Cumartesi, 06 Şubat 2021 09:04

Büyü ve Şeytan

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(2 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

BÜYÜ VE ŞEYTAN
AHMED KALKAN
BÜYÜ ve ŞEYTAN
Ma’ruf Yayınları: 54
Ahmed Kalkan: 7
Editör
Asım Şensaltık
Kapak
Asım Şensaltık
Tashih
Ahmed Kalkan
Mizanpaj
Asım Şensaltık
ISBN: 978-605-9376-40-2
Yayıncı Sertifika No: 45372
1. BASKI
Akademi Bas. Yay. Org. Matbaacılık
Turizm ve Tem. Hiz.San. Tic. Ltd. Şti.
Davutpaşa Cd. Güven San.Sitesi
C Blok No: 230 Topkapı/İstanbul
Tel: 0212 493 24 67 / 68 / 69
Sertifika No: 47610
EKİM 2020
KALEMDER (Satış & Dağıtım)
İstiklal Mh. Doğruyol Sk. No: 17
Ümraniye/İSTANBUL
0554 542 28 10
www.kalemder.org.tr
KİTAPBİLİR (Satış & Dağıtım)
Soğuksu Mh. Şehit Mesut Birinci Cd. No:119
Canik/SAMSUN
0545 585 16 06
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.kitapbilir.com
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar. Yararlanacak herkese helâl olsun.

بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله والصلاة والسلام على رسوله
ithaf
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu Kur’an’la canlandırmaya gayret eden ve tağutlara karşı Kur’an’la müceeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere...
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan Kur’an dostlarına...
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yaniden Kur’an’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevi usûlle Kur’an ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tavizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine...
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 5 ~
İÇINDEKILER
Önsöz .......................................................................................................8
1. Bölüm
BÜYÜ DENİLEN HİLE VE KANDIRMA
Sihir, Yani Büyü Hakkında................................................................13
Sihrin Menşei/Kaynağı......................................................................20
Ehl-İ Sünnet Âlimlerinin Çoğunluğuna Göre Sihrin
Gerçek Olup İnsanlara Etki Ettiğinin Delilleri.........................27
Kur’ân-I Kerim’de Sihir Kavramı...................................................32
Büyünün Ne Olup Olmadığını Gelin,
Kur’an’dan Öğenelim..........................................................................34
Hârut ve Mârut’la İlgili Tefsirlerdeki İsrâilayat Örnekleri..52
Hârut ve Mârut’un Kim Olduklarıyla İlgili Rivâyetler...........53
Hârut ve Mârut Nasıl Bir Cezâya Çarptırıldılar?.................... 58
Olayın Geçtiği Yer................................................................................. 59
Kur’an’da Sihir Kelimesinin Geçtiği Diğer Âyetler.................67
Hadis-İ Şeriflerde Sihir Kavramı...................................................71
Kur’an Sihir İçin Hak/Gerçek Mi Der, Yoksa Bâtıl Mı?..........73
Düğümlere Üfleyenler........................................................................76
Üfürükçüler Hep Kadın Mı Olur; Üfürükçülüğü
Cinsiyetle Bağlantılı Mı Ele Alacağız?..........................................77
İslâm ve Üfürükçülük.........................................................................81
Ve O Düğümlere Üfleyenlerin Şerrinden....................................83
Sihir ve Büyünün Ne Gücü Var Ki, Ondan Korkalım…..........98
AHMED KALKAN
~ 6 ~
Sihir/Büyü, Sadece Göz Boyamadır...............................................104
Büyünün Etkilemesi Konusunda Mezhebî Görüşler.............109
Sihrin Göz Boyama ve Değişik Araçlarla Yapılan Hile
ve Kandırmadan İbaret Olduğunu Söyleyen Âlimlere
Bir Örnek; Ebû Bekr El-Cessas..........................................................111
Sihrin Çeşitleri, Sihirbazların Amaçları Ve Hedefleri...........114
Büyünün Etkisi Yoktur.......................................................................121
Telkin........................................................................................................123
Büyücüler Halkı Kandırıyor..............................................................126
Sihirbazlardan Medet Uman Firavun..........................................130
Tüm Firavunların Göz Boyama Aracı Olan Medyası;
Sihirbazlık ............................................................................................. 136
Eski ve Modern Büyünün Etkisi İçin Bir Örnek:
Karı-Koca Arasını Ayırmak..............................................................137
Karı-Kocanın Arasını Açan Modern Sihirbaz Değnekleri;
Tv. ve Cep Telefonu.............................................................................139
Ve Sihir/Büyü Yönüyle Günümüz Câhiliyesi............................142
Ne Yapmalıyız?......................................................................................150
Psikolojik Hastalıklar Büyüyle Karıştırılıyor...........................153
Psikotik Bozuklu..................................................................................154
Gerçek ve Hayal Birbirine Karışır.................................................155
Ortak Çözüm..........................................................................................157
Sihrin/Büyünün Hükmü...................................................................157
Ruh Çağırma...........................................................................................160
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık..............................................................161
Fal ve Falcılık.........................................................................................167
Nazarlık, Nal, Muska Vb. Kullanmak...............................................167
Uğursuz Saymak...................................................................................167
Uğurlu Saymak......................................................................................169
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 7 ~
Rasûlullah’a Büyü Yapıldı Mı?........................................................169
Rivâyetler Arası Çelişkiler.................................................................172
Sihirle İlgili Hadis Rivâyetlerini Kabul Etmeyenler...............178
Cessâs’ın Görüşleri..............................................................................179
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına, Yapılmışsa
Tesir Etmediğine Dair Deliller.........................................................181
2. Bölüm
ŞEYTAN DENILEN DÜŞMANIMIZ
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlamı...........................................207
Şeytan ve Özellikleri...........................................................................208
Şeytanın Görevi.....................................................................................212
İblis, Meleklere Hocalık Yapmış Büyük Bir Âlim Miydi,
Yoksa Kendini Bile Yeterince Bilmeyen Câhil Biri Mi?.........213
Âdem’e İtaat ve Bey’at İfadesi Olarak Secde Etmeyen
İblis’in Câhilliği ve Kibir İçinde Hevâsına Tâbi Olduğu.......216
İblis ve Cinler Melek Midir Ya Da Meleklikten Dönüşen
Varlıklar Mı?..........................................................................................226
Meleklerle Cinlerin Arasındaki Benzerlik Ve Farklılıklar
Nelerdir?.................................................................................................228
İblis Ve Faâliyet Alanı.........................................................................230
Şeytanın İnsana Dört Bir Yandan Yaklaşması......................... 235
AHMED KALKAN
~ 8 ~
ÖNSÖZ
Bismillâhirrahmânirrahıym
Sihirbazlar daha çok sahnede gösteriler yaparlar el çabukluğu
ile göz boyaması dediğimiz şekilde insanların hayal
görmesine sebep olurlar. Tabii hileler var, günümüzde
teknolojik aygıtlar da buna katkı sağlayarak olayı esrarengiz
yapar. Hileyi fark etmediği için izleyenlere çok enteresan gelir.
Google’a bir tıklayın, sihirbaz hileleri başlığına bakın; aslında
çocukça kandırmalara âlet olduğunuzu görürsünüz. Siz
onun konuşmasına, eline-ayağına bakarken diğer kandırmayı
göremiyorsunuz veya el çabukluğunu hissedemiyorsunuz.
Dolayısıyla sihir dediğimiz şey hilelerdir, tabii kandırılmaya
müsait insanlar olduğu müddetçe daha nice sihirbazlar, büyücüler,
cinciler, üfürükçüler çıkar. Kur’ân-ı Kerim hiçbir ayetinde
sihirden Allah’a sığınmayı emretmiyor çünkü yok öyle
bir zarar, aldatmadan kandırmadan ibaret; ama üfürükçülerin
şerrinden, o cinci denilen, hoca denilen, okuyup üfleyen
üfürükçüler var ya, medyum, rukyeci gibi adlar alanlar, muska
yazıyor, okuyup üflüyor… İşte onların şerrinden Allah’a
sığınmamızı istiyor Allah. Esas tehlike orada, oraya gittinmi
adam seni ikna edecek. Müşteri geldi, yani yolunacak kaz.
Seni hasta çıkarması lâzım; yoksa para kazanamaz ki. Seni
inandıracak hastalığına ve ondan sonra abone müşteri olacaksın,
bedava da reklamcı aynı zamanda.
Kur’an “sihir bâtıldır, Allah onu bâtıl kılacak, iptal edecektir”
dediği halde, ilginçtir ki bazı yazarlar “Sihir haktır” demişler,
bununla da yetinmeyip Allah’ın büyüyü iptal edeceğini
beyan etmesine, büyücünün başarılı olamayacağını ilan
etmesine ve büyünün bir hile ve aldatmadan ibaret olduğunun
ifade edilmesine rağmen büyünün gerçek anlamda etki
yaptığına inanmışlardır. Eğer büyünün gerçek anlamda etkisi
olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri
ÖNSÖZ
~ 9 ~
sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan
medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda
hayal kırıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün
bir tek kere dahi başarıya ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldıki
büyücülere meydan okuyan insanlar, hiçbir zaman onların
büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamışlardır!
Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu ortaya koyan
başlı-başına bir kanıttır.
İnsanlara, hile ve aldatmaya dayanan sihri/büyüyü öğreten
şeytanlara gelince…
Şeytan âhirette diyecek ki “benim sizin üzerinize bir saltanatım,
musallat olmam söz konusu değildi, ancak ben sizi
fısıltı ile davet ettim, siz de bana icabet ettiniz. Gelin dedim
geldiniz, fısıltı ile söyledim hatta. Bana niye kızıyorsunuz,
kendinize kızın” diyecek şeytan. Hatta “ben şirk koşanlardan
Allah’a sığınıyorum” diyecek. Şeytanın kendilerinden Allah’a
sığınacağı insanlar, düşünebiliyor musunuz? Şeytan’ın şirk
koştuğuna dair hiçbir ifade var mı Kur’an’da? Tam tersine
Allah’a duâ ediyor ‘bana mühlet ver’ diyor. Başka sahte bir
tanrıya, başka bir puta meylettiğine dair hiçbir şey söylenmiyor.
Şeytandan daha şeytanlaşanlardan korkmak lâzım,
sakınmak lâzım.
İman eden ve Rablerine tevekkül edenlere o şeytanın hiçbir
musallat olması söz konusu değildir, özellikle mü’minlere
ve mütevekkillere. O yüzden bir mü’min çok rahat meydan
okuyabilir cinlere. “Bütün cinciler ne kadar cinleri varsa toplasınlar,
şeytanlar gelsinler bir araya ve bana zarar versinler
güçleri yetiyorsa” diyebilir. Evet, Allah’tan başkasından korkmayan
takvâ sahibi bir mü’min böyle haykırabilir. Allah’ın
izni ile zerre kadar bir zarar veremezler. Meydan okuma derken
kendisinde bir güç olduğuna inandığı için değil; Allah’ın
hükmünden dolayı, çok net şekilde Allah’a iman ettiği, O’ndan
başkasında güç kuvvet olmadığını kabul ettiği için, Allah’ın
AHMED KALKAN
~ 10 ~
‘size hiçbir zarar veremezler’ demesine inandığı için, Allah’a
güvenip O’na tevekkül ettiği için bu şekilde söyleyebilir. Zarar
verecek fayda verecek ancak Allah’tır ve Allah onlara insana
musallat olma, insanı ele geçirip iradesini yok edecek
bir güç ve bu şekilde bir izin vermemiştir. Yeryüzünün efendisi
cinler, şeytanlar değil; yeryüzünde halife insandır. Öyle
bizi çarpacak çırpacak güçleri falan yok bunların, bizden âciz
varlıklar, bize saygı duymaları emredilen canlılar. İşte en zararlısı
şeytan, onun da yapabileceği şey ancak vesvese. Yani
fısıltı; belli-belirsiz isyana teşvik. Ama hilesi zayıf.
Her şeye olduğu gibi, bu hassas konulara da Kur’an’ın bak
dediği yerden bakmaya çalışmak, tevhidî çizgi ile bu konuları
değerlendirmek, bu kitapların yazarının en önemli sorumluluğudur.
Bu üç kitaplık seride, eğer Kur’an’a ve sahih sünnete
ters düşen bir cümleye şahit olursanız, yazara ulaştırdığınızda
sadece duâ ve hüsn-i kabul ile karşılaşırsınız. Kur’an’a ve
Sünnete ters düşen bir şey yoksa, o zaman niyetler, usûl ve
yorumlar devreye girecek, mümkün şeytana da malzeme çıkabilecektir.
Üç kitaplık serinin üçüncü kitabının sayfalarını açmış durumdasınız.
Diğer kitapların isimleri: “Rukyecilik, Muskacılık”
ve “Koca Bir Yalan: Cinlerin İnsana Musallat Olması”.
Her türlü şeytanî düşünce ve işlerden Allah’a sığınır, rukye
adıyla yapılan üfürükçülükten, büyüden, büyü bozma ve cin
çıkarma adına yapılan şirk unsurlarından bu rukyeci geçinen
üfürükçülerin de kurtulup uzaklaşmalarını tavsiye edip Rabbimizden
dileriz.
Ahmed KALKAN
Eylül 2020, Ümraniye
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Bölüm 1
BÜYÜ DENİLEN
HİLE VE KANDIRMA
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 13 ~
SIHIR, YANI BÜYÜ HAKKINDA
Nüzul sürecinde ilk kez Müddessir sûresi 24. âyette geçen
“sihir (s-h-r)”, dilde “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da
gönlünü yanıltan şey” demektir. Görenin görüleni olduğundan
farklı algılamasıdır. Görülen, aslında görüldüğü gibi değildir.
Eğer dişi keçinin memesi dolu dolu görüldüğü halde
sütü az çıkarsa Araplar “anzun meshûrun” (büyülenmiş keçi)
derler. Sabahın alaca karanlığına sehar (seher), seherde yenen
Ramazan yemeğine de aynı kökten gelen “sahur” ismi
verilmiştir. Seher, karanlıkla aydınlığın birbirine karışmış olması
halidir ki, hakikatle hayalin, hakla bâtılın, gerçekle yalanın
birbirine karıştığı hali çağrıştırır. Sihir, sebebi bilinmeyen
herhangi bir şey olarak da tanımlanmıştır. Yukarıdaki birinci
tanım özneyi (gören), bu ikinci tanım da nesneyi (görülen)
esas alan tanımlardır ve ikisi de birbirini tamamlar. İster
özne açısından ister nesne açısından tanımlansın, sihir her
hâlükârda hakikatin zıddı olan zannı ve itmînânın zıddı olan
vehmi ifade eder. Bunlar bazen görenden, bazen görülenden
bazen de her ikisinden kaynaklanır.
Meselâ “Eğer onlara gökten bir kapı aralasak da onlar oraya
çıkacak olsalar, ‘herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz sihirlenmiş
bir topluluğuz’ derlerdi.”1 âyetinde geçen “sihir” gören
açısındandır. Çünkü kaynağı hakikat olduğu halde gören
farklı algılamıştır. “Kimi (zaman) söz, bir büyüdür.” hadisinde
de dinleyen açısındandır. Bu anlamda Türkçe’de “İki söz, bir
büyü” atasözü vardır ve tabii ki mecazdır. Şu âyette ise hem
gören hem de görülen açısındandır: “Mûsâ bir de ne görsün:
Onların ipleri ve değnekleri, yaptıkları sihir marifetiyle, ona
1 15/Hicr, 14-15
AHMED KALKAN
~ 14 ~
hızla akıyormuş gibi göründü (yuhayyelu ileyhi)”2 Velid bin
Muğıyre, Allah rasûlünün ömründe sihre örnek gösterecek
bir olağan dışılık bulamayınca “ebeveynle evlâdın arasını ayırıyor”
dedi. Hiç şüphesiz müşrikler bu vahye sözlü bir sihir
olarak bakıyorlardı. 3
Türkçede “büyü” kelimesiyle karşılanan “sihir”,
Arapça lügat anlamıyla, “her ne olursa olsun, sebebi
gizli olan ince şey” demektir. Nitekim fecir vaktinin
başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı
“seher” denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan
ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında sihrin küfür
olmayacağı açıktır. Ancak, dinî örfteki anlamıyla
sihir, sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla
beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık,
falcılık, medyumluk, cincilik, şarlatanlık, hilekârlık
yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir.
Halk dilinde de sihir veya büyü denilince akla gelen
bunlardır ve bütün bunlar çirkin ve bâtıl şeylerdir.
Çünkü bunda esrârengiz bir şekilde hakkı bâtıl, bâtılı
hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek
vardır. Nitekim, “İnsanların gözlerini sihirlediler”4;
“Sihirleri sâyesinde ipleri ve sopaları onun hayâlini
büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler”5
buyrulmaktadır. Demek ki, esrârengiz, gizli sebep
ile incelik, dış görünüşü itibarıyla çekicilik ve bir de
kötü maksat, sihrin niteliğini belirler.
2 7/A’râf, 116; 20/Tâhâ, 66
3 Hayat Kitabı Kur’an, s. 1192
4 7/A’râf, 116
5 20/Tâhâ, 66
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 15 ~
Tabiatüstü güçler yardımıyla olağanüstü sonuçlar elde etmeye
yönelik faaliyete “büyü” denir. Kur’an’da geçen “sihr”
kelimesi, büyü anlamını taşımakla beraber, sihr büyüden
daha geniş kapsamlıdır. Çünkü sihir, “sahte, gerçek dışı olan
bir şeyi gerçekmiş gibi göstermektir.” Bunun için sihirbazlıkta
gözü görüşü aldatan hokkabazlık, el çabukluğu ve renk
yansıtmasına dayanan bir sanatı yürütme anlamı vardır. Bu
yüzden sihirbazlar, illizyonizm, manyetizma, hipnoz ve telepati
gibi teknikleri uygularlar. Büyücü ise, iyi ve kötü varlıkların
yardımını sağlayan, büyü tekniğini ve usullerini bilen
ve kullanan kimsedir. Cahiliyye devrinde büyü ve sihir çok
yaygın olduğundan Araplar büyücülerden çekinirler ve onlara
saygı duyarlardı.
Büyü ve sihir, menfaat kökenli bir disiplin olduğundan Allah,
peygamber ve din tanımaz. Ancak bazı durumlarda kutsal
değerleri ve metinleri istismar eder. Ayrıca büyüde, Allah’ın
irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği iddiası da vardır.
Bütün bunlar, büyücüye Allah’tan ve peygamberden daha
büyük değer verildiği gerçeğini ortaya koymaktadır. Hâlbuki
büyücülerin gaybı bildiği, başaramayacakları şeylerin bulunmadığı
tarzındaki inançlar, İslâm’la taban tabana zıttır. İşte
bu yüzden İslâm, büyük günahlar arasında saydığı sihir ve
büyücülüğe şiddetle karşı çıkmış; Kur’an ve sünnette de bu iş
açık ve kesin olarak yasaklanmıştır.
İslâm bilginlerinden bir kısmı, hiçbir gerçekliği ve geçerliliği
bulunmadığı, sadece aldatmadan ibaret olduğu düşüncesiyle
büyüyü ve sihri reddederler. Ancak, sihrin mahiyeti ne
olursa olsun, onunla meşgul olanların bulunduğunu inkâr etmek
mümkün değildir. Bunun için Kur’an, büyü ve sihir diye
bir olgunun varlığını kabul eder, fakat onun kullanılmasını
onaylamaz. Çünkü Kur’an açısından büyü ve sihir, bir küfür
AHMED KALKAN
~ 16 ~
ve fitnedir. İçeriğinde şeytanlık ve hile bulunan çirkin bir sanattır.
Öyleyse onun zararını inkâra kalkışmak doğru olmadığı
gibi onu haddinden fazla büyütmek de doğru değildir.
Dinî örfte sihir, sebebi gizli olmakla, gerçeğin zıddına tahayyül
olunan, gözbağcılık, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık
tarzında cereyan eden herhangi bir şey demektir. Kendisinde,
hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme özelliği söz konusu olduğu
için, aslında tahrif olmadan önceki esas şekilleri itibarıyla
ortak adları İslâm olan tüm semâvî dinler tarafından kötülenmiş
ve yasaklanmıştır. Mâhiyetinde, esrârengiz gizli sebep
ile incelik, dış görünüşünde câzibe, hile ve kötü niyet vardır.
Bizzat ilâhî irâde ile meydana gelen olaylardan değildir. Ortaya
konulabilmesi için teşebbüs edilmesi gerekli özel bir sebebi
vardır. Bu özel sebebi herkes bilemediğinden, sihir hârika
gibi zannedilir. Bunun için, sebebi herkesçe bilinmeyen herhangi
bir hakikat bile başkalarını kandırmak için kullanıldığı
takdirde sihir olur. Bu sebebin nazarî/teorik olarak açıklanabilir
bir halde bulunması da şart değildir. Az çok taklidî bir
şekilde ortaya konulabilmesi de yeterlidir.
Yaratılış sebebi ilmen açıklanamayan, tek başına ya da zincirleme
bazı garip olaylar meydana getirebilmek sihir olmaz.
Fakat insanları aldatmak için bunlardan faydalanmaya kalkışıldığı
ve bu şekilde kalplere tesir ederek dolandırıcılık yapılmak
istenildiği zaman bunlar sihir özelliği kazanırlar. Bunun
için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak, sihrin köküdür. Sihirbazlar,
çeşitli bilimlerden, sanayi ve teknolojiden, edebiyattan,
felsefeden, yaratılışın garip sırlarından kötü niyetleri
için yararlanmasını bilirler. Bu şekilde hakkı gizlemek için
yazılmış nice felsefeler, romanlar, tarih kılıklı kitaplar vardır.
Vaktiyle hukemânın, yani hikmet ehli kimselerin “domuzların
boynuna mücevher (inci gerdanlık) takmayın” nasihati,
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 17 ~
bu gibi kimselerin yüksek ilimleri öğrenerek, bunları kötü
maksatlarla kullanmalarını önlemek için verilmiştir.
Sihir, din açısından şiddetle kınandığı ve yapanlara ağır
cezalar öngörüldüğü halde; bazı kayıtlarla meşrû kılınmış
hususlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in “Belîğ olan
sözlerden bir kısmı muhakkak sihirdir”6 sözleri bu cümledendir.
Ömer bin Abdülaziz de, kişinin güzel konuşması ile gerçeği
etkili şekilde ortaya koymasına “sihr-i helâl” demiştir. Bu
durumda, hakkı ortaya koyan belîğ konuşmalar helâl bir sihir
olup hakkı bâtıl, bâtılı hak şeklinde gösteren belîğ konuşmalar
da haram bir sihirdir.7
Büyü anlamına gelen Fransızca ve Almanca “magie”, İngilizce
“magi”, “magic” kelimelerinin aslının Yunanca “magos”-
tan geldiği bilinmektedir. “Sihir” kelimesi, Türkçede “büyü”
kelimesiyle karşılanır. Aynı zamanda sihir kelimesi de kullanılır.
Fakat, Türkçede sihir ve büyü kelimeleri tümüyle aynı
anlamda kullanılmamaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “sihir”
kelimesi, büyü anlamını da taşımakla birlikte sihir, büyüden
daha geniş kapsamlıdır: Büyü ile sihrin bazı şekilleri arasında
farklar vardır.
Öte yandan Türkçe’de büyücü ile sihirbaz tümüyle
aynı anlama gelmemektedir. Sihirbazlıkta gözü,
görüşü aldatan, hokkabazlık, el çabukluğu ve renk
yanıltmasına dayanan bir gösteri anlamı da vardır.
İllüzyonizm, manyetizma, hipnoz, telepati gibi teknikleri
uygulayan kimse, sihirbazdır. Büyücü ise, iyi
veya kötü varlıkların yardımını sağladığı varsayılan,
6 Buhârî, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
7 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/366-367
AHMED KALKAN
~ 18 ~
büyü tekniğini, usullerini, tılsımlı sözleri, iksirleri,
uygun materyali, muskaları, diğer ilgili maddeleri
bilen ve kullanan veya öyle kabul edilen kimsedir.
Daha çok el çabukluğuna dayanan, sahne showlarına,
halkı eğlendirme amacıyla gösterilen teknik ve
illüzyonlara, gözleri yanıltmaya sihirbazlık denilirken;
cinlerle iş yaptığı zannedilen, muska ve üfürükten
yararlanan, insanların zihnini etkilemeye ve çeşitli
rûhî hastalıklara veya bu hastalıkları tedâviye
sebep olduğu kabul edilen kimselerin tıp, bilim ve din
dışı araçlar kullanarak yaptıklarına da büyü denilmektedir.
Cadılar ve kâhinler, büyücülerle karıştırılırsa
da aslında onlarınki bir teknik değil; şahsî kabiliyet
veya istismara dayanan farklı yöntemlerdir.
Medyumlar, falcılar, astrologlar da modern müneccim
ve büyücüler olarak kabul edilebilir.
Büyü, “tabiatüstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut
kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabiî/
doğal nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma
gâyeli bazı sonuçlar elde etmek için yapılan işler”
şeklinde tarif edilebilir. Kutsalla ilişkisinin bulunmaması
ve ahlâkî amaç taşımaması, büyünün en temel özellikleridir;
başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Batılı
bazı araştırmacılar, “din” ile “büyü” arasında benzerlikler
bularak, birbirlerini etkiledikleri, birinin diğerini doğurduğunu
ileri sürmüşlerdir. Bu, büyüyü tümüyle dışlayan, sihri
küfür ve şirk olarak tanımlayan İslâm için, düşünülmesi bile
mümkün olmayan bir bühtandır. Hatta, bu değerlendirmeyi,
İslâm’ın dışındaki diğer dinler için de doğru olmayan ve din
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 19 ~
düşmanlığını sergilemek için, iki zıt şey arasında ayrıntıyla
ilgili ve çok küçük bir iki benzerliğin kasıtlı olarak abartılmasından
dolayı ortaya atılan bir iddia ve her türlü dine karşı
bir iftira kabul ediyoruz.
Din ile büyü arasında benzerlik bulanlara karşı şu görüşler
ileri sürülür: Din her şeye gücü yeten bir varlığa, büyü ise
tabiattaki bir güce yönelmektir. Dinin bir cemaati, büyücünün
ise sadece müşterisi vardır. Dinde günah anlayışı varken
büyüde yoktur. Dinde açıklık, büyüde kapalılık ve gizlilik;
dinde itaat, bağlanma, büyüde muvakkat bir menfaat hesabı
vardır. Dindeki duâ, ibâdet, ahlâk, dayanışma, birlik gibi
temel unsurlar büyüde yoktur. Büyüde dinî uygulamalardaki
mânevî, ruhanî özden, derûnî inanıştan çok; dış unsurlar, katı
şartlar, maddî araçlar ön plandadır. Büyü ilâhî otorite ve ahlâkî
kuralların dışındadır.
Büyü, inanışa göre, Tanrı veya tanrıların kudretinin üstünde
bir şey yapmak veya onları zorlayarak bir gâyeyi gerçekleştirmek
iddiasındadır. Hâlbuki dinde Tanrı’ya itaat etmek,
O’nun hoşnutluğunu kazanmak, gazabından sakınmak, ceza
veya mükâfatına göre tavır almak söz konusudur. Büyünün
temel gâyesi, menfaat temini olduğundan, yerine göre dince
kutsal sayılan şeyleri de kendi gâyesi için kullanarak dini istismar
edebilir. Büyüde şahsî, dinde hem şahsî hem de sosyal
gâye söz konusudur. Dinin devamlılığına karşılık, kişinin bilgi,
yetenek ve imkânı bitince veya gâyesini gerçekleştirince
büyü olayı sona erer.8
8 Hikmet Tanyu, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 501-502
AHMED KALKAN
~ 20 ~
SIHRIN MENŞEI/KAYNAĞI
Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim’den
öğrenmekteyiz. Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.)
peygamberliği zamanında sihrin
çok yaygın olduğu, şeytanlar
tarafından insanlara
öğretildiği şeklindedir. 9
Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi’nde,10
“Sihir” maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda
aynı şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha
geniş bilgiler vererek sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini
de eklemekte ve konuyu uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen
her toplumda, Grekler’de (Eski Yunan), Bâbil’de, Mısır’da,
İran’da, Keldâniler’de, Hintlilerde ve İbn İshak’a dayandırarak
eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek, düşmanları öldürmek,
nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda uzak mesafelere
gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna işaret
eder.”11
İslâm öncesi Arabistan’da sihir, Arapların kendileriyle
yakın
ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar
gibi halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır.
Bunlar, tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek
(tabii ki sünnette meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun
dışındadır),
yıldızlara bakarak geleceği haber verme, içine
yerleştirilen sayılar, yatay ve dikey olarak toplandığı
zaman
hep aynı sayıyı ve harflerin gizli değerlerinden
yararlanarak
geleceği okumak demek olan “cifir”, bu konuda kitaplar yazılmasına
yol açmıştır.12
9 2/Bakara, 101
10 Bu İslam Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı’nın 44 ciltlik ansiklopedisi, değil; Daha önce
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tercüme ve te’lif olarak basılan İslam Ansiklopedisi.
11 D.B. Macdonald “Sihir” maddesi, İ.A., X: 599-611
12 Meydan Larousse, “Büyü” Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 21 ~
Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’an-ı Kerîm’de, bu anlamı veren
“sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi =
Maji”, “Magic = Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılanilkel
bir çözüm arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı
üzere büyünün temelinde üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası,
b) ilkellik, c) çözüm arayışı. Bunlardan birincisinin açıklaması
şöyledir:
Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün,
herkes tarafından anlaşılamayan,
herkes tarafından
bilinemeyen ve yapılamayan birtakım
esrarengiz
ilişkilerden
ve bu ilişkilere dayanan formüllerden oluştuğu
sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin bir
inanış ve kanaat olarak
vardır.
Ancak büyü, çeşitli
şarlatanlıkların bazı şekilleridir. Çünkü büyünün
gerçek olduğunu
kanıtlayan bir kimseye rastlanmamıştır.
Ayrıca büyünün
bir aldatmaca
olduğunu
Kur’an-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymaktadır.
Tâhâ Sûresi’nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile
Mısır Firavun’u arasında
olup biten bir mûcize ile
büyü mücadelesi canlandırılmıştır. Bunlardan özellikle
66-69’uncu âyetlerde büyünün
içyüzü bütün
çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerimelerde
özet olarak şöyle bir açıklama vardır:
Firavun’un büyücüleri Hz. Mûsâ’ya, önce hangi tarafın gösteriye
başlamasını
sorunca Hz. Mûsâ: “Hayır, siz atın.” yani
elinizdeki sicimleri
ve değnekleri atarak büyü gösterisine
önce siz başlayın dediği kaydedilmektedir.
66. ve 67’nci âyetler
gösteriyi ve onu şaşkınlık içinde seyreden Hz. Mûsâ’nın
AHMED KALKAN
~ 22 ~
ruh halini anlatmaktadır. Bu âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de
ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından ötürü, sicimlerınin
ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde canlandırılıyordu.”
“Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”
66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye
kadar içyüzünü
ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde
canlandırılan asılsız
birtakım
kımıldayışlar olduğunu
ifade etmektedir. Sicimlerin ve değneklerin,
Hz. Mûsâ’nın
hayalinde hareket eder gibi göründüklerini kaydeden
bu
âyetlerden
iki farklı anlam çıkarmak mümkündür. Birincisi:
Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte hareket ettiklerıdir.
İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.
Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü
gibi asılsız
bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak
dışıdır. Ama bunu illüzyonistlerin
yaptığı gibi bazı hilelere
başvurarak yapmak elbetteki
mümkündür.
Özellikle ilâhlık
iddiasında bulunmuş mağrur ve çağının en kudretli
hükümdarı
olarak Firavun’un, sahip bulunduğu güç ve imkânlarla
devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini bularak bu
hileleri yaptırması zor değildi. Kur’an-ı Kerîm, büyünün bir
gözbağcılık,
bir şaşırtma
ve duyuları
spekülatif yöntemlerle
aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A’râf Sûresi’nin
116’ncı Âyet-i Kerime’sinde açıklamaktadır.
Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri
istenince
onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir
etki uyandırdıklarını
Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır:
“Mûsâ: ‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya
atınca insanların
gözlerini büyülediler. Onları ürperttiler ve
muazzam bir büyü ortaya
getirdiler.”
13
13 7/A’râf, 116
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 23 ~
Âyet-i kerime’deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.”
ifadesi çok açıktır
ve bu olaydaki büyünün, gerçek
değil, bilakis psikolojik bir etki yaptığını ortaya
koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu ilâhî
açıklamadan
kolayca
anlıyoruz ki büyünün birtakım
hileler olarak izahı vardır.
Bununla birlikte hiçbir
gizemli yanı da yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de
sicim diye geçen şeylerin -söylentilere göre- içleri birtakım
kimyasal
maddelerle doldurulmuş
hayvan bağırsakları
olduğu
ve gösteri sırasında
bu maddelerin
reaksiyona
girerek bağırsakların
hareket etmesine
neden oldukları ihtimali bulunduğu
gibi, büyücüler
benzer bazı spekülatif
işler de yapmış olabilirler.
İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ’nın
hayalinde
hareket
eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de
vardır. Şöyle ki:
Hz. Mûsâ, Firavun’un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık
seyirci karşısında
ve belki de tek başına bulunmak gibi
-peygamber bile olsa- insan moralini
olumsuz etkileyen bir
konumda idi. Allah Teâlâ’ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan
Firavun’un, bu şedid ve kanlı diktatörün karşısında
bulunmuş
olmak ve hele moral verecek bir taraftar
kitlesinden
yoksun olmak gibi etkenler hesap edilirse Hz. Mûsâ’nın
bu olayda ne kadar
zor dakikalar yaşadığını tahmin etmek
güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yersizdir.
Çünkü
Kur’an-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya koymakta
ve Tâhâ sûresinde şunları kaydetmektedir:
“Bu yüzden
Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O’na, korkma dedik, asıl
üstün gelecek olan sensin sen!” 14
14 20/Tâhâ, 67-68
AHMED KALKAN
~ 24 ~
İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur.
Onun için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.
Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından
ilkelliğidir.
Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış
ve uygulaması bakımından
ne vahye, ne de akla dayanır.
Bilakis vahyi ve aklı hiçe sayan
rezil bir düşünce ürünüdür.
Bu gerçeği anlayabilmek için hiçbir incelemeye
ve araştırmaya
bile gerek yoktur. Sadece bir tek büyücü görmek
bile büyünün
her bakımdan ne olduğunu anlamak için yeterlidir. Bu
sefil insanlar
her türlü faziletten yoksun oldukları gibi, onlara
inanan
ya da tuzaklarına
düşen zavallılarda bile sağlıklı bir
moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.
Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı
bir büyü hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”
15 buyurmaktadır. Büyünün, etki yapmak bakımından
bir “hiç” olduğunun, bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.
Büyü, Amaç Bakımından İlkel ve Zararlıdır. Çünkü:
a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte,
hatta onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri
anlayabilecek bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları
için, onların basit düşünce yapıları
büyücüler
tarafından kullanılmaktadır.
Bu ise insan aklının küçümsenmesi demektir.
b) Büyü, akla dayanmadığı gibi, vahye de dayanmamaktadır.
Bilakis vahiy,
sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte
ve sihirbazı kâfir olmakla
suçlamaktadır.
Büyü yapan
insanın, İslâm Hukuku’nda cezası pek ağırdır.
15 20/Tâhâ, 69
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 25 ~
c) Büyü, insanların aldatılmalarına ve kötü yönlendirilmelerine
neden
olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta
günah karşılığında zarara uğratmaktadır.
Büyü, Araç Bakımından da İlkel ve Zararlıdır
Türüne göre büyüde kullanılan araçlar son derece iğrençtir.
Katır toynağından
karga beynine, kıldan dışkıya kadar,
büyüde en pis ve en necis maddeler
kullanılır. Ne yazık
ki bunların bir kısmı da insanlara şu veya bu şekilde
yedirilir.
Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli
saygısızlıktır.
Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle
harap olması istenen mekânlar
ve zarar
görmesi istenen insanlar
için yapılan büyülerde- Allah’ın yüce adları
ve âyet-i
kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve ayakkabı topuklarına,
eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere gizli şekilde
yerleştirilmektedir.
Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm
arayışı olmasıdır.
Çünkü büyü ile derdine derman arayan
insan, eğer sorunun çözümü
için akılcı ve legal bir yol varsa
bu yola inanmayacak ya da güvenmeyecek
kadar rüşdünü yitirmiş
biridir. Eğer tamamen çaresizlik içinde ise bunu, ikinci
bir çaresizlikle birleştirecek kadar Allah’ın feyiz ve nurundan
uzak, bilakis dalâlet
karanlığına saplanmış biridir.
Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde
kullanılmış olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü)
Kur’an-ı Kerîm’de sözü edilmiş
ve işlenmiş bir konu olarak
vardır. Elbette ki büyü tarih boyunca
insanları
meşgul
etmiş bir hâdisedir. En uygar sanılan toplumlar içinde bile
AHMED KALKAN
~ 26 ~
sihir yapan
ve sihre inanan insanlar bulunmuştur. Onun için
sihrin bir toplum gerçeği olarak var olduğunu inkâr etmek
imkânsızdır.
İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı
bir yorum getirmiş
ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına
inanmışlardır. Eğer büyünün
gerçek anlamda etkisi
olsaydı, büyücülerin açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri
sorun kalmayacaktı. Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan
medet uman nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda
hayal kırıklığına
ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün
bir tek kere dahi başarıya
ulaştığı kanıtlanamamıştır. Kaldı
ki büyücülere meydan okuyan insanlar
hiçbir zaman onların
büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe uğramamışlardır!
Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu ortaya
koyan
başlıbaşına
bir kanıttır.
Bazı kimseler eğer Kur’an-ı Kerîm’in 113’üncü Sûresi olan
Felak Sûresi’nin 4’üncü Âyet-i Kerime’sini göstererek büyünün
şerri hakkında
bir kanaat ortaya koymak istemişlerse,
hemen ifade etmek gerekir
ki bu âyet-i kerime’de şerrinden
söz edilen büyü değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren”
büyücü kadınlardır. Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile
büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere
kendini vererek duygusal insanların psıkolojisini
olumsuz yönde etkileyen kadınlar (veya erkekler)
bulunmuştur.
Genelde câhil topluluklar arasında
faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğümlemek,
bu
düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kurşun
dökmek ve kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 27 ~
bir yandan geçinmeye
çalışırken,
bir kısım insanların
iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler.
Aslında
bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şerrine
daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak
küfürdür. Yani İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli
bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülüğün
en tehlıkelisidir.
Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılığında
ücret vermek, hem işlediği
bu ağır günaha karşılık
onu ödüllendirmek,
hem zararlı bir faaliyete
değer
biçmiş olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek
bakımından elbette ki bu yapılanların hepsi
şerdir,
kötüdür. Rabbimiz işte bütün
bu kötülükleri
işleyen kadınların şerrinden
kendisine sığınmamızı
istemiştir.
Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini
kazanamamış,
vicdanlarda mahkûm olduğu
için hep gizli yapılmış ve büyü yapanların
da yaptıranların
da sonu daima pişmanlık olmuştur. 16
EHL-I SÜNNET ÂLIMLERININ ÇOĞUNLUĞUNA GÖRE SIHRIN
GERÇEK OLUP İNSANLARA ETKI ETTIĞININ DELILLERI
Sihir gerçek olmasaydı, Hârut ve Mârut adlı iki melek, insanlara
büyü öğretmezdi,
16 Ferit Aydın, a.g.e., s. 311 vd.
AHMED KALKAN
~ 28 ~
2- Allah Teâlâ şöyle buyrmuştur: “... ve düğümlere üfleyen
büyücü kadınların şerrinden,..”17 Büyü/Sihir gerçek
olmasaydı, Allah Teâlâ büyünün şerrinden kendisine sığınmayı
emretmezdi,
3- Büyü/Sihir gerçek olmasaydı, Yahudilerden Lebid
b. el-E’sam Peygamberimize büyü yapamaz, büyü yapınca
Peygamberimiz bundan etkilenmezdi,
4- Ehl-i Sünnet, bir kimseye büyü yapıldığı zaman
onu savmasının mümkün olmaması, büyünün gerçekten
vuku bulduğunu delil olarak gösterir.18
Bu delil diye sunulanların hiçbirinin ciddi bir delil olmadığını
rahatlıkla söyleyebilirim.
1. Maddede, Kur’an hiç böyle bir şey demediği halde, iki
meleğin insanlara büyü öğrettiği iddia ve iftirası var. Delil
olacak hiçbir yönü olmadığı gibi, âyette sihir öğretmenin küfür
olduğu vurgulanırken, meleklerin günah işlemeleri, hem
de küfre girmeleri gibi iftira atılıyor, Kur’an’da meleklere ait
bildirilen hükümlere zıt düşülüyor. Kur’an’a zıt delil mi olurmuş?
2. Bu kimseler âyetleri anlamama veya yanlış anlamaya
mı şartlamışlar kendilerini? Âyette büyünün şerrinden değil,
üfürükçünün şerrinden sığınmak emrediliyor. Sığınılması istenen
büyü değil; büyücü, rukyeci adıyla üfürükçülük yapanlar.
3. Maddeyi daha önce uzun uzun açıkladık. Peygamberimize
büyü yapılmasının delil olacak hiçbir yönünün olmadığı
izah edildi.
17 113/Felak, 4
18 Rukyeci Adil Ramazanoğlu
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 29 ~
Ehl-i Sünnet, bir kimseye büyü yapıldığı zaman onu savmasının
mümkün olmaması, büyünün gerçekten vuku bulduğunu
delil olarak gösterir. Bu nasıl bir delildir, gelin biraz tahlil
edelim: Size bir terörist kurşun sıksa, sizin onu savmanız
mümkün değilse, bu bir büyüdür ve büyünün gerçek olduğuna
delildir” denilse ne kadar gerçekçi olursa, bu delil diye
sunulan ifade de o kadar gerçekçi olur. Birinin yaptığı zarar
verecek bir şeyi kişinin savmasının mümkün olmaması, onun
büyü olduğunu nasıl ispatlar?! Savmadığımız, savamadığımız
nice musibetler, âfetler, hastalıklar var.
Bu kadar basit gerekçeler, temelsiz dayanaklar büyünün
etki etmediğinin karşıt görüşlüler tarafından da zımnen kabulü
anlamına gelir, gelmelidir.
Nitekim İbn-i Kayyim bu konuda şöyle demiştir:
“Büyü sebebiyle insanın bedeninde hastalık ve ağırlık
meydana gelmesi, akıllı hareket etmemesi, kadının istemediği
kimseyi sevmesi veya sevdiği kimseden nefret
etmesi gibi büyünün etkisiyle olan şeyler mevcuttur ve
insanların geneli bunu bilmektedirler. Pek çok insan ise,
büyüyü, başına gelmesinden dolayı bilmektedir.”19
Sayılanların ancak büyü ile elde edilecek durumlar gibi
izah edilmesi, cevaba bile gerek bırakmayan delil gücünü(!)
gösteriyor. Pek çok insan, başına gelmesinden dolayı biliyormuş,
başına gelenin büyü olduğunu nereden biliyorlarmış?
Bizim başımıza gelmediği gibi, Kur’an’dan aldığımız te’minat
ile gelmeyeceğine de inanıyoruz. Biz Kur’an’ın hükmüne iman
ediyoruz her şeyden önce. O büyünün hileden, hayalden, göz
yanılmasından ibâret bâtıl ve başarısız kalmaya mahkûm
bir şey olduğunu söylüyorsa, Kur’an’a muhalif başka delil
19 et-Tefsîru’l-Kayyim; s. 571; Rukyeci Adil Ramazanoğlu
AHMED KALKAN
~ 30 ~
peşine koşmayız. Ve getirilecek delil diye sunulan hususların,
Kur’an’ın kesin hükümleri karşısında cılız bir delil gücü bile
sergilemediğini belirtiriz. Kadının istemediği kimseyi sevmesi
konusunda, kocasını daha fazla istemiyorsa”dan tutun da,
parlak sözlerin de büyü olarak kabul edildiğinden, onu sözle,
vaadle kandıranların büyücü yerine konulmaları gerektiğine
kadar çok şey söylenebilir. Bu örnekler, büyüyü ve büyünün
etkisini ispat edecek delil niteliği hiç taşımıyor.
İbn-i Kudâme de bu konuda şöyle demiştir: “İnsanlar
arasında,”kocanın karısına yaklaşamaması/onunla
cinsel ilişkiye girememesi” diye bilinen olay, erkeğin
evlendiği zaman eşiyle birleşmeye ve düğümü çözmeye
güç yetiremez. Kocanın, düğüm çözüldükten sonra eşiyle
birleşmeye güç yetirmesi, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği
mütevâtir bir olay haline gelmiştir. Büyücüler hakkında
rivâyet olunan öyle haberler gelmiştir ki bunlarda
yalan olduğunda ittifak etmek imkânsızdır.”20 Din adına o
kadar hurafe üretilmiş, o kadar çok bid’at çıkarılmış, o kadar
fazla israiliyat dine katılmış ve bunlara o kadar çok sayıda
halk rağbet etmiş ki… Öyleyse bu hususları mütevâtir kabul
edip bu kalabalığın gerçek olmayan bir hususta ittifak etmeleri
imkânsızdır” mı diyeceğiz? Hakikatin ölçüsü ne zamandan
beri çoğunluk oldu?
İktidarsızlık ve bir kocanın eşine karşı psikolojik hastalık
gereği görevini yapamaması, tıbben rahat çözülebilecek bir
hastalık olarak kabul edilmek istenmeyip, erkekliğin bağlanması
diye büyünün etkisiyle açıklanması, bir zandan ibarettir.
Örnek gösterilen her iki âlim de, erkekliğin bağlanmasını
onlarca büyü örneği içinde en önemli görüyorlar ve büyünün
20 el-Muğnî; c. 8, s. 151; Rukyeci Adil Ramazanoğlu
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 31 ~
en önemli sebebi sayabiliyorlar. Erkekliğin bağlanması haberlerinin,
daha doğrusu böyle bir psikolojik rahatsızlığın
büyücülerin yaptığı büyüye bağlanması ve büyünün etkisine
bir delil olarak sunulmasının ilmî hiçbir tarafı yoktur. Zavallı
büyüden yana olanlar, erkekliğin bağlanmasını büyünün
etkisine en önemli örnek gösterirken, kadının benzer problemi
olan vajinismusu hiç gündeme getirmemeleri, benzer
problemin kadında olduğunun farkında olmayışlarıyla mı,
buna yönelik bir uydurma büyü (pardon, büyü bozma) geliştiremedikleri
için mi, bilinmez. Psikolojik hastalıkla büyüyü
hangi aklî ve naklî bilgi ile ayırt edecekleri bilinmeyen halkın
ayırt edip büyüyü bileceğini ve çok sayıda halkın görüşünün
mütevâtir görüş olduğunu, bunun da büyünün etkisine delil
olarak sunduğunu görüyoruz. Bu tür haberlere mütevâtir
deyip yapışacağına, mütevâtir olduğu kesin olan Kur’an’ın
sihri bir hayal görme, bir hile, bâtıl bir iş, başarılı olamayacak
girişim” olarak hükmettiğine bakmış olsa, bu yanılgıya
düşülmezdi. Kur’an’a yönelmiş ve onun hükmüne tam bir
teslimiyetle teslim olup kabullenselerdi, bu iddialarından
vazgeçerlerdi. Mütevâtir görüş diye, önemli bir kesiminin
imanı sorgulanacak durumda olduğu câhiliye toplumunun
sayıca çok olan görüşüne denilmez. Bu çoğunluğun görüşüne
denilse denilse demokrasi denilir. Bu durum mütevâtir
mi olurmuş? Haberi nakledenlerin yalan üzerinde kasten
veya tesadüfen birleşmeleri tasavvur olunamayacak ölçüde
bir kalabalığın tevâtürü ilmî anlamda tevâtür sayılırken, birinin
attığı “bu büyüdür” yalanına bininin sahip çıktığı avamın
çoğunluğunun görüşüne tevâtür denilemez. Kur’an, halkın
çoğunluğunun görüşü hakkında şöyle der: “Yeryüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak
zan ve tahminle yalan söylerler.”21
21 6/En’âm, 116
AHMED KALKAN
~ 32 ~
Sihir, bedenleri ve kalpleri etkileyip hastalığa ve ölüme
yol açan, karı ile kocanın arasını ayıran ve onların
cinsel ilişki kurmalarına engel olan birtakım muska,
okuyup üfleme ve düğümlerdir.
Allah büyücüye büyü ile öldürme gücü vermemiştir.
Bu, sünnetullaha aykırıdır. Dünya tarihinde hangi
büyücü, savaş esnasında kralı, komutanı büyü
ile öldürmüş, hangi suikastçı büyü ile kralı öldürüp
koltuğuna oturmuştur? Kur’an, Sihirbaz ise nereye
varırsa varsın, hiçbir yerde iflah olmaz (başarıya ulaşamaz).”
22 diyorken, kime inanalım? Karı ile kocanın
arasının ayrılması konusunu da daha önce izah ettik.
Ve rukyeci yazar, kendi anlayışına uygun tanım yapmaktan
da çekinmiyor. İyi de o tanımda kendi kalesine
gol attığının farkında bile değil. Sihir, ki küfür
ve büyük günah olduğunu kendisi de kabul ediyor;
birtakım muska, okuyup üfleme ve düğümlerdir diyor.
Kendi ifadesine göre, düğümlerin yanında; sihir,
muska imiş, okuyup üfleme imiş. Yani rukyeci özelliğiyle
kendilerinin yaptıkları imiş.
KUR’ÂN-I KERIM’DE SIHIR KAVRAMI
“Sihir” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 60
yerde geçer; 2 âyette de “kâhin” kelimesi kullanılır.23 Kur’an,
22 20/Tâhâ, 69
23 Kur’an’da Sihir Kelimesinin Geçtiği Âyetler (60 yerde): 2/Bakara, 102; 5/Mâide, 110;
6/En’âm, 7; 7/A’râf, 109, 112, 113, 116, 116, 120, 132; 10/Yûnus, 2, 76, 77, 77, 79, 80, 81;
11/Hûd, 7; 15/Hıcr, 15; 17/İsrâ, 47, 101; 20/Tâhâ, 57, 58, 63, 63, 66, 69, 69, 70, 71, 73; 21/
Enbiyâ, 3; 23/Mü’minûn, 89; 25/Furkan, 8; 26/Şuarâ, 34, 35, 37, 38, 40, 41, 46, 49, 153,
185; 27/Neml, 13; 28/Kasas, 36, 48; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 15; 38/Sâd, 4; 40/Mü’min, 24;
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 33 ~
câhiliyye toplumu üyesi müşriklerin, hak olarak gönderildiklerini
tebliğ ettiklerinde, bunları alışılmadık, duyulmadık
şeyler olarak değerlendirerek, peygamberlere “büyülenmiş,
kendisine sihir yapılmış, cinlenmiş, mecnun” gibi ifâdeler
yakıştırdıklarını belirtir. Yine hakkın ifadesi olan vahye de
“bu bir sihirdir/büyüdür” dediklerini ifade eder.24 Kur’an, bu
ithamları kesin bir dille reddeder. Peygamberin bir kâhin,
mecnun veya sihre uğramış biri, ya da büyücü/sihirbaz olmadığını
belirtir.25 Peygamberlerin mûcize göstermesine karşı
kâfirler buna sihir demişlerdir 26 Bunların yanında sihrin
peygamberlerle ve vahiyle zerre kadar ilgisi olmayan, şeytanî
bir pislik ve küfür olduğu vurgulanır.
“Sihir” kelimesi, Kur’an’da “hile”,27, “kandırmak ve aldatmak”
28 anlamlarında kullanılır. Sihirbazlar/büyücüler fesatçı/
bozguncu (müfsid) olarak değerlendirilir ve Allah’ın onların
işini düzeltmeyeceği açıklanır.29 Kur’an, sihirbazların, nereye
gitseler başarılı olamayacağını belirtir.30 Allah, sihri tesirsiz
bırakacak, iptal edecektir.31 Kur’an, Hz. Mûsâ ile Firavunun sihirbazları
arasındaki mücâdeleyi, değişik sûrelerde ve bazı
ayrıntılarla birlikte açıklar.32 Bu mücâdelenin vurgulanması,
her dönemde değişik biçimde ve farklı araçlarla Firavunların
sihirbazlar/büyücüler (hakkı bâtıl ve bâtılı hak, akı kara ve
karayı ak gösterenler, insanları çeşitli hilelerle kandıran ve
oyalayanlar) ile vahyin ve Peygamberî dâvetin karşısına çıkacaklarını
hatırlatır. Yine mü’minlere ders ve moral verilir;
43/Zuhruf, 30, 49; 46/Ahkaf, 7; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 15; 54/Kamer, 2, 34; 61/Saff, 6;
74/Müddessir, 24.
24 10/Yûnus, 2
25 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
26 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yûnus, 77; 27/Neml, 13, 28/Kasas, 48; 37/Sâffât, 14-15
27 20/Tâhâ, 64, 69
28 23/Mü’minûn, 89
29 10/Yûnus, 81
30 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77
31 10/Yûnus, 81
32 7/A’râf, 103-126; 10/Yûnus, 75-86; 20/Tâhâ, 56-72; 26/Şuarâ, 30-51
AHMED KALKAN
~ 34 ~
kim olurlarsa olsunlar, büyücülerin ortaya koyduklarını Allah
boşa çıkarıp iptal edecek, her nerede olurlarsa olsunlar
büyücüler başarısız olacaklar, her iki dünyada da felâha kavuşamayacaklar,
kurtuluşa eremeyeceklerdir.
BÜYÜNÜN NE OLUP OLMADIĞINI GELIN, KUR’AN’DAN
ÖĞENELIM
“Ve’ttebeû mâ tetlu’ş-şeyâtıynu alâ mulki Süleymân /
Onlar, Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların
uydurup söylediklerine uydular.”
Yahûdilerin tahrif ettikleri Kitâb-ı Mukaddes’te Hz. Süleyman’ın
âhir ömründe putlara taptığı, bu yüzden kâfir olduğu
ileri sürülüyor. Bu görüşler, şeytanların uydurup söyledikleridir.
Yahudiler de şeytanların uydurduğu bu sözlere uydular.
Kendi atalarından olduğu halde, Süleyman aleyhisselâm’a
“Kral Süleyman”, “Büyücü Süleyman” diyorlar; ama “Süleyman
Peygamber” demiyorlar.
Âyetteki “şeyâtîn” (şeytanlar) kelimesi, klasik tefsirlerde
geleneksel anlamda şeytanlar şeklinde anlaşılmış; ancak M.
Reşîd Rızâ, En’âm sûresinin 116. âyetine dayanarak buradaki
şeytanları “birtakım kıssalar ve masallar anlatan insanlar
veya vesvese veren cinler veya her iki cinsten varlıklar”33,
Süleyman Ateş de “şeytan ruhlu kişiler” şeklinde yorumlamıştır34.
Kur’an’da “insan ve cin şeytanları”ndan bahsedilir.35
Âyette “Şeytanlar” kelimesinin, bu söylenenlerin hepsini
kapsadığı da düşünülebilir.
33 I, 397
34 I, 203
35 6/En’âm, 112
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 35 ~
“Ve mâ kefera Süleymânu / Gerçek şu ki Süleyman kâfir
olmadı”
Yahudiler, Süleyman’ın (a.s.) bizim “başka kimseye verilmeyen
mûcizeler” olarak kabul ettiğimiz olağanüstü yeteneklere
büyü sayesinde sahip olduğunu kabul ederek onun
peygamber değil, büyücü olduğuna inanıyorlardı. Kur’an’a
göre büyücülük küfür olduğu için, Kur’an: “Süleyman, büyücü/
sihirbaz değildir, kimseye de büyü öğretmemiştir. Kâfir
değildi ki büyü yapsın ve büyü öğretsin’ diyor.
“Ve lâkinne’ş-şeyâtıyne keferû yuallimûne’n-nâse’s-sihr
/ Fakat şeytanlar kâfir oldular; çünkü insanlara sihri öğretiyorlardı.”
Sihir küfür olduğu gibi, sihri öğretmek de küfürdür. Sihir
yapan kâfir olduğu gibi, insanlara sihri öğretenler de kâfir
olur.
“Ve mâ unzile ale’l-melekeyni bi-Bâbile Hârûte ve Mârût
/ Ve Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a hiçbir şey indirilmedi.”
Âyet metninde geçen “mâ” nâfiyedir; aynen hemen öncesindeki
ve hemen sonrasındaki mâ harflerinin nâfiye olduğu
gibi. Siyak-sibak dediğimiz, cümlenin öncesi ve sonrası
ile irtibat sağlayarak anlaşılmayan veya farklı anlaşılabilen
ifadeleri önceki ve sonraki ibare ile anlamaya çalışmak gerekir.
Önceki ve sonraki mâ nasıl nâfiye ise, buradaki mâ da
nâfiyedir. Bu şekilde anlamı da Kur’an bütünlüğüne daha uygun
düşer. “… Hârut’la Mârut’a hiçbir şey indirilmedi” Yani,
Babil’deki iki meleğe, Allah herhangi bir şey vahyetmedi.
AHMED KALKAN
~ 36 ~
Hârût ve Mârût’a, sihirle veya başka bir alanla ilgili bir bilgi,
bir emir ve hüküm indirilmemişti. Kur’an’da kendisine vahy
indirilen melek, Cebrâil olarak açıklanır. Âyetin bu bölümüne
bu anlam daha uygun gözükmektedir.
“Mâ” nâfiye değil de mevsul kabul edilecek olsa da aslında
değişen fazla bir şey olmaz, yeter ki anlamlar tahrif
edilmesin. O zaman bu cümlenin meali şöyle olurdu: “Ve
mâ unzile ale’l-melekeyni bi-Bâbile Hârûte ve Mârût /
Ve Bâbil’de iki meleğe, Hârût’la Mârût’a indirileni öğretiyorlardı
(Bu iki melek vasıtasıyla ortaya konulan
yüce bilgileri kötüye kullanarak halka öğretiyorlardı).”
Her iki durumda da âyetin anlamında meleklerin sihir
öğretmesi diye bir şey yok. Âyetin bu bölümünde
de ciddi bir yanlış yapılıyor, akîdeye zarar verecek,
Kur’an bütünlüğüyle çelişen, melek inancına zarar
veren bir yanlışlık… Çoğu mealler bu yanlışı yapıyor:
“… Hârût’la Mârût’a indirilen (sihri) öğretiyorlardı.”
Âyete bu şekilde meal veriyorlar. Âyette
olmayan bir kelime ilave edip âyetin anlamını tahrif
etmekten sakınmıyorlar. Bu, öyle bir ciddi yanlıştır
ki, hem Arapça’ya ihânet, hem melek inancına ihânet,
hem sihrin küfür ve haramlığını yok saymak
şeklinde bir ihânet. Âyete baktığımızda, şeytanlar
iki şeyi öğretiyorlar. Bir, sihir öğretiyorlar. Sonra
“ve” edatı ile ikinci (başka) şey öğretiyorlar. O da
Hârut ve Mârut’a indirilenleri öğretiyorlar. Hârut
ve Mârut, insanlara sihir öğretmiyorlar. Bu anlam,
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 37 ~
Arapçanın gramer kuralına ters, âyete ters, Kur’an
bütünlüğüne ters, meleklerin böyle bir günahı işlemeyeceği
inancına ters, büyünün Allah tarafından
Kur’an gibi inzal olmadığı inancına terstir. Sihir,
insanlara öğretsinler diye inzal edilmiş İlâhî bilgiler
ve kutsal uygulamalar değildir. Ama, maalesef eski
meşhur müfessirlerin bile önemli bir kısmı âyete böyle
anlam verebilmiş, yeni tefsirciler ve mealciler de
onların yanlış yolunu takip etmişler, etmeye de devam
ediyorlar.
Bu âyette Hârût ve Mârût hakkında ayrıntıya girilmediği,
ayrıca Hârût ve Mârût’la ilgili senedi güvenilir hiçbir
hadis bulunmadığı halde, tarih ve tefsir kitaplarında,
özellikle “İsrâiliyat” denilen ve hadis literatürüne de giren
yahudi kaynaklı rivayetlerde öyle masalımsı şeyler
anlatılmıştır ki, bunlar sadece hurafe değil, İslâm inancıyla
bağdaşmayacak çirkinliktedir.
Allah tarafından Hârut ve Mârut aracılığıyla insanlara,
büyü ve büyücülükle ilgili hiçbir şey indirilmemişti. Öyle ya
Allah, hem büyücülüğü haram kılsın, hem de Babil’deki insanlara
dinini ulaştırsın diye gönderilen vahiy melekleri aracılığı
ile büyü öğretsin; bu olacak şey değildi. “Hârut ile Mârut’a
indirilen” denilen ayetin bölümüne, parantez açıp “sihir” denilmesi
nasıl mümkün olabilir? Sihir, gökten indirilme midir,
Allah’tan gelme midir? Vahiy midir? Sihir öğretenler kâfir olduğuna
göre, iki melek olan Hârut ve Mârut sihir öğreterek
kâfir mi oldular? Melekler, hiç Allah’a isyan ederler mi?
AHMED KALKAN
~ 38 ~
Hârut ve Mârut’un Öğrettikleri Neydi? Büyünün bir hakikati
olduğu ve tesir edebildiğini ileri süren rukyecilerin ve
bazı şahısların delillerinden en önemlisi, bu âyettir, yani Bakara
102. âyeti. Âyette geçen Hârut ve Mârut isimli iki meleğin
öğrettiklerinin sihir olmadığı açıktır. Meleklere indirilen
şey, bir sihir değil; fesatçı ve kötü kimselerin elinde, küfre vesile
olabilecek bir hakikat, büyünün de dayandığı temel bir
bilgidir. Ancak şeytanlar bunu sihir yapmak, küfre sebep olmak
için öğretmişlerdir. Hâlbuki Bâbil’de kendilerine bu bilgi
indirilen iki melek Hârut ve Mârut, “Biz bir fitneyiz, öğreteceğimiz
şeyler fitneye müsâittir, sûiistimali küfürdür. Sakın sen
bunu öğrenip kötü yolda kullanarak küfre girme” diye öğüt
vermedikçe gelişi güzel kimseye öğretmezler; sûiistimalden,
küfür ve sihirden men ederlerdi. Şeytanlar ise böyle yapmadılar,
bunlarla herkese kötülük yapma yollarını gösterip sihir
öğretiyorlardı.
“İki melek üzerine indirilen şey” lafzıyla işaret edilen bu bilgi,
insanların küfrüne sebep olan sihir ve sihirbazların çok
yaygın olduğu Bâbil’de, bunların küfürlerine son vermek,
halkı saptırmalarından korumak maksadıyla indirilmiştir.
Bu maksatla, büyünün ne olduğu, hangi sebepler zincirinin
düzenlenmesinden meydana geldiği, insanları Bâbil’deki sihirbaz
kâfirlerin şerrinden korumak maksadıyla iki meleğe
ilham edilmiştir. Onlar da bu bilgiyi, sihirbazların otoritesini
kırıp küfre son vermek, tevhidi hâkim kılmak maksadıyla yukarıdaki
ikazları yaparak insanlara öğretmişlerdir. Hârut ve
Mârut, günümüze göre çok basit olan olayların bile bir büyü
olarak görüldüğü Mezopotamya’da, diğer insanların kavrayamayacağı
birtakım olayların kanunlarını açıklamışlar ve
bunu öğrencilerine öğretirken kötüye kullanmamalarını söylemişlerdi.
Fakat Bâbilliler ve Bâbil’deki esâretleri sırasında
onlardan bazı garip olayların sırlarını öğrenen yahûdiler,
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 39 ~
kısacası insan ve cin şeytanları bunlara birçok hurâfeleri katmışlar,
bir yığın hayaller, vefk, tılsım vs. ortaya atarak bunları
sihir yapmada kullanmışlardı.36
Bâbil, Eski Mezopotamya’nın en büyük ve en ünlü şehridir.
Bağdat’ın 88 km. güneyinde, Fırat’ın doğu kıyısındaki
yedi tepe üzerinde kalıntıları bulunan ve 2000 seneden fazla
tarih sahnesinde kaldığı bilinen ve tarihi boyunca Mezopotamya’nın
astronomi, astroloji, kehanet ve sihir merkezidir.
Şehir, içinde çeşitli medeniyetleri barındırmış olup bunların
en önemlileri, kanunlarıyla ünlü hükümdar Hammurabi’nin
yetiştiği Amurrular dönemiyle, Bâbil’e en parlak çağını
yaşatan Keldânîler dönemindekilerdir. Bâbil’e dünyanın yedi
hârikasından biri sayılan ünlü asma bahçeleriyle, Büyük İskender’in
de içinde öldüğü muhteşem sarayı kazandıran
Buhtunnasr da (II. Nebukadnezzar) bir Keldânî hükümdarıydı.
Milâttan önce 598’de Kudüs’ü işgal eden Buhtunnasr, kral
olarak görevlendirdiği Tsedekiya’nın Bâbil’e vergi ödemeyi
reddetmesi üzerine şehri 586’da ikinci defa işgal ve tahrip
etmiş; yahudilerin tamamını Bâbil’e götürmüş ve yahudi tarihine
“Bâbil esareti” diye geçen bu olay kırk yedi yıl sürmüştür.
Bâbil, ne zaman yapıldığı bilinmeyen, bugün harabesi
bulunan, yaklaşık 85 metrekare genişliğinde bir plan üzerine
oturtulan 75 m. yüksekliğindeki ünlü kulesiyle de şöhret bulmuştur.
“Ve mâ yuallimani min ehadin hattâ yekuulâ innemâ
nahnu fitnetun fe lâ tekfur / Hâlbuki bu iki melek, ‘Biz ancak
imtihan vasıtasıyız (fitneyiz); sakın küfre sapma!’ demedikçe
hiç kimseye bilgi vermezlerdi.”
36 Fahreddin Râzi, a.g.e. 263-264; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/206-2079; A.
Osman Ateş, a.g.e. s. 234-235
AHMED KALKAN
~ 40 ~
Öte yandan âyetteki ilgili kelimenin mütevâtir olan okunuşu
“melekeyn” (iki melek) şeklinde olmakla birlikte İbn Abbas,
Hasan-ı Basrî, Ebü’l-Esved ve Dahhâk gibi bazı âlimler
bu kelimeyi “melikeyn” (iki melik, iki kral) şeklinde okuyarak
Hârût ve Mârût’u insan isimleri olarak kabul etmişlerdir. İbn
Hazm ise bunların melek değil iki şeytan veya iki cin kabilesi
olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki “melekeyn” (iki melek)
kelimesinin, “iki kudretli kişi” veya “iki ruhanî kişi” anlamında
mecaz olduğunu ileri sürenler de vardır.37 Bize göre, bunların
hiçbiri tercih edilen görüş değildir; Rabbimiz “iki melek”
dediyse, iki melektir.
Sözlükte fitne kelimesi “sınama, deneme, maddî ve mânevî
sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme” şeklinde
açıklanır. Kelime Kur’an-ı Kerîm’de daima kişinin inanç
ve ahlâk bakımından denenip sınanmasını ifade edecek biçimde
kullanılmıştır. Bu âyette de fitne kelimesi “insanların
imanlarında ne kadar sebatkâr olduklarının sınanıp denenmesi,
onların bu bakımdan imtihandan geçirilmesi” anlamında
kullanılmıştır. İlgili melekler ise böyle bir imtihan aracı
olarak gönderilmişlerdir.
“Biz fitneyiz (fitne; altının içine karışmış madenlerden, altını
ayırt etmek için yapılan işleme denir, dolayısıyla müslüman
ile kâfiri ayırt etmek için bir fitne, bir imtihan vesilesi),
aman ha küfre girme!” demedikçe bir şey öğretmezlerdi o iki
melek.
O iki meleğin öğrettikleri şeylerden bahsetmiyor,
ama “biz imtihan vesilesiyiz; aman ha kâfir olma!”
demedikçe bir şey öğretmediklerini söylüyor. Bakın,
37 Reşîd Rızâ, I, 402
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 41 ~
bu ayette iki meleğin, insanlara bir şartla bazı şeyler
öğrettikleri ifade ediliyor; o şart da küfre girmemeleri.
Bu açıklamaya rağmen, yukarıda sihir öğretmenin
küfür olduğu vurgulanması da unutuluyor ve
meleklerin sihir öğrettiği söylenebiliyor. Ve bu ifade,
Kur’an’a dayandırılmaya, âyete böyle yanlış meal
verilmeye çalışılıyor. Melekler neden karı ile kocanın
arasını ayırmayı, fesat çıkarmayı, yuva bozup
huzursuzluk oluşturmayı öğretsin ki… Ama öğrenenler
onları öğreniyordu. Melekler sihir öğrettiler
denilince, o zaman meleklerin kâfir oldukları vurgulanmış
olur. Melekler kâfir olur mu? Öyle olursa vahiy
meleği Cebrail’den de şüpheye düşmez mi insanlar?
Küfre girebilecek bir varlığın Allah’tan getirdiği
vahyin içeriğini değiştirmiş olamaz mı diye vahye ve
meleklere kim ne kadar güven duyar? Hâlbuki onlar
Allah’a isyan etmezler, edemezler ve ne emredildiyse
onu yerine getirirler. Kur’an bu konuda çok net
olarak şöyle diyor: “Ey iman edenler! Kendinizi ve
ailelerinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.
Üzerinde oldukça sert (iri cüsseli), güçlü melekler
vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona
isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”38
Meleklerin, Allah’ın emrini yapmama gibi bir seçenekleri,
Allah’a isyan gibi bir tercihleri, böyle bir
iradeleri söz konusu değildir, iradeli varlık değillerdir.
Yani öyle bir şey yapma ihtimalleri yoktur.
38 66/Tahrîm, 6
AHMED KALKAN
~ 42 ~
Tabiri caizse bugünün anlayışı ile robot gibidirler.
Ne ile programlandılarsa o programı yerine getirirler.
Programın dışına çıkmazlar, çıkamazlar. Allah
ne öğretti ise odur onlara yeterli ve kâfi olan. İlmi de
üretme durumları olmaz. Melekler böyle olduğu halde
okuduğum nice meal ve tefsirde maalesef melekler
sihir öğretmiş oluyor. Allah’ın demediğini Allah’a
dedirtirmiş oluyorlar ve Kur’an’daki melek inancına
tümüyle ters bir inanç ortaya koymuş oluyorlar.
Allah böyle mi diyor? Allah’ın kitabında hâşâ bir
çelişki yoktur. Bir tarafta ‘sihir öğrettikleri takdirde
meleklerin de hâşâ kâfir olacağını’ söylesin ama
başka ayette ‘Allah’a hiç isyan etmezler’ desin. Allah’ın
kitabı böyle çelişkilerden ve melek adlı kulları
böylesine küfre girme gibi özelliklerden masumdur.
Ama İsrailiyatı kitaplarına almaktan çekinmeyen
tefsircilerimiz meleklere sadece sihir öğrettirmekle
yetinmemişler. Daha ne haltlar yedirmişler. Meleklere
zina da ettirmişler, içki de içirmişler, puta da
taptırmışlar. Kimler? Müfessirlerimiz. Bu büyük bir
problemdir. Almanya’dan, Amerika’dan insanlar gelip
İslâm dinini tahrif etmiyorlar, bizim insanımız
meleklerin masumiyetini ve sihrin çirkinliği inancını
tahrif ediyor. Bizim eski tefsirlerimiz bunu yapanlar,
modernistler falan da değil. Rivayet tefsiri açısından
en önem verilen tefsirlerimizde eleştirmeden
bu İsrailiyat uydurmaları gerçekmiş gibi alınmış,
hatta o melekleri puta bile taptırmışlar. Bunu yapan
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 43 ~
âlimler, eğer Mu’tezile veya Şia mezhebine mensup
olsalardı, bazıları nasıl hücum ederdi, ama ehl-i sünnete
mensup oldukları için, istisnâ dışında eleştirenler
bile çıkmamış.
“Fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikune bihî beyne’l
mer’i ve zevcih / Onlardan, karı-kocanın arasını ayıracak
şeyler öğreniyorlardı.” Yine bu cümleyede kimi mealciler,
tefsirciler yanlış mana veriyorlar.
Nice âlim, “Melekler karı-kocanın arasını ayıracak şeyler
öğretiyorlardı” demişler. Tabii, melekler sihir öğretirlerse,
onun bir uzantısı olarak karı-kocanın arasını açacak şeyler
de öğretirler. Hâlbuki, dikkat edilmesi gereken husus; “Fe yeteallemûne
minhumâ” deniliyor; “fe yuallimani” denilmiyor.
Yani meleklerin ne öğrettiklerinden bahsedilmiyor, onların
meleklerden ne öğrendiklerinden bahsediliyor. Art niyetli kişiler,
öğretmenin öğrettiğini değil; kendi istediklerini öğrenir.
Karı ile kocanın arasının ayrılmasını öğrenmişler meleklerden.
Mümkün, bu öğrendikleri psikoloji bilimi idi. Psikolojinin
ele aldığı konular ile kadın ve erkek psikolojisi öğrenilerek,
bu psikolojik verileri kötüye kullanıp karı ile kocanın
arasına açabilir isteyen kişi. Böylece Hârut ve Mârut’ adlı bu
iki meleğin insanlara karı ile kocanın arasını ayıracak sihir
öğretmedikleri, yahûdilerin Allah katından Hârut ve Mârut’a
indirilen bu bilgileri kötüye kullanarak şeytanların/sihirbazların
öğrettiği sihirlere karıştırarak kendilerinin ürettikleri
anlaşılmaktadır.39 Yahûdilerin yaptıkları bu büyünün tesiri
konusunda ise Cenâb-ı Hak aynı âyette şöyle buyurmuştur:
“...Büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiçbir hususta zarar veremezler.”
40
39 Fahreddin Râzî, a.g.e. s. 1/371
40 2/Bakara, 102
AHMED KALKAN
~ 44 ~
Karı ile kocanın arasını ayırmayı öğrendiler Babil’deki insanlar,
meleklerden faydalı şeyler öğreneceklerine. Sözgelimi
melekler sihrin büyünün bâtıl olduğunu göstermek için
psikoloji ilmini öğrettiler bugünkü ifade ile. İnsanları telkin
yoluyla nasıl ikna edersiniz, nasıl onların zihnini belirli
noktalara yönlendirirsiniz, nasıl bazı şeylere inandırırsınız;
bunu öğrettiler. Tabii bundan fesada meyilli insanlar karı ile
kocanın arasını ayıracak şeyler çıkardılar, onu öğrendiler. Birazcık
psikoloji bilgisi ile sizden herhangi biriniz bir kadın
ile kocasının arasını ayırabilir misiniz, eğer istemiş olsanız?
Mümkündür. İnsan psikolojisi, kadın nelerden etkilenir, erkek
nelerden etkilenir, birbirlerinin aleyhine bir şeyler söyleseniz
ve olayı büyütseniz mümkün ki hiçbir şey yokken bir
kadın ile kocanın arasını ayırabilirsiniz. Belki cahil bir insan
yapamaz, ama insan psikolojisini bilen bir kimse bunu yapabilir.
İşte meleklerin öğrettiği kötü bir şey değil, ama insanlar
böyle şeyler öğreniyor. Diyelim ki ben karete öğreniyorum,
ustam bana spor özelliğiyle vücut sağlığı açısından karateyi
öğrettiği halde, ben onu insanları dövmek için kullanıyorum.
Hocamın kabahati var mı? İlmin kabahati var mı? Ben
onu kötüye kullanıyorsam benim kabahatim var. Melekler
karı-kocanın arasını ayırt edecek şey öğretmediler. İnsanlar
bunları öğrendiler, ama Allah dilemeden karı-kocanın arasını
ayıramazlar, hiçbir zarar veremezler.
“Ve mâ hum bi-dârrîne bihî min âhadin illâ bi-iznillâh
/ Ne sihir öğreten şeytanlar ne başkaları hiçbir zaman Allah’ın
izin vermediği, onaylamadığı bir durumda kimseye
zarar veremezler.”
Şeytanların öğrettikleri sihir olsun, diğer insanların meleklerden
karı ile kocanın arasını ayırmanın usullerini kendileri
çıkartarak öğrenmiş olsunlar, kimse Allah izin vermeden
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 45 ~
kimseye zarar veremez. Sihir yoluyla da benzer başka yolla
da kimse kimseye normal şekilde zarar veremez.
Âyetin bu bölümünden sihir ve benzeri yollarla kimse bir
başkasına zarar veremez anlamı çıkar. “Allah izin vermeden
kimse zarar veremez” demek, Allah bazen bazı kimselere sihir
yoluyla zarar vermelerine izin verir demek değildir. Allah,
haram kıldığı, özellikle de küfür olarak ilan ettiği bir şeye izin
vermediği için yasaklamıştır. Allah’ın izin verdiği şeyler haram
ve küfür olan şeyler değildir. Sihre izin vermeyen Allah, sihrin
zararına da izin vermez. Çünkü âyette net olarak bildirmiştir:
Sihre Allah izin veriyor mu, bakalım: “Onlar atınca, Mûsâ dedi
ki: ‘Sizlerin (ortaya) getirdiğiniz büyüdür. Doğrusu Allah, onu
iptal edecek, geçersiz kılacaktır. Şüphesiz Allah, bozgunculuk
çıkaranların işini düzeltmez.”41 “Mûsâ şöyle dedi: “Size gerçek
ulaştığında böyle mi söylersiniz? Bu sihir mi! Oysa sihirbazlar,
büyücüler başarıya ulaşamaz.”42
İnsanın başına gelen sıkıntılar, Allah’ın yasasının bir gereğidir.
İnsan, Allah’ın yasasına aykırı hareket ettiği zaman,
sıkıntıya düşer ve zarar görür. Hayır ve fayda da böyledir. Bu
hususta yapılması gereken şey, ilâhî yasalara uygun hareket
etmektir.
“De ki, ‘Allah’ın dilediğinin dışında kendi nefsim için bir
fayda ya da zarara gücüm yetmez. Eğer ben gaybı bilseydim,
iyiliği arttırırdım. Bana kötülük de dokunmazdı. Ancak ben,
iman eden bir kavim için uyarıcı ve müjdeciden başka bir şey
değilim.’’43
41 10/Yunus, 81
42 10/Yunus, 77
43 7/A’raf, 188
AHMED KALKAN
~ 46 ~
“De ki: Ben size bir zarar veya iyilik dokundurmaya güç yetiremem.”
44
Zarar veya fayda vermeye yalnızca O muktedirdir.
“De ki, Ben, Allah’ın dilediğinden başka, kendim
için bir zarar veya faydaya güç yetiremem.”45 Allah
Rasûlü, bu durumda ise, bir cin mi, Allah’ın küfür
kabul ettiği bir büyü sayesinde insanlara zarar verebilecek?
Alt tarafı bir kâğıt parçası ve mürekkep boyasından
meydana gelen bir muska mı zarar verecek?
“Şayet Yüce Allah, bir zararı kaldırırsa, O’ndan başka onu
geri getirecek kimse yoktur ve eğer bir hayrı kaldırırsa O her
şeye kadirdir... O, kullarının üstünde kahirdir ve O hikmet sahibidir,
haberdardır.”46
“Ve yeteallemûne mâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum / Fakat
onlar (Yahudiler, sihir öğrenenler ve meleklerden öğrendiklerini
yanlış yerlere kullananlar) kendilerine zarar veren şeyleri,
fayda vermeyeni (büyüyü) öğreniyorlardı.”
Çıkarcı zihniyet, fayda ile zararı bile tam ayırt edemez.
Hoşlandığı nice şey, kendisi için hayır değil, şer olabilir. Zaten
şeytana dost olup ona itaat edince, o insanları hüsrana, zarar
ve ziyana sürükleyecektir. Büyü ile uğraşan ya da büyü yaptıran
kimse, başkasına zarar veremez, ama kendisine büyük
çapta zarar verir. Büyünün zararı vardır, var olmasına; zarar,
büyü yapanın kendisine.
44 72/Cin, 21
45 10/Yunus, 49
46 6/En’âm, 17-18
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 47 ~
“Ve lekad alimû lemen işterâhu mâ lehû fi’l-âhırati min
halâk / Andolsun onlar, bunu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten
nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı.”
Allah’ın kitabını veriyorlar, bırakıyorlar; onun karşılığında
insanların ve şeytanların uydurduğunu alıyorlar. Dünyayı
âhirete değişiyorlar. Âhiretlerini satıyorlar. Ne karşılığında,
dünyada zarar görmeleri karşılığında. Hem dünyaları mahvoluyor,
hem âhiretleri.
“Ve lebi’se mâ şerav bihî enfusehum lev kânû ya’lemûn /
“Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi!”
Kendilerini satıyorlar, izzetlerini, cennetlerini değişiyorlar
bir büyüye. Allah’ın kitabını arkaya atıp onun yerine başka
kitap edinmekle ne kötü şeyi satın aldıklarını bir bilselerdi.
Bilen amel eder, bilen bildiğini uygular.
“Velev ennehum âmenû ve’ttekav lemesûbetun min ındillâhi
hayr, lev kânû ya’lemûn / Eğer onlar iman edip kendilerini kötülükten
korusalardı şüphesiz Allah tarafından verilecek sevap
daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!”
Ne kazandılar bu ticaretten? İnsanları kandırarak umut
tacirliği yapmaktan, önüne gelen veya kendisine müracaat
eden hemen herkese “sende büyü var!” deyip sapasağlam
insanı hasta haline getirmeye, evhamlandırmaya ve sonunda
rukye yapacağım diye para ile duâ satmaya, ibâdet olan
duâyı para karşılığında yerine getirmeye çalıştılar. İyi de, bu
kazandıkları para, kendi onurlarının karşılığında kazandıkları
para. Onların zararını arttırdı. Âhirette de hiçbir nasipleri
AHMED KALKAN
~ 48 ~
olmadığını biliyorlardı. İmanlarını sattılar aslında. Eğer büyü
yaparak küfrü tercih etmeselerdi ve iman edip takvâ sahibi
olsalardı, o zaman bu büyü parasından, rukye ve üfürük parasından
mahrum olurlardı, ama Allah tarafından verilecek
sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi, yani uygulasalardı…
Klasik âlimlerimizin çoğunun sihrin etki ettiğine dair genel
kanaatleri vardır. Allah özellikle ona ve diğer âlimlerimize
rahmetiyle muâmele etsin; Ebu Hanife gibi bazı âlimler
sihrin etki etmediğini, büyünün bir hileden bir kandırmadan,
bir aldatmadan ibaret olduğunu ifade ederler, ben de bu görüşteyim.
Yazı tura atarak bir görüşe sahip olunmaz, hoşuma
gitti diye de dinî bir görüş tercih edilmez. Hele bu kadar
çoğunlukta olan âlimler bir tarafa tutularak “onlar hata etti”
demek ciddi manada bir delillendirmeye ihtiyaç hissettirir.
Ama, o âlimler Kur’an’ın hükümlerine tümüyle zıt görüş bildirmekten
çekinmiyorlarsa, diğer mü’minlerin tercihi bellidir.
“De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?”47 diye
sorar Allah. Sonra kendisi verir cevabını: “Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
48 İnsan, en azından, bilmediğini bilmeli, haddini
bilmeli. Allah’ın hükmüne ters görüş bildirmekten sakınmalı.
“Bir mü’min erkek veya bir mü’min kadının, Allah ve rasulü
bir emir ve hüküm verdiğinde artık işlerinde bundan başkasını
seçme alternatif bir görüş hakları olamaz. Allah’ın ve resulünün
emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.”
49 “Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin’ (demiştik).
Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyan ettik.’ İnkârları yüzünden
buzağı (tutkusu) kalplerine sindirildi. De ki: ‘İnanıyorsanız,
47 2/Bakara, 140
48 2/Bakara, 216
49 33/Ahzâb, 36
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 49 ~
inancınız size ne kötü şey emrediyor?”50 Doğru inancın doğru
emirleri; bâtıl, yanlış inancın ise emirleri de bâtıldır, yanlıştır.
“Aralarında hükmetmesi için, Allah’a ve elçisine çağrıldıkları
zaman mü’min olanların sözü: ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir.
İşte felaha kavuşanlar bunlardır.”51 Mü’min, herhangi
bir bahanenin arkasına yapışmaz, itaatsizliği tercih edip gerekçeler
bulmaya çalışmaz; “duyduk ve uyduk” der. Kalabalık
bir caddede bulunan kırmızı ışığa trafikte nasıl itaat ediliyor,
edilmezse tehlikesinden çekiniliyor. Allah’ın, Kitabında belirlediği
yasaklar “kırmızı ışıklardan çok daha önemlidir.” “Lâ
tâate li-mahlûk fî ma’sıyeti’l-Hâlık / Hâlıka isyanda mahlûka
itaat olmaz.”52 İtaat, ancak meşrû alanda gerekir.
Ana delilimiz, temel kaynağımız Kur’an’dır, Kur’an
olmalıdır. Maalesef âlimlerimizin ekseriyeti Kur’an
merkezli oluşturmamışlar fikirlerini, görüşlerini,
bakışlarını, fetvâlarını. Çoğunlukla ikinci üçüncü
plana atmışlar Kur’an’ı; rivayetleri daha çok öne çıkarmışlar.
Birinci sırada hadis rivayetleri ve onları
açıklayan eski âlimlerin görüşleri vardır; ikinci veya
üçüncü sırada birinci ve ikinci sıradaki kaynağa ters
düşmemek şartıyla âyetler vardır. Ters düşerse, te’vil
edilir, mensuh ilan edilir, parantez içine ilavelerde
bulunulur. Nüzul sebebinden istifade edilecek taraf
varsa o kısım alınır, İsrailiyat varsa, nasıl olsa
rivayettir, o da gelsin denilir. Araya mezheplerin,
imamların, âlimlerin, müfessirlerin ilaveleri veya
yönlendirmeleri girer. Bu tavırlarla şöyle bir netice
50 2/Bakara, 93
51 24/Nur, 51
52 Müslim, İtaat 39, h. No: 1840; Buhârî, Ahkâm 4
AHMED KALKAN
~ 50 ~
elde edilir: Sözgelimi sihir hakkında Kur’an bâtıl mı
diyor, (âlimleri) “hak” der. Kur’an sihir hakkında hayal,
aldatma, fesat, başarısız bir girişim mi der, âlimlerimizin
çoğu “sihrin etkisi vardır, eşyanın yapısını
değiştirir, kişiyi hatta öldürür.” demekten çekinmez.
Allah, “şeytan sadece vesvese verir, insana hâkim
olamaz, ona musallat olamaz” desin istediği kadar;
rivayetlerden beslenen âlimlerimiz, “hayır! Şeytan
insanlara musallat olur, insanın içine cin girer, onu
ancak biz çıkarırız, rukyeciler çıkarır” demekte bir
sakınca görmezler. Kur’an “âyetleri satmayın, insanların
mallarını bâtıl yollarla yemeyin” desin, ücretle
Kur’an okunulur, ücretle dua edilir, zaten câiz
olmayan muska yazmak için bile hem de ne ücretler
alınır. İşin bir de hem suçlu, hem güçlü rolü oynanması
var: Onlara “Kur’an’ı niye mehcur bırakıyorsunuz,
Kur’an’ı niye inkâr ediyorsunuz?” diye kimse
itham etmiyor; “bu rivâyetler Kur’an’a arzedilmeli,
Kur’an’a ters düşen söz Peygamber sözü değildir”
diyen ve Kur’an’ı merkeze alan kimselere onlar “hadis
inkârcısı!” diyebiliyorlar. Az sonra gündeme getireceğimiz
Hârut ve Mârut konusunda Kur’an’la,
İslâm inançlarıyla hiç bağdaşmayan israiliyat masallarını
tefsirlerine alan âlimleri dillerinin ucuyla
bile eleştirmezler, dine birçok hurâfe yükleyenlere en
küçük tavır almazlar. Bu tavrı, İslâmî ve hatta insanî
bulmak çok zordur. “Ancak onlar, işlerini kendi
aralarında (farklı) kitaplar halinde böldüler; her bir
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 51 ~
grup, kendi ellerinde olanla yetinip sevinmektedir.”53;
“Dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden
olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki
(dini anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.”54
Sihrin Kur’an’a göre ne olup olmadığını âyetler ışığında
ele almaya çalışıyoruz. Sihrin çoğunlukla cinler
vasıtası ile yapıldığı düşünülür. Muska yazılır,
cinler kullanılır, cin bir insana saldıttırılır, musallat
olur, bedenin içine koyarlar, cini çıkartmaya çalışırlar,
cin çarpar bazılarını elektrik çarpar gibi, çarpık
çurpuk olur insanlar vb. Sâra gibi hastalıklara sahip
olunması, cinlerin etkisiyledir. Bir de karabasan gibi
rahatsızlıklar, kâbus gibi tacizler vardır ve tabii ki
cinlerin etkisiyledir, daha başka bir sürü esrarengiz
olaylar… Görmüyoruz ama her taşın altından onlar
çıkar. Hatta o kadar korkunç ve zararlı varlıklardır
ki kendisine de zararları dokunabilir diye adını
anamaz, bazıları “üç harfli” demeyi tercih eder. Bu
insanlar Cin Sûresini okurken cin kelimelerini ne
yapıyorlar, bilmiyorum. Tuhaftır, aynı insanlar, en
azılı cin olan şeytanı şeytan diye dillendirirken, eûzü
çekmekten sakınmayıp eûzü’deki şeytanın ismini
zikrederken, niye çekinmiyorlar? Buna benzeyen
daha nice acayip durumlarla karşı karşıyayız. Hani
meşhur fıkralar hep Nasrettin Hoca’ya atfedilir ya,
53 23/Mü’minûn, 53
54 30/Rûm, 32
AHMED KALKAN
~ 52 ~
psikolojik rahatsızlıklar da hep cinlere atfedilir benzer
şekilde. Peki, cinlerin bundan ne kadar haberleri
vardır, bilmem. “Allah, onların hepsini bir araya
topladığı gün, ‘Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz
insanlarla çok uğraştınız’ (der). Onların insanlar
arasındaki dostları ise, ‘Ey rabbimiz! Biz birbirimizden
yararlandık ve bize verdiğin sürenin sonuna
ulaştık’ derler. Allah buyurur ki: ‘Allah’ın dilediği
hâriç olmak üzere, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir.’
Şüphesiz Rabbin hikmet ve ilim sahibidir.”55
HÂRUT VE MÂRUT’LA İLGILI TEFSIRLERDEKI İSRÂILAYAT
ÖRNEKLERI
Hz. Süleyman döneminde sihirle uğraşan şeytanlar ve
şeytan karakterli büyücülerle ilgili olarak Bâbil’de imtihan
için insanlara bazı bilgiler öğreten “Hârut ve Mârut adlı iki
melek” hakkında çok çeşitli isrâiliyat kaynaklı hurâfeler, meleklerin
şânına yakışmayacak, Kur’an’daki “melek” tanımına
ters masalımsı rivâyetler, eski tefsirlerin çoğunda yer alır.
Bazılarınca eleştirisi yapılmayan ve doğruluğu kesinmiş gibi
rivâyet edilen bu söylentiler, tefsirlerimize giren isrâiliyatın
seviyesi konusunda bilgilenmemiz açısından önemli örneklerden
sayılabilir. Hârut ve Mârut hakkındaki bu rivâyetleri
kısaca görelim:
55 6/En’âm, 128
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 53 ~
HÂRUT VE MÂRUT’UN KIM OLDUKLARIYLA İLGILI RIVÂYETLER
Hârut ve Mârut, iki melektir. Bütün kıraat imamlarınca
ilgili âyetteki56 kelime “melekeyn = iki melek”
tarzında okunmuştur. Bunun başka bir şeye ihtimali
yoktur. Konu, tevâtürle sâbittir. Buna rağmen
şâz tarîkle gelen ve imamlarca asla ehemmiyet verilmeyen
bir okuyuşa dayanarak bu hususta çeşitli
görüşler ortaya atılmış ve Hârut ile Mârut’un kim
oldukları açıklığa kavuşturulmak istenmiştir. Bu
konudaki rivâyet ve yorumları tercih eden tefsirlere
göre Hârut ve Mârut:
İki melektir (Doğru olan görüş budur; Kur’an’da
açıkça iki melek deniliyor);57
Cebrâil ve Mîkâil’dir;58
İnsanlardan iki kişidir;59
İki hükümdardır;60
İki şeytandır;61
Cinlerden iki kabîledir;62
“es-Sicill” ismindeki meleğin yardımcılarındandır;63
İns ve cin şeytanlarıdır;64
Dâvud ve Süleyman (a.s.)’dır. 65
56 2/Bakara, 102
57 Et-Taberî, I/452-453; et-Tabressî, I/175; İbn Kesîr, I/241
58 Et-Taberî, I/452; et-Tabressî, I/174; el-Mehdevî, et-Tahsîl, varak 11a; İbn Kesîr, I/239
59 Et-Taberî, I/455; et-Tabressî, I/175; M. Tenzîl, I/42; İbn Kesîr, I/240
60 Et-Taberî, I/455; et-Tabressî, I/175; M. Tenzîl, I/42; İbn Kesîr, I/240; İbnu’l Arabî, Ahkâmu’l
Kur’an, I/29
61 et-Tabressî, I/175; Râgıp el-isfehanî, el-Müfredât, s. 542; İbn Hazm, El-Fasl, IV/33
62 El-Cessas, Ahkâmu’l Kur’an, I/56, et-Tabressi, I/175; İbn Kesîr, I/240; İbn hzam, el-Fasl,
IV/33
63 İbn Ebî Hatim’den naklen İbn Kesir, I/123-124
64 Et-Tabressi, I/175
65 İbnu’l Arabî, Ahkâmu’l Kur’an, I/29; İbn Kesîr, I/240
AHMED KALKAN
~ 54 ~
YERYÜZÜNE İNDIRILEN İKI MELEĞIN MÂCERÂSI
İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Allah semâların
kapılarını meleklerine açtı. Onlar yeryüzündeki insanların
amellerine baktılar. İnsanların hata işlediklerini görünce: “Ya
Rab, Senin (kudret) elinle yarattığın, meleklerine secde ettirdiğin,
eşyanın isimlerini öğrettiğin Âdemoğulları hatalar
içinde yüzüyorlar” dediler. Allah da: “Eğer siz onların yerinde
olsaydınız, aynı şeyleri yapardınız” buyurdu. Melekler: “Ya
Rab, Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Âdemoğullarının
yaptığını yapmak bize yaraşmaz” dediler. Râvî der ki; melekler,
Allah tarafından yeryüzüne inecek olanları seçmekle
emrolundular. Onlar da, Hârut ve Mârut’u seçtiler. Hârut ve
Mârut yere indirildi. Allah; kendisine hiçbir şeyi şirk/ortak
koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zinâ etmemeleri, şarap
içmemeleri, -Allah’ın meşrû gördüğü haller müstesnâ- hiçbir
cana kıymamaları şartıyla yeryüzünde ne varsa onlara helâl
kıldı. Râvî sözüne devamla der ki; melekler yeryüzünde yaşamalarına
devam ederken, kendisine (dünya) güzelliğinin
yarısı verilmiş olan Bîzuht isminde bir kadın gördüler. Dayanamayıp
onunla zinâ etmek istediler.
Bir varmış Bir Yokmuş, Hârut ve Mârut adında insanlara
büyü öğreten, sonra her haltı yiyen iki melek
varmış…
Kadın, meleklerin teklifine yanaşmadı. Onlardan Allah’a
şirk koşmalarını, şarap içmelerini, cana kıymalarını ve (gösterdiği)
puta secde etmelerini şart koştu. Melekler kadının
teklifine: “Biz Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayız” diye cevap
verdiler. Meleklerden biri diğerine, kadına varıp tekliflerini
tekrarladı. Kadın yine reddetti. “şarap içerseniz olur” dedi.
Melekler kadının sunduğu şarabı içtiler ve körkütük sarhoş
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 55 ~
oldular. Bu esnâda yanlarına bir dilenci geldi ve kendilerinden
bir şeyler istedi. Dilenciyi öldürdüler. Onlar bu iki büyük
kötülüğü irtikâp edince, Allah gök kapılarını meleklere açtı.
Arkadaşlarının bu hallerini görünce: “Yâ Rab! Seni her türlü
noksan sıfatlardan tenzîh ederiz. Sen her şeyi en iyi bilensin”
dediler. Râvî diyor ki; Allah, Dâvud oğlu Süleyman’a (a.s.),
meleklerin dünya azâbı ile âhiret azâbından birini tercih etmelerini
vahyetti. Melekler dünya azâbını tercih ettiler. Bunun
üzerine Bâbil’de topuklarından tepesi aşağı asıldılar. 66
Yahudiler peygamberlerine zina isnad ederek iftira
atarlar;
Tefsir âlimlerimiz de meleklere zina isnad ederek iftira
atarlar.
Tefsirci, Kur’an âyetlerini yok sayarsa, başkaları neler
yapmaz?
Es-Süddî’den rivâyete göre, benzer şekilde, kadınla beraber
olmak isteyen meleklere, kadın: “Hangi sözle (duâ ile)
semâya çıktığınızı ve hangisiyle indiğinizi bana söylemedikçe
arzu ettiğiniz şeye yanaşmam” dedi. Onlar da semâya çıkış ve
inişte okudukları duâları kadına bildirdiler. Kadın bunu öğrenir
öğrenmez okudu ve semâya çıktı. Allah kendisine, semâdan
inileceği zaman duâyı unutturdu. Böylece kadın çıktığı
yerde kaldı. Neticede Allah onu bir yıldıza çevirdi. Abdullah
bin Ömer o yıldızı her gördükçe lânet eder ve: “Hârut ve Mârut’u
fitneye düşüren budur!” derdi. Hârut ile Mârut akşam
olunca mûtad şekilde semâya çıkmak istediler, fakat muvaffak
olamadılar. Mahvolduklarını anladılar. Allah kendilerini,
dünya azâbı ile âhiret azâbından birini seçmeleri hususunda
66 Taberî, I/456
AHMED KALKAN
~ 56 ~
serbest bıraktı. Dünya azâbını tercih ettiler. Bâbil’de asıldılar
ve insanlara sihirle konuşmaya başladılar. 67
Er-Rabî’den rivâyete göre, yine benzer şekilde anlatılan
olayda bu iki meleğin şiddetle arzuladıkları bu kadın, “şarap
içmek, adam öldürmek ve puta tapmaktan birini tercih edin”
dedi. Melekler: “Bu üç tekliften hiç biri bize yakışmaz, ama
yine de bunların en ehveni şarap içmektir” dediler. Kadın onlara
şarap sundu. Şarap kendilerini iyice sarhoş edince, kadınla
zinâ ettiler. Bu halleri devam ederken yanlarına bir kişi
geldi ve durumu gördü. Bu adamı, gördüklerini sağda solda
yayıp bizi rezil etmesin diye öldürdüler. Sarhoşluk halleri
geçip ayıldıktan sonra, işledikleri günahı ve cürmü anladılar
ve semâya çıkmak istediler, fakat buna muvaffak olamadılar.
Allah tarafından bu arzularına mâni olundu. İş bu raddeye
geldiği zaman, yeryüzünde bulunan bu iki melekle semâ ehli
arasındaki perde açıldı. Melekler, Hârut ile Mârut’un içine
düştükleri günah ve hayatı gözleriyle gördüler ve bundan
dolayı hayret ve dehşete kapıldılar. Ve melekler bu vesîle ile
şunu anladılar ki; kim Allah’tan ırak, O’nun murâkabe, müşâhede
ve kontrolünden uzak kalırsa o kimse Allah’tan daha az
korkar. Artık bundan böyle melekler, yeryüzünde yaşayanların
tümüne (imanlı ve imansız oluş hallerine bakmadan)
istiğfâr etmeye başladılar. Hârut ile Mârut yukarıda anlatılan
hatalara düşünce, kendilerine taraf-ı İlâhî’den şöyle bir teklif
geldi: “Dünya azâbını veya âhiret azâbını, bu ikisinden birini
tercih edin!” Melekler: “Dünya azâbı fâni, âhiret azâbı bâkîdir”
deyip dünya azâbını seçtiler. Bâbil ülkesinde bırakıldılar
ve kendilerine orada azâb olunmaktadır. 68
67 Taberî, I/457
68 Taberî, I/457-458; İbn Kesîr, Tefsîr, el-Bidâye; el-Vâhıdî, Tefsir; el-Kirmânî, Lübâbü’t-Tefsir;
Tefsîru Askerî; Ebul’l-Leys es-Semerkandî; et-Tabressî; et-Tıbyân vb.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 57 ~
Bu konu, temel çerçevenin hemen aynı şekilde anlatıldığı
hadis rivâyeti olarak da kaynaklara geçmiştir. Hadis rivâyetine
göre, yukarıdaki rivâyetlerde anlatıldığı gibi Hârut ve Mârut,
her üç büyük günahı da işlemişler, dünya azâbını tercih
etmişlerdir. 69
Melekleri zina ettiren masalcı âlimlerimiz onların
Allah’a isyan edemeyeceklerini nasılsa unutmuşlar:
“O melekler ki, Allah’ın kendilerine emrettiğine karşı
gelmezler ve kendilerine emredileni yaparlar.”70
İbn Cerîr’in, İbn Ömer’den nakline göre Nâfi’ şöyle anlatır:
Ben Abdullah İbn Ömer ile yolculuk yaptım. Yolculuğumuz esnâsında
gecenin sonuna doğru İbn Ömer bana: “Ey Nâfi’! Bak
hele, ‘el-Hamrâ’ (Kırmızı yıldız, yani Çobanyıldızı) doğmuş
mu?” dedi. Ben de “hayır, doğmamış” dedim. İbn Ömer bu soruyu
iki veya üç kere tekrarladı. Sonra ben (zamanı gelip doğduğunda):
“Şimdi doğdu!” dedim. İbn Ömer bunun üzerine:
“Ona merhaba da, hoş safâ da yok!” dedi. Ben: “Sübhânellah,
Allah’ın emrine boyun eğmiş, itaatli, söz dinler bir yıldızdır o!
(ona bu tarzda kızmanın mânâsı ne?)” dedim. Bunun üzerine
İbn Ömer: “Sana sadece Hz. Peygamber’den (s.a.s.) duyduğumu
söylüyorum; Efendimiz bana şöyle buyurdu: “Melekler:
‘Ey Rabbimiz, bunca hata ve günahlarına karşılık, insanlara
nasıl sabırlı davranıyorsun?’ dediler. Cenâb-ı Hak, kendilerine:
‘Ben onları sınadım, sizleri ise onların işlediği günah ve
fitnelerden korudum’ buyurdu. Melekler: ‘Biz onların yerinde
olsak yine Sana isyan etmezdik’ dediler. Bu iddiâya karşılık
Allah: ‘İçinizden iki melek seçin!’ emrini verdi. Onlar da
Hârut ve Mârut’u seçtiler.” 71
69 Ahmed bin Hanbel, Müsned, hadis no: 6178; Taberî, II/433; İbn Kesîr, I/241-242
70 66/Tahrîm, 6
71 Taberî; İbn Kesîr; İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an vb.
AHMED KALKAN
~ 58 ~
Hz. Ali’den rivâyet; Amr bin Saîd, Hz. Ali’nin şöyle söylediğini
naklediyor: “Ez-Zühre” (Çobanyıldızı, Venüs) ismindeki
yıldız, aslında İranlılardan güzel bir kadındı. Bu kadın vaktiyle,
Hârut ve Mârut ismindeki iki meleğe dâvâcı olarak geldi.
Melekler kadını görünce ondan murad almak istediler. Kadın
onların teklifini, okudukları zaman göklere çıkmalarını temin
eden şeyi öğretmeleri şartıyla “peki” dedi. Kadına öğrettiler.
Kadın duâyı okudu, gökyüzüne yükseldi ve o anda (Allah
tarafından) yıldıza çevriliverdi.72 Yine Hz. Ali’den el-Hâfız
Ebû Bekr İbn Medûye’nin nakline göre, Hz. Ali şöyle demiştir:
“Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah Zühre’ye (Çobanyıldızı
da denilen Venüs gezegenine) lânet etsin! Çünkü Hârut
ve Mârut isimli iki meleği fitneye düşüren odur.” 73
Meleklerin zina ettiğine dair masallar uyduran tefsir
âlimlerimiz, meleklerin erkeklik ve dişiliğinin olmadığını
nasılsa unutmuşlar.
HÂRUT VE MÂRUT NASIL BIR CEZÂYA ÇARPTIRILDILAR?
Rivâyetlere göre, Hârut ve Mârut’a işledikleri üç büyük
günahtan dolayı Allah tarafından verilen ceza konusunda da
ihtilâflar vardır:
• Kıyâmet kopuncaya kadar saçlarından asılma cezâsına
çarptırıldılar;
• Başları kanatlarının altına kıstırılmıştır;
• İçi ateş dolu bir kuyuya atılmışlardır;
72 Taberî; İbn Kesir
73 Zâdu’l-Mesîr I/124; İbn Kesîr I/243
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 59 ~
• Baş aşağı asılmışlardır ve devamlı olarak demir kırbaçlarla
kırbaçlanmaktadırlar;
• Ayaklarından uyluklarına kadar tartılmış vaziyettedirler;
• Rivâyete göre bir zat kendilerinden sihir öğrenmek
niyetiyle Hârut ve Mârut’a gitti. Onları ayaklarından asılmış
vaziyette buldu. Gözleri kızarmış, derileri simsiyah olmuştu.
Dilleri ile asılmış oldukları yerde bulunan su arasındaki
mesâfe dört parmak kadardı. Onlar bu vaziyette “susuzluk”
ile cezalandırılıyorlardı. Meleklerin bu durumu adamı ürpertti
ve gayrı ihtiyârî “Lâ ilâhe illâllah” dedi. Melekler bunu
işitince adama kim olduğunu sordular. O da, “İnsanlardan
herhangi biri olduğunu” söyledi. Adama ikinci defa, “kimin
ümmetinden olduğunu” sordular. O da: “Muhammed ümmetinden
olduğunu haber verdi. Melekler: “Muhammed (s.a.s.)
peygamber olarak gönderildi mi?” dediler. O da: “evet” dedi.
Melekler: “Elhamdü lillâh” deyip sevinç ızhar ettiler. Yanlarına
varan zat, sevinçlerinin nedenini sordu. Melekler: “O kıyâmet
peygamberidir (âhir zaman nebîsidir). Artık işkencemizin
bitmesi yakındır” dediler;74
• Bâbil’de bir mağarada azâb içindedirler. 75
OLAYIN GEÇTIĞI YER
Allah Teâlâ, âyette76 bahsi geçen iki meleğin Bâbil denen bir
memlekete indirildiğini beyan ediyor. Ama dünya coğrafyasında
buranın yerini Kur’an bize bildirmiyor. Kur’an’ın bildirmediği
şeylerin arkasına düşmenin çok zaman müslümanlara
74 M. Tenzîl, I/43; el-Vâhıdî, Tefsir, varak 37a-b
75 İbn Hazm, el-Fasl, IV/32; naklen Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyat, s. 151
76 2/Bakara, 102
AHMED KALKAN
~ 60 ~
faydası yoktur. Buna rağmen bazı müfessirler bu gibi şeylere
fazlaca düşkünlük göstermişlerdir. Bâbil’in yerini tâyin için
öne sürülen yerler:
• Irak;77
• Kûfe;78
• Hîre ile Bâbil arasında bir yer;79
• Nusaybin;80
• Dünbavend Bâbil’i;81
• Demavend dağı;82
• Garpta bir yer;83
• Bir kasaba adı;84
• Arzda bir yer adı;85
• Arzda bir dağ.86
Görüldüğü gibi, âlimlerimiz, meşhur tefsircilerimiz nelerle
uğraşmış. Hakkında hiçbir nass olmayan ve bilinmesinde
de bizim için hiçbir fayda olmayan bir konuda âlimlerimiz
nasıl zanlarını bilgi gibi sunmuşlar.
Zühre ile Hârut ve Mârut’a ait hadis diye uydurulanlar,
o zamanlar kamera olsa idi yıllarca izlenen
dizi film olurdu.
77 Et-Tûsî, et-Tıbyân, I/374; el-Muharrar, I/varak 84a; Zâdü’l Mesîr, I/125; İbn Hazm, el-
Fasl, IV/34
78 et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175; el-Muharrar, I/varak 84a
79 el-Muharrar, I/varak 84a
80 et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175; el-Muharrar, I/varak 84a; Zâdü’l Mesîr, I/125
81 Et-Taberî, I/459
82 el-Muharrar, I/varak 84a; et-Tıbyân, I/374; et-Tabressî, I/175
83 İbn Atıyye, el-Muharrar, I/varak 84a
84 Et-Taberî, I/459
85 Et-Taberî, I/459
86 Zâdü’l Mesîr, I/125
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 61 ~
RIVÂYETLERIN TAHLILI
Bakara sûresinin 102. âyetinden başka, Kur’an’da
hakkında hiçbir açıklama bulunmayan ve sahih yollarla
Hz. Peygamber’e ulaşan bir hadis de mevcut
olmayan bu Hârut ve Mârut meselesi, görüldüğü
gibi özellikle meşhur tefsir kitaplarımızda bir hayli
yer tutmuştur. Belki yüzde doksan oranında; tefsirle,
siyerle, peygamberler tarihi ve megâzi ile uğraşan
ve akaid sahasında eser veren müellifler rivâyetleri
hiçbir tenkîde tâbi tutmadan kitaplarına almışlar.
Haberleri, rivâyet veya dirâyet yönünden ve bazen
de her ikisi bakımından tetkik edenler oldukça azdır.
Haberlerden bazıları birçok yönleri ile masaldan
farksız olduğu halde, nedense bunlara dikkati çekmemişlerdir.
İsrâiliyattan olan bu haberlerin naklinde
sayısız mahzurlar vardır. Birçok yönleri ile
bunlar bâtıl ve lüzumsuzdur. Eğer bunlar İslâmî
eserlere girmemiş olsaydı, üzerinde durmaya hiç de
lüzum yoktu. Rivâyetler, tenkîd ve tahlile tâbi tutulmalıdır.
Âyette geçen Bâbil’in neresi olduğunu tâyin için ortaya
atılan görüşlerin sayısı on’a varmıştır. Belki bu türlü görüşler
insanın içindeki merak ve tecessüsü tatmin için iyi şeyler
olabilir. Ama bunların yeri, tefsire dair eserler olmamalıydı.
Çünkü bunlar âyetten gâye olan irşâd ve öğütleri bir ölçüde
gölgeliyor ve murâd-ı ilâhî bunlar arasında kaybolup gidiyor,
âyetin mânâsını düşünmek yerine, mü’minler Bâbil’in
neresi olduğu sorusu ile uğraşıyorlar. Neticede ortaya atılan
AHMED KALKAN
~ 62 ~
görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin eğri olduğu yolunda
gerçek bir fikre sahip olunamıyor. O zaman bu uğraşmalar
tamamıyla lüzumsuz, faydasız oluyor, abesle iştigal sınıfına
giriyor.
Hârut ve Mârut’tan maksat kimlerdir? Bunun hakkında da
bir hayli şeyler söylenmiştir. Yukarıda da temas edildiği gibi
Hârut ve Mârut’tan maksat iki melektir. Ama bu isimler etrafında
uydurulan şeylerin vebali tamamıyla uyduranlara âittir
ve mü’minler bunlara asla îtibar etmemelidirler. İbn Hazm,
bu iki isimden maksadın iki melek olduğuna şiddetle karşı
çıkmıştır. Bâzı âyetlere istinad etmeye çalışarak görüşünü
müdâfa eden müellife göre, bunlar olsa olsa iki şeytandır
veya cinlerden iki kabîle adıdır.87 Hârut ve Mârut’un, Hz. Dâvud
ve Hz. Süleyman olduğu bile öne sürülebilmiştir. Hârut
ve Mârut’un kim olduklarını aydınlığa kavuşturmak için öne
sürülenleri lüzumsuz ve gülünç bulan İbn Kesîr, bu konuya
ait bazı haberleri tek tek inceler ve bunların itimada şâyân
olmadıklarını ortaya koyar. 88
Hârut ve Mârut ile ilgili hadis rivâyeti ve diğer rivâyetlere
gelince: Ahmed bin Hanbel tarafından tahrîc edilen bu hadis
rivâyeti, Abdürrezzak’ın tefsîrindeki rivâyetten anlaşıldığı
gibi, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) âit değildir. Rivâyet, Abdullah
bin Ömer vâsıtasıyla Kâ’bu’l-Ahbâr’dan alınmıştır. Yani bu
haber doğrudan doğruya Kâ’b’ın sözüdür ve isrâiliyattır.89
Farklı hadis rivâyetlerini kaydettikten sonra İbn Kesîr, şu
hükme varır: “Hadis döndü dolaştı ve neticede yahûdilere âit
kitaplardan ve Kâ’bu’l-Ahbar’ın nakli noktasında düğümlendi;
bu haber isrâiliyattandandır.”90 Ebû Bekr İbn Merûye’nin
87 İbn Hazm, el-Fasl, IV/32-33; Naklen A. Aydemir, s. 153
88 İbn Kesîr, I/240-241
89 İbn Kesîr, I/241-242
90 İbn Kesîr, I/242-243
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 63 ~
Hz. Ali’den rivâyet ettiği hadis rivâyeti için de İbnu’l-Cevzî:
“Bunlar sıhhati sâbit olmayan şeylerdir” der. 91
İbn Kesîr, bir kısmını örnek olarak gördüğümüz Hârut ve
Mârut kıssasının varyasyonlarının tümünü bir arada şöyle
değerlendirmektedir: “Bu Hârut ve Mârut kıssası, Mücâhid,
Süddî, Hasan, Katâde, Ebu’l-Âliye, Zührî, Rebî’ bin Enes ve
Mukatil bin Hayyân gibi tâbiûndan rivâyet edilmiştir. Ayrıca
mütekaddim ve müteahhir müfessirlerin çoğunluğu da bu
kıssayı az çok anlatmışlardır. Hâsıl-ı kelâm bu kıssanın tafsîlâtı
benî İsrâil haberlerine dayanmaktadır. Üstelik Peygamberimiz’e
kadar kesintisiz sahih senetli bir hadis de vârid olmuş
değildir. Kur’an’da onlar hakkında anlatılanlar, kıssanın
tafsilâtsız icmâli olup, biz ancak Kur’an’da anlatıldığı kadarına
inanırız. Allah, gerçeği en iyi bilendir.” 92
Hârut ve Mârut’a ait yukarıda örnekleri görülen söylentilerin
aslı olmadığı halde, birçok İslâmî eserlerde, cezalarının
üzerinde durulmuştur. Müellifler, bu türlü düzmeler melekler
hakkında câiz midir, değil midir sorusuna cevap vermeden;
bunu araştırmaya lüzum görmeden onların cezalarının
şekli ile uğraşmışlardır. Kıssanın isrâiliyattan olduğu tesbit
edildikten sonra artık, meleklerin uğradığı işkenceyi tâyine
veya üzerinde durmaya hiç gerek yoktur!
Kısaca ifade etmek gerekirse, Hârut ve Mârut’un Zühre ile
ilgili ve hayal ürünü mâcerâlarını dile getiren tüm rivâyetler
bâtıldır ve hepsi de akıl, mantık ve İslâmî ölçüler yönünden
reddi gereken şeylerdir. İsrâiliyattan, hem de İslâm’a taban
tabana zıt isrâiliyattan olan bu haberlerin hiç birine iltifat etmemek
gerekir. Bu efsânelerin kitaplara geçmiş olması ne kadar
acıdır. Hârut ve Mârut konusu hakkında rivâyet edilenler,
91 İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, I/124
92 İbn Kesîr, Tefsir I/203
AHMED KALKAN
~ 64 ~
dikkatli muhaddislerin gözlerinden kaçmamıştır. Uydurma
hadislere ait mecmualarda rivâyetler tahlil edilmiş ve bunların
Hz. Peygamber veya sahâbeye ait oluşu reddedilmiştir. 93
İmam Kurtubî, bu rivâyetler hakkında şöyle der: Melekleri,
her türlü günahlardan berî gösteren inanca ve onların
ismetine/günahsızlığına dair Kur’an’ın haberlerine aykırıdır.
Melekler hakkında Kur’an; “Allah’ın kendilerine buyurduğuna
karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.”94;
“Bilâkis melekler, ikrâma mazhar olmuş kullardır.”95; “Onlar bıkıp
usanmaksızın gece ve gündüz tesbih ederler.”96 buyurmaktadır.
Kadının Zühre (Venüs) gezegenine dönüşmesi olayına gelince:
Allah Teâlâ yıldızları ve gezegenleri, gökleri yarattığı
zaman vücûda getirdi. Nitekim bir haberde: “gökyüzü yaratıldığında
yıldız ve gezegenlerin de yaratıldığı” bildirilmiştir.
Bu da Hak Teâlâ’nın şu kavlinin mânâsı içindedir: “Her biri
belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.”97 Bununla da
sâbit olmuştur ki, Zühre (Venüs) ve Süheyl (güneydeki parlak
yıldız), Âdem’in (a.s.) yaratılmasından önce de var idiler.98
Rivâyetler içinde geçen ve meleklerin dünya azâbı ile âhiret
azâbından birini tercih etmede serbest bırakıldıklarını
ifade eden kısım da sakattır. Bu konuda evlâ olan meleklerin
azâb ile tevbe arasında özgür kılınmalarıdır. Zira Allah bir
ömür boyu kendisine şirk koşanları bile azâb ile tevbe arasında
serbest bırakmıştır. Rahmeti bu kadar geniş olan Yüce
Yaratıcı, nasıl olur da, bu hususta Hârut ve Mârut’a karşı cimri
davranır?
93 Bu konudaki örnekler için bkz. A. Aydemir, s. 157
94 66/Tahrim, 6
95 21/Enbiyâ, 26
96 21/Enbiyâ, 20
97 36/Yâsin, 40
98 Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an I/52
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 65 ~
Allah, Hârut ve Mârut’a “eğer Âdemoğullarını imtihan için
vesîle yaptığım şeyleri size tatbik etseydim, siz de tıpkı onlar
gibi Bana âsî olurdunuz” buyurunca melekler: “Hayır ya Rab!
Sen dediğini bize yapsan, biz Sana asla âsî olmayız” dediler.
Bu cümle Allah’ı tekzibdir, O’nu cehâletle suçlamadır ve açık
küfürlerdendir.
Kıssacıların; Hârut ve Mârut azâb içinde olmalarına rağmen
(hâlen insanlara) sihir öğretmektedirler, Cenâb-ı Hakk’a
yalvarmaktadırlar ve ceza çekmektedirler” rivâyet ve iddiaları
da akıl mantık açısından tuhaf ve tutarsızdır. Hem ceza
çekerken tevbe ediyorlar, hem de küfür olduğu halde sihir
öğretmeye devam ediyorlar!
Kıssaya ait rivâyetlerde Zühre’nin fâcire bir kadın
olduğu ve Hârut ile Mârut’u fitneye düşürdüğü
ifade ediliyor. Arkadan da semâlara yükseltiliyor.
Ahlâksız bir kadın nasıl olur da semâlara yükseltilir?
Diyelim ki Zühre göklere çıktı. Nasıl parlak
bir yıldız olabilir? (Şimdiki modern zihniyet de,
bazı ahlâksız kadınları meleğe benzettiği yetmiyor
gibi, içlerinden şarkı söyleyebilenlere veya dizilerde,
filmlerde rol yapabilenlere de “yıldız” diyor, onları
göklere çıkarıyor ya…) Cezâ neticesi kadının yıldıza
tebdîl edildiği ifade ediliyor. Günahkâr olan bu
kadının parlak değil de; simsiyah olması gerekmez
miydi? Zühre (Venüs) adıyla anılan yıldız, göklerin
yaratıldığı günden beri semâda cevelân eden, hiçbir
şeyden haberi olmayan, günah veya sevapla uzaktan
yakından en ufak bir ilgisi ve irtibatı bulunmayan
AHMED KALKAN
~ 66 ~
bir gök cismidir. Kendi adına düzülen bu tür yalanlardan
onun asla haberi bile yoktur!99
Büyük müfessirlerimizden ve derin âlimlerimizden niceleri,
gaybı taşlamanın dayanılmaz hafifliğini göstermiş. Tabii,
her konuda nasıl ihtilaf edileceğini maalesef çok mâhirane
şekilde göstermişler. Allah’ın apaçık hükmüne rağmen, o
hükme zıt görüşler savunabilmişler Bazı tefsircilerimiz içinden,
Hârut ve Mârut iki melektir diyen çıkmış Kuran’daki ifadeye
uygun anlamlar yükleyenler olmuş. Allah; iki melektir
diyor. Bu iki melek kim? Bazı tefsircilerimiz bunların adlarını
koymuş; Cebrail ve Mikail diye. İnsanlardan iki kişidir
diyenler, iki hükümdar, iki şeytan, cinlerden iki kabile, Siccin
isminde meleğin yardımcıları, ins ve cin şeytanları, Davud ve
Süleyman. Daha fazla diyecekler ama bu kadar ihtilaf yeterli
demişler sağ olsunlar. Kur’an “iki melek” desin istediği kadar;
müfessirlerimizin kimi “hayır o iki melek değildi, iki melikti”
diyenler çıkmış bir hayli, tekrar edeyim o iki meleğe zina da
ettirmişler, içki de içirmişler, putlara da taptırmışlar ve böyle
insan gibi yaşasalarmış melekler bunları yaparlarmış.
İnsanoğlunu kınamış melekler ne kadar fesat çıkartıyor
diye. ‘İçinizden iki meleği seçin yeryüzüne insan gibi göndereyim
bakalım onlar ne yapacaklar’ demiş Allah ve o iki
melek de her türlü haltı yemiş. Dolayısıyla melekler bile yeryüzüne
gelseler her türlü günahı işleyeceklerine göre; sanki
denilmek isteniyor ki; insan olarak bizim o kadar günah işlememiz
gayet normal… Yani Allah’ın kitabı, melekleri böylesine
aşağılayacak İsrailiyata, böyle masallar uydurup âyet
açıklaması diye sunulacak bir kitap olmaması gerekiyor. Yine
melekler meallerin birçoğunda hep sihir öğreten konumuna
düşmüşler. Biz melekleri meallerin yanlış şekilde izah ettiği
99 A. Aydemir, a.g.e. s. 136-161; karş. Yusuf Özbek, İslâm Açısından Sihir, s. 101-131 100
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 67 ~
bu tür küfürden ve böylesi büyük günahlardan tenzih ederiz.
Onlar Allah’a tümüyle ibâdet eden, isyan etmeyen varlıklardır.
Biz meleklere bu şekilde iman ederiz. Yanılanlar melekler
değil, onlar hakkında uydurma ifadeler kullanan maalesef
tefsircilerimiz ve mealcilerimizdir. Meal ve tefsirlerdeki sihir
öğretme ifadesi Allah’a ve meleklere iftira sayılabilecek bir
çirkinliktir.
KUR’AN’DA SIHIR KELIMESININ GEÇTIĞI DIĞER ÂYETLER
“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! (...) Hani
İsrâiloğullarını (seni öldürmekten) engellemiştim; kendilerine
apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman, içlerinden inkâr
edenler, ‘bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir’ demişlerdi.”
100
“Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir Kitap indirseydik de
onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, yine de inkâr ediciler: ‘Bu,
apaçık büyüden başka bir şey değildir’ derlerdi.”101
“Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili
bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz?
Dediler ki: O’nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı
(memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp) sana
getirsinler. Sihirbazlar Firavun’a geldi ve ‘eğer üstün gelen biz
olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?’ dediler. (Firavun:)
‘Evet, hem de siz mutlaka yakınlarımdan olacaksınız’ dedi. (Sihirbazlar,)
‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın,
yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’ dedi.
Onlar atınca İnsanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular
ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya, ‘asanı
100 5/Mâide, 110
101 6/En’âm, 7
AHMED KALKAN
~ 68 ~
at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını
yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların
yapmakta oldukları yok olup gitti. (Firavun ve kavmi) orada
yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye
kapandılar. ‘Mûsâ ve Hârun’un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine
inandık’ dediler. Firavun dedi ki: ‘Ben size izin vermeden
O’na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehrin (Mısır) kıptî olan
halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama
yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz! Mutlaka ellerinizi
ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi
asacağım.’ Onlar, ‘Biz zaten Rabbimiz’e döneceğiz. Sen sadece,
Rabbimiz’in âyetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden
intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz, üstümüze sabır yağdır ve bizi
müslüman olarak öldür’ dediler.”102
“Ve dediler ki: ‘Sen bizi büyülemek için her ne mûcize getirirsen,
biz asla sana inanacak değiliz.”103
“Firavun dedi ki: ‘Bilgili bütün sihirbazları bana getirin!
Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: ‘Atacağınızı atın’ dedi. Onlar
(iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah
onu iptal edecek, boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/
bozguncuların işini düzeltmez. Suçluların hoşuna gitmese de
Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.”104
“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve iman edenlere,
Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu
müjdele’ diye vahyetmemiz, İnsanlar için şaşılacak bir
şey mi oldu ki, o kâfirler: ‘Bu elbette apaçık bir sihirbazdır’ dediler.”
105
102 7/A’râf, 109-126
103 7/A’râf, 132
104 10/Yûnus, 79-82
105 10/Yûnus, 2
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 69 ~
“Katımızdan onlara hak (mûcize) gelince: ‘Bu elbette apaçık
bir sihirdir’ dediler. Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde onun için
(hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar
iflâh olmazlar’ dedi.”106
“...(Rasûlüm!) ‘ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz’
desen, kâfir olanlar derhal ‘bu, açık bir büyüden başka bir şey
değildir’ derler.”107
“Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken
onlar hâlâ buna (Kur’an’a) inanmıyorlar. Onlara gökten bir
kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, yine ‘gözlerimiz boyandı,
daha doğrusu bize büyü yapılmıştır’ derler.”108
“Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi
aralarında fısıldaşırlarken de o zâlimlerin, ‘Siz, sihirlenmiş
bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!’ dediklerini çok iyi biliriz.”
109
“(Firavun’un sihirbazları) şöyle dediler: ‘Bu ikisi (Mûsâ ve
Hârun), muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak
ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar
sadece. Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde
gelin! Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır. Dediler ki:
‘Ey Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ‘Hayır, siz atın’
dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine
gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Mûsâ, birden içinde
bir korku duydu. ‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek olan, kesinlikle
sensin.’ Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun.
Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Sihirbaz/büyücü ise,
106 10/Yûnus, 76-77
107 11/Hûd, 7
108 15/Hıcr, 13-15
109 17/İsrâ, 47
AHMED KALKAN
~ 70 ~
nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz. Bunun üzerine sihirbazlar
secdeye kapandılar; ‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman
ettik’ dediler.”110
“...(O müşrik) zâlimler (mü’minlere:) ‘Siz, ancak büyüye tutulmuş
bir adama uymaktasınız!’ dediler.”111
“Dediler ki: ‘Sen, olsa olsa iyice sihirlenmiş birisin!”112
“(Firavun ve adamları Hz. Mûsâ’ya, azâbı görünce) Dediler
ki: ‘Ey sihir ustası! Sana verdiği ahid uyarınca bizim için Rabbine
duâ et; çünkü biz, doğru yola gireceğiz.”113
“İşte böylece, onlardan öncekilere herhangi bir peygamber
geldiğinde hemen: ‘O, bir büyücüdür veya delidir’ dediler.”114
“O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da, ‘işte yalanlayıp
durduğunuz ateş budur’ denilir. Bir sihir midir bu, yoksa görmüyor
musunuz?”115
“(Ey Muhammed!) Sen öğüt ver, Rabbinin nimetiyle sen ne
bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli.”116
“Onlar bir mûcize görürlerse hemen yüz çevirirler ve: ‘eskiden
beri devam edegelen bir büyüdür’ derler.”117
110 20/Tâhâ, 63-70
111 25/Furkan, 8
112 26/Şuarâ, 153
113 43/Zuhruf, 49
114 51/Zâriyât, 52
115 52/Tûr, 13-15
116 52/Tûr, 29
117 54/Kamer, 2
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 71 ~
“(Rasûl’üm,) Sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun (cinlenmiş
veya deli) değilsin.”118
“De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın
şerrinden, düğümlere üfleyenlerin şerrinden, hased ettiği
zaman hasedçinin şerrinden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.”
119
HADIS-I ŞERIFLERDE SIHIR KAVRAMI
“İçki bağımlısı, sihre inanan ve akrabalarıyla alâkasını
(sıla-i rahmi) kesen cennete giremeyecektir.”
(Hadisin bazı rivâyetlerinde “mü’minun bi-sihrin,
-sihre inanan-” geçmesine karşılık, bazılarında “musaddıkun
bi’s-sihr -sihri tasdik eden-” şeklinde geçmektedir.)
120
“Düğüm atarak üzerine üfleyen kimse sihir yapmıştır.
Sihir yapan ise şirk koşmuştur. Üzerine bir şey
takan kimse, (taktığı şeye) güvenmiş olur.”121
“(Şu) Helâk edici yedi şeyden sakının.” Dediler ki:
‘Bunlar nelerdir, ey Allah’ın Rasûlü? Buyurdular ki:
“Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir yapmak, Allah’ın
haram kıldığı canı haksız yere öldürmek, yetim malı
118 68/Kalem, 2
119 113/Felak, 1-5
120 Ahmed bin Hanbel, 4/399; Ebû Ya’lâ, el-Müsned hds no: 3386; İbn Hibbân, Sahîh
7/366, 648; Hâkim, Müstedrek 4/146
121 Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 199, 7/117
AHMED KALKAN
~ 72 ~
yemek, fâiz malı yemek, savaşta düşmandan kaçmak,
kendini savunmaktan âciz nâmuslu kadınlara
zinâ iftirâsında bulunmak.”122
İki yahûdiden birisi, diğerine ‘beraberce gidip şu peygamber’e
soru soralım’ dedi. Arkadaşı, ‘ona peygamber deme!
Sonra senin ona peygamber dediğini duyarsa (sevincinden)
dört gözlü olur’ dedi. Sonra Nebî’ye (s.a.s.) geldiler ve ona:
“Mûsâ’ya apaçık dokuz âyet verdik” 123 âyet-i kerimesini sordular.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah’a
hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın, zinâ etmeyin, Allah’ın haram
kıldığı bir canı haksız yere öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sihir
yapmayın, bir suçsuzu öldürmesi için devlet adamına götürmeyin,
fâiz yemeyin, iffetli bir kadına zinâ suçu isnâd etmeyin,
savaştan kaçmayın ve siz yahûdilere mahsus olmak üzere Cumartesi
gününe tecâvüz etmeyin.” Bunun üzerine o iki yahûdi,
Hz. Peygamber’in iki elini ve iki ayağını öptüler. ‘Senin peygamber
olduğuna şehâdet ederiz’ dediler. Hz. Peygamber, “o
halde müslüman olmaktan sizi engelleyen nedir?” buyurunca
dediler ki: ‘Dâvud (a.s.), zürriyetinden bir peygamberin devamlı
olarak bulunması için duâ etmiştir. Şâyet müslüman
olursak, yahûdilerin bizi öldürmelerinden korkarız.124
“Dâvud Peygamber’in gecede bir saati vardı ki, bu saatte
âilesini uyandırarak şöyle derdi: ‘Ey Dâvud âilesi, kalkın ve namaz
kılın. Zira bu saat öyle bir saattir ki, sâhir (sihir ve büyüyle
uğraşan) veya vergi toplayandan başkasının duâsına karşılık
verilir.”125
122 Buhârî, Vesâyâ 23, Tıb 48, Muhâribîn 31; Müslim, İman 38, 4; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10,
1; Nesâî, Vesâyâ 11
123 17/İsrâ, 101
124 Tirmizî, İsti’zân 33, Tefsîr Benî İsrâil 18, 16; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem 18; İbn Mâce, Edeb
16/2
125 Ahmed bin Hanbel, 4/22, 218
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 73 ~
“(Belîğ olan) sözlerden bir kısmı, muhakkak sihirdir.”126
“Baykuşlarda (uğursuzluk diye) bir şey yoktur. Yorum yapmanın
en doğrusu, hayra yormadır. Göz değmesi de bir gerçektir.”
127
“Uğursuzluğa yorma yoktur. Dürüst yorum, güzel söz hoşuma
gider.”128
“Fal açan ve kendisi için fal açtıran ve kehânette bulunan ve
kendisi için kehânette bulunulan ile sihir yapan ve kendisi için
sihir yaptıran kişi Bizden değildir.”129
KUR’AN SIHIR İÇIN HAK/GERÇEK MI DER, Y OKSA BÂTIL MI?
Nice akaid kitapları sihir haktır, diyebiliyor; nice
âlim de yine sihrin hak olduğunu vurguluyor. Bu
âlimler yanılabilir mi? Yanılabilir. Peki, hiç yanılmayan
Kur’an ne diyor? “Sihir” kelimesi, Kur’an’da
“hile”130, “kandırmak ve aldatmak”131, uydurma132, hayal133
anlamlarında kullanılır. Sihirbazlar/büyücüler
fesatçı/bozguncu (müfsid) olarak değerlendirilir
126 Buhârî, Tıbb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
127 Tirmizî, Tıbb, hadis no: 2062; İbn Mâce, Tıbb, hadis no: 3506-3509; Ebû Dâvud, Tıb,
c. 2, s. 336
128 Buhârî, Tıbb 44; Müslim, Selâm 111, 112; Ebû Dâvud, Tıbb, c. 2, s. 343; Tirmizî, Siyer,
hadis no: 1615; İbn Mâce, c. 2, s. 365-366
129 Bezzâr, Müsned; Taberânî, Mu’cemu’l-Evsat
130 20/Tâhâ, 64, 69
131 23/Mü’minûn, 89
132 7/A’râf, 117
133 20/Tâhâ, 66
AHMED KALKAN
~ 74 ~
ve Allah’ın onların işini düzeltmeyeceği açıklanır.134
Kur’an, sihirbazların, nereye gitseler başarılı olamayacağını
belirtir.135 Allah, sihri tesirsiz bırakacak,
iptal edecektir.136 Kur’an net olarak sihre bâtıl, sihri
iptal eden mûcizeye de hak demektedir.137 Kur’an’ın
hükümlerini mi kabul edeceğiz, yoksa bazı âlimlere
atfedilen Kur’an’a taban tabana zıt görüşleri, rivayetleri
mi?
“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya)
atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz
atın’ dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları
korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de
Mûsâ’ya, ‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların
uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece hak ortaya
çıktı ve onların yapmakta oldukları bâtıl (yok) olup gitti.138
“Katımızdan onlara hak (mûcize) gelince: ‘Bu elbette apaçık
bir sihirdir’ dediler. Mûsâ: ‘Size hak geldiğinde onun için
(hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar
iflâh olmaz, kurtuşa ermezler’ dedi.” 139
Öyle ise hilenizi (keyd) kurun; sonra sıra halinde gelin!
Muhakkak ki bugün, üstün gelen kazanmıştır. Dediler ki: ‘Ey
Mûsâ! Ya sen at veya önce atan biz olalım.’ ‘Hayır, siz atın’ dedi.
Bir de baktı ki, büyüleri sâyesinde ipleri ve sopaları, kendisine
gerçekten koşuyor gibi hayal oluyor, görünüyor. Mûsâ,
134 10/Yûnus, 81
135 20/Tâhâ, 69; 10/Yûnus, 77
136 10/Yûnus, 81
137 7/A’râf, 118
138 7/A’râf, 116-118
139 10/Yûnus, 76-77
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 75 ~
birden içinde bir korku duydu. ‘Korkma!’ dedik, ‘üstün gelecek
olan, kesinlikle sensin.’ Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını
yutsun. Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Sihirbaz/
büyücü ise, nereye varsa (ne yapsa) iflâh olmaz, başarıya
ulaşamaz. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar;
‘Hârun’un ve Mûsâ’nın Rabbine iman ettik’ dediler.”140
Kur’an, Hz. Mûsâ ile Firavun’un sihirbazları arasındaki
mücâdeleyi, değişik sûrelerde ve bazı ayrıntılarla birlikte
açıklar.141 Bu mücâdelenin vurgulanması, her dönemde değişik
biçimde ve farklı araçlarla Firavunların sihirbazlar/
büyücüler (hakkı bâtıl ve bâtılı hak, akı kara ve karayı ak gösterenler,
insanları çeşitli hilelerle kandıran ve oyalayanlar)
ile vahyin ve Peygamberî dâvetin karşısına çıkacaklarını hatırlatır.
Yine mü’minlere ders ve moral verilir; kim olurlarsa
olsunlar, büyücülerin ortaya koyduklarını Allah boşa çıkarıp
iptal edecek, her nerede olurlarsa olsunlar büyücüler başarısız
olacaklar, her iki dünyada da felâha kavuşamayacaklar,
kurtuluşa eremeyeceklerdir.
İlginçtir ki bazı yazarlar Kur’an “sihir bâtıldır, Allah
onu bâtıl kılacak, iptal edecektir” dediği halde,
“Sihir haktır.” demişler, bununla da yetinmeyip Allah’ın
büyüyü iptal edeceğini beyan etmesine, büyücünün
başarılı olamayacağını ilan etmesine ve
büyünün bir hile ve aldatmadan ibaret olduğunun
ifade edilmesine rağmen büyünün gerçek anlamda
etki yaptığına inanmışlardır. Eğer büyünün gerçek
anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin açamadıkları
140 20/Tâhâ, 63-70
141 7/A’râf, 103-126; 10/Yûnus, 75-86; 20/Tâhâ, 56-72; 26/Şuarâ, 30-51
AHMED KALKAN
~ 76 ~
kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı. Tarihte
büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman
nice krallar olmuştur ki bunların hepsi de sonunda
hayal kırıklığına ve hüsrana uğramışlardır. Büyünün
bir tek kere dahi başarıya ulaştığı kanıtlanamamıştır.
Kaldıki büyücülere meydan okuyan insanlar,
hiç bir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri
bir kötülüğe uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne
büyük bir yalan olduğunu ortaya koyan başlı-başına
bir kanıttır.
DÜĞÜMLERE ÜFLEYENLER
“Büyü/Sihir gerçek olmasaydı, Allah Teâlâ büyünün şerrinden
kendisine sığınmayı emretmezdi” diyor rukyeci geçinenler.
142 Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerim‘in 113 üncü
sûresi olan Felak Sûresi‘nin 4‘üncü âyet-i kerimesini göstererek
büyünün şerrinden Allah’a sığınılıyor gibi bir kanaat
ortaya koymak istemişlerse; hemen ifade etmek gerekir
ki bu âyet-i kerimede şerrinden söz edilen büyü değil, tam
tersine “düğümlere üfleyen üfürükçülerdir,” rukyeci geçinen
cin musallat olmuş, içinden cin çıkaracağız diye hastaya
sünnette olmayan, akılla izah edilemeyen uygulamalar
yapanlardır. Binaenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine
karıştırıyorlar. Ama nedense günümüzdeki rukyecilerle
üfürükçüleri ayrı tutmaya, onları birbirine karıştırmamaya
çalışıyorlar.
142 Adil Beyazyıldız
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 77 ~
ÜFÜRÜKÇÜLER HEP KADIN MI OLUR; ÜFÜRÜKÇÜLÜĞÜ
CINSIYETLE BAĞLANTILI MI ELE ALACAĞIZ?
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere
kendini vererek duygusal insanların psıkolojisini olumsuz
yönde etkileyen kadınlar bulunmuştur.
Genelde cahil
topluluklar arasında faaliyet gösteren bu kadınlar, iplik
düğümlemek,
bu düğümlere üflemek, muska ve tütsü
yapmak, kurşun
dökmek ve kehanetlerde bulunmak gibi
bâtıl şeylerle bir yandan geçinmeye
çalışırken,
bir kısım
insanların iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler.
Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların şerrine
daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak
küfürdür. Yani İslâm Dini‘nden çıkmak için yeterli
bir sebeptir. Bu ise şer ve kötülüğün
en tehlikelisidir.
Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu büyü karşılığında
ücret
vermek, hem işlediği
bu ağır günaha karşılık onu ödüllendirmek,
hem zararlı bir faaliyete
değer biçmiş olmak,
hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından
elbette ki bu yapılanların hepsi şerdir,
kötüdür. Rabbimiz
işte bütün
bu kötülükleri işleyen kadınların şerrinden
kendisine sığınmamızı istemiştir.
143
“Düğümlere üfleyen kadınlar” ifadesiyle, sihir yapmak
için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kast edilmiştir.
Bu ibâre, “erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden
yararlanıp, naz ve işve ile onların zihinlerini çelerek istedikleri
görüşe döndüren kadınlar” şeklinde de anlaşılmıştır.
“Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri
naz ve işveleriyle fikirden fikre döndürürler. Böylelerin,
erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkları
işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek
çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri” şeklinde
143 Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 311 vd.
AHMED KALKAN
~ 78 ~
de tefsir edilmiştir.144 Âyetin bu şekilde yorumlanması,
telkinin sihir olduğuna, sihrin de telkinden ibaret olduğuna
dair yukarıda kaydettiğimiz hususlara uygundur.
Ben, “üfleyen karılar” ifadesini şöyle anlıyorum:
Burada düğümlere üfleyenlerin cinsiyetinden bahsedilmiyor.
Yaptıkları işin çirkinliğinden bahsediliyor.
“Düğümlere üflemek” denilince; erkekçe, dobra dobra
bir kişiye zarar vermek, onunla erkekçe mücadele
etmenin dışında; kalleşçe bir düşmanlıktan bahsediliyor.
Burada “erkeklik”, “erkekçe” ifadeleri cinsiyetle
ilgili değil; karakterle ilgili olarak anlamlandırılmalıdır.
Türkçede, “erkekliğe sığmayan” bu çirkinliğe
ait bir kaba kelime vardır: “Kancık”. Kancık kelimesi;
cinsiyet ifade ederek dişi hayvan için kullanıldığı
gibi, kötü yola düşmüş kadın için de kullanılır.
Güvenilmeyen, ne yapacağı bilinmeyen kimse için,
dönek tabiatlı, hâin, hilekâr kimse için, ister kadın
ister erkek, münâfık karakterli kimseler için kullanılır.
İşte, üfürükçülük kancıkça iş yapmaktır. Kancıklıktır.
Yoksa, cinsiyet ön plana çıkmıyorbildirilmiyor;
her ne kadar cadı diye isimlendirilen bu tür
işlerle uğraşanların önemli kesimi kadınlar olsa da,
âyetteki müennes takısı, cinsiyet belirtmek için değil,
karakter belirtmek için bu şekilde ifade edilmiş;
olay cinsiyetle değil, karakterle alâkalıdır. Kancıklık
yaparak düğümlere üfleyenlerin şerrinden Allah’a sığınıyoruz.
144 Bkz. Fahreddin Râzi, Elmalılı ve S. Ateş’in Tefsirleri, Felak sûresi tefsiri
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 79 ~
İslâm’a rağmen müslümanların içinde icrâ-yı faâliyet gösteren
büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır,
yahûdilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan
efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek
sûretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına yaydıkları
bilinmektedir. Bunda da en çok şamanlar, budist râhipler,
maniheist din adamları, yahûdiler rol oynamış, karşı gelemeyince,
ellerinde mevcut birtakım tılsım, efsun, vefk vs. büyü
cinsinden hurâfeleri İslâm’a sokmaya çalışarak, bu yüce dini
tahrif etme, Kur’an’ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak
algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur’an’ı hükümsüz
bırakma ve Onun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde
eski hâkimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir.
Bunu gerçekleştirmek için, âyetlerden, hadislerden, esmâ-i
hüsnâdan, bazı İslâmî duâlardan yararlanmışlar, bunları istismar
ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Hâlbuki İslâm
büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir.
Cinci olduğunu iddia eden muskacı, üfürükçü ve büyücüleri
“hoca” sıfatıyla adlandırmışlar, dinin şirk ve küfür kabul
ettiği bu sahtekârlıkları, müslümanlığın sahip çıktığı imajı
vererek dine büyük darbeler indirmişlerdir.
Görüldüğü gibi, “düğümlere üfleyenler”, İslâm’ı iptal ederek,
Kurân-ı Kerim’i devre dışı bırakmak isteyen, içine sokuşturmak
istedikleri hurâfe ve büyülerle tevhid dinini tahrif
etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur’ân-ı Kerim’in
inmesi ve İslâm’ın bunların faâliyet alanlarında hâkim olmasıyla
menfaatleri haleldâr olmuş bu tür kimseler, hem intikam
almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam
edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihre meşrûiyet
kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah’ın, “düğümlere
üfleyenlerin şerrinden” kendisine sığınılmasını isteyerek,
mü’minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faâliyetlerine
AHMED KALKAN
~ 80 ~
karşı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz.
Kısacası düğümlere üfleyerek sanat icrâ eden sihirbaz
ve büyücülerin asıl tehlikesi, Kur’an’ı ve islâm’ı tahrif etmeye
ve onları kötü amaçlarına yönelik istismar etmeye yönelik
faâliyetleridir.
Kur’ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mevcut tüm
toplumlarda olduğu gibi, câhiliye Araplarında da
karanlık korkuları vardı. Onlar, gece karanlığında
cinlerin ortaya çıkıp kendilerini çarpacaklarına
inandıklarından geceleyin bir dereye indiklerinde o
derenin en büyük cinine sığınıyorlar ve böylece güven
içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde
Araplar arasında, insanları hasta yapmak, onları istediği
yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla
sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü
yaparken, okuyup üfleyerek düğüm atıp bağlarlardı.
Yine toplum içinde, haset eden insanların nazarlarının
değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tılsımlara,
hurâfe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu
âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını
yahut büyücülerin insana zarar vereceğini
veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değil; tek
kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O’na
sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar
veremeyeceğini, başkasına değil; yalnız Allah’a sığınmak
gerektiğini anlatmaktır.145
145 İzzet Derveze, Tefsîru’l-Hadis, c. 1, s. 197-198; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri,
c. 11, s. 191
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 81 ~
Bu âyet, büyünün gerçek ve insana etki etmesine delil
değil; üfürükçülüğün (her ne adla yapılırsa yapılsın)
Allah’a sığınılması gereken bir şer olduğunu bildiren bir
ifadedir.
Hz. Peygamber Sahâbe’den Ukbe b. Âmir’e şöyle buyurmuştur:
“Görmedin mi? Bu gece benzeri asla görülmemiş âyetler
indirildi: Kul eûzü bi-Rabbi’1-felak ve Kul eûzü bi-Rabbi’nnâs”
146 Rasûlullah, Felak ve Nâs sûrelerinin en güzel sığınma
duâları olduğunu açıklamış ve çok okunmasını tavsiye etmiştir.
147
Aişe (r.a.) diyor ki: “Rasûlullah (s.a.s.) hastalandığı zaman
kendi üzerine Felak ve Nas sûrelerini okur ve üflerdi. Ağrısı çok
şiddetlendiği zaman da ben onun üzerine okur ellerimle sürerdim.
Bu sûrelerin bereketlerini ümit ederdim.”148
Ebu Said el-Hudri diyor ki: Rasûlullah (s.a.s.) cinlerin ve
insanların gözlerinin şerinden Allah’a sığınırdı. Felak ve Nas
sûreleri inince (duâlarında Allah’a sığınmak için) bunları aldı
ve bunların dışındakileri bıraktı.149
İSLÂM VE ÜFÜRÜKÇÜLÜK
Bu sûreler ile ilgili üçüncü mesele, İslâm’da üfürükçülüğün
yerinin ne olduğudur. Ayrıca üfürükçülüğün etkili olup
olmadığı da tartışma konusudur. Pek çok sahih hadiste şöyle
146 Müslim, Müsâfirîn 264
147 Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’an”, 25. Bu iki sûresin faziletiyle ilgili diğer rivayetler için bk.
İbn Kesîr, VIII, 550-55
148 Buhari, Fedailu’l-Kur’an: 14.
149 Nesai, İstiaze: 37.
AHMED KALKAN
~ 82 ~
rivayet edildiği için bu problem ortaya çıkmıştır: Rasûlullah
her gece uyumadan önce ve özellikle hasta iken ‘Muâvezeteyn’i,
bazı rivayetlerde ise ‘Muâvezat’ yani İhlâs ve ‘Muâvezeteyn’
sûrelerini üç defa okuyarak elleri üzerine üfler, baştan
aşağı bedenine sürer ve bütün bedeni üzerinde gezdirirdi.
Son hastalığında bunu yapması mümkün olamadığından
Aişe (ya kendi isteği ile ya da Rasûlullah’ın (s.a.s.) emriyle)
bu sûreleri okur ve Rasûlullah’ın üzerine üfler, Rasûlullah da
bedenine sürerdi. Bu hadis sahih senetlerle Buharî, Müslim
Neseî, İbn Mace, Ebu Davud ve İmam Malik’in Muvatta’sında
Aişe’nin sözleriyle mervidir. Rasûlullah’ın aile hayatını Aişe
annemizden daha iyi kim bilebilir?
Peygamberimizin duâ olarak okudukları ve bazen üflemeleri,
üfürükçülük değil, rukyecilik değil, duâdır. Rasûlullah’ın
sadece korunma sûrelerini okuyup ellerine üflemesi ve hastalara
iyileşmesi için dua etmesi ile üfürükçülük, birbirinden
cennetle cehennem kadar farklıdır.
Burada üfürükçülük hakkındaki ilk şer’i açıklama şu rivayettedir:
İbn Abbas’tan rivayet edilen uzun bir hadis’in sonunda
Rasûlullah’ın şu sözleri kayıtlıdır: “Ümmetim içinde
yetmiş bin kişi, hesapsız cennete girecektir. Onlar: fal baktırmayan,
yaralarını dağlamayan, rukye okumayan (üfürükçülük
yapmayan) ve yalnız Allah’a tevekkül eden kimselerdir.”150
Muğire b. Şube’den şöyle rivayet edilmiştir: Rasûlullah buyurdu
ki “Yarasını dağlayan, rukye okuyup üfürükçülük yaptıran
tevekkülden uzak olmuştur.”151
150 Buhârî, Tıb 42
151 Tirmizî, Tıb 14
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 83 ~
“Muska asan, ona bırakılır (Allah ondan elini çeker).”152
İbn Mesud’un rivayetine göre Rasûlullah on şeyi beğenmemiştir.
Bunlardan biri de üfürükçülüktür. Muâvezeteyn ve
Muâvezât bundan müstesnadır.153
“VE O DÜĞÜMLERE ÜFLEYENLERIN ŞERRINDEN.”
Rukyecilik yapanlara niye üfürükçü denilmiştir? Üfürük,
bilindiği gibi üfleyerek çıkarılan nefes demektir. Üfler veya
üfürürken ağızdan tükrük de çıkar. Âlimlerimiz, rukye yaparken
ağızdan ne kadar tükürük çıkmalı, bunu özel kavramlarla
en hassas şekilde belirtmişlerdir. Tükürük kelimesinin
çok nezih şeyler akla getirmediği için bazılarınca kaba karşılansa
da ulemânın bu ilmî(!) araştırmalarla uğraştıkları da
bilinmeli. Âlimlerimizin gerçekten çok ciddi ilmî çalışmaları
yanında bu tür gayretleri de değerlendirilmelidir diye düşünüyorum.
“Ve o düğümlere üfleyenlerin şerrinden.”154 Yani iplere,
ipliklere, düğümlere yahut gönüllerde düğümlü azimler,
inançlar, tutkunluklar içine üfleyen yahut öyle düğümler içinde
anlaşılmaz kapalı bir halde olarak üfürükçülükle efsun
yapan büyücü nefislerin, yahut karıların, yahut toplumların
şerrinden. “Nefs etmek”, bizim “nefes etmek” dediğimiz üflemektir
ki, biraz tükrüklü, veya tükrüksüz olarak üfürür gibi
yapmaktır. Keşşaf sahibi tükrükle üflemektir, demiş. Levâmi’
sahibi de üfürmeye benzer, tükrüksüz olarak rukyede (oku-
152 Tirmizî, Tıb 24
153 Ebu Davud, Ahmed, Neseî, İbn Hibban, Hakim
154 113/Felak, 4
AHMED KALKAN
~ 84 ~
yup üflemek) yapılır. Tükrükle olursa tefl, yani “tüh tüh” diye
tühlemek tabir olunur demiştir.
İbn Kayyim de: Büyücüler sihir yaptıkları zaman fiillerinin
tesirine, çirkin nefeslerinin bazı kısımları karışan bir nefesle
yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî bundan dolayı
Keşşâf sahibinin dediğine, daha doğru demiştir. Râgıb da
der ki: “Nefs, (nun, fe, peltek se) az bir tükrük fırlatmaktır
ve bu “tefl”den (tühlemekten) daha azdır. “Nefsu’r-râkıy
ve’s-sâhır” sözü, rukyecinin ve sihirbazın (büyücünün)
düğümlerine üflemesi anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Ve min şerri’n-neffâsâti fi’l-ukad / Ve o, ukdelere
üfleyen neffâsların şerrinden.”155 “Yılan, burnuyla
yaralarken (sokarken) ağzından zehir fışkırttı (tükürdü)”
anlamna gelen “el-hayyetu tenfusu’s-summe” buradan gelir.
Lisânu’l-Arab: “Ennefsu sözcüğü et-teflu sözcüğünden
daha özel anlamlıdır. Çünkü “et-teflu” beraberinde bir miktar
tükrük olmasıdır. “En-nefsu” “en-nefh”a (yani üflemeye)
benzer. Bunun bizatihi “et-tefl” olduğu da söylenmiştir.”
Tâcu’l-Arûs: “en-nefh”a (üflemeye) benzer ki efsundaki gibi
beraberinde herhangi bir tükrük olmaz. Eğer beraberinde
bir tükrük olursa, buna, “et-teflu” denir. En doğru açıklaması
budur.” Okyanus: “et-teflu” manasından ekall olarak
üfürmek manasınadır ki bundan üflemek ile tabir olunur.”156
Üfürüntü, “Göğüs darlığı olan elbette üfler” diye de bir mesel
vardır. Lâkin Nihâye’de, “nefh’e (üfürmeye) benzer ve
tühlemekten daha azdır. Çünkü tefl her halde tükrükten bir
155 113/Felak, 4
156 Râğıb el-İsfehani, el-Müfredat elfâzı’l Kur’an, Pınar Y., s. 1468
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 85 ~
şey karışmadan olmaz” demesinden anlaşılan “nefs”te tükrük
şart değildir. Kamus sahibi de: “Böyle nefs (üflemek),
nefh (üfürme) gibidir ve tühlemekten daha azdır.” demiş ve
mütercimi bunu şöyle izah etmiştir: Tefl (tükürmek) mânâsından
daha az üfürmektir ki, buna üflemek denilir. Üfürükçülerin
üflemesi gibi tükrüksüz olur ve tefl azca tükrük
ile “tüf tüf” diye üfürmektir ki tüflemek denilir. Yalancılık
kısmından olan şiir ve gazellere söylenir. Büyücü kadınlara
denilir ki, ipi düğümleyip ona efsunla üfledikleri için.
Müellifin üfürükçü kadınları ile tefsiri nüfus, yahut nisâ
(kadınlar) itibarına dayanır. Zira cadılığın pek çoğu kadınların
işidir. Demek olur ki “nefs”in esasında biraz tükrük
fırlatmak olsa bile nefh gibi tükrüksüz sade nefes etmekle
de olur. Nitekim dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü
denilen rukyecilerde bilinen, tükrüksüz üflemektir. Fakat
zarar vermek için sihir yapan kötü büyücülerde yılanın dişinden
zehiri fışkırtması gibi tükrük savurtmak da âdet olduğu
anlaşılıyor.
Bununla beraber hava, rüzgâr, nefes üfürmek demek olan
nefh, ruh nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek,
hayat ve ilim başlangıcı olan ruhu feyizlendirmek mânâsına
kullanıldığı gibi “Rûhu’l-kudüs kalbime nefes eyledi.” hadis-i
şerifinde vârid olduğu üzere ruhun kalp ve vicdana bir mânâ,
bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla
olsa bile denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki nef(e)s etmenin
çirkin kısmına karşı olarak bir de kudsî kısmı vardır.
Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî tedavilerde olduğu
gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar ve
nefesler sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat
AHMED KALKAN
~ 86 ~
burada bahis konusu, şerrinden sığınılması emrolunan çirkin
nefesler olduğu, bunda da bilinen sihirbaz erkek ve kadınların
zehre benzeyen çirkin tükrüklü üfürükleri ile efsunları
bulunduğu için “düğümlere üfleyenler” ifadesi onlar hakkında
yaygınlaşmıştır.
Bunu açıklamak için “ukad”in mânâlarını da tahlil etmek
lazım gelir. “Ukad” kelimesi, malûmdur ki, “ukde” nin çoğuludur.
Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak,
yani düğüm bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek
olan “akd” maddesinden isim olduğu için esas mânâsı, düğüm
demektir.
Fakat akd, hissî ve manevîden daha genel olarak kullanıldığı
için, ukde dahi akd gibi sade hissî bir düğümden ibâret
olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı düğüm denilince
normal bir ip düğümünden ibaret zannedilmemesi için
Kamus’tan, Nihaye’den, Râğıb’dan bazı mühim mânâlarını
kaydedelim:
Ukad Kelimesinin Tekili Olan Ukde Kelimesi
Kamusta/Sözlükte Şu Anlamlara Gelir:
1- Ukde, düğüm ve düğüm yeri.
2- Beldeler üzerine velâyet.
3- Valiler için akt edilen anlaşma ki, akt edilen anlaşma
demektir.
4- Sahibinin mülk olarak inandığı akar.
5- Ağacı çok ve girift yer.
6- Develer için otları yeterli otlak.
7- Bir kimsenin yeterli derecede geçimi kendisine bağlı
bulunan şey.
8- Bolluk arazi.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 87 ~
9- Ağaç yemeye mecbur kalmış hayvanlar.
10- Herhangi bir şeyin kesin vücubu, ki, nikâh bağı ve alışveriş
sözleşmesi bundandır.
11- Kin ve öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad denir. “Düğümleri
çözüldü”, öfkesi sükûn buldu demektir.
12- Ukde, kamışa da söylenir ve bazı yerlerin de özel ismidir.
Hepsi düğüm mânâsıyla ilgili olan nice mânâlar ki,
çoğunu ve hepsini belki bu âyette düşünmek mümkün olabilir.
Râgıb da Müfredat’da akdin önce ipin bağlanması ve
binanın bağlanması gibi katı cisimlerde kullanıldığını, sonra
da ticaret akdi, ahid ve diğerleri gibi mânâ cinsinden olan
şeylere isâre edildiğini söyledikten sonra der ki: Ukde, Akdolunanın
ismidir, nikâhdan, yeminden ve diğerlerinden,
“Bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın.”
157 ve dil tutulduğunda denir. “Dilinde ukde var.” demek,
tutukluk, pelteklik var demektir. de “ukde”nin çoğuludur ve
bu büyücü kadının bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun
için ona ukde denildiği gibi azimet de denilir. Bundandır ki:
Büyücüye muakkid (akt eden) denilir. Ve onun denilir, telkîhi
(aşılanması) tutunca kuyruğunu kısan deve; kuyruğu kıvrık
teke veya köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud denilir.
Demek ki büyücü erkek ve kadının üflediği, akdettiği ukdeler,
düğümlediği düğümler bu mânâlarla ilgili bir azim
ve azimet düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde
düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla
yürütmek isterler, bir akiddeki el sıkma kabilinden,
görünüşteki ip düğümü de onun bir görünümüdür.
O azimet denilen şeyin ne olduğuna gelince: Evvela
bilinen şeydir ki azim ve azimet bir işin yapılmasına kalbi
157 2/Bakara, 235
AHMED KALKAN
~ 88 ~
bağlamaktır. Yani kalbi kesin olarak bağlamakla kastetmek
ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır ile çalışmak ve önem vermektir
diye de tarif edilir. Böyle azimle yapılması gereken
büyük hayırlı işlere ve ruhsat yönü aranmayarak icrası istenilen
çok mühim görevlere azimet, azâim ve avâzim denilir.
Büyücünün ukdesinde esas olan, şer ve şeytanlığa taalluk
eden bir kalbin akdi ile takip olunur bir azimettir ki, Ragıb
bunu şöyle tarif etmiştir: “O azimet bir sığındırma afsûnudur
ki, sanki sen onunla şeytanın üzerine sende iradesini yerine
getirmesine bir akid yapmışsın, onu bağlayıp düğümlemişsin
gibi tasavvur olunur.”
Bu açıklamalardan sonra şu sonuca gelmiş oluyoruz
ki, ukdelere, tükrüklü veya tükrüksüz üflemek
ukdenin hissî ve mânevî tasavvur olunabilen her
mânâsına göre onun gerek bağlanması, gerek çözülmesi,
nokta-i nazarından nefes sarfetmek, ilkaat
(atmalar) ve telkinler ile nefisler üzerinde heyecanlandırmalar
ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir vechile
düşünülebilir. Bahis konusu ise şer olan nefes
(üfleme)ler olduğu, bunun sonucu ve en açık misâli
de işleri, güçleri küfür ve fitne olan büyücülerin efsun
düğümlemeyle şunu bunu bağlamak, sihir yapmak
için püf püfleyerek veya tüh tühleyerek azim
ve azimetle sarfettikleri şeytanlı üfürükleri ve tükrükleriyle
düşünüldüğü için büyücülerin, cadıların
ünvanı olmuş ve bundan dolayı çoğunlukla “büyücü
kadınlar, cadılar” diye tefsir olunmuştur.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 89 ~
Burada dikkati çeken noktalardan birisi de “neffâsât”
ın müennes çoğul olarak getirilmiş olmasıdır.
Onun için bunun müennes olan mevsûfunu takdir etmede
üç vecih söylenmiştir:
1- Zâhiri üzere “nisâ” (kadınlar) takdir olunarak “üfleyici
karılar” demek olmasıdır. Bunda da iki vecih vardır:
Birisi, yukarıda işaret olunduğu üzere cadılık çoğunlukla
kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının rolünün çok
olmasıdır. Birisi de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde
kadın hilesinin, kadın tuzaklarının şirreti veya kadın câzibesinin
yüreklere işleyen büyüleyici tesiridir ki, bunu büyünün
hakikatine inanmayanlar dahi itiraf ederler. Bununla beraber
iki görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir denilebilir.
2- Dişiyi ve erkeği içine almak üzere nüfûs (nefisler) takdiriyle
“üfleyici nefisler” demek olmasıdır. Zira Arapça’da “Sin”
ile nefis kelimesi müennestir. Bu mânâ, erkeğe ve dişiye, fertlere
ve toplumlara sadık olmak itibarıyla daha kapsamlı olduğu
ve nüzul sebebi sayılan rivayetlere uygun bulunduğu için
genellikle en tercih olunan görüş budur. Onun için meâlde bu
mânâ gösterilmiştir.
3- “Üfleyici toplumlar” diye cemaatler takdir edilmesidir.
Çünkü büyücülerin toplanmasıyla yapılan büyü daha şiddetlidir.
Bu da erkeği ve dişiyi kapsarsa da fertlere şümûlü açık
olmaz.
Bu vecihler de anlaşıldıktan sonra beyân olunan
mânâların sonucuna gelelim. Tefsirlerde buna başlıca üç
mânâ verilmiştir:
AHMED KALKAN
~ 90 ~
1- Genellikle yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir:
İpliklere düğümler atıp da onlara üfleyerek rukye ve efsun
yapan büyücü karıların veya nefislerin veya toplumların şerrinden.
İbn Cerir bunu: Rukye ederlerken (üflerlerken) iplik
düğümlerine üfleyen büyücü kadınların şerrinden diye
anlattıktan sonra: “Tevil (yorum) ehli de, yani tefsirciler de
dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şunları nakleder: Muhammed
b. Sa’d tarîkıyla İbn Abbas’dan: sihir karışan rukyeler.
Hasen’den: Büyücü kadınlar ve erkekler. Katade’den: “Şu
rukyelerin sihir karışanından sakınınız” demiştir. Tâvus’tan:
“Mecnûnların rukyesinden şirke daha yakın bir şey yoktur”
demiştir. Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik düğümlerinde
rukyelerdir (Düğüm atarak rukye yapmaktır). İkrime
demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani bağlama denilen
tutukluktur ki Arapça’da ahze denilir). İbn Zeyd’den ukdelerde
büyücü kadınlardır. Fakat bu rivayetlerde “iplik ukdesi”
ile tahsisi ancak Mücahid ve İkrime’den vârid olmuştur. Bu
açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan, yani şer ve şeytanlık
için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete
Allah’tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp
ve salih niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden
olan nefeslerin caiz olduğuna işarettir. Çünkü bunda
kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah’tan başkasına
sığınma ve iltica mânâsı yoktur. Bu sûrelerde “sığınırım
de!” emirleri de her şeyden Allah’a sığınmak gereğini anlatır.
Rasûlullah’ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup
üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)ye müsaade ettiği
sâbit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice
hastaların şifa bulduğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak
okuyuculukla büyücülük edenlerin de şerrinden korunmak
için bu âyetin hükmü ile, büyü karışan rukyelerden (okuyup
üflemelerden) sakınılmasının gereği hatırlatılmış, ukdeleri
iplik düğümleri diye tahsis edenler de böyle düğümlere
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 91 ~
üflemenin büyü kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir.
Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma
ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı
hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde
ve diğer âyetlerde emrolunduğu üzere herkesin Allah’a
sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece
meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi
için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen
tarzda yapılmasında, Razî’nin beyan ettiği üzere ihtilaf
edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır.
Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir.
“Allah’ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy
(yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar,
yani dağlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi
istemezler ve ancak Rab’lerine tevekkül ederler.”
Bir hadiste de “Allah’a tevekkül etmemiştir dağlanan ve
okunmak isteyen.” buyurulmuştur.
Bunun izahı Buhârî’nin ve daha geniş olarak Müslim’in
Husayn b. Abdurrahman’dan senetleriyle rivayet ettikleri şu
hadistedir: Demiştir ki: Saîd b. Cübeyr’in yanında idim. Dün
gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi. Ben, dedim. Sonra da,
ama ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. Ne
yaptın? dedi, “Rukye ettirdim, okuttum.” dedim. “Seni ona ne
sevketti?” dedi. “Şâbî’nin bize haber verdiği bir hadis.” dedim.
Şâbî size ne haber verdi? dedi. Büreyde b. Husayb Eslemî’den
“Gözden veya zehirli bir böcek veya hayvanın sokmasından
başkasında rukye (okuyup üfleme) yoktur.” dediğini
bize haber verdi, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İşittiğini
tutan iyi yapmıştır. Fakat İbn Abbas bize Hz. Peygamber’den
(s.a.s.) şöyle haber verdi: “Peygamber buyurdu ki: ‘Bana ümmetler
gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk,
peygamber gördüm yanında bir-iki adam, peygamber gördüm
AHMED KALKAN
~ 92 ~
yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi,
zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: Bu
Mûsâ ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük
kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktım ki
bir büyük kalabalık. İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde
hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı.”
Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu
hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında
konuşmaya daldılar. Bazıları: “Bunlar Rasûlullah’la sohbet
edenler olsa gerek.” dediler. Bazıları da: “Bunlar İslâm’da
doğup da Allah’a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek” dediler,
daha birtakım şeyler söylediler. Derken Rasûlullah (s.a.s.)
çıktı: “Neden bahsediyorsunuz?” dedi, durumu haber verdiler,
buyurdu ki:
“Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler,
tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine
tevekkül ederler.” Fakat Buhârî’de, Mesâbih’de ve Meşârık’da
yoktur ve hadis şöyledir: “Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk
kabul etmezler, rukye yapılsın istemezler, dağlanmazlar ve ancak
Rab’lerine tevekkül ederler.”158 Bu, daha sahihtir.
İkrime demiştir ki: Rukye eden (okuyan) üflememeli
ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır. İbrahim Nahaî’den
de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi,
diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki: Dahhâk’ın
yanına gittim ağrısı vardı, sana tâvîz okuyayım mı ey Ebu
Muhammed! dedim. “Peki, velâkin üfleme.” dedi, ben de
Muavvizeteyn’i okudum.”
158 Buhârî, Tıb 42
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 93 ~
Okuyup üfleme ile tedavi, halkın pek çoğunun zannettiği
gibi dinin emrettiği ve dindarlığın gerektirdiği
bir şey değil, sonuçta bir izindir. Çünkü insanları,
mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi
mahrum etmemek gerekir. Mü’minin mü’mine duâsı
dinen meşrû ve güzel bir iş sayılsa da, duâ etmekle
başkasının nefesinden medet beklemek farklı şeylerdir.
Allah bütün insanlara kitabıyla en güzel duâları
öğretmiş, bütün kötülüklerden de doğrudan doğruya
kendisine sığınılmasını emretmiştir. Öyleyse her
sorumlu can, bunları bellemeli ve her yerde bunları
kendisine can simidi edinmelidir. Çünkü doğrudan
Allah’a sığınma imkânı varken bunu terkedip “ben
o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi bilemem” diyerek
duâ tellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummaya
kalkışmak, dinin emri değil, cahiliyye âdetidir.
Rasûlullah’ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini
anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine Sahîh-i Müslim’de:
Hz. Âişe demiştir ki: Rasûlullah (s.a.s.) bizden bir
insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar),
sonra şöyle derdi: “İnsanların Rabbi olan Allah’ım o
sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan başka
şifa yok, senin şifân dert bırakmaz.” Ne zaman ki Rasûlullah
(s.a.s.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını
yapmak istedim, elini elimden çekti, sonra “Allah’ım, beni affet,
beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl.” dedi, ben baka kaldım, ne
göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
AHMED KALKAN
~ 94 ~
Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için
tesirli duâlarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber,
istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme
talep etmek, Allah’a sığınmak ve duâ etmek için başkasının
aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen
hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadis rivâyetleri
gereğince Allah’ın hesapsız ve azapsız cennete girecek
has kulları rukyeden sakınırlar.
Zararı yok eden sebepler üç kısma ayrılır: Birincisi
“maktûun bih”tir (kesinleşmiş; yüzde yüz): Susuzluk
zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek
gibi. İkincisi “maznun”dur (zan altında bulunan, şüphe
edilen; yüzde elliden yukarı ihtimal). Hacamat etmek,
kan almak, ishâl ilacı içmek ve tıp konularına ait tedaviler
yapmak gibi. Üçüncüsü de “mevhûm”dur (“kuruntu”,
yüzde elliden aşağı beklenti), rukye, yani okuyup üfleme
gibi. Şimdi maktûun bih (kesinleşmiş) olanın terkedilmesi
tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu olduğu
takdirde terk edilmesi haramdır. Fakat mevhum (kuruntu)
olana gelince tevekkülün şartı onu terketmektir. Zira
Rasûlullah (s.a.s.) tevekkül edenleri onlarla vasfeylemiştir:
“Okunup üflenmek (rukye) istemezler...” İkisi arasında
orta derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar
katındaki açık sebeplerle tedavi olmak böyledir. Görülüyor
ki burada okuyup üfleme ile tedavinin terkedilmesi,
daha iyi olan mevhûm kısmından sayılmıştır. Mevhûm
denilmekten maksad da, hiç aslı yok, yalan demek değil,
maktûun (kesinleşmiş olan) ve ğalib zan demek olan
maznûnun karşıtı yani zannın tercih edilmemiş, zayıf tarafı
yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî
tedavilerin de birçoğu böyledir. İsabeti yüzde yüz olan
maktû, yüzde elliden yukarı olan maznûn, yüzde elliden
aşağı olan da mevhûm kısmındandır.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 95 ~
Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise kesin
delil ile itikad ve amel vâciptir. Tersine kuvvetli delil
bulunmayan zanna dayanan delil ile itikad vâcip
olmasa da, ihtiyaç halinde amel vâcip olur, vehim ve
şüpheye itibar yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim
ve şüpheyi kesmek için faydalı olduğu zaman
nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıh’ta
da, şifa, Allah’tan bilinmek şartıyla tedavinin kesin
olanıyla amel vâcip, korku zamanında terk edilmesi
haram; maznun (gâlip zan) olanıyla amel câiz, durumlara
ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da
terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla
da amel etmek yasaklanmış değilse de, terk edilmesi
daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de
mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu
olmasının sebebi de duâ olması itibarıyla değil, okuyanın
nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
2- Bir de “düğümlere üfleyen kadınlar”, yani hilebaz
kadınlar, yahut erkekleri fitneye düşüren, onlara güzelliklerini
arz ederek taarruz edip meftûn eyleyen fitneci
kadınların şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî’nin
beyanına göre Ebu Müslim bu sonuncuyu tercih etmiştir
ki, erkeklerin azim ve iradelerinde fikir ve bakışlarında
tesir etmek sûretiyle tasarruf eden kadınlar, demek
olur. Bu şekilde ukde azîmet, yani kalbin bağlanması ve
görüş mânâsına, yahut ip düğümünden istiâre edilmiş,
nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten
istiâre edilmiş olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar,
erkeklerin gönüllerine üfler gibi verdikleri heyecanlar
AHMED KALKAN
~ 96 ~
ve yumuşatıcı tesirlerle onları görüşten görüşe, azîmetten
azîmete çevirir, türlü fitneye düşürürler. Onun için
Allah onların şerrinden sığınmayı emretmiştir. Bu mânâ
“Muhakkak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman
olanlar vardır, onlardan sakının.” 159 âyetinin mânâsı ile
kadınlara yönelik; “Muhakkak sizin tuzağınız büyüktür.”
160 âyetinin mânâsına uygundur. Râzî der ki: “Bu görüş güzeldir,
fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına olmasa...”
Felak sûresi 4’üncü ayette, sihir ve büyücülük gibi ruhsal
etkileşimlerden, kirli ve karanlık işlerle uğraşan bütün insanların
şerrinden Allah’a sığınmak gerektiği vurgulanır.
Ayetteki “en-neffâsât”, “üfleyenler-üfürükçüler”; “el-ukad”
da, “düğümler” anlamına gelir. Ayrıca “en-neffâsât”ın, klasik
Arapça’da, “bütün esrarengiz uğraşları tanımlamak için
kullanılan deyimsel bir ibare” olduğu da söylenir. “Neffâsât”
kelimesi dişil (müennes) olduğu ve büyü işleriyle de daha
çok kadınlar uğraştığı için, “en-neffâsâti fi’l ukad” terkibinin,
“büyücü kadınlar” anlamına geldiği belirtilmiştir. Şu halde bu
terkip, hem bir ipe birçok düğüm atıp ona üfleyen ve bu arada
bazı sihir tekerlemeleri söyleyen üfürükçü kadınlara, hem
de büyücülük gibi kötü ve karanlık işlerle uğraşan kadın-erkek
bütün insanlara işaret etmektedir.
Bu ayetlerde, bütün kötülüklerden Allah’a sığınmak emredildiğine
göre, herkesin bu ayetleri okuyarak ve gereğini
yaparak Allah’a sığınması, hem meşrû, hem de dince istenen
bir şeydir. Fakat tedavi için, insanın kendini okutmasının câiz
olup olmadığı tartışmalı bir konudur.
159 64/Teğâbün, 14
160 12/Yusuf, 28
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 97 ~
Sonuç olarak bu ayetin, fiilen olup olmaması bir yana varlığına
inanılıp etkisi altında kalınan sihir ve büyücülük gibi
ruhsal etkileşimlerden başka, kötü fikirlerin ve sapık ideolojilerin
tesiriyle insanların içindeki inanç düğümlerinin çözülüp
onların inkâr ve ümitsizlik karanlıklarına düşmelerine
dikkat çektiği; ayrıca bir nükleer sistemi, bir düğmeye basarak
harekete geçirmek sûretiyle doğabilecek büyük felaketlere
de dolaylı bir şekilde işaret ettiği söylenebilir. 161
Allah’a tevekkül etmeden ve normal tedavi yollarına
başvurmadan sadece okumaya ve üflemeye bel bağlamak,
dinen hoş karşılanan bir durum değildir. Ama
normal tedavi yollarına başvurup bu arada Allah’a
niyazda bulunmakta ve şifayı O’ndan beklemekte
hiçbir sakınca yoktur. Çünkü hasta okumakla huzur
duyar, duâ ile de moral bulur. Bu da onun iyileşmesine
yardımcı olur. Şu halde şifayı Allah’ın verdiğine
ve tedavi yollarını şifaya sebep kıldığına inanarak
tedavi ile meşgul olmak, caizdir. Bir de iyi niyetle
Allah’a sığınmayı, O’ndan şifa isteyerek okuyup
üflemeyi, büyücülük gibi düşünmek doğru değildir.
Demek ki, okuyup üfleme ile tedavi, halkın pek çoğunun
zannettiği gibi dinin emrettiği ve dindarlığın
gerektirdiği bir şey değildir.
Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah’a
dayanmak ve ancak Allah’a sığınıp O’na kendisi doğrudan
doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını
istememektir. Mü’minin mü’mine gerek huzurunda
161 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
AHMED KALKAN
~ 98 ~
ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta
dinî görevi bulunduğunda ve “Duâ ibâdetin iliğidir.” hadis-
i şerifi gereğince duâ ibâdetin, dindarlığın özü olduğunda
şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup üflemek,
başkasının nefesinden medet beklemek yine başkadır.
Allah Teâlâ duâyı emretmiş “Bana duâ edin, duânızı
kabul edeyim.”162 buyurmuş; “Ben (o kullara) yakınım.
Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm.”163
buyurmuş, “De ki: Duânız olmasaydı Rabbim size ne
değer verirdi?”164 Fakat şirkten, kendinden başkasına duâ
etmekten yasaklamış, “Ben ancak Rabbime yalvarırım ve
hiç kimseyi O’na ortak koşmam, de.”165 buyurmuştur.
SIHIR VE BÜYÜNÜN NE GÜCÜ VAR KI, ONDAN KORKALIM…
Cinlerin insana tasallut etmesi, musallat olup olmaması ile
ilgili Kur’an ne diyor, onu görelim. Öncelikle ifade edelim ki,
en zararlı cin şeytandır. Şeytan vesveseden başka ne yapabilir
insana? En zararlı cin (şeytan) sadece bir fısıltı halinde bir
söz söylemekten başka bir şey yap(a)mıyorsa, ondan daha
alt seviyede olan diğer cinlere neden bu kadar yükleniliyor?
Şunu yaptı, bunu etti, adamı çarptı, içine girdi, dışına çıktı
vs. vs. Muskacılar, cinciler, büyücüler, üfürükçüler neyin nesi
oluyor? Cinlerin, şeytanın insana musallat olup olamayacakları
konusunda önce Kur’an’a bakalım;
162 40/Mü’min, 60
163 2/Bakara, 186
164 25/Furkan, 77
165 72/Cinn, 20
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 99 ~
“Benim kullarıma senin hiçbir musallat olman saltanatın
söz konusu değildir ancak azgın insanlardan sana tâbi olanlar,
isteyerek senin yoluna gidenler hâriç.”166
“Onlar üzerine hiçbir musallat olman söz konusu değildir.”167
Şeytan ahirette diyecek ki “benim sizin üzerinize bir saltanatım,
musallat olmam söz konusu değildi, ancak ben sizi
fısıltı ile davet ettim, siz de bana icabet ettiniz. Gelin dedim
geldiniz, fısıltı ile söyledim hatta, bana niye kızıyorsunuz, kendinize
kızın” diyecek şeytan. Hatta “ben şirk koşanlardan Allah’a
sığınıyorum” diyecek.168 Şeytanın kendilerinden Allah’a
sığınacağı insanlar, düşünebiliyor musunuz? Şeytan’ın şirk
koştuğuna dair hiçbir ifade var mı Kur’an’da? Tam tersine
Allah’a duâ ediyor ‘bana mühlet ver’ diyor. Başka bir tanrıya
başka bir puta hiçbir şey söylemiyor. Şeytandan daha şeytanlaşanlardan
korkmak lazım, sakınmak lazım.
İman eden ve Rablerine tevekkül edenlere o şeytanın hiçbir
musallat olması söz konusu değildir, özellikle mü’minlere
ve Allah’a tevekkül edenlere. O yüzden bir mü’min çok rahat
meydan okuyabilir cinlere. “Bütün cinciler ne kadar cinleri
varsa toplasınlar, şeytanlar gelsinler bir araya ve bana zarar
versinler güçleri yetiyorsa” diyebilir. Allah’ın izni ile zerre
kadar bir zarar veremezler. Meydan okuma derken kendisinde
bir güç olduğu için değil; Allah’ın hükmünden dolayı, çok
net şekilde Allah’a iman ettiği, O’ndan başkasında güç kuvvet
olmadığını kabul ettiği için, Allah’ın ‘size hiçbir zarar veremezler’
demesine inandığı için bu şekilde söyleyebilir. Zarar
verecek fayda verecek ancak Allah’tır ve Allah onlara insana
166 15/Hicr 42
167 34/Sebe’, 21
168 14/İbrahim, 22
AHMED KALKAN
~ 100 ~
musallat olma, insanı ele geçirip iradesini yok edecek bir güç
ve bu şekilde bir izin vermemiştir. Yeryüzünün efendisi cinler
şeytanlar değil, yeryüzünde halife insandır. Öyle bizi çarpacak
çırpacak güçleri falan yok bunların, bizden âciz varlıklar,
bize saygı duymaları emredilen varlıklardır. İşte en zararlısı
şeytan, onun da yapabileceği şey ancak vesvese. Yani fısıltı;
belli-belirsiz isyana teşvik. Ama hilesi zayıf.
Dıştaki şeytan veya cinler değil esas bizi zorlayacak
olan. İçimizdeki şeytan asıl önemli olan. Ben, benim
nefsimin hevâsı, arzusu. Ben şeytanlaşırsam, şeytan
ile iş birliği yaparsam esas problem burada. Bir adı
tâğut olan yönetici şeytanlardan, bir adı Amerika
olan, İsrail olan şeytanlardan esas sakınmamız gerekiyor.
Öteki şeytan ne yapabilir ki... Küçük görmüyoruz
ama gözümüzde büyütmüyoruz da. Beriki
şeytanlar bakın neler yapıyor Suriye’de, Filistin’de,
dünyanın her tarafında? Şeytanizyon diye bir şey
var evlerimizde, esas onlardan Allah’a sığınmak
lâzım. Batılılar magic box yani büyülü kutu diyor.
Öteki şeytanın nedir ki gücü? “Şeytanın hilesi çok
zayıftır.”169 Cinlerden olan şeytan ne halt edebilir?
O’nun pabucu çoktan dama atıldı. İnsan şeytanları
neler icat ettiler, telefonlar, internetler, televizyonlar,
devletler, çeşitli silahlar, makineler, robotlar,
daha neler neler. Esas sihir burada, esas şeytanlık
burada. Dolayısıyla cinlerin, şeytanların çarpması,
çırpması, insanın içine girmesi, musallat olması söz
169 4/Nisâ, 76
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 101 ~
konusu değildir. Adamı saatlerce dövüyorlar şeytan
çıkartmak için. Bu dayağı yiyen kim olsa ‘çıktı, çıktı’
diyecek tabii, sabaha kadar dayak yemektense.
Başka girilecek bir yer yok da burnunun deliğinden
şeytan senin içine girecek, içinde nerede ne yapacak,
ne işi var orada? Dışarıdan yapacağını yapamıyor
da mı içine giriyor, tuhaf tuhaf şeyler. Allah, cinlere
mekân olarak insanın içini mi göstermiş? Dünyanın
onca güzellikleri içinde insan vücudunun içi; kanlar,
bozulmuş gıdalar, dışarı atılması gereken pislikler
içinde yaşamayı çok mu seviyor bu cinler?
Sihirbazlar daha çok sahnede gösteriler yaparlar el çabukluğu
ile göz boyaması dediğimiz şekilde insanların hayal
görmesine sebep olur. Tabii hileler var, günümüzde teknolojik
aygıtlar da buna yer yer katkı sağlar. Hileyi bilmediği için
izleyenlere çok enteresan gelir. Google’a bir tıklayın, sihirbaz
hileleri başlığına bakın; aslında çocukça kandırmalara âlet
olduğunuzu görürsünüz. Siz onun konuşmasına, eline-ayağına
bakarken diğer kandırmayı göremiyorsunuz veya el
çabukluğunu hissedemiyorsunuz. Dolayısıyla sihir dediğimiz
şey hilelerdir, tabii kandırılmaya müsait insanlar olduğu
müddetçe daha nice sihirbazlar, büyücüler, cinciler, üfürükçüler
çıkar. Kur’ân-ı Kerim hiçbir ayetinde sihirden Allah’a
sığınmayı emretmiyor çünkü yok öyle bir zarar, aldatmadan
kandırmadan ibaret; ama üfürükçülerin şerrinden, o cinci
denilen, hoca denilen, okuyup üfleyen üfürükçüler var ya,
medyum, rukyyeci gibi adlar alanlar, muska yazıyor, okuyup
üflüyor… İşte onların şerrinden Allah’a sığınmamızı istiyor
Allah. Esas tehlike orada, oraya gittinmi adam seni ikna edecek.
Müşteri geldi, yani yolunacak kaz. Seni hasta çıkarması
AHMED KALKAN
~ 102 ~
lâzım; yoksa para kazanamaz ki. Seni inandıracak hastalığına
ve ondan sonra abone müşteri olacaksın, bedava da reklamcı
aynı zamanda. Aslında hepimizin zihninde bazı sorunlar
belirmiş olabilir, ‘tamam ama benim akrabamdan, tanıdıklarımdan
falan kişi vardı, cin girmişti içine, şöyle olmuştu; sihir
yapmışlar, muska yazmışlar, adam veya kadın şöyle zarar görüyordu,
bir sürü varlıklar gördü, kendisine bir şeyler engel
oluyordu…’ gibi çoğumuzun anlatacağı hikâyeler vardır. Peki,
ya bunları nereye koyacağız?
Beyin de diğer organlarımız gibi bir organdır, o da ârızalanır,
hastalanır. İlaçların yan etkisi olur, şok geçirebiliriz,
psikolojimizi etkileyen önemli bir durumla karşılaşır, hastalanırız.
Bu yüzden hallüsinasyon görmeye başlarız. Veya genlerimiz
vasıtası ile meyilliyizdir psikolojik zafiyetlere, o yüzden
olur. Gayri İslâmî ortamların insan psikolojisini olumsuz
etkilemesi %100 gibidir. Hangimizin psikolojik yapısı sapasağlam
duruyor? Mümkün mü, bunca tuğyan, bunca zulüm,
bunca her değerimize saldırı karşısında sapasağlam kalabilmek?
Suriye olaylarını bile dinleye dinleye insanın psikolojik
dengesi bozuluyor ister istemez. Sözgelimi Suriye’de annesini
babasını kaybeden veya yaralanan çocuklar artık hiç ağlayamıyor,
üzülemiyor, o duyguyu yitirmiş, dengesi bozulmuş,
yani tepki veremiyor, ağlama hissini bile kaybetmiş, alt üst
olmuş. Bunun cinle ne alâkası var? Bunun şeytan gibi, cin
gibi Amerika ile alâkası var, tâğutlarla alâkası var, zâlimlerle
alâkası var, zulme karşı tepki göstermeyen koca bir ümmet
ile alâkası var. Rukyecilere ve onlara inanan kişilere göre, iş
kolay; okuruz, üfleriz; içinden cini çıkarıveririz, düzeliverir.
Bununla ilgili değil, canına okumuşlar çocukların. Yaşadığımız
topraklarda da benzer durumlar vardır. Adama ‘Allah’ diyorsun
hiç etkilenmiyor, ama maç diyorsun dört gözü birden
açılıyor adamın, para diyorsun daha başka her tarafı açılıyor
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 103 ~
kadının. Yani insanımızın dengesi tümüyle alt üst olmuş,
şeytana gerek yok ki. Dolayısıyla dengeler bozulunca anormallikler
de ortaya çıkar. Yani insanın beyninde küçücük bir
elektrik dalgalanması, elektriğin kontak yapması, devresinin
yanması vb. bazı rahatsızlıklara sebep olur. Sâra hastalığı
eskiden cinle ilgili en önemli delil olarak kullanılırdı, kitaplarda
öyle geçerdi. “Bak sapasağlam insan kaskatı kesiliyor,
ağzından köpükler çıkıyor, bayılıyor, yatıyor yerlere; demek
ki cin girmiş içine” derlerdi, ama hiç alâkası yok. Beyindeki
elektrik ârızası, teşhisi de çok kolay, tedavisi de mümkün
epilepsi denilen sâra hastalığının. Bugün rahatlıkla biliniyor
elektronlarla beyindeki elektrik dalgaları tespit ediliyor. Çok
net olarak bilinen bir rahatsızlık. Karabasan derler, albastı
derler; çoğu kişide olmuştur. Bu, insanın aşırı yorgunluğundan,
mümkün ki kan kaybından, aşırı stresten dolayı beynin
halüsinasyon göstermesi ile alâkalıdır. Tıp dilinde ismi, teşhisi,
tedavisi olan, beyinle ilgili fiziksel bir rahatsızlıktır.
İnsanın beyni yönlenirse; söz gelimi bir bardak su
getirip “şu sıvıyı içince başının ağrısı gidecek” diye
seni telkin yoluyla inandırırlarsa, suyu içince hakikaten
başının ağrısı geçer ve o içtiğini su değil de çok
önemli bir ilaç olarak görürsün. Bunun hemen aynısı
olan bir uygulama yaparlar tıp doktorları, polisebo
verirler, faydalı olur çoğu hastaya. Biraz reklam
yapılır kimi zaman; doktor gelip ‘yeni ilaç deneyeceğiz
bu senin hastalığın için bire bir’ falan diye o
ilacı över, hâlbuki hap görünümü verilen kapsülün
içinde un vardır, başka bir şey yoktur; ama aynen
hap görünümündedir. Dünya çapındaki anketler %
65 diyor polisebonun faydası için. Hastaların % 65’i
AHMED KALKAN
~ 104 ~
doktorun verdiği ilacı çok faydalı görüp o polisebodan
istiyorlar. Polisebonun faydası % 65; peki, ya
gerçek ilaçların faydası? İlginçtir; normal ilaçların
etkisi de % 65 olarak görülmüştür. İlaç diye yuttuğumuz
şeyler ilaç olmasa bile ilaç etkisini veriyor
veya gerçek ilaç olarak kullandığımız şeyler, ilaç görüntüsü
verilmiş ilaç olmayan bir şeyle aynı derecede
etki yapıyor. Hani meşhur tabir vardır ya ‘grip, ilaç
ile 1 haftada, ilaçsız 7 günde tedavi olur’ diye; aynen
onun gibi. Ama polisebo veya ilaç olmayan şey, yan
etkisi olmayan bir şeydir. İlaç ise bir tarafı iyi etmiş
olsa bile, başka bir tarafı bozacak, hastanelere abone
edecektir sizi. Yan etkisi çoğu zaman düz etkisinden
daha fazladır. Sadece ilaçların değil; Batıdan gelen
her türlü aygıtların da yan etkileri, ters etkileri insanları
mahvetmektedir.
SIHIR/BÜYÜ, SADECE GÖZ BOYAMADIR
Sihir (büyü), hakikat taşımamasına, gerçekliği olmamasına
rağmen insanlık tarihinde hep rağbet görmüş, halkın
çoğu korktuğu için, kimi onlara inandığı için, kimi endişe ve
şüphe içinde olup kendini riske atmamak için sihirle uğraşanlarla
ve sihirle mücadeleyi göze almamış, alamamıştır.
Sihir (büyü), insanlık tarihinde çok eskilere dayanmaktadır…
Rabbimiz Şuarâ Sûresi 153. âyette Semud kavminin, Hz.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 105 ~
Salih’i büyülenmiş olmakla nitelendirdiklerini belirtmektedir
ki bu da büyünün ne kadar eskilere dayandığını göstermesi
açısından önemlidir…
Büyü, hemen hemen tüm toplumlarda bulunan bir halk
inancıdır… Allah, Zariyat Sûresi 52. âyette, gelen her elçinin.
kavmi tarafından büyücü olmakla itham edildiğini söyleyerek
büyücülüğün ne kadar köklü ve yaygın bir inanç olduğunu
göstermektedir.
Bilimin gelişmediği, sosyal olayların sosyolojik değerlendirme
konusu olmadığı, insan psikolojisinin göz önünde
bulundurulmadığı zamanlarda halkın kendi bünyesinde doğurduğu
esrarengiz inanışlar etkin olmuştur… Bunun sonucu
olarak toplumlar cin korkusu yaşamış ve sihir denen düzenbazlığa
inanmak durumunda kalmışlardır…
Cinlere olağanüstü güçler yükleyen halk inancında büyü
büyük bir yer tutar… Bunun içindir ki bilimin, sosyolojinin,
psikolojinin ve hepsinden önemli olarak vahyin söz sahibi olmadığı
insanlık tarihi boyunca beklenmeyen olumsuz gelişmeler
ya sihre ya da cin çarpmasına bağlanmıştır…
Çağımızda hâlâ cin korkusunun sürüyor olması, büyüye
inanılması, ilmî verilerin halkı tatmin etmediğini
ve gerekli çalışmaların yapılmadığını göstermektedir…
İnsanın ruhuna, mânevî boyutuna eğilmeyen
günümüz bilimi, insanı hak ettiği konuma taşıyamayacaktır…
Beden sağlığına dikkat eden tıp ilminin ruh sağlığına
dikkat çekmemesi ve konuya gereken önemde
AHMED KALKAN
~ 106 ~
eğilmemesi, mânevî hastalıkların yanında, maddî
hastalıkların da gün geçtikçe artmasında etkili olmaktadır…
Ruh sağlığı bozulan insanın beden sağlığının
risk taşıdığı ehlinin mâlumudur… Stresin
birçok hastalığı tetiklediğini belirten uzmanların
stres için ruha uygun reçetelerinin olmaması ciddi
bir eksikliktir…
Ruh dünyası bozulan birinin sosyal hayatında meydana
gelecek bozuk ilişkilerin sihre bağlanması doğru
olmaz… “Yaratan bilmez mi?”170 ayetince yaratılanın
yaratanının gözüyle okunması olarak değerlendirdiğimiz
vahiy okumalarının eksikliğini insanlık
bugünlerde daha iyi anlamaktadır…
Kur’an’ın bildirdiğine göre büyü ilk olarak Firavun
döneminde devlet eli ile desteklenmiştir... Firavun, sihirbazlar
eliyle otoritesini güçlendiriyordu… Büyüyü devlet
olarak destekleyen ve büyücülüğü teşvik eden Firavun’un
Musa hakkındaki Mü’min Sûresi 24. ayette geçen
“bu yalancı bir sihirbazdır” ithamı Firavun’un sihirbazlara
“yalancı” gözüyle baktığının delilidir…
Sihirbazlar, A’raf Sûresi 113. Ayette “Eğer üstün gelen biz
olursak, elbet bize bir mükâfât var, değil mi?” diyerek Firavundan
büyülerine karşılık ücret dilenmektedirler… Büyücülerin
ücret talebi sihirbazların acziyetini gözler önüne sermektedir…
Eğer büyünün hakikati olsaydı Firavun sihirbazların
güdümünde olurdu sihirbazlar Firavun’un güdümünde
olmazlardı…
170 67/Mülk, 14
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 107 ~
Kur’an, büyüyü her zaman gözlerin yanılsaması ve gözlerin
aldatılması bağlamında zikreder… Örneğin; A’raf Sûresi
16. ayette: “İnsanların gözlerini büyülediler…”, Tâhâ Sûresi
66. Ayette ise Firavun’a bağlı sihirbazların yaptıkları sihirden
kaynaklı Mâsâ’nın gözlerine onların iplerinin koşar gibi
göründüğü buyurularak sihir gözle bağlantılı işlenmekte ve
sihrin gözü yanıltmaktan ibaret olduğu belirtilerek büyünün
hakikatinin olmadığı vurgulanmaktadır…
Yine Tûr Sûresi 15. Ayette “(Nasıl) Şimdi bu, büyü müymüş,
yoksa siz mi görmüyor muşsunuz?” ayeti ve Hicr Sûresi 15.
ayette “Herhalde gözlerimiz döndürüldü, biz büyülenmiş bir
topluluğuz,” ifadeleriyle sihrin maddî boyutu ve göz ile olan
ilişkisi anlatılmaktadır.
Tâhâ Sûresi 69. âyette: “Sağ elindekini at! Onların yaptıklarını
yutsun. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir.
Büyücü de nereye varsa iflâh olmaz!”
Âyetlerde büyünün hile (aldatma) olduğu ve büyücülerin
asla iflah olmayacakları anlatılmaktadır. Buna
sebep olarak sihirbazın kendisini izleyenlere eşyanın
hakikatini değiştirdiğine inandırmak istemesi, kendisine
yaratıcılık atfetmesi ve dolaylı yoldan ilahlık
iddiasında bulunmuş olması gösterilebilir…
Yalan ve aldatma üzerine kurgulanan büyücülük
mesleğini icra edenlerin arasında zengin fertlerin bulunmaması,
hatta bu işle uğraşanların nerdeyse tümünün
sefalete mahkûm yaşam sürmeleri, yaptıkları
AHMED KALKAN
~ 108 ~
büyünün hakikat içermediğini, büyünün bir göz boyama
oyunu olduğunu apaçık göstermektedir…
Kur’an; Firavun’un Mâsâ’ya inanan sihirbazlara tehditler
savurduğunu ve onları keseceğini söylediğini nakletmektedir.
171 Firavun sihirbazların güçlerini, acziyetlerini bildiği için
bu tehditlerde bulunmuştur… Değilse, Firavun o sihirbazları
tehdit etmek yerine; onlardan korkardı…
Kısacası sihir/büyü sadece göz boyama oyunudur… Birtakım
hilelerle gözlerin yanıltılması halidir… Bunun dışında
sihir yoktur… Türkçede kullanılan “gözlerimi büyüledi”, “dinleyenleri
sesi ile büyüledi”, “yaptığı hareketlerle izleyicileri
büyüledi” gibi ifadeler, Kur’an’da anlatılan büyünün özellikleriyle
birebir uymaktadır…
İnsan güzel ve süslü sözlerin, görüntülerin, davranışların
etkisinde kalarak da büyülenebilir… Ancak bu büyü de maddî
bir büyüdür ve aldatmacadan ibarettir… Yalan konuşan birine
kanmak, güzel giyimli birinin zenginliğine inanmak, iç
dünyasını gizleyip dış dünyasında dürüst görünmeye çalışan
hainlere aldanmak gibi…
Büyücünün karı ve koca arasını açmak, sevenleri ayırmak,
birbirini sevmeyenleri birleştirmek, kaybolan eşyayı geri
getirmek gibi etkinliği ve yetkinliği olamaz… Zira bu durum
kalplerde ülfet peyda eden Rabbimizin buyruklarına terstir…
Herhangi bir kimseye tılsım, muska, düğüm vs. şekillerle sihir
yapılabileceğine inanmak, sadece cehalettir…
171 20/Tâhâ, 71
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 109 ~
Eğer sihirbazlar yaptıkları sihirlerle insanların arasını
açma, ülfet sağlama gibi yetkinliğe sahip olsalardı birkaç kuruş
peşinde koşmazlardı… Sihir bir maharet ve yetenek işidir…
Bir oyun ve aldatma becerisidir… El çabukluğu işidir…
Tek işlevi gözleri yanıltmaktır… Dolayısı ile Peygamberimize
sihir yapıldığı ve yapılan sihirden dolayı peygamberimizin
bazen ne yaptığını hatırlamadığı gibi rivayetler birer uydurmadan
ibarettir…
Sihrin Babil’de iki melek tarafından insanlara imtihan
amaçlı öğretildiği de bir Yahudi efsanesidir… Kur’an Bakara
Sûresi 102. âyette bu efsaneyi olumsuzluk “mâ”larını ard
arda zikrederek red eder… Bu iddia Yahudilerin iftirası idi ve
ilgili âyet de bu iftirayı yalanlamak için indirilmiştir…
Müslümanlar sihre inanmakla İlâhî gücü sihirbazlara yüklediklerinin
farkında değiller… Müslüman halklarda var olan
sihir inancı, aslında bir şirk inancıdır ve bundan şiddetle
uzak durulması gerekmektedir…172
BÜYÜNÜN ETKILEMESI KONUSUNDA MEZHEBÎ GÖRÜŞLER
Yine rukyeci, rukyeyi ve büyünün önemini savunuyor:
Büyü, kendisine büyü yapılan kimseyi öldürebilir veya
onun tabiatını ve davranışlarını değiştirebilir. İmam Şâfiî
ve İmam Ahmed b. Hanbel de bu görüştedirler.”173
172 Cahit Karaalp
173 İdraru’ş-Şurûk fî Envâi’l-Furûk, c. 4, s. 149
AHMED KALKAN
~ 110 ~
“Mu’tezile ve Kaderiyye buna aykırı görüş belirtmişlerdir
ki onların zaten aykırı görüşlerine itibar edimez.
Ehl-i sünnettin ittifak ettiği meselerde bid’at ehlinin görüşü
kale alınmaz.” Onlar yazara göre bid’at ehli ise, yazar
da onlara göre bid’at ehlidir. Onların Kur’an’dan ve sünnetten
daha kuvvetli delilleri var ise niye ehl-i sünnete aykırı görüşlerine
itibar edilmesin? Ehl-i Sünnet ictihad etmişse, onlar da
ictihad etmiş. İctihadlardan biri doğru, diğeri yanlıştır. Ama,
peşinen ön yargılı bir tarzda, “ehl-i sünnet tüm ictihadlarında
isabet etmiştir, Mu’tezile ve Kaderiyye de ehl-i sünnete
ters tüm ictihadlarında yanılmıştır” demek ilmî ve objektiflik
ölçülere sığar mı? Onların da kendi mezheplerinin dışındaki
tüm ehl-i sünnet mezheplerine yanlış demeleri o zaman
doğru olacaktır. “Benim mezhebimin içtihadı, yanlış olma
ihtimali olan doğrudur. Diğer mezheplerin görüşü ise doğru
olma ihtimali olan yanlıştır.” demeliyiz. Bu mezheplerin mensupları
Müslüman kabul edildiği halde, İslâm mezhebi kabul
edilen mezheplerin ictihadlarında tümüyle yanıldığını ve hiç
doğru içtihada ulaşamadığını iddia etmek; ancak bağnazlıkla,
mezhepçilik ve mezhep taassubuyla izah edilebilir. Ehl-i
Sünnet, akaid mezhebidir; daha doğrusu akaid mezhepleri
koalisyonudur. Ehl-i sünnet dışı mezhepler de ehl-i sünnet
mezhepleri de akaidde mü’minleri bağlamaz. O yüzden bu
mezhep tartışmasının yeri akaid konuları hiç olmamalı. Bakın,
bu konuda ehl-i sünnetin ittifak ettiği söylenen bir husus
var; o husus, konuyla ilgili âyetlere taban tabana zıt. Neyi tercih
edecek mü’minler? Kaldı ki, ehl-i sünnet kolay kolay ittifak
da etmez. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bazıları büyünün hak
ve hakikat olduğunu, etki edebileceğini kabul etmez. Ehl-i
Sünnet bazı âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını, büyü adına
görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu söylerler.
Bunlar arasında Ebû Hanife vardır, Ebû Ca’fer Esterebâzî
ile hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 111 ~
İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla
bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Ehl-i Sünnetim diye, isterse bu konudaki ehl-i sünnetin
görüşü ittifak halinde kabul görmüş olsun,
o görüş veya ictihad, Kur’an’a zıt ise, bir mü’min,
Kur’an’la uzlaşmayan bir görüşü, fetvayı, ictihadı
kesin şekilde kabul etmez, edemez, etmemelidir.174
Mezhepler dinin önüne geçemez. Mezhepler, dinin
bir yorumudur, dinin kendisi gibi algılanamaz.
Akaidde mezhep olmaz, olmamalıdır. Kur’an’daki
akaid esasları bütün mü’minleri bağlayan esaslardır,
ilkelerdir. Mezhep akaidi, yorumdur, ictihaddır.
Akaidde inanç esasları, beşerî yorumlara, zan içeren
ictihadlara dayanmaz; mütevâtir olan Kur’anî hükümlere
dayanır.
SIHRIN GÖZ BOYAMA VE DEĞIŞIK ARAÇLARLA YAPILAN HILE VE
KANDIRMADAN İBARET OLDUĞUNU SÖYLEYEN ÂLIMLERE BIR
ÖRNEK; EBÛ BEKR EL-CESSAS
“Sihrin/büyünün hak olduğunda, etki ettiğinde, ehl-i sünnet
âlimleri ittifak etmiştir” gibi doğru olmayan nice sözler,
maalesef nice kitaplara geçmiştir. Bu ifadenin doğru olmadığını
görüyoruz. Sihrin/büyünün göz boyamaktan ve değişik
âlet ve yöntemlerle hile yapıp insanları kandırmaktan ibaret
174 33/Ahzâb, 36
AHMED KALKAN
~ 112 ~
olduğunu belirten nice âlim vardır. Ahkâmu’l Kur’an sahibi
meşhur Hanefî âlim Ebû Bekr el-Cessâs (h. 305-370) sihir/
büyü hakkında şu bilgileri verir:
Dil bilimcilerin anlattıklarına göre sihir kelimesi sözlükte,
sebebi elle tutulmayan, gözle görülmeyen ve gizli olan şeye
denir. “Sihir” kelimesinin sözlükteki anlamı budur. Ancak
daha sonra bu kelime sebebi gizli olan, insanı gerçek dışı
hayallere sürükleyen, bir nevi aldatma ve kandırma işleri
anlamında kullanılır oldu. “Sihir” kelimesi, herhangi bir kayda
bağlı olmaksızın yalın olarak kullanıldığında faili yerilir.
Ancak övgüye layık işler bağlamında kullanıldığında kayıtlı
olarak kullanılır.
Nitekim bir rivayette şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz bazı
konuşmalarda sihir vardır.”175
“Şüphesiz bazı konuşmalarda sihir vardır” buyurmuş. Mesela
başkasına haksızlık yapmış olan bir adam, güzel bir
savunma yaparak kendisini dinleyenleri âdeta büyüler ve
böylece başkasının hakkını alıp götürür. “Bazı ilimde cehalet
vardır” buyurmuş. Bir alanda bilgi sahibi olan bir kimse, bilmediği
alanda da konuşmaya kalkarsa o alanda cahil olduğu
ortaya çıkar. “Bazı şiirlerde hikmet vardır” buyurmuş. Buna
da darb-ı meseller ve insanların öğüt aldığı vaaz ve nasihatler
örnek gösterilebilir. “Bazı sözlerde de zayilik vardır” sözüne
gelince; bunun için de şu örnek verilebilir: Kelimelerinizi ve
sözlerinizi, dinlemek istemeyen ilgisiz bir kimseye anlatmaya
kalkarsanız bu durumda o kelimeleriniz ve sözleriniz zayi
olmuş olur; boşa konuşmuş olursunuz.”
Rasûlullah (s.a.s.), bazı konuşmaları sihirle nitelemiştir.
175 Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, 10/83
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 113 ~
Çünkü konuşmayı yapan kişi, ya daha önce gizli kalmış bir
gerçeği güzel konuşması ile bildirip net bir şekilde izah edip
açıklığa kavuşturuyor, ki bu helâl olan bir sihirdir ki Peygamber
(s.a.s.) Efendimiz, Zibrikan b. Bedir hakkında bu türden
bir konuşma yapan Amr b. Ehtem’in konuşmasına ses çıkarmamış
ve ona kızmamıştır. Rivayet olunduğuna göre bir
adam, Ömer b. Abdulaziz’in huzurunda belagatlı bir konuşma
yapmış, Ömer de “Allah’a yemin ederim ki, bu helâl olan
sihirdir” demiştir.
Ya da konuşmasıyla bâtılı gerçekmiş gibi tasvir eder, dinleyicileri
de yaldızlı sözlerle aldatır. Şu halde sihir kelimesi yalın
olarak kullanıldığında, gerçekliği olmayan ve aldatıcı güzel bir
kılıfa sokulan bâtıl şeyler anlamına gelir. Nitekim bu konuda
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İnsanların gözlerini büyülediler.”
176
Firavun‘un sihirbazları, gerçekliği olmayan bir şeyi gerçekmiş
gibi göstererek ortaya attıkları iplerinin ve değneklerinin
yılanmış gibi hareket ettiği algısını izleyenlerin zihinlerinde
meydana getirdiler. İlgili ayet bu duruma şöyle bir
açıklık getirmektedir: “Onların ipleri ve değnekleri yaptıkları
sihirden dolayı kendisine hızla sürünür gibi görünüyor.”177
Yüce Allah izleyicilerin sürünme zannettikleri şeyin aslında
bir sürünme olmadığını, aksine bir hayal olduğunu bildirmektedir.
Bir gerçeği anlatıp onu açıklayan konuşma, helâl
olan sihirden sayılır. Ama göz boyama, aldatma, bâtılı hak
sûretinde gösterme amacıyla yapılan konuşma, kınanan sihirden
sayılır.
176 7/A’râf, 116
177 20/Tâhâ, 66
AHMED KALKAN
~ 114 ~
Beyana ve konuşmaya sihir denilmiştir. Çünkü güzel ve
etkili konuşabilen bir kimse, güzel bir şeyi çirkin gösterebileceği
gibi, çirkin bir şeyi de güzel gösterebilir. Sihirbazın/
büyücünün allayıp pullayarak bir şeyi olduğundan farklı göstermesine
sihir denildiği gibi, güzel konuşmaya da bu bakımdan
sihir denilmiştir.
Ebubekir el-Cessâs dedi ki: Güzel ve etkili konuşmaya gerçek
anlamda değil de mecazî anlamda “sihir” denilmiştir. Gerçek,
vasıflarını anlattığımız şeydir. Bu sebeple sihir kelimesi
yalın olarak kullanıldığında; muhatapları veya izleyicileri aldatmak,
zihinlerini karıştırmak, gerçekliği ve sâbitliği olmayan
şeyleri varmış gibi göstermek amacıyla allayıp pullayarak
olduğundan farklı bir şekilde gösterilen şeylere denir. 178
SIHRIN ÇEŞITLERI, SIHIRBAZLARIN AMAÇLARI VE HEDEFLERI
İlk olarak; Cenab-ı Allah’ın Kur’an’da kendilerinden söz ettiği
Babil halkının sihri.
Babil halkı sabii olup yedi gezegene tapıyor, onları ilah
olarak adlandırıyor, kâinattaki olayların failinin onlar olduğuna
inanıyorlardı. Bunlar muattıla yani Allah’ın sıfatlarının
varlığını kabul etmeyen kimselerdi. Bunlar evrendeki gezegenleri
ve diğer gök cisimlerini yoktan var edip yaratan bir
sâni-i hakikinin varlığını kabul etmiyorlardı. Bunlara Yüce
Allah Hz. İbrahim’i aleyhisselam gönderdi. Hz. İbrahim, onları
Allah’a imana davet etti. Onları şaşkına çeviren deliller ileri
sürerek kendileriyle tartıştı. Karşı koyamayacakları delillerle
karşılarına çıktı.
178 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., s. 136-143
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 115 ~
Sihir çeşitlerinin çoğu tahayyüllerden ibaret olup eşyanın
aslından farklı bir şekilde görünmesini sağlamaktadır.
Sihir çeşitlerinden biri, halkın bildiği ve âdetin kendisiyle
cari olup gittiği ve görülebilir nitelikte olan sihirlerdir.
Elle tutulup gözle görülmeyen, gizli kalan, hakkında bilgi
sahibi olanlar dışında kalan kimselerin hakikî manasını ve iç
yüzünü bilemediği bir sihir çeşidi de vardır. Zira her ilmin
gizli aşikâr, açık ve kapalı tarafları vardır. Açık ve aşikâr olan
tarafı gören ve işiten her akıllı kimse bilir. Gizli ve kapalı olan
tarafı ise hakkında araştırma yapmış, bilgi sahibi olmuş, uygulamasını
yapmış ehli kimselerden başkası bilemez. Buna
şöyle bir örnek verilebilir: Nehirde gemi yolculuğu yapan bir
kimse, üzerindeki hurma ağaçları ve binalarla birlikte kıyının
da kendisiyle birlikte hareket etmekte olduğunu zanneder.
Geceleyin kuzeyden rüzgâr estiğinde gökyüzünü seyretmekte
olan bir kimse, ayın bulutlarla birlikte güneye doğru
kaymakta olduğunu zanneder. Üzerinde renkli bir işaret
bulunan bir topaç hızla döndürüldüğünde, nokta veya ben
şeklindeki o işaret topacın çevresini kuşatan bir çember gibi
görünür. Hızla dönmekte olan değirmen taşında da benzer
şeyler görülebilir. Ucunda ateş közü bulunan bir tahta çubuk
havada hızla döndürüldüğünde tahta çubukta havada bir
ateş çemberi görüntüsü meydana gelir. İçi su dolu bir cam
bardağa atılan bir üzüm tanesi, erik veya şeftali büyüklüğünde
görülür. Ufak tefek bir adam, suyun gerisinde durduğunda
iri cüsseli görülür. Yerden yükselen buharlar, sabahleyin doğmakta
olan güneş kurşunu çok büyük gösterir. Ama buharlardan
ayrılıp yükseldiğinde göze küçük görünür. Suya düşen
bir çubuk, kırık veya eğri görünür. Yüzüğü gözünüze yanaştırdığınızda
halkası bilezik büyüklüğündeymiş gibi görünür.
AHMED KALKAN
~ 116 ~
Eşyanın olduğundan farklı görünmesiyle ilgili olarak bunlara
benzer daha birçok örnek verilebilir ki, halkın çoğu bunları
bilir.
Bir diğer sihir çeşidi: Elle tutulup gözle görülemeyen, ancak
hakkında bilgisi ve düşüncesi olan erbabınca bilinen sihir
çeşide de vardır. Sihirbazın ipi buna örnek gösterilebilir.
Bu ip bazen kırmızı, bazen sarı, bazen de siyah renkte ortaya
çıkar. Bunun en güzel şekillerinden biri de gözbağcılarının
yaptığı gibi eşyayı olduğundan farklı gösteren hareketlerde
bulunmak ve insanı çeşitli hayallere sürüklemektir. Mesela
elinde tuttuğu bir serçeyi gözlerinizin önünde keser. Sonra
de kesip başını gövdesinden ayırdığı serçenin uçtuğunu size
gösterir. Bunu el çabukluğu ile becerir. Aslında kesilip başı
koparılan serçe ile uçan serçe aynı değildir. Doğrusuna bakılırsa
o sihirbaz, yanında iki serçe bulunduruyordu. Birini
keserken diğerini saklayıp gizlemişti. Daha sonra diğerini
uçururken de önce kesmiş olduğunu saklayıp gizlemişti. Sihirbaz,
bir adamı kestiğini, yanındaki kılıcı yuttuğunu gösterir.
Ama gerçek, hiç de onun bize gösterdiği gibi değildir.
Sihirbazların yaptıklarına gösterilebilecek örneklerden
biri de şudur: Tunç veya diğer madenlerden imal edilen ve
birbiriyle çarpışmakta olan, sonra biri bu iş için hazırlanmış
olan hileleri kullanarak diğerini öldüren iki süvari.
Bir örnek de şu: At üzerinde ve elinde bir borazan bulunan
tunçtan yapılmış bir süvari heykeli. Hiç kimse kendisine yaklaşmadığı
ve eliyle dokunmadığı halde bu süvari heykeli, her
saat başı o borazanı çalar.
Sihirbazlar, cinler ve şeytanlarla konuştuklarını, muska ve
tılsımlarla onları itaat altına aldıklarını, istediklerini önceden
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 117 ~
bir şeyler yapma ve bu iş için kendileriyle anlaşma yaparak
hazırladıkları cin ve şeytanlar aracılığıyla elde ettiklerini iddia
etmektedirler. Cahiliye döneminde Arap kâhinleri işlerini
bu şekilde yürütüyorlardı. Hallâc-ı Mansur da gösterdiği harika
hallerin çoğunu, anlaşmalı olduğu cin ve şeytanlar aracılığıyla
gerçekleştirmişti. Bu kitap bunların hepsini anlatmaya
müsait olsaydı, Hallâc’ın ve emsallerinin “harika” diye gösterdiklerinin
iç yüzünü açığa çıkaracak şeyleri mutlaka anlatırdım.
Sihir çeşitlerinden biri de insanlar arasında laf taşımak,
jurnalcilik yapmak, belagatlı ve şatafatlı cümleler kurmak,
insanların zihnini ifsad etmek, kafalarını karıştırarak onları
sinsice birbirine düşürmek de bir nevi sihirdir. Sihrin bu türü
halk arasında fazlasıyla yaygındır. Anlatıldığına göre bir kadın,
evli bir çiftin arasını bozmak istemiş. Önce kadına gidip;
“Kocan senden yüz çevirmiş. Ona sihir yapmışlar. Sana karşı
tutuk hale getirilmiş. Senin için ona ben de bir sihir yaparım.
Öyle bir hale gelir ki, senden başkasını istemez ve senden
başkasına bakmaz. Ancak bunu yapabilmem için, uyuyacağı
zaman onun sakalından ustura ile keseceğin üç tel getirip
bana vermelisin. Bunu başarabilirsen bu iş tamamdır” demiş.
Kadın, onun bu söylediklerinin doğruluğuna inanıp ona aldanmış.
Fitnekâr kadın bu defa kocanın yanına gidip ona, “Karın,
gönlünü başka bir erkeğe kaptırmış. Seni öldürmeye karar
vermiş. Onun bu durumundan haberdar oldum. Acıdığım için
sana bu öğüdü veriyorum. Uyanık ve tedbirli ol. Ona asla aldanma.
O, seni usturayla öldürecek. Zaten bunu onun halinden
de anlayacaksın. Bunu yapacağından asla şüphe yok” demiş.
Adam evine gitmiş. Uzanıp uyur gibi yapmış. Karısı uyuduğunu
zannedince hemen keskin bir usturayı eline almış ve
AHMED KALKAN
~ 118 ~
sakalından üç tel kesmek için adamın üzerine eğilmiş. Adam
hemen gözlerini açmış. Karısının, elinde usturayla boğazına
doğru eğildiğini görmüş. Karısının kendisini öldüreceğinden
artık hiç şüphesi kalmamış. Derhal ayağa kalkıp karısını öldürmüş.
Karısını öldürdüğü için de kendisi de öldürülmüş.
Buna benzer sayılamayacak kadar çok örnek vardır.
Büyücüler ve cin çarpmış oldukları varsayılanların
üzerine okuyanlar (rukyeciler), iddia ettikleri gibi
başkalarına zarar veya fayda vermeye muktedir olsalardı,
havada uçabilselerdi, gaybı bilselerdi, uzak
ülkelerden haberler getirebilselerdi, çalınan veya
saklanan şeylerin yerlerini bilselerdi, anlattığımız
şekillerden başka bazı yöntemlerle insanlara zarar
verebilselerdi, o zaman hükümdarların hâkimiyetine
de son verirlerdi. Onları öldürerek ülkelerinin başına
geçer, hazinelerine sahip olurlardı. Öyle ki kendilerine
asla zarar gelmez, hoşlanmadıkları işler başlarına
gelmezdi. Kendilerine suikastte bulunmak isteyenlere
karşı savunma ihtiyacını duymazlardı. İnsanların
elindeki nimetleri istemeye muhtaç olmazlardı. Böyle
bir durum söz konusu olmadığına, bu iddia sahipleri
insanlar arasında en perişan halde, en tamahkâr,
en hilebaz olduklarına, insanların ellerindeki parayı
elde etmek için çeşitli yollara tevessül ettiklerine,
fakir ve geçinemez oldukları apaçık olduğuna göre,
bunların hiçbir şeye muktedir olmadıkları kesin olarak
anlayıp tespit etmiş olmaktayız. Halktan cahil
ve güven vermeyen insanların elebaşları, sihirbaz ve
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 119 ~
okuyup üfleyenlerin (rukyecilerin) iddialarını hemen
tasdik ederler. Bu iddiaları reddedenlere de şiddetle
karşı çıkarlar. Bu konuda gelen yalan ve uydurma rivayetleri
de sahih kabul ederler. “Sihirbaz ise nereye
varsa kurtuluşa eremez.”179
Cahil kimseler, sihirbazların bu anlatılanlardan daha tuhaf
ve daha feci şeyleri yapabileceklerine de inanırlar. Şöyle
ki: Onlar, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sihir yapıldığını, sihrin onu
çok etkilediğini, hatta “Ben bir şeyi yapmadığım ve söylemediğim
halde o şeyi yapmışım veya söylemişim gibi hayal ediyordum”
dediğini iddia ederler.
Cessas diyor ki: Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz
cahillerle oynamak, onları ‘peygamberlerin mucizeleri
meğer boş şeylermiş’ demeye sürüklemek, o mucizelere
dil uzattırmak ve peygamberlerin mucizeleriyle
sihirbazların yaptıkları işler arasında bir fark
olmadığına, hepsinin aynı türden şeyler olduklarına
inandırmak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur.
Tuhaftır ki bazı kimseler, hem peygamberleri
tasdik edip onların gösterdikleri mucizelerin
gerçek olduğuna inanırlar, hem de sihirbazların yaptıkları
bu gibi şeylerin doğruluğuna inanırlar. Oysa
Yüce Allah “Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez”
180 buyurmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı
Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu,
179 20/Tâhâ, 69
180 20/Tâhâ, 69
AHMED KALKAN
~ 120 ~
tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri
doğrulamış olmaktadırlar.
Cahilliği sebebiyle Yahudi kadının, yapacağı sihrin Peygamber’in
(s.a.s.) bedenine etki edeceğine inanarak ona sihir
yapmış olması mümkündür. Ama Cenab-ı Allah, onun sihri
gizlediği yerden Peygamber’i (s.a.s.) haberdar etti. Kadının
da yaptığı kötülükten dolayı cehaletini ortaya çıkardı. Kadın,
Peygamber’in (s.a.s.) bu sihrin etkisinden kurtulduğu takdirde
nübüvvetini ispatlamış olacağını düşünerek bunu yapmıştı.
Yoksa bu sihir, ona zarar versin ve durumunu karmaşık
hale getirsin diye yapmış değildi. Diğer taraftan konuyla ilgili
hadisi rivayet eden ravilerin tamamı, Peygamber’in (s.a.s.)
durumunun karmaşık hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine
bu ifade, hadise daha sonraları eklenmiş olup hadisin
aslında mevcut değildir.
Peygamberlerin mucizeleri ile hayallere kaptırmaya ilişkin
anlattığımız diğer şeyler arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz:
Peygamberlerin mucizeleri kendi hakikatleri üzeredir. İçleri
dışları gibidir. Üzerlerinde ince bir tefekküre daldığınızda, sahihliğini
ve gerçekliğini daha iyi kavrarsınız. Bütün yaratılmışlar
onların emsallerini ve benzerlerini getirmeye çabalasalar
bunu başaramazlar. Sihirbazların allayıp pullayarak eşyayı
olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ve hayal oyunları,
gerçekliği olmayan asılsız şeyler göstermek için yapılan bir
nevi hile ve ince oyunlardır. Sihirbazların olduğundan farklı
gösterdikleri şeyler, derin bir tefekkür ve araştırma neticesinde
anlaşılır. Bunu öğrenmek isteyen herkes, çabalama neticesinde
herhangi bir sihirbaz kadar öğrenebilir ve onun yaptıklarının
benzerini yapabilir. 181
181 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., s. 143-158 (özetlenerek)
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 121 ~
BÜYÜNÜN ETKISI YOKTUR
Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var olduğu,
Bâbil döneminden beri bilinip bazı çeşitlerinin uygulandığını
biliyoruz. Ancak, sihirbazlar, büyücüler tarafından çeşitli
maksatlarla yapılarak bazı etki ve sonuçları iddia edilen, kendilerine
diğer insanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-mânevî
çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün insanlar veya
eşya üzerinde gerçekten tesiri var mıdır? Bu soruya tarihten
bu yana açık, net ve kesin bir cevap üzerinde uzlaşılamadığı
görülmektedir. Sihrin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun
sırf yalan-dolan, üçkâğıtçılık, göz boyama ve el çabukluğu,
göz bağcılığı türünden şeyleri içerdiğini; diğer grubun
da bilimsel, teknolojik bazı gerçeklere dayandığını ve bu bilimsel
gerçeklerin istismar edilmesi sûretiyle ortaya konulan
bazı olayları kapsamına aldığını söyleyebiliriz. Bu durumda
birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgisi
olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı bilimsel
gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah’ın tabiatta yarattığı
bazı kanunların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı,
bunların kötü maksatlarla kullanılarak şirk ve küfre âlet
edildiği görülmektedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı
olmayan, yalana-dolana dayanan sihrin herhangi bir tesirinin
olmayacağı açıktır. İkinci gruba giren sihirlerin birtakım
bilimsel gerçekleri içinde barındırdığını belirten bazı âlimler,
bu çeşit büyülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan âyetlerle, bazı hadislere dayanan
bir kısım İslâm âlimleri büyünün bir hakikati olduğunu
ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah’a sığınmak gerektiğini
söylemişlerdir. Mu’tezileye ve ehl-i sünnete mensup
bazı âlimlere göre ise büyü, gerçek değildir. Sihir diye bir
şey yoktur. İnsan hiçbir şekilde, dokunmadan başkasına etki
AHMED KALKAN
~ 122 ~
yapamaz. Ancak mu’tezile ve bazı ehl-i sünnet âlimlerinin,
bir kimseye dokunmadan etki edilemediği görüşünün, devirlerindeki
fen ve teknik uygulamaların, çağımızdaki seviyeye
ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da
bir gerçektir. Çünkü günümüzde fizikî birtakım yollarla, ses
dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak
eşyaya ya da herhangi bir insana etki etmenin mümkün olduğu
anlaşılmıştır. Artık zamanımızda ses, ışık, elektrik dalgalarıyla
el değmeden birtakım cihazlar çalıştırılabilmektedir.
Tv., uydular, uzaktan kumandalı silahlar, füzeler vs. araç
ve gereçler buna bir örnektir. Ancak bunların fizikî birtakım
kanunlarla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir ya da büyü olmadığı
ortadadır.
Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir
er-Râzî, İbn Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî,’ye göre
büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları
aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre,
ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmına göre büyü vardır. Bunlara
göre, bazı kimseler riyâzet, isimlerin ve rakamların özellikleri,
efsun ve uzlet gibi yollara başvurarak başka varlıklar
üzerinde etki yapabilecek duruma gelebilirler. Cinlerin kötüleriyle
temas kurup onlar aracılığıyla olağanüstü şeyleri yaratan
yine Allah’tır. Sihirbaz, büyüsüyle bir olayın sebeplerini
bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve rakamlara
o özellikleri veren de Allah’tır. Böylece her işin fâili Allah
olmaktadır.182
182 Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l-Gayb Terc. 263; S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri,
1/209; A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 232
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 123 ~
TELKIN
Sihir konusunu, birtakım saçmalıklardan, asılsız
uygulamalardan ve hurâfelerden arındırarak Kur’an
ve sahih sünnetin ışığında düşünürsek, âlimlerimizin
de belirttiği gibi, bunlardan bir kısmında gerçek
payı olmalıdır. O halde sihrin bu gerçek kısmı
ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş
asırlara nispetle gayet iyi bilinen ve kullanılan
“telkin”dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış
ve yalan-dolan haberlerle muhâtabın kafasını ve
gönlünü bulandırmak, fikirlerini çelmek, kanaatini
değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate
sahip olmasını sağlamaktır. Telkin, günümüzde söz,
propaganda, yazı, resim, film, müzik, spor, yalan haber
vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır.
Bunun için kaset, disket, cd., bant, resim, yazı, tv.,
telefon vs. araçlarla muhâtaba ulaşılmakta, onun
fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması
temin edilmektedir.183 Tâbir câizse kişi, yavaş yavaş
şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir.
Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda,
insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru,
hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi gösterilmekte,
kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan ya
da cin şeytanının, sihirbazının bir ya da birkaç kişiyi,
bir kabile veya site halkını büyüleyip kandırarak
183 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, c. 8, s. 88
AHMED KALKAN
~ 124 ~
küfre götürebilmesine karşılık; günümüzün modern
sihirbazları, sahip oldukları iletişim araçlarıyla milyonlarca
insanı, az geliş(tiril)miş veya geri bıraktırılmış
toplumları, ulusları, istedikleri biçimde şartlandırmakta,
zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze
ederek, kendi benliklerinden koparmaya çalışmaktadırlar.
Yalan haberler, reklâmlar, seks filmleri, pembe diziler,
spor ve özellikle futbol maçları, müzik vs. yollarla insanların
beyinleri dumûra uğratılıp uyuşturulmakta, insanlar düşünemez,
doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırt edemez hale
getirilmektedir. İletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı,
sihirleyici, büyüleyici gücü altında insanlar cinsel ihtiyaçlarıyla
midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve irâdelerini
kullanamaz, silkinip kendilerine gelemez duruma sokulmaktadır.
Bu gerçeği inkâr edemediklerinden Batılılar bile, tv.ye
magic box (büyüleyici kutu) demektedir. Eski büyücülerin/
sihirbazların yerini alan tv., seyirciyi efsunlayıp hipnotize
etmekte, aptallaştırmaktadır. Bu sihirli iletişim gücünün sahipleri
ve yönlendiricileri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri
anda kamuoyu oluşturmakta, halk kitlelerini harekete geçirerek
hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları
aldırtmak istemektedir.
Televizyonu da fesatta geçecek teknolojik aygıtlar
gün geçtikçe daha da yaygınlaşmaktadır. İnternet,
halkın dörtte üçünden fazlasında mevcut. Halkın
yarısından çoğu sosyal medyayı takip ediyor. Cep telefonu
olmayan beşikte bebek bile kalmadı. Bebekler
artık telefon ellerinde olmadan yemek bile yemiyor.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 125 ~
Eğer cinlerin musallat olmasına engel olurum diyen
rukyeci varsa, işte meydan; buyursun! Şu cinlerin,
şeytanların cirit attığı internet dünyasının, sanal
âlemin insanlara musallat olmasının önüne geçsin.
Büyük bir ecir ve sevap alsın. İnsanı dört bir yandan
kuşatıp musallat olan cinlerin, şeytanların saldırılarından
insanı kurtarmaktır esas şifasına sebep
olmak. Peygamberimiz gözle görülmeyen mikroplara
da “cin” diyordu. İnsana musallat olan cinler olan
korona virüsü insan vücudundan çıkarsın da gerçekten
cin musallatına çözüm buluyormuş diyelim.
Yoksa, insanın içine cin girmiş diye insanı döverek
cini dövdüğünü zanneden, çaresiz insanların umutlarıyla
oynayan, insanları maddî ve mânevî yönüyle
sömüren ve bunları din adına yapan kimselerin insanlara
musallat olması sözkonusu olacaktır. Zaten
Türkiye, ne çekiyorsa kurtarıcıların elinden çekiyor.
Cinlerden insanları kurtaracağını iddia edenlerin
elinden bu halkı kim kurtaracak?
Büyü yapmak isteyen sihirbazların, Allah’ın yasakladığı
birtakım fiilleri işleyerek şeytan ya da cinlere yaklaşmak
istedikleri nakledilegelen hususlardandır. Tarih boyunca bu
tür kimseler yıldızlara taparak, Allah’a şirk koşarak, şeytanı
övüp ona tapınarak şeytanın yardımını temin etmeye çalışmışlardır.
Şeytanın da pislikte, şerde, fenalıkta kendisine
en uygun olan kimseleri dost edindiği muhakkaktır. Ancak
şeytanın, tevhid ehli mü’min kullara karşı, bu tür müşrik ve
müflis insanlara yardımı ne kadar tesirlidir? Bunlar, Allah’ın
iyi kullarına zarar vermeye muktedir olabilirler mi? Hemen
AHMED KALKAN
~ 126 ~
kısaca cevap verelim ki, şeytan ve yandaşları Allah ve Rasûlü’nün
yolundan gidenlere, Kur’ân-ı Kerim’e sımsıkı sarılanlara
hiçbir şekilde zarar veremezler. Bu husus, Kurân-ı Kerim’de
haber verilmiştir. 184
Buraya kadar kaydedilen hususlardan sihrin başlıca iki
kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım, sırf yalan-dolan
ve kandırmacadan ibaret olan söz ve fiillerle ortaya atılan
büyü çeşididir. İkinci kısım da az çok var olan bir gerçeği
sûiistimal ederek yapılan sihirlerdir. Eskiden sihir zannedilen
nice hususların günümüzde artık astronomi, astrofizik,
kimya, fizik, biyoloji, tıp, eczacılık vs. gibi müspet bilimlerle,
edebiyat, psikoloji, parapsikoloji, hitabet ve sosyoloji bilimlerinin
meşguliyet alanına girdiği de bir gerçektir. Bilim ve
fennin, düşüncenin gelişmesiyle artık günümüzde insanlar,
geçmişte sihir olarak adlandırılan, halkın kandırılmasına vesile
kılınan birçok olayın sebebini bilmekte, bunların açıklamasını
yapabilmektedirler. Haberleşme araç ve gereçlerinin
son derece yaygınlaştığı günümüzde artık insanlar, duydukları
her şeye körü körüne inanmamakta, bunların aslını ve
gerçeğini araştırmaktadırlar.
BÜYÜCÜLER HALKI KANDIRIYOR
Günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu
organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden
ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan
sihirbazların, büyücülerin karınlarını bile doyurmaktan
âciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü
184 14/İbrâhim, 22; 15/Hıcr, 42; 16/Nahl, 99; 17/İsrâ, 65
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 127 ~
olarak takdim edilen pek çok olay, artık müsbet bilimlerin
ilgi alanına girmiş, sebebi, mâhiyeti, sonucu açıklanabilir konuma
gelmiştir. Yukarıda saydığımız sihir çeşitlerinin ikinci
grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak
müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki günümüzde
bunları kabul etmek, pek mümkün görünmemektedir. Meselâ
bu gruba giren güçlü ruh sahibi kimsenin, kendi bedeninin
dışında etki edebilecek kadar irâdesinin güçlendiği, eşyada,
hayvanlarda, İnsanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf
yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini
değiştirebildiği, İnsanı öldürecek, diriltecek ya da sözgelimi
eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup
suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir.
Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya
da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı olmadan
uzaktan etki etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek
çok güçtür. Bu husus, son derece tartışmaya müsâit bir konudur.
Biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilimsel bir
açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kaldırabilir,
yerini değiştirebilir, ya da imha edebilirsiniz. İnsan da
buna dâhildir. Ancak, günümüzde onlara uzaktan tesir etmenin,
zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya
top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya
da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silâhlar geliştirerek elinizi
dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o
eşya ya da canlı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu
hasta eder veya ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumandalı
bombalarla, evinde oturan birini, uçakta veya arabasında
yolculuk yapanları havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir
olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin bilimsel
bir açıklaması mevcuttur. Eğer insanları uzaktan büyü
ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört
AHMED KALKAN
~ 128 ~
bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katliama, soykırıma uğratılmış
yahûdiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu
düşmanlarına tatbik eder, onların baskı ve zulümlerinden
kurtulurlardı. Hâlbuki tarih bize bunun aksini söylüyor.
Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar vermek, onları
öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs.
yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısına çıkamayan,
ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplumların, hasımlarının
kalbine korku salmak, onların zararlarından emin
olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp
teselli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarıda da belirtildiği
gibi, sihir ve büyünün İsrâiloğulları, Süryânîler gibi güçsüz
toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır’da, İran’da
Bâbil’de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli
gizli devam etmesi, bu görüşümüzü destekleyen hususlardandır.
İnsana hayat vermek, ya da onu öldürmek, ancak Cenâb-ı
Hakk’ın irâdesiyledir. Bu iş, Allah’ın elindedir ve O’nun emriyle
meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnelerin
bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur.
Bu konularda insan diler, Allah da onun sonucunu yaratır. Bu
sebeple, öldürmek maksadıyla bir insana ateş eden kimse,
Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kurşun seker,
isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. sebeplerden
dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Öldürme ve diriltmenin Allah’a
ait olduğuna dair birçok âyet vardır. Meselâ: “Doğrusu,
dirilten ve öldüren Biziz. Hepsinin gerisinde de Biz kalırız.”185
Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret
ve çalışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak
bir kimsenin hasımlarını bertaraf etmesi, imha
185 15/Hıcr, 23
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 129 ~
etmesi sözkonusu değildir. Bu, “sünnetullah”a, Allah’ın
kâinata koyduğu değişmez tabiî kanunlara ve
irâdesine aykırıdır. İnsanlar açısından bu, mümkün
de değildir. Eğer böyle bir şey mümkün ve câiz olsaydı,
Hz. Peygamber, düşmanlarıyla savaşa çıkmaz,
ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini
tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını
daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla
ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Yahûdiler, hıristiyanlar,
müşrikler, münâfıklar, İslâm düşmanları da
bu yolla Hz. Peygamber’i, sonraları müslümanların
liderlerini, komutanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak
olurlardı. Hâlbuki böyle bir şey sözkonusu
olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına
silâhıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da
O’nun karşısına silâhlarıyla, askerleriyle çıkmışlar
ve çarpışmışlardır.
Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir insanı
eşek yapabildikleri iddiası da artık günümüzde komik
kabul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını
herkes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka
kılıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu,
Kur’an’da “mesh” diye bahsedilen olaydır ki, bunun gerçekleşebilmesi,
ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudreti dâhilindedir. Allah’tan
başka varlıkların, kendileri de âciz birer varlık olan
sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.
Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürümenin
de orijinal bir tarafı, sihir diye nitelendirilebilecek bir yönü
kalmamıştır. Sıradan İnsanlar bile, biraz pilotluk eğitiminden
AHMED KALKAN
~ 130 ~
sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tehlikesizce
aşağılara süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir
motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde süratle
kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan birtakım
denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrâk etmektedir.
186
Günümüzde başta televizyon kanalları ve cep telefonlarına
kadar düşen internet olmak üzere medya,
yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük,
halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek yolunda
Firavunların ve Firavunî düzenlerin vazgeçemediği
bir araçtır.
SIHIRBAZLARDAN MEDET UMAN FIRAVUN
“Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Bu gerçekten
çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.’
Firavun, ‘Peki, ne buyurursunuz?’ (dedi.) Dediler ki: ‘Onu
da kardeşini de beklet; şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla.
Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler.’ Sihirbazlar Firavun’a
geldiler; ‘Eğer üstün gelen biz olursak bize muhakkak
bir ödül olmalıdır’ dediler. O da ‘Tamam; ayrıca sizler mutlaka
yakınlarımdan olacaksınız’ dedi.”187
Firavun’un yardımcıları ona, Mûsâ ve Hârun’u halkın
önünde rezil olana kadar bırakmasını öğütlediler. Firavun da
polislerini göndererek sihirbazları getirtti.
186 A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 224-229
187 7/A’râf, 109-114
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 131 ~
Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar.
Çünkü klasik büyü, hiçbir konuda başarısını ispatlamış,
kendisi ile netice alınmış değil. Dâvet sahiplerine karşı
çağdaş Firavunların kullandıkları büyücüler, eskisinden daha
iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyon yayıncıları,
emniyet yetkilileri ve istihbarat büroları vs. bunlar, gerçek
anlamda hiçbir etkisi olmayan sihirden çok daha etkili,
güçlü ve zararlıdır. Bütün dünya sihri bir araya getirilse, günümüzdeki
araçlarından yalnız birinin verdiği zararı verebilmesi
mümkün değildir.
Sistemini korumaya çalışan Firavun’la, sihirbazlar arasında
artık pazarlık başlamıştır. İnsanları kandırmakta uzman
bir sihirbaz ne isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... “Eğer
biz kazanırsak, kesin bir mükâfat var mı?” Ne ödülü? Firavun
ve üst seviyedeki yöneticiler açısından her türlü fedakârlık
zamanıdır. Çünkü bu, bir devlet sorunudur. İslâm dâvetine
karşı tâğutî düzeni koruma meselesidir. Cevap, kesinlikle
‘evet’tir. Belki binlerce evet... Ödüller, bahşişler, armağanlar
değil sadece; makam ve mevkiler de var. (“devlet sanatçısı”
ilân edilecektir sihirbazlar.) Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını
sağlamak, makam ve rütbe...
Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-şeytanî rejimlerde
makam sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor. Firavun’u ve
onun küfrünü, zulmünü, işkencesini ve yoksulları ezmesini
sağlayanlar ve koruyanlardır ona yakın olanlar. Dolayısıyla
makam ve mevkiler onlarındır. Bu kişiler kara cahil, sihirbaz,
yalancı ve dalkavuk olsa bile durum değişmez.
Mûsâ’nın (a.s.) büyücülerle buluşma zamanı, bayram
günü insanların toplandığı kuşluk vaktidir.188 Vaktin tâyini,
188 20/Tâhâ, 59
AHMED KALKAN
~ 132 ~
Hz. Mûsâ’ya aittir. Rasülün böyle bir vakti seçmesi, o ortamda
insanlara tebliğ etmenin uygun zamanını kolladığını göstermektedir.
Büyücüleri Allah’a karşı yalan uydurmamaya dâvet
eder ve azapla uyarır.189 Ancak, Firavun onların etkilenmesini
ve misyonlarını terk etmelerini önlemek için gizli bir görüşmede
bulunarak onları şeytan yolunda sâbit kılmaya çabalar.
Firavun’un verdiği moral destek ve vaadlerle190 Allah’ınki kıyaslanabilir
mi?191
“(Sihirbazlar,) ‘Ey Mûsâ, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın,
yoksa önce atanlar bizler mi olalım?’ dediler. ‘Siz atın’
dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular
ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mûsâ’ya,
‘asanı at’ diye vahyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını
yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların
yapmakta oldukları yok olup gitti.”192
Kur’an, burada başka bir çehre sergiliyor. Mûsâ (a.s.) ve
sihirbazların karşılaşma sahnesi. Bütün insanlar etraflarına
toplanmışlar ve geniş halkalar oluşturmuşlardı. Ve artık yarışma
başlıyor. “Ey Mûsâ, önce ya sen at, ya da biz!” “Siz atın”
dedi. Böylece kendisi sonra atıp, onlarınkini bozacak ve yarışmayı
kazanacaktı.
Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini
-bir çeşit onları kandırma yöntemiyle- büyülediler
ve onları korkuttular. Sihrin ne tür etkisi
olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz: 1. “İnsanların
gözlerini büyülediler.” Büyücüler görsel showlarla
189 20/Tâhâ, 61
190 20/Tâhâ, 62-64
191 20/Tâhâ, 68
192 7/A’râf, 115-118
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 133 ~
halkın gözüne hitap ederler. Gözleri etkilerler, göz
boyaması der halk buna. Günümüzün sihirbazları
olan sömürücüler de halkın gözünü etkileyerek kandırmayı
sürdürüyorlar. 2. “Onları korkuttular” Bâtıl
düzenler korku düzenidir. Her dönemdeki büyücüler
insanlara korku salarlar. “Cin senin içine girmiş, yiyecek
seni. Bak şu videolara. Senin durumun daha
kötü olabilir. Seni çarpabilirler, kamyon çarpar gibi;
hasta ederler, sâralı yaparlar, deli ederler ve öldürebilirler,
korkun cinlerden” derler. “İşte o şeytan sizi
ancak dostlarıyla veya şeytan ancak kendi dostlarını
korkutur. Eğer, gerçekten mü’min kimselerseniz
onlardan korkmayın, Benden korkun.”193 Hoca denilen
rukyeciler de insanları takvâya, Allah korkusuna
dâvet edip Allah’ın yasakladığı başka korkuları
engellemeye çalışacağına; cinlerden, onların vereceği
zarardan korkuturlar. İnsanları her dönem mutlaka
bazı şeylerle veya bazı kimselerle korkutma ihtiyacı
hisseder Firavunlar ve sihirbazlar. “Sanat ve çeşit
itibarıyla büyük bir sihir ortaya koymuş oldular.”
(Günümüzdekiler de rollerine iyi çalışıyorlar, halkı insanın
içinde cin varmış zannedecekleri şekilde, videolarla, canlı yayınlarla
etkiliyorlar.) “O sırada da Allah “asanı at” diye Hz.
Musa’ya vahyetti. Asa da onların büyüsünü yok etti. Sihirbazlar
yenilgiye uğradı, Mûsâ (a.s.) kazandı. “(Firavun ve
kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler…”194
Vahyi temsil edebilen Mûsâ olalım yeter ki, büyücülerin
193 3/Âl-i İmrân, 175
194 7/A’râf, 119
AHMED KALKAN
~ 134 ~
ortaya attığı malzemeleri yer bitirir, silip süpürürüz. “Sihirbazlar
ise secdeye kapandılar. ‘Mûsâ ve Harun’un da Rabbi
olan âlemlerin Rabbine iman ettik’ dediler…”195 Darısı,
günümüz sihirbazı olan medya patronlarına, rukye diyerek
insan içinden olmayan cinleri çıkarmaya kalkanlara, gözleri
boyayanlara, insanları kandırmaya çalışanlara…
Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybetmekle, halkın
önünde rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat
onları kuşatarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu
gösteriyor. Sanki biri onları secdeye itmişti. Kur’an’ın buradaki
ifadesi gayet açıktır. Eğer Mûsâ gibi vahiyle, Allah’ın
yardımı ile meydan okursak bu sihirbaz güruhuna, gâlip gelecek
olan biz olacağız. Vahiy ile, âyetlerle kuşanalım yeter
ki. Allah’ın yardımı bize gelecektir. Bu âyette Sihirbazların
âlemlerin Rabbine iman etmelerini engelleyecek Firavun’un
hiçbir tepkisi yok. Onu kızdıran tek şey, izni olmaksızın iman
etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir ediyor. Zira
o, kalplere ve vicdanlara hükmetmeyi istiyor ki; onun emri
olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.
Hz. Mûsâ, Rabbinin yardımıyla muzaffer olur. Bunun üzerine
büyücüler secdeye kapanarak iman ederler.196 Hem de ne
iman! Firavun’un onların ellerini ayaklarını çaprazlama kesip
hurma dallarına asma tehdidine karşı, zerre kadar imanlarından
kuşkuya düşmezler. Şerefi, ezelî ve ebedî olan’ın
yanında ararlar. Firavun’un zor kullanmasına rağmen, dayatılan
gayr-ı resmî ajanlığa, bir daha geri dönmezler.197 Çünkü
onların kalbine artık iman yazılmıştır. Günümüzde, nerede o
sihirbazlıktan tevbe edenlerin imanı? Âyet ve duâ, umut ve
güven satmaları karşılığında aldıkları üç-beş kuruş paradan
195 7/A’râf, 121-122
196 20/Tâhâ, 60
197 20/Tâhâ, 73
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 135 ~
vazgeçemeyenler, elini ayağını Allah yolunda seve seve fedâ
edebilir, Firavunlara meydan okuyabilir mi? Evet, deniyorsa,
aynen o günkü sihirbazlar gibi vahye teslim olmaları, büyüye
hizmeti terk etmeleri gerekiyor.
Büyücüler, meslekleri icabı büyü ile büyü olmayanı ayırt
edebilirler. Onlar iman ettiği halde, Firavun’un iman etmemesi
gösteriyor ki Firavun, inanmak için mucize istemesinde
samimi değildir. Hz. Musa’yı âciz kılacağını düşünerek böyle
bir istekte bulunmuştur.
Firavun, tuzağı geri tepince, bu sefer kendisinin ve rejiminin
şerefini içine düştüğü pisliklerden kurtarmak için bahaneler
aramaya başladı. İnsanlara, “Mûsâ bâtıl üzeredir’ mi
diyor; sihirbazlar Firavun’un adamları olduğu halde ‘niçin
iman ettiler’ mi diyor? Hayır! O takdirde bir kurnazlık gerek.
Ve iftiraya başvuruyor: “Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir
grubun yaptığı tezgâhın sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini
yönetimden uzaklaştırmak ve hükümetin yasal başkanını
alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.” Görüldüğü gibi Firavun’un
bu buluşu, tarih boyunca süregelen bütün Firavunların
yöntemlerine son derece uygundur.
Firavun’un iman eden sihirbazları tehdit ettiği ve sonra
uyguladığı “taslib” asarak idam etmektir. Genelde, kişinin
boynuna ip geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır.
İbnül-Münzir ve başkalarının da İbn Abbâs’tan naklettiklerine
göre bu tür idamı ve organları parçalama şeklini
Firavun başlatmıştır. Anlaşıldığı gibi Firavun, muhâliflerini
bastırmak için birçok işkence çeşidi icad etmiştir. Bunları
ister kendi kafasıyla bulsun, isterse içişleri bakanlıklarının,
istihbaratçıların, emniyet güçlerinin yardımlarıyla bulsun ve
hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez.
AHMED KALKAN
~ 136 ~
Sihirbazlar, Rablerine duada bulunuyorlar: “Ey Rabbimiz,
üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür.”
Bize sabır ve tahammül yağdır ki, işkence acıları, sopa ve kırbaç
ızdırapları, bıçak kesikleri ve boyunların vurulmasından
doğan dehşet, bize caydırıcı etki etmesin. İbn Abbas ve Süddî’den
nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini uyguladı,
kimini parçaladı kesti, kimini de idam etti. Suç? Hakkı görüp
teslim olmak, müslümanlığı kabul etmek.
Firavun, muvahhidleri altetmek için cedeli, kitle haberleşme
araçlarını (büyücüleri) kullanmış ve son çare olarak da
sâdık askerlerini devreye sokmuştur.198 Kendisi, kesin çözümden
yanadır. İktidarını ordusuna ve halkına borçlu olmasına
rağmen, ordusuyla tuzak kurarken, Allah’ın ondan çok daha
etkili tuzak kurabileceğini199 gözardı etmektedir. 200
TÜM FIRAVUNLARIN GÖZ BOYAMA ARACI OLAN MEDYASI;
SIHIRBAZLIK
Günümüzde başta televizyon kanalları olmak üzere
medya, yani dünkü adlandırma ile sihirbazlık/büyücülük,
halkın bağlılığını sağlamak ve sürdürmek
yolunda Firavunların ve Firavunî düzenlerin vazgeçemedikleri
bir araçtır.
Firavunların dayanakları, hilesi zayıf olan şeytanın
198 20/Tâhâ, 68
199 3/Âl-i İmran, 54
200 Mevdudi, Kur’an’da Firavun, s. 9, 38-43
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 137 ~
taktikleridir. Türlü hileler, nutuklar, vaadler, yalanlar,
entrikalar, karayı ak ve akı kara gösteren şarlatanlıklar.
Gösteriş/şov yaparak halkın gözünü boyamak,
aldatarak kamuoyu oluşturmak, Firavunları
ve düzenlerini güçlü göstermek, avutma ve uyutma
araçları, hakkın değil; güçlünün egemenliği... eski ve
çağdaş tâğutların sarıldıkları ipler/yılanlardır.
Firavun zamanındaki büyü, bir güç gösterisinin ögesi
olarak kullanılmakla, doğrudan doğruya Firavun düzeninin
güvenlik önlemi niteliği kazanmaktadır. Ancak, bir de dikkat
çekici bir başka nokta vardır bu olayda. Büyünün devlet
desteğine sahip olmasına karşın, Hak Din’i getirmiş olan Peygamber’in
gösterdiği mûcizeler için “büyü” denilmekle kalınmamakta,
Peygamber de “büyücü” olmakla suçlanmaktadır.
Kendileri için doğal, olağan, gerekli ve yararlı, kim bilir belki
de bir ayrıcalık sebebi gördükleri büyüyü, egemen güçler,
kendilerine karşı çıkanlarda suç kabul etmekte ve onları bununla
suçlayıp karalamaktadırlar. Eski ve çağdaş Firavunların
bir şarlatanlık örneği de propaganda sanatı(!)dır.
ESKI VE MODERN BÜYÜNÜN ETKISI İÇIN BIR ÖRNEK: KARIKOCA
ARASINI AYIRMAK
“...Onlar karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı...”201
Geçmişte, şeytan karakterli kişiler ya da sihirbazlar, insanların,
karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınırlı çapta
faâliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldüğü za-
201 2/Bakara, 102
AHMED KALKAN
~ 138 ~
man küçük zararlara sebebiyet vermekteydiler. Bunlar, belki
bin bir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görünerek
karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik
sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydılar.
Kim bilir, kadınların kulaklarına kocalarının kendilerini
sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da
kocanın kendisine haksızlık yaptığını, yeterli gezdirmediğini,
güzel giydirmediğini, istenildiği şekilde yedirmediğini, ona
karşı cimrilik yaptığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münâkaşalara,
mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulaklarına,
karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir
başkasını sevdiğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o
eski şahsı sevdiğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte,
ya da “hanımın ev işlerini iyi yapmıyor, güzel yemekler
yapmıyor, israf ediyor...” gibi araya kırgınlık ve kızgınlık
sokacak düşünceleri fısıldıyor, vesvese veriyordu. Böylece
huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılıyor,
ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek fâcialar
meydana getiriyor, yavruları ana-babalı öksüz bırakabiliyorlardı.
Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri,
artık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları
büyülemiyorlar. Onlar, toplumlara, fıtratlarında
ve benliklerinde yer almayan, değerlerine zıt fikirleri
ve hevâlara hoş gelecek özgürlük anlayışlarını
pompalıyorlar. Kadın-erkek eşitliğini, kadınların
ezildiğini, horlandığını, kocaların onları ezdiğini,
erkeklerin onları köle haline getirdiğini, kızların evlenip
koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya,
büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıklarını, evlilik
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 139 ~
denilen kurumun kutsal olduğuna inanmaya gerek
olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, iffet,
nâmus, bâkirelik gibi kavramların gereksiz ve boş
şeyler olduğunu, kadının da istediği zaman, istediği
süre, istediği erkekle serbeste yaşayabilme hakkı
olduğunu, onun da erkek gibi herhangi bir işte çalışıp
kazanarak özgürce harcayabilmesi gerektiğini
sûret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını
savunarak, şuursuz kesimlere “telkin” ediyorlar. Onları
şartlandırıyor, büyülüyorlar. Bunun sonucu olarak
âileler çöküyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler,
nifak tohumları atılıyor, boşanmalar çoğalıyor,
yapısı ve sağlamlığı âileye dayanan toplumlar
çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştirebilmek imkânsız
hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve benzeri
çirkinlikler, Allah’ın haram kıldığı fiiller yayılıyor,
ahlâken çöküş başlıyor. Toplumlar zayıflıyor, insanların
fıtratları yozlaşıyor, kimlik ve benlikleri kayboluyor,
başka toplumların ve devletlerin hâkimiyeti
altında yok olmaya aday hale geliyorlar.
KARI-KOCANIN ARASINI AÇAN MODERN SIHIRBAZ
DEĞNEKLERI; TV. VE CEP TELEFONU
Boşanmaların oranı konusunda, tv. öncesi ile tv. sonrası
karşılaştırmalı istatistikler, özellikle cep telefonu kullanımıyla
ilgili esaret, olayın vehâmetini ve modern büyünün etkisini
belgeler. İşi gücü güzel gözükerek fitneye sebep olmak,
AHMED KALKAN
~ 140 ~
erkekleri tahrik etmek, kışkırtmak olan, çağdaş hile ve aldatma
araç ve öğeleri olarak eski sihirbazların değneklerinin yerini
tutan kozmetik ürünler, fotoğraf hileleri, vücutları teşhir
eden giyinmeler/soyunmalar, müzik ve dansın katkıları vb.
ile erkekleri büyüleme işini başarıyla gerçekleştiren “sanatçı”,
“yıldız” denilen aktrist ve şarkıcıların eski zamandaki büyücü
kadınlara, cadılara benzerlikleri değerlendirilmelidir. Bu
starları/sanatçıları(!) izlerken, erkek, onları kendi karısıyla
ister istemez mukayese etmekte, ahlâksız kadınların teknikle
takviye edilen, şeytanın nefislere, olduğundan çok daha
güzel gösterdiği yalancı güzelliğine vurularak karısından soğuyabilmektedir.
Yine, yakışıklı ve ağzı güzel (büyüleyici) lâf
yapan aktörler, şarkıcılar kadınları teshir edip büyülemekte,
o da kocası ile filmdeki, pembe dizideki, magazin adlı büyü
showlardaki şeytanın allayıp pulladığı oğlanla/jönle, kendi
kocasını karşılaştırmakta, etkisinde kaldığı bu büyünün bedelini,
günlük hayattaki çatırdayan yuvasıyla ödemektedir.
Günümüzde “sanat”, çağdaş büyü aracı olarak kullanılmakta,
sanatçı da modern büyücü rolünü üstlenmektedir.
Sanat, ruhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan çıkarılmış;
toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden
de uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısıdır.
Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin
sırıtan makyajını göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine
âşık oldukları bu cadının kollarına atılır atılmaz karı-koca
arası ayrılmakta, aile hayatı can çekişmeye başlamakta...
Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle arkasından koşturduğu
gençlerin ruhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten önce
kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta. Bize düşen
görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya
kadar vardıran bu büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki
kurbanlarını azaltmak için çalışmak. Bunun da
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 141 ~
yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı “gerçek güzel”
i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa,
o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler
sadece. Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki
sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun.
Bu yönüyle, modern sihirbazlar ve büyücüler tarafından
uygulanan, toplumlara yöneltilen sihrin ne kadar etkileyici
ve tahrip edici olduğu, âileleri yıkmada, karı ile kocanın arasını
ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların
şerrinden, zararından emin olabilmek için de her şeyin yaratıcısı
Yüce Allah’a sıkı sıkıya bağlanmak, O’nun emir ve yasaklarına
kulak vermek, gönderdiği Kitab’ına ve Peygamberinin
tavsiyelerine uymak, fitne saçan ortamlardan sakınmak,
insan ve cin şeytanlarının kulaklarımıza fısıldadığı telkinlere
kapılmamak gerektiği açıktır. Politikacıların yalan vaatleriyle
halkı nasıl büyüleyip kandırdıkları, medyanın nasıl akı kara,
karayı da ak gösterdiğini ve toplumu nasıl etkilediği ortadadır.
Hz. Peygamber’in bu konuda: “Belâğatlı sözlerden bir
kısmı sihirdir.”202 buyurması da konuyu kavramamıza katkıda
bulunmaktadır. Böyle yıkıcı tesirleri olabilen modern sihrin
tesirinden korunabilmemiz için Allah’a yönelmemiz, O’na
sığınmamız, O’nun gösterdiği sırât-ı müstakîym adlı yoldan
çıkmamamız gerekiyor. “De ki: ‘Yaratıkların şerrinden, bastırdığı
zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin
şerrinden, hased ettiği zaman hasedçinin şerrinden,
tan yerini ağartan Rabbe sığınırım.”203
202 Buhârî, Tıb 51, Nikâh 47; Müslim, Cum’a 47
203 113/Felak, 1-5
AHMED KALKAN
~ 142 ~
VE SIHIR/BÜYÜ YÖNÜYLE GÜNÜMÜZ CÂHILIYESI
Sihir ve büyünün hiçbir çeşidi, İslâm toplumunda yer bulamaz.
Bu tür sapıklıklar, ancak câhiliyye toplumlarında yaygınlaşabilir.
İçinde yaşadığımız toplumun câhiliyye toplumu
olup olmadığıyla ilgili bir yargıya varmak için gelin, bu konuda
aynamızı topluma tutalım:
Düzen ve çevrenin, fıtrata müdâhale edip İslâm’ı bireysel
ve toplumsal alanlardan tümüyle uzaklaştırma
mücâdelesi ve yer yer başarısı, insanımıza ağır bedeller
ödetiyor. İslâm’ın çoğu hükümlerinin yaşan(a)
madığı günümüzde stres ve psikolojik bunalımların
hemen her çeşidi giderek hemen her insanı kemiriyor.
Ve denize düşen yılana sarılıyor: Dinini bilmediği,
ilkel ve modern hurâfeleri de reddedemediği için câhil
insanlar, çözümü de cincilerde, üfürükçü ve muskacılarda
arıyor. Medyada; medyumlardan, falcılardan,
astrologlardan yani modern müneccimlerden, cinci
ve büyücülerden geçilmiyor. Boyalı basın dediğimiz,
yazıdan daha çok resimlerin yer aldığı gazetelerin
tümünde her gün burç ve fal köşeleri yayınlanmaktadır.
Buralarda “yıldızınız diyor ki”, “burcunuz”,
“elektronik burç falı”, “bilgisayarlı astrolojik fal”
gibi köşelere ne demeli? (Bu hurâfeler, irticâ kavramına
girmediğinden kimsenin bir şey dediği yok. Peki
müslümanların da mı diyeceği bir şey yok?!)
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 143 ~
Müneccimlik, sanıldığı gibi tarihe karışmış değil; sadece
modernleşmiştir o kadar. Astrolog veya medyum denilen
müneccimler, yıldız falına bakan kimselerdir. Modern müneccimler,
horoskop denilen yıldızların, burçların bulundukları
yerin haritasını çıkarıp, falına bakacakları kimsenin doğum
tarihleriyle kıyaslayarak kişilerin geleceğini, dolayısıyla gaybı
biliyor havasını vermeye çalışırlar. Eski Yıldızname’lerin
yerini günlük burçlar, astrolojik hurâfeler almış; müneccimin
adı da astrolog veya medyum olmuştur artık.
Açıkça kâfir olanların yanında, nice müslümanım diyen insan,
hâlâ yıldızların, burçların insan kaderinde etkili olduklarına
inanmaktadır. Müneccimin, kâhinin; geleceği (her şeyi
değilse bile, çok şeyi) bileceğine hâlâ inanılır ki, gelecekle
ilgili değerlendirmelerde bulunanlara “sen müneccim misin,
nereden biliyorsun?” diye sorulur; “adam sanki kâhin” denilir.
Bu cümlelerin arkasında, müneccim demek ki her şeyi
biliyormuş, kâhin olsa gaybla ilgili bir hususu bilmesi beklenirmiş
gibi bir anlam yatıyor.
Yine, bu sapık düşünceye göre yıldızlar konuşur, vahyeder;
onların rasülleri/elçileri ise astrologlar, medyumlar ve
cincilerdir. Yıldızların konuşma dilini anlayan bu sivri akıllılar,
bu mesajları “yıldızınız diyor ki...”, “burcunuzun durumuna
göre başınıza şu, şu gelecek” diye insanlara para karşılığı
tebliğ eder ki, bu mesaja göre bilinçlensinler ve ona göre davransınlar.
Allah’ın Kur’an’da net olarak ne dediği, neleri emrettiği,
inancı sorulduğunda “tabii ki müslümanım elhamdu
lillâh” diyen bu insanlar tarafından önemsenmez. Ama acaba
burcu ne diyormuş, onu öğrenmezse, bir türlü rahat edemez.
Müneccimlik, gelecekte meydana gelecek, özel ve genel
olaylara, yıldızlara bakarak haber vermektir. Hz.
AHMED KALKAN
~ 144 ~
Peygamber’in bu konuyla ilgili şöyle bir ikazı vardır: “Bazı
insanlar, Allah’ın nimetiyle geceyi geçiriyor, sabah olunca da,
‘bize şu yıldız sebebiyle yağmur yağdırıldı’ diyor. Böyle demeleri
sebebiyle onların çoğu kâfir olmuştur.”204 Yine bir başka
hadis rivâyeti de benzer bir ikazdır: “Kim yıldızlarla haber
vermeye çalışırsa, sihir ile haber vermiş olur.”205
Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için
başvurulan çeşitli yolların en belirginlerinden biri faldır.
Daha çok baht, uğur ve talihi, genel olarak da gelecekte olacak
şeyleri anlamak için birtakım garip yollara başvurarak
bunlardan anlam çıkarma ve kişilik okuma işine fal; bu işi
yapmaya da falcılık denir. Gelecek zamanda vuku bulacak
olayları haber vererek gayb sırlarını bildiğini iddia edene de
falcı, medyum denir.
Câhiliyye Arapları, bir yolculuğa, bir savaşa, bir ticarete,
evlenmeye yahut herhangi önemli bir işe teşebbüs edecekleri
zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı. Bu
zar veya okların birinde, “Rabbim emretti”, yahut “yap” diye
emir; diğerinde “Rabbim nehyetti” veya “yapma” diye nehy
kelimeleri yazılı olurdu; biri de boş bulunurdu. Birisi torbaya
elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy
çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi. Kur’an,
bunu şiddetle yasaklamıştır. “Ey iman edenler! İçki, kumar,
putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan kaçının
ki, kurtuluşa eresiniz.”206
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyyenin
itibar ettiği yıldız falıdır. Gökteki burçlardan yola
204 Buhâri, Megazi 35; Müsned, Ahmed b. Hanbel, II/525
205 Ebû Dâvud
206 5/Mâide, 90
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 145 ~
çıkılarak yapılan bu falcılığın aslı, Sâbiîlere dayanır. Sâbiîler,
gökyüzünü on iki burca taksim etmişler ve eflâkten/göklerden
yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri “sebaî” gezegenlerin
durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek
olayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümleri
yazmışlardı. Onların bu inançları, günümüze kadar
gelmiş bulunmaktadır.207
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit
gaybdan haber vermektir. Hâlbuki, Kur’an; gaybı,
Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini,
peygamberlerle meleklerin dahi kendilerine vahyedilmedikçe
gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir.
“De ki: ‘Göklerde ve yerde olan gaybı,
Allah’tan başka bilen yoktur.”208; “De ki: Size ‘Allah’ın
hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum.”
209; “Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır
yapardım.” 210 ayetleri buna yeterli delildir.
Kendilerine “arrâf”, “kâhin” veya “medyum” denilen
falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan
veya destekleyenleri Peygamberimiz, ağır bir dille
kınamış, hatta küfürle nitelemiştir. “Kim bir arrâfa
gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı
kabul olmaz.” 211; “Kim bir kâhine gider, dediklerini
doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed’e indirilmiş olanı
inkâr etmiş olur.” 212
207 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 5208
208 27/Neml, 65
209 6/En’âm, 50
210 7/A’râf, 188
211 Müslim, Selâm 125
212 Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Ebû Dâvud, Tıb, hadis no: 3904; Ahmed
AHMED KALKAN
~ 146 ~
Burç falı, “insanları, doğdukları burçlara göre gruplayarak
geleceğini okumaya, kaderine dair konuşmaya” denir. Modern
cahiliyyenin yaşandığı günümüzde kendini aydın sanan
birtakım gazete ve televizyon programcıları, her gün yıldız
falı hurâfesiyle insanların kaderi hakkında birtakım yorumlar
yapmaktadırlar ki bunlar hiçbir bilimsel dayanağa sahip
değildir. Ayrıca bu asılsız yorumlar, okuyucuların ruhsal
dengelerine olumsuz yönde etki yapmaktadır. Bu bir atma,
saçma ve aldatmadan ibarettir. İslâm âlimleri, Sâbiîler gibi,
tesiri yalnız yıldızlardan, burçlardan bilerek onlardan birtakım
hükümler çıkarmaya kalkışmanın küfür ve şirk olduğunda
ittifak etmişlerdir.213; “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a
inanmazlar.”214
Arapça’da “Se ha ra” kökünden türeyen “sihir” kelimesinin
anlamı, hile yapmak, aldatmak, göz boyamak, gıda vermek,
oyalamak ve bozmak demektir. Kelimenin ifade ettiği mana
itibariyle baktığımızda da İslâm’ın yüksek değerleriyle bağdaşması
mümkün değildir. İslâm, hilenin, aldatmanın, göz
boyamanın, insanları asılsız şeylerle oyalamanın ve bozgunculuğun
karşısındadır. Bunların tümüne her ne sûretle olursa
olsun Müslüman’ın tevessül etmesini yasaklar. Kelimenin
Mûsâ ve Süleyman kıssalarıyla Kur’an’da geçiyor olması,
bunun İslâmîliğine delâlet etmez. Kur’an bunları geçmişin
bir vâkıası olarak ele alır ve ipliğini pazara çıkartır. Nitekim
Mûsâ’nın (a.s.) kıssasında Firavun’un ve sihirbazlarının hilesini
Allah boşa çıkartarak elçisini galip getirmiştir. Allah’tan
uzak cahilî toplumların, insanları kendilerine bağlamak ve
kişisel çıkar sağlamak için varıp dayandıkları yer kâhinler,
medyumlar, sihirbazlardır. Haktan yüz çevirenlerin bâtıldan
başka gidecekleri yerleri mi var?
bin Hanbel, II/ 408
213 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 5207
214 10/Yûnus, 106
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 147 ~
Allah; Mûsâ’yı, kardeşi Hârun’la (a.s.) birlikte ayetlerle
destekleyerek215 Firavun’a gönderince, onun cevabı sihirbazlarını
çağırmak olmuştu.216 Ancak Allah’ın âyetleri karşısında
yenik düşen sihirbazlar: “Biz Mûsâ ve Hârun’un Rabbine iman
ettik” diye secdeye kapandılar.217 Firavun’un tehditlerine aldırmayarak:
“Seni bize gelen bu mucizelere ve bizi yaratana
üstün tutmayacağız. Ne hüküm vereceksen ver, senin hükmün
ancak bu dünyada geçerlidir.”218 diyerek şehâdete yürüdüler.
Süleyman’ın (a.s.) hükümdarlığı konusunda konuşanlar,
O’nun bu imkânları sihir ve büyü ile elde ettiğini söyleyerek
Allah’ın lütfünü görmezlikten gelmişlerdi. Kur’an bu konuyu
ayrıntılarıyla açıklayarak219 Süleyman’ı (a.s.) temize çıkarmaktadır.
İsrailoğulları’nın haktan yüz çevirenleri, tarihin
her döneminde fitnenin, bozgunculuğun, azgınlığın220 kaynağı
olmuşlar; her defasında da Allah’tan gerekli uyarıyı almışlardır.
Sihir ve büyünün kaynağı bunlara dayanmaktadır.
Bunlarla yakın temasta olan kişi ve toplumlarda kehanette
bulunan medyumlar, sihirle ve büyü ile uğraşan sihirbazlar,
Cifir ve Ebced hesabıyla meşgul olanlar hep olagelmiş,
bâtıla dalanların umut kaynağı olmuşlardır. Allah bunların
hiç birine ne gaybı bilme, ne de bir başkasını gaybî bir güç ile
etkileme imkânı vermiştir. Bunların tüm hünerleri yalan, hile
ve telkinlerle kişiyi psikolojik olarak etkilemeye çalışmaktır.
Bunların gerçekten iman eden mü’minler yanında hiçbir
değerleri olmadığı gibi, onlar üzerinde hiçbir etkileri de
215 20/Tâhâ, 12-47
216 20/Tâhâ sûresi, 58-73; 7/A’râf, 111-112
217 20/Tâhâ, 70
218 20/Tâhâ, 72
219 2/Bakara, 102
220 17/İsrâ, 4-7
AHMED KALKAN
~ 148 ~
yoktur. Onlar Allah’ın dilediğinden başkasının olmayacağına
inanır ve yalnız O’na sığınıp O’ndan yardım beklerler.221
Konuyla ilgili yanlış itikad veya hurâfeler sebebiyle
dilimize giren deyimlerden bazıları: “Cadı kazanı”
(sanki o kazandan hayır gelecek) “gözün faltaşı gibi
açılması” (faltaşı açılıyor falı biliyor falla alâkalı
olarak göz de onun gibi açılıyormuş), “müneccim misin?”,
“kâhin gibi”, “yıldızı kaymak” (bir insan ölünce
gökte sanki onun yıldızı var, o kayar), “yıldızları
barışmak” (iki insan iyi geçinirse onların kaderleri
olan gökteki yıldızları da barışmışlardır da ondan
iyi geçiniyorlardır) sanatçılara: “star/yıldız” (yere
sığdıramazlar göklere çıkartırlar) “yıldızınız diyor
ki”, “burcunuza göre...”, “felek” (eski insanların kadere
hükmeden tanrı gibi düşündüğü şekliyle göklere
verdiği addır, dolayısıyla gök yuvarlak olduğu için
kamburdur ama aynı zamanda kaderi tayin eder,
kendisi kanburdur, ama tanrı veya yarı tanrıdır)
“cingöz” (övülür mü yerilir mi, cin, göz yani gözü
cinden olan kimse) “cini tepesine çıkmak”, “cin fikirli”,
“cin çarpması”, elini tahtaya vurup kulağını mı
burnunu mu çekmeler, böyle gülünç, akıl dışı modern
hurafeler…
Hayatın her alanını kuşatan İslâm’ın kişisel, toplumsal ve
siyasal boyutu gerektiği şekilde yaşanmadığından, psikolojik
hastalıklar ivme kazanarak insanı her yönüyle pençesine
221 113/Felak sûresi, 1-5; 114/Nâs sûresi, 1-6
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 149 ~
alıyor. Stres ve bunalımın bin bir çeşidi altında ezilen insan,
yeterli inanç ve bilinçten yoksun ise, düştüğü ıstırap denizinden
kurtulmak için sarıldığının yılan olduğunu düşünmüyor
bile. Her türlü üfürükçülerden, vesvese verenlerden Allah’a
sığınması gerektiği halde, şeytanlara ve şeytanlaşan üfürükçülere
sığınabiliyor. Kur’an’ın fıtrî prensiplerine sarılıp ibâdet,
zikir ve tefekkürle ruhunu arıtacak ve gıdalandıracak
yerde, ruhundaki hastalığı artıracak zehirlere ve mikroplara
yöneliyor. Yine, müslüman psikolog ve psikiyatristlerden
yararlanıp tıp ilminin imkânlarından istifade edeceğine istismarcılara
teslim oluyor.
Vahye teslim olmayan, aklını ve mantığını da kullanmayan
enâyiler bulundukça; adlarına hoca, muskacı, cinci, büyücü,
sihirbaz, arrâf, medyum, kâhin, astrolog, falcı... denen kimseler
de bulunacak, kendisinden yardım isteyenleri sömürmekle
kalmayacak, onları dünyada ve âhirette perişan etmeye
çalışacaktır. Suç, bu istismarcılardan daha çok, bunların
oltalarına takılan zavallılardadır. İslâm’ın yaşanmadığı yerde
bu çeşit istismarcıların, sahtekârların önüne geçilmesi de imkânsızdır.
Kur’ân-ı Kerim’de sihirden bahsedilir, Kur’ân-ı Kerim o
sihri anlatırken “yuhayyelu ileyhi bi sihrihim / sihirbazlar sihriyle
ona hayal gösteriyorlardı” der, “ve lâ yuflihu’s-sâhiru /
büyücüler sihirbazlar hiçbir zaman kazanamazlar” der. Onların
yaptığı “innema sanau keydu sâhir / onlar sihirbaz hileleri
yaptılar” der. Sihirbazlar hile ile yaparlar bu işi; aldatmaktan
ibarettir, kandırmadan ibarettir. Kur’an böyle dediği halde
âlimlerimiz sihir haktır, sihir olur, tutar, derler.
AHMED KALKAN
~ 150 ~
NE YAPMALIYIZ?
Eğer psikolojik problemlerimiz, bunalımlarımız varsa
psikolojimizi düzeltmeye çalışalım. Önce sağlığımıza
kavuşalım. Mümkün, Müslüman doktorlardan
da gerekirse istifade edebiliriz. Yine psikolojimizin
sağlam olması için Allah’ın kitabını bol bol okumak,
ibâdet etmek, duâ etmek ile psikolojik olumsuz şartlardan
kurtulmak ve akl-ı selime riayet etmek gerekiyor.
Aman ha akrabalarınızdan, çevreden böyle
psikolojik veya beyin ile alakalı bir zarar görüp hastalanan
bir kimseyi cincilere, üfürükçülere, büyücülere
götürmeyin. Onlardan Allah’a sığınmamız icap
ediyor, onlara sığınmamız değil! Müslümanca tedavi
olmaya çalışın veya kendi kendinizin doktoru olmaya
gayret edin. Sihrin kandırmadan, aldatmadan,
el çabukluğundan ve telkinden başka bir etkisi yoktur.
Muskaların herhangi bir faydası, etkisi yoktur.
Ondan medet ummak, nazar boncuğundan medet
ummak gibidir. Ben 8 yıl kadar Avrupa’da kaldım,
oradaki papazların muska yazdığına şahit oldum,
üçgen şeklinde yaparlar. Hristiyanlık akidesinin,
teslis akidesinin bir göstergesidir simgesidir. Muskalar
üçgendir, hıristiyanlardan gelmiştir. Bunların
cinlerle filan hiç ilgisi ve dolıyısıyla faydası yoktur.
Allah’ın kitabına teslim olun. Allah izin vermediği
müddetçe kimse size ne zarar verebilir ne bir şey yapabilir.
Cinler de öyle korkulacak varlıklar değildir.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 151 ~
Siz, esas cinlerden değil; cin gibi insanların zararlarından
korunmaya çalışın.
Muska (Nüsha): (Kelimenin aslı nüsha’dır.) Bazı hastalıkları,
kötülükleri ve nazarı defetmek için boyna asılan veya
üstte taşınan yazılı kâğıt. Hıristiyanlıktaki teslis inancının
simgesi olarak üçgen şeklinde, üç köşeli katlanır; içinde çoğu
zaman anlamsız şekiller ve uydurmalar bulunur. Kötülüklerden
koruyacağına inanıldığı için, şirk unsuru kabul edilir. Nazardan
koruduğuna inanılan nazarlıklar, nazar boncukları da
muska kabul edilir. Büyü yapmak, ya da büyüden korunmak
için kullanılan muskalar vardır.
BÜYÜ MÜ, PSIKOLOJIK RAHATSIZLIK MI?
Psikolojik birçok hastalığın belirtileri toplumumuz
tarafından doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve cinlerin
meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır...
Psikolojik birçok hastalığın belirtileri, toplumumuz
tarafından doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve
cinlerin meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır.
Bu karıştırma sonucu birçok hastalığın
çaresi değişik yerlerde aranmakta, ancak harcanan
onca emek, kaynak ve zamana rağmen sorunlara
çözüm bulunamamaktadır. Oysa sorunlara önce
AHMED KALKAN
~ 152 ~
bilimsel çözümler arama, daha sonra diğer yollara
başvurma daha akılcı olacaktır.
“Uykuyla uyanıklık arasında rüya mı değil mi bilemiyorum,
siyahlı bir adam geliyor, yatağımın üzerine doğru kapaklanıyor
ve beni sıkmaya başlıyor. Nefesim kesiliyor, ellerimi
kıpırdatamıyorum, bağırmak istiyorum, ama sesim çıkmıyor.
Ölecek gibi oluyorum, bütün bedenimde onun ağırlığını
hissediyorum.”
Bu ifadeler 20 yaşında genç bir bayana ait. Tüm uğraşlarına
rağmen sorununa çözüm bulamayınca son çare olarak
bir psikologa başvurur. Sizlerin de tahmin edebileceği üzere
daha önce hocalara gitmiş, büyüden cinlere, efsunlardan
muskalara varıncaya kadar her tür ihtimal düşünülmüş; ancak
harcanan onca emek, kaynak ve zamana rağmen sorunlarına
çözüm bulamamış.
Hastanın anlattıklarında geçen olay, gerçekten de son derece
ürkütücü ve insanda sorunun doğaüstü olaylarla ilgili
olduğu izlenimini uyandırıyor. Konunun uzmanı olmayan
herkes de aynı düşünceyi açığa çıkarabilecek bir durum... Ancak
olay düşünüldüğü gibi değil. Sorun doğaüstü unsurlarla
(yani cinlerle, büyü ile) ilgili olmayıp tamamen psikolojik...
Psikoterapi ile birkaç aylık bir süre içinde bu ve buna benzer
rahatsız edici belirtiler tamamen ortadan kalktı ve hasta sağlığına
kavuştu.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 153 ~
PSIKOLOJIK HASTALIKLAR BÜYÜYLE KARIŞTIRILIYOR
Psikolojik birçok hastalığın belirtileri toplumumuz tarafından
doğaüstü güçlere atfedilen büyü, sihir ve cinlerin
meydana getirebildiği durumlarla karıştırılmaktadır. Aşağıda
değinilen belirtiler şizofreniye ait olup belirtilerin nasıl da
büyü ya da cinlerin musallatı ile karıştırılabileceğine dikkat
edin.
- Yorum yapan, tartışan, telkinde bulunan başkalarının
duymadığı sesler duyma (işitsel halüsinasyon),
Kendisine dokunulduğunu, sıkıldığını, vurulduğunu hissetme
(dokunsal halüsinasyon),
- Çevresinde yabancı insan, hayvan, canlı ya da cansız, hareketli
ya da hareketsiz varlıklar görme (görsel halüsinasyon),
- Zaman zaman gerçekleşen bilinç ve hâfıza kayıpları,
- Âniden gerçekleşen kendine ya da çevreye yönelik şiddet
davranışları,
- Kendi kendine konuşma ya da söylenme,
- Çevreden kopukluk ve farklı bir âlemde olma durumu,
- Vücut duruşunda heykelsi bir donukluk,
- Vücudunun belli bölümlerinde çökme ya da yükselme
olması,
Bu belirtileri, ortalama bir insana söylediğinizde,
aklına ilk olarak kişiye büyü yapıldığı ya da cinlerin
musallatına uğranıldığı düşüncesi gelecektir. Daha
AHMED KALKAN
~ 154 ~
önceki örnektekine benzer şekilde sıra dışı bir tablo
olmakla birlikte, bu belirtiler tamamen psikolojik
kökenli olup beyinle ilgili psikolojik bir hastalık olan
şizofreniye aittir. Bunlar tümüyle psikolojik faktörlerden
kaynaklanan ve yine psikolojik tedavi ile ortadan
kaldırılabilen sorunlardır.
PSIKOTIK BOZUKLU
Psikolojide bu tür çizgi ötesi belirtileri ihtiva eden rahatsızlıklar
psikotik bozukluk olarak adlandırılmıştır. Bu tür rahatsızlıklar
hayal gücü geniş, sezgileri güçlü, metafizik yönleri
gelişkin insanlarda yaşam olaylarının getirdiği o negatif
etkinin kişinin iç dünyasında meydana getirdiği bozulmaya
bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Genetik faktörler kadar çevreden
gelen etkenler de rol oynamaktadır. Tedavi edilmediğinde
delilik olarak adlandırabileceğimiz noktaya kadar gidebilir.
Tabi burada şu soru insanın aklına gelmekte: “Diğer belirtileri
bir kenara koyalım; görüntü, ses ve hisler nasıl oluşmaktadır?”
Bütün bunları dışarıda görülen rüya olarak adlandırıyoruz.
Bu halüsinasyonlar, normalde uyku evresinde
beynin içinde oluşması gereken rüya halinin günlük hayatın
içinde güpegündüz görüntülerle, seslerle ve bedenî hislerle
vuku bulması halidir. Diğer bir deyişle artık mızrak çuvala
sığmamakta ve kişinin iç dünyasında yıllarca birikmiş olan
negatif duyguların oluşturduğu o olumsuz etki dışarıya taşmaktadır.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 155 ~
GERÇEK VE HAYAL BIRBIRINE KARIŞIR
Rüyaların; rahatlama, sorunlara çözüm üretme, içsel
iletişim, sembolik düşünme, dolaylı ifade gibi son
derece önemli işlevleri vardır. Genetik açıdan psikotik
yönelimli bir insanın yaşadığı, kökeni çocukluğa
dayalı şiddet, hayatî tehlike, büyük korkular, taciz
ya da tecavüz gibi sarsıcı travmatik olaylar; anne ve
babanın yapması gerekenleri yapmayıp yapmaması
gerekenleri yapması sonucu kişiliğin zarar görmesi,
kişinin düşünce, duygu ve davranışlarının oluşum
süreçlerini olumsuz yönde etkiler. Bu etki ilk aşamada
hafif olup gerekli tedbirler alınmaz ise daha
sonraki evrelerde daha da ağırlaşır.
İşte bu aşamada rüyalar içeride değil dışarıda, gece
değil gündüz yaşanmaya başlanır. Tabii bu durumu
yaşayan insan gördüğü, duyduğu ve hissettiği şeyler
ile gerçek hayata dair ses, görüntü ve hisleri birbiriyle
karıştırmaya başlar. Diğer bir deyişle gerçek ve
hayal birbirine karışmıştır.
İşte bu durumu yaşayan insanlar gördükleri, duydukları
ve hissettiklerini cinlere ve büyü etkisine
bağlama eğilimindedir. Toplum da bu yönelimi destekler
ve sorun doğaüstü unsurlara bağlanmış olur.
Hâlbuki sorun psikolojik faktörlere bağlı olarak ortaya
çıkan sıra dışı belirtilerdir.
AHMED KALKAN
~ 156 ~
Bu belirtilere doğaüstü karakter yüklenmesi çoğunlukla
aşağıdaki sebeplerden kaynaklanmaktadır:
- Bu belirtilerin sıra dışı oluşu genel anlamda toplumda
yaygın fizyolojik ve psikolojik rahatsızlıklarla benzeşmemesi
ona doğaüstü bir karakter yüklenmesine neden olabilmektedir.
- Soruna yapılan dinî içerikli müdahalelerin işe yarıyor
oluşu sorunun büyü ya da cinlerle ilişkilendirilmesine neden
olabilmektedir.
- Bilimin bu tür konulara yadsıyıcı ve reddedici tavrı insanları
uzmanlardan yardım almaktan soğutmakta ve halkımız
bu konuda ehliyetsiz kişilere yönelmek durumunda kalmaktadır.
- Kişi ya da yakınları kişinin ruhsal problemler yaşadığı
gerçeğini kabullenmek yerine; sorumluluğu kendisi dışındaki
doğaüstü unsurlara atmak daha kolaylarına gelmektedir.
- Bu alanda çok büyük bir rantın varlığı istismarcıların
onlardan çıkar elde etmeye yönelik tezgâhların kurulmasına
neden olmuştur.
- İnsanların bu konularda yeterli dinî bilgiye ve doğru bakış
açısına sahip olmayışı din adına yanlış insanlara yönelime
neden olabilmektedir.
- Bu konuda geleneksel tedavilerin yetersiz oluşu uzun süreli
ağır ilaçların kullanımını içerip psikolojik destek ve psikoterapi
içermemesi de insanlarda tatminsizliğe yol açmakta
ve farklı arayışlara yöneltebilmektedir.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 157 ~
ORTAK ÇÖZÜM
Bu sorunun çözümünde her kesime önemli görevler
düşmektedir. Âlimler ve yazarlar toplumu bilinçlendirmeli,
bu konuda dinin bakış açısının ne olduğu ve
bu tür sorunların çözümünde mânevî destek alınabilecek
kaynakların neler olduğunun ortaya konulması
gereklidir. Psikolog ve psikiyatristlerin toplumda
var olan bu yönelimi yadsımak, aşağılamak yerine;
halkın dinî hassâsiyetlerini paylaşan, daha saygılı
ve kuşatıcı bir yaklaşım sergileyerek bu tür sorunların
çözümünde öncelikli merci haline gelmeleri temin
edilmelidir. Toplumumuzun da dikkatli, uyanık olup
iyice araştırmadan ve seçeneklerinin neler olduğunu
iyice anlamadan kulaktan duyma bilgilerle hareket
etmemesi faydalı olacaktır.222
SIHRIN/BÜYÜNÜN HÜKMÜ
Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür
olarak nitelendirmiştir.223 Hz. Peygamber de müslümanların
büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadislerinde,
“Helâk edici yedi şeyden sakının” buyurmuşlar, ashâb,
“Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?” diye sorduklarında, “Allah’a
şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak,
fâiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnâsında savaştan
222 Moral Dünyası, Aylık Kültürel Aile Dergisi, Editör, Mayıs 2008
223 2/Bakara, 102
AHMED KALKAN
~ 158 ~
kaçmak, iffetli mü’min hanımlara zinâ isnâdında bulunmak”224
buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin
Allah’a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir.225 Bir başka
hadislerinde ise, sihre inanan, onun doğruluğunu tasdik eden
kimselerin Cennete giremeyeceklerini haber vermişlerdir.226
Büyü yapmanın büyük günahlardan olduğu konusunda
İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Sihri
öğrenmek ve öğretmek de haramdır. Büyüyü meslek
edinen ve sihirbazlığı küfre vardıran kimselerin şiddetle
cezalandırılması gerektiği kaynak kitaplarda
kaydedilmektedir. Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa,
bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küfrü gerektirmiyorsa,
Şâfiî mezhebine göre, sihir yapan ta’zîr
olunur, tevbe etmesi istenilir. İmam Mâlik, “sihir
yapan kâfirdir, sihir yapmasından dolayı öldürülür.
Tevbe etmesi istenilmez; etse bile kabul olunmaz,
mutlaka öldürülür” görüşündedir. Kadı Iyâd’ın bildirdiğine
göre, Ahmed bin Hanbel de aynı fikirdedir.
Ashâb ve tâbiîn’e mensup birçok âlimin kanaatinin
de böyle olduğu nakledilmiştir. İmam Ebû Hanîfe ile
İmam Muhammed’in görüşlerine göre, büyü yapan
kâfir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi istenilmez.
227
Çok eski zamanlardan beri insanlar, gayb âlemini merak
etmiş, hakkında bilgi edinmek istemiş, bazı açıkgözler de
224 Buhârî Vesâyâ 23, Tıb 48, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud, Vesâyâ 10, hadis
no: 2874
225 Nesâî, Tahrim 19, hadis no: 4076
226 Ahmed bin Hanbel, Müsned, III/14, 83; IV/399
227 A. Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 333-334
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 159 ~
bunu istismar ederek gâibden haber vermeye başlamışlardır.
Eskiden bu işle meşgul olan kâhinler, arrâflar, falcılar, cinciler
vardı; günümüzde bunlara ek olarak medyumlar ve ruhçular
da var. Bu kişiler, çeşitli yol ve vâsıtalardan istifade ederek
insanların geçmişi, geleceği, ruhlar âlemi gibi gayb haberleri
vermişlerdir, vermektedirler. Bunlara inanmayanlar yanında,
inananlar da vardır. Hâlbuki Peygamberimiz (s.a.s.), Allah’ın
en seçkin kulu olmasına rağmen, O’nun hakkında Kur’an diliyle
şöyle buyrulmuştur: “De ki: ‘Allah’ın dilemesi dışında ben
kendim bir fayda ve zarar verecek durumda değilim. Gaybı/
görülmeyeni bileydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük
de gelmezdi.”228; Allah’tan başka hiçbir varlığın gaybı bilmediğini
şu âyet kesin bir şekilde ortaya koyar: “De ki: ‘Göklerde
ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur...”229
Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Gayb habercisine (arrâfa,
kâhine) inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını”
230 haber vermiştir. Yine şöyle buyurmuştur: “Kâhin ve
arrâfa inanan kimse, kendisine gönderilen (Kitabı, vahyi) inkâr
etmiştir.”231 Peygamber Efendimiz’e, “ama, bazı söyledikleri
doğru çıkıyor” diyenlere, “Allah’a âsi olan cinlerin, edindikleri
bazı bilgileri, bir doğrunun yanına yüz yalan katarak bu
kâhinlere ulaştırdıklarını, bunlar vâsıtasıyla halkın inancını
bozduklarını, onları sapıklığa düşürdüklerini söylemiştir.232
Bu kesin deliller karşısında müslümanların, gâipten haber
verdiğini iddia eden kimseleri dinlemeleri haramdır.233 Onlara
değer verip, onlara danışmaya, onlardan yardım istemeye
gitmenin de haram olduğunda şüphe yoktur.
228 7/A’râf, 88
229 27/Neml, 65
230 Müslim, Selâm 125; Ahmed bin Hanbel, 2/429, 4/68
231 Tirmizî, Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122
232 Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, 11, Tıb 46, Edeb 117; Müslim, Selâm 122, 123
233 Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 137-139
AHMED KALKAN
~ 160 ~
RUH ÇAĞIRMA
Günümüzde, özellikle sosyete denilen tabaka arasında
yaygın olan ruh çağırma olayı da bir nevi modern
kâhinliktir. Birçok tecrübeler, medyumların madde
ötesi bir varlıkla temas kurdukları kanaatini vermektedir.
Ancak bunun ruh olduğu ve söylediğinin
gerçeğe uygunluğu sâbit değildir. Elmalılı merhûmun
ifadesiyle “bunların büyük ruhları ve şahsiyetleri
çağırıp getirme iddiaları yalan olduğunda şüphe
yok ise de, habis ruhları ve sefil şahsiyetleri efsunlayıp
topladıkları ve bu sûretle yüce ruhlara zarar
vermeye çalıştıkları muhakkaktır.234 Ruh çağırma seanslarında,
gelenin ruh olduğu belli değildir; bunun
cin olma ihtimali daha kuvvetlidir. Cin çağırma işi,
toplumumuzda öteden beri bilinmekte idi; şimdikiler
bunu biraz daha modernize ederek “ruh çağırma” dediler.
Aynı zamanda gelen varlığın veya hayalin ya
da sesin verdiği haber ve bilgiler, yalan ve yanlış ile
karışıktır.
Dinimiz ruh ve diğer madde ötesi varlıklar üzerine ilmî
araştırma yapmayı engellemez; aksine teşvik eder.235 Ancak
maddî mânevî menfaat sağlamak gâyesiyle ve İslâm inancına
uymayan telâkkîler, anlayışlar içinde bu işlerle uğraşmayı ve
mesnedsiz iddialara inanmayı meneder.
234 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, 6365
235 51/Zâriyât, 20-21
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 161 ~
KEHÂNET VE ARÂFET/ARRÂFLIK
Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcılık
etmek
demektir. Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.236 Kâhin,
gizli, geçmiş haberleri bir nevi
kendi zannı ile (tahmini) haber
veren kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak
haber veren kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama,
bazen hata eder bazen isabet eder.237 Kâhin lafzı, daha umumi
olup, Arrâf lafzının mânâsını da içine alır.238
1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında
kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri
meslek halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan
kimselerdir.239 Gelecekte
olacak şeyler hakkında haber veren
ve sırları bilme iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, kendilerine
haber getiren cinlerden yardımcılarının olduğunu
zannederler.240 Bazıları da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin
mukaddimâtı ile bildiklerini iddia ederler. Muhetelif çeşitleri
olan kehânetin bir kısmı cinlerle ilgilenmekle, bir kısmı
tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak sûretiyle olur.241
Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla bakıyorlar, onların
sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların
doktorları olarak görüyorlardı.
Psikolojik sıkıntıların ve ruhî
problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında,
sıkıntıya
düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların
katında huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı.
242
236 Kamus, IV, 266; Fischer. F. “Kehânet” maddesi, İ.A. VI, 71
237 İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265
238 Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları,
Beyan Y., 211
239 İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163
240 Alûsî, a.g.e., III, 269-270
241 Âlûsî, a.g.e., III, 270
242 Derveze, İ. Asru’n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab Kable’l-İslâm, I, 229
AHMED KALKAN
~ 162 ~
Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu,
her mahalleye ait bir kâhinin bulunduğunu243
anlatarak
Hicaz bölgesinde bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini
vermektedirler. Bunlar arasında: İzzi Selemetü’l-Kâhin, Şıkk
bin Enmar, Satıh bin Mazin, Tureyfetü’l-Kâhin, Zebra, Hunafîr
bin Te’em, Mûsâ bin Mezûr, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin
Kaarib, Fatma binti Mürri Has’amiyye zikredilmiştir.244
Araplara ait rivâyetlere
dayanarak kâhinler ve kehânet
hakkında şu noktaları tesbit edebiliriz:
a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.
b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerinde,
sözlerini
ve cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üslup
içinde söylerler.
Konuşmalarının arasına birtakım
imâlar yerleştirirlerdi ki,
dinleyiciler, bunların içinden kafalarındaki soruların cevaplarını
bulabilirlerdi.
c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara
gaybî olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.
d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya
kapılarak, hatta bizzat kâhinlerin
kendilerinin de dillerinden
dökülen secîler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi
olan cinlerin olduğunu,
kendilerine düşen görevde yardımcı
oldukları zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cinlerin,
göklere kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip
bu haberleri söylediklerine inanıyorlardı.245
243 Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze. a.g.e. s. 293
244 Âlûsî, Buluğu’1-Ereb, III, 269-288
245 İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-Zeheb, II, 173;
Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 163 ~
Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cinler
ve şeytanlar
idi. Buna bazı Kur’an âyetleri de delâlet etmektedir.246
Şöyle ki: “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları
bakıp temâşâ edenler için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş
her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa
parlak/alevli bir ateş onu kovalar.”247; “Onu inatçı her türlü
şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla dinleyemezler.”248
Müslim, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilen bir hadisi
şöyle anlatır: Peygamber’in Ensar’dan olan sahâbîlerinden
bıri, bana haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile
beraber otururken bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış.
Rasûlullah da onlara: “Câhiliye devrinde
bunun gibi bir yıldız
atıldığı/kaydığı zaman sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler:
Allah ve Rasûlü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük
bir kimse doğdu
veya büyük bir kimse öldü der idik, dediler.
Rasûlullah: “şüphesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ve
hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek ve âlî olan Rabbimiz
bir işe hükmettiği zaman Arşı taşıyan
melekler tesbih
ederler. Sonra onların arkasından
gelen semâ ehli tesbih eder.
Nihâyet bu tesbih
şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra
Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz
ne buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu
şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı
diğerinden haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına
ulaşır. Bu esnada cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey
kaparlar da bunu kendi dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla
kendileri
taşlanır. İşte bu vecih üzere, yani kendisinden hiçbir
tasarruf yapmadan getirdikleri şey sâbittir ve vâkidir. Lâkin
onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar.”249
246 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9
247 15/Hicr, 16-18
248 37/Sâffât, 6-10
249 Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu’l-Umıf; I. 303; Aynî. Ümdetü’l-
Kari, VII
AHMED KALKAN
~ 164 ~
Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların
kulak hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki
kuran kâhinlere vermektedirler.
Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok
yıldızlara bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları
çekme, problemleri kâhin’e anlatma, çizgiler çizme,
efsun yapma, duâlar okuma (kendilerine has tekerlemeler)
gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler ve
bazı tılsımlardan da faydalanmaktadırlar.
250
Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek
ülkemizde de aynı muhtevâyı kapsar tarzda
devam etmektedir. Halk arasında bu tür inançlara
fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı, efsuncu, üfürükçü
gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere
gidilmekte ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ülkemizde
bu işle uğraşan kişiler, halka güven telkin
etmek için kendilerine “hoca” ismi vermek sûretiyle
bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın mânevî
duygularını istismar etmektedirler. 251
2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi,
Kur’an’da iki yerde geçmektedir.
Bu âyetlerle Arap
kâfirlerinin Hz. Peygamber’e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı
reddedilmektedir.252 Hz. Peygamber’in hadisleri de kehânet
ve kâhinliği yermiş, yasaklamış ve reddetmiştir. Kâhinlik
yapmak,
içki içmekle, sihir yapmakla günah açısından eşit
250 Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306
251 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215
252 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 165 ~
tutulmuştur.253 Bazı hadislerde kâhine gitmenin,
onu tasdik
etmenin, Hz. Muhammed’e indirileni
(Kur’an’ı) inkâr etmek
demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.254 Ayrıca
“Hulvanul-Kâhin”
adıyla, alınan kâhinlik üceretinin de haram
olduğu,
özellikle vurgulanmıştır. 255
Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlardan
teşe’üm,
sihir, fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel
esprisine zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur’an ve Sünnet, bu tür
inançları ve Allah’ın
birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda
şüpheye
düşürecek her davranışı yasaklamıştır.
Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar
uzandığını haber vermektedir.256 Yunan, Mısır,
Yemen ve Hicaz
gibi beldelerde kâhinlik ve kehânet
biliniyordu. Kuzey Asya
halkları arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler,
eski Türk kavimleri arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâhin,
sâhir (sihirbaz) mânâlarını ifade ettiği gibi, hâzık
doktor,
âlim, filozof mânâlarına da gelir. Şâmânın birinci görevi
kehânette bulunmak, büyü ve efsun yapmak gibi işlerdi. Onların
bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla yaptığına inanılırdı.
Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi. Kuş şeklinde
tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan Şâmâna
yardım
ederlerdi.257
Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isimlerde,
ama
tamamen kâhinlerin ve arrâfların fonksiyonunu
yüklenmiş,
cinler ve şeytanlar yerine, yardımcı
ruhlardan bilgi ve yardım
253 Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14
254 Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1, 209; Ebû Dâvud,
Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi, Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/III, 4-19
255 Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/III, 438;
Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309
256 İbn Hacer, Fethu’1-Bâri, X. 182
257 Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89
AHMED KALKAN
~ 166 ~
aldığına inanılan şahıslar bulunmaktadır.258
Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir.
Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden
ve birer bâtıl
din haline gelen uzantılarında din adamlarının
yürüttüğü bir meslek olmuştu.
Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin
“İstihâre Namazı”nı rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet
aracı haline getirdikleri gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, literatürda
“kâhin” denir. Genellikle kurbanların parçalanan organları
üzerinde
çeşitli yorumlar
yapılarak
bu meslek icrâ
edilirdi.
Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir.
Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda
sözü edilen kehânetten
farklıdır.
Bunu bir hobi olarak
yapanların yanı sıra ücretle fala bakanlar
da vardır.
Hatta
gelecekte yaşanacağını ileri sürdüğü olaylar hakkında kitap
yazanlar
bile olmuştur. Yahudî kökenli Fransız tıp doktoru
Nostradamus gibi.
İslâm’ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber
vermek bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü
gibi kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere
inanan da kâfirdir.
Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi
ilmî tahminleri
elbette ki kehânet’in dışında tutmak gerekir.
Çünkü bunlar, hem birtakım
araçlara ve ince hesaplara
dayanmaktadır; hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı
sonuçlar elde ederek insanlığı bundan yararlandırmak
gibi
olumlu amaçlar gütmektedir; hem de adı üstündedir: “Tahmin”
den ibarettir.
259
258 Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217
259 Ferit Aydın, a.g.e., s. 317
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 167 ~
FAL VE FALCILIK
Eskiden yazılı oklarla, günümüzde yıldız, kahve, bakla, iskambil
kâğıdı gibi vâsıtalarla yapılan falcılık da bir nevi gâipten
haber vermedir; çünkü gelecek (müstakbel) gaybdır; bu
sebeple her nevî falcılık ile bunlara inanmak haramdır.260
NAZARLIK, NAL, MUSKA VB. KULLANMAK
Birden ortaya çıkan veya sebebi bilinmeyen hastalıklara
yakalanmamak veya tedâvi etmek üzere başvurulan birtakım
tedbirler vardır; nazarlık, at nalı, at kafası, çeşitli muskalar
takma, kurşun dökme, tütsü yapma bunun bazı örnekleridir.
Bunlar, tıp yönünden bir faydası olmadığı, üstelik bâtıl
inançları devam ettirdiği için haram kılınmışlardır. Peygamberimiz
(s.a.s.) nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri
asan kimselerin bey’atlerini kabul etmemiştir.261
UĞURSUZ SAYMAK
İnsanlar, eskiden beri bazı yer, zaman, şahıs ve şeyleri
uğursuz veya uğurlu saymışlar, bu inanca göre
karar verdikleri, hareket ettikleri olmuştur. Hiçbir
ilmî ve dinî esasa dayanmayan bu inanç İslâm’da
reddedilmiş, uğur veya uğursuzluğu insanların kendi
inanç ve davranışlarında aramaları istenmiştir. Hz.
260 5/Mâide, 3
261 Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39
AHMED KALKAN
~ 168 ~
Peygamber (s.a.s.), buna benzer başka inanışları da
zikrederek şöyle buyurmuştur: “Hastalığın bir başkasına
geçmesi, uğursuzluk, (ölü ruhunun temsilcisi)
baykuş, karındaki yılan diye bir şey yoktur; cüzzamlıdan
-arslandan kaçar gibi- kaçın.”262 Hadisin başında
“hastalığın birinden diğerine geçmesi (sirâyet, salgın)
diye bir şey yoktur” derken, sonunda cüzzamlıdan
uzak durulması” emrolunuyor. Hadis açıklayan
bilginler burada biri inanç, diğeri davranış ile ilgili
iki noktanın bulunduğunu söylemişlerdir;
a) İnanç: Hastalığı yaratan, insanı hasta eden, bunu belli
kanunlara bağlayan Allah’tır. Bir hasta ile temas eden iki kişiden
biri hastalığa yakalanıp diğeri sağlıklı kalabilir; bu Allah’ın
irâdesine bağlıdır.
b) Davranış; Salgın hastalığın birinden diğerine geçmesi
Allah’ın takdir ettiği, yarattığı bir tabiat kanunudur. Hasta
ile temas, hastalanmanın sebebidir; sebepleri olaylara bağlayan
Yaratıcı, bunu böyle dilemiştir; şu halde insanın bu sebeplerden
kaçınması gerekir (“Hastalıklı hayvanları, sağlıklı
hayvanlara katmayı” meneden Buhârî hadisi de aynı hükmü
desteklemektedir.)
Câhiliyye devrinde Araplar baykuşun, ölünün kemikleri
veya ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın
bulunduğuna ve aç kalınca insanı öldürdüğüne, ürküttükleri
hayvanların sağ veya sollarından karşı yöne gidişlerine
göre uğur veya uğursuzluğa inanırlardı. Hadis bunların da
aslı astarı bulunmadığını bildirmektedir. Bazı gün, şahıs, eşya
262 Buhârî, Tıb 19, 25, 43-45; Müslim, Selâm 102
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 169 ~
ve yerleri uğursuz saymak, ölüm veya felâketten söz ederken
kulak çekip tahtaya vurarak korunmaya çalışmak da aslı astarı
olmayan inanç ve davranışlar arasındadır. Buhârî’nin bir
başka rivâyetinde “kadın, ev ve binekte uğursuzluktan” bahsedilmiştir.
Fakat bu hadisin baş tarafını Hz. Âişe annemiz
açıklıyor: Peygamberimiz’in (s.a.s.) câhiliyye âdetlerini söylediğini,
“onlar, bu üç şeyde uğursuzluk bulurlardı” dediğini
açıklıyor.
UĞURLU SAYMAK
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), uğursuzluk inancını reddederken
“en iyisi, uğurlu saymaktır (fe’l, tefe’ül)” buyurmuş, “Tefe’ül
nedir yâ Rasûlallah?” dediklerinde; Herhangi birinizin duyduğu
güzel, hayırlı bir sözdür”263 cevabını vermiştir. Buna
göre bir kimsenin iyi bir söz duymasını, bir şeye yönelince
ilk olarak “başarı, esenlik, mutluluk” gibi bir kelime işitmesini
uğurlu saymasında mahzur yoktur. Uğur inancının hedefi,
insanların hayatlarını, mânâsız ve mesnetsiz vehimlere göre
değil; gerçeklere göre düzenlemesi ve idare etmesidir.264
RASÛLULLAH’A BÜYÜ YAPILDI MI?
Büyücüler, Öyle Bir İddiada Bulunmuşlar ki, O Doğru
Olsa, Kendi Tezleri Doğru Çıkacak
Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, hadis kitaplarında
Peygamberimiz’e (s.a.s.) büyü yapıldığına dair rivâyetler vardır.
Önce bu rivâyetleri görelim:
263 Buhârî, Tıb 43, 44; Müslim, Selâm 110
264 Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, s. 151
AHMED KALKAN
~ 170 ~
Hz. Âişe şöyle demiştir: “Benî Zureyk yahûdilerinden Lebîd
bin el-A’sam adlı bir kimse, Hz. Peygamber’e büyü yaptı.
O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine
onu yaptığı hayali gelirdi. Nihâyet günün yahut gecenin birinde
Rasûlullah (s.a.s.) duâ etti, sonra tekrar duâ etti, sonra tekrar
duâ etti; sonra bana şöyle dedi: “Yâ Âişe, kendisinden fetvâ
istediğim şey hakkında Allah’ın bana fetvâ verdiğini bildin mi?
Bana iki kişi geldi, birisi başucumda, diğeri de ayakucumda
oturdu. Daha sonra başucumda oturan ayakucumda oturana
yahut ayakucumdaki başucumdakine: ‘bu zâtın rahatsızlığı
nedir?’ diye sordu. O da: ‘Büyülenmiştir’ diye cevap verdi. Öteki.
‘Ona kim sihir yapmıştır?’ diye sordu. Diğeri de: ‘Lebîd bin
el-A’sam’ cevabını verdi. Sonra: ‘Büyü hangi şeye yapılmıştır?’
dedi. Öteki: ‘Bir tarakla, saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma
tomurcuğunun içine’ dedi. Diğeri: ‘O büyü nerededir?’ diye
sordu. Öteki: ‘Zû Ervân kuyusunda’ diye cevap verdi.” Hz. Âişe
dedi ki: ‘Daha sonra Rasûlullah ashâbından bazı kimselerle
beraber oraya gitti. Sonra bana: “Yâ Âişe! Vallahi o kuyunun
suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması
da şeytanların başları gibiydi” dedi. Bunun üzerine ben: ‘Yâ
Rasûlullah, sen o sihri çıkarıp yakmadın mı?’ diye sordum.
Rasûlullah: “Hayır, Bana Allah âfiyet verdi. İnsanlara bir kötülük
getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı” buyurdu.”
265
Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden diğer bir
rivâyet, Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) nakledilmiştir. Ahmed bin
Hanbel tarafından kaydedilen bu rivâyet de şöyledir: Zeyd bin
Erkam’dan, “Yahûdilerden bir adam Rasûlullah’a sihir yaptı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber birkaç gün rahatsız oldu. Nihâyet
Cebrâil (a.s.) gelerek Rasûlullah’a: ‘Sana yahûdilerden bir
265 Müslim, Selâm 43; Karşılaştırın: Buhârî, Bed’ü’l-Halk 11, Tıb 47; İbn Mâce, Tıb 45,
hadis no: 3545; Ahmed bin Hanbel, Müsned VI/57
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 171 ~
adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı,
oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder’ dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali de o
ipi çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz. Peygamber
sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahûdiye
söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görmedi.”266
En-Nesâî’nin Zeyd bin Erkam’dan yaptığı bu konudaki rivâyetinde
ise sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali
olduğu belirtilmemiştir. 267
Peygamberimize Atfedilen Sözler Birbirleriyle Çelişir
mi? Ama, hem de kaç yönden çelişen rivâyetler sahih
olamaz. Bu konudaki rivâyetlerde şu yönlerden
çelişkiler ciddi boyuttadır.
Kuyuya kimin gittiği hususunda farklı görüşler vardır.
Kuyudaki muskaya ne yapıldığına dair rivayetler
birbirini tutmaz.
Çıkarılan muskaya ne yapıldığı da karışıktır.
Sihrin etkisinin ne kadar sürdüğü de tartışmalıdır.
Büyüyü yapanın kim olduğu üzerinde de ittifak edilememiştir.
Büyü sonucunda peygamberimizin nasıl hastalandığı
da tartışmalıdır.
266 Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/367
267 Nesâî, Tahrim 20, hadis no: 4077
AHMED KALKAN
~ 172 ~
RIVÂYETLER ARASI ÇELIŞKILER
1- Kuyuya Kim Gitti?
a) Rivâyetlerin bir kısmında kuyuya bizzat Rasûlullah’ın
(ashâbıyla birlikte) gittiği geçmektedir. Misâl: Yukarıya almış
olduğumuz varyantta şöyle geçmektedir: “Daha sonra Rasûlullah
ashâbından bazı kimselerle beraber oraya gitti.”268
b) Hz. Ali’yi gönderdiğine dair rivâyetler. Misal: “Cibrîl
Rasûlullah’a geldi ve şöyle dedi: ‘Yahudilerden filanca sana
sihir yaptı ve seni büyülemek için düğümler attı.” Bunun üzerine
Rasûlullah onu aldırmak için Hz. Ali’yi gönderdi.269
c) Kimi gönderdiğini belirtmeden sadece başkalarını
gönderdiğinden bahseden rivayetler. Misal: “Sonra Allah ona
yahudilerin yaptığı şeyi bildirdi. O da kuyuya adam gönderdi
ve içinde sihir yapılmış bulunan düğümler çıkarıldı.”270
2- Kuyudaki Muskaya Ne Yapıldı?
Kuyuya kimin gittiğinde farklılıklar olması yanında, muskaya
ne yapıldığında da aynı durum sözkonusudur.
a) Muskanın kuyudan çıkarıldığını zikreden rivayetler.
Misal: “Hz. Peygamber kuyuya geldi ve onu çıkardı.” 271 Hz.
Peygamber emretti ve muska çıkarıldı.272
b) Muskanın kuyudan çıkarılmadığını zikreden rivayetler.
Misal: “Hz. Âişe sordu: “Muskayı çıkardınız mı?” Rasûlullah
da “hayır” dedi.273
268 Buhârî, Tıb 76; Müslim, Selâm 39; Ahmed bin Hanbel, VI/63; İbn Mâce,
269 İbn Ebî Şeybe, V/435, rakam 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; et-Taberânî, Kebîr, V/180,
rakam 5016. Tefsir kitaplarındaki rivayetlere bakıldığında Hz. Ali ile beraber Zubeyr ve Ammar
bin Yâsir’i gönderdiği geçmektedir. Bazılarında Hz. Ali ile Ammar’ı, bazı rivayetlerde
Ammar’ı bir grup ile gönderdiği geçmektedir.
270 Abdurrezzak, XI/14, rakam 19764; Nesâî, Tahrim 37, Seherâtu Ehli’l Kitab 20, et-Taberânî,
Kebir, V/179; İbn Sa’d, Tabakat, II/199
271 Buhârî, 5765, 6063İbn Ebî Şeybe, 2; Nesâî 4091, Ahmed bin Hanbel, IV/367…
272 Buhârî, hadis no: 6063
273 Buhârî, 3268, 5763, 5766, 6391; Beyhakî, Delâil’n-Nubuvve, VI/247
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 173 ~
3- Çıkarılan Muskaya Ne Yapıldı?
Rivayetlerde çıkarılan muskanın ne yapıldığını takip ettiğimizde
farklılıklara (çelişkilere) rastlamaktayız.
a) Sadece muskanın getirildiği ve Rasûlullah’ın bağdan
kurtulmuş gibi kalktığı: Rivayetlerin bir kısmında muskanın
getirildiği ve Rasûlullah’ın bağdan kurtulmuş gibi kalktığı
zikredilir. Ancak, muskanın ne yapıldığına temas edilmez.
Misal: “Rasûlullah adamlar gönderdi, gidip muskayı çıkardılar.
Muska Rasûlullah’a getirildi. Rasûlullah sanki bağlardın
kurtulmuş gibi rahatladı.”274
b) Rasûlullah’ın muskayı açmadığı ve Allah Teâlâ’nın
kendisine şifa verdiğini söylemesi: Hadisin Buhârî’deki tüm
tariklerine ve Müslim’e baktığımızda, hiçbirisinde Rasûlullah’ın
sihirden kurtulmak için rukye yaptığı ve Muavvizeteyn
sûrelerini okuduğu geçmez. Rasûlullah’ın bu rivayetlerde
söylediği şudur: “Hayır! Bana gelince Allah bana âfiyet ihsan
etmiş ve şifa vermiştir.”275
c) Rasûlullah’ın muskadaki düğümleri çözdüğü ve
bağdan kurtulmuş gibi kalktığı. Misal: “Rasûlullah muskayı
aldırmak için Hz. Ali’yi gönderdi. O da onu çıkarıp getirdi.
Rasûlullah ondaki düğümleri çözmeye başladı. Her düğümü
çözüşte bir hafiflik hissetti. Düğümleri çözdükten sonra
Rasûlullah bağdan kurtulmuş gibi rahatlayıp kalktı.”276
d) Rasûlullah’ın Felak ve Nâs sûrelerini âyet âyet okuyarak
muskadaki düğümleri çözdüğü. Hadis kitaplarının
hiçbirinde Rasûlullah’ın Felak ve Nas sûrelerini okuyarak
düğümleri çözdüğünü hadis kitaplarında bulamadık. İbnu’l
Cevzî’nin belirttiği gibi, bu rivayet tefsir kitaplarında nakledilmiştir.
277 Misal: “Hz. Ali ile Ammar kuyuya geldiler. Kuyunun
274 Nesâî, hadis no: 4091
275 Buhârî, 5766 numaralı hadis ile diğer zikredilen hadisler.
276 Zikri geçen şu hadisler: İbn Ebî Şeybe, 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; Taberânî, 5011-
3, 5016; Müstedrek, IV/360-1, rakam 8014
277 İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, IX/270
AHMED KALKAN
~ 174 ~
suyu sanki kınayla boyanmış gibiydi. Suyunu boşalttılar. Ardından
taşı kaldırıp altından bir hurma kapçığı çıkardılar. Bir
de baktılar ki üzerinde on bir tane düğüm var. Bu arada Felak
ve Nâs sûreleri nâzul oldu. Rasûlullah bunları okumaya
başladı. Her bir âyet okuyuşunda bir düğüm çözüldü. Nihayet
düğümlerin hepsi çözüldü ve Allah’ın Peygamberi hanımlarına,
yeme-içmeye yöneldi.278
4- Sihir Ne Kadar Sürdü?
Sihir hadisinin tariklerine baktığımızda ne kadar sürdüğünün
çok farklı geçtiğini görürüz:
a) Birkaç gün sürdü. Bir rivayette şöyle geçer: “Yahûdilerden
bir adam Rasûlullah’a büyü yaptı. Bu sebeple birkaç
gün rahatsızlandı.”279
b) Kırk gece sürdü. El-İsmâilî’nin belirttiğine göre,
Ebû Damre’nin rivayetinde böyle geçmektedir.280
c) Altı ay sürdü. Ahmed bin Hanbel’in bir rivayetinde
şöyle geçer: “Rasûlullah altı ay müddetle hanımlarıyla beraber
olmadığı halde olduğunu sanıyordu.281
d) Bir yıl sürdü. Abdurrezzak’ın bir rivayetinde bu halin
bir yıl devam ettiği zikredilir. İfade şöyledir: “Rasûlullah
Hz. Âişe’ye bir yıl yaklaşamadı.”282
278 Şevkânî, Fethu’l Kadir, V/616; İbn Kesir, Tefsir, VIII/557-8; Bağavi, Semerkandi, Vâhidî,
Beydavî, Ebû Hayyan, Ebu’s-Suud, İbnu’l Cevzi, Kurtubi, Âlûsi, Suyutî, Bursevi, Sâbunî,
Zuhaylî
279 Zikri geçen hadisler: İbn Ebî Şeybe 2; Ahmed bin Hanbel, IV/367; Nesâî, 4091, Taberânî,
5016
280 Bkz. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XI/390
281 Ahmed bin Hanbel, VI/63
282 Abdurrezzak, XI/14, rakam 19764. Ebû Dâvud hadisi rivayeteden Yahya bin Ya’mer’in
(90’dan önce/709) Hz. Âişe’den hadis işitmediğini söylemiştir (bkz. Ez-Zehebî, Nubelâ,
IV/442, rakam 170. Bu sebeple rivayete mursel denmiştir. Ancak ez-Zehebî bunu kabul etmez
ve onun başka sahabilerden rivayetine temas eder. Bkz. Tezkiratu’l-Huffâz, I/75. Bunun
yanında, bunun senedinde geçen Atâ bin Ebî Müslim el-Horasanî (135/752) bulunmaktadır.
Sadûk olmasına rağmen çok yanılan, mursel rivayet eden müdellis birisidir. Bkz. Ez-Zehebî,
Nubelâ, VI/140-3, rakam 52; İbn Hacer, Takrîb s. 392, rakam 4600
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 175 ~
5- Büyüyü Yapan Kim?
a) Birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi olduğu,
b) Diğer rivayette yahûdilerin antlısı (onlarla antlaşmalı)
bir münâfık olduğu,
c) Bir başkasında ise Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi
çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki kılları ve tarağının
dişlerini alıp yahûdilere verdiği, yahûdilerin de bunları Lebîd’e
verdiği anlatılır.
d) Bu konuda Hz. Âişe’den gelen rivayetlerin birçoğunda,
sihir yapan kimsenin Yahudi Lebîd b. el-A’sam olduğuna
dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber’e
büyü yapıldığından bahsedilmektedir.283
Büyü Sonucunda Peygamberimiz Nasıl Hastalandı?
a) Konuyla ilgili hadisleri rivayet eden ravilerin tamamı,
Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini
söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları
eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.284
b) Hadisin bazı rivâyetlerinde “sihirlenmesi dolayısıyla,
Hz. Peygamber’e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı hayali
gelirdi” denir.
c) Bazılarında ise hanımlarıyla cinsel ilişkide bulunmadığı
halde yaklaştığını zannettiği söylenir.
283 Bkz. Buhârî, Cizye 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96
284 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157
AHMED KALKAN
~ 176 ~
Olayı rivayet etmesi ve kendisinden yorum yapmaması
beklenen râvi Süfyân b. Uyeyne de, “İşte bu, büyüden meydana
gelebilecek rahatsızlığın
en şiddetlisidir” demektedir.285
Bu konuda Peygamberimizin kendi ağzından söylediği bir
söz yok iken, onun başından geçenleri, ne çok kimse ve kendi
farklı yorumlarını katarak neler söylememişlerdir? Hz. Âişe,
Peygamberimizin diğer eşleriyle münasebet yapmadığı halde
yaptı zannettiğini nereden ve nasıl bilebilir? Kendisi ve
Peygamberimizin diğer eşleriyle ilgili bu tür çok mahrem hususları
insanlara niye yayma ihtiyacı hisseder?
Sağlam, sahih bir hadiste bu kadar çelişki olur mu? Aynı
hadisin farklı rivayetlerinde bu kadar çok çelişki olması, söz
konusu rivâyetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut
olduğunu hatıra getirmektedir. Yani, râvîlerin olayı iyi zapt
edemedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu kusur da, hadisin sıhhatine
ciddi anlamda zarar verir. Bu denli çelişki içeren ve râvilerinin
zapt kusuru olan hadisler delil olamaz, hele akaidde
kesinlikle delil teşkil etmez. Hele Kur’an’a muhalif hususlar
içeriyorsa, hiç mi hiç itibara alınmaz.
Allah’ın Rasûlünü, Allah’ın koruma sözüne
rağmen Yahudilerin büyüsüne kapılacak kadar
zavallı bir konuma düşürmek bir Yahudi
hilesi değilse, Müslümana yakışmayan bir hamakat
olsa gerek…
Zeyd bin Erkam’dan nakledilen ve Ahmed bin Hanbel
ile Nesâî tarafından kaydedilen son rivayette, düğümler
atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çıkarılıp getirildiği,
“bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber’in sanki
285 Buhârî, Tıb 49; Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 64
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 177 ~
bağlarından kurtulmuşçasına ferahladığı”ndan söz edilmektedir.
Bu ifade, Buhârî’nin de aralarında olduğu kaynaklardaki
başka bir hadis rivâyetinde Fâtiha okuyarak
üflenen bir delinin bağdan çözülür gibi olduğundan, aynı
kelimelerle söz edilmektedir.286 Bu durumda, bir yahûdinin
yaptığı büyünün, Hz. Peygamber’de bir delide gözlenebilecek
bir tesir meydana getirebileceğini, doğrusu
insanın gönlü kabul edemiyor.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı
müfessirler bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler.
Peygamberimiz’in, kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden
kurtulması için bu iki sûrenin indiği iddia edilir.
Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de nâzil olmalıdır. Çünkü
Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen Lebîd bin el-
A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri sürülen
bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu (hicrî 7. yılda) rivâyet
sahipleri belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir,
Fîl sûresinden sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda
Hz. Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin
bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu
değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in
ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir.
Ehl-i sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin
olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller
olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer
Esterebâzî ile Hanefî âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır.
Zâhirîlerden İbn Hazm’ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir.
Dolayısıyla bu âlimler de, bu rivâyetlerin sahih olmadığını
kabul etmektedirler.
286 Buhârî, İcâre 16, Tıb 39; Ebû Dâvud, Büyû’ 37, Tıb 19; Ahmed bin Hanbel, V/211
AHMED KALKAN
~ 178 ~
SIHIRLE İLGILI HADIS RIVÂYETLERINI KABUL
ETMEYENLER
Mu’tezile sihri, sihirle ilgili hadisleri kabul etmez. Sihrin
hakikati olmadığını, bir hayalden ibaret olduğunu, bu sebeple
Rasûlullah üzerinde etkisi olmadığını iddia ederler.
Örneğin Şeyhu’l-Mu’tezile Ebûbekr el-Esam (201/816),
Kur’an naslarına muhâlif gördüğü için sihir hadisini kabul
etmez. Ebû Hanife’nin de (150/767) Mu’tezile gibi
düşündüğü rivayet edilir.287 İbn Hazm (456/1064), Şâfîlerden
Ebû İshak el-Esterâbâdî, Hanefilerden el-Cessâs diye
ma’ruf Ebûbekr er-Râzî de (370/981) sihir hadisini kabul
etmez. Kâfirlerin uydurması olan bu haberleri nakledenlerin
kıssaclar ve câhil hadisciler olduğunu söyler. Onların
bunları boş işlerle uğraşan ahmaklarla alay etmek ve peygamberlerin
mûcizelerini inkâra sevk etmek için uydurduklarını
belirtir.288 Hadisi kabul etmeyenlerden bir kısmı
ise bunun yahudilerce uydurulduğunu söylerler.289
287 Bkz. Eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I/131
288 El-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, I/59-60. Cessâs’ın bu görüşünde Mu’tezile Fırkasının tesirinde
değil de, aynı görüşü müdafaa eden İmam-ı A’zam Ebû Hanife’nin tesirinde kaldığını
söyleyebiliriz. Çünkü Cessâs, mezhep imamına son derece bağlı olup, onu her hâlukârda
savunmaktadır.” (Cessâs ve Ahkâmu’l Kur’an’ı, s. 29).
289 Bkz. Taberî, Câmi’, I/460; Zemahşerî, Keşşâf, II/103 Ayrıca Ahmed el-İskenderî’nin
Keşşâf’ın zeylinde bulunan Kitabu- İnsaf’ının bu sayfadaki açıklamalarına bakınız; IV/301;
er-Râzî, Tefsir, III/193, 32/179; Kurtubî, Câmi, II/46; bursevî, Tefsir X/543; eş-Şihâb, Hâşiye,
VIII/416; el-Cemel, Futuhâtu’l-İlâhiyye, IV/607; Macdonald, Sihir, İslam Ansiklopedisi,
X/603; Hamevî, Sihr, s. 106.
Felak ve Nâs surelerinin Mekkî olduğu rivayeti daha doğrudur diyen Süleyman Ateş, sihirle
ilgili tüm rivayetleri topluca şöyle değerlendirir: “Aslında yalnız Sa’lebî’nin bu senedsiz
rivayeti değil; bu konudaki senedli rivayetler de birbirini tutmaz, çelişkilerle doludur. Bu
rivayetlerin hiçbiri sûrenin iniş sebebi olamaz… Ayrıca bu rivayetler çelişkilerle doludur…
Bu rivayetlerin büyü ve nazarın etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak
amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur: Büyü ve
nazar Peygamber’e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakınmak lâzımdır.” Süleyman
Ateş hadisi reddetmek için kullanılan delilleri serdettikten sonra şöyle der: “… Peygamber’e
büyü yapıldığı hakkındaki bu rivayetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları
sened zinciriyle Peygamber’in güzîde bir sahâbisine dayandıranlar, müslüman görünseler
de, gerçekte Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen
ters olan, Peygamber’in korunmuşluğunu dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?” (Gerçek
din Bu, I/176).
Ali Osman Ateş’in ifadeleri biraz daha yumuşaktır: “Bir yahudinin yaptığı sihrin, Hz. PeyBÜYÜ
VE ŞEYTAN
~ 179 ~
CESSÂS’IN GÖRÜŞLERI
“Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez.”290
Cahil kimseler, sihirbazların bu anlatılanlardan daha tuhaf
ve daha feci şeyleri yapabileceklerine de inanırlar. Şöyle ki:
Onlar, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) sihir yapıldığına, sihrin onu
çok etkilediğini, hatta “Ben bir şeyi yapmadığım ve söylemediğim
halde o şeyi yapmışım veya söylemişim gibi hayal ediyordum”
dediğini iddia ederler.
Yahudi bir kadın, hurma çiçeğinin kabuğu, tarak ve bez
parçası içine koyduğu sihir malzemesini bir kuyunun dip taşının
altına yerleştirmişti. Bu sihir oradan çıkarıldıktan sonra
Peygamber (s.a.s.), kendisine ârız olan o halden kurtulmuştu.
Cenab-ı Allah, Peygamber (s.a.s.) hakkında ortaya attıkları bu
iddianın sahipleri olan kâfirleri yalanlama bağlamında şöyle
buyurmuştur:
“Zâlimler, (inananlara): “Siz ancak büyülenmiş bir adama
uyuyorsunuz” dediler.”291
Cessas diyor ki: Bu gibi rivayetler, aşağılık ve değersiz
cahillerle oynamak, onları ‘peygamberlerin mucizeleri
meğer boş şeylermiş’ demeye sürüklemek, o mucizelere
dil uzattırmak ve peygamberlerin mucizeleriyle
sihirbazların yaptıkları işler arasında bir fark
olmadığına, hepsinin aynı türden şeyler olduklarına
gamber’de bir delide gözlenebilecek bir tesirin meydana getirebileceğini doğrusu insanın
gönlü kabul etmiyor.” (Cinler-Büyü, s. 272)
290 20/Tâhâ, 69
291 25/Furkan, 8
AHMED KALKAN
~ 180 ~
inandırmak için inançsız kimseler tarafından uydurulmuştur.
Tuhaftır ki bazı kimseler, hem peygamberleri
tasdik edip onların gösterdikleri mucizelerin
gerçek olduğuna inanırlar, hem de sihirbazların yaptıkları
bu gibi şeylerin doğruluğuna inanırlar. Oysa
Yüce Allah “Sihirbaz ise nereye varsa kurtuluşa eremez”
292 buyurmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı
Allah’ın yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu,
tuttuğu yolun yol olmadığını bildirdiği kimseleri
doğrulamış olmaktadırlar.
Cahilliği sebebiyle Yahudi kadının, yapacağı sihrin Peygamber’in
(s.a.s.) bedenine etki edeceğine inanarak ona sihir
yapmış olması mümkündür. Ama Cenab-ı Allah, onun sihri
gizlediği yerden Peygamber’i (s.a.s.) haberdar etti. Kadının
da yaptığı kötülükten dolayı cehaletini ortaya çıkardı. Kadın,
Peygamber’in (s.a.s.) bu sihrin etkisinden kurtulduğu takdirde
nübüvvetini ispatlamış olacağını düşünerek bunu yapmıştı.
Yoksa bu sihir, ona zarar versin ve durumunu karmaşık
hale getirsin diye yapmış değildi.
Diğer taraftan konuyla ilgili hadisi rivayet eden ravilerin
tamamı, Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık
hale geldiğini söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise
daha sonraları eklenmiş olup hadisin aslında mevcut
değildir.
Peygamberlerin mucizeler ile hayallere kaptırmaya ilişkin
anlattığımız diğer şeyler arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz:
Peygamberlerin mucizeleri kendi hakikatleri üzeredir. İçleri
292 20/Tâhâ, 69
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 181 ~
dışları gibidir. Üzerlerinde ince bir tefekküre daldığınızda, sahihliğini
ve gerçekliğini daha iyi kavrarsınız. Bütün yaratılmışlar
onların emsallerini ve benzerlerini getirmeye çabalasalar
bunu başaramazlar. Sihirbazların allayıp pullayarak eşyayı
olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ve hayal oyunları,
gerçekliği olmayan asılsız şeyler göstermek için yapılan bir
nevi hile ve ince oyunlardır. Sihirbazların olduğundan farklı
gösterdikleri şeyler, derin bir tefekkür ve araştırma neticesinde
anlaşılır. Bunu öğrenmek isteyen herkes, çabalama neticesinde
herhangi bir sihirbaz kadar öğrenebilir ve onun yaptıklarının
benzerini yapabilir.293
PEYGAMBERIMIZ’E SIHIR YAPILMADIĞINA, YAPILMIŞSA TESIR
ETMEDIĞINE DAIR DELILLER
Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına
Delil Olmaz. Çünkü;
Kur’an’a Terstir:
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş”
dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış
olduğunu Kur’an vurgular.
Peygamberimiz, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından
deli edilmiş) de değildir.
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın
koruyacağını net biçimde ifade ediyor.
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz.
293 Ebûbekr er-Râzî, el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Y., c. 1, s. 156-158
AHMED KALKAN
~ 182 ~
Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimize büyü yapıldığına dair
en küçük bir işaret bile yoktur. Tam tersine, Ona büyü yapılmadığına
dair kesin deliller vardır. Yukarıda belirttiğimiz şekilde
birkaç hadis rivayetinden başka bu hususta hiçbir delil
yoktur. O hadis rivayetleri delil olur mu, bakalım:
Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına
Delil Olmaz. Çünkü;
1) KUR’AN’A TERSTİR
a- Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr = büyülenmiş”
dediklerini ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu
Kur’an vurgular: “...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa
olsa, ancak büyülenmiş (meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir
bakıver; senin için nasıl örnekler verdiler de böylece saptılar.
Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.”294; “Biz onların seni dinlediklerinde
ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında da o
zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” 295
Sihri kabul etmek, müşrikleri tasdik etmek demektir. Eğer
Rasûlullah’a sihir yapıldığı kabul edilecek olursa bu, sihrin
onun aklını etkilediği, ruhunda hâkimiyet sağladığı anlamına
gelir. Bu ise, müşriklerin ona büyülünmiş diye iftira atmalarını
değil, doğru söylediklerini kabul etmeyi neticelendirir.
Başkaları için bile sihrin etki etmesi doğru olmadığı halde,
peygamberimizin Kur’an’la sâbit olan sihirlenmiş olmadığı
hükmü kabul edilmemiş olur. Başkaları için sihir mümkün
bile olsa, Onun için olamaz, çünkü Allah onu korumuş ve
onun sihirlenmiş olmadığını belirtmiştir.
294 25/Furkan, 8-9
295 17/İsrâ, 47
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 183 ~
b- Peygamberimiz, mecnûn (cinlenmiş, cinler tarafından
deli edilmiş) de değildir:“ (Ey Muhammed!) Sen öğüt
ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş
bir deli. Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın
felâketlerine çarpılmasını gözetliyoruz’ mu diyorlar?”296;
“(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti sâyesinde- mecnun değilsin.”
297; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız (Muhammed)
mecnun değildir.”298
c- Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın
koruyacağını net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni
insanlardan korur.” 299; “O alay edenlere karşı Biz sana yeteriz.”
300
d- Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz:
“...Yaptıkları, sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa
iflâh olmaz, başarıya ulaşamaz”301
Kur’an’a ters düşmesi yetecektir delil olarak, ama maalesef
yetmiyor, Selefî olduğunu iddia edenler bu şekilde âyetlerden
delil getirdiğimiz ve rivayetlerin âyetlere ters düştüğü
belirtildiği zaman, Kur’an’a teslim olup semi’nâ ve eta’nâ
(duyduk ve uyduk) diyeceklerine; “siz hadis inkârcısısınız”
diye ithamlarda bulunmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyor.
Öyleyse, o hadis rivayetlerini de ele alıp incelemek gerekiyor.
2) PEYGAMBERLİK SIFATINA TERSTİR
Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına
Delil Olmaz. Çünkü;
296 52/Tûr, 29-30
297 68/Kalem, 2
298 81/Tekvîr, 22
299 5/Mâide, 67
300 15/Hicr, 95
301 20/Tâhâ, 69
AHMED KALKAN
~ 184 ~
Peygamberlik Sıfatına Terstir:
Peygamberlerin emîn/güvenilir olmaları
Ismeti, korunması
Eğer Hz. Peygamber’in
aklında bir karışıklık olsaydı,
Onun, kendisine indirilmeyen bir şeyin nâzil
olduğunu
zannetmesi sözkonusu olurdu.
a- Peygamberlerin emîn/güvenilir olmaları: Peygamberler
emîn, güvenilir şahsiyetlerdir. Peygamberimiz, kendisine
büyü yapıldığından dolayı, ne yapıp yapmadığını bilmeyen
ve aylarca bu hali devam eden zavallı bir kimse konumuna
düşer ki, böyle bir kimsenin otoritesi olmaz, sözü dinlenmez,
davet ve tebliğini uygun şekilde yapamaz.
b- Ismeti, korunması: “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni
tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş
olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki
Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.”302
c- Eğer zannettikleri gibi Hz. Peygamber’in
aklında bir karışıklık
olsaydı, Onun, tebliğ etmediği bir şeyi
tebliğ ettiğini
veya kendisine indirilmeyen bir şeyin nâzil olduğunu
zannetmesi
sözkonusu olurdu.
3) HADİS RİVÂYETLERİ İNCELENDİĞİNDE DELİL
OLAMAYACAKLARI KESİN ŞEKİLDE BELLİ OLUYOR
Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına
Delil Olmaz. Çünkü;
302 5/Mâide, 67
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 185 ~
Hadis Rivâyetleri İncelendiğinde Delil Olamayacakları
Kesin Şekilde Belli Oluyor:
Peygamberimize Büyü Yapıldığı İddiasının Felak-
Nâs Sûrelerinin Nüzul Sebebi Olmadığı,
Bu Rivâyetlerin Hepsi Âhad Haberdir.
Hadis Rivâyetleri Arasında Çelişkiler Var
Tarihî Vâkıaya Ters Düşmesi
Zarar Verme ve Zararı Kaldırma Kudreti Kime Aittir?
Allah, Peygamberine Yahudi Büyücüye Karşı Niye
Yardım Etmedi?
a- Peygamberimize Büyü Yapıldığı İddiasının Felak-
Nâs Sûrelerinin Nüzul Sebebi Olmadığı: Geçmişte, bu
rivayetleri Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebepleri arasında
gösteren bazı mûfessirler olmuştur. Bu âlimlere göre bu
sûreler Medine’de nazil olmuştur. Çünkü Lebîd b. el-A’sam
adlı şahsın yaptığı bu büyü olayı Medine döneminde
meydana
gelmiştir.303 Müfessirlerin çoğu bu sûrelerin Mekke döneminde
indirildiğini kaydetmektedirler.
304 Bu durumda Hz.
Peygamber’e sihir yapıldığından bahseden anılan rivayetlerin,
bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Hz. Peygamber’e sihir Medine’de yapıldığına, Felak ve
Nâs sûresi de Mekke’de nâzil olduğuna göre, bu sûrelerin Hz.
Peygamber’e büyü yapılmasından dolayı nâzil olduğu hususu
doğru olmamalıdır.
303 Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, 1, 198; Sübkî, el-Menhel, VIII, 11
304 Derveze. a.g.e., I, 199
AHMED KALKAN
~ 186 ~
b- Bu Rivâyetlerin Hepsi Âhad Haberdir. Peygamberimiz’e
büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetlerin sadece
Hz. Âişe ve Zeyd bin Erkam’dan (r.a.) gelen âhad haberler
olduğu görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim mütevâtirdir ve sihrin
hayalden, göz aldatmadan ibaret olduğu, büyücülerin nerede
olsa başarılı olamayacağını ve Allah’ın Rasûlünü insanlardan
koruyacağını ve onun meshur, sihre uğrayan bir kimse olmadığını
beyan ettiğini biliyoruz. Âyete ters düşen bir rivayet
sahih olmaz. Sahih kabul edilse bile âhad haberlerin akîde
konusunda delil olmayacağı sözkonusudur. Âyetlere tümüyle
zıt olan bir durumu kabul etmek, âyetleri yalanlamak demektir.
Bir mü’min Allah’ı, Allah’ın âyetlerini yalanlayamayacağına
göre, âyetlerle bağdaşmayan bir hadis rivayetinin
Peygamberimize nisbetinin doğru olmadığını kabul etmek
gerekir.
c- Hadis Rivâyetleri Arasında Çelişkiler Var: Bu konudaki
hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Birinde büyü yapan
Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin antlısı (onlarla
antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise Peygamber’e
hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in tarağındaki
kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği,
yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır. Bu konuda
Hz. Âişe’den gelen rivayetlerin birçoğunda, sihir yapan kimsenin
Yahudi Lebîd b. el-Asam olduğuna dair bir bilgi yoktur.
Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından
bahsedilmektedir.305 Bazı hadislerde “Sihirlenmesi dolayısıyla,
Hz. Peygamber’e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı
hayali gelirdi” denir. Bazılarında ise hanımlarıyla cinsel
ilişkide bulunmadığı halde yaklaştığını zannettiği söylenir.
Olayı rivayet etmesi ve kendisinden yorum yapmaması beklenen
râvi Süfyân b. Uyeyne de, “İşte bu, büyüden meydana
gelebilecek rahatsızlığın
en şiddetlisidir” demektedir.306 Kimi
305 Bkz. Buhârî, Cizye 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96
306 Buhârî, Tıb 49; Edeb, 56; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 64
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 187 ~
rivayetlerde bir zaman verilmezken, bir rivayete göre ise,
Hz. Peygamber’in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür.
307 Konuyla ilgili hadisleri rivayet eden ravilerin tamamı,
Peygamber’in (s.a.s.) durumunun karmaşık hale geldiğini
söylemiş değillerdir. Aksine bu ifade, hadise daha sonraları
eklenmiş olup hadisin aslında mevcut değildir.308
Zeyd bin Erkam’dan yapılan bu rivâyetlerde büyüyü kuyudan
çıkarmak için Hz. Ali’nin veya bir başka sahâbînin gönderildiğinden
söz edilirken; bu konuda Hz. Âişe’den yapılan
yukarıda kaydedilen hadislerde ise, Hz. Peygamber’in yanına
ashâbından bazı kimseleri alarak sihrin bulunduğu kuyuya
kendisinin gittiğinden bahsedilmektedir.
d- Tarihî Vâkıaya Ters Düşmesi: Hz. Peygamber’e hangi
yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gâyet ihtiyatlı
hareket eden, kendisine gelen İbrânîce mektupları dahi, güvenmediğinden
dolayı yahûdilere okutmamak için Zeyd bin
Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.s.)
bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır? Ona hizmet
edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan biri
de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine gerek duyulmuş
mudur?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği,
siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği
gibi, Peygamber’in altı ay büyülenmiş şekilde anormal bir
tarzda hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine
düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün etkisini
desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla
ortaya atıldığında şüphe yoktur.
307 Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 63
308 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157
AHMED KALKAN
~ 188 ~
Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları ortaya serilen büyücülerin
Muhammed aleyhisselâm’a karşı başarılı olmaları da
düşünülemez.
e- Zarar Verme ve Zararı Kaldırma Kudreti Kime Aittir?
Allah, bir kâfire, bir yahûdiye mü’minlerin liderine, bir
peygambere ciddi bir zarar verme kudretini vermiş ve bu
kimse, yine büyü ile verdiği zararı kaldırma kudretine sahip
ise, bu durumda zarar verme ve zararı giderme kudretinin
Allah’a ait olmasının özelliği, ayrıcalığı kalmaz. Allah’ın kâinattaki
değiştirilemez kanunları demek olan Sünnetullah,
cinlere, cincilere, büyücülere üstünlük vermez, dilediklerine
yarar, dilediklerine zarar verebilecek gücü vermez. Bu kudret,
sadece Allah’a aittir. “Allah sana bir sıkıntı verirse, onu
O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse O’nun nimetini
engelleyecek yoktur.”309; “Oysa onunla (öğrendikleri sihir
bilgisiyle) Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar ulaştıramazlardı.
Buna rağmen kendilerini zarara uğratacak ve yarar
sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı.”310
f- Allah, Peygamberine Yahudi Büyücüye Karşı Niye
Yardım Etmedi? Allah’ın mü’minlere yardım vaadi olduğu
halde, Peygamberini yardımsız bırakmadığı halde, bütün hayatı
kâfirlerle mücadeleyle geçen rasûlüne muska yapıldığını
Allah (eşleriyle aralarında problem çıkınca, eşlerinin yaptıklarını
kendisine haber verdiği gibi) niye ona baştan haber
vermedi, onu bir müddet kâfirlerin eline bıraktı? Hanımının
yaptığında olduğu gibi, olanı ona niye bildirip yapanı cezalandırma
imkânı sağlamadı da günlerce bu sıkıntıyı çekmek
zorunda kaldı?
309 10/Yûnus, 107
310 2/Bakara, 102
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 189 ~
Bu Hadis Rivâyetleri Peygamberimize Büyü Yapıldığına
Delil Olmaz. Çünkü;
Bir İslâm Düşmanı Yahûdi, Peygamberimize Düşmanlık
Yapıp Aylarca Onun Zarar Görmesini Sağlayacak,
İslâm, Devlet Olduğu Halde Bu Kimseye
Hiçbir Ceza Uygulamayacak, Olur mu Böyle Bir
Şey?
Bu Hadislerin Sahih Olmadığını İddia Eden Âlimlerin
Varlığı,
Büyünün Hiçkimseye Etki Etmeyeceğini Söyleyen
Âlimler Var, Onların Görüşüne Ters
Birçok Müfessir ve Âlime Göre Bu Rivâyetler Delil
Olmaz.
Senedlerindeki Râvîlerde Ârızalar Var
g- Bir İslâm Düşmanı Yahûdi, Peygamberimize Düşmanlık
Yapıp Aylarca Onun Zarar Görmesini Sağlayacak,
İslâm, Devlet Olduğu Halde Bu Kimseye Hiçbir Ceza Uygulamayacak,
Olur mu Böyle Bir Şey? Sihir küfür kabul
edilir ve İslâm müctehidlerinin çoğuna göre sihirbazın katli
gerekirken, peygamberimiz kendisine karşı böyle bir suç işleyen
bir yahudiye devlet başkanı olduğu halde, hiçbir ceza
vermemesi, insanları ifsad eden, peygambere ve devlet başkanına
büyük çapta zarar veren kimseye karşı hiçbir yaptırım
uygulanmaması, hatta peygamberimizin “bir daha yapma!”
gibi bir nasihat bile etmemesi, nasıl mümkün olur?
AHMED KALKAN
~ 190 ~
h- Bu Hadislerin Sahih Olmadığını İddia Eden Âlimlerin
Varlığı: Meselâ Cessas şöyle der: Bu gibi rivayetler, aşağılık
ve değersiz cahillerle oynamak için inançsız kimseler tarafından
uydurulmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın
yalanladığı, iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını
bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.311
İmam Mâtüridî’den nakledildiğine göre Ebu Bekr Esâm,
burada, rivayet edilmiş olan sihir hadisi metruktür, çünkü
bunda kâfirlerin Aleyhissalâtu ve’s-Selâm’a meshûr demelerinin
sıdkı (büyülenmiş demelerinin doğruluğu) lâzım gelecektir.
Bu ise Kur’an-ı Azîmü’ş-şân’ın nassına muhaliftir, demiş
ve Mu’tezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin
mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemişlerdir.”312
Hanefî âlim Ebû Bekr el-Cessas, söz konusu rivâyetlerin
mülhidlerin bir uydurması olduğunu söylemektedir.313
i- Büyünün Hiçkimseye Etki Etmeyeceğini Söyleyen
Âlimler Var, Onların Görüşüne Ters: Ehl-i sünnet âlimlerinden
İmam Ebû Hanife, Ebû Bekir er-Râzî el-Cessâs, İbn
Hazm, Ebû Câfer el-Esterebâzî ve benzer âlimlerin, ortak görüşü
olarak; “büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve
insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Büyü, kimseye etki
etmez” denildiğine göre, Peygamberimize büyü yapılıp etki
ettiğine dair rivâyet sahih olmamış oluyor.
k- Birçok Müfessir ve Âlime Göre Bu Rivâyetler Delil
Olmaz. O Âlimlerden Bazılarını ve Gerekçelerini Görelim:
311 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157
312 Yazır, Hak Dini, IX, 6356
313 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 191 ~
Cessas: (Peygamberimize yapıldığı iddia edilen sihir olayını
anlatarak, şunları söyler:) Bu gibi rivayetler, aşağılık ve
değersiz cahillerle oynamak için inançsız kimseler tarafından
uydurulmuştur. Bu inançta olanlar, Cenab-ı Allah’ın yalanladığı,
iddiasının asılsız olduğunu, tuttuğu yolun yol olmadığını
bildirdiği kimseleri doğrulamış olmaktadırlar.314
Elmalılı Hamdi Yazır: “... Bu rivayetlerin hepsinin sıhhati
kabul edildiği takdirde
bile, Resülullah’a velev bir an için olsun
bir sihir yapılmış olduğuna
mutlaka itikadın vücübunu
ifade edecek kuvveti hâiz değildir.
Zira esas itibariyle haber-i
âhad hududunu geçmiş değillerdir.
Haber-i âhad’ın sıhhati
ise itikadın cevazını ifade etse bile, vücübunu ifâde eylemez.
Hâlbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına
muhâlif olduğundan dolayı câiz bile olamayacağına kail
olanlar vardır. Peygamber’e bir sihir yapıldığına ve O’nun
hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim olduğuna
itikad etmek câiz olabirse de vâcib değildir.”315 (Peygamber’e
büyü yapıldığına O’nun beşer olması hasebiyle ondan
biraz etkilenip biraz acı duyduğuna inanmak, câiz olabilirse
de vâcib değildir)
Seyyid Kutub: “Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında
-sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet
edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf
rivâyetler peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet”
sıfatına muhâlif düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her
sözü ve her hareketi birer sünnettir ve şeriattır. Bu itikat
esasıyla o hadislerin bağdaştırılması mümkün değildir.
Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir yapılmış
314 Ebû Bekr el-Cessâs, Ahkâmu’l Kur’an, İ’tisam Yay., c. 1, s. 157
315 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6358
AHMED KALKAN
~ 192 ~
bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal
buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını
haber verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere
de muhâlif düşmektedir. Onun için bu rivâyetler uzak
görülmektedir. İnanç ve akîde ile ilgili meselelerde
bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz. Akaidde
yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince;
inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle
amel edebiliriz. Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir.
Bütün bunların dışında şunu da belirtelim ki, Felak ve
Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil olduğuna işaret eden
zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil olduğuna
dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen
rivâyetler de bunlardır.”316
M. izzet Derveze: “Sûrenin Mekke’de nâzil olduğu doğru
olunca, Peygamber’in sihirlenmesi hakkında sûrenin peşinden
getirilen ve özellikle sûrenin bu yüzden indiğini söyleyen
diğer rivâyetler kökten yıkılmış ve sûrenin hedefleri
hakkında bizim belirttiklerimizin doğruluğu ortaya çıkmış
olmaktadır… Biz sûrenin, (Peygamber’in) sihirlenmesi hakkında
Hz. Âişe’den naklen Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği
hadis karşısında hayret ediyoruz.”317 demektedir.
Muhammed el-Gazâlî: Rivayeti kabul etmeyen muâsır el-
Gazâlî şöyle der: “Buhârî dahi rivayet etse, bu doğru değildir.
Buhârî’nin rivayetine göre, Lebid bin A’sam, Hz. Peygamber’e
sihir yapmış ve bunun üzerine Muavvizeteyn sûreleri nâzil
316 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
317 İzzet Derveze, el-Tefsîru’l-Hadis, Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, I, 216
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 193 ~
olmuştur. Şimdi soruyorum, elimizdeki mushaf Muavvizeteyn’in
Mekke’de nâzil olduğunu söylüyor. Sihir hâdisesi ise
Medine’de vuku bulmuştur. Kime inanalım; Buhârî’ye mi,
Mushaf’a mı? Peki, uyuduğu halde, kalbi sürekli Allah ile beraber
olan bir peygamber, nasıl olur da bir yahûdinin sihrinden
etkilenir? Bu, aklın kabul edeceği bir söz değildir.”318
Halil Günenç: Hadisi tenkit eden Halil Günenç başta Sahihayn
olmak üzere hadis kitaplarında geçen, yapmadığı şeyi
yapıyormuş gibi gelmesi durumunu kabul etmez ve şöyle
der: “Müfessirlerin ifade ettikleri üzere Rasûlullah’a (a.s.)
büyü yapılmış ve bunun sonucunda da rahatsız olmuşlardı.
Ancak olayda bazı abartmaların da olduğu muhakkaktır.
Çünkü Rasûlullah’ın nakledildiği gibi aklî dengesi hiçbir zaman
bozulmamış, yapmadığı şeyi yapmış ya da söylemediği
bir şeyi söylemiş gibi bazı hayallere de kapılmamıştır. Bütün
bunlar, birer yalan ve iftiradır. Eğer iddia edildiği gibi bir durum
sözkonusu olsaydı, Rasûlullah’ın (a.s.) söz ve fiillerine
itibar edilmezdi. Kaldı ki bu durum vahiy ile vahiy olmayan
şeylerin birbirine karışmasına yol açacağından müslümanlar
için hüccet teşkil etmesi mümkün olmazdı. Oysa böyle bir
durum yoktur ve tamamıyla uydurmadır.”319
Fahrettin Yıldız: Tefsirlerin çoğunda yer alan bir rivayete
göre, Medine Yahudilerinden Lebid ibn el-A’sam ve kızları,
on bir düğüm bağlayıp bunlara üfürerek Peygamber’e büyü
yapmışlar, sûre de bu münasebetle inmiş. Bu ve buna benzer
diğer rivayetlerin hiçbiri, sûrenin iniş sebebi olamaz. Çünkü
bu sûre, Medine’de değil, Mekke döneminde inmiştir. Ayrıca
bu sûreyi oluşturan ayetler, yalnızca büyücülerle ilgili de
değildir; tam aksine sûrede yaratıkların tümünün, kötü ve
318 El-Muslimûn, Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açık Oturum, trc. Mehmet Görmez (Ali
Özek’in Muhammed el-Gazâli’den tercü ettiği Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevî Sünnet’in
sonunda), İst. 1992, s. 292
319 Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/48
AHMED KALKAN
~ 194 ~
karanlık işler yapan bütün insanların şerrinden Allah’a sığınmak
emredilmiştir. Öyleyse sûrenin inişinin, bu rivayette anlatılan
büyü olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bunlar, büyük
bir ihtimalle büyü ve nazarın etkisini desteklemek, insanları
bunlarla korkutmak amacıyla ortaya atılmış rivayetlerdir ve
doğru değildir. Eğer bu rivayetler doğru kabul edilirse, Müşriklerin
Peygamber’e “büyülenmiş” demelerinin de doğru olması
gerekir. Hâlbuki Allah, Elçisine büyülenmiş diyenlerin
sözlerini reddetmektedir.
Peygamber’e (s.a.s.) büyü yapıldığına ve onun bundan
etkilendiğine dair bazı hadisler vardır. Ancak bu hadisler,
“Peygamber’in (s.a.s.) Allah tarafından korunacağını” ve “büyücülerin
nereye varsalar başarılı olamayacaklarını” açıkça
belirten ayetlerle örtüşmediğinden, Peygamber’e sihir yapıldığına
değil, yapılmadığına inanmak gerekir.320
M. Sait Şimşek: Muavvizeteyn olarak bilinen bu iki sûrenin,
Peygamberin sihirlenmesi üzerine indirildikleri birçok
müfessir tarafından ileri sürülmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler,
sihrin Peygamber üzerindeki etkisinin müddetine dair
farklı rakamlar verseler de, onun yapmadığı şeyleri yaptığını
sanacak kadar sihrin etkisinde kaldığını anlatmaktadır. Etkilenme
müddetini altı aya çıkaran ve muhaddislerce sahih
kabul edilen rivâyetler vardır.
Rivâyetlerde iddia edildiği gibi gerçekten Peygamber, yapılan
sihrin etkisinde kalmış mıdır? Geçmişte de günümüzde
de bazı âlimler, nakledilen bu rivâyetlerin, İsrâ sûresinde geçen
ve Kur’ân-ı Kerim’in kesin olarak reddettiği müşriklerin:
“Siz ancak sihirlenmiş birine tâbi oluyorsunuz.”321 şeklindeki iddialarıyla
paralellik arz ettiğini söyleyerek reddetmişlerdir.322
320 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları
321 17/İsrâ, 48
322 M. Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, c. 5, s. 508
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 195 ~
Konuyla ilgili rivâyetlere yapılan bu tür itirazları cevaplamaya
çalışanlar, rivâyetleri kurtarmak için birtakım yorumlar
yapıyorlarsa da sihir, bedenin biyolojik yapısına değil;
kişinin akıl ve muhâkemesine zarar verdiğinden, Peygamber
hakkında bunu kabul etmek, vahiy olmayanla vahyi karıştırabileceğini
kabul etmek sonucunu doğurur. Allah peygamberlerini
bu gibi durumlardan korumuştur.”323
Muhammed Abduh: İctimâî tefsir ekolünün kurucusu
olarak kabul edilen Muhammed Abduh da bu rivâyetlerde
anlatılanları kabul etmenin, İsrâ sûresinin 48. âyetinde dile
getirilen müşriklerin iddialarını kabul etmek anlamına geldiğini
belirtmektedir. Peygamberliğin ne olduğunu bilmeyenlerin
ancak böyle bir iddiada bulunabileceklerini söyleyen
Abduh, söz konusu rivâyet sahih olsa bile âhad haber olduğunu,
itikat ve Peygamberin masumiyeti gibi bir konuda bu
tür hadislere itibar edilemeyeceğini söylemektedir.
Abduh, mukallitlerin sihir hadisini kabul etmelerinden
Allah’a sığınır. Kur’an’ın, sihri Rasûl’den nefyetmesiyle
ilgili olarak şöyle söyler: Müşriklerin bu
iftirayla ne kasdettikleri zâhirdir. Çünkü onlar şeytan,
Muhammed’e hulûl etmiştir (musallat olmuştur)
diyorlardı. Şeytanın hulûl etmesi ise, onlarca sihir
olarak görülüyor ve sihrin bir çeşidi olarak kabul
ediliyordu. Bu tür sihir ise Lebid’in yaptığı söylenen
sihrin neticesinin aynısıydı. Çünkü bu mukallidlerin
iddialarına göre, Lebid Peygamber’in aklını ve
düşünme yeteneğini karıştırmıştı. İtikad edilmesi
323 M. Sait şimşek, Hayat Kaynağı Kur’an Tefsiri, c. 5, s. 508
AHMED KALKAN
~ 196 ~
gereken ise, Kur’an’ın kesin olduğudur. Çünkü o
tevâtür yoluyla masum olan bir zat kanalıyla bize
kadar gelmiştir. İnanılması gereken de, Kur’an’ın
isbat ettiğinin tasdik edilmesi, nefyettiğinin kabul
edilmemesidir. Kur’an ise Rasûlullah’ın sihirden
uzak olduğunu beyan etmiş, onun sihirli (sihirlenmiş)
olduğu sözünü de Rasûlullah’ın düşmanları
olan müşriklere nisbet etmiş, onları bu bâtıl iddiaları
yüzünden kınamıştır. Öyleyse rasûlullah asla
sihre kapılmamıştır. Eğer onların iddia ettikleri gibi,
Rasûlullah’ın aklı karışmış olsaydı, bu durumda tebliğ
etmediği bir şeyi tebliğ ettiğini, kendisine inzal
olunmamış bir hususu inzal olunmuş sanması câiz
olurdu.324
Reşid Rızâ: Buhârî’deki bazı hadislerin metinleri illetten
uzak değildir. Bu illetler hadisçilerin sıraladıkları mevzû hadislerin
bazı alâmetlerine uymaktadır. Rasûlullah’a sihir yapıldığı
hadisi gibi.325
Muhammed Ammâre: Rivâyeti kabul etmeyen Muhammed
Ammâre de şöyle demektedir: “Hiç kimse âhad bir haberi
kendi görüşüne ve aklına ters düştüğü için reddetmemiştir.
Reddedenler, sübûtu kat’î bir Kur’an âyetine ya da Peygamber
açıklamasına ters düştüğü için karşı çıkmışlardır. Ben, sihir
ve Garânîk gibi hadisleri reddederken, tıpkı Muhammed
Abduh gibi Kur’an’da (müşriklere atfedilen) “siz ancak sihir
yapılmış birine tâbi oluyorsunuz.” âyetine dayanıyorum.326
324 Muhammed Abduh, Tefsiru Cüz’i Amme, s. 139, 182
325 Mecelletu’l-Menâr, 29/1, 104
326 El-Müslimûn, Sünnet Üzerine Bir Kitap ve Bir Açık Oturum, trc. Mehmet Görmez, s.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 197 ~
Süleyman Ateş: “Peygamber eğer yapılan büyünün etkisinde
kalıp yapmadığını yaptı zannedecek kadar bir aklî denge
bozukluğuna uğrarsa, ne O’nun masumluğu, ne de vahiylerin
korunma garantisi kalır. Peygamber böyle kusurlardan
uzak, münezzehtir.”327
h- Senedlerindeki Râvîlerde Ârızalar Var. Metin tenkidi
yönüyle tümüyle ârızalı olan bu rivâyetler, sened tenkidi yönüyle
de problemlidir.328
307-308
327 Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, XI, 195
328 Bu rivayetlerdeki ravîler Hişâm b. Urve’deıı itibaren
tek ravi sayısına iniyor. Bütün bu
ravîlerin hocalarıyla çağdaş
oldukları, onlarla karşılaştıkları sabit olsa bile, bu hadislerin
metninde yer alan ve İslâm âlimleri arasında tartışmalara sebep olan problem dolayısıyle,
bu rivayetlerin yukarıdaki ravilerden alındığına kesin olarak hükmetme konusunda bazı
tereddütlere yol açıyor. Söz gelimi babası Urve’den nakilde bulunmakla meşhur olan Hişâm
b. Urve’nin, bu rivayetleri de arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan babasından aldığı hususunda
şüphelere yol açacak bazı bilgiler mevcuttur. Hişam’m rivayet konusundaki gevşekliği
de babasından nakilde “irsal” yapmasıdır. Yani doğrudan babasından
işitmediği halde,
rivayeti aldığı şahsı atlayarak kendisi
doğrudan babasından işitmiş gibi rivayet etmesidir.
Bu hadis rivâyetlerinin senedinde yer alan bazı ravîlerin tenkide uğradıkları da görülmektedir.
Nitekim Hişâm b. Urve’nin
ravîlerinden Ebû Usâme Hammad b. Üsâme el-Kûfî, tedlîs
yapmakla ve hadis hırsızlığıyla suçlanmıştır (İbn Sa’d, et-Tabakât, VI, 394-395; Zehebî,
Mizânû’’l İ’tidâl, I, 588; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 6). Bu rivayeti,
Yahya b. Sa’îd el-Kattân vasıtasıyla
Hişam b. Urve’den alan Muhammed b. el-Müsennâ (v.252) da hâfıza yönünden tenkide
uğramıştır (Zehebî, Mizânü’l-İ’tidâl IV, 24; İbn Hacer, T. Tehzîb, V, 272). Hişâm b. Urve’nin
ravilerinden Abdülmelik
b. Abdilaziz İbn Cüreyc (v. 150) ile Süfyan b. Uyeyne (v.198) de
tenkid edilmişlerdir. ed-Dârekutnî, İbn Cüreyc’in tedlîsinden sakındırmış ve onun mecruh
kimselerden işittiği şeylerde tedlîs yaptığını bildirmiştir. İbn Hıbbân da onun tedlîs
yaptığını
bildirmiştir. Yahya el-Kattân ise, Atâ’nın kendisıne verdiği bir kitaptan nakilde bulunması
dolayısıyla İbn Cüreyc’in
Atâ’dan yaptığı rivayetlerin tamamının zayıf olduğunu söylemiştir.
(İbn Hacer, T. Tehzîb, III, 503) Ahmed b. Hanbel de İbn Cüreyc’in mürsel olarak naklettiği
bazı hadislerin mevzu olduğnu bildirmiştir. (Zehebî, Mizânü’l-İ’tidâl II. 659)
Ravî Süfyân b. Uyeyne de tedlîs yapmakla suçlanmış, (İbn Hacer, T. Tehzîb, III. 503) Yahya b.
Sa’îd el-Kattân, onun yaşlandığında h. 197 yılında ihtilât ettiğini bildirmiş, bu yıldan sonra
ondan işitenlerin rivayetlerinin
muteber olmadığını söylemiştir. (Zehebî, Mizanü’l-Î’tidâl, II,
171; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 359) Hişâm b. Urve’nin ravîlerinden Vüheyb b. Hâlid de hâfızası
bozulduğu için tenkide uğramıştır. (İbn Hacer, T. Tehzîb. VI, 109). Hişâm b. Urve’nin râvilerinden
olan Ma’mer b. Râşid (v.152) de cerhedilmiştir. Ebû Hatim, Ma’mer’in Basra’dayken
naklettiği şeylerde galatlar var, sâlihu’l-hadistir, demiştir. Yahya b. Ma’în ise, Ma’mer,
ez-Zühri ve İbn Tavus hâriç, Iraklılardan naklettiği zaman ona muhalefet et. Basra
ve Kûfe
halkından yaptığı rivayetler sahih değildir, demektedir (İbn Hacer. T. Tehzîb, V, 500-502).
Abdullah
b. el-Mübârek ile Muğîre, Kûfeliler’in hadislerini el-A’meş ile Ebû İshak’ın ifsâd
ettiğini söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel, el-A’meş’in hadisinde birçok ıztırap bulunduğunu
bildirmiştir. ez-Zehebî, el-A’meş’in bazan kim olduğu bilinmeyen
zayıf kimselerden tedlîs
yaptığını zikretmiş, rivayet ederken
(Haddesenâ) dediği zaman problem olmadığını, fakat
(An) lafzını kullandığında tedlîs ihtimhalinin söz konusu
olduğunu söylemiştir. (Bu rivâyetlerinde
de “an” lafzını kullanmıştır). Ali b. el-Medînî ise, el-A’meş’in zayıf kimselerden nakAHMED
KALKAN
~ 198 ~
Hz. Peygamber’e büyünün tesir ettiğini kabul ettiğimizde
karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Daha önceki bölümde
kaydedildiği üzere sihrin bir kısmının cinlerle irtibat
yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu
iddiada
bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek
onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır. Biz bu hususun
isbâtının mümkün olmadığını kaydetmiştik.
Bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in, Yüce Allah’ın
izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir.
329
Burada hemen kaydetmek gerekirse, Zeyd b. Erkam’dan
(r.a.) bu hususla ilgili olarak gelen rivayetleri de bu doğrultuda
değerlendirmemiz gerektiği açıktır. Bu rivayetlerde
sihrin
Hz. Peygamber üzerindeki tesirini anlatmak için kullanılan
lafızların O’nu (s.a.s.) bir deliyle aynı konumda gösterdiğine
daha önce işaret etmiştik. Hz. Peygamber hakkında
böyle bir
durumu kabul etmek mümkün değildir. Yine bu hadislerde
de zabt kusuru olduğu çok açıktır. Çünkü hadis âlimleri katında
daha sahih konumda olan Buhârî ve Müslim’in
bu konudaki
rivayetlerine aykırılıklar vardır. Kanaatımizce bunlar
da ravilerden kaynaklanmaktadır.
lettiği hadislerinde evhamının çok olduğunu
bildirmiştir (Zehebî, Mizânü’l İ’tidâl II, 224).
Burada, el-A’meş’in konumuzla ilgili olarak Yezîd b. Hayyân vasıtasıyla Zeyd b. Erkam’dan
(r.a.) yaptığı rivayetinde de tamamen “an” lafzını kullandığını gözönünde bulundurmamız
son derece faydalı olacaktır. Söz konusu rivayeti el-’A’meş’ten alan ravî Ebû Muâviye ed-
Darîr Muhammed b. Hazm et-Temîmî el-Kûfî (v.195) de hadis âlimleri tarafından tenkid
edilmiştir. Ebû Muâviye’nin tenkide uğradığı hususların başında zabt yönü gelmektedir ki,
bu husus konumuz açısından çok mühimdir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Muâviye’nin, el-A’meş’in
hadisinin dışındaki rivayetlerinde
ızdırab bulunduğunu, çünkü naklettiği şeyleri iyice
ezberlemediğini
söylemiştir. Yahya b. Ma’în, onun Ubeydullâh b. Ömer’den münker şeyler
naklettiğini ifade etmiş, İbn Sa’d ve Ya’kûb b. Şeybe ise tedlîs yaptığını bildirmişlerdir. İbn
Ebî Hatim de, el-A’meş’ten nakil konusunda onun Süfyân’dan sonra geldiğini belirterek, zabtının
Süfyân kadar güçlü olmadığına
işaret etmiştir (İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, V, 91).
329 Müslim, Mûnafıkun, 69-70; Tirmizı, Radâ’, 17/1172; Nesâî, lşretü’n-Nisâ, 4/3959; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, III, 309
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 199 ~
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin,
bütün peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye,
kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri
gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş” diyenleri
reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin
Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru
olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu
ise Peygamberlik makamı için câiz değildir. Peygamber’e
büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin getirdiği
tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri,
cin ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini
söyletip yaptırabilir. Rasûlullah’ın getirdiklerinin
ne kadarının Allah’a ait olduğu, ne kadarının sihir
etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili
değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden,
her türlü yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmayı emretmektedir.
Bundan sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük
aşılayan, onları kötü yollara sürmeye çalışan insan ve cin
vesvecilerinden Allah’a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler,
Felak ile Nâs sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir.
Cin ve insan vesvesecilerinden Allah’a sığınmayı emreden
Nâs sûresinin bu rivâyetlerde anlatılan büyü olayıyla bir
ilgisi yoktur.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını
vaad etmiştir.330 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün
etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı
330 5/Mâide, 67
AHMED KALKAN
~ 200 ~
zannedecek kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne
onun mâsumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır.
Peygamber (s.a.s.) elbette böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir.
Kur’an, Peygamber’e büyülenmiş diyenleri “zâlimler”
diye nitelendirmektedir. “O zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama
uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...”331 “O zâlimler: ‘Siz, sadece
büyülü bir adama uyuyorsunuz’ dediler...”332 Peygamber’e
meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış diyen kimseler zâlim
olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı hakkındaki bu
rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu çıkarıp uydurdukları
senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin bir
sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte
Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a
tamamen ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu
dinamitleyen bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas
büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü
cinleri etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük
yaptırır, aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler
yapar. Yani, büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün
kötü etkisini yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına
girer. İsrâ sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri
Peygamber’in büyülü olmadığını, ona büyü yapılmadığını,
onun bu tür iftiralardan uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in
asla cinli olmadığını, cinin etkisi altına girmediğini
bildiren birçok âyet de333 bu büyü yalanını reddetmektedir. 334
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e
sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini
bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir.
331 17/İsrâ., 47
332 25/Furkan, 8
333 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
334 S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 201 ~
Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana
getirilebildiğini kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu
hususu doğru kabul etmek, yahûdi, kâfir ya da müşriklerin
sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi
meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar. Büyü yoluyla
Hz. Peygamber altı ay boyunca iktidarsızlaştırılabildiği durumda
O’nun mübârek hanımları olan annelerimize kocalık
haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel arzu ve ihtiyaçlarını
gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış düşünce ve
ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde
karşımıza çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının
cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı
ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir
yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta,
hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün değildir.
Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların
vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır.
Her iki yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler
kullanılarak sihirbazlarca tesir edilmesi söz konusu olamaz.
Rasûlullah’a, cinlerin ya da şeytanların çarpmasını,
ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini
kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik
makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur; yukarıda
zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı
sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle
şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 335
335 Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-Nisâ 4,
AHMED KALKAN
~ 202 ~
Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde veya Kütüb-i Sitte’nin
içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih
kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir.
Bu, Kütüb-i Sitte’yi, ya da Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerindeki
tüm hadisleri reddetmek,
onların hiçbirinin sahih olmadığını
ileri sürmek demek değildir. Ancak ortada Hz. Peygamberin
ismet sıfatına dokunan
bir durum söz konusudur ve
bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde
Garânîk olayı, ya da Selman Rüşdi’nin Şeytan Âyetleri (Satanic
Verses) gibi Hz. Peygamber’in ismetine yönelik saldırılara
malzeme veren, Kur’an-ı Kerîm üzerinde şüpheler doğmasına
yol açan, ilhâd ve küfre, ateizme, İslâm’a saldırı için destek
olan bu tür rivayetleri336 günümüz müslümanlarının, okuyan-
düşünen, araştırıp mukayese
yapan aydınlarının, gençlerinin
sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı
ve zahmetle te’vîl ve yorumlar yapmaya çalışılan, çoğunda da
muhatabı tatmin etmediğini
gördüğümüz bu tür rivayetlere
dayalı bir Peygamber imajı sunmaya kimsenin hakkının olmadığı
açıktır. Bu konuda anlaşılmaz
bir muhafazakârlığa da
gerek olmadığı kanaatindeyiz.
Hz. Peygamberi ve onun ismetini (Kur’an’la sâbit
olan, onun insanlardan korunduğunu), Kur’an-ı
Kerîm’i ve onun güvenilirliğini
mi savunacağız, yoksa
bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde müslüman
âlimlerinin buna bir karar vermelerınin vaktinin geçmekte
olduğu hususunu açıklamaya gerek yoktur. Bu
görüşlerin asla Hadis ve Sünnet’i reddetme anlamına
gelmeyeceği açıktır. Rasûlullah’ın Sünnet’i, İslâm’ın
ikinci temel kaynağıdır, Hz. Peygamber de Kur’an-ı
hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A. Osman Ateş, a.g.e. s. 268-291
336 Bu konuda bkz. Turan Dursun, Din Bu, 1, 116-118
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 203 ~
Kerîm’i tefsir etmede
en yetkili kimse olup, aynı zamanda
Kur’an’ın ilk müfessiridir. Davranışları Allah
tarafından müslümanlara güzel bir örnek gösterilerek,
benimsenip örnek alınması emredilmiş yüce
bir önder, bir ufuk şahsiyettir. Tabii ki Sünnet’siz
İslâm olamaz, İslâmî bir hayat yaşanamaz. Bu hususu
tartışmaya hiçbir şekilde gerek yoktur. Sünnet’i
red ve inkâr, İslâm’ı, Kur’an’ı red ve inkârdan başka
bir şey de değildir. Ancak bızim burada işaret etmek
istediğimiz nokta, geçmişte Buhârî’yi, Müslim’i ya
da eserleri Kütüb-i Sitte içeresinde yer alan Tirmizî,
Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce’yi tenkîd eden bazı
İslâm
âlimlerinin bu tenkidlerinde büsbütün haksız
olup olmadıkları
hususudur. Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in
ismet sıfatına
aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden
dolayı Kütüb-i Sitte
müelliflerini tenkîd
eden bu âlimler, fikrî ve ilmî açıdan günümüz şartları
gözönünde bulundurulduğu takdirde bu tenkîdlerinde
pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda
tıtiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu
açıkça ortaya çıkar.
Mu’tezile, yukarıda kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetleri
Hz. Peygamber’in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle
tamamen reddetmiştir. Kadı Abdülcebbâr bu konuda şunları
söylemiştir: “Cenâb-ı Hak, “Allah seni insanlardan korur’,
‘Büyücü nereye
varsa iflah olmaz” buyurduktan sonra, bu
rivayetler nasıl doğru kabul edilebilir? Bunları kabul etmek
AHMED KALKAN
~ 204 ~
peygamberliğe söz getirir. Eğer bu doğru olsa, büyücülerin,
bütün peygamberlere, salihlere zarar vermeye, kendilerine
büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Bunlar
bâtıl şeylerdir. Allah, Peygamber’e ‘Büyülenmiş’ diyenleri
reddetmektedir. Bu rivayet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber
hakkındaki bu sözlerinin doğru olması
gerekir ve
kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise caiz değildir.
337
Sihrin sâbit ve yukarıda kaydedilen rivayetlerin sahih olduğunu
ileri süren bir kısım âlimler ise, aksi görüşte olanları
bid’atçılıkla suçlamışlardır. Bu şekilde bir tutum takınanlar
arasında İmam Mâzirî de vardır, İmam Mâzirî bu konuda şunları
söylemiştir:
“Ehl-i Sünnet ve âlimlerin cumhurunun (çoğunluğunun)
görüşüne göre sihir sâbittir. Onun da diğer eşya gibi hakikati
vardır...
Ehl-i Bid’at bu hadisi Nübüvvet makamına şüphe
getirir dıye reddetmişlerse de, durum öyle değildir. Çünkü
Allahü Teâlâ Onu peygamberliğe ait işlerde masum kılmıştır.
Ancak, dünya işleriyle
ilgili konularda ve insanlığa ârız olabilecek
bazı hususlarda
etkilenmesi mümkündür.”338 İmam
Mâzirî’nin yukarıda kaydedilen “Ehl-i Sünnet ve cumhurun
görüşüne göre sihir sâbittir” şeklindeki ifadesi tartışmaya
müsait bir sözdür. Kanaatimizce bu konuda Ehl-i Sünnetin
ve cumhurun aynı görüşte olduğunu tesbit etmek oldukça
zordur. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebine mensup olduğu
halde
aksi görüşte olan büyük âlimler vardır. Ki bunlar arasında er-
Râzî, İbn Hazm, Ebu Ca’fer Esterebâzî, İmam Ebû Hanîfe vb.
islâm âlimleri yer almaktadır. Kaldı ki bu konuda görüşünü
yazılı olarak ifade etmeyen ya da açıkladığı halde sayfalara
geçerek günümüze ulaşmayan İslâm âlimleri de mevcut
olabilir.
337 Râzî, Mefâtîh, XXXII, 187-188; Krş. Ateş a.g.e., XI, 195
338 Aynî, Umdetü’l Kari, XXI, 277; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. IX. 5804; Krş. Sübkî,
el-Menhel, VIII, 120
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 205 ~
Gerçekten geçmiş asırlarda bu konuyla ilgili olarak
anket
yapılarak, dünyada mevcut tüm İslâm âlimlerinin görüşleri
alınmış mıdır? Böyle bir şeyin meydana geldiğini zannetmiyoruz.
Bu durumda İmam Mazirî veya benzeri kimselerin,
“Bu konuda Ehl-i Sünnet’in ve Cumhurun (İslâm âlimlerinin
çoğunluğunun) görüşü budur” şeklindeki ifadelerinin kendi
gorüşlerini haklı ve güçlü göstermeye yönelik bir genellemeden
ibaret olduğu hatıra gelmektedir. Geçmişte bazı âlimlerin
eserlerinde
yer alan bu tür sözlerin, yeni yetişmekte
olan âlimler ya da okuyucular üzerinde pisikolojik bir baskı
oluşturduğu bir gerçektir.
Böyle bir baskı altında kalan yeni
nesil ilim adamlarının, “âlimlerin çoğunluğunun görüşünden
ayrılmayayım, yoksa sapıtırım”
endişesiyle hareket ettikleri,
eskiden söylenilip ortaya konulan
yorum ve görüşlere teslim
olup, onları aynen benimsedikleri,
böylece kendi görüş ve
kanaatlerini ortaya koymaktan çekindikleri de bir gerçektir.
Bunun da, İslâmî ilimlerde gerilemeye yol açtığı, ilerleme ve
gelişmenin önünü kapayarak, yeni nesiller içerisinden büyük
dehâlar, kudretli ilim adamları yetişmesini engellediği
açık
bir husustur.
Bu sebeple bu rivayetlere sahih hükmünü
vererek, Hz.
Peygamber’e yapılan büyünün kendisine tesir ettiği kanaatine
varabilmek mümkün değildir. Bunlara dayanarak, Resülullah’a
yapılan büyünün kendisine tesir ettiğine inanmayan
kimseleri bid’atçılıkla suçlamak ise, son derece hatalı, Yüce
Allah katında sorumluluğu gerektiren bir tutumdur.339
339 Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler-Büyü, s. 294
~ 206 ~
Bölüm 2
ŞEYTAN DENİLEN DÜŞMANIMIZ
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 207 ~
İBLIS VE ŞEYTAN KELIMELERININ ANLAMI
“İblis”, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan,
şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi
Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın
onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle
‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis,
insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda
küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan
(racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.
“Şeytan” ise, uzaklaştı manasındaki “şatane” fiilinden türemiştir.
Yandı anlamındaki “şâta” fiilinden türediğini öne süren
bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının “Satan”
olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara
geldiği, Tevrat’ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür.
Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları
nitelemek için kullanılan bir kavramdır. “Şeytan” ve çoğulu
olan “şeyâtîn” kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de toplam 88 yerde
geçmektedir. Şer’î ıstılahta, Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e secde
emrine karşı gelip isyan ettiği için ilâhî rahmetten kovulan
ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin inkârcılarından
gizli bir varlıktır.
Kur’an, şeytanla İblis’in fonksiyon bakımından aynı olduklarını
gösteriyor. Şeytan, İblis’in faal hale geçişinde aldığı
ad, kuvvetlerinin tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen
şer kuvvetin kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz.
Âdem’in cennetten çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten
başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’ gibi adları da vardır. İblis, şeytanî
bütün faaliyetlerin beyni ve babası konumundaki varlıktır.
Âdem (a.s.) ile diğer insanlar arasında nasıl bir ilgi varsa, İblis
ile diğer şeytanlar arasında da benzer ilgi vardır.
~ 208 ~
ŞEYTAN VE ÖZELLIKLERI
“Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince, bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis” akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem (a.s.)’e secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.”340 Şeytan, kötülüğün, küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır. Allah şeytana kıyâmete kadar yaşama hakkı vermiştir. Yani kıyâmete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
340 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 209 ~
İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.341 Hz. Âişe’nin
(r.anhâ) rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Melekler nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem
ise, size özellikleri söylenen şeyden (topraktan) yaratıldı.”342
Evrende Hz. Âdem’den önce yaratılmış melek ve cin adında
iki varlık mevcuttu.343 Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci
kısma girenler, Allah’a itaat ve ibâdet eden meleklerdir
ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler, yanlış iş yapmazlar ve
insanı aldatmazlar. İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan
şeytanlardır. Bunlar, insanları aldatırlar, şer ve kötülük için
çalışırlar. Üçüncü nevi ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan
gizli yaratıklardır. Bunların hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri
olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a isyan edenleri de vardır.
Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince, mü’mini de
kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.
Hz. Âdem’e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan
bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu
âna kadar, Allah’ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine
göre mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında
kaybetti; Âdem’e secde emri, onun hissiyâtına ters düştü.
Emri yerine getirmekten kaçındı.
Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem’e secdeyi kabul
etmediği andan itibaren, “hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık
ve üzüntü duyan” anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi
olarak da “beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” diyerek
hükümsüz bir bahane ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği
ve Hz.Âdem’i cennetten çıkarmaya çalıştığı andan
itibaren de Şeytan adını almıştır. Dolayısıyla İblis ve Şeytan,
341 18/Kehf, 50; 15/Hıcr, 27; 55/Rahman, 15
342 Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294
343 Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29)
AHMED KALKAN
~ 210 ~
davranışlarına paralel olarak, ona sonradan verilen iki isimdir.
Kur’an’da Hz. Âdem’e secde söz konusu olan bütün âyetlerde
özellikle “İblis” kelimesinin kullanılmış olması, bu görüşü
desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin yerli
yerince seçilişi ve Kur’an’ın yüce üslûbu hakkında bir fikir de
vermektedir.
“Şeytan” kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz
olan, şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir
cins isimdir. Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden
olan cin şeytanı anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad
verilir. Dolayısıyla, kötü ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen
her kötü ve haktan uzak ve insanları sapıttıran şeylere
şeytan ismi verilir. Cin şeytanı olduğu gibi, insanlardan
da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı görüldüğü halde,
ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile bilinir. Bu sebeple,
şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir kuvvet,
kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta
her cins, bir “ilk fert” ile başladığından, “şeytan” denilince,
bu cinsin ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis”
akla gelir. İblis, şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip
böbürlenen ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.)
secde etmeyen İblis, ilk şeytandır, şeytanların atasıdır. Şeytan
cinlerdendir. “Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik
de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti. O, cin’den idi.
Rabbinin emrine karşı gelmişti.”344 Şeytan, kötülüğün, küfrün,
zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık şeytandır.
Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir.
Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını
doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
344 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 211 ~
Şeytan, insanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma
ve çarpık gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir.
İnsanı gurura, hayale, çirkini güzel görmeye
sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder ve gerçeğin
çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkı-
bâtılı fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş,
sapma, uçuruma yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın
kullandığı en büyük silâh, insanı gurura sevketmektir.
Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu aldanışla
eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın
başarısı, onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini,
insanın aleyhine kullanabilmesinden kaynaklanıyor.
“Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur, onları
hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan
başka bir şey vaad etmez.”345 Şeytanın bu
gururu istismar etmesine, daha ilk insanın sürçmesi
anlatılırken dikkat çekilmiştir.346
Şeytan, insanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkuturak
caydırdığı gibi 347; bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı
körükler. “Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın
kardeşleridir ve şeytan, Rabbine karşı çok nankördür.”348 Aynı
şekilde şeytan her türlü haramı ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-
psikolojik bozuklukları emreder.349 Şeytanın yaydığı bozukluklardan
biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın çarpmasına
uğramış kişilerdir.350
345 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
346 Bkz. 7/A’râf, 20
347 2/Bakara, 268
348 17/İsrâ, 27
349 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21
350 2/Bakara, 275
AHMED KALKAN
~ 212 ~
ŞEYTANIN GÖREVI
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları
doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır;
bu onun görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı
gibi, ona uymayıp reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu
bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyâmete
kadar devam edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan
uzak durmalıyız ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi
halde biz de onun gibi Allah’a isyan edenlerden oluruz.
“Ey İnsanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin,
şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır.
Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi emreder.”351
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım”
dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle
yapmaktadır.
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile
şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına
şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının
birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da
aynı görevi üstlenmiş durumdadır.
Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği
gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana
düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
351 2/Bakara, 168-169
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 213 ~
İBLIS, MELEKLERE HOCALIK YAPMIŞ BÜYÜK BIR ÂLIM MIYDI,
YOKSA KENDINI BILE YETERINCE BILMEYEN CÂHIL BIRI MI?
Tefsirlere kadar girmiş İsrailiyat denilen yahudi uydurmalarına
göre, İblis meleklerin hocası ve reisi idi. İslâm âlimleri
buyuruyor ki: İmam-ı Salebi hazretlerinin, İbni Abbas hazretlerinden
rivayet ettiğine göre; İblis, meleklerle beraber idi.
Ateşten yaratılan cinler taifesinden idi. Melekler ise, nurdan
yaratıldı. İblis’in önceki adı Azazil idi. Cennetin bekçilerindendi.
Dünya seması meleklerinin reisi idi. Dünya, semasının
ve yerin sultanıydı. Meleklerden ilimde üstün idi. Gök ile yeryüzü
arasını idare ediyordu, bunun için kendini büyük gördü.
Bu hâli onu Allah’a isyana sürükledi. Allahü teâlâ da onu,
rahmetinden uzaklaştırdı.” Bu ifadelerin kaynağı olarak da
Kurtubi’nin el-Câmiu li Ahkâkimi’l Kur’an adlı meşhur tefsiri
gösterilir.
“İblis, Cennet bekçilerinden idi, dünya semasının işlerini
idare ediyordu.” Bu söz de İbn Abbas’ın sözü olarak, Beyhakî
adlı meşhur hadis kitabında geçtiği belirtilir. Taberî, ve Suyutî
ve Taberî, tefsirinde Said bin Müseyyib’den şu sözü naklederler:
“İblis, Meleklerin reisi, hocası idi.”
Ve İblis’in ne kadar büyük âlim olduğunu açıklamak
üzere uydurulan masallar, rivayet kılıfı ile insanlara,
tefsir ve hadis diye sunulur.
Hâlbuki İblis, ilim sahibi olduğu için azan birisi olarak
Kur’an ve sahih hadislerde hiç gündeme gelmez.
Tam tersine, biz Kur’an’dan yola çıkarak İblis’in câhil
olduğunu, bilgisizce yargılara varıp uygulamalar
yaptığını söyleyebiliriz.
AHMED KALKAN
~ 214 ~
Kur’an, Âdem’e tüm eşyanın isimlerini öğrettiğini bildiriyor.
352 Melekler “Bizim Senin öğrettiğinin dışında hiçbir bilgimiz
yok; her şeyi bilen Sen’sin”353 demişlerdi. Bu sözlerinden
anlaşılıyor ki, Allah meleklere ilim verip bilmediklerini öğretmiş.
Ama, İblis’e Allah’ın ilim verdiğine, bir şeyler öğrettiğine
dair hiçbir ifade olmadığı halde, halka mal olmuş bu
menkıbe kültürü, Allah tarafından kendilerine ilim verilmiş
melekleri câhil, ilmî seviyeden uzak olan İblis’i meleklere
hocalık yapacak şekilde âlim gösterebilmektedir. Meleklere
hocalık yapacak derecede ilim sahibi olmayı İblis’e/Şeytana
yakıştıran halk, ilimden uzak olmayı şeytanlıktan uzak olmak
gibi faziletli olduğunu bu sözle işaret etmiş olur. “İlim
şeytana has bir şeydir; biz ilimden uzak olalım ki, şeytana
benzemeyelim” gibi bir arka planını yine şeytanın doldurduğu
uydurma bir cehalet savunusudur bu. Âlimlerden kuşku
duyan, ilimde derinleşmeyi zararlı gören bir yaklaşımla; siz
de ilimde râsihlerden olmaya çalışırsanız, ihtimal ki sonunuz
şeytan gibi olur demekte ve ilimden uzak olmanın sanki şeytanlıktan
uzak olunacağına dair yalana dayanan bir argüman
oluşturmakta, şeytanın bu konuda da oyununa gelmektedirler.
Şeytanın büyük bir âlim olduğu ile ilgili bu uydurma
rivayet, bir taraftan şeytanı övmeye hizmet ederken, diğer
taraftan ilmin kişiyi kurtarmayacağı, hatta şeytan gibi saptıracağı
tehlikeli ve riskli bir şeytanî özellik olduğu anlayışını
insanlara vermektedir.
Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın
isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis
bunları anlamadı. Âdem’in değerini bilemedi. Evet, İblis, Allah’ın
Hz. Âdem’e verdiği bu ilâhî emaneti, yani insan olarak
yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği
yüzünden Âdem’e secde etmedi.
352 2/Bakara, 31
353 2/Bakara, 32
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 215 ~
İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını
göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti.
Öyleyse kim nefsinin arzularına hiç bir sınır tanımadan uyarsa,
onda İblis ahlâkı var demektir. İblis, Allah’ın emrinin her
şeyden önemli olduğunu, O’nun emrine “duyduk ve uyduk”
denilip itaat edilmesi gerektiğini yeterince idrâk edememişti.
İblis, halifeliği anlamamıştı, Allah’ın eşyanın isimlerini öğrettiği
kimsenin seviyesini anlayamamıştı.
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün
görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır.
Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır,
her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak
zanneden İblis mantığı, câhilliğinden ötürü kendi maddesini
ondan üstün sanmıştır. (Bugün, kendini mal, yüz güzelliği,
makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin
mantığı da İblis mantığıdır.) İblis, Âdem’i toprak, kendisini
ateş olarak biliyor ve ona göre değerlendiriyordu, bu ölçü ise
onun ilimden uzak olduğunu gösteriyordu. Toprağın ateşten
çok daha faydalı, çok daha kıymetli olduğunu da bilmiyor,
bilmediğini de bilmiyordu. Kendisinin üstün olduğunu ilme
değil, zanna ve hevâsına dayanarak ileri sürmüştü. Böyle bir
varlık meleklere nasıl hocalık yapar? Melekler, “Bizim Senin
öğrettiğinin dışında hiçbir bilgimiz yok.”354 Dediklerine göre,
onlara hocalık yapacak başka birine de ihtiyaçları yok demektir.
Kaldı ki, eğer onlara hocalık yapacaksa, Cebrail gibi
büyük melekler dururken, İblis’e hocalık düşer miydi? Bütün
bu soru ve ithamlara cevap verilemez. Şeytan, kendisinin büyük
âlim olduğu uydurmasını yaygınlaştırarak, bir taraftan
kendini herkese büyüttürmüş oluyor; diğer taraftan ilimde
ilerlemeyi şeytan işi bir uğraş olarak gözden düşürmek istemek
durumundadır. Şeytanı yücelten bu tür rivayetler, kesinlikle
doğru değildir. Şeytan cahil bir varlıktır.
354 2/Bakara, 32
AHMED KALKAN
~ 216 ~
Câhil, bir kimsenin bilinmesi gerekenleri hiç bilmemesi
değil; yanlış bilmesidir. İblis’in bildiği şeylerin
niceleri yanlışır. Allah’la bağını koparan kimse, ilimle
de koparmştır. Çünkü “ilim, ancak Allah katındadır.”
355 İlâhî vahiyden kaynaklanan ilim, Allah’tan
olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de
gerçek anlamıyla müslümandır. İblis, kâfirlerden olduğuna
göre câhildir. Kur’an kâfire âlim, câhile de
müslüman demez. Hakka, hakikate dayanan İlâhî
nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen kim
olursa olsun buna, profesör bile olsa, Âdem’den de
daha tecrübeli de olsa “câhil” denilir. Allah’a isyan
edip tevbe etmeyen ve kâfirlerden olduğu kesin olan
birine ilim sahibi denilemez. Yoksa Kur’an ölçü olarak
kabul edilmemiş olur.
ÂDEM’E İTAAT VE BEY’AT İFADESI OLARAK SECDE ETMEYEN
İBLIS’IN CÂHILLIĞI VE KIBIR İÇINDE HEVÂSINA TÂBI OLDUĞU
Âdem (a.s.) yaratılıp Allah’ın meleklerle birlikte secde etmesini
istediği İblis’in isyanında, İblis’in şeytanlaşıp lânet
edilme sürecini başlatan ve bizim de onun adımlarını takip
etmemek için ibret almamız gereken dikkat çeken bazı hususlar
vardır. Bakara sûresi 30-37. âyetlerde anlatılan kıssadan
çıkarmamız gereken önemli hikmetler vardır. Bunlardan
İblis’le ve kısmen insan olarak bizimle ilgili olan bazı ibret
alınacak çıkarımları şöyle sayabiliriz:
355 46/Ahkaf, 28
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 217 ~
1- Bu kıssada üç yaratıktan söz edilmektedir. Bunlar: Teslimiyet
örneği melekler; kibir, öfke, isyan ve günahta ısrar
eden nankörlük örneği İblis ve iyiliğe de kötülüğe de yönelme
hissini içinde barındıran, her iki yöne de gidebilme gücüne
sahip olan insan.356 İnsan bu haliyle hem meleklerle hem
de İblis’le aynı yerde bulunabilecek ve yarışabilecek durumdadır.
Yani hem meleklerden de yüce, hem de İblis’ten de aşağılık
olabilir. 357
2- Allah, Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın
isimlerini öğretmiş, onu yeryüzüne halife tayin etmişti. İblis
bunu görünce kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Âdem’e
verdiği bu halifelik emanetini anlamadı, kibri ve bilgisizliği
yüzünden secde etmedi. İblis, Allah’ın gelecek zamanlara ait
planlarını ve hikmetlerini göremeyip kör nefsinin arzusuna
uydu ve isyan etti. Kim nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan
uyarsa, onda İblis ahlâkı var demektir. İblis’i isyana
sevk eden haset/kıskançlık, kibir ve cehalet, şeytanî özelliklerdir.
Kimde bu özellikler varsa, o şeytanî karaktere sahiptir.
3- Meleklerin Allah’ın öğrettiğinden başkasını bilmemeleri;
gaybın Allah’a ait bir sır olduğunu ortaya koyar. Rabbimiz,
meleklerin ve bizim bilmemizin faydalı olmadığı ‘gayb’ı
kendine saklamıştır. Bu anlamda gaybı bildiği zannedilenler,
falcılar, medyumlar, kâhinler yalancıdırlar.
4- İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini
üstün görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini
anlamamıştır. Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri
vardır, her birinin kendine ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak
zanneden İblis mantığı, kendi maddesini ondan üstün
sanmıştır. Materyalizm/maddecilik şeytanî bir felsefedir.
356 76/İnsan, 2-3; 91/Şems, 8
357 95/Tîn, 4-5
AHMED KALKAN
~ 218 ~
Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.358 Böylece
o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında,
aslında olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının
da Allah olduğunu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in
halifelik ve İlâhî ruh taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi
üstünlüklerini bilmezden gelmişti.
Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet
görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri
bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, İlâhî
hükümleri, kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına
ters gelen bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi;
ırkçılığın da temeli idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip,
sadece maddî özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren
ırkçı anlayışın temeli de İblis tarafından böyle atılıyordu.
Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla şeytanca bir yanılgıya
düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi sonucu kendi nefsinden
kaynaklanan yanılgısını Allah’ın emrine tercih etmekle
insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti.
5- İblis’in üstünlük ölçüsü geçersizdir. Kişiye değerini kendi
hammaddesi veya soyu değil; Allah’ın koyduğu ölçü verir.
Irkçılık ve soy üstünlüğü iddiası, şeytanî mantıktır. Kur’an’a
göre üstünlük takvâda,359 ilimde360 ve cihaddadır.361 Kim, kendi
aslını, soyunu, ırkını başkalarına karşı bir üstünlük sebebi
sayarsa, onda iblis anlayışı var demektir. İblis, bu yanlış çıkarım
sonucu Rabbine istikbâr edip isyan ettiği gibi, her çeşit
ırkçılık da istikbâra ve isyana yol açan tehlikedir.
6- İblis’in belki en önemli hatası, yanlış şekilde kıyas etmesi,
Allah’ın hükmüne rağmen akıl yürütmesidir. Bu akıllılık
358 38/Sâd, 71-85
359 49/Hucurât, 13
360 39/Zümer, 9
361 4/Nisâ, 95
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 219 ~
değil; akılcılıktır. Bu şeytanî anlayışa göre ölçü, Allah’ın hükmü
değil; akıldır. Böylece akıl putlaştırılmıştır. Aklın Allah’ın
hükmüne teslim olması, kulun yaratıcısına itaat etmesi gerektiği
halde,362 kendi görüşünü/hevâsını ilâhlaştırmasıdır.
Yani kendi aklınca ateş topraktan üstündür; dolayısıyla kendisi
de Âdem’den üstündür. Hâlbuki o durumda Allah’ın kesin
secde emri vardı. İtaat eden bir kula yakışan, mutlak Yaratıcı
karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i
kıskanan İblis isyan etti ve lânetlendi. O, ölçüleri tersyüz etti,
Allah’ın yarattığı akılla Allah’ın hükmünü tartmaya çalıştı.
Aslında, bu aklı doğru kullanmak değildi. Akıl, ilmin verilerini
kullanırsa hakka ulaşır; zanna dayanırsa bâtıla, yanlışa
ulaşır. İblis’in “ateşin topraktan hayırlı olduğu” ve “ateşten
yaratılanın da topraktan yaratılandan hayırlı olduğu” varsayımı
ilme dayanan bir hakikat değildir; İblis’in zannı idi. Zan
da hakka ulaştırmaz. Bu, akletmek değil, hevâya tâbi olmaktır.
Aslında toprak-ateş kıyası, kendisinin daha üstün olduğu
şeklinde hevâsının gurur ve kibirle ilgili çıkarımı idi. Allah’a
teslim olması, hükmüne itaat etmesi gerekirken O’nun hükmüne
alternatif üretmeye kalktı. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm
verdiği zaman, iman etmiş bir erkek ve kadına o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlü’ne
karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.” 363
7- Şeytanın ateşin topraktan üstün olduğuna dair
hükmü de yanlıştır. Toprak, nimetleri, bereketi, üremeyi
temsil eder. Toprağın bu üreticiliğine, besleyiciliğine
karşılık, ateş; yakıcı, yıkıcı, mahvedicidir. Bu,
toprağın ateşe mânevî üstünlüğüdür. Maddî üstünlük
ve galibiyete gelince, ateş toprağı yakamaz; ama
362 33/Ahzâb, 36
363 33/Ahzâb, 36
AHMED KALKAN
~ 220 ~
toprak ateşi söndürür. Ateş geçicidir, yanan ateş,
bir müddet sonra sönüp kaybolur gider. Toprak ise
çağlar boyu, nesilden nesile hem de çeşit çeşit verir
de verir. Ateşin, yani yakıcı ve yıkıcı şeylerin, meselâ
ateşli silâhların, atom bombası vb. araçların güç
kaynağı, büyüklük ve üstünlük vasıtaları olduğunu
iddia etmek şeytânî bir değerlendirmedir. Şeytan, bu
tür yakıcı ve yıkıcı şeyleri, dostlarının gözünde büyüterek,
bu sahte güçleri elinde bulunduranlardan
insanları korkutur. Ayrıca toprak tevâzunun, secdenin
timsalidir; ateş ise isyanın.
8- Kibir/büyüklük taslamak, insanı alçaltan şeytanî bir
huydur. Bu huy, insanı Allah’ın hükümleri karşısında istikbâr
etmeye ve istiğnâ duygusuna götürür. Kibir, istikbâr, istiğnâ
(kendini Allah’a karşı muhtaç hissetmeme) duyguları, şeytanın
önemli araçlarındandır. Tarih boyunca gelmiş geçmiş bütün
azılı inkârcıların tavrı istikbârdı. Bu çirkin huy yüzünden
insanlar Rablerine secde etmekten, O’nun emirlerini dinlemekten
yüz çevirirler.
İnsanın topraktan yaratılmasının bir hikmeti de, toprağın
tevâzu (alçak gönüllülük) ve haddini bilme halini hatırlatmasıdır.
Böylece insan, Allah karşısında haddini bilmeye çağrılıyor.
Peygamberimiz şöyle buyurur: “Kim Allah için tevâzu
gösterirse, Allah onu yüceltir; kim de kibirlenirse Allah onu
alçaltır.” 364
9- Hz. Âdem’i şekavete (bedbahtlığa/mutsuzluğa) düşüren
şey, İblis’e aldanıp Rabbinin tenbihini/uyarısını unutmaktır.
364 İbn Mâce, Zühd 16; hadis no: 4176
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 221 ~
Onun ve soyunun şekavetten kurtulması da Allah’tan gelen
“hidâyet”e uymasıdır.365 İlâhî hidâyette yaratılışın cevabı, saadetin
formülü, kurtuluşun reçetesi vardır. Bu hidâyette fıtratın
ihtiyaç duyduğu ilkeler ve ölçüler, fazilet, en olgun düzen
ve dosdoğru bir yol vardır. İnsan, sapmamak ve sıkıntıya uğramamak
için Allah’ın hidâyetine tâbi olmalıdır. O daima bu
hidâyete muhtaçtır. Bu hidâyetten ve Allah’ın zikrinden yüz
çevirenler, kendi bedbahtlığını kendileri kazanırlar, gündüzleri
geceye ve nurları zulumâta (karanlıklara) çevirirler. 366
10- Yasak ağaçtan yemek, Hz. Âdem’in şekavetine (bedbahtlığına)
sebep oldu.367 İnsan, tıpkı atası Âdem gibi, ister
bile bile, ister unutarak Rabbinin yasak ağaçlarından yerse,
O’nun sınırlarını çiğnerse veya hükmüne uymazsa, şekavete
düşer, mutsuz olur, hüsrâna uğrayıp çok şey kaybeder. Şeytan
da bizim yasak ağaçlara meyletmemiz için bin bir cazip gerekçeler
gösterecek ve bizi isyana teşvik edecektir.
Günümüzde tâğûtî düzenlerin ve düzenbazların egemenliği
sayesinde şeytanın yandaşları yeryüzünün her tarafını
işledikleri şerler, sebep oldukları fesatlar, yapa geldikleri günahlar
yüzünden “yasak ağaçlar”la doldurdular. Onlar sürekli
“yasak ağaç” üretmekte ve şeytânî vesvese ve kandırmaca
ile insanları o ağaçlara yaklaştırmaktadırlar. Müslümana
yakışan, yasak olmayan ağaçlar bulup onların meyvesinden
yemek, ya da cennetin helâl ağaçlarını yeryüzünde yetiştirmektir.
11- Hz. Âdem, Rabbinin uyarılarına rağmen yasağa uymayı
unuttu.368 İnsan unutarak veya aldanarak hata yapabilir.
İman eden insana yakışan, İblis gibi hatasını savunmak değil;
365 2/Bakara, 38; 20/Tâhâ, 123
366 20/Tâhâ, 124
367 20/Tâhâ, 117
368 20/Tâhâ, 115
AHMED KALKAN
~ 222 ~
Âdem ve eşi gibi yanlışını anlayıp Allah’tan bağışlanma dilemektir.
Çünkü Allah, şirkin dışında bütün günahları affeder.369
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın, hatalarını anladıktan sonra yaptıkları
duâ; tevbe edilmeyen küçük günahların bile karşılık
göreceğinin delilidir. Öyleyse, bütün günahlara tevbe etmeli,
sürekli Allah’a istiğfarda (bağışlanma dileğinde) bulunmalıdır.
12- Fıtratı bozulmamış insanlar, kötülüğü kolay kolay kabul
etmezler. İblis, insanın bu özelliğini bildiği için ona öğüt
veriyormuş edasıyla sokulur, doğrulardan olduğuna inandırmak
için yemin eder, yasakları çiğnetmek için bunu yapınca
elde edeceği çok güzel sonuçlardan bahseder ve böylece onu
kandırabilir. Şeytan ve onun yardımcıları, insanı kandırmak
için daima hoşa gidecek şekilde yaldızlı ve süslü sözler söylerler.
İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı -kendilerine
göre- deliller getirirler, ikna odaları kurarlar, her türlü
ikna yöntemlerini kullanırlar. Allah tarafından yasaklanan
şeyleri, çeşitli yorumlarla güzel/normal göstermeye çalışırlar.
Bütün bu nefse hoş gelen söz ve tavırlar, aslında saptırıcı,
istikameti şaşırtıcı ve çarpık içeriklidir. Bu câzip yöntemler,
avlarını tuzağa düşürmeye yarayan şeytanî hilelerdir. 370
13- Şeytan, Âdemoğluna duyduğu haset yüzünden iğvâsını,
her zaman ve her şartta sürdürecektir. Ne şeytan, ne de
onun yardımcıları tatil yapmayacaklardır.371 Şeytan ve dostları
en çok müslümanlarla uğraşırlar. Onları Allah’tan, O’na
ibâdetten, O’nun yolunda harcama yapmaktan, cihaddan, her
türlü hayırlı işlerden alıkoymaya çalışırlar.
14- “Kahrolsun İblis!” demenin, “şeytana uydum”, “şeytanın
vesvesesi, kandırması olmasaydı...” demenin faydası
369 4/Nisâ, 116; 5/Mâide, 40; 39/Zümer, 53; 61/Saff, 12 vd.
370 6/En’âm, 112-113
371 36/Yâsin, 60; 7/A’râf, 16-17; 17/İsrâ, 64; 2/Bakara, 268 vd.
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 223 ~
yoktur. Kişi kendi arzusuyla ve nefsinin isteğiyle şeytanın
aldatmalarına kanar, onun adımlarını izler. Çünkü şeytanın
ve yandaşlarının sâlih mü’minler üzerinde bir gücü yoktur. O
yalnızca vesvese verir, davet eder, günahları ve dünya tutkularını
çekici gösterir, yanlış yapmaya özendirir.372 O, hiç kimseyi
kendi emrine uymaya zorlayamaz. Üstelik, şeytanın hilesi,
oldukça zayıftır.373 Ama ne yazık ki insanların çoğu bu zayıf
hilelere aldanır. Şeytanın davet ettiği veya söz verdiği şey de
aldanmadan, yanılmadan, yani seraptan ve ümniyyeden (boş
hayalden) başka bir şey değildir. 374
15- İblis’in lânete uğrama meselesi, sadece Allah’ın bir
emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan değildi; Mü’min
insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor, ama lânetlenmiyor,
şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile tekrar
arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın
farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe
etme, özür dileme yerine itirazı ve rezil bir hayatı tercih etti.
İnsanın kendi hatasını savunması, te’vil etmesi, suçunu Allah’a
karşı itiraf edip kabullenmemesi şeytanî özelliktir.
Allah, Âdem’i ve eşini affetti. Çünkü onlar, günahlarını
Allah’a itiraf ettiler, hatalarının bağışlanmasını
istediler. Yaptıkları yanlışı savunmadılar, Allah’ın
emrini beğenmezlik etmediler, ona karşı kibirlenmediler.
İblis ise af dilemediği gibi hatasını da kabul
etmedi. Allah’ın emrine karşı istikbâr etti. İnsanın
önünde iki yol vardır. Birisi, İblis’in itaatten çıkma
ve Allah’a isyan yolunda ısrar yolu; diğeri, Âdem’in
372 17/İsrâ, 65
373 4/Nisâ, 67
374 14/İbrahim, 22; 4/Nisâ, 120; 15/Hicr, 42; 17/İsrâ, 64 vd.
AHMED KALKAN
~ 224 ~
hatasından dönüp tevbe etme yolu. Allah’ın İslâm’la
gönderdiği hükümlere (ölçülere) teslim olduğu
ve onları kabul ettiği halde hata edenler, sonra da
günahlarına tevbe edenler, tıpkı Hz. Âdem gibi affedilirler.
İmanda, farz ve haramlarda (Allah’ın hükümleri
konusunda) pazarlık yapanlar, sonra kendi
görüşlerini daha doğru ve üstün görenler, şeytanın
arkadaşıdırlar.
16- İblis, Allah’a inanmakta, O’nun sıfatlarını bilmektedir.
Ancak Allah’a itaat etmeyip büyüklenen ve yüz çeviren
biridir. Bu yüz çevirmesi ve büyüklenmesinden dolayı lânetlenmiştir.
İnsanlardan da kim büyüklük taslayarak Allah’ın
emirlerinden yüz çevirirse Allah’ı tanısa ve O’na inandığını
söylese de İblis gibi nankörlerden sayılacak ve lâneti hak
edecektir. İsyan eden, büyüklenen ve Allah’ın yolundan alıkoymaya
çalışanlar, İblis ile birlikte cehennem halkı olarak
orayı dolduracaklardır.
17- Kadın, tüm insanların asırlar boyu çektiği çilenin sebebi
değil; onun yaratılışta kardeşi, insan olmada eşidir. Üstünlük,
cinsiyette veya rütbelerde aranmamalıdır. Bu kıssaya
göre, şeytanın ilk saptırdığı kadındır veya erkektir denilemez.
Kadının, şeytanın görevini üstlenip kocasını saptırdığı
da iddia edilemez. Kadın ve erkek (Âdem ve eşi), yasağı birlikte
çiğnemişler; yine birlikte tevbe etmişlerdir.
Yine bu kıssaya göre, insanoğlunun hangi şeyden yaratıldığı
gâyet açıktır. Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı
gibi iddialar, Kur’an’dan dayanak alamaz. Kadın ve
erkeğin ortak adı insandır ve insan topraktan yaratılmıştır. 375
18- İnsan, şeytanın kendisine düşman olduğunu ve daima
375 55/Rahmân, 14; 6/En’âm, 2; 23/Mü’minûn, 12; 32/Secde, 7; 37/Saffat, 11
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 225 ~
kendisinin felâketini istediğini unutmamalıdır. Şeytanın ve
dostlarının tuzağına düşerek günah işlemesi, onun şeytan tarafından
zavallı duruma düşürülmesi demektir. Günaha devam
ettikçe hareket yönü, alçalmaya doğru olacaktır. Tevbe
etmemek ve şeytanın süslediği hayallere dalmak, zaafın ve
alçaklığın en derinine doğru yol almak demektir. İnsanın şerefli
olabilmesi için el-Aziz olan Allah’a dayanıp teslim olması,
isyandan ve şeytandan uzak durması gerekir.
19- Kur’an, şeytanın velî (dost-yardımcı) tutulmamasını
ihtar ediyor.376 Şeytanla dost olmak, yılanla yatağa girmekten
çok daha tehlikelidir. Akıllı insan, kendine zararlı dost tutmaz.
İnsan, ya Allah’ın hizbi, ya şeytanın hizbidir (yandaşı,
taraftarıdır).377 İnsan savaşçıdır; ya Allah yolunda ya da tâğut
uğrunda.378 İnsanın her davranışı bir ibâdettir; Allah’a veya
şeytana ibâdet! 379 Yolların ayrılış noktası; insanın ya Allah’ın
emirlerine kulak verip hakka itaat etmesi yahut da şeytana
uyup onun emirlerine itaat etmesidir. Üçüncü bir yol yoktur.
Ya Allah yahut şeytan. Ya hidâyet yahut dalâlet. Ya hak,
ya bâtıl. Ya kurtuluş ya hüsran. Kur’an’ın bütünüyle anlattığı
hakikat işte budur. Diğer bütün düşünceleri ve insanları ilgilendiren
halleri Kur’an, bu hakikat üzerine bina eder.
Şeytan ve yandaşlarına karşı mücadele ciddî ve sürekli bir
iştir. İnsan güçlü bir iman ve şeytanın istekleri yerine Allah’a
şartsız itaat ile mücadeleyi başarı ile bitirebilecek ve şeytanın
alçaltmasından kurtulmuş olacaktır. İnsan, sürekli olarak
şeytanî hilelere karşı uyanık olmalı, onlarla savaşmalı, tuzakları
sezmeye ve açığa çıkarmaya çalışmalıdır. Ancak her şeye
rağmen tuzağa düşebilir. Tuzağa düşünce de tevbe ederek toparlanmalıdır.
İnsan fıtratına uygun davranış, hatalarda ısrar
değil; tevbedir.
376 18/Kehf, 50-51
377 58/Mücâdele, 19, 22
378 4/Nisâ, 76).
379 51/Zâriyât, 56; 36/Yâsin, 60
AHMED KALKAN
~ 226 ~
20- Âdem kıssası, tüm insanlığın tarihidir. Bu kıssa, insanı
Allah’ın emrine uymaya, yasaklarından kaçınmaya alıştırıp
teşvik ediyor, İblis’in düşmanlığını hatırlatıyor. Adam olmak;
Âdem olmak, Âdem gibi olmak, onun gibi yaşamak demektir.
Âdem, yeryüzünde halife olarak yaratılmıştı. Âdem kelimesi
elif, dal ve mim harfiyle yazılır. Âdem’in elif’i kıyâmı, dal’ı
rukûyu, mim’i de secdeyi çağrıştırır. Adam olmak, Allah için
kıyâm etmek, belimizi sadece O’nun huzurunda bükmek,
O’nun huzurunda eğilip başkalarının önünde eğilmemek
ve sadece O’na secde etmekle, ibâdet edip kulluk yapmakla
mümkün olur. Âdem gibi/Adam gibi adam olanlara selâm olsun!
İBLIS VE CINLER MELEK MIDIR YA DA MELEKLIKTEN DÖNÜŞEN
VARLIKLAR MI?
Cinler melek; melekler cin değildir. Zira Kur’an bu
konuya açıklık getirmiş ve ikisinin farklı varlıklar
olduğunu açıkça ortaya koymuştur; “Allah’ın, onları
hep birden toplayacağı, sonra da meleklere, “Bunlar
mı size ibâdet ediyorlardı?” diyeceği günü bir hatırla!
(Melekler) derler ki: “Seni eksikliklerden uzak
tutarız. Onlar değil, sen bizim dostumuzsun. Hayır,
onlar cinlere ibâdet ediyorlardı. Onların çoğu cinlere
inanıyordu.”380 Bu noktada meleğin ve cinlerin insan
hisleriyle idrak edilememesinden hareketle ikisini de
aynı kefeye koymak ilmî bir yaklaşım olamaz. Zira
380 34/Sebe’, 40-41
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 227 ~
insan hisleriyle idrak edilemeyen ve farklı olan birçok
varlık vardır. Sadece bu boyuttan hareketle meleği
cinle eşitlemek doğru olmayacaktır. Bu iddiayı
meleklere secde emredildikten sonra, İblis’in isyan
edenlerden olduğunun belirtilmesinden dolayı tekrarlamak
da doğru olmayacaktır. Zira yukarıya aldığımız
ayetler381 melek ve cinin ayrı varlıklar olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Cin’in
önceden Melek olduğu ve isyandan sonra Cin’e dönüştüğü
kabul edilemez. Çünkü rabbimiz meleklerin
hiçbir zaman isyan etmediklerini ve etmeyeceklerini
bize bildirmektedir; “Ey iman edenler! Kendinizi ve
yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar
ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler
vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan
etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”382 Meleklerin
cinleşmeye yönelip isyan etmeye kalkması,
Allah’ın arşını taşıyan meleklerin (hâşâ) tahtı devirip
darbeye teşebbüsleri ve asla olmayacak benzeri
şeyleri de ihtimal dâhiline sokacaktır. Bu nedenle
meleklerin isyan edip Cin’e dönüşme iddiası asla
kabul edilemez. Cin’in ve Meleğin farklı olduğunu
apaçık bildiren Kur’an ayetlerinin yanında, diğer
zayıf yorumların bir değerinin olamayacağı açıktır.
381 34/Sebe’, 40-41
382 66/Tahrîm, 6) Zaten meleğin isyan ederek Cin’e dönüşme ihtimalinin varlığı, mitolojilerde
olduğu gibi, cehennemdekilerin
AHMED KALKAN
~ 228 ~
Bu konuyu Meleklerle, Cinler arasındaki benzerlik ve farkları
maddeler halinde sıralayarak biraz daha açmaya çalışalım;
MELEKLERLE CINLERIN ARASINDAKI BENZERLIK VE
FARKLILIKLAR NELERDIR?
Benzer Özellikleri
a-) Melekler de Cinler gibi insan duyularıyla idrak edilemezler.
b-) Melekler de cinler gibi akla sahiptirler ve o akılla kıyas
yapıp akıl yürütebilmektedirler.383
c-) Melekler de cinler gibi ve belki de onlardan çok daha
hızlı olma yeteneğine sahiptirler.384
d-) Melekler Cinlerin ifritleri dâhil, hepsinden çok daha fazla
güce sahiptirler.385
Farklı özellikleri
a-) Melekler çeşitli özelliklere sahip kılınmış, mutlak olarak
Allah’a itaat eden şerefli kullarken, Cinlerin durumu daha
farklıdır.
b-) Melekler bu üstün halleriyle iman edilmesi gereken
varlıklar olarak, Kur’an tarafından açıkça öne çıkarılmışlarken,
cinler ise imana konu edinilmemiş, tersine onlar atfedilen
birçok yanlış güç ve kudret iddiası yalanlanmış ve doğru
383 2/Bakara, 30
384 70/Meâric, 4; 32/Secde, 5
385 81/Tekvîr, 20; 11/Hûd, 80-83
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 229 ~
bir bilgilendirme yoluna gidilmiştir.
c-) Meleklerin tümü insana hep iyiliği teşvik ederken, cinlerin
kâfir olanları (cin şeytanları), insanlara kötü vesveselerle
zarar vermeye çalışmaktadırlar.
b-) Melekler cinlerden farklı olarak iradeleri yoktur, onlar
mutlak olarak itaat ederler.386
c-) Melekler cinler ve insanlar gibi imtihana tabi tutulmamışlardır.
d-) Melekler cinlerden farklı olarak hiçbir şekilde cehenneme
girmezler.
e-) Melekler nurdan, cinler ateşten yaratılmışlardır. (Meleklerin
neden yaratıldığına dair Kur’an bir bilgi vermez. Fakat
“Melekler nûrdan, cinler kızıl ateşten, Âdem de size bildirilen
şeyden (topraktan) yaratılmıştır.” şeklinde Hz. Aişe’ye
nisbet edilen bir rivayet vardır.387 Bu rivayetten yola çıkarak
Meleklerin, mahiyetini tam bilmediğimiz bir nurdan olduğunu
kabul edebiliriz.
f-) Meleklere insan sûretine girme ve benzeri birçok güç
verilmiş, fakat bu imkân ve güçler Cin’e verilmemiştir.
g-) Meleklerin göğün her yerinde görevlendirilmelerine
bağlı olarak, serbestçe hareket edebiliyorlarken, Cinler
göğün sınırlı yerlerinde ve kendilerine çizilen sınırlara
mahkûmdurlar.388
386 66/Tahrim, 6
387 Müslim, Zühd 60. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 153, 168
388 72/Cin, 8-9; https://www.haksozhaber.net/cinler-melek-veya-taninmayan-varliklar-
midir-32174yy.htm#:~:text=Cinler%20melek%20ya%20da%20meleklikten,%
3F%22%20diyece%C4%9Fi%20g%C3%BCn%C3%BC%20bir%20hat%C4%B1rla!
AHMED KALKAN
~ 230 ~
İBLIS VE FAÂLIYET ALANI
İblis, Allah’ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her
yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.389
İblis böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun
düşmanı, yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm
olup kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü,
kafası, nefsi ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü
kullanarak, bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını
azdırmaya, isyana sürüklemeye ve kendine bağlamaya
gayret edecektir. Kabilesini (askerlerini), dostlarını, cinlerden
ve insanlardan yardımcılarını devreye sokacak, bu iş için
kullanacaktır.
İnsanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş
alanıdır. Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis,
sürekli kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak,
ona sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini
veren Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlardan güç yetirdiklerini
sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne
yaygara kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve
onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan, onlara aldatmadan
başka bir şey vaad etmez.”390 Bu İblise verilmiş olan bir emir
değil; ‘haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini yap,
serbestsin’ demektir.
Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle
ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine
göre dinler ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları
ve askerleridirler.
Allah’tan insanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk
389 7/A’râf, 17
390 17/İsrâ, 64
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 231 ~
defa Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak
ağacın meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’
fitnesiyle ve Allah adına yemin ederek kandırdı. Yasak
meyveyi yiyen ilk insanlar Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya
gönderildiler.
Âdem tevbe etti ve bağışlandı.391 Âdem’in günahı
nefsine aldanması idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen
günahları Allah bağışlardı. Ama şeytanın günahı
nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın emrini beğenmemek,
kendini O’nun karşısında güçlü görmek,
Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.
İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün
kandırmaların, bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların
ortak adı olmaktadır. Bu manada birçok şeytan
olabilmektedir. İblisin dünyada insanları kandırıp günaha
ve isyana götürme faaliyetlerine artık şeytanî işler dememiz
mümkündür.
Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye
de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi
tarafına çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun
Allah’a hakkıyla teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti,
bir gücü yoktur:
“Meleklere, Âdem’e secde edin! Demiştik. İblisin dışında
hepsi secde ettiler. İblis, ‘Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir
kimseye secde mi ederim?’
391 2/Bakara, 37
AHMED KALKAN
~ 232 ~
Dedi ki: ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim
ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında,
onun neslini kendime bağlayacağım!
Allah buyurdu: ‘Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki
cehennem hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!
‘Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle,
yayalarınla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına
ortak ol; kendilerine vaadlerde bulun.’
Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va’detmez.
Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin
hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu
olarak Rabbin yeter.”392
İBLIS’IN BAŞVURDUĞU YÖNTEMLER
İblis insanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem
kullanır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı,
hışırtı gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip
tekrar eden gizli söze vesvese denir. Şeytan insana sokulur
ve tıpkı nefis gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu
kandırır, ona telkinde bulunur. 393
2- İblis insanları Allah’ın rahmetinin ve affının geniş olması
ile aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara
sanki ‘yiyin, için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız,
392 17/İsrâ, 61-65
393 114/Nâs, 4-6
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 233 ~
Allah nasıl olsa affedicidir, sizi de affeder’ der. Kur’an, bizi bu
noktada da uyarmaktadır: “...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah’a
güvendirerek aldatmasın.” 394
3- İblis’in bir diğer yöntemi insanlara Allah’ın adını ve
O’nu hatırlamayı unutturmasıdır.395 Allah’ı unutanlar, kuşkusuz
O’nun hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale
almazlar, nefislerinin isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını
hatırlamazlar, cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler.
Ne Allah’ın azabından korkarlar, ne de O’nun vereceği
mükâfatları beklerler.
4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya
düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için
fakirliği silâh olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik
eder. Maldan ve dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan
insanlar elbette İblis’in istediği noktaya gelen kimselerdir.
İblis, bu gibi kimseleri çok rahat güdebilir. Onlara çok rahat
kötülükleri yapmalarını emreder.396
5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş,
anlaşmazlık, fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme
tam da İblis’in arzu ettiği şeydir. İblis, insanlar arasında
fitne çıkarmaktan asla vazgeçmez.397
6- İblis, kendine bağladığı, Hakk’tan yüz çeviren kimselerin
yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam
olduğunu, inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık
bulunmadığını onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini
allayıp pullar. Böylece onların bu kötülüklere devam
etmelerini sağlar.398
394 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
395 58/Mücadele, 19
396 2/Bakara, 268
397 17/İsrâ, 53
398 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
AHMED KALKAN
~ 234 ~
7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve insanlar,
diğerlerini kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler.
İddialarını ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine
göre deliller getirirler, her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar.
Çekici, hoşa giden, gönle rahatlık veren, ama aslında
saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar. Avlarını bu yöntemle
avlamaya çalışırlar.399
8- İblis, insanları kendi yoluna davet etmek için birtakım
araçlardan yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve
putlara tapmak gibi şeyler gelir.400 Bu gibi şeyler, esasen şeytanın
pis işlerindendir. Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından
kurtulmak anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara
dalanların akıl ve şuurları yerinde olmadığı için
şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün kötülüklerin anası
olan içki şeytanın işini kolaylaştırır.401
Şüphesiz ki İblis’in en önemli tuzaklarından biri de içki ve
uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça
tüketildiği toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir.
O toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki
ayaklı askerleri haline gelmişlerdir.
9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme,
yani Allah’ a muhtaç olmama duyguları da şeytanın
önemli araçlarından biridir. Şüphesiz büyüklenmek,
İblis’in ahlâkıdır. O bu duygu ile insanları
Allah’ın huzurunda boyun eğmekten, O’nun emirlerine
uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara
istiğnâ, yani Allah’a ihtiyaç duymama duygusu
399 6/En’âm, 112-113
400 5/Mâide, 90-91
401 A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 235 ~
telkin eder.
İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği
vaadlerle, söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve
tutkularla, kendine bağlı olanları Allah’ın yolundan
uzaklaştırmaya çabalar.402
Unutmamak gerekir ki İblis’in Allah’ın sâlih kulları
üzerinde bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı
olanları yönlendirir, istediğini yaptırır. İblis yalnızca
davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona aldananlar,
onun yolunu izler. 403
ŞEYTANIN İNSANA DÖRT BIR YANDAN YAKLAŞMASI
Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine
mühlet verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek
şöyle dillendiriyordu: “İblis: ‘Beni azdırmana karşılık, and
içerim ki, ben de onları (insanları) saptırmak için senin sırât-ı
müstakimin/doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra
elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden
bulamayacaksın.’ dedi.” 404
Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları
deneyeceğini açıkça söylemektedir. “Bütün cephelerden,
her taraftan, yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi
402 Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107
403 H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141
404 7/A’raf, 16-17
AHMED KALKAN
~ 236 ~
tarafını, hangi duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım.
Vesvese vereceğim, kendime dâvet edeceğim. Benim
dâvetime uymazsa hiç olmazsa Allah’a isyan etmesini ona fısıldayacağım,
yani günahkâr olması için elimden geleni yapacağım.”
diye söz vermiştir. Şeytan bunu yapabilecek mi? Buna
gücü yetecek mi?
Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.405 Ama o nereden
öğrenmişse; insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve
şerre meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere,
aşırı isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar
ile, sonunu düşünmeden zevklerinin peşinden gidenler, onun
süslü sözlerine kanacaklardı.
İbn Abbas’tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, “önlerinden
yaklaşacağım” demek, onları dünyaya düşkün edeceğim;
“sağlarından yaklaşacağım” demek, din işlerinde, ibâdet ve
amellerinde onlara şüphe vereceğim; “sollarından yaklaşacağım”
demek, onlara günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet)
vereceğim, anlamına gelir.406
Katâde de diyor ki: “Onlara önlerinden gelecek ve âhiret
yok, yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim.
Arkalarından gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp
pullayıp onları bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından
gelip, ibâdetleri (hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye
çalışacağım. Sollarından da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü
gösterip onlara günah işlemelerini tavsiye edeceğim.”407
Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara)
daha çok sağdan yaklaşırlar, onları din ile, din motifleriyle
aldatırlar. Nice zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler
405 15/Hıcr, 41-42
406 İbn Kesir, 2/9
407 İbn Kesir, 2/9
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 237 ~
üzerindeki hâkimiyetlerini sürdürebilmek için dindar görünürler,
dinî motifleri kullanırlar. İslâm’a bağlılık ve saygıları
olmadığı halde kitleleri susturabilmek için dinî sloganlara
başvururlar. Allah’ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin devamı
için kullanmaktan çekinmezler.
Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün
olduğu kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek
olduğunu aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek
için nefsin istediklerini ona vermek gerektiğini iddia
ederler. Onları dünyaya ve bitmez tükenmez tutkulara
bağlarlar. O tutkuların peşinden bir ömür sürmelerini temin
ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturmaya, boş hayaller
peşinde koşturmaya çaba gösterirler.
İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki,
isyanı zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm’ın kötü (münker)
dediklerini insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar,
uyuşturucu, zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın
gayesi olarak sunarlar. Allah’ı hatırlamayı unuttururlar. O’na
ibâdet etmeyin, yasaklarından kaçmayı zor ve ağzın tadını
kaçırıcı, eğlenme ve zevki engelleyici olarak gösterirler. Akla
gelmedik şeytanî metodlarla, hile ve tuzaklarla insanları Allah
yolundan uzaklaştırmak için gayret ederler.408
İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma
ve şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak,
İslâm’ı samimi bir şekilde yaşamak ve Allah’a sığınmaktır.
İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan
kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak
edecek. Nefsi onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın
ve nefsin faaliyetleri imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı,
408 M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52
AHMED KALKAN
~ 238 ~
meşakkat olmadan imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın
hikmeti ortaya çıkmaktadır. Allah dileseydi ne şeytan olurdu,
ne de kullar günah işleyebilirlerdi. Ancak, dünya hayatı imtihan
içindir. İnsan, birtakım denemelerden geçecek ve makamını
kendisi kazanacaktır.
Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı
hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri
yapmaya davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her
çağrı, her duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların
görmeyecekleri yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi,
inkârcıların dostudurlar.409
O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından
sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için
çalışır.410 Bu amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını
seferber eder, onlara karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında
ortak olmaya kalkışır.411
Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır.
Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur.412
Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder.413 Onlara içkiyi,
kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı
anmaktan uzaklaştırır.
Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı
unutturur. Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve
hata yaptırır. Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak
evrendeki olayları, insan hayatında olanları tesadüflere
bağlar ve insanları bunlara inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı
409 7/A’râf, 27
410 7/A’râf, 17
411 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167
412 2/Bakara, 268
413 2/Bakara, 288
BÜYÜ VE ŞEYTAN
~ 239 ~
hatırlarına getirtmez. Şeytan, kendi yolundan gelenlere; başkaları
üzerine haksızlık yapmaya, onların elindekine göz dikmeye
dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların kavgaların
çıkmasına sebep olur.414
Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, insanlar içinden kendine
yandaşlar (veliler) bulur ve bir çok işini onlara yaptırır.
“Şeytanın evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki
şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.”415 Aslında şeytanın hilesi
zayıftır. “Şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın
düzeni ve tuzağı zayıftır.”416 Onun insan üzerinde herhangi
bir gücü yoktur. “Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir
ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu
olarak Rabbin yeter.”417 Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına,
vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.
Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden
yüz çevirenlere Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan
taraftarı’ demektedir: “Şeytan onları istilâ etmiş,
onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar,
hizbü’ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki
hizbü’ş-şeytan mutlaka kaybedenlerdir.”418 Demek
ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı başarıp
başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah’ın
hizbinden olmak durumunda
414 H. K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 286
415 4/Nisâ, 76
416 4/Nisâ, 76
417 17/İsrâ, 65
418 58/Mücâdele, 19

 

 
Okunma 6995 kez Son değişiklik Cumartesi, 06 Şubat 2021 09:17

Ortam