti salt bu olaya özgü kılmak doğru
değildir. Mademki artık nihai kaynak olan Kur’an’ı değiştirmek
üzere yeni bir peygamber ya da yeni bir şeriat gönderilmeyecektir,
öyleyse bu âyetteki hüküm, kıyamete dek geçerliliğini koruyacak
genel bir hükümdür.
Allah’ın dini Kur’an’la tamamlanmış bulunmaktadır. Allah’ın
bu noktada kendisine teslim olanlara verdiği nimet Kur’an’la son
bulmuştur. Allah, Kur’an’ın tüm insanlar için bir yaşam düzeni olmasını
uygun görmüş bulunmaktadır. Kur’an’ı değiştirmek, onun
hükümlerinden herhangi birini terk etmek, ya da başka bir şeriatı
bu şeriata yeğleyebilmek için, artık hiçbir gerekçe bırakılmamıştır.
Allah bu dini insanlara uygun gördüğünde, onun tüm insanları
kapsayacağını biliyordu. Yine Allah, bu kitabı nihai kaynak olarak
uygun gördüğünde, bunun tüm insanların yararına olacağını,
kıyamete dek bütün insanları kapsayacağı biliyordu. Bu kitaptan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
değil uzaklaşmak, bir bölümünü değiştirmek bile, İslâm’a ilişkin
bu bilginin bulunması hasebiyle, kişiyi inkâra götürür. Buna yeltenen
bir kişi, diliyle bin kez müslüman olduğunu söylese bile dinden
çıkmış demektir.
Allah, bazı insanların, Allah’ın indirdiklerinden ödün vermeye
götürecek kimi mazeretler ileri süreceklerini ve de yönetenlerin ya
da yönetilenlerin keyfï arzularına kapılabileceklerini biliyordu. Kitabında
belirttiği hükümleri -hiçbir ödün vermeksizin- yürürlüğe
koymak, zorunlu olmasına karşın, bazı insanların kimi durumlarda
kendi duygularına kapılarak bu zorunluluğun gereğini ihmal
edebileceklerini biliyordu. Bu nedenle de söz konusu âyetlerde
peygamberimizi, yönetilenlerin keyfî arzularına kapılmaması için
uyarıyor ve de kendisinden, insanların onu Allah’ın indirdiği hükümlerin
bir kısmından bile şaşırtmalarından sakınmasını istiyor...
İnsanları buna yeltenmeye iten faktörlerin başında, aynı ülkedeki
değişik grupları, fraksiyonları ve öğretileri benimsemiş olan
farklı kimselerin tümünü uzlaştırıp biraraya toplama noktasında
insanların içgüdüsü gelmektedir. Buna kapılan kimseler, karşılarındaki
insanların istemleriyle şeriatın hükümleri çatıştığında işi
basitleştirme ya da ayrıntı gibi görünen meselelerde –bunlar anladığımız
kadarıyla şeriatın temel meselelerinden değildir deyip- işi
kolaylaştırma yoluna başvururlar.
Rivâyete göre yahudiler peygamberimize gelerek, belirli bazı
hükümlerin uygulanmasında kendilerine hoşgörülü davranacak
olursa, iman edebileceklerini söylediler. Peygamberimizi bu noktada
uyaran âyet de, yahudilerin bu önerileri üzerine indirilmişti..
Ama meseleye -açıkça görüldüğü üzere- daha genel bazda bakmak
gerekir. Zira bu şeriata inananlar da değişik vesilelerle her zaman
için bu meseleyle karşılaşabilirler. Bu nedenle Allah, meseleyi
son derece net bir biçimde ortaya koymayı ve de belirli koşulları
göz önünde bulundurarak ya da farklı istemlerle, farklı arzularla
karşılaşıldığında bir orta yol bulup insanları uzlaştıracağız diyerek
ihmalkârlığa itebilecek beşerî içgüdülerin yolunu kesinkes kapatmayı
uygun görmüş ve peygamberimize şöyle buyurmuştur: Allah,
dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Ama O, onların her biri
için ayrı bir yol, ayrı bir yöntem belirledi. O, gönderdiği din ve şeriatla,
yaşam boyunca verdiği nimetlerle, insanları sınamayı diledi.
Her insan kendi seçtiği yolda yürüyecektir. Sonunda ise tüm insanlar
Allah’a döneceklerdir. Orada, gerçek, kendilerine bildirilecektir.
Her biri dünyada seçtikleri yol ve benimsedikleri sistem konusunda
sorguya çekilecektir. Öyleyse, değişik görüşlerdeki değişik
düşüncelerdeki kimseleri birleştirebilmek için şeriattaki herhangi
CÂHİLİYYE
- 121 -
bir hükmü kolaylaştırmayı düşünmek doğru değildir. Onlar zaten
birleşmezler:
“Her ümmet için ayrı bir şeriat, ayrı bir anayol belirledik. Allah
dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat belirlediği yolda, sizleri
denemeyi diledi. Buna göre hayırlı işlerde yarışınız. Çünkü hepiniz
Allah’a döneceksiniz ve O, anlaşmazlığa düştüğünüz meselelerin
içyüzünü size haber verecektir.”
Allah’ın şeriatı bâkîdir, herşeyden daha değerlidir. Onun bir
bölümünü de olsa, Allah’ın uygun görmediği bir şey uğruna kurban
etmeye değmez! İnsanlar Allah tarafından yaratılmıştır. Her
birinin kendine göre bir yeteneği, mizacı, kafa yapısı ve seçtiği bir
yol vardır. İnsanlar, Allah’ın hikmeti gereği, birbirlerinden farklı
yapılarda yaratılmışlardır. Allah onlara doğru yolu göstermiş ve
bu noktada onları serbest bırakmıştır. Bu, onları sınamak istediğindendir.
İnsanlar sonuçta Allah’a döneceklerdir. Ve o gün dünyada
benimsedikleri yola göre, yaptıklarının karşılığını göreceklerdir.
Öyleyse bir kimsenin, Allah’ın şeriatını gözetme adına, bir başka
deyişle insanların yararını ve kurtuluşunu gözetme adına, tüm
insanları aynı çatı altında birleştirebilmek için çırpınması, boşa
kürek çekmek demektir. Allah’ın şeriatından ödün vermek yada
onda bazı değişiklikler yapmak, neticede, yeryüzünde bozguna
neden olmak, biricik sapasağlam sistemi bırakıp sapıtmak, insanların
yaşamında adâleti ortadan kaldırmak, insanların birbirlerine
köle olmalarına, Allah’ı bırakıp birbirlerini rabb edinmelerine zemin
hazırlamak dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Bu ise en büyük
kötülük, en büyük yıkımdır..: Sonu gelmeyecek, olmayacak girişimler
peşinde koşmak, doğru değildir. Çünkü insanın doğası için
Allah, bu tür girişimleri uygun görmemiştir. Bu, Allah’ın hikmeti
gereği insanların farklı kafa yapılarına, farklı mizaçlara, farklı
görüşlere, farklı eğilimlere sahip olmalarına da terstir. İnsanları
yaratan Allah’tır. Onların geçmişlerini de geleceklerini de çok iyi
bilmektedir. Sonuçta herkes O’na dönecektir.
Böylesi bir amaçla, Allah’ın şeriatındaki herhangi bir hükmü
kolaylaştırmaya kalkışmak -bu âyetten anlaşıldığı ve de yaşamın
her noktasında- görüldüğü kadarıyla, boşa yorulmaktır. Böylesi
bir girişim, realiteyle bağdaşmamaktadır. Allah’ın irâdesine de
uymamaktadır. Böyle bir girişimi, -Allah’ın isteklerini gerçekleştirmek
için didinen- müslümanlar da onaylayamaz. Bu durumda,
kendilerini “müslüman” olarak yaftalayan bazı kimseler, nasıl
oluyor da örneğin şöyle laflar edebiliyorlar: “Turistleri kaybetmek
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
istemiyorsak, şeriatı tatbik etmeyi düşünmemiz hiç de doğru olmaz”
Abartmıyorum! Aynen böyle laflar eden insanlar var bugün!
Burada, daha net bir biçimde, aynı gerçeğin altı bir kez daha
çiziliyor. Bu konudaki ilk âyette: “Buna göre onların arasında
Allah’ın indirdiği âyetlere göre büküm ver, sana gelen gerçekten
saparak onların keyfi arzularına uyma!” denilmiştir. Kısacası,
Allah’ın şeriatını bütünüyle onların keyfî arzusuna terk etmek
yasaklanmıştı. Şimdi ise peygamberimiz, insanların kendisini
Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından
sakınması için uyarılıyor: “O halde onların arasında Allah’ın indirdiği
âyetlere göre hüküm ver, onların keyfi arzularına uyma, onların seni
Allah’ın indirdiği bükümlerin bir kısmından bile şaşırtmalarından sakın!”
Buradaki uyarı, daha kesin ve daha vurguludur. Burada mesele,
tüm çıplaklığıyla ortaya koyuluyor. Bu fitneden, böylesi şaşırtmacalara
kanmaktan, özenle kaçınmak gerekir. Bu meselede iki
olay söz konusudur: Ya Allah’ın indirdiği hükmü aynen vermek ya
da insanların -Allah tarafından sakınılması istenen- keyfî arzularına
ve şaşırtmacalarına tâbî olmak.
Âyette daha sonra keyfî arzulara uyma konusuna açıklık getirilerek,
peygamberimizin, kendisine gelen yahudilerin önerileri
meselesini çözümleyebilmesi kolaylaştırılıyor. Artık söz konusu
yahudiler, bu şeriattaki küçük büyük herşeye bütünüyle bağlanmazlarsa,
İslâm’ı benimsemeyip sırt dönerlerse, Allah’ın şeriatıyla
yargılanmaktan yüz çevirirlerse, peygamberimizin yapacağı bellidir.
(O dönemde, bu konuda serbestlik vardı. Ancak daha sonra,
“daru’l-İslâm”da İslâm şeriatıyla hüküm vermek zorunlu kılındı):
“Eğer sana sırt çevirirlerse bil ki, Allah, günahların bazısı yüzünden onları
cezalandırmak istiyor. Kuşku yok ki, insanların çoğu fâsıktır.”
Sana sırt çevirirlerse, yapabileceğin bir şey yoktur. Onların bu
tutumları seni, Allah’ın hükmüne ve şeriatına bütünüyle sarılmaktan
ödün vermeye itmesin. Onların getirdikleri öneri, senin gücünü
kırmasın, tavrını değiştirmesin. Onlar, sırtlarını dönüp yüz
çevirmekteler. Çünkü Allah onları, işledikleri kimi günahlardan
ötürü cezalandırmak istiyor. Bu tutumları nedeniyle başı derde
girecek olanlar, onlardır. Onların bu tavırları ne sana zarar getirir,
ne Allah’ın şeriatına, ne dinine; ne de dinlerine bağlı müslümanlara...
İnsanın yapısı böyledir: “İnsanların çoğu, fâsıktır.”
Onlar dinden çıkarlar, sapıtırlar. Çünkü yapıları böyledir. Bu
noktada sen, onların bu durumuna bir çare bulamazsın. Bunda şeriatın
da günahı yoktur. Onların doğru yolu bulmaları da mümkün
değildir. Böylece şeytanın, müslüman yüreğine girebileceği tüm
pencereler kapatılıyor. Hangi amaçla ve hangi durumda olursa
CÂHİLİYYE
- 123 -
olsun, bu şeriatın hükümlerinden herhangi birini terk etmeye yol
açabilecek tüm gerekçeler, ortadan kaldırılmış bulunuyor.
Sonra insanlar, bu yol ayrımı üzerinde iyice düşünmeye sevk
ediliyor. Ya Allah’ın hükmü ya da câhiliyyenin hükmü... Bu ikisinin
ortası olamaz. Bu ikisi dışında başka bir alternatif yoktur. Ya,
yeryüzünde Allah’ın hükmü egemen olacak, insanların yaşamında
Allah’ın hükmü yürürlüğe konacak, insanların yaşamı Allah’ın sistemine
göre yönlenecek... Ya da, câhiliyye hükmü, keyfï arzulara
göre belirlenmiş bir şeriat, kölelik sistemi yürürlükte olacak... Bu
iki alternatiften hangisini istiyorlar? “Yoksa istedikleri, câhiliyye düzeni
midir? Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden, Allah’ın verdiği
hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Câhiliyyenin anlamı bu âyette belirgin bir biçimde ortaya konuluyor.
Câhiliyye -Allah’ın belirttiği, Kur’an’da ifade edildiği üzere-
insanların insanlar için hüküm belirlemesi, insanın insana köle
kılınması, Allah’a kulluğun bırakılması, Allah’ın ilahlığının reddedilmesi
ve de buna karşılık, kimi insanların ilah kabul edilmesi ve
-Allah’a değil- onlara tapılmasıdır.
Olaya bu âyetin ışığında baktığımızda, câhiliyyenin tarihsel
bir süreçten ibaret olmadığını görüyoruz. Câhiliyye, bir olgudur.
Geçmişte yaşanmış olan bu olguyla, bugün de yarın da yine karşılaşılacaktır.
Câhiliyyenin niteliği, İslâm la çelişme, İslâm’a karşı
olmadır.
Nerede ve hangi zamanda olursa olsun eğer insanlar, tek bir
konuda bile ödün vermeksizin Allah’ın şeriatına göre hükmediyorlarsa,
bu şeriatı benimsiyorlar ve ona gerçek anlamda teslim
oluyorlarsa, Allah’ın dinine mensup olmuş demektirler. Yok eğer,
beşer aklının ürünü olan bir şeriat, bir öğretiye göre hüküm veriyorlarsa
-hangi şekilde olursa olsun- söz konusu öğretiyi benimsiyorlarsa,
onlar câhiliyye sınıfındadırlar. Onlar, öğretisi doğrultusunda
hüküm verdikleri kişinin dinini benimsemiş durumdadırlar,
Allah’ın dinini değil! Allah’ın hükmünü istemeyen, câhiliyye hükmünü
istiyor demektir. Allah’ın şeriatını reddeden, câhiliyye düzenini
kabul ediyor, câhiliyyeyi yaşıyor demektir.
Bu, yolların ayrılış noktasıdır. Allah bu noktada, insanlardan
iyice düşünmelerini istiyor. Gerisi insanlara kalmıştır. Diledikleri
yolu seçmekte özgürdürler. Ardından Allah bu tür insanlara,
câhiliyye düzenini istemelerinden ötürü kınayıcı bir soru yöneltmektedir.
Yine bu soru, Allah’ın hükmünün daha üstün olduğunu
vurgulamaya yöneliktir: “Kesin inançlılara göre Allah’ın düzeninden,
Allah’ın verdiği hükümden daha iyisi düşünülebilir mi hiç?”
Evet! Allah’tan daha iyi hüküm koyabilecek olan kim vardır?
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
İnsanlar için Allah’ın şeriatından ve hükmünden daha iyi bir şeriat
ve hüküm belirleyebileceği iddiasında bulunmaya kim kalkışabilir?
Böylesi büyük bir iddiaya kalkıştığında, bunu hangi gerekçeyle
açıklayabilir? Bu iddiaya kalkışan, insanları, onların yaratıcısından
daha iyi tanıdığını söyleyebilir mi? İnsanlara karşı, onların
rabbinden daha hoşgörülü olduğunu ileri sürebilir mi? İnsanlar
için en uygun olanı, onların yararını Allah’tan daha iyi gözetiyorum
diyebilir mi? Nihai şeriatını gönderen, son peygamberini gönderen,
onu peygamberlerin sonuncusu, getirdiği mesajı kitapların
sonuncusu kılan, İslâm şeriatını kıyamete dek geçerli olarak niteleyen
Allah’ın durumların değişebileceğini, yeni gereksinimlerin
ortaya çıkacağını, farklı koşullar söz konusu olabileceğini bilemediğini
iddia edebilir mi? Bir insan, Allah tüm bunları bilemediği
için şeriatında belirtmemişti, ancak bugün işte tüm bunlar bizler
tarafından kavranmıştır diyebilir mi?
Allah’ın şeriatını yaşamdan koparan, onun yerine câhiliyye şeriatını,
câhiliyye hükmünü ikame eden, kendi keyfî arzusunu ya
da herhangi bir halkın veya neslin keyfî arzularını Allah’ın şeriatından,
Allah’ın hükmünden üstün tutan kimseler, bu tür sözler
söyleme cüretini nasıl gösterebiliyorlar?
Özellikle de kendini müslüman olarak adlandıran bir insan, bu
türden sözler edebilir mi? İçinde bulunduğumuz koşullarmış. Durum
çok değişmişmiş! İnsanların istememesiymiş! Düşmanlardan
çekinmemiz gerekirmiş! Allah müslümanlardan kendi aralarında
şeriatını yürürlüğe koymalarını, Kur’an doğrultusunda hayat sürmelerini,
onlardan kimi insanların kendilerini indirdiği şeriatından
ufacık bir noktada bile şaşırtmalarından sakınmalarını isterken,
daha sonra olup bitecek herşeyi bilmiyor muydu?
Beklenmedik gereksinimler, yenilenen koşullar ve görmezlikten
gelinemeyecek durumları, Allah’ın şeriatı ihata edemeyecek
denli eksikmiş! Bu nasıl iddia edilebilir? Şeriatından ödün verilmemesi
için bu denli kesin bir ifâde ‘ kullanan ve insanları özenle
uyaran Allah, tüm bunların olacağını bilmiyor muydu?
Bu konuda, müslüman olmayan bir kimse dilediğince konuşabilir.
Ama müslüman olan ya da müslüman olduğunu iddia eden
bir kimse bu türden sözler edebilir mi? Bu türden sözler edebiliyorsa
onun İslâm’la artık ne ilgisi kalmıştır? Tüm bunlardan sonra,
onda İslâm’ın en ufak bir izi görülebilir mi?
Bu, tam bir yol ayrımıdır. Kişi seçimini yapmak zorundadır.
Seçimini yapmışsa artık tartışmanın gereği yoktur. Ya İslâm, ya
câhiliyye! Ya iman, ya küfür. Ya Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
CÂHİLİYYE
- 125 -
Allah’ın indirdiği âyetlere göre hüküm vermeyenler, kâfirlerin,
zâlimlerin, fâsıkların ta kendileridirler. Yönetilenlere karşı Allah’ın
hükmüyle hükmetmeyenler, kesinlikle mü’min değildirler. Bu meseleyi
müslüman, kesin ve net bir biçimde kafasına yerleştirmelidir.
Yaşadığı çağda, insanlara karşı Allah’ın hükmünü uygulama noktasında
asla tereddüde düşmemelidir. Bu gerçeğin zorunlu sonucu
olarak, dosta da düşmana da Allah’ın şeriatını uygulamalı ve de
bunun neticesine katlanmalıdır.
Müslüman bu meseleyi kafasına net olarak yerleştiremezse,
bir türlü istikrara kavuşamayacak, kendini yöntem kargaşasının
içinde bulacak, hak ile batılı birbirinden ayıramayacak, doğru
yolda bir adım bile ilerleme kaydedemeyecektir... Bu meselenin
sıradan insanların kafasında bu denli netleştirilemeyeceği doğru
kabul edilse bile, “müslüman” olmayı isteyen, müslümanlığın
gereklerini yerine getirmeye azmeden insanların kafasında iyice
netleştirmeyi savsaklamak asla doğru değildir...
Buradaki âyetlerin tümü, sûrenin başında belirttiklerimizi
doğrulamaktadır. Orada da ifade ettiğimiz üzere, bu sûredeki
âyetlerin tümü, hicretin altıncı yılında Hudeybiye’de indirilen Fetih
sûresinden sonra indirilmiş olamaz. Tam tersine bu sûrenin pek
çok bölümü, -Uhud savaşının ardından Benî Nazîr, Bedr savaşının
ardından da Benî Kaynuka yahudilerinin sürülmelerinden önce
indirilmemişse de- Fetih sûresinden -en azından- Ahzab savaşının
meydana geldiği hicrî dördüncü yılda Benî Kureyza yahudilerinin
Medine’den sürülmelerinden önce indirilmiş olmalıdır.
Buradaki âyetlerde, birtakım olaylara, Medine’deki İslâm toplumunun
tanık olduğu gelişmelere, ayrıca yahudilerin, münafıkların
tutumlarına ve konjonktürel durumlarına değiniliyor. Söz
konusu tutumlar ve konjonktürel durumlar, yahudilerin gücünün
kırılmasıyla bertaraf edilecekti. Bunun son örneği Beni Kureyza
sorunuydu.
Bu âyet, yahûdilerin ve hristiyanların dost edinilmelerine ilişkindir.
Âyetteki uyarıda -hatta tehditte- onları dost edinenin onlardan
biri olacağı vurgulanıyor. Bu vurgu, onlarla dostluk kuran
ve bunu başlarına bir bela geleceğinden korkmakla gerekçelendiren,
kalpleri hastalıklı kişilere yöneliktir. Yine âyette müslümanların,
dinlerini hafife alıp alay konusu yapan kimselerle dostluktan
nefret etmeleri istenmektedir. Bununla da, -müslümanlar
namaza durduklarında- onların namaz kılmalarını hafife alan ve
alay konusu yapan kimselere işaret ediliyor. Tüm bu olumsuzluklar,
Medine’de yahudilerin güçlü, etkin ve çeşitli imkânlara sahip
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
oluşlarından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla, bu tür kargaşaların
olması, böylesi olayların yaşanması, ayrıca âyetlerde böylesine
sert bir uyarı ve tekrar tekrar tehdide gerek görülmesi, ardından
yahudilerin gerçek durumlarının açıklanması, teşhir edilip kınanmaları,
bu bağlamdaki binbir komplolarının, entrikalarının, manevralarının,
her türlü kirli çamaşırlarının ortaya dökülmesi son
derece olağandır.
Buradaki âyetlerin iniş nedenlerine ilişkin çeşitli rivâyetler vardır.
Bunların kimisinde bu âyetlerin, Bedir savaşından sonra ortaya
çıkan Benî Kaynuka sorunu, Abdullah bin Ubey bin Selûl’un tavrı
ve kendisi ile yahudiler arasındaki dostluk ilişkisini, “Doğrusu
ben başımı belaya sokmak istemiyorum, bu nedenle de onlarla
dostluğumu kesemem” diyerek aklamaya çalışması üzerine indiği
belirtilir.
Aslında, bu rivâyetler olmaksızın da, âyetlerin yapısını ve içeriğini
nesnel bir yaklaşımla incelemek ve de bu âyetleri peygamberimizin
Medine’deki yaşamında tanık olduğu olayların kronolojik
sırasına göre ele almak bile, söz konusu âyetlerin iniş zamanına
ilişkin bu sûrenin girişindeki tesbitlerimizi doğrulamaya yeterlidir.
İslâm Toplumunun Ana İlkeleri: Buradaki âyetlerde, İslâm
toplumunun eğitimine ve bu toplumun, kendilerine Allah tarafından
belirlenmiş misyonu yerine getirmeye hazırlanmasına ilişkin
Kur’an’ın öngördüğü metod dile getiriliyor. Ayrıca söz konusu
metodun, müslüman bireyin ve İslâm toplumunun kimliğinde her
zaman için kesinkes yarleşmesi istenen ana ilkeleri ve prensipleri
belirtiliyor. Bu ana ilkeler ve prensipler, sâbittir. Bunlar, sadece tek
bir ulusa ya da tek bir kuşağa özgü değildir. Tam tersine bu ana
ilkeler ve prensipler, her kuşakta müslüman bireyin ve İslâm toplumunun
oluşumunun temeli niteliğindedir.
Kur’an’da müslüman bireyin eğitimine ilişkin belirlenen metot
temelde şöyledir: Müslüman, rabbine, peygamberine, inancına
ve İslâm toplumuna içtenlikle bağlanmalıdır. İçinde yer aldığı
saftaki insanlar ile Allah’ın sancağını taşımayan, peygamberimizi
önder kabul etmeyen, Allah’ın taraftarları konumundaki gruba
katılmayan saftaki insanlar arasında mutlaka kesinkes bir ayrım
yapmalıdır. Müslüman, Allah’ın gücüne bir örtü, ayrıca insanlığın
yaşamı ve tarihsel olaylara ilişkin Allah tarafından belirlenmiş yazgının
gerçekleştirilmesi için bir araç olmak üzere, Allah’ın seçtiği
bir kimse konumunda bulunduğunu bilmelidir. Ona böylesi bir
konum belirlenmiş olması -tüm yükümlülüklerle birlikte- Allah’ın
dilediği kimselere verdiği bir lütfu, bir bağışıdır. Müslüman
CÂHİLİYYE
- 127 -
olmayan kimselerle dost olmak, Allah’ın dininden dönüş, o yüce
konumdan kaçış ve Allah’ın o güzelim lütfunu bir kenara bırakış
demektir.
Müslüman bireyin, yukarıda anlattığımız doğrultuda yönlendirildiği,
buradaki âyetlerin çoğunda açıkça görülüyor:
“Ey mü’minler! Yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar, birbirlerinin
dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o, onlardan olur.
Hiç kuşkusuz Allah, zâlimleri doğru yola iletmez.”
“Ey mü’minler! İçinizden kim dinden dönerse bilsin ki, yakında Allah
öyle bir grup ortaya çıkaracak ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da
O’nu severler. Bunlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu
davranırlar, Allah yolunda cihad ederler, biç kimsenin yergisinden ve
kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.”
“Sizin dostunuz ancak Allah, O’nun peygamberi ve namaz kılan,
zekât veren, rükûa varan mü’minlerdir.”
“Kim Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki gâlip
gelecek olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların grubudur.”
Sonra Kur’an, düşmanlara ilişkin gerçek, kendisinin onlara ve
onların da ona karşı verecekleri savaşa ilişkin gerçek konusunda
müslümanın bilincini kristalize ediyor. Bu savaş, bir inanç, bir öğreti
savaşıdır. Müslüman ile düşmanları arasındaki bitmeyen sorun,
inançtır. Karşısındakiler ona, her şeyden önce inancından ve dininden
ötürü düşmandır. Onların bu durmak bilmeyen düşmanlıkları,
fâsıklıklarından, Allah’ın dininden sapmalarından, Allah’ın dinine
uyup doğru yol üzere yürüyenlerden hoşlanmamalarından kaynaklanıyor.
“De ki; Ey kitap ehli! Bizden hoşlanmamanızın tek sebebi Allah’a,
bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız
değil mi? Gerçekten çoğunuz fâsık, yoldan çıkmış kimselersiniz.”
İşte, meselenin düğüm noktası budur. İşte, temel faktörler
bunlardır! Bu metodun, bu temel direktiflerin değeri gerçekten
büyüktür. Bu doğrultuda Allah’a, dinine, peygamberine ve İslâm
toplumuna bağlılıktaki içtenlik ve de savaşın, ayrıca düşmanların
niteliğini kavramak, imanın gereğini yerine getirme, müslüman
bireyin eğitme ve İslâmcı grubun örgütsel etkinlikleri açılarından
son derece önemlidir. İslâm sancağını taşıyan kimseler, kendileri
ile kendilerinin taşıdıkları sancağı taşımayan karşıt komplolar arasında
kesinkes bir ayrımı benliklerine yerleştiremedikleri, sadece
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
Allah’a, peygamberine ve kendi mü’min liderlerine bağlı kalamadıkları,
düşmanlarının, bu düşmanlığı doğuran nedenlerin, onlarla
aralarındaki savaşın niteliğini kavrayamadıkları, onların tümünün
müslümanlara düşman, müslümanlara ve İslâm inancına karşı
mücadele konusunda ise birbirlerine dost olduklarını anlayamadıkları
sürece, gerçekte iman etmiş olamayacak, müslümanlıkları
hiçbir değer ifade etmeyecek ve yeryüzünde hiçbir şey gerçekleştiremeyeceklerdir.
Buradaki âyetlerde, İslâm düşmanlarını müslümanlarla savaşa
iten faktörlerin ortaya koyulmasıyla yetinilmiyor. Buna ek olarak,
müslümanın savaştığı kimseyi gerçek yüzüyle tanıması, gireceği
savaşta vicdanının rahat olması, vicdanında bu savaşın zorunluluğuna
ve kaçınılmazlığına ilişkin en küçük bir kuşku kalmaması için,
söz konusu düşmanların nitelikleri ve sapıklıklarının boyutları da
dile getiriliyor: “Ey mü’minler, yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz.
Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar.”
“Ey mü’minler, sakın sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlar ile
kâfirlerden dininizi alaya alanları eğlence konusu yapanları dost edinmeyiniz.
Eğer gerçekten mü’min iseniz, Allah’tan korkunuz. Birbirinizi
namaza çağırmak için ezan okuduğunuz zaman onlar, bu çağrınızı alaya
alırlar, eğlence konusu yaparlar. Bu davranış, onların aklı başında olmayan
kimseler olmalarından kaynaklanıyor.”
“Onlar yanınıza geldiklerinde, ‘inandık’ dediler. Oysa yanınıza kâfir
olarak girmiş ve yine kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların gizli tuttukları
duyguları herkesten iyi bilir. Onlardan çoğunun günahta, ölçüleri aşmakta
ve haram yemekte birbirleri ile yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey
ne kadar kötüdür!”
“Yahûdiler, ‘Allah’ın eli sıkıdır’ dediler. Bu sözlerinden ötürü elleri
bağlansın, onlara lanet olsun! Tersine, O’nun iki eli de açıktır, dilediği
gibi verir. Rabbin tarafından sana indirilen âyetler, onların çoğunun azgınlığını
ve kâfirliğini arttıracaktır.”
İşte, söz konusu niteliklerinden, İslâm toplumuna karşı takındıkları
tavırlardan, müslümanlara karşı oluşlarından, onların dinleriyle,
namazlarıyla alay etmelerinden ötürü müslümana düşen,
vicdanı rahat bir biçimde onları kesinkes başından defetmektir...
Yine âyetlerde, mü’minler ile karşıt güçler arasındaki savaşın
sonucunun ne olacağı ve de -âhirette herkesin yaptığının karşılığını
görmesinden önceki bu dünya hayatında toplumların akıbetleri
açısından da imanın ne denli değerli olduğu ifade ediliyor: “Kim
Allah’ı, Peygamber’i ve mü’minleri dost edinirse bilsin ki, galip gelecek
CÂHİLİYYE
- 129 -
olanlar, yalnız Allah’ın tarafını tutanların ruhudur.” “Eğer kitap ehli, iman
edip kötülüklerden sakınsalar, günahlarını siler, onları nimetlerle dolu
cennetlere koyardık.”... “Eğer onlar Tevrat’a, İncil’e ve Rabbleri tarafından
kendilerine indirilen Kur’an’a uygun yaşasalardı, başları üzerinden
ve ayakları altından kaynaklanan nimetler yerlerdi...”
Buradaki âyetlerde, Allah’ın, kendi dini için seçtiği, böylece
yüce bir misyon yükleyerek büyük bir lütufta bulunduğu müslümanın
niteliği de dile getiriliyor: “Ey mü’minler, içinizden kim
dinden dönerse bilsin ki yakında Allah böyle bir grup ortaya çıkaracak
ki, Allah onları sevdiği gibi onlar da O’nu severler, bunlar
mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu davranırlar,
Allah yolunda cihad ederler, hiç kimsenin yergisinden ve kınamasından
çekinmezler. Bu, Allah’ın bağışıdır, onu dilediğine verir.
Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. 375
Câhilin Bazı Karakteristikleri
Cehl ya da cehâlet, toplumumuzda genellikle ümmî karşılığında
anlaşılmıştır. Bunun yanlışlığını biliyoruz.
Gerçekten, ‘câhil’in, okuma-yazma bilmeyen (illiterate) ya da
mevki-makam sahibi olmayan kişi olmadığı, İslâmî muhtevâyı kavrayan
insanlar için daha da kesinlik kazanmaktadır.
Kimdir câhil o halde?
Câhilin genel ve kapsamlı bir tarifini aramak yerine, en belirgin
karakteristiklerini sergilemek daha uygun olacaktır:
Câhil ilme ve akletmeye karşıdır. Arzu ve hevâsı onun akıl
fekkürünü köreltmiştir. İlimden, düşünceden hep köşe-bucak kaçmaktadır.
“Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan”
Câhil dogmacıdır. İnanç ve davranışlarına esas aldığı öncüllerini
akıl ve tefekkürle oluşturamaz. Her inanç ve davranışında a
piori’lik vardır.
Câhil kolaycıdır. Tefekküründeki yozlaşmadan ötürü her sonuca
kolay ulaşmak çabasındadır. Dolayısıyla slogancı ve şabloncudur.
Kendine yön veren esaslar için mahdut sayıda slogan ve
şablon oluşturmuş olup bunlara uygun düşmeyen her fikri, her
davranışı mahkûm etmektedir.
Câhil statükocudur. Bozulmuş çevrelerin ürünü olan fıtrî ve
fikrî bozulmuşluğunu değiştirmeye zorlayan her şeyden rahatsız
375 Fî Zılâli’l-Kur’an
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
olmaktadır. “… elden gidiyor!” huzursuzluğunu iliklerine kadar
hissetmektedir. Bunu kamufle etmek için -sözüm ona- geleneğini
ve ecdâd mirası (!)’nı savunmaktadır.
Câhil kalabalıkçıdır, kemmiyetçidir. Ona göre, bir fikrin doğruluğu,
sahip çıkanların kalabalık oluşu ya da onu onaylayan parmak
sayılarının çokluğu ile; bir eserin ilmîliği ise sayfa sayısının
bolluğu, ciltlerinin taşınamaz ağırlığı ile belirlenir. Bir noktada
‘bâtıl’ının farkına varsa bile “elle gelen düğün-bayram” enjeksiyonuyla
statüsünü korumaya devam eder.
Câhil hoşgörüsüzdür. Kendi fikri ve zikrine aykırı her ‘karşı’nın
yokedilmesi gereğine inanır. Kendine alternatif gibi görünenlere
“urun kellesini!” formülü uygulanır.
Câhil yaftacıdır. Başka usûllerle yok edemediği rakibine yakıştıracağı
yaftalar icad etmede üzerine yoktur. Karşısındakini dinler
görünürken bile, aslında onu ne ile itham edeceğini hangi yaftalarla
taltif edeceğini kurmaktadır.
Câhil iftirâcıdır. Rakibi bildiğine iftirâ ederken tek endişesi
maddî müeyyide ve tehlikelerdir. İlâhî muhâsebe yönünden bir
endişesi yoktur.
Câhil telâşlıdır. Becerebileceği herhangi bir önlemle engelleyemediği
fikir ve eylemler karşısında telâşı büyüktür. Bunun sonucunda
provokatör bir karakter ortaya çıkar.
Câhil maddecidir. Bütün değer ölçülerine madde ve yakın
menfaatler temel teşkil etmektedir. Kendisine ‘madde’ ya da
‘mîde’ yoluyla etki yapmak en kolay iştir.
Ve...
Câhil putçudur. Yalnız Yaratıcı’sına kul olmasını bilemediği
için başka ma’budlara köle olmuştur. Servet, şöhret, şehvet, iktidar
hırsı ve benzerlerinden oluşan ma’budlar panteonunda kulluğunu
sürdürmektedir.
Asr-ı Saâdet’in câhil prototipi Ebû Cehl’in Bedir’de öldürülüp
tarihe karıştığını; câhiliyye döneminin, İslâm’a takaddüm eden
dönemden ibâret olduğunu sanırsak günümüzdeki cehâlet psikozlarına
bir yenisini ilâve etmiş oluruz.
Allah’a teslim olmuş ‘müslim’lerin imtihanları gereği her devirde
var olması mukadder olan Cehâlet’le yapılacak sürekli savaşta
Allah’tan muvaffakiyetler diliyoruz. 376
376 Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Birun Y. s. 251-252
CÂHİLİYYE
- 131 -
Câhiliyye Demek…
Câhiliyye kavramının anlam yönüyle bir değil; birkaç zıddı vardır.
Bu, diğer kavramlarda pek görülmez. Câhiliyye kelimesinin
zıtlarından yola çıkarak câhiliyyenin ne anlama geldiğini rahatlıkla
değerlendirmek mümkündür. Şöyle ki:
Câhiliyye; Zıddı Hılm. Hılm, insanın duygularını frenlemesi, kör
ihtiraslarını yenmesi demektir. Hılm, akıl gücü ve kontrolü demek
olduğundan, buna göre; Câhiliyye: Barbarlık, vahşet, bağnazlık,
zulüm demektir
Câhiliyye; Zıddı İslâm. İslâm, Allah’a şirk koşmadan iman edip
O’nun hükümlerine teslim olmak, yalnız O’na ibâdet edip kulluk
yapmak demek olduğundan, buna göre Câhiliyye: Hakkı örtmek,
inkâr, Allah hakkında kötü zan, yani her çeşit şirk demektir.
Câhiliyye; Zıddı Saâdet (Asr-ı Saâdet). Bilindiği gibi, ilk
câhiliyye asrı, İslâm’ın hâkimiyetiyle sona ermiş, Medine İslâm
Devletiyle birlikte asr-ı saâdet (mutluluk çağı) başlamıştır. İslâm
hâkimiyetinin olmadığı yer, câhiliyyenin hükmünün geçtiği yerdir.
Bu yerlerdeki câhiliyye siyâseti, uygulama ve değer yargıları,
hangi zaman diliminde olursa olsun, o ülkenin câhiliyye asrını yaşadığını
gösterir. Buna göre Câhiliyye: Gayr-ı İslâmî düzen olduğu
gibi; aynı zamanda saâdetin, huzur ve mutluluğun zıddı olan huzursuzluk,
fitne, kargaşa, fesat, sıkıntı, stres ve bunalım demektir.
Câhiliyye; Zıddı ilme/vahye mensûbiyet. Câhiliyye, vahye dayanmayan,
akıl ve ilim gibi araçları uygun biçimde kullanmayan
insanların oluşturduğu uydurmalara, arzulara dayanan bir dünya
görüşüdür. Buna göre Câhiliyye: Bilgisizlik, özü ve lâzım olanı
bilmemektir, bilinçsizlik, zanna ve hevâya, kalabalığa (asabiyeye,
kabileye, topluma, ırka, atalara) dayanmaktır. Bilinmesi gerekeni,
bilinmesi gerektiği gibi bilip kabul etmemektir, câhilliktir câhiliyye.
Câhiliyye; düzendir, düzensizlik/nizamsızlıktır, hükümdür, dindir/
şirktir, ahlâk(sızlık)tır, çıplaklıktır, ırkçılıktır, bağnazlıktır, saplantıdır,
bâtıldır, uydurmadır, hevâdır, zandır, bilgisizliktir.
Modern çağda ilericilik adıyla sergilenen câhiliyye hükmü,
ahlâk(sızlığ)ı, dünya görüşü ve değer yargıları, her çeşit müşriğin
çok ilkel olduğunu, on dört asır öncesinin câhiliyye hayatına dönmek
isteyen gericilik olduğunu göstermektedir. Müslümanlara
gerici diyerek akılları sıra hakaret edenler, eski câhiliyyeyi hortlatmak
isteyen kimselerdir. Bilindiği gibi, her dönemdeki İslâm dışı
değer yargıları demek olan câhiliyyenin kendine göre inanç sistemi,
yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve düzen/yönetim şekli vardır.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
Câhiliyyenin itikadı/inanç sistemi, cehâlete dayanan, Allah hakkında
câhiliyye zannı ve inancı ile şirke giden bir bâtıl inançtır.377
Câhiliyyenin kendine göre ilimden/vahiyden kaynaklanmayan,
hevâya dayanan ahlâk anlayışı vardır. Özellikle kadınların toplumu
ifsad edecek şekilde açılıp saçılması şeklinde kendini gösteren,
kadınları orta malı olarak değer(siz)lendiren, kadınları hor gördükleri
için kız çocuklarını küçükken toprağa diri diri gömmekten
çekinmeyen bir yaklaşım sergileyebilirler. 378
Câhiliyyenin temel özelliklerinden biri de yönetim şekli, düzen
konusundadır. Her dönem câhiliyyesi, Allah’ın indirdikleriyle
değil, kendi hevâlarından kaynaklanan câhiliyye yönetimini
isterler, böyle bir yönetimin en iyi idâre sistemi olduğunu iddiâ
ederek insanları onunla yönetip zulmetmekten vazgeçmezler.379
Câhiliyyenin bir diğer temel özelliği gayr-ı İslâmî (câhilî) yaşayış biçimidir,
değer yargıları ve dünya görüşüdür. Bu, daha çok câhiliyye
taassubu, barbarlığı, ataların yolunu körü körüne sürdürmek isteyen
taklitçik şeklinde ortaya çıkar.380 Her dönem câhiliyyesi ilme/
vahye dayanmadığı, câhilliğe, zanna dayandığı için toplum, esas
bilinmesi gerekeni bilmeyen, esas inanması gerekene gerektiği
gibi inanmayan, özden ve özünden kopan, bilgi kirliliği içinde kaybolup
Haktan uzaklaşan insanât bahçesidir. Onun için câhiliyyede
putlara tapma, sömürü, fâizcilik, ırkçılık, kan dâvâsı, câhilliğin
temel görüntüsü olan Kitapsızlık, Kitapsız toplum, zulüm, şiddet
ve zorbalık, (fallar, burçlar, astroloji, yıldızların kader belirlediği
anlayışı gibi) bâtıl inanç ve hurâfeler, tahrifatçı din anlayışı, geleneğin
din yerine geçmesi gibi hususlar sözkonusudur.
Seyyid Kutub’un dediği gibi; şimdi tam bir yol ayrımındayız.
Kişi seçimini yapmak zorundadır. Seçimini yapmışsa artık tartışmanın
gereği yoktur. Ya İslâm ya câhiliyye! Ya iman ya küfür. Ya
Allah’ın hükmü ya câhiliyye düzeni.
Câhiliyyenin açtığı ve kıyâmete kadar sürdüreceği savaşın bilincinde
olup her çeşit câhiliyyeyi terk eden, safını Allah’tan yana
seçip İslâm’a teslim olan ve toplumu yeniden Saâdet Asrı’na dönüştürüp
saâdeti/İslâm’ı asra taşımaya çalışanlara selâm olsun!
377 Bk. 3/Âl-i İmrân, 154
378 Bk. 33/Ahzâb, 33; 16/Nahl, 58-59; 81/Tekvîr, 8-9, 14
379 5/Mâide, 44, 45, 47, 50
380 Bk. 48/Fetih, 26
CÂHİLİYYE
- 133 -
Câhiliyye Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
1. Kur’ân-ı Kerim’de Câhiliyye Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 4 Yerde): 3/
Âl-i İmrân, 154; 5/Mâide, 50; 33/Ahzâb, 33; 48/Feth, 26.
2. Câhiliyye Kelimesinin Kökü “c-h-l” ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (Toplam
24 Yerde): 2/Bakara, 67, 273; 3/Âl-i İmrân, 154; 4/Nisâ, 17; 5/Mâide, 50; 6/
En’âm, 35, 54, 111; 7/A’râf, 138, 199; 11/Hûd, 29, 46; 12/Yûsuf, 33, 89; 16/
Nahl, 119; 25/Furkan, 63; 27/Neml, 55; 28/Kasas, 55; 33/Ahzâb, 33, 72; 39/
Zümer, 64; 46/Ahkaf, 23; 48/Feth, 26; 49/Hucurât, 6.
3. Câhiliyye Konusu:
4. Câhiliyye Âdetleri: 5/Mâide, 103-104.
5. Allah Hakkında Câhiliyye Zannı: 3/Âl-i İmrân, 154.
6. Câhiliyye Hükmü: 5/Mâide, 50
7. Kadınların Câhiliyye Kırıtması ile Yürümesi: 33/Ahzâb, 33.
8. Câhiliyye Asabiyeti/Irkçılığı: 48/Fetih, 26.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Câhiliyenin Hükmünü mü İstiyorlar? Ziyâeddin el-Kudsi, Hak Y.
2. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y./Yenda Y.
3. Câhiliyye Düzenini terk etmek, Cavit Yalçın, Vural Y.
4. Câhiliyyenin Değişmeyen Yüzü, Faruk Köse, Birleşik Dağıtım, Ankara
5. 20. Asrın Câhiliyesi, Muhammed Kutub, Hilal Y.(?)
6. İslâm’a Göre Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş,
Beyan Y.
7. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. 1982
8. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y.
9. Toplum-Hukuk İlişkisi Açısından Câhiliyye Hukuku Örneği, Zihniyet
Değişiklikleri ve Çağdaşlaşma, Ensar Vakfı Y. Bursa
10. İslâm Hukuku Açısından Cehâlet, Ebû Yusuf Midhat b. El-Hasan Ali
Ferrac, Kayıhan Y.
11. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
12. İslâm Hukukunda Kanuna Karşı Hile, Saffet Köse, Birleşik Y.
13. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 4, s. 244-260
14. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 7, s. 17-19
15. Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 269-270
16. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 95-101
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 383-388
18. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 75-79
19. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 1, s. 523-528; c. 2, s. 27-
36, 291-299
20. Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Kerim Buladı, Pınar Y. s. 119-121
21. Düşünce Kaymaları, Heyet, Kaynak Y. S 237-243 (Âdil Öksüz, Câhiliyyede
Kız Çocukları)
22. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
256-259
23. Kur’an’da İnsan ve Allah, Toshihiko İzutsu, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 190-200
24. Kur’an ve Sünnet Üzerine Makaleler, Hikmet Zeyveli, Birun Y. s. 251-252
25. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
26. Kur’an’da İhya Hareketleri, Mevdudi, (Câhiliyyenin Tekrar Canlanışı) s.
20-24, 40-48
27. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Nafiz Danışman, AÜİFD 1-4, 1956,
s. 192-197
28. Câhiliye Kelimesinin Mânâ ve Menşei, Süleyman Tülücü, İİFD, 4, 1980, s.
279-285
29. Câhiliyyenin Dünü Bugünü, Murat Kayacan, Haksöz, sayı 62, Mayıs 96
30. Toplum Değerlendirmesinde Câhiliyye Kavramı, Hülya Koç, Haksöz, 46-
47, Ocak-Şubat 95
31. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, Hayreddin Karaman, İz Y., s. 134-137
32. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 80-100
33. Kur’an’da Firavun, Mevdudi, Çizgi Y.
34. Kitabu’l-Esnâm, İbn Kelbî, Tevhid Y.
35. İslâm Siyaset İlişkileri, Süleyman Uludağ, Dergâh Y.
36. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
37. İslâm Devlet Yapısı, M. Beşir Eryarsoy, İşaret/Bunuc Y.
38. İslâm’da Siyasî Düşünce ve İdare, Hârun Han Şirvani, Nur Y.
39. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y.
40. Hâkimiyet Allah’ındır, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
41. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
42. Hâkimiyet Allah’ındır, Âyetullah eş-Şiran, İhtar Y.
43. İslâm’da Hükümet, Mevdûdi, Hilâl Y.
44. İnanç Sorunları, Hudaybi, İnkılâb Y.
45. İslâm ve Siyasi Durumumuz, Abdülkadir Udeh, Pınar Y.
46. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
47. İslâm’ın Siyasi Yorumu, Ebû’l-Hasan Ali Nedvi, Akabe Y.
48. Siyasi Hutbeler, Şeyh Said Şaban, Endişe Y.
49. Devlet ve Devrim, Münir Şefik, Dünya Y.
50. Modern Çağda İslâm’ın Politik Sistemi, Lokman Tayyib, İlke Y.
51. Anayasa ve Demokrasi, Abdurrahman Dilipak, Emre Y.
52. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
53. İslâm’da Hükümet, Mevdudi, Hilal Y.
54. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün/İnkılâb Y.
55. İslâm İnkılâbının Süreci, Mevdudi, Özgün Y.
56. İslâm Nizamı, Mevdudi, Hilal Y.
57. İslâm’da Siyasi Sistem, Mevdudi, Özgün Y.
58. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan Y.
59. İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y.
60. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi, s.
54-55, 144-146
61. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
62. Yeryüzü Tanrıları Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
63. İslâm Kapitalizm Çatışması, Seyyid Kutub, Bir/Arslan Y.
64. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Fecr/Dünya/Özgün/Pınar Y.
65. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
CÂHİLİYYE
- 135 -
66. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
67. İslâm - Laiklik, Yusuf Kardavi, Denge Y.
68. İslâm, Laiklik ve Kenan Evren, N. Yücel Mutlu, Rehber Y.
69. İslâm ve Laisizm, Nakib Attas, Pınar Y.
70. Laik Düzende İslâm’ı Yaşamak, 1-2, Hayreddin Karaman, İz Y.
71. Laiklik Yargılanıyor, Rauf Pehlivan, Gonca Y.
72. Laik Vahşet, Faruk Köse, Mektup Y.
73. Laiklik Çıkmazı, Ahmed Taşgetiren, Erkam Y.
74. Laiklik Devrini Kapamıştır, İsmail Kazdal, İhya Y.
75. İslâm Açısından Laiklik, Muhammed İslâmoğlu (Sadreddin Yüksel), Özel Y.
76. Laikliğin Neresindeyiz? Safâ Mürsel, Yeni Asya Y.
77. Laik Demokratik Cumhuriyet İlkelerine Bağlı Kalacağıma, Abdurrahman
Dilipak, Risale Y.
78. Laisizm, Abdurrahman Dilipak, Beyan Y.
79. Din ve Laiklik, Ali Fuad Başgil, Yağmur Y.
80. Türkiye’de Laiklik İdeolojisi, Ahmet Parlakışık, Objektif Y.
81. Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü, Fehmi Koru, Beyan Y.
82. Müslüman Laik Olamaz, Ali Kemal Saran, Şelale Y.
83. Sosyalizm Bitti Laiklik Alır mıydınız? Yavuz Bahadıroğlu, Nesil Basım Y.
84. Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, Vecih Kevseranî, Denge Y.
85. Medenî Vahşet, Hüsnü Aktaş, Ölçü Y.
86. Çağdaş Truva Atı Demokrasi, İsmail Kazdal, İhya Y.
87. Demokrasi Risalesi, Yaşar Kaplan, Timaş Y.
88. Alaturka Demokrasi ve Alaturka Laiklik, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
89. Demokrasi ve Totalitarizm, Raymond Aron, Kültür Bakanlığı Y.
90. İzmlerin Çöküşü ve İslâm’ın Yükselişi, M. Emin Gerger, Şelale Y.
91. İslâm Işığında Hareketler ve İdeolojiler, Fethi Yeken, İslâmoğlu Y.
92. Değişim Sürecinde İslâm, J. Esposito, J. Donohue, İnsan Y.
93. İlahlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
94. Lâ 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
95. İslâm’a Göre Partinin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidî Çekirdek Y.
96. Siyasal Katılım, Zübeyir Yetik, Fikir Y.
97. İslâm’da İmâmet ve Hilâfet, Hasan Gümüşoğlu, Kayıhan Y.
98. Hilâfet: Modern Arap Düşüncesinin Eleştirisi, Fehmi Şinnavi, İnsan Y.
99. Halifesiz Günler, Hakan Albayrak, Denge Y.
100. Hilâfet ve Şehâdet, Muhammed Bâkır es-Sadr, Objektif Y.
101. Hilâfet ve Halifesiz Müslümanlar, Sadık Albayrak, Araştırma Y.
102. Hilâfet Nasıl Yıkıldı? Abdülkadim Zellum, Hizbü’t-Tahrir Y.
103. Hilâfet ve Kemalizm, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Âlem Y/Araştırma Y.
104. Hilâfetin İlgâsının Arkaplanı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, İnsan Y.
105. Hilâfet-i İslâmîyye ve T.B.M. Meclisi, İsmail Şükrü, Bedir Y.
106. Hilâfet (Geçmişi ve Geleceği ile), Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
107. Hilâfet ve Saltanat, Mevdudi, Hilâl Y.
108. Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, Vecdi Akyüz, Dergâh Y.
109. Hilâfet Hareketleri, Mim Kemal Öke, T. Diyanet Vakfı Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
110. Hilâfetin Kaldırılması Sürecinde Cumhuriyetin İlanı, 1-2, Murat Çulcu,
Kastaş Y.
111. Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Seçil Akgün, Turhan Kitabevi Y.
112. İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
113. Devlet ve Din, Çetin Özek, Ada Y.
114. Ceza Hukuku ve Demokratik Düzenin Korunmasında Laiklik İlkesi, Çetin
Özek, 1978, İstanbul
115. Türk Hukukunda Laikliği Koruyucu Ceza Hükümleri, Çetin Özek, 1961,
İstanbul
116. İslâm Dininin Yasak Ettiği Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y.
117. Hurâfeler ve Bâtıl İnanışlar, İsmail Lütfi Çakan, Marifet Y. / Büşra Y.
118. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y.
119. İslâm’a Sokulan Bid’at ve Hurâfeler, Mustafa Uysal, Uysal Y.
120. Dilek Taşları, Sabiha Ünlü, İnkılâb Y.
121. Kavram ve Mâhiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Ali Çelik, Beyan Y.
122. Dünden Bugüne İbâdetlerde Bid’at, Abdülhay Leknevî, Vahdet Y.
123. İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Ank. Ün. İlâhîyat Fak. Y.?
124. Hurâfeler ve Menşeleri, Abdülkadir İnan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
125. İslâm Hukukunda Örf ve Âdet, Selâhattin Kıyıcı, İşaret Y.
126. Taklitlerin Çarpışması, Muhammed Kutub,
127. Kur’an ve Hadise Göre Bid’at, Hârun Ünal
128. Kitabu’l-Esnâm: Putlar Kitabı, İbnü’l-Kelbî, Terc. Beyza Düşüngen, s. 28,
48, 62
129. Sosyal Âdet ve Gelenekler, Nermin Erdentuğ, Kültür Bakanlığı Y.
130. Geleneğin Direnişi, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Neşriyat
131. Geleneğin Dünyası – Yeniliğin Ufukları, Necmettin Türinay, Akçağ Y.
132. Gelenek, Mustafa Armağan, Ağaç Y.
133. Gelenek ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan, İnsan Y.
134. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin
Arpaguş, Çamlıca Y.
135. Eski, Yeni ve Ötesi, Orhan Şaik Gökyay, İletişim Y.
136. Eski Türk Dini Tarihi, Abdülkadir İnan, s. 1-4
137. Eski Türk Dini ve Alevilik-Bektaşilik, Mehmet Eröz, Türk Dünyası
Araştırma Vakfı Y.
138. Eskiçağ Türkiye Tarihi, Ekrem Memiş, Selçuk Ün. Y,/Öz Eğitim Y.
139. Bu Din Benim Dinim Değil, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
140. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu,
İhtar Y. s. 54-69
141. Din İstismarı (Özel sayı), İslâmiyât, c. 3, sayı 3, Temmuz-Eylül 2000
142. Atalar Dini Üzerine, Mustafa Başbekleyen, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7
143. Anadolu Örf ve Âdetlerinde Eski Kültürlerin İzleri, A. Ü. İlâhîyat Fak.
Sayı 17, Yıl, 1969
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Okunma 5771 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 06:04

Ortam