Ahmed Kalkan
UNUTMA / NİSYÂN
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
UNUTMA / NİSYÂN
- 217 -
Kavram no 183
İmtihan 13
Görevlerimiz 45
Bk. Zikir
UNUTMA / NİSYÂN
• Nisyân/Unutma; Anlam ve Mâhiyeti
• Unutkanlık ve Şeytan
• Kur’an-ı Kerim’de Nisyan/Unutma Kavramı
• Unutmak, Sorumluluğu Düşürür mü?
• Kur’an’da Unutkanlık Tedavisi
• Hadis-i Şeriflerde Nisyân/Unutma Kavramı ve Unutkanlığın Tedavisi
• Hâfıza/Bellek ve Geliştirme Teknikleri
• Unutma ve İlgi, Dikkat, Tekrar İlişkisi
• Unutma ve Zikir, Tezekkür, Duâ İlişkisi
• Gaflet, Sehv, Sehv Secdesi
“Biz, bir âyeti nesh eder (yürürlükten kaldırır) veya onu unutturursak (ertelersek), mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kadirdir.” 1377
Nisyân/Unutma; Anlam ve Mâhiyeti
Nisyân, Arapça bir kelime olup unutma anlamındadır. Nisyân/unutma: hatırlama ve ezberin zıddı anlamına gelmektedir. Kur’an’da da bu anlamın yanında, şu mânâlar için de kullanılır: Yeni bir çabayı gerektirecek şekilde bir şeyin kalpten ve bellekten kaybolması veya insanın, ya düşünce zayıflığından veya gaflet ve kasıttan dolayı kendisine emânet bırakılan bir şeyi unutuluncaya kadar terk edip anmaması, ihmal etmesi.
Hatırlamanın insan hayatında önemli yeri vardır. Çünkü hatırlamamız, önceki tecrübelerimizden oluştuğu için, gelecekte önümüze çıkacak problemlerimizi, zihnimizin geçmişte edindiği bu engin deneyimleri sâyesinde çözebiliriz. Hatırlamanın birçok faydasının yanında, Kur’an vâsıtasıyla geçmiş ümmetlerin başına gelen felâketleri, hesap günü ve cehennem gibi çetin merhaleleri hatırlayarak iyi ve hayırlı işlere yönelmemizde etkin bir rol oynamaktadır. Bundan dolayı hatırlama, insanı iyiye yönlendirmede azımsanamayacak kadar büyük bir öneme sahiptir. Kur’an, birçok âyetin bitim noktasında, ibâdete teşvik etmek amacına yönelik olarak, kişiyi Allah’ın verdiği nimetleri ve gönderdiği hidâyeti hatırlamaya dâvet etmektedir.
Genellikle hatırlama gücünün bir zaafı olarak meselelere önem vermemekten ve biyolojik yıpranmadan dolayı meydana gelen hata ve unutkanlığın, biyolojik izahı şöyle yapılmaktadır: İnsan organizmasının en önemli bölümünü teşkil eden beyin, 18 yaşına kadar gelişimini tamamlamaktadır. Bu yaşta beyin,
1377] 2/Bakara, 106
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaklaşık olarak 10-11 milyar sinir hücresine sahip olup tabiatın en mükemmel ve en karmaşık yapısı halinde kafatasımız içinde yerleşik bir halde bulunmaktadır. Bu yaştan sonra, beyin ihtiyarlamaya, eskimeye başlar. İnsandaki düşünme kabiliyetini sağlayan ve insanın çevresine uyumunu temin eden beyin hücreleri, bir daha yerine gelmemek üzere giderek eksilmeye başlar. İnsan zekâsı, 20 yaşını geçtiğinde 16; 80 yaşını geçtiğinde ise 12 yaş düzeyine inmektedir. “Kimi uzun ömür ile yaşatırsak, yaradılışını tersine çevirip değiştiririz. Hâlâ akletmezler mi?”1378 âyeti, insanın bu biyolojik yıpranmasına işaret etmektedir. İslâm hukuku kişideki fıtrat kanunlarını göz önüne alarak 70 yaştan sonrasını ateh (bunama) yaşı olarak kabul etmektedir. (Ateh, kişide meydana gelen aklın bozulmasını, hâfızanın zayıflamasını gerektiren bir âfettir. Bu zaafa uğrayanın bazı sözleri akıllılara, bazıları da deli sözlerine benzer. Bu yüzden ma’tûh, idrâki zarara uğrayan, sözleri karmakarışık, tedbiri bozuk olan biri olarak tarif edilir.) Ateh yaşı olan 70’e varanın, karînelere (söz ve davranışlarına) bakılarak ateh devresinde olduğu tesbit edildiğinde -ehliyeti tamamıyla zaafa uğrayacağı gerekçesiyle- temyiz kabiliyetini hâiz bir çocuk gibi muâmeleye tâbi tutulmaktadır. İslâm hukuku bu devrede kanunî bir hak olarak kendisine bir vasî tayin etmeyi hükme bağlamaktadır. Bu durumda olan kişinin mahrum kaldığı hak ve vazifelerle, sahip olduğu hak ve vazifeler, mümeyyiz bir çocuğun hak ve görevleri gibidir.
70 Yaşındaki insan beyni hücrelerinin zayıflamasının, yaklaşık olarak bülûğ yaşına tekabül etmekte olması, İslâm hukukçularının ateh konusunda takdir ettikleri yaşın, bugün kabul edilen anlayışa tam olarak uygun düştüğünü göstermektedir. Bu da İslâm hukukçularının derin ferâsetini göstermektedir. 1379
Unutkanlığa mâruz olmak, insanın problemlerinden, zayıflık ve âcizlik yönlerinden birisidir. Kur’an, birçok âyette unutkanlığı dile getirmektedir. Hatırlamanın, insanın bilimsel ve pratik hayatında da önemi vardır; dinî açıdan da kendisi için büyük fayda sağlamaktadır. İnsanın sürekli olarak Allah’ı, O’nun yüceliğini, hayatta kendisine verdiği sayısız nimetleri, âhireti, hesap gününü, onu bekleyen sevap ve cezayı hatırlaması, insan için çok önemlidir. Çünkü bu hatırlama, onu takvâya ve sâlih amellerde bulunmaya ve üstün ahlâka sevk edecektir. O halde hatırlama, hem âhiret hem de dünyada insana hayırların gerçekleşmesi için yararlıdır. Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetinde Allah’ı, O’nun yaratıklardaki âyetlerini, peygamberlerin getirdikleri delilleri ve hidâyeti, müjdeledikleri ve korkuttukları şeyleri hatırlamaya teşvik etmektedir. Kur’an’da; “...hatırlamaz (öğüt almaz) mısınız?”, “...umulur ki hatırlarlar (öğüt alırlar)”, “...ne de az hatırlıyorsunuz?”, “...hatırlamazlar (öğüt almazlar) mı?”, “...umulur ki hatırlarlar”, ...sağduyu sahiplerinin hatırlaması için”, “...sadece sağduyu sahipleri hatırlarlar” ifadeleri çokça tekrarlanmaktadır.
Kur’an’da birçok âyet, insanlara, tevhid inancını, âhiretteki diriliş ve hesabı, unuttukları ve gâfil oldukları önceki peygamberlerin öğretilerini hatırlatması için Allah’ın Hz. Peygamber’i gönderdiğini, ona Kur’an’ı indirdiğini ifade etmektedir. “(Bu,) kendisiyle insanları uyarman, mü’minlere öğüt vermen için sana indirilen bir Kitaptır. Onun için (bunu tebliğ ederken kâfirlerin inkârından ötürü) kalbinde bir sıkıntı olmasın! Rabbinizden size indirilene (Kur’an’a) uyun ve O’ndan başkasını dostlar edinip
1378] 36/Yâsin, 68
1379] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, s. 125-126
UNUTMA / NİSYÂN
- 219 -
peşlerine düşmeyin. Ne kadar da az hatırlıyor (öğüt alıyor)sunuz!”1380; “Bu (Kur’an), insanlara bir tebliğdir. (İnsanlar,) bununla uyarılsınlar. O’nun yalnız tek ilâh olduğunu bilsinler ve sağduyu sahipleri öğüt alsınlar diye (gönderilmiştir).”1381; “...Senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.”1382; “Ama yine de hatırlat, çünkü hatırla(t)mak, mü’minlere fayda verir.”1383; “Hatırlat (öğüt ver), çünkü sen ancak hatırlatıcısın (öğüt vericisin).” 1384
Hatırlamanın, insan hayatında büyük önemi vardır. Çünkü önceki bilgi ve haberleri, önceki öğrendiklerimizi hatırlamak, gelecekte bizim karşılaşacağımız yeni problemleri çözmemizi mümkün kılacaktır. Nitekim yeni bilgileri kazanmada, yeni realiteleri keşfetmede, geçmişte edindiğimiz bilgilerimiz yardımcı olmaktadır. Bu ise, insana ait bilimsel ve kültürel gelişim aşamasında önemi hâiz olan bir durumdur. Unutkanlık, Kur’an ışığında değerlendirildiğinde şu kısımlara ayrılır:
1- İnsan zihninde olaylar, şahıs isimleri ve insanın daha önce edindiği çeşitli bilgilerle ilgili meydana gelen unutkanlık. Bu tür unutkanlık, insanların başına gelen normal unutkanlık olup bilgilerin birikimi ve kompleksliği sonucunda meydana gelmektedir. Psikologlar, bu çeşit unutkanlık üzerinde faydalı etüdlerde bulunmuş ve onu bilgilerin kompleksliğine bağlamışlardır. Onlar, unutmayı; geriye ket vurma, ileriye ket vurma şeklinde ikiye ayırırlar. Geriye ket vurma, elde edilen yeni bilgilerin önceden elde edilen bilgileri zayıflatmaya götürmekle oluşur. İleriye ket vurma ise, yeni öğrendiğimiz şeyleri hatırlamada eskiden öğrendiğimiz âdet ve alışkanlıklarımız, faâliyetlerimiz ve eski bilgilerimizin engellemesiyle oluşur. Geçmiş bilgi ve performans, yeni öğrendiğimiz bir meseleyi öğrenmeyi zorlaştırır. Oysa eğer geçmiş bilgi ve performansınız daha az olmuş olsaydı, bu yeni şeyi öğrenmeniz daha kolay olurdu. Bu yüzden çocuklar, geçmiş olayların detaylarını hatırlamakta büyüklerden daha güçlü olmaktadırlar. Kur’an, bu çeşit unutkanlığa şöyle işaret etmektedir: “Sana Kur’an’ı okutacağız, unutmayacaksın.” 1385
2- Sehv (hata) anlamındaki unutkanlık: insanın herhangi bir yerdeki bir şeyi unutması veya herhangi bir şahıs ile çeşitli şeyleri konuşmayı arzu etmesiyle birlikte konuşma sırasında bir kısmını dile getirip diğer bir kısmını unutması gibi. Ancak bu unuttuklarını çoğunlukla sonradan hatırlar. Kur’an’ın, Hz. Mûsâ ile beraber, kendisinden ilim almak için sâlih bir kulla buluşmaya çıktığı genç arkadaşından bahseden şu ifadesi, bunun örneğidir: “(Genç adam:) ‘Gördün mü, dedi, kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu. O (balık), şaşılacak bir şekilde denizin içinde yolunu tutup gitmişti.”1386 Hz. Mûsâ’nın birlikte olduğu Allah’ın ilim verdiği sâlih kula söylediği şu söz de bunun örneğidir: “Mûsâ, ‘unuttuğum şeyden ötürü beni kınama, işimde bana güçlük çıkarma’ dedi.”1387 Bu çeşit unutkanlığı da, ileriye ket vurma şeklinde yorumlamak mümkündür.
1380] 7/A’râf, 2-3
1381] 14/İbrâhim, 52
1382] 28/Kasas, 46
1383] 51/Zâriyât, 55
1384] 88/Ğâşiye, 21
1385] 87/A’lâ, 6
1386] 18/Kehf, 63
1387] 18/Kehf, 73
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Herhangi bir işte özenin kaybolması anlamındaki unutkanlık: Unutkanlığın bu çeşidi, şu âyetlerde belirtilmektedir: “Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”1388 “Allah’ı unuttular”ın anlamı, Allah’ın emirlerine itaat hususundaki özenleri kaybolduğundan O’na olan itaati unuttular şeklinde anlaşılmalıdır. “Allah da onları unuttu”nun anlamı ise, Allah, onlardan ihsânını kaldırdı, onları kendi başlarına bıraktı anlamındadır. Şu âyetlerdeki ifadeler, bu tür unutkanlık örneklerindendir: “Şu, Allah’ı unuttuklarından dolayı (Allah’ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın...”1389 Âyette geçen “kendi nefislerini unutturduğu”, “kendileri için dünyada bir hayır ve sâlih amel yapmazlar, kendi hayırlarını, kendilerine yararlı olmayı unuturlar” anlamındadır. Hz. Âdem’e nisbet edilen unutkanlık da bu çeşittendir. “Andolsun Biz, önceden Âdem’e (o ağaçtan yememesini) ahid vermiş, tavsiye etmiştik; (Bizim tavsiyemizi) unuttu. Biz onda bir azim (sabır ve kararlılık) bulamadık.”1390 Bunun anlamı, Hz.Âdem’in kalbinin bir an bile olsa, Allah’a karşı olan sorumluluğundan gevşeklik göstermesi, Allah’ın nehyettiği şeyi unutmasıdır. Bu yüzden şeytan ona vesvese verdi, saptırdı ve yanlışa düşürdü.
Unutkanlık ve Şeytan
Kur’an’ın bazı âyetleri, şeytanın insan eğilimlerinde etkili olması hususunda unutkanlık için bir kanal bulduğunu, yararının olduğu bazı önemli işlerde, zaman zaman unutkanlığa sevk ettiğini ifade etmektedir. Nitekim zaman zaman da Allah’ı anmaktan gaflete, O’nun emirlerini yerine getirmede ihmalkârlığa sürüklediğini Kur’an’dan öğrenmekteyiz. 18/Kehf, 63 âyetinin yanında şu âyetlerdeki ifadeler de bunun örneklerindendir: “Âyetlerimiz hakkında (münâsebetsizliğe, ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir, (uzak ol, meclislerini terket); eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğuyla beraber oturma!”1391; “Şeytan onları istilâ etmiş (kuşatmış), onlara Allah’ı zikri/anmayı unutturmuştur. İşte onlar hizbüşşeytandır, şeytanın taraftarlarıdır. Muhakkak ki şeytanın hizbi/partisi mutlaka kaybedenlerdir.”1392; “(Hz. Yûsuf,) Onlardan, kurtulacağını zannettiği kimseye dedi ki: ‘Beni efendinin (azizin -kralın-) yanında an (benim suçsuz olduğumu krala hatırlat, umulur ki beni çıkarır). Fakat şeytan ona, (Yusuf’un durumunu) efendisine söylemeyi unutturdu. Dolayısıyla (Yûsuf), birkaç sene daha zindanda kaldı.” 1393
Şeytanın insanı yoldan çıkarması ve Allah’ın zikrini, genel anlamda hayır ve faydası olan şeyleri unutturmasındaki amacı, insanların motiv ve dünyevî düşkünlüklerine etki etme yönündedir. Motiv ve şehvet (dünyevî arzular), insanın doğasındaki zayıf noktalardır. Çünkü insan, doğal olarak motivlerini doyurmaya, lezzet ve fayda elde etmeye temâyül gösterir. Bu noktadan şeytan Âdem (a.s.)’in nefsine yol bulmuştur. Çünkü yasak ağaçtan yediği zaman, ebedî hayatı ve sonsuz bir mülke sahip olacağı şeklinde şeytan onu aldatmaya çalışmış, bunun bir sonucu olarak da Hz. Âdem, Allah’ın kendisini nehyettiği şeyi unutarak hata işlemiştir. Bu yolla şeytan, bütün insanlara etki etmektedir. Çünkü onlardaki çeşitli şehvetleri (arzu ve istekleri) harekete geçirir. Bunun sonucu olarak insanlar,
1388] 9/Tevbe, 67
1389] 59/Haşr, 19
1390] 20/Tâhâ, 115
1391] 6/En’âm, 68
1392] 58/Mücâdele, 19
1393] 12/Yûsuf, 42
UNUTMA / NİSYÂN
- 221 -
sınırı aşmaya yeltenir ve bu da kendilerini Allah’ın zikrinden, O’nu anıp tefekkür etmekten alıkoyar. 1394
“Ey iman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse (bilsin ki) o edepsizlikleri ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temizler/arındırır. Allah işitir ve bilir.”1395; “Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz, fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın tâkibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin (Bel’am’ın) haberini oku. Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâsının peşine düştü. Onun durumu, tıpkı köpeğin durumuna benzer; Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan yine dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayanların durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür ibret alırlar.” 1396
Kur’an-ı Kerim’de Nisyan/Unutma Kavramı
Unutma anlamına gelen “nisyân” kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 45 yerde kullanılır. Kur’an’da nisyan kavramının genellikle fiil şeklinde kullanımı tercih edilmiştir; ancak, bu kökten gelen ve değersizlik, unutulmuşluk anlamını içeren, iffet örneği Hz. Meryem’in, babasız bir çocuğa hâmile kalmasının derinden utancını ve haykırışını ifade eden “nesyen mensiyyen” şeklinde mastar olarak da kullanılmıştır. “Keşke bundan önce ölseydim de nesyen mensiyyen olsaydım! (unutulup gitseydim!)” 1397
Nisyân/unutma kavramı, Kur’ânî ıstılahta daha çok, kendisine emanet edilen şeyi insanın unutması anlamında kullanılır. Râgıb el-İsfahanî, nisyânın/unutmanın, ya kapasite yetersizliğinden, ya gafletten veya kasıttan kaynaklandığını ve sonuçta insanın, hâfızasına emanet edilen şeyi bir kenara bıraktığını söylüyor. Kur’an’da geçtiği şekilde nisyan, sıradan unutma değil; daha çok, ihmal ve umursamazlığın sonucu olan yarı kasıtlı bir unutmadır. Bunun için Kur’an, Allah’ı unutan insanın Allah tarafından unutulacağını açıklar. Nisyanın karşıtı ve nisyandan kurtulmanın yolu “zikir”dir ki, o da hatırda tutmak için anmak demektir. Allah’ı unutmamanın yolu da, Allah’ı zikir, yani anmak, Kur’an, namaz, tefekkür gibi hususlardır. Allah, unutmak gibi bir noksandan uzaktır.1398 İnsanın nisyanı, genellikle nankörlük ve vurdumduymazlıkla beraber olur.1399 Allah’ı unutmaya giden yol, Allah’ı anmayı, zikri unutmaktan geçiyor. Bu yüzden unutma illetinin çaresi, Allah’ı zikirdir.1400 Allah’ı anmayı unutturan şey, şeytandır, şeytanî özelliklerdir. 1401
İnsanın hayat basamaklarındaki başarısını büyük oranda engelleyen unutkanlık, Kur’an’da birkaç safhada dile getirilmiş ve birkaç anlamda kullanılmıştır:
1- Normal Anlamda Unutkanlık: Bu tür unutkanlık, hayat tecrübesi esnasında
1394] M. Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, s. 178-181
1395] 24/Nûr, 21
1396] 7/A’râf, 175-176
1397] 19/Meryem, 23
1398] 20/Tâhâ, 52; 19/Meryem, 64
1399] 39/Zümer, 8; 25/Furkan, 18
1400] 18/Kehf, 24
1401] 18/Kehf, 63; 12/Yûsuf, 42; 58/Mücâdele, 19; 6/En’âm, 68
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kazanılan bilgilerle ilgili olandır. Genellikle öğrenilen yeni bilgiler, eski bilgilerin zihinden çıkmasına sebep olduğundan, bu tür unutkanlıklar meydana gelmektedir. Ancak Kur’an’da bu unutkanlıkta şeytanın etkisi1402 ile Allah’ın insan için gerçekleştirmek istediği bir amaç dairesindeki direkt etkisine de temas edilmektedir: “İkisi, iki denizin birleştiği yere ulaşınca balıklarını unuttular... O da, ‘gördün mü, o kayaya sığındığımız vakit, doğrusu ben balığı unutmuştum, onu hatırlamamı bana ancak şeytan unutturdu... (dedi).”1403 âyeti şeytan kaynaklı normal unutkanlığı göstermektedir. “Sana Kur’an’ı okutacağız, Allah’ın dilemesi hâriç sen onu unutmayacaksın.”1404 âyeti de Allah kaynaklı normal unutkanlığı göstermektedir.
Normal türden olan bu unutkanlığa karşı Allah’ı anma tavsiye edilmektedir: “Unuttuğun zaman Rabbini zikret/an ve de ki: ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha yakın doğruya eriştirir.’’1405 Bu türden olan unutkanlığın, irâde dışı olduğu için, dinî bir mes’ûliyet ve günâhı yoktur.
2- Önemsememek Anlamında Unutkanlık: Bu tür unutkanlık, zihnin bazı etkilerin tesirinde kalması veya bünyenin biyolojik bakımdan zayıflığı gibi bazı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Kur’an’da belirtilen Hz. Âdem’in unutkanlığı bu türdendir. “...Önceden yaptıklarını unutan kimseden daha zâlim var mıdır?”1406 âyetinde ele alınan bu tür unutkanlıktır. Sehv hakkındaki “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki kıldıkları namazdan gâfildirler”1407 âyetine birçok müfessir, “namaza ehemmiyet vermemek” anlamını vermiştir. O halde, namazdan sehv etmek ile ilgili âyetin bu ifadesi de, bu grup unutkanlığa girmekte ve ve mes’ûliyet gerektiren unutkanlıklar kategorisine dâhil olmaktadır.
3- Nankörlük Anlamında Unutkanlık: “İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah ona bir nîmet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar. (Ey Muhammed!) De ki: ‘Küfrünle biraz eğlene dur, çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!”1408 Übey bin Halef hakkında inen “Kendi yaradılışını unutarak Bize karşı misal vermeye kalkışıyor ve ‘şu çürümüş, un (gibi) olmuş kemikleri kim diriltecek?’ diyor.”1409 âyeti, bu tür bir unutkanlığı ifade etmektedir. Kur’an’da genellikle unutkanlığın bu çeşidi için kâfirlerin tümünü hedef alan ifadeler tercih edilmiştir. 1410
Bu türden unutkanlık gösterenler hakkında büyük zâlimlikleri dile getirilmekte ve kalplerinin mühürlendiği vurgulanmaktadır. “Rabbinin âyetleri kendisine öğüt yollu hatırlatıldığı halde ondan yüz çevirenden ve ellerinin önce işleyip öne sürdüklerini unutandan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz ki Biz onların kalpleri üzerine anlamalarını engelleyecek perdeler gerdik ve kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Onları doğru yola çağırsan, yine de doğru yolu asla bulamazlar.”1411 Bu unutkanlık, kâfirlerin özelliklerindendir ve büyük sorumluluk gerektiren çeşittendir. Bu tür unutkanlık
1402] 6/En’âm, 28; 12/Yûsuf, 42; 58/Mücâdele, 19
1403] 18/Kehf, 61-63
1404] 87/A’lâ, 6-7
1405] 18/Kehf, 24
1406] 18/Kehf, 56
1407] 107/Mâûn, 4-5
1408] 39/Zümer, 8
1409] 36/Yâsin, 78
1410] 9/Tevbe, 67; 25/Furkan, 18; 32/Secde, 14; 38/Sâd, 26
1411] 18/Kehf, 57
UNUTMA / NİSYÂN
- 223 -
gösterenlere karşı kıyâmette şöyle denilecektir: “Onlara: ‘Bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz gibi, bu gün de Biz sizi unuttuk (terk ettik; kendi halinize bırakacağız). Oturup karar kılacağınız yer ateştir ve sizin için yardımcılar da yoktur’ denilecek.”1412 Bu kategoriye giren ve kulların ilâhî emre gereken özeni göstermemeleri yüzünden Allah’ın da onları unutacağına dair olan “...Onlar Allah’ı, Allah da kendilerini unuttu (terk etti)...”1413 gibi âyetler,1414 Allah’ın onları ve taleplerini dikkate almayacağı ve ebedî bir şekilde azap içinde terk edeceğini îma etmektedir.
Nimet bolluğunun bu tür unutkanlığa sebebiyet verdiği belirtilmekle birlikte,1415 Kur’an’da bu tür unutkanlıkta bulunan kişileri, daha da sapkınlığa götürmek gayesiyle Allah tarafından böyle bol nimetin verildiği1416 ve bu unutkanlıkları yüzünden de, âhirette büyük azâba çarpılacakları vurgulanmaktadır. 1417
Kur’an’da, unutmayla ilgili Allah’ın bir şeyi unutturması neticesinde unutturulandan daha hayırlısı veya bir benzerinin getirileceği belirtilmektedir.1418 Hakkı tebliğde başkalarına tavsiyelerde bulunmakla birlikte insanın bazen kendi nefsini unuttuğunu ifade etmek sûretiyle onların psikolojik çelişkilerine temas edilmektedir.1419 Dünya hayatında insanın kendi nasibi ile boşanma esnasında karı koca arasında iyilik ve ihsânın unutulmamasının gerekli olduğu da belirtilmektedir. 1420
Sehv de, büyük oranda unutkanlıktan kaynaklanmaktadır. “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, kıldıkları namazdan gâfildirler (sehv ederler).”1421 âyetinin taşıdığı tehdit, bu zaafın insanın gücü dâhilinde olduğunu gösterir. Bundan dolayı âyet, insanın çetin bir hesaba çekileceğini ifade etmektedir. “Ey Rabbimiz! Unutursak veya hataya düşersek bizi hesaba çekme (mağfiret et)...”1422 âyeti de, bu gibi zaaflardan mes’ul olunabileceğini ifade etmektedir. Her ne kadar bu konuyla ilgili “Allah, hata ve unutma hususunda ümmetimden sorumluluğu kaldırmıştır.”1423 gibi hadisler olmakla birlikte, bazı âlimler hata ve unutmanın, insan gücünün dâhilinde olduğunu ileri sürmekte, bu gibi şeylerden kişinin gücü nisbetinde kaçınmasının gerekli olduğunu savunmaktadırlar.1424 Aslında İslâm âlimlerinden bu görüşü savunanların haklılık payları vardır. Çünkü hataların önemli bir kısmı unutkanlıktan kaynaklanmaktadır. Unutkanlık, eğer umursamazlıktan meydana gelirse, bunun sorumluluk gerektireceği görüşündeyiz. Ancak bu unutkanlık, insan doğasının gereği olarak meydana geliyorsa, bunun, yukarıdaki hadis ışığında herhangi bir mes’ûliyet gerektirmeyeceği kanaatindeyiz. Nitekim halk arasında “hatasız kul olmaz” atasözü, kişinin bu zaaftan asla ayrı değerlendirilemeyeceğini ifade etmektedir.
1412] 45/Câsiye, 34
1413] 9/Tevbe, 67
1414] 7/A’râf, 51; 45/Câsiye, 34; 32/Secde, 14
1415] 25/Furkan, 18
1416] 6/En’âm, 44
1417] 38/Sâd, 26; 32/Secde, 14
1418] 2/Bakara, 106
1419] 2/Bakara, 44
1420] 2/Bakara, 237; 19/Meryem, 23
1421] 107/Mâun, 4-5
1422] 2/Bakara, 286
1423] İbn Mâce, Talâk 16
1424] Elmalılı, Azim Y. II/279
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu tarzda olan hatalar, aslında bizleri başarıya götüren birer itici sebeptirler. Nitekim insanlar, hayatlarındaki bazı başarılarını, yaptıkları hatalardan sonra duydukları pişmanlıklara borçludurlar. İnsan, ne kadar tedbirli olursa olsun, hiç umulmadık bir nedenden hata yapabilir. Bu hata da, insanı pişmanlığa sevkettiği için başarıya götüren itici bir etken olur. Çünkü pişmanlıklar, bir daha o hatayı yapmamaya kişiyi azmettirir. Bu realiteden hareketle tevbenin kabulü, pişmanlık duygusuyla özdeş olarak telâkki edilmektedir. Makbul olarak kabul edilen nasûh tevbe, bir kimsenin yapılan kabahatten bir daha yapmamak üzere tiksinerek vazgeçmesidir. Başarıların temelinde, bunun gibi bir duygunun payı büyüktür. Ancak, hata, namaza önem vermemek gibi kötü bir niyetten doğuyorsa, bu tarz hatalar, İslâm âlimlerinin, hataların sorumluluk gerektireceği hakkındaki görüşlerine haklılık payı vermektedir. 1425
Unutmak, Sorumluluğu Düşürür mü?
Mes’ûliyetle ilgili olarak unutma iki türlüdür. Birisinde, sahibi mâzur görülebilir; ikincisinde ise mâzur görülemez. Değişik bir ifadeyle, unutma çeşitlerinden biri mâzeret olarak kabul edildiği halde, diğeri suç sayılır. Meselâ, bir kimse üzerinde bir pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mâzur olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur; fakat pisliği fark etmeyerek görmemişse, bu kimse mâzurdur. Yine aynı şekilde insan, dinî emirleri ve şer’î görevleri öğrenip bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrak mütâlaa etmez ve unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mâzur olmaz. Bunun için Kur’an’da belgelendirme usûlleri gösterilmiş ve borçların yazılması gerektiği üzerinde durulmuştur.1426 İşte bundan dolayı bazı unutma ve hatalardan kaçınmak, insanoğlunun gücü dışında ise de, bazılarında durum böyle değildir. Yine bundan ötürü “Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar...“1427 ifadesi, genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına gelmez. Âyet, sorguya çekilme ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. Bunların elde olanlarının aynı âyette geçen “herkesin yaptığı (şer) kendi aleyhinedir.” ifadesinin kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Demek ki, mesele kolay değildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar haddi zâtında zararlı, gayrı meşrû ve insanın gücüne bağlıdır. “Unutarak veya hata ile yutulmuş bir zehirin zararı yoktur” denilemeyeceği gibi, bunlar da böyledir. Kötülükler ve günahlar, tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hiç unutmamak ve hiç hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey olsa da, bunlar sebep oldukları işin Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak ve sakınmak ile de yükümlüdürler. Unutmak ve hata etmek, kul hakkındaki zararın ödenmesine engel olmaz. Bunlara işaretle, Bakara, 286. âyette “bizi mükellef tutma” denilmemiş; “bizi sorumlu kılma!” denilmiştir. Bu şekilde gerek hatadan, gerek unutmadan ve gerekse bunların ön şartlarından ve sebeplerinden, hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik, sorgusuzluk değil; sorumlu tutulmamak niyaz edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim, iyilik ve adâleti de içine almıştır. Nitekim “Hata ve unutmadan
1425] Hayati Aydın, a.g.e. s. 127-131
1426] 2/Bakara, 282-283
1427] 2/Bakara, 286
UNUTMA / NİSYÂN
- 225 -
doğan sorumluluk, ümmetimden kaldırılmıştır.”1428 hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet, hataya düşmemiz ve unutmamız da kötü bir şeydir; fakat lütfunla bunlardan dolayı sorumlu tutma Allah’ım!1429 diye duâ ediyoruz. 1430
Kur’an’da Unutkanlık Tedavisi
Hiç unutulmaması gerekip devamlı hatırlanacak şeylerin en önemlisi, Allah’tır; Allah’la, O’nun dini ve din günüyle ilgili hususlardır. Günlük hayatın koşturmacası arasında çok önem verilen dünyevî bir şeyin unutulması, şu veya bu şekilde telâfi edilebilir, bundan az bir zararla kurtulmak mümkündür. Ama Allah’ı unutmak, O’ndan gaflet, sokakta, çarşıda, evde ve işte, Allah’ı, O’nun haram ve helâl sınırlarını, müslüman (Allah’a teslim olan/olması gereken) kimliğimizi unutmak... İşte esas fâcia budur. Kur’an, bizi bu tür unutma ve gafletten, böyle gerçek tehlikeden, telâfisi mümkün olmayabilecek ihmalden kurtarmak için reçete sunar.
Allah’ı hatırlamak ve anmaktan kalbin gafleti hususundaki unutkanlığın tedavisi, ancak devamlı olarak Allah’ı, O’nun nimet ve ikrâmını, yarattıklarındaki âyetlerini, âhiret ve hesap gününü hatırlayıp anmaktır. Kur’an, bu çeşit unutkanlığı tedavisi için Allah’ı zikretmenin önemini dile getirir: “...Unuttuğun zaman Allah’ı an...”1431 Kur’an, Allah’ı zikreden mü’minleri överek onları akl-ı selim sahibi olarak nitelemektedir.1432 Allah’ın zikri, bu şekilde unutkanlık ve kalbin gafleti için bir tedavi olunca, Allah, bize gece ve gündüz, sabah ve akşam vakitlerinde kendisini hatırlayıp zikretmeyi emretmektedir: “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”1433; “Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin/anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitli olarak farz kılınmıştır.”1434; “Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) isteyin/arayın. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa/başarıya erersiniz.” 1435
İnsanın Allah’ı unutması, âhiretten gaflet etmesine dair olan unutkanlığın tedavisi, insanın devamlı bir sûrette kalpte var olacak, zikrinden bir an bile olsa gâfil olmayacak şekilde Allah’ı zikretmesidir. Bu, bize “tekrar”ın önemini hatırlatmaktadır. Allah zikrinin tekrarı, Allah’ı zikretme ve tesbih etme özelliği, davranışlarda sâbit ve kalıcı olacak ve hayatın bütün alanlarında ve anlarında herhangi bir çaba ve özen göstermeye ihtiyaç duymaksızın meydana gelen bir alışkanlık şeklinde insan derûnuna işlemesini sağlayacaktır. Böylece Allah zikri ve fikri, devamlı olarak kalpte, zihinde ve dilde hazır olacaktır. Kur’an’ın öncelikle bir inanç kitabı olması nedeniyle, bu tür unutkanlığın tedavisi üzerinde gerçekleştiği temel, Allah’ın zikrinin tekrarı olunca sonuçta bu alışkanlık, insan davranışlarında yerleşerek kökleşmektedir. 1436
1428] İbn Mâce, Talâk 16; Keşfü’l-Hafâ, I/522
1429] 2/Bakara, 286
1430] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. II/279
1431] 18/Kehf, 24
1432] 3/Âl-i İmrân, 190-191
1433] 33/Ahzâb, 41-42
1434] 4/Nisâ, 103
1435] 62/Cum’a, 10
1436] M. Osman Necati, a.g.e. s. 182
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hadis-i Şeriflerde Nisyân/Unutma Kavramı ve Unutkanlığın Tedavisi
“Hata ve unutmadan doğan sorumluluk, ümmetimden kaldırılmıştır.” 1437
Rasûlullah ve Unutma: Beşer olması hasebiyle Hz. Peygamberimiz’in de unuttuğu olurdu. Ama, bu unuttukları tebliğ edeceği dinin esaslarıyla ilgili değildir. “Ben de sizin gibi bir beşerim, sizler gibi ben de unuturum.” 1438
Yezid İbn Seleme el-Cûfî (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedim; ben Senden pek çok hadis işittim. Ancak, bunlardan, sonra işittiklerimin, önceden duyduklarımı unutturacağından korkuyorum. (Hepsinin yerini tutacak) câmî bir kelime söyle!” Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bildiklerinde Allah’a karşı müttakî ol ve bildiklerinle amel et (bu sana yeter)!” 1439
“Kur’an sahiplerinin birisi için; ‘şu şu âyetleri unuttum’ demek ne fena şeydir. Belki, ‘unutuldu” veya ‘unutturuldu’ denilmesi gerekir. Ey Kur’an sahipleri hâfızlar, Kur’an’ı daima okuyup müzâkere edin. Çünkü Kur’an’ın, hâfız kişilerin gönüllerinden ayrılıp kaçması, deve (nin boşanıp kaçmasın)dan daha zorludur.” 1440
“Kur’an’ı muhâfazaya gayret edin. Hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki; Kur’an’ın hâfızadan çıkıp kaçması, bağlı devenin (tedbirsizlik eseri) boşanıp kaçmasından daha zorludur.” 1441
“Bir kimse, oruçlu olduğunu unutarak yer, içerse (sakın) orucunu (bozmasın,) tamamlasın! Çünkü oruçluya Allah yedirmiş, içirmiştir.” 1442
Enes bin Mâlik’in rivâyetine göre; “Hz. Peygamber, (söylediği söz anlaşılsın ve unutulmasın diye) konuştuğu zaman üç defa tekrar ederdi.” 1443
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Al’nin (r.a.) Kur’an’ı unutma şikâyetini tedâvi etmiştir. İbn Abbas anlatır: “Rasûlullah (s.a.s.) ‘ın yanındayken âniden Ali (r.a.) geldi; “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın Rasûlü! Kur’an’ı unutuyor, hatırlayamıyorum.” deyince, Rasûl (s.a.s.): “Ey Hasan’ın babası, öğrendiğinde sana ve senin öğrettiklerine fayda verecek, öğrendiğini aklında tutmanı sağlayacak olan birkaç cümle öğreteyim mi?” Ali (r.a.); “evet, ey Allah’ın elçisi, öğret” cevabını verdi. “Cuma gecesi gelince, yapabilirsen, gecenin son üçte birinde kalk; çünkü bu saatler şâhidlidir ve bu saatlerde yapılan duâlar kabul edilir. Kardeşim Ya’kub çocuklarına: ‘Sizin için Rabbimden, sonra bağışlanma dileyeceğim’1444 demişti ki ‘sonra’ demekle ‘Cuma gecesi gelince’ demek istemiştir. Yapamazsan, gece yarısı kalk, onu da yapamazsan gecenin başında kalk ve dört rekât namaz kıl. Birinci rekâtta Fâtiha ve Yâsin okursun. İkinci rekâtta Fâtiha ve Hâ Mîm/Duhân okursun. Üçüncü rekâtta Tebâreke(‘l Mufassal’ı) okursun. Tahiyyâtı bitirince Allah’a hamdet, övgüsünü güzelce yap, bana ve öteki nebîlere salevât getir. Mü’min erkek ve kadınlar için ve senden önce iman etmiş kardeşlerine mağfiret dile. Bundan sonra
1437] İbn Mâce, Talâk 16; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII/298; Keşfü’l-Hafâ, I/522
1438] Kütüb-i Sitte Terc. 4/439
1439] Tirmizî, İlim 19, hadis no: 2684; K. Sitte Terc, 11/504
1440] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc, c.11, s. 242
1441] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc, c.11, s. 242
1442] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc, c.6, s. 274
1443] Buhârî, İlm 30
1444] 12/Yûsuf, 98
UNUTMA / NİSYÂN
- 227 -
şöyle duâ et: ‘Ey Allah’ım! Beni yaşattığın müddetçe, günahları terketmek sûretiyle beni kayır. Beni ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmekten alıkoy. Senin râzı olduğun şeylere güzel bakmayı nasip eyle. Ey gökleri ve yeri yaratan, celâl, kerem ve izzet sahibi Allah’ım, Ey Allah, ey Rahmân, senin celâlin ve vechin hürmetine, Kitabını öğrettiğin şekilde ezberlememi kalbime sağlamanı isterim. Benden râzı olacağın şekilde onu okumamı nasip et. Ey gökleri ve yeri güzelce yaratan, ya Allah! Ya Rahmân! Gözümü kitabınla aydınlatmanı, dilimi kitabınla söyletmeni, kalbimi kitabınla rahatlatmanı, göğsümü kitabınla açmanı, bedenimi kitabınla hareket ettirmeni Senden isterim. Çünkü bu uğurda bana Senden başka yardım edecek, Senden gayrı bana verebilecek yoktur. Yüce ve büyük olan Allah’tan başka güç ve kuvvet sahibi olan yoktur.’ Ey Hasan’ın babası, bunu 3- 5- 7 Cuma uyguladığın zaman, Allah’ın izniyle duan şaşmaz, kabul olur.” İbn Abbas (r.a.) der ki: Yemin ederim ki Ali 5-7 Cuma geçince Rasûlullah’a, yine böyle bir mecliste geldi: “Ey Allah’ın Rasûlü, bundan önce dört civarında âyet okuyor ve ezberliyordum. Sonra tekrar okumak isteyince unutuyordum. Bugün 40 civarında âyet öğreniyorum. Tekrar okuduğum zaman, sanki Allah’ın kitabı gözümün önünde gibi. Bir söz duyuyordum, cevap verdikten sonra unutuyordum. Şimdi sözü duyuyorum, konuştuğumda bir kelimesini bile unutmuyorum.“ Rasûlullah (s.a.s.): “Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki ey Ebu’l Hasan, sen mü’minsin/buna inanıyorsun” buyurdu. 1445
Son hadis-i şerife dikkat ettiğimizde, hâfıza gücümüzün artması için, O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi olmayan Allah’ın yardımını istemek, bu konuda önemli zaman dilimlerinden ve özellikle geceden yararlanmak göze çarpıyor. Bilindiği gibi, duâ, anlamsız bazı sözlerin dillendirilmesinden ve tekrarından ibaret değildir. Duâdaki sözlere gönlün ve düşüncenin de katılması gerekir. Ve sözlü duâdan önce fiilî duâ, eylem, yani sebeplere yapışmak da, duâ şuurundan ayrılmayacak hususlardır. O yüzden, ilmin şehri olan Hz. Peygamber’in, ilmin kapısı olan Hz. Ali’ye öğrettiği bu hâfıza duâsında namazı vesîle kılmak, namazla bilinçlenmek, zekâyı, hâfızayı namazla ve Allah’ın zikriyle cilâlandırmak vurgusu yapılmaktadır. Yine, bu hadis-i şerifte altı çizilmesi gereken eylemle duâ olarak, günahları terketmek tavsiye edilmektedir. Haramlardan uzaklaşmakla birlikte, yine mâlâyâni denilen, bizi ilgilendirmemesi gereken gereksiz teferruattan ve lüzumsuz meşgalelerden uzaklaşmak gerektiği belirtilmektedir.
İlim, daha çok bakarak, gözlem yaparak, okuyarak, yani göz ağırlıklı olduğundan gözün nûrunun korunması istenmektedir. Bu da haramlara bakmamak ve Allah’ın râzı olduğu bakışla gerçekleşecektir. Güzel, dinin güzel dediği, helâl ve meşrû gördüğüdür. Güzele bakan, güzel düşünecek, güzel yaşayacak, güzelin etkisinde kalacak, güzelden ayrılmak istemeyecektir. Güzel şeyleri, hayatı boyunca hatırında tutacak, onlardan kopmanın çirkinleşip esfel-i sâfilîn sınıfına düşmek olduğunu bilecektir. Bunun için, hadiste “râzı olduğun şeylere güzel bakmayı nasip et” diye duâ edilmesi ve bu duâya uygun eylemde bulunulması tavsiye edilmektedir. Unutulmaması gereken ilmin, başka kitaplarda yazılanlardan önce, Kur’an hakikatleri olduğu vurgulanmaktadır. “Kitabını öğrettiğin şekilde onu okumamı ve ezberlememi, hâfızamda saklamamı nasip et” diye duâ istenmekte ve bu doğrultuda gayret, dolaylı yoldan tavsiye edilmektedir. Sevginin, ilginin, dikkatin merkezi olarak da gönül gösterilmekte ve bu gönlün/kalbin temiz bir kap olarak Allah’ın nûru olan ilme hazır ve onu koruyacak özellikte olmasına dikkat çekilmektedir.
1445] Tirmizî, Deavât 5; Tâc, V/140-142
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Duâda geçen hitaplardan biri olan “ey gökleri ve yeri güzelce yaratan!” ifadesi de, Allah’a, O’nun yaratıcılığına, âlemdeki nizam ve güzelliği tefekküre dikkat çekmekte, bunların ilim öğrenmede, öğrenilenleri muhâfaza etmedeki önemine değinilmektedir. Ayrıca, ilmin ve hatırlamanın tüm organlarla ilişkisi vurgulanmaktadır: “Gözümü kitabınla aydınlatmanı, dilimi kitabınla söyletmeni, kalbimi kitabınla rahatlatmanı, göğsümü kitabınla açmanı, bedenimi kitabınla hareket ettirmeni Senden isterim!” Bir adı da nûr olan Allah’ın kitabının nûruyla aydınlanmayan göz, ne kadar keskin olabilir? Allah’ın kitabını okumayan dil ne kadar temiz ve doğru olabilir? İçine Allah’ın kitabı yerleşmemiş zihin ve göğüs, çöp kutusu olma vasfından nasıl ve ne kadar korunabilir? İnsan, tüm davranışlarıyla Allah’a, O’nun mesajına teslim olmadan, haramlardan uzaklaşmadan, nasıl canlı kitap haline gelebilir?
İmam Şâfiî’ye atfedilen Arapça bir şiir vardır; tercümesi şöyledir:
“Hocam Vekî’ye şikâyet ettim, hâfızamın yetersizliğini,
O beni mâsiyetleri terketmeye irşâd etti.
‘Çünkü ilim bir nûrdur; Allah’ın nûru ise,
Âsi kimselere, günahkârlara verilmez’ dedi.”
Hâfıza/Bellek ve Geliştirme Teknikleri
Hâfıza (Bellek), insanın bilgi ve hâtıralarını saklaması, gerektiğinde hatırlaması yeteneğidir. Hâfıza, psikolojinin temel elemanlarından birisidir. Hâfıza olmadan zekâ, ne yapacağını bilmez bir karışıklık içinde olur; rasyonel hareket etmekten yoksun, ne dediğini, ne yaptığını ve ne öğrendiğini hatırlayamaz bir durum ortaya koyar. Hâfızadaki bilgilerin unutulması, başlangıçta hızlıdır, sonra zaman içinde logaritmik bir ölçüye göre sâbit kalmaya meyillidir. İnsanda iki çeşit hâfıza vardır: Kısa ve uzun süreli hâfıza. Kısa süreli hâfıza, alıştırma yapılmadıkça uzun süreli hâfızaya girmez. Meselâ bir tanışma esnasında bir isim söylenilir; ama bu ismin ileride hatırlanabilmesi için tekrar edilmesi, zihnin zorlanması gerekir. Hâfıza üzerinde yapılan birçok araştırma, görme ve işitme üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu özel bellek sistemleri içinde, koku hâfızasının da önemli bir rolü vardır.
İnsan beyni, hassas bir mekanizma olmasına rağmen, son derece dayanıklı ve uzun ömürlüdür. Aynı zamanda tasavvur edildiğinden daha faydalı bir organdır. Beynin düşünme, hâfıza ve şuur üstü faâliyetlerini içine alan kısmında 10-12 milyon hücre vardır. Her hücre birbirlerine elektro kimyasal haber taşıyan ince uçlarla bağlı bulunmaktadır. Düşünce ve hâfızanın bu elektrik akımlarının yolculuğuyla yakından ilgisi vardır. Bilim adamları “dimağ yorgunluğu”, “zihin doluluğu” gibi halleri kabul etmezler; uzun süren zihnî çalışmalar neticesinde yorulan, beynimiz değil; gözlerimiz, boynumuz, sırtımızdaki kaslar veya vücudumuzun diğer kısımlarıdır. Beynimiz, hiç yorulmadan devamlı çalışacak güçtedir. Zihin yorgunluğu denen şey, genellikle dikkatsizliktir, sıkıntıdır; dikkatimizin dağılmasına engel olacak kuvveti kendimizde bulamayışımızdır.
Yaş ilerledikçe beyinde öğrenme kabiliyetinde azalma olacağı nazariyesi de bugün bilimsel olarak çürütülmüş bulunmaktadır. Ölen beyin hücreleri yerine yenileri gelmez. İnsanlar ihtiyarladıkça; bedenî ve bir dereceye kadar da zihnî
UNUTMA / NİSYÂN
- 229 -
güçlerini kaybettikleri doğrudur. Tıbbî olarak her iki halde de bu çok karışık fizyolojik mekanizmaların çeşitli kısımlarında bir seri yıkılma ve yıpranmalar neticesinde bozukluklar meydana gelmektedir. Bu bozukluklar tek başlarına tehlike teşkil etmemelerine rağmen, hepsinin birden etkisi, ciddî olabilmektedir. Yaş ilerledikçe beynin ârızalanması, oksijen ve glikoz taşıyan kan dolaşımı azaldığı içindir. Gençlikteki hâtıraların daha canlı olarak hatırlanması, dolaşım sisteminin daha iyi çalıştığı zamanlarda beyne işlenmiş olmasındandır. Bu sebepten ihtiyarlar, gençliklerinde olan şeyleri, yakın geçmişte olanlardan daha iyi hatırlarlar.
Dimağımızda yaptığımız her terkip, her tahlil bir çalışma sayılır. Beyin çalıştırıldığı zaman kuvvetlenir, çalıştırılmadığı zaman zayıf kalır. Mantığımızı işlettiğimiz nisbette yeni hükümlere varma gücümüzde artma olacaktır. Ancak işleyen demirin ışıldadığı gibi, hâfıza da idmanla, egzersizle gelişmektedir. Gelişmiş bir belleğe sahip insanlar, zihinlerinde hayalleri bütün teferruatına kadar depo ederler, ihtiyaç duydukları an ise, derhal ve aynen ortaya çıkarırlar. Kuvvetli hâfızaya sahip kişiler bir bakışta her şeyi zihinlerine işleyebilmektedirler. Onların gözleri mercek gibi çalışıp fotoğraf makinesinin resim çektiği gibi yazıları, resimleri, şekilleri hâfızalarına nakşederler. Kendilerine sorulduğunda; kelimeleri, resimleri, şekilleri zihinlerinde belirgin olarak “gördüklerini” ifade etmektedirler.
Beynin, hâtıraları nasıl sakladığı, bugün hâlâ tam olarak açıklanamamıştır. Hâfıza, bilim adamlarınca, insanın esrârı kolay kolay anlaşılamayan yeteneklerinden biridir. Bazı bilim adamlarına göre; hâfızanın her bir parçası, yüzlerce, binlerce hücreden meydana gelmiştir. Birbirine ince uçlarla bağlı ilmikler bulunmakta ve ilmiklerde elektrik akımları dolaşmaktadır. Diğer bilim adamlarına göre de; hâtıra hücreye işlenmekte veya bir sicimdeki düğümler gibi bir hücreler zinciri teşkil etmektedir. Bilimsel olarak; hissettiğimiz görüntülerin otuz ilâ altmış dakika beynimizde kayda geçmeden yüzer halde kaldığını kesin olarak bilmekteyiz. Bu sebepten başına sert bir darbe yiyen insan, vuruştan 15-20 dakika evvelini hatırlayamamaktadır. Ortalama bir ömür içerisinde beynin, birbirinden ayrı on beş trilyon haber aldığı hesaplanmıştır. Hâfızada tutulanların sayısı, beyin hücre adedinden kat kat fazladır. Yapılan bir araştırmada beynin depolama kapasitesinin bir katrilyon (bir milyon tane milyar) bilgi parçasını alacak imkâna sahip olduğu hesaplanmıştır. İnsanın zihnî kabiliyetlerinin % 10-15’inin kullanıldığı, buna rağmen hâfızada trilyonlarca ayrı haber depo edildiği düşünülecek olursa, hâfızamızın gücü ve çapının beşer idrâkinin kat kat üstünde olduğu anlaşılmış olacaktır.
Tıp araştırmacıları, bir süredir beyinde bazı bölgelerin elektrikle uyarılması sonucu hâfızanın ortaya çıktığını bilmektedirler. Hâfızanın beyinde yıllarca nasıl mükemmel bir şekilde korunduğu ve öğrenmenin nasıl olduğu hususunda bilgilerimiz çok az olmakla birlikte, bazı hayvanlarda yapılan çalışmalar, bu konunun aydınlatılmasında ümit vericidir. Hâfıza, beynimizde sayıları yüz milyarı bulan sinir hücrelerinin içinde saklanmaktadır; fakat çok girift olan ve bugüne kadar ancak çok az kısmını anlayabildiğimiz insan beyninde bunu araştırmak, çok zordur. Çünkü bir hâfıza kaydı, beyinde tek bir hücrede değil; milyonlarca sinir hücresinin birbirleriyle temaslarıyla meydana gelen büyük bir ağ içinde yapılmaktadır.
İnsan beyni içinde bir hardal tanesi küçüklüğünde bir yere yerleştirilen hâfıza merkezine bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle büyük bir kitap, hatta kütüphane
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmündedir ki, bütün hayat mâcerasının içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba bu kudret mûcizesine hangi sebep gösterilebilir? Beyindeki sinir lifleri mi? Basit ve şuursuz hücre atomları mı? Tesadüf rüzgârları mı? Hâlbuki bu sanat hârikası, ancak öldükten sonra dirilince bütün yaptığı işleri muhâsebe vaktinde insanın hatırına getirecek ve işlediği her fiilin yazıldığını bildirmek için küçük bir senet gibi, yazıp aklının eline verecek gayet hikmetli bir Sanatkâr’ın sanatı olabilir. 1446
Son devrin bazı âlimlerince hâfızanın/belleğin, dünyadaki amellerin saklandığı ve âhirette açılacak olan amel defteri olarak kabul görmesi, ona başka bir önem daha atfetmektedir. Nitekim bu âlimler tarafından ileri sürülen anlayışı, Kur’an âyetleri de desteklemektedir: “Her insanın amelini boynuna dolarız. İnsan için kıyâmet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” 1447
Hâfızanın iki temel şartı vardır: Tecrübelerin oldukları gibi kalması; Bir zaman düşüncesinde ve zaman düzeninde bulunması. Yani hâfıza, her şeyin rastgele atıldığı bir bitpazarı veya hurdacı dükkânı değildir. Bir eczane tertip ve düzeni içindedir. Hatırlama da, çağrışım yoluyla, evvelce bildiğimiz bir şeyi aklımıza getirmektir. Çağrışım da, bazı kanunlara bağlı olarak meydana gelir. Bunlar: 1- Zamanda yakınlık, 2- Mekânda yakınlık, 3- Benzerlik, 4- Tezat’tan oluşmaktadır. Sarışın birini gördüğümüz zaman, sarışın bir yakınımızı hatırlamamız benzerlik yoluyla; geceyi gördüğümüz zaman gündüzü hatırlamamız zıtlık yoluyla, Marmaris kelimesini duyduğumuz zaman geçmişte yaptığımız bir tatili hatırlamamız uzayda/mekânda yakınlık yoluyla çağrışıma örnek teşkil eder. Düşünüp akıl yürütürken, büyük çapta hatırlamada bulunduğumuzu söyleyebiliriz.
Hatırlama, saklanan şeyin zihinde ne dereceye kadar kaldığını göstermek sûretiyle tesbit ve zihinde tutmanın derecesini de göstermektedir. Zihinde tutma derecesi, ya hemen hatırlama veya gecikmeli olarak hatırlama şeklinde kendini gösterebilir. Bilgisayar ve diğer mekanik cihazların hiçbir ayırım yapmadan bellekte tutmasına, saklamasına karşılık, insan hâfızası seçme özelliğine sahiptir. Kötü veya iyi olanı seçer. Hâfıza bir seçme fonksiyonu olarak yaş, çevre, huy, heyecan hali, amaç gibi hallerle değişen tercihlere göre şemalar serbestleşir.
İnsan zihni, hiçbir ayrıma tâbi tutmadan bütün öğrendiklerini sonsuza kadar saklayacak kapasitede yaratılmamıştır. Öğrendiklerimizin bir kısmını, bazı hallerde de tamamını unuturuz. Bazı araştırıcıların bulgularına göre, öğrenilmiş bir şeyin hiçbir zaman tamamen unutulmadığı tesbit edilmiştir. Şuurumuza çıkmayıp unutulmuş gibi görünen bilgi ve hâtıralarımız, bu teze ve tesbite göre tamamıyla kaybolmamakta, bunların düşünce, muhâkeme ve takdirlerimizde payları bulunmaktadır.
Unutma ve Hatırlama: Öğrendiklerimizi zihnimizde uzun süre saklamanın yolu nedir? Unutmaya tesir eden faktörler:
1. Öğrendiklerimizin zihinde tutulması için, iyi tesbit edilmesi gerekir. Bu ise iyi bir öğrenmeyi gerekli kılar. Unutmayı önlemenin en iyi yollarından biri, öğrendiğimiz şeyi iyi öğrenmemizdir. Yüzeysel öğrenmelerde unutma miktarı
1446] Sızıntı’dan Tıbbî Gerçekler, s. 229-232
1447] 17/İsrâ, 13-14
UNUTMA / NİSYÂN
- 231 -
fazla ve unutma süratlidir. Aşırı öğrenme ise, unutmayı en aza indiren ideal bir öğrenmedir. Canlı, hareketli öğrenme de önemlidir. Çünkü canlı bir öğrenme, saklamanın en iyi şartıdır. Dikkat pasif, tekrarlar gevşek ve gelişigüzel, kuvvetli bir hatırlama niyeti de yoksa az öğrenilir ve kısa zamanda unutulur.
2. İyi düşünülmüş şeyler kolay unutulmazlar. Bu itibarla hâfızaya yapılacak en büyük hizmet, düşünmek ve düşündürmeye alıştırmaktır.
3. Aralarında bağlantı kurulamamış parça bilgiler organize bilgilere oranla daha çabuk unutulurlar. Yeni kazandığımız bilgilerimiz eski bilgilerimize öyle bağlanmalı ki, yeni edinilen bilgi zihinde bekleyenlerle buluşsun ve birleşsin. O zaman saklama uzun ömürlü olacaktır.
4. Öğrenme sürecinin arkasından gelen başka bir faâliyet, öğrendiğimiz şeylerin daha çabuk unutulmasına yol açmaktadır. Bu olaya “geriye ket vurma” denmektedir. Bir öğrenme olayının hemen arkasından uyku gelir, öğrenen kişi uyursa unutmanın en az olacağı belirtilir. Çünkü geriye ket vuran bir şey olmaksızın öğrenilen şeyler hâfızaya yerleşmiştir.
5. Hatırlama olayında kişiliğin ve zihin seviyesinin etkisi vardır. Hâtıralar bunların güç ve seviyelerine göre gün ışığına çıkarlar.
6. Öğrenilen materyalin mânidar, yani anlamlı olması, hem öğrenmeyi kolaylaştırır, hem de öğrenilen şeyin uzun süre hâfızada kalmasını sağlar. Hiçbir anlam taşımayan materyaller daha kolay unutulurlar. Çünkü bunlar, sadece hâfızaya dayanmaktadırlar. Hâlbuki anlamlı olan materyaller hem hâfızaya dayanmakta, hem de çağrışımla desteklenmektedirler.
7. Yapılan çalışmalar “kullanma ve uygulama yeteneğinin, terim bilgisinden daha yavaş unutulduğunu” göstermiştir. Bu itibarla öğretmen, öğrettiği bilgilerle yaşanan hayat arasında canlı bağlar kurmalıdır.
8. Unutmayı azaltmada tekrarın da önemli katkısı vardır. Herhangi bir konuyu öğrenip anladıktan sonra unutmayı en aza indirmek için öğrenilenler belli aralıklarla yeniden gözden geçirilmelidir. Önemli olan bir husus da şudur: Bu tazeleme ve uygulamalar, kısa bir zaman sonra yapılmalıdır.
9. Bir bünyeye sahip materyaller daha uz unutulurlar. Eski bilgilerle ilişki kurularak öğrendiğimiz yeni bilgiler, manzûme halindeki kelimeler, mısrâlar, başka fikirlerin ortaya çıkardığı fikirler; kelime, yalın fikir ve yalın bilgilerden daha uzun zaman hâfızada yaşarlar.
10. Hareketle ilgili mahâretler, en iyi muhâfaza edilen mahâretlerdir. Bisiklete binme, yüzme, on parmak daktilo veya klavye kullanma ve benzeri alışkanlıklar, kolay unutulmazlar.
Yukarıdakiler dışında, hâfızayı etkileyen başka faktörler de vardır. Meselâ, öğrenilecek şeyin kolay veya zor oluşu, öğrenme metodunun iyi veya kötü oluşu, öğrenenin yaşı, zekâ derecesi, öğrenilen materyale karşı takındığı tavır ve ilgi, saklamayı ve hatırlamayı etkiler. Fikir bağlantılarımız, mîzacımıza ve genel ruh hâletimize uygundur. Bu itibarla bir kısmımız, neşe verici şeyleri, bazılarımız da ıstırap çağıran şeyleri daha rahat hatırlarız.
Zayıf olan hâfızalar için yapılacak şey, türlü çağrışım ağları örmek, tekrarlara
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başvurmak, öğrenilen şeyleri mantıklı bir sisteme bağlamaktır. Beyinde bulunan bazı sinir hücreleri bazı uyarımlarla birçok defa aktif hale geçirildiği takdirde farklı bir yapı kazanmakta ve uzun vâdeli hâfıza doğmaktadır. Geçici aktiflikler ise, kısa vâdeli hâfızayı doğurmaktadır. Çocuklarda ânî hâfıza çok kuvvetlidir. Bu hal, okulda onun çabuk öğrenmesini sağlar. Yaşlılarda durum farklıdır. Onlarda ânî hâfıza çökmüş durumdadır. Onlarda eski şeyleri hatırlama hâfızası, uzun süre canlı kalır.
Unutulmuş bir şeyi tekrar ezberlemeğe kalktığımızda, birinciye nisbetle daha kolay ve çabuk ezberlediğimizi göreceğiz. Bu da, “tam unutma yoktur” tezini doğrulamaktadır. Hatırlanmaları belli rûhî bir yönün devamı için faydalı verileri hatırlarız. Unutulmaları yararlı verileri unuturuz. Bu durum, hâfızanın, tamamıyla izlenen amaca uyan bir intibakın/uyumun hizmetinde olduğunu göstermektedir. Nazarî olarak unutmanın iki sebebi olduğu bazı psikologlar tarafından ileri sürülür: 1- Bozucu etki, 2- Bellekteki çözülme. Hatırda tutulan miktar, pek çok etkene bağlı olduğu halde, üç önemli faktör dikkat çeker: Malzemenin anlamlılığı, malzemenin başlangıçta ne kadar iyi öğrenildiği ve diğer öğrenmelerden gelen bozucu etkiler.
Unutma, yüksek öğrenim çağında en hızlı, lise çağında daha yavaş seyrederken, daha önceki sınıflarda ise en yavaş biçimde seyretmektedir. Yapılan araştırmalara göre unutma, başlangıçta hızlı giderken, sonra yavaşlamaktadır.
Hâfıza bozuklukları: Hâfıza bozukluklarının da hatırlamaya etkisi vardır. “Şu veya bu şeyi veya gördüğü ve işittiği olayı tesbit edememek, onu uzun bir süre saklayamamak, gerektiği zaman yerini ve zamanını belirtememek ve gözünde canlandıramamak gibi haller, hâfızanın unutkanlık (amnesique) denilen bozukluklarını teşkil eder. Hâfıza bozuklukları birkaç bölümde incelenir. Bunları, şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Amnesia (amnezi): Hâfızanın kaybolması veya unutma, şeklinde tanımlanabilir. Kısmî veya tam olabilir. Bazı hallerde devamlı, bazı hallerde geçicidir. Fâsılalı veya sınırlı mâhiyette olabilir. İnsanın geçmişi ile ilgili hâtıraları tamamen unutması anlamına gelen “tam unutma” nâdiren ortaya çıkar.
2. Paramnesia (paramnezi): Bir çeşit hatırlama hatasıdır. Bu durumdaki hasta, geçmiş olayları ya yanlış olarak hatırlar veya olmamış, yaşanmamış olayları olmuş zanneder.
3. Hyperamnesia (hiperamnezi): Belli olaylarla ilgili belleğin aşırı derecede canlı oluşuna bu ad verilir. Bu tâbir, hâfızanın aşırı derecede artışını ifade eder.
4. Hypoamnesia (hipoamnezi): Bu durumdaki kimsenin belleği yavaşlar, azalır.
Hâfıza bozuklukları, özelliklerine göre şu kısımlara da ayrılır: Saptama unutkanlığı, hatırlama unutkanlığı, bütünlüğüne unutkanlık ve tam olmayan amnezi.
Duyumları mânâlandıran, idrâkleri zenginleştiren, öğrediklerimizi saklayan, gerektiği zaman hatırlatan hâfıza, müstakil bir meleke değildir. Çağrışım ile çalışır. Bilgi ve tecrübelerimizin hazinesidir. Hâfıza olmasa düşünce, dolayısıyla dil de olmayacaktı. Olayları önceden kestirmede hâfızanın büyük payı vardır. Havanın kararmasıyla yağmurun beklenmesi, onun sâyesindedir. Hâfıza, zekânın temel unsurudur. Onsuz zekânın var olabileceği pek düşünülemez. İşittiğimiz
UNUTMA / NİSYÂN
- 233 -
kelimeleri, gördüğümüz yüzleri, edindiğimiz genel bilgileri, gittiğimiz yerleri ve daha birçok şeyleri hatırlamasaydık, birer zavallı aptaldan başka bir şey olamazdık. 1448
Unutkanlığın, başına iş açmadığı hiçbir kimseden söz edebilmek mümkün değildir. Unutmak bize genellikle zarar verir. Ancak, bazı zamanlarda da tahmin edemeyeceğimiz kadar faydalar sağladığını hiç düşündünüz mü? İki mü’min arasında, karı-koca, baba-evlat arasında yaşanan kötü olayların unutulması, kırgınlıkların unutulması gibi.
Bize fayda yerine kayıp ve zahmet getiren unutkanlıklarımızı muhakkak önlemeye çalışmalıyız. Unutkanlığı önlemenin biraz da kendi elimizde olduğunu biliyor muyuz? Her şeyden önce kişinin kendisini tanıması gerektiğine inanmalıyız. Onun için kendinize sorun: “Unutkanlıklarımı önlemek için bu güne kadar ne yaptım? Cevabınız genellikle “hemen hemen hiçbir şey yaptığımı söyleyemem” şeklinde olacaktır. Eğer öyleyse, şu andan itibaren kendinizi tanımaya başlamalısınız. Öncelikle aşağıda verdiğimiz soruları kendinize sorun ve cevaplarını da doğru bir şekilde kendinize verin.
“Kolayca unutur musunuz? Neleri kolay unutursunuz? Unuttuklarınızı hatırlamanız, çok geç mi olur? Dikkatinizle unutkanlığınız arasında bir bağ kuruyor musunuz? Unutkanlığınızda yorgunluk, bitkinlik ve benzeri etkenler rol oynuyor mu? Unutkanlığınızı hatırlamaya çalışırken kelimeleri seçemediğiniz için ifade güçlüğü yaşar mısınız? Amaçlarınıza en kestirme yoldan ulaşmayı biliyor musunuz? Gayelerinizi sık sık unutup başka yollara dalar mısınız? Unutkanlıklarınızın ortaya çıkması, olayları unutmaktan da kaynaklanıyor mu? Anlama isteklerinizin tamamını okuma, dinleme ve görme ânında kullanabiliyor musunuz? Okumadan zevk almayışınız, anlama güçlüğünün ortaya çıkmasına yol açar mı? Okuduğunuz şeylerin büyük bir bölümünü mü, çok azını mı, yoksa yeteri kadarını mı anlıyorsunuz? Unutkanlıklarınızda zamanın büyük rolü var mı?
Unutkanlıkla günahlar arasında bir bağ olduğunu kabul eder misiniz? Temiz ve helâl gıdanın, istiğfâr ve duânın, dengeli beslenme ve ruhu dengeli doyurmanın, Kur’an okumak ve ahkâmına tâbi olmanın, sâlih ve sâdıklarla beraber olmanın unutma üzerinde etkili olduğunu biliyor ve o konuda gayret gösteriyor musunuz? İbâdetlere ihlâsla devamın, gecelerden yararlanmanın, Allah’ı zikretmenin, tefekkür, düşünme ve akletmenin unutkanlıkla ilişkileri konusunu değerlendiriyor musunuz? Unutmakla sevgi, ilgi ve önem verme arasında bir bağ olduğunu düşündünüz mü?
Bu sorulara vereceğiniz cevaplar, unutma konusunda kendinizi tanımanıza sebep olacaktır. Teşhis olmadan tedavinin mümkün olmadığını da unutmamak gerekiyor.
Hâfıza üzerine araştırma yapan uzmanlar, öğrenilen şeylerin birkaç dakika sonra unutulmaya başladığını keşfettiler. İstatistikler, dünyada en çok sıklıkta unutulan şeyin şemsiye olduğunu gösteriyor; ilginç! Sonraki sıralamada şunlar yer alıyor: Rakamlar ve tarihler, şahıs ve eşya isimleri, ilgi duyulmayan konular, zor öğrenilen konular, küçük ve orta ölçekteki başarısızlıklarımız, rastgele elde edilen bilgiler, yorgun ve hasta iken öğrenilenler, uykulu hallerde öğrenilenler,
1448] Yaşar Fersahoğlu, Kur’an’da Zihin Eğitimi, s. 117-124
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlaşılmayan şeyler... En az unutulan şeyler ise; sık sık tekrar edilen isimler, tarihler ve diğer konular, hatırımızda tutulmasına inandığımız şeyler, çok iyi kavranılan konular, orta ve büyük ölçekli başarılar, güzel olaylar, fizikî üstünlükle elde edilen başarılar, küçük yaşta geçirilen ve bellekte çok derin izler bırakan olaylar.
Unutma olayı, acaba hâfızada kendiliğinden mi gerçekleşmektedir, yoksa bazı konuları unutmamak için biz kendimizi yönlendirir miyiz? İşin doğrusu, bazı olayları unutmamak için kendimizi yönlendirdiğimizdir. Öyleyse, ihtiyaçlarımızı belirleyip bu konuları unutmamaya kendimizi yönlendirebiliriz. Fakat ihtiyaçların belirlenmesi de önemli bir basamaktır. O yüzden, öğrenmeye başlamadan önce ihtiyaçları belirlemek gerekir. Başarı oranı, gereksinimlerin tesbiti ve bunların karşılanması ile doğru orantılıdır.
Günlük olayları çabuk unuturuz. Bu gereksiz ayrıntıları unutma, Allah’ın nimetidir. Kitap okurken unutmanın önüne geçebilmek için hızlı okuma esaslarını bilip kullanmanın büyük yararı vardır. Çünkü yavaş okunanların hâfızada yer etmeyip unutulması daha kolaydır. Kitap okurken, okuma hızımız, beynimizin çalışmasına göre yavaş olursa, okurken araya düşünce engelleri girecek ve ne kadar yavaş okuyorsak o kadar konuya konsantre olmamız güçleşecektir. Yavaş okuduğunuzda kelimeleri belleğe göz vasıtasıyla tek tek aktarırsınız. Bu tarz okumada sık sık başka şeyler düşünürsünüz. Çabucak unuttuğunuz için yine sık sık geriye dönüşler yaparsınız. Bu durum, anlayışınızın düşük oranda gerçekleşmesine yol açar. Çünkü gözün görme hızı ile alınıp hâfızaya gönderilen kelimeler, algılama kapasitesinin çok gerisinde kalmaktadır. Gözün görme hızı, hiçbir zaman algılama kapasitesine erişemez. Ancak göze ait görme alanları genişletilmek sûretiyle kelimeler belleğinize üçlü-dörtlü bloklar halinde gönderilebilir. Böylelikle daha yüksek anlayış puanına ulaşılabilir.
Hâfıza, beyne çok çeşitli yollarla gelen bilgi, algı ve izlenimlerin hatırlanma yeteneğine verilen addır. Hâfızada gerekli, gereksiz pek çok bilgi bulunur. Hâfızada bulunan şeyler kişilerin kültür yapılarının anlaşılabilmesine yardımcı olur. Hâfıza, bilindiği gibi, kısa süreli hâfıza ve uzun süreli hâfıza diye ikiye ayrılır. Kısa süreli hâfıza, beyinde bilgi girişlerini düzene sokan biyoloji mekanizmasının aldığı addır. Kısa süreli hâfızada, gerçekleşen olay hakkında bilgiler, ancak ilk yirmi saniye içinde tam net olarak hatırlanabilmekte, kırk saniyeden sonra ise bilgiler hemen hemen hiç hatırlanamamaktadır. Kısa süreli hâfızanın en ilginç özelliği, ilk yirmi saniye içinde gerçekleşen olay hakkında soru sorulması veya ilk yirmi saniye içinde bu olayların tekrar edilmesi durumunda çok uzun bir süre sonra da hatırlanabilmesidir. İlk yirmi saniye içerisinde yapılan tekrarlar bilginin hâfızaya kaydedilmesine yardımcı olmaktadır. Çünkü hâfıza, ânî davranış yapmak üzere programlandığında, bilgi, algı ve izlenimleri hemen değerlendirir ve ardından unutur. Yani onları siler. Bilgi, algı ve işlemlerle beyne gelen veriler, ilk yirmi saniye içerisinde gelecekte kullanılacağı düşünülerek hâfızaya kaydedilirse unutulması mümkün olmaz.
Kısa süreli hâfızaya gelen bilgi, yirmi saniye sonra kısa süreli hâfızaya alınarak kaybolması bir süre için önlenir. Bilginin hâfıza sistemleri arasında yer değiştirmesi yirmi dakika kadar sürer. İkinci aşamada bilgi uzun süreli hâfızaya geçiş yapar. Uzun süreli hâfıza, insan beyninde uzun süreli kayıtların yapıldığı, çocukluk yıllarının başlangıcından ölüme kadar belleğe gelen bütün “önemli” ve
UNUTMA / NİSYÂN
- 235 -
ilgi duyulan bilgilerin envanterinin yapıldığı yerdir. Uzun süreli hâfıza sâyesinde büyük başarılar kazanılabilir. “Bir film şeridi kadar canlı”, “daha dün gibi” şeklinde ifadelerde bulunmamıza yardımcı olan, işte bu uzun süreli hâfızadır. Uzun zaman öncesinde yaşanmış olaylar, uzun süre hâfızaya çok net olarak yerleşirler. Çoktandır göremediğiniz bir arkadaşınızla birden karşılaştığınızda onunla olan iyi kötü hâtıralarınız gözlerinizde canlanır. Uzun süreli hâfıza, kendi fonksiyonunu yerine getirmemiş olsaydı, bu hatırlama gerçekleşebilir miydi?
Uzun süreli hâfızaya aktarılan bilgiler de unutulabilir mi? Hayır, bu mümkün değildir. Unutmanın birinci şekli, tamamen bir daha hatırlanamaz hale gelen bilgilerdir. Bu tür bilgiler, kısa süreli hâfıza basamaklarından öteye geçemeyenlerdir. Unutmanın ikinci türü ise, belleğe gönderildiği halde, istenildiğinde bulunamayan bilgilerdir. Bu bilgilere yeniden ulaşma, ancak bilginin tekrarlanmasıyla mümkün olur. Üçüncü unutma türünde ise bilgilere istenildiği anda ulaşılamaz, ancak bir müddet sonra bu bilgiler “hatıra gelir.” Ancak kendiliğinden ortaya çıkan bu hatırlama, pasif unutma olarak adlandırılabilirler.
Mnemoteknik (Hâfıza Geliştirme Teknikleri): Hâfızanın kuvvetinin çeşitli desteklerle artırılması çalışmaları mnemoteknik adıyla bilinir.
Hâfızayı kuvvetlendirmek amacıyla geliştirilen, daha doğrusu insan fıtratındaki bu gücün keşfedilmesiyle ortaya çıkan mnemoteknik ilkelerinin en önemlisi, bellenilmesi istenen şeylerin manzum halde kişiye verilmesidir. Diğer bir mnemoteknik hile ise, ayların kaç günden oluştuğunu hatırlamak için yaptığımız parmak arasını sayma yöntemidir. İlköğretim öğrencilerine genellikle toplama ve çıkarma işlemlerinin öğretildiği sayı boncukları (abaküsler) da mnemoteknik yöntemlere bir örnek sayılabilir.
Anlamlandırılan, çağrışım kurulan konular, kolay hatırlanır. Herhangi bir bilginin anlamlandırılması çok çeşitli şekillerde olabilir. Meselâ, bir telefon numarası hatırınızda tutmak istiyorsunuz. Bu telefon numarası 329 52 21 olsun. Öncelikle telefon numarasının sahibinin nerede olduğunu biliyorsunuz. Bu bilgi, size telefonun hangi rakamla başlayacağının ipucunu verir; bu numaramızda 3’tür. Ardından gelen 29 rakamı Giresun ilinin trafik plaka numarasıdır. 52 ise Ordu ilinin trafik plaka numarasıdır. 21 ise diyelim ki sizin yaşınızdır. Bu telefon numarasını hatırınızda tutabilmek için, öncelikle Karadeniz kıyılarında yer alan iki vilâyeti hatırlarsınız, arkasından yaşınızı. Bu ve benzer şekilde anlamlandırma yapma, hatta rakamların bile anlamlandırılması mümkündür. Siz de bu ve benzeri türden rakamların anlamlandırılması ile ilgili bolca egzersizler yaparak hâfıza teknikleri elde edebilirsiniz. Böylece mutlaka hatırlamak durumunda olduğunuz rakamları unutmamak için onları anlamlandırıncaya kadar bu tür deneme ve çalışmalar yapabilmelisiniz.
Çarşıya veya pazara çıktığınızda almanız gerekenleri evde tesbit ettiğinizde o ihtiyaçları unutmamak gerekiyor. Bunu sağlamak için onları anlamlı bir kelime oluşturacak şekilde sıralayabiliriz. Diyelim ki pazardan salatalık, armut, muz, soğan, un, nohut almamız gerekiyor. Bu kelimeleri sıralayarak anlamlı bir kelime elde edebiliriz. Unutmamamız gereken anlamlı kelime, yukarıdakiler için Samsun kelimesini düşünmek yeterli olacaktır. Tabii, her zaman, bu örnekte olduğu gibi anlamlı bir kelime oluşturmak mümkün olmaz. Bazı zamanlarda size son derece anlamsız gelen kelimeler ortaya çıkabilir. Bu anlamsız kelimeyi hatırımızda
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tutmak için, anlamlandırarak hatırlama yöntemlerini kullanabiliriz. Böylece anlamsız kelimeyi anlamlı hale getirebilir, öylece hâfızamıza kolayca yerleştirebiliriz.
Bağlantı kurma yöntemi: Bağlantı kurma yöntemi, sebep-sonuç ilişkisine dayalı olarak bir bölgeden hareketle çerçeveyi genişletme, yeni bilgi malzemesini eskileriyle birleştirerek anlam oluşturma şeklinde izah edilebilir. Bağlantı kurma yöntemi, canlandırma adı verilen bir diğer yöntem ile içiçedir. Canlandırma yöntemi ise, her işe, her harekete, her nesneye/şeye canlılık katma, onu anlamlandırma şeklinde ortaya çıkar. Zaten gün boyunca hatırımızda kalan şeyler, canlandırmadan başka bir şey olmadığı gibi; diğer bazı olaylar değişik şekilde canlandırılabilir. Bizi etkileyen olayları başkalarına aktarırken de canlandırma yönteminden bol bol istifade etmekteyiz. Pek çok araştırmacı, dramatize edilen olayların çok daha kolay hatırlanabildiği, hatta zor unutulduğu kanaatine varmıştır. 1449
Bir mnemoteknik araştırmacısı şöyle diyor: İnsanların unutma sorunu yoktur, dikkat sorunu vardır. Belleğe iyi bir ilk izlenim kaydedilmezse kolay unutulur. Ortalama insan görmeden bakar, duymaksızın dinler, hissetmeden dokunur, tad almayarak yer, fizikî bilince erişmeden hareket eder, koku bilincine ulaşmadan nefes alıp verir ve düşünmeden konuşur. Böyle bir duygusal körlükle hâfızanın evrenle, kendisiyle ve Yaratanıyla ilişkisi kesilir. Bilgiyi çok kanallı alıp tasnif etmek ve odaklanarak kaydetmemiz, ancak yüksek bilinç geliştirmekle olur. Bu nedenle ilişkilendirme, belleğin en önemli dayanaklarından biridir.
Hatırlamayı şu tekniklerle kolaylaştırabiliriz. Bir şeyi hatırlamaya çalışırken tüm duyularınızı hatırlamaya çalıştığınız şeyle ilişkilendirin. Hatırlamak istediklerinizi, resimler yerine hareket eden filmler şeklinde hatırlamaya çalışın. Hareket eden görüntüler, sâbit resimlerden daha kolay hatırlanır. Yeni bir bilgi, mevcut bir bilgi ile ilişkilendirilebilirse, kolayca hatırlanabilir. Konuşmasında espri kullanan bir konuşmacının anlattıkları çok daha kolay hatırlanır. Siz de öğrenirken eğlenmeyi, hatırlamak istediğiniz şeylere espri katarak öğrenmeyi öğrenmelisiniz. Çocuklar biraz da bu yüzden çabuk öğrenirler ve kolay unutmazlar; oyunla, eğlenmeyle, zorlanmadan, kendiliklerinden öğrenirler. Öğrenmek için pek az mürâcaat ettiğimiz bir yöntem de hayal gücüdür. Bu yöntemi kullandıkça, öğreneceğiniz konuyla ilişkilendirebileceğiniz hayallerinizin bellek performansınızı ne kadar olumlu etkilediğini hemen fark edebilirsiniz. Hayal kuramıyorsanız, üzülmeyin. Her gün, önce son bir saatte, sonra da bir gün içinde yaptıklarınızı, gözünüzü kapatarak bellek kayıtlarınızdan görüntüleriyle tekrar canlandırmaya çalışın. Başlangıçta görüntüleri hatırlamakta zorlanabilirsiniz. Bu uygulamayı 2-3 hafta sürdürdüğünüzde gün içinde hatırlamaya değer bulduğunuz şeyleri ne kadar iyi kaydettiğinize siz de şaşıracaksınız.
Hatırlamada, sayılardan da yararlanabilirsiniz. Beyninizde sâbit klasörler ve bunların uzantısı dosyalar açabilirsiniz. Bunun için, meselâ 1’den 20’ye kadar her rakama hareket eden bir görüntü kaydedin. Sırasıyla hatırlamak istediğiniz şeyleri bu görüntüyle kaydedin. Meselâ, 14. sıradaki bilgiye ulaşmak istediğinizde hemen hatırlayacağınızı göreceksiniz. Hatırlamak istediğiniz şeyleri çağrıştıran semboller kullanın. Bunlar, alışılmışın dışında, renkli, kışkırtıcı semboller olabilir.
1449] Geniş Bilgi için bk. Muhsin Kadıoğlu, İyi Anlama Yöntemleri, özellikle s. 26-77
UNUTMA / NİSYÂN
- 237 -
Belki çok ilkel kaçan parmağınıza ip bağlamak bile bu sembollerin gücüyle ilgilidir. Bir bilgiyi kullanacağınız alanı belirleyip sistematik bir düzen/sıra içerisinde beyninizin dosyalama sistemini geliştirebilir; otomatik ve düzenli bir kütüphane oluşmasını sağlayabilirsiniz. Pozitif düşünce, iyimserlik de bellek kapasitesinin artırılması için gerekli enerjiyi üretir. Bunun tersi olan şüpheci, güvensiz, ihtimaller içinde olumsuz seçeneklerin gerçekleşebileceğini varsayma alışkanlığı, zihnin olumlu gelişimine sekte vurabilir. Abartma da önemlidir. Bir şeyin abartılmasından pek hoşlanmayabilirsiniz; ancak, unutmayın ki dehâlar uçuk kaçık fikirlerle doludur. Hatırlanması zor bir şeyi hatırlamaya çalıştığınızda bunu canlandırma sisteminizde abartarak komikleştirebilirsiniz. Silik ve zayıf bilgiler, bu sâyede daha güçlü bir izlenimle kaydedildiğinden daha kolay hatırlanacaktır. Hâfıza sisteminin güçlenmesi birden fazla etkilerin doğru kullanılmasına bağlıdır. Unutmayın ki, bir zincirin gücü, en zayıf halkasının gücü kadardır. 1450
Uzmanlar, normal insanların mevcut beyin kapasitelerinin çok azını, bazı uzmanlar ancak % 1kadarını kullanabildiğini söylemektedirler (Bu konuda en iyimser rakamlar, % 10-15). Bu durumda beynimizi, kullanılmayan, yaklaşık % 99 kapasitesiyle beraber, uyuyan bir dev’e benzetmek yanlış olmasa gerek. Demek geride, kullanılmayı bekleyen muazzam bir kapasite var. Beyin potansiyelinin ancak bu kadar azının kullanılmasının temel sebeplerinin başında, beynin nasıl çalıştığının yeterince bilinmemesi geliyor. Yani, zihinsel yeteneğimizle ilgili sorunlar, beynin kapasite eksikliğinden değil; onu nasıl kullanacağımızı bilmeyişimizden kaynaklanıyor. Hâfıza eğitilebilir, âtıl potansiyel harekete geçirilebilir. Hâfıza teknikleri bu konuda ciddî bir adımdır. Ancak işleyen demirin ışıldadığı gibi; çalışmak, özellikle sistemli çalışmak zekâyı, hâfızayı açtığı gibi, tembellik de köreltir. İmam Buhârî’nin 300.000 (üç yüz bin) hadisi, rivâyet zinciri ile beraber ezberlediğini, hadisle ilgili İslâmî kaynakların haber verdiği gibi, batılılar da örnek gösterir.1451
Hâfıza tekniklerinin içinde hayal gücü ve çağrışım iki temel ilkedir. Hayal gücü ve çağrışım yoluyla bilgileri hâfızaya alırken dikkat edilmesi gereken noktaları şöylece sıralayabiliriz: “Çok hayal kur.”
1- Çarpıcı hayaller kurun.
2- Oluşturduğunuz hayalleri hareketlendirin.
3- Kesinlikle, aklınıza ilk gelen hayali kurun.
4- Hayal ettiğiniz görüntüyü gözünüzün önüne getirin; belirgin ve ayrıntılı olsun.
5- Abartın. Yani, sayıları artırın, boyları büyütün, ya da küçültün.
6- Yerine koyma ilkesini uygulayın. Diş macununun yerine peynir koymak gibi, ilişkilendirdiğiniz kavramlardan birini diğerinin yerine koyun.
7- Arada ilişkiler kurun; Böylece çağrışım yoluyla hatırlamanız mümkün olur.
8- Lütfen, daima olumlu düşünün. Kendinizi rahat bırakın; baskı altında hissetmeyin.
1450] Anlayarak Hızlı Okuma, Adil Maviş, s. 55-59
1451] Meselâ, bk. Tony Buzan, Dehânın El Kitabı
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
9- Kayıt kanalı çok olsun. Görüntü, ses, koku, tad ve dokunma; mümkünse hepsini birden hayallerinize katın.
10- Unsurları, bilgileri, şekilleri belli bir sıraya koyun.
11- Renklendirin.
Bağlama Metodu: Alınan bilgilerin çağrışımları, belli bir sıra ve düzende hâfızaya alındığında, hem sağ ve hem de sol beyin çalışmakta, böylece beyinde dinamik bir sentez oluşmaktadır. Bu da, alınan bilgilerin kalıcı olmasına büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Çünkü, çağrışım sistemi ile sağ beyin aktif hale gelir; bağlama metodu ile de sol beyin aktif hale gelir. Çağrışım sisteminde bilgiler, hayal gücü ile abartılı bir şekilde görsel hale getirilir. Yani kısaca, bilgiler elle tutulur, gözle görülür hale getirilir. Bağlama metodu ile de, çağrıştırılan bu bilgiler belli bir sıraya bağlandığından, bilgiler kalıcı hâfızaya yerleşir. Bu sistemde verilen kelimeler arasında sırasıyla, çarpıcı, ilginç, olağanüstü bağlantılar kurularak, kelimelerin sırayla hatırlanması sağlanabilir. Bu sistem, 10-15 kelimeye kadar rahatlıkla kullanılabilir.
Rakam-Şekil Sistemi: Rakam-şekil sisteminde sâbit olan, değişmeyen imajlar, 1’den itibaren 10’a kadar olan rakamlardır. 1’den 10’a kadar, hâfızaya alınmak istenen şeyler, sırasıyla, o sayıyı temsil eden sembollerle ilişkilendirilerek hatırda tutulabilir. Bu sistem, az sayıda şey hâfızaya alınmak istendiği zaman, meselâ alışveriş listesi için rahatlıkla kullanılabilir. Bu sistemde rakamlar, şekil itibarıyla benzediği bazı şeylerle özdeşleştirilir. Meselâ 1 sayısı kaleme benzer. Dolayısıyla, rakam-şekil sisteminde 1 sayısını kalem temsil etmektedir. 2 sayısı, kuğuyu çağrıştırdığı için, 2 sayısını kuğu temsil etmektedir. 3 sayısını ise martı; 4 Yelkenli, 5 Eldiven, 6 Çengel, 7 Uçurum, 8 Gözlük, 9 Balon, 10 Ayak-top.
Temel Hâfıza Sistemi: Temel sistemde, önceki sistemleri sınırlayan faktörler ortadan kaldırılmış, birçok şeyin hâfızaya alınmasında büyük kolaylıklar sağlanmıştır. Bu sistem, rakamların okunuşlarından bir fonetik alfabe oluşturulmasıyla meydana gelir. Rakamların okunuşlarındaki sessiz harfler kullanılarak bir fonetik hâfıza alfabesi oluşturulur. 1 Bir: Bağ, 2 İki: Kar, 3 Üç: Çıra, 4 Dört: Tır, 5 Beş: Nar, 6 Altı: Lira, 7 Yedi: yar, 8 Sekiz: Sıra, 9 Dokuz: Mera, 10 On: Puf... gibi. 1452
Unutma ve İlgi, Dikkat, Tekrar İlişkisi
İlgi: İlgi, önemli bir motivasyon kaynağıdır. İlgi olmadan bilgi olmaz, dolayısıyla bir şeyi hâfızaya alıp uzun süre onu unutmamak için ilgiye ve ilginin devamına ihtiyaç vardır. Önemsenmeyen ve ilgi duyulmayan şeyin kalıcılığı da olmaz. Öğrenme ve belleme olayında yapılacak ilk şey, öğrenecek olan kimsede öğreneceği şeye karşı bir ilginin oluşturulmasıdır. “Aşk olmadan meşk olmaz” sözü, bu önemli noktaya dikkat çekmek için söylenmiştir. Öğrenecek kimsede öğrenme ve kavrama merakı ve iştahı uyandırılmadıkça, başarılı olunamaz. İlgi, bizim dikkatimizin, zihnimiz ve irâdemizin kuvvetli bir duygu ile beraber, önünde duran; yahut düşüncede, hayalde olan bir şey için merâkı, düşkünlüğü, sevgisidir. İlgiyi, kişinin yaptığı işe kendisini tamamen kaptırması, bir an için kendisini meşgul olduğu şey dışında her şeyi unutması şeklinde anlayabiliriz.
1452] Örnekler için, bk. Oğuz Saygın, Beyin Gücünü Geliştirme, özellikle s. 47-78
UNUTMA / NİSYÂN
- 239 -
Bilmek, merak etmekle başlar; merak da öğrenmektir. Meraklar, soruları; sorular keşifleri doğurur. Dikkatli bir bakış, merakın meyvesidir, bunun arkasından da bilim gelir. Hiçbir temâyül ve ilginin uyanmadığı hallerde dikkat, hiçbir noktada yoğunlaşamayacağı için, faâliyet kesilir, uzviyet gevşer, uyku gelmeye başlar. Gerçek bir ilgi, kişinin bedenî, ahlâkî ve zihnî ihtiyaçlarından doğar. Gerçek ilgi, kendiliğinden uyanır; devamlı duygusal bir karakter taşır. İlgilerde transfer de mümkündür. Bazı insanların dostlarının, bazı öğrencilerin öğretmenlerinin ilgilerini paylaştıkları sık görülen olaylardandır. İlgilerin kararsızlıktan kurtulması, kökleşmelerine bağlıdır. Kökleşen alâkalar, bir yeteneği müjdeler. Çünkü insanlarda çalışma azmi ve şevki bu sâyede oluşacaktır.
Tembellik de bir ilgi meselesidir (yetersizlik veya olumsuzluk anlamında). Şayet tembellik, fiziksel bir rahatsızlıktan kaynaklanmıyorsa, o konuda bir ilginin uyanmamış olmasını veya uyandıysa bile çok zayıf ve yüzeysel olduğunu düşünebiliriz. Bütün ilgiler de aynı düzeyde değildir. Çok cılız bir ilgi olabildiği gibi, ihtiras ve tutku derecesinde, bağımlılık yapabilecek ilgiler de vardır. Yüksek ve kuvvetli ilgiler, zayıf olanlara hâkimdir. İnsan ilgi ve merakına konu olmayan her iş angaryadır. Çünkü istenmeden, sevilmeden yapılır. Dolayısıyla yorucu ve bıktırıcıdır. Hoşlanarak futbol oynayan bir sporcu, halinden son derece memnun olduğu halde, aynı enerjiyi harcayarak yaptığı başka bir işte çabucak yorulup usanabilir. Ve sevmediği işi bir daha yapmak istemez. Sebebi, birinci işe ilgili ve iştahlı olduğu halde, ikinci işe ilgisiz ve iştahsızdır. O yüzden bir şeyi sevmeyen, ona ilgi duymayan kimsenin, onu benimsemesi, hatırında tutup unutmaması da mümkün değildir.
Dikkat: İnsan, çevresiyle devamlı alışveriş halindedir. Onlardan etkilendiği gibi, onları da etkiler. Onlarla takışır veya barışır. Bir kısmından daha çok, bir kısmından daha az etkilenir. Bunlar içinde kişiyi ilgilendiren, harekete geçiren olay ve varlıklara daha bir alıcı gözle bakar. İşte insanı motive eden varlık veya olayı alıcı gözle seyredebilmek için kişinin yapmış olduğu seçme faâliyetine dikkat denir. Dikkatin en önemli vasfı yoğunlaşmadır. Zihnimizin, üzerinde yoğunlaştığı noktayı daha iyi görür, daha iyi kavrarız. Bu yoğunlaşma ne kadar güçlü ise, anlama ve kavrama da o kadar sağlıklı ve kuvvetli olur. Zihnin böyle çevrilişine, dikkat denir. Dikkat, kişinin, etrafında ve kendisinde olan olay ve değişikliklerin farkına varması ve istediği takdirde, belirli bir işe kendisini konsantre edebilmesi yeteneğidir. Dikkat, düşünceyi belli konular üzerine yoğunlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda şuuru ve algıyı, araya giren parazit ve istikrarsız düşüncelerden de kurtarır. 1453
Gaflet, kâfirlerin; dikkat de mü’minlerin özelliğidir. İnkârcıların içinde bulundukları gaflet haline karşın, mü’minler canlı, uyanık ve dikkatli olurlar. Dikkat, öncelikle, Allah’ın her şeyi sarıp kuşattığı, insanın her şeyini bildiği ve âhirette insanı hesaba çekeceği üzerine yoğunlaştırılmalıdır. Bu dikkati elde eden bir mü’min, dış dünyadaki tüm nesnelere, tüm olaylara karşı son derece dikkatli, son derece uyanık olur. Çünkü madem Allah her şeyi kuşatmıştır, madem her şey O’nun emri ve ilmi içinde gerçekleşmektedir; öyleyse hiçbir şey sebepsiz, başıboş gerçekleşmemektedir. Her olayın, her gelişmenin bir anlamı, bir hikmeti vardır. Mü’min, dikkatini ayakta tutarak, bu anlam ve hikmetleri yakalar. Olayların ince
1453] Geniş bilgi için bk. Yaşar Fersahoğlu, a.g.e. s. 100-116
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
noktalarını, girift taraflarını kavrar.
Buna karşın inkârcılar böyle bir dikkate sahip olamazlar. Olayların birer amaç ve hikmet doğrultusunda geliştiğini bilmediklerinden dolayı, dış dünyaya karşı çoğu kez umursamaz, vurdumduymaz bir tavır takınırlar. Ancak kendi çıkarlarını ilgilendiren konulara ilgi gösterirler ki, bu da olayların ancak küçük bir tarafıyla ilgilenmeleriyle sonuçlanır. Bu durumda etraftaki gerçeği tam olarak kavrayamazlar ve çoğu kez yanlış sonuçlara varırlar.
Dikkatin farklı yönleri vardır. Olaylardan ders almak, öğüt alıp düşünebilmek için çevremizdeki âyetleri, delilleri algılayabilmek, basîret ve ferâset nurlarıyla geleceği değerlendirip ilerideki aşamaları hesaplayarak davranışlarda bulunmak, dikkat özelliklerindendir. Mü’min, son derece uyanık, dikkatli ve dolayısıyla canlı olmalıdır. Bezgin, umursamaz, boşvermiş bir ruh hali, mü’minlere değil; inkârcılara aittir. 1454
Dikkatlerini belli bir konu üzerinde yoğunlaştıramayan kimseler, faydalı gözlemler yapamaz, o konuda kalıcı bilgiler elde edemez. Kur’an, yere göğe, insana bakmamızı istiyor. Allah’ın kitabı, kendini okumamızı emrettiği gibi, evren ve insan adlı kitapları da okumamızı, Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekkür etmemizi, dikkatimizi yoğunlaştırmamızı istiyor. Kerim Kitabımız, hayata değişik açılardan, çok yönlü bakmayı telkin ediyor. Onun eğitiminde karıncadan gezegenlere kadar, insanların bakarak çok şeyler öğrenmesi gereken odak noktaları vardır.
Tekrar: Hayatta öğrenilmesi gereken her şey, herkesin bir bakışta, bir duyuş veya deneyişte öğrenebileceği kadar kolay değildir. İnsanların tamamı da aynı zihnî seviyede değildir. Bu durum, tekrar ve egzersizi gündeme getirmektedir. Tekrar, “ilk defa yapılan bir işin veya söylenen bir fikrin ikinci defa yapılması” olarak tanımlanmaktadır. Belâgatçılar, tekrarı, “lafzın mânâ üzerine defalarca delâlet etmesi” şeklinde tarif etmişlerdir. Tekrar edilen şeye önem vererek onu dikkatle yerine getirmeye delâlet eden hususa da “tekrîr” denmektedir. Tekrar; anlamı kuvvetlendirmek veya pekiştirmek, anlatılmak istenen şeyi etkili, sürekli ve değişik, ilgi çekici bir biçimde kılmak için, seslerin, birtakım hecelerin, kelimelerin aynen veya değişiklikler içinde sıralanmasıdır. Anlamı etkilemeyen tekrarlara “tekerrür” veya “kesret-i tekrar” dendiği gibi; anlamın etkisini artıran, kulağı tırmalamayan tekrarlara da “hüsn-i tekrâr” denmektedir.
Tekrar, hem öğrenme, hem pekiştirme, hem saklama ve hem de hatırlamada etkisi olan önemli bir yöntemdir. Konunun önemini vurgulaması, dikkati yoğunlaştırması, anlama ve kavramayı sağlaması bakımından da ehemmiyet taşır. Öğrenmeye yönelik tekrarlar, beyinde birbirlerinden ayrı, fakat aynı değerde izlenimler bırakmaktadır. Öğrenmede mükemmelleşme, tekrarlar yoluyla elde edilmektedir. Unutmanın önemli bir sebebi, materyalin kullanılmamasıdır. Bir uyarıcının tekrarlanması, fark edilme şansını arttırır.
Unutma ve hatırlama açısından da tekrarın büyük önemi vardır. Üzerinde temrin yapılmayan bilgiler zamanla unutulur. Öğrenilen şeylerin tekrar edilmemesi veya kullanılmaması halinde bellenen şeylerin zihindeki izlerinin silineceği, genel olarak kullanmama ne kadar uzun sürerse unutmanın da o nisbette çok olacağı ileri sürülür. İnsan rûhu, kendisine söylenenlerden etkilenecek özellikte
1454] Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 87-88
UNUTMA / NİSYÂN
- 241 -
yaratılmıştır. Şu var ki, bu etki süreli ve geçici bir nitelik arzetmektedir. Bu itibarla rûha söylenen şeylerin tekrarı gerekir.
Kur’an’da Tekrar: Kur’an’ın en çok kullandığı metodlardan biri de tekrardır. Bu, onun anlatmak, öğretmek istediği şeyin önemini gösterir. Kur’an’da özellikle inançla ilgili konularda tekrarın değişik şekilleriyle karşılaşırız. Kur’an’da lafız olarak “tekrâr” kelimesi bulunmaz. Kur’an’da “tekrar” mânâsı ifade eden bazı kelimeler kullanılır. Bunlar, “tasrîf”1455 “tezkîr”1456 “iâde”1457 “terdîd”1458 “rucû”1459 kelimeleridir.
Kur’an’ın tekrar metodunu kullanmasının, şüphesiz birçok hikmetleri vardır. Kur’an, abesle iştigal etmeyeceğine göre, ondaki tekrarların birtakım amaçları olmalıdır. Bunlardan tesbit edebildiklerimizi şöylece sıralayabiliriz: 1- Te’kid,1460 2- Takrîr,1461 3- Korkutma,1462 4- Sakındırma,1463 5- Müjdeleme,1464 6- Teşvik,1465 7- Tenbîh,1466 8- Unutmayı Engelleme,1467 9- Öğüt,1468 10- Yüceltme,1469 11- Övme ve Ödüllendirme,1470 12- Kâfirden Öç Almakla Mü’mini Sevindirme,1471 13- Eğitim-Öğretim, 14- Şüpheleri Yok Etme,1472 15- Nimetleri Hatırlatma,1473 16- Faydayı Çoğaltma,1474 17- İhtiyaçların Tekrarı Sebebiyle O İhtiyaçlara Cevap Verme, 18- Duâ,1475 19- Telâffuzda Kolaylık Sağlama,1476 20- Kırâatte Kolaylık Sağlama, 21- Fâsılalarda Uygunluk Sağlama (âyet sonlarındaki ses uyumları), 22- İrşâd ve İknâ Etme. 1477
Kur’an’daki tekrarlar, harfin tekrarı,1478 zamirlerin tekrarı,1479 kelimelerin tekrarı,1480 cümlelerin tekrarı;1481 26/Şuarâ, 109 (5 defa tekrarlanmaktadır.) ve
1455] 20/Tâhâ, 113; 7/A’râf, 58
1456] 51/Zâriyât, 54, 55
1457] 17/İsrâ, 69
1458] 62/Cum’a, 8
1459] 2/Bakara, 156
1460] 78/Nebe’, 4, 5
1461] 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 26/Şuarâ, 108, 109, 110
1462] 20/Tâhâ, 113; 42/Şûrâ, 21, 26, 45; 77/Mürselât, 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49
1463] 2/Bakara, 134, 141, 286; 17/İsrâ, 13
1464] 85/Bürûc, 11; 2/Bakara, 38, 62, 112, 262, 274, 277
1465] 6/En’âm, 46, 65
1466] 2/Bakara, 198, 54
1467] 18/Kehf, 114
1468] 54/Kamer, 16, 21, 30, 39, 17, 22, 31, 40
1469] 69/Haakka, 1, 2, 3; 101/Kaaria, 1, 2, 3; 97/Kadr, 1, 2, 3
1470] 57/Hadîd, 1, 2, 3; 61/Saff, 1, 59/Haşr, 1; 6/En’âm, 83, 84; 12/Yûsuf, 22
1471] 37/Sâffât, 174, 175, 178, 179
1472] 78/Nebe’, 60-64
1473] 55/Rahmân, 13; bu âyet, bu sûrede 31 kez tekrar edilmiştir
1474] 5/Mâide, 44, 45, 47
1475] 25/Furkan, 77; 7/A’râf, 55; 3/Âl-i İmrân, 191, 192, 193, 194
1476] 86/Târık, 17; 18/Kehf, 71, 74
1477] 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191; 2/Bakara, 144, 149, 150
1478] 62/Cum’a, 1; 28/Kasas, 19
1479] 49/Hucurât, 15; 3/Âl-i İmrân, 62; 40/Mü’min, 21; 26/Şuarâ, 78; 53/Necm, 43, 44, 48, 49
1480] 54/Kamer, 9; 1/Fâtiha, 4; 101/Kaaria, 1, 2, 3; 89/Fecr, 21, 22; 23/Mü’minûn, 36; 86/Târık 17; 13/Ra’d, 5
1481] 8/Enfâl, 7, 8; 6/En’âm, 21, 93, 144, 157; 7/A’râf, 37; 10/Yûnus, 17; 11/Hûd, 18; 55/Rahmân, 13 (31 defa); 54/Kamer, 17 (4 defa); 77/Mürselât, 15 (10 defa
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mânâların tekrarı (64/Teğâbün, 14.âyette değişik kelimeler aynı anlamı tekrarlamaktadır. Peygamber kıssaları da mânâyı tekrarın bir başka yoludur.) şeklinde tecellî etmektedir. Mânânın tekrarı da lafzı tekrarlamadan yapılan tekrar, kıssa şeklindeki tekrar olmak üzere iki şekilde yapılmaktadır.
Kur'an'da yapılan tekrarların konuları daha çok itikadî, amelî, ahlâkî sahalarda yoğunlaşmaktadır. Kur'an'da yapılan tekrarlar, pratik bir eğitim metodu, anlaşmayı kolaylaştırıcı,1482 mânânın zihinde daha çok kalmasını sağlayan bir yöntem olarak dikkatimizi çekmektedir. Bu tekrarlar hiçbir zaman sıkıcı ve usandırıcı değildir; daima taze ve canlıdır. Sözün sanat haline gelmesinde büyük katkısı vardır. Öneminden olsa gerek, daha çok itikadî konularda kendini göstermektedir.
Önemli olan, tekrarların sıkıcı ve bunaltıcı olmamasıdır. Kur’an böyle bir zaaftan korunmuştur. Onda gönüllere hoş gelen tekrarlar yapılmakta, bu tekrarlar sıkıcı olmaktan tümüyle uzak ve birbirlerini tamamlamaktadır.
Hz. Peygamber de tekrar usûlüne uymuş, her vahiy gelişinde aldığı âyetleri kelime kelime tekrarlamıştır. Bunu, Allah'ın, âyetlerini kendisine öğretip açıklayacağına dair teminatına kadar sürdürmüştür. Bu garanti Kur'an'da şöyle ifade edilmektedir: “(Ey Muhammed,) Cebrâil sana Kur’an okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme; yalnız dinle. Doğrusu o vahyolunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrâil’e okuttuğumuz zaman onun okumasını dinle. Sonra onu sana açıklamak Bize düşer.” 1483
Tekrarlamak, bilgi tazelemektir. Anlamsız şeyler bile sık sık tekrarlamak sûretiyle hatırda tutulabilir. Tekrarın insan ruhu ve zihni üzerinde hayret verici bir etkisi vardır. Napolyon, “biricik ciddî söz sanatı, tekrardır” der. İddia olunan şey, tekrar edilmek sûretiyle nihayet ispat edilmiş bir hakikat gibi kabul olunacak derecede ruhlara yerleşir. Devamlı tekrarla sunulan fikir, şuuraltının derin tabakalarına kadar nüfuz eder ve orada yerleşir. Bir müddet sonra kişinin bizzat kendisine mal olarak ortaya çıkar. İlan ve reklamların hayret verici gücü ve çekiciliği, sürükleyiciliği de ancak tekrarın etkisi ile açıklanabilir.
Yalnız, tekrarda dikkat edilecek nokta, kuru ve yavan ifadelerle, basit ve aynı kelimelerle bir fikri durmadan geveleyerek bıkkınlık vermemektir. Bunu sağlamak için de, tema aynı kalmak şartıyla değişik biçimler ve formüllerle tekrarlama yoluna, zaman zaman müracaat edilmelidir. Kur'an'daki tekrarların hepsinde ayrı bir âhenk ve incelik vardır. Meselâ 55/Rahmân sûresinde 31 defa tekrarlanan “Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan sayabilirsiniz?” âyeti, kesinlikle kulağı tırmalamamakta, gönle bıkkınlık ve sıkıntı vermemektedir. Tam tersine, hemen bir önceki âyetle ilgili olarak tekrarlandığı için dinleyeni, o âyette işaret edilen delil ve nimetleri düşünmeye sevketmektedir.
Rasûlulullah da (s.a.s.), tebliğinde aynı metodu kullanıyordu. Muhâtaplarına bir fikri kabul ettirebilmek, bir düşüncenin zihinlerde iyice yer etmesini sağlamak, dinleyenin dikkatini toplayarak söylenenlere gereken önemi vermesini temin etmek üzere sık sık “tekrarlama“ metoduna başvurduğunu görüyoruz. Enes bin Mâlik'in rivâyetine göre; “Hz. Peygamber, (söylediği söz anlaşılsın diye)
1482] 17/İsrâ, 41; 28/Kasas, 51
1483] 75/Kıyâme(t), 16-19; Yaşar Fersahoğlu, a.g.e. s. 530-534
UNUTMA / NİSYÂN
- 243 -
konuştuğu zaman üç defa tekrar ederdi.“1484 Konuya dikkati çekmek, ezberlenmesini sağlamak ve mânânın önemini vurgulamak üzere Rasûl-i Ekrem, gerçekten iman edenin Cehenneme girmeyeceğini beyan edeceği zaman terkisinde bulunan Muaz bin Cebel’e üç defa seslenmiş, sonra bu sözlerini îrad buyurmuştur. 1485
Bazen insanların hassâsiyet ve titizlikle üzerinde durması gerekli, çok önemli ve tehlikeli bir şeyden bahsettiği zaman, sayısı tespit edilemeyecek kadar, hatta kendisini ve muhâtapları üzecek derecede çok tekrarda bulunduğu olurdu.1486 Bir çarpışmada kılıcını kaldırdığı anda “lâ ilâhe illâllah” diyen düşmanını öldüren bir sahâbe, yaptığı işten kalbine şüphe düşünce durumu Hz. Peygamber’e arzetmiş, Hz. Peygamber, heyecan ve hayretler içinde; “O lâ ilâhe illâllah dedi, sen de öldürdün, öyle mi?!” diye çıkışmıştı. Sahâbi, mâzeret beyan etti: “Fakat yâ Rasûlallah, bunu ölüm korkusundan söyledi.” Ama bu cevap Rasûlullah’ı tatmin etmemişti: “Bunu ihlâsla mı, yoksa korkuyla mı söylediğini bilmek için kalbini yarıp baktın mı? Kalbini yarıp baktın mı?!...” diye o kadar çok tekrarda bulundu ki, Rasûlullah’ı bu derece üzen büyük bir suçu işlemektense bu sahâbi, “keşke o anda yeni müslüman olsaydım!” temennisinde bunuyordu.1487 Artık o sahâbinin veya tebliğe muhâtap olanlarla diğer dinleyenlerin bir daha belirtilen hataya düşmemeye, istenilen şeyi yapmaya âzamî titizlik ve dikkat gösterecekleri açıktır. İşte bu psikolojik etkiyi sağlayan unsur, tekrarın etki gücü idi. 1488
Tekrar, aynı zamanda bir güzellik unsurudur. Şiir ve müzikte tekrarlar önemlidir. Nakaratlar âhenk ve güzellik unsuru kabul edilir. Biraz Arapça biraz Türkçe, tekrar edile edile atasözü haline gelmiş bir söz vardır: “Et-tekrâru hasen; velev kâne yüz seksen” diye. “Yüz seksen kere bile olsa, tekrar güzeldir” anlamına gelen bu ifade, abartılı da olsa tekrarın önemini vurgular. İnsan vücudunun dikey olarak ortadan bir çizgi ile ayırdığımızda, simetrik olarak birbirinin aynen tekrarının güzelliğine şâhit oluruz. Bu, tüm hayvanlarda, hatta bazı bitki ve ağaçlarda da böyledir. Allah’ın sanatındaki güzelliklerden biri de tekrar sanatıdır. Ezanda bazı cümlelerin tekrarlandığını görürüz. Meselâ “Allahu Ekber” ifadesi, 6 kez tekrar edilir. Kaamette de aynı tekrarlar söz konusudur. Yine aynı cümlenin, namazdaki rükûnlar arasında çokça tekrar edildiğini biliyoruz. Bu da yeterli görülmeyip namazın bitiminde 33 defa daha tekrar edilmesi Peygamber tavsiyeleri arasındadır. Bununla da yetinmeyip, günlük hayatta sık sık tekbir getirerek “Allahu ekber” demek Kur’an’ın emridir.1489 Namazda rekâtlar, rekâtlarda Fâtihalar, tekbir, tesbih ve tahmîdler tekrarlanır, Allah’a kulluk olur. Hacda şavtlar tekrarlanır, tavaf olur; Safâ-Merve arasında gidip gelmeler tekrarlanır, sa’y olur. İbâdetler ölüm gelene dek tekrarlanır, beşer insan olur, adam olur.
Unutma ve Zikir, Tezekkür İlişkisi
Zikir ve Unutma: Kişi, sevdiğini unutmaz. Gerçekten seven kimse, sevdiğini gönlüne yerleştirir, onun ismi ağzından düşmez, nereye gitse, o sevgi ve
1484] Buhârî, İlm 30
1485] Buhârî, İlm 49
1486] Buhârî, İlm 30; Ahmed bin Hanbel, V/36-37, 38
1487] Müslim, İman 158; Ahmed bin Hanbel, V/207
1488] Ahmed Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Esrâ Y. s. 311-312
1489] 17/İsrâ, 111
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hatırlama, kendisini terk etmez. Mü’min için Allah’ı zikir, Allah sevgisinin olmazsa olmaz göstergelerinden biridir. İster tekbir, ister tevhid, ister tesbih, ister hamd, isterse Allah’ın isimlerini, başta “Allah” lafzı olmak üzere zikretmek, hatırlamak, tekrar etmek insan için çok önemlidir ki, din ısrarla bunu tavsiye eder: “Ey iman edenler, Allah’ı çokça zikredin.”1490 Allah’ı çokça hatırlayıp O’nun ismini tekrar tekrar dillendirmek, gönül ve zihne devamlı yerleştirmek, insan için hayatî önem taşır. Zikir, huzur için, stres ve bunalımlardan kurtulmak için de önemlidir: “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.”1491 buyrulmuştur. Zikrin unutmaya karşı da ilaç olduğunu hatırlatmak yerinde olur: “Unuttuğun zaman Allah’ı zikret!” 1492
İnsan, unutkan bir varlıktır. “Hâfıza-i beşer, nisyân ile ma’lûldür.” Yani, beşerin belleği, unutma zaafı ile hastadır, ârızalıdır. Arapların atasözü halinde söylediği bir söz de bunu pekiştirir: “Evvelü’n-nâsî evvelü’n-nâsi” anlamı: “İnsanların ilk unutanı, ilk insandır.” Kur’an, bu gerçeği şöyle ifade eder: “Andolsun Biz, daha önce Âdem'e ahit (emir ve vahiy) vermiştik. Ne var ki, o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulamadık.“1493 Unutkanlık, ilk insanda ortaya çıkmış, son insana kadar da bu özellik kendini gösterecektir.
“Unutma” zaafıyla yaratılan insana “hatırlatma” yapılmalıdır. Allah, vahiy ve peygamberler aracılığıyla insana hakikatleri hatırlatmaktadır. Kur’an’ın bir ismi de o yüzden ‘hatırlatan’ anlamında “Zikr”dir.1494 Kur’an’ın bir hatırlatma ve öğüt olduğu “tezkira” ve “zikrâ” kelimeleriyle de belirtilir. Kur’an’da namaz da “zikir” olarak ifade edilir ve Allah, “Beni zikir için namaz kıl”1495 buyurur. İnsanlara Kur’an’la gerçekleri hatırlatıp, O’nunla öğüt vermek gerekir: “... Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Tehdidimden korkanlara Kur’an’la hatırlat/öğüt ver.”1496 Hatırlatma ve öğüt, mü’minlere fayda verecektir: “Sen yine de hatırlat/öğüt ver. Çünkü hatırlatma/öğüt, mü’minlere faydalıdır.”1497 Peygamber de, ancak hatırlatıcıdır: “(Rasûlüm,) hatırlat/öğüt ver. Çünkü sen ancak hatırlatıcısın/öğüt vericisin.”1498 Mü'minler de birbirlerine ve diğer insanlara, hatırlatmalarda bulunmalı, Allah'ı, âhireti unutanlara hatırlatmalı, hatırlatmalı, hatırlatmalıdır.
“Unutma” ile Yakın Anlamlı Kelimelerden “Gaflet”, “Sehv”
Gaflet: “Gaflet” kelimesi, sözlükte, terk etmek, önemsememek; dikkatsizlik, dalgınlık ve ihmal gibi anlamlara gelir. Kavram mânâsıyla ‘gaflet’; bir şeyin gerekliliği ortada iken bunun idrâk edilmemesi, ya da yeterince dikkatli ve uyanık hareket edilmediği için insana gelen yanılgı durumudur. Gaflet kelimesi Türkçe’ye unutma veya yanılma şeklinde çevrilmektedir. ‘Gaflet’, bu iki mânâyı da taşımakla birlikte, bunlardan daha farklı anlamı vardır.
‘Nisyan’ da unutma anlamına gelir. Ancak bir şeyi bilmeden terketmek
1490] 33/Ahzâb, 41
1491] 13/Ra’d, 28
1492] 18/Kehf, 24
1493] 20/Tâhâ, 115
1494] 15/Hıcr, 9
1495] 20/Tâhâ, 14
1496] 50/Kaf, 45
1497] 51/Zâriyât, 55
1498] 88/Ğâşiye, 21
UNUTMA / NİSYÂN
- 245 -
‘nisyan’; bile bile terk etmek ise ‘gaflet’tir. Gaflet kavramının anlam sahası içerisinde, bir gerçek ortada iken, ondan bile bile habersiz olmak, ona karşı unutkan bir tavır takınmak, ya da ona karşı kulağı, gözü, anlayışı kapalı tutmak vardır.
Kur’an’da Gaflet Kavramı: ‘Gaflet’ kelimesi Kur’an’da, aynı zamanda habersiz olma anlamında da kullanılmaktadır. “Biz bu Kur’an’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarmaktayız. Oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın (gâfil idin).” 1499
Gaflet içinde olanlara, bir şeyi bile bile unutanlara ‘gâfil’ denir. Kur’an, Allah’ın âyetlerini anlamayıp, onlara sırt dönenlere, hak dâvet karşısında unutkan bir tavır takınanlara ve aldırmayanlara ‘gâfil’ demekte ve onları kınamaktadır. “...Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar. İşte bunlar gâfil olanların ta kendileridir.” 1500
Kalp, Hakk’ı anlayıp kavrayacak, göz Hakk’ı ve ona ait işaretleri görecek, kulak ise Hakk’tan gelen dâveti duyacak şekilde yaratılmıştır. Bunları yerli yerinde kullanmayıp, Hakk’tan habersiz olanlar, habersiz gibiymiş gibi davrananlar, gâfillerdir. Allah (c.c.) mü’minlere ‘gâfillerden olmayın’ diye tenbih ediyor.1501 Bu anlamda gâfil olmak, inkârcılara, kâfirlere ait bir sıfattır. Allah’ın âyetlerinin ve dâvetinin değerini ancak inkârcılar idrâk edemez; bu dâvetin gereğini yapmayanların düşecekleri durumu ancak gaflet içinde olanlar anlamazlar.
Bu bakımdan gâfil olanlar Cehennem’e gideceklerdir.1502 Dünyada iken Allah’ın âyetlerinden, âhirette olacaklardan gaflet içinde olanlar, öldükten sonra âhiret gerçeği ile yüz yüze gelince yaptıklarından veya dünyada gaflet içinde yaşadıklarından dolayı pişmanlık duyacaklardır.1503 Kur’an, sâlih amel işleyen mü’minlerin ve yanlış iş yapan, ya da Allah’a karşı gelen diğer insanların yaptıklarından Allah’ın gâfil olmadığını sık sık vurgulamaktadır. 1504
Yeryüzünde istikbar edip (büyüklük taslayıp) Allah’ın âyetlerinden yüz çevirenler, azgınlık yolunu benimserler; çünkü onlar âyetleri yalan sayarlar ve âyetlerden gâfil olurlar.1505 Zaten yeryüzünde insanların çoğu Allah’ın âyetlerinden gâfildirler.1506 Hayatın yalnızca dünyada yaşanandan ibâret olduğunu sananlar, aslında hayatın ancak dış yüzüne bakan, Allah’ın yoktan var ettiği varlığın ve hayatın arka planında olan hikmeti görmeyen ve âhiret hayatından gâfil olanlardır.1507 Ancak, Allah’tan gelen âyetlere inanıp gereğini yapanlar hem dünya hayatının hikmetini anlarlar, hem de ölümden sonrasının farkındadırlar.
Allah (c.c.), Âdemoğullarının sırtlarından kendi nesillerini çıkarıp onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. Sonra da onlara ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu. Onlar da ‘evet, Sen bizim Rabbimizsin’ demişlerdi.
1499] 12/Yûsuf, 3; ayrıca bk. 50/Kâf, 22
1500] 7/A’râf, 179
1501] 7/A’râf, 205
1502] 10/Yûnus, 7-8
1503] 21/Enbiyâ, 97
1504] 2/Bakara, 74, 85, 140, 144; 3/Âl-i İmrân, 99; 11/Hûd, 123, vd
1505] 7/A’râf, 146
1506] 10/Yûnus, 92
1507] 30/Rûm, 7
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbimizin bunu böyle yapmasının sebebi, insanların sonradan, ‘Ya Rabbi, bizim bundan haberimiz yoktu, biz bundan gâfildik’ dememeleri içindi.1508 Kur’an, peygambere ‘İşin hükme bağlanıp biteceği, kahır dolu hasret günüyle onları uyar, korkut ki; onlar bir gaflet içindedirler ve onlar (âyetlerimize) inanmıyorlar” demektedir. 1509
Kur’an, dünya hayatına dalıp kulluğu unutan, insan olarak görevini yerine getirmeyen, hatta dünyalık kazanma uğruna şirk, isyan ve günah içinde yüzen kimselere, özellikle de mü’minlere şu uyarıyı sunuyor: “İnsanların sorgulanması yaklaştı, kendileri ise bir gaflet içerisinde yüz çevirmektedirler.”1510 Peygamberimiz de (s.a.s.) Allah’tan, O’nun âyetlerinden, O’nu zikretmekten gaflet edilmemesini, gaflet içerisinde yapılacak bir duânın kabul edilmeyeceğini haber vermektedir. 1511
Sehv ve Sehv Secdesi: “Sehv” kelimesi, Hâfızanın/belleğin bulutlanarak işlevini yerine getirmekten uzak olma hali olan ve hafif bir uyarma ile uyanmayı ifade eder. Sehv, düşüncenin herhangi bir etkisi olmaksızın insanın gafletten dolayı bir şeyde yanlış yapması, düşüncenin ilgili işten başka şeye akması anlamına gelmektedir.
Sehv; yanılma, unutarak yanlış yapma demektir. Namazın farzlarından birinin tehiri veya vâciplerinden birinin terki ya da tehiri durumunda, namazın bitiminde yapılması gereken secdeye de sehiv secdesi denir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Sizden birisi namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın ve namazını kanaatine göre tamamlasın, sonra selâm verip sehiv secdesi yapsın, yani yanıldığı için iki secde daha yapsın.”1512; “Sizden biri namazı üç rekât mı, yoksa dört rekât mı kıldığında şüpheye düşerse, şüphesini atsın ve kesin olarak bildiği ne ise, onun üzerinden namazı tamamlasın. Selâm vermeden önce de iki secde yapsın. Eğer beş (rekât) kılmış ise, bu secdeler namazına şefaatçi olur, tam kılmış durumda ise, bu iki secde, şeytanın kendisinden uzaklaşmasına (vesvesenin gitmesine) vesile olur.” 1513
Son birkaç yüzyıldır beynimizin sol yarım küre becerileri üzerinde yoğunlaştık. Ama hayal kurma, fantezi, sanat, mânevî özellikler, rûhu tatmin etme gibi faâliyetlere önem vermedik. Böylece hâfızanın en önemli özelliklerinden birini ihmal edip tüm yapının dengesini bozmuş olduk. Neyi, niçin öğrendiğimizi belirlemediğimizden, gerektiğinde kullanabileceğimiz düzen ve yapıyı oluşturamadık. Her gün evine aldığı eşyaları herhangi bir yere koyan dağınık bir insan gibi bilgileri düzensiz, sırasız ve gelişigüzel kaydederek kaliteli bir kayıt için beynin düzen ve yapı ilişkilerini bozduk. O yüzden hâfızasından şikâyet etmeyen, unutulmaması gereken önemli şeyleri bile unutmayan kimse kalmadı. Okumayan, okuduğunu hazmetmeyen, tefekkürü yitirmiş, düşünmeyen insanlar ortalığı kapladı. Düşünce, topluma göre gereksiz bir fantezi; devlete göre ise suç sayıldı. Heykeli tımarhaneye, kendisi hapishaneye konulan bir ülkede “düşünen adam” nasıl yetişsin?
1508] 7/A’râf, 172
1509] 19/Meryem, 39
1510] 21/Enbiyâ, 1
1511] Tirmizî, Ahmed bin Hanbel, Muvattâ; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 222-223
1512] Buhârî, Salât 31; Müslim, Mesâcid 88, 89; Ebû Dâvud, Salât, 190, 191, 193
1513] Buhârî, Sehv 6, 7; Müslim, Salât 19, 20; Ahmed bin Hanbel, III/12, 37, 42
UNUTMA / NİSYÂN
- 247 -
Aklımızı, zekâ ve hâfızamızı yaratan Rabbe şükretmemek, nankörlük de unutma sebeplerindendir. Unuttukları bazı şeyleri gözünde büyütüp kendisini böyle olumsuz motive eden, bardağın dolu kısmını şükür gözüyle görmeyen kişi, kendini unutmaya şartlandırdığı için unutması kaçınılmaz olacaktır. Bu olumsuz motivasyon, henüz fıtratları bozulmadığı için çocuklarda görülmez. Çocuklar okulda defterini, kalemini, oyun yerinde hırkasını, misafirlikte oyuncağını unutur, ama hiçbir çocuk, “ben çok unutkan olmaya başladım” demez. Çocuklar, fıtratlarının yönlendirmesiyle hâfızayla ilgili ilkelere genellikle büyüklerden daha çok uyarlar. Böyle olunca da hâfızaları daha kuvvetli gibi gözükür. Unutmayalım, kötü hâfıza yoktur, eğitilmemiş, terbiye edilmemiş hâfıza vardır.
Günlük hayatta unutmak da bir nimettir. Fıtratımıza bu özellik yazılmasaydı, bilgi kirliğinden geçilmez, gereksiz hamallıktan kurtulamaz, bize acı veren üzücü şeylerin stresini üzerimizden hiç atamazdık. Allah, kullarına merhametinden dolayı, günlük hayatımızın akışına, yer yer unutma denen şifânın damlalarını serpmiştir.
“Unut yavrum, sen de unut! Bu ölümlü dünyada;
Her cefâyı unutmaktır, bizler için tesellî.”
“Unutma olmayınca, mutluluk da olmaz.”
“Hiç kimse yoktur ki, hayatta unutulmaması gereken bir şeyi unutmamış olsun.”
“Hayat boyunca yaptığımız gezintide çirkin ve âdi bulduğumuz şeylere verebileceğimiz cezalardan biri, onları unutmaktır.”
“Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini unutma!” 1514
“Üzülmemem diyecek üzülecek / Unutmam diyecek unutacaksın.
Ve bir gün unutulacaksın sen de / Bunu unutma!”
“Unutmanın ne kadar kesin ve hazin olduğunu arada sırada hatırlar da anlarız.”
“Unutmak bıkmaktır.”
“Ettiği iyiliği ve gördüğü fenalığı unutmayan, gördüğü iyiliği ve yaptığı fenalığı çabuk unutur.”
“Kabahatimizi başkasına söyledikten sonra unuturuz; ama o unutmaz.”
“Gaflet uykusuna yatanlar için sabah yoktur!”
“Ey Rabbimiz, Unutur veya hata edersek, bizi bundan hesaba çekme.”1515
1514] Hz. Ebû Bekir r.a
1515] 2/Bakara, 286
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Unutma Konusuyla İlgili Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler
Nisyân/Unutma Kelimesinin Geçtiği Âyetler (45Âyet): 2/Bakara, 44, 106, 237, 286; 5/Mâide, 13, 14; 6/En’âm, 41, 44, 68; 7/A’râf, 51, 51, 53, 165; 9/Tevbe, 67, 67; 12/Yûsuf, 42; 18/Kehf, 24, 57, 61, 63, 63, 73, 19/Meryem, 23, 23, 64; 20/Tâhâ, 52, 88, 115, 126, 126; 23/Mü’minûn, 110; 25/Furkan, 18; 28/Kasas, 77; 32/Secde, 14, 14; 36/Yâsin, 78; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 8; 45/Câsiye, 34, 34; 58/Mücâdele, 6, 19; 59/Haşr, 19; 87/A’lâ, 6.
Unutma Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi: 1/102, 4/439-440, 7/123, 9/255, 11/504, 12/210-211
S. Buhâri Tecrid-i Sarih Terc. 11/241-242
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 215-216
2. Tehimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 103
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 380-383; Eser Y. c. 1, s. 458-462
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s.219-220
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 485-490
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 195-198
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 299-315
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 353-362
9. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 259-269
10. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 82-83
11. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 30-31
12. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, İz Y. c. 1, s. 153-156
13. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 102-104
14. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s. 149-154
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 217-223
16. Kur’an ve Psikoloji, Osman Necati, Fecr Y. s. 177-183
17. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y. s. 124-131
18. Hadis ve Psikoloji, Muhammed Osman Necati, Fecr Y. s. 350-351
19. Kur’an’da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 100-124, 527-536
20. Psikolojiye Giriş, Atkinson, Atkinson, Hilgard, Sosyal Y. c. 1, s. 307-351
21. İnsan ve Davranışı, Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Y. s. 169-199
22. İnsanı Anlamak, Özcan Köknel, Altın Kitaplar Y. s. 214-220
23. Kur’an’da Nesh Meselesi, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, s. 5-11
24. Kur’an Işığında Evrensel Dengeler ve İnsan, Yaşar Düzenli, İFAV Y. s. 298-299
25. İslâm’ın Temel Meseleleri, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 222-223
26. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 86-88
27. Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmed Önkal, Esrâ Y. s. 311-313
28. Sağlıklı Yaşama ve Başarı, H. Hüseyin Korkmaz, Nesil Y. s. 119-160
29. Sızıntı’dan Tıbî Gerçekler, T.Ö.V. Y. 229-236, 325-327
30. Anlayarak Hızlı Okuma ve Öğrenme Teknikleri, Adil Maviş, Hayat Y. s. 53-59
31. Çok Hızlı Okuma Teknikleri, Richaude, Gauquelin, Gauquelin, Nil Y. s. 173-186
32. Düşünmek, Öğrenmek, Unutmak, Frederic Vester, Arıtan Y. s. 69-103, 219-239
33. İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y.
34. Beyin Gücünü Geliştirme, Oğuz Saygın, Hayat Y.
35. Düşünme Metodu, Takiyyuddin en-Nebhani, Ta-Ha Y.
36. Kıvrak Zekâ, Takiyyuddin en-Nebhani, Ta-Ha Y.
37. Verimli Ders Çalışmanın Psikolojik Koşulları, Yılmaz Özakpınar, Epsilon Y.
38. Okulda Başarı, Feyzi Uluğ, Remzi Kitabevi Y.
39. İyi Anlama Yöntemleri, Anlayın ve Unutmayın, Muhsin Kadıoğlu, Özel Y.
40. Bellek Eğitimiyle Anımsama Yöntemleri, Tony Buzan, Epsilon Y.
41. Kolay ve İyi Öğrenme Teknikleri, Reha Oğuz Türkkan, Alfa Y.
42- Bilgimatik Süper Eğitim Seti; 1-12, Süper Hâfıza Teknikleri, Melik Safi Duyar, SETSA Y.
43. Sakın Unutmayın, Harun Yahya, Vural Y.
TİCÂRET
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TİCÂRET
- 147 -
Kavram no 182
İmtihan 12
Bk. Rızık; Helâl-Haram; Fakirlik-Zenginlik; Doğruluk
TİCÂRET
• Ticâret/Alış-veriş; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Ticâret Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Ticâret Kavramı
• Hz. Peygamber'in Ticâretle Uğraşması
• Maîşet Temini Açısından Ticâretin Önemi
• İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar
• Fâhiş Fiyat
• Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
• İslâm Ekonomisinin Genel Prensipleri
• En Kötü Ticâret; Allah’ın Âyetlerini Az Bir Karşılığa Satmak
• Hiçbir Peygamber, Tebliğ Karşılığında İnsanlardan Ücret İstemez
• İslâm ve Basit Çıkar Gözetmek
• Allah'ın Âyetlerini Satmak En Zararlı;
• Cihad ve İnfak da En Kârlı Bir Ticârettir
“Ey iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve nefsinizi/kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size merhamet edecektir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu Allah’a çok kolaydır.” 945
“Allah, alış-verişi helâl, ribâyı/fâizi de haram kıldı.” 946
Ticâret/Alış-Veriş; Anlam ve Mâhiyeti
Değeri olan bir malı yine değeri olan başka bir mal veya para karşılığında değiştirmeye alış-veriş veya ticâret denir. Alış-veriş tarafların karşılıklı onayı ile yani icab ve kabûl ile gerçekleşir. İki taraftan biri malı, diğeri karşılığı olan para veya kıymet taşıyan başka bir malı ele geçirmeleri netîcesinde satışın gerçekleştiği söylenebilir.
İnsanlar dünya hayatlarında geçimlerini sağlamaları için belirli bir ölçü içinde karşılıklı mal mübâdelesinde bulunmak zorundadırlar, buna da ‘rızık temini’ denilir. Cenâb-ı Hakk, “Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itaat ettiren) Allah Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın.“947 buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını
945] 4/Nisâ, 29-30
946] 2/Bakara, 275
947] 67/Mülk, 15
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes’ud’dan (r.a.) rivâyet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Rızık sağlamak gâyesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır.” Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve âile fertlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah’ın rızâsı ve O’nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr’in: “Haram ile beslenen bir vücûda, ancak Cehennem ateşi yakışır” sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın, helâl alış-veriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz. Ticâretle uğraşan bir müslümanın, İslâm’ın alış-verişe dair koyduğu bütün hükümleri ana hatlarıyla bilmesi gerekir. Günlük hayatta yapılan alış-verişleri Allah’ın râzı olacağı bir usûlde yürütebilmek için de bu hükümleri asgarî ölçüde bilmek her müslüman için farzdır.
İslâm fıkhına göre bir müslümanın kendisinin ve âilesinin nafakasını sağlamaya ve varsa borçlarını ödemeye yetecek kadar para kazanması ‘farz’dır. Bunun dışında, fakîr mü’minlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve akrabalarına ikram etmek için kazanmak da ‘müstehap’tır. Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için bundan fazlası için çalışmak ‘mubah’tır. Başkalarına karşı kibirlenmek, dünyevî hırsa kapılarak başkasının servetiyle yarışmaya kalkışmak ve bu mal ile azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak, bu kazanç helâl yolla dahi olsa ‘haram’dır. Buna karşılık, küfre karşı verilen mücâdelede maddî katkıda bulunmak ve malını Allah yolunda infak için samimî bir niyetle çok çalışıp para kazanmak da güzel bir ibâdettir. Bu gâye için çalışıp para kazanan kişi sürekli ibâdet hâlinde sayılır.
Aynı şekilde İslâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah’a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla âilesinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin yahut vermez zilletini çekersin.”948 Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
İslâm’da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad’dan (ganimetten) sonra ticârettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaat gelir. Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır. Gerçekte insanın ihtiyacını gideren eşya, tarım veya sanayi ürünüdür. Bundan dolayı bazı ekonomik sistemler, insanların, tarım ve sanayi dışındaki yollarla kazanç temîn etmesini kabul etmezler. Fakat bir malın üretilmiş olması, ihtiyaçların giderilmesi için yeterli değildir. İhtiyaç, ancak üretilen eşyanın, muhtaç olanlara ulaştırılmasıyla giderilir. Çiftçi veya sanayicinin ürettiği malı, ihtiyacı olanlara ulaştırabilmesi ise mümkün değildir. Türkiye şartlarında düşünecek olursak, bir fabrikanın ürettiği malları tüketicisine ulaştırabilmesi için birçok yerde şube açması ve bunlarla dağıtımını yapması gerekir. Diğer taraftan tüketicilerin, ihtiyaç duydukları eşyayı elde edebilmeleri için doğrudan üretici ile ilişki kurmaları da imkânsızdır. Öyleyse, eşya ile tüketici arasında köprü olacak, bunları birbirine ulaştırarak, yukarda zikredilen mahzûrları ortadan kaldıracak, fakat yaptığı bu hizmet için belirli bir kâr elde edebilecek bir
948] Buhârî, Musâkât 13, Zekât 50, Buyû’ 15; İbn Mâce, Zekât 25; Ahmed bin Hanbel, I/167
TİCÂRET
- 149 -
hizmet sektörüne ihtiyaç vardır. İşte bu da, ‹Ticâret Sektörü'dür.
İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticâreti İslâm meşrû ve makbûl saymıştır. Ticâret hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur; “Allah, alış-verişi helâl, ribâyı/fâizi de haram kıldı.“949; “Güvenilir, doğru ve müslüman tâcir, Kıyâmet günü şehidlerle beraberdir”950 hadîs-i şerîfi de dürüst ticâretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.
İslâm’a göre ticâret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticârette gözettiği gâye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil; insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır. Meşrû bir ticârette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın rızâsı,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticâretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Ticârette bulunması gereken bu vasıfları Kur'an şöyle zikreder; “Ey îman edenler! Birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” 951
Alış-verişin Rüknü; Diğer akitlerde olduğu gibi îcab ve kabuldür. Îcab ve kabul, sözle, yazıyla veya işâretle olur. Îcab ve kabulde kullanılan ifâdelerin kesinlik taşıması gerekir; satıcının “bu malı sana sattım verdim”; alıcının da “aldım, kabul ettim” demesi gibi. Satıcının bu sözlerine îcab, alıcının sözüne de kabul denir.
Alış-verişlerde satış akdinin yazı ile tesbiti iyidir. Anlaşmazlık ânında elde vesika olur. Îcab ve kabul olunca alış-veriş kesinleşir; tek taraflı cayma hakkı yoktur. Ancak alıcı veya satıcı, pazarlık devam ederken alış-verişten cayabilirler. Alış-veriş, kabz yani malı teslim alma ile tamam olur. Böylece alıcı, mala; satıcı da paraya sahip olur.
Hüküm Yönünden Alış-veriş Şekilleri:
Alış-verişler hüküm yönünden; sahih, fâsit ve bâtıl nevîlerine ayrılır.
1- Sahîh alış-verişler: Aslen ve vasfen (maddesi ve niteliği) dine uygun olan şeylerin alış-verişi sahîhtir. Meselâ: Kullanılması dînen câiz olan bir malın şartlarına göre satılması gibi.
2- Fâsit alış-verişler: Satılan malın vasfı (niteliği) dîne uygun değilse, bu tür satış fâsittir. Meselâ, sürüden bir koyun diyerek, meçhûl bir koyunu satmak gibi. Aslında koyunun satışı câizdir. Fakat yukarıdaki satışta, satılan koyunun nasıl bir koyun olduğu (niteliği) bilinmediğinden alış-veriş fâsit olmaktadır.
3- Bâtıl alış-verişler: Satılan malın aslında İslâm’a aykırı bir durumu varsa böyle malların satışı bâtıldır. Kullanılması veya yenilip içilmesi haram olan bir
949] 2/Bakara, 275
950] İbn-i Mâce, Ticârât, 1
951] 4/Nisâ, 29-30
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeyin satılması gibi. Meselâ içki, domuz vs. gibi yenilip içilmesi veya kullanılması haram olan mal ve eşyanın satışı İslâm’da yasak bir alış-veriş türüdür.
Bedelleri Açısından Alış-veriş Şekilleri:
1- Bey’: Malı para karşılığında satmaya bey’ denir. Alış-verişlerin büyük bir kısmı bu şekilde yapılmaktadır.
2- Sarf: Paranın para ile değiştirilmesi olayına sarf denir. (Günümüzde, özellikle yabancı paraların piyasada tedâvüldeki para ile değiştirilmesi veya tersi şeklinde olmaktadır. Yine para ile altın alınması veya altının para karşılığı satılmasına da sarf, bunu yapanlara da sarraf denir.)
3- Mubâdele: Malı mal ile değiştirme işlemine denir. Halk arasında buna trampa ve takas (son zamanlarda da barter) gibi isimler verilmektedir.
4- Selem: Para peşin, mal veresiye yapılan ticârete selem denir. Bu tür satışlara halk arasında ‚alevra satış‘ da denir. Bilhassa çiftçi ve sanayicilerin başvurduğu bir satış şekli olan selemin câiz olması için bâzı şartların bulunması gerekir. Paraya muhtaç olan kimse, malını elde etmeden önce satmak ister. İslâm dini, satıcının darlığından istifade ederek alıcının, malı ucuza kapatmasını önlemek, üreticinin malını değerlendirmesine fırsat vermek için bazı şartlarla bu tip satışları câiz görmüştür. Peygamberimiz, Medine‘ye geldiğinde, Medinelilerin mahsûllerini bir-iki sene önceden yahûdilere sattıklarını görür. Bunun üzerine şöyle der: “Kim hurmasını önceden satacaksa; belirli ölçüde, belirli tartıda ve belirli bir vakte kadar olmak şartıyla satsın.” 952
Selem, var olmayan (ma’dûm) bir malın satışı olduğundan, câiz olmaması gerekirken, ihtiyaç ve zarûret sebebiyle câiz görülmüştür. Bunda her iki tarafın da kârı vardır; müşteri biraz daha ucuza mal alır, satıcı da peşin para ile ihtiyacını giderir. Meselâ bir sanayici nakit sıkıntısına düşerse, belirli bir süre sonra teslim edilmek şartıyla, üreteceği -vasıfları belli olan- malları satar; alacağı para ile üretimini yapar. Böylece sanayicinin tezgâhı çalışır, üretim devam eder, alıcı da normal zamana nisbetle biraz daha ucuz mal almış olur.
Bu imkân üreticiyi, tefecilerin eline düşmekten de korur. Çünkü üretimin devamı için paraya kaçınılmaz bir ihtiyaç vardır. Fiyatlarda aşırı bir düşüklük olursa böyle alış-verişler câiz değildir.
Selemin sahîh olması için şu şartların bulunması gerekir:
a- Malın vasıflarının belli olması; cinsi, nev’i, niteliğinin önceden belirlenmesi,
b- Miktarının belirlenmiş olması; kaç kilo, kaç metre, kaç ölçek vs. olacağının bilinmesi,
c- Vâdenin belirlenmesi; selem yoluyla satılan malın ne zaman teslim edileceği belirtilmelidir. Belirtilen vakitte malın teslim imkânı olmayacaksa veya olmazsa selem bâtıl olur. Meselâ; Nisan ayında buğday teslimi imkânsızdır. Nisan ayında buğday teslim etmek üzere bir çiftçinin önceden selem tarzında satış yapması câiz değildir.
d- Mal karşılığında alınan paranın miktarını belirlemek ve parayı peşinen
952] Müslim, Müsâkât 25
TİCÂRET
- 151 -
almak. Ayrıca fiyatta aşırı derecede ucuzluk olmamalıdır.
5- Veresiye satışlar: Satılan malın bedeli peşin alınabileceği gibi, belirli bir süre sonra da alınabilir. Bu tür alış-verişlerde malın karşılığının (bedel) para gibi başka bir cinsten olması gerekir. Aynı cins malların (meselâ altınla altının...) veresiye satışı câiz değildir.
Alış-veriş çeşitlerinden bir diğeri de Bey’ bi’l-vefâ’dır. Vefâ yoluyla satım akdi yapmak demektir. Bir terim olarak; bir malı, satış bedelini iâde edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelir. Satıcı semeni geri verince veya borcunu ödeyince, alıcı satın almış olduğu şeyi geri verir. Böyle bir akit, alıcının maldan yararlanabilmesi dikkate alınırsa sahih satım akdi; tarafların akdi fesh edebilme yetkilerine bakınca da fâsid satım akdi niteliğindedir. Alıcı vefâ yoluyla satın aldığı malı başkasına satamayacağı cihetle de bu, rehin hükmündedir ve bu rehin olma özelliği üstündür. Fâkîhlerin çoğu, bey’ bi’l-vefâ şeklindeki satım akdini câiz görmüşlerdir. 953
Bu muâmele faizden kaçınmak ve borcu teminata bağlamak amacıyla örfleşen bir satış şeklidir. Burada, satıcı ileriki bir tarihte satış bedelini geri vermeyi veya daha önceden kalma borcunu ödemeyi, alıcı da buna karşılık malı iâde etmeyi taahhüt ettiği için akit bu adı almıştır. Buna “bey’u’l-muâmele” denildiği gibi, Mısır’da “bey’u’l-emâne” adı da verilmiştir. Mîlâdî XV. yüzyıl başlarında yaşayan Şeyh Bedruddin Mahmûd954 bey’ bi’l-vefâ tarzındaki satışın başlangıcı hakkında şöyle der: “Zamanımızda ribâdan/fâizden korunmak için, bey’ bi-l-vefâ şeklindeki satış örf haline gelmiştir. Bu, gerçekte bir rehin muâmelesi olup alıcı mebîa mâlik olamaz ve mâlikin izni olmadıkça gelirinden de yararlanamaz. 955
Vefâ yoluyla satışta, taraflar tek yanlı irâde beyânıyla dilediği zaman akdi feshedebilir. Alıcı, akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı her an satış bedelini iâde edip malı geri isteyebilir. Alıcı da malı geri verip parayı talep edebilir, tarafların sözleşmede belirlenen süreye uymaları da gerekmez. Satışa konu olan mal, rehin hükmünde olduğu için, ne satıcı ve ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça malı başkasına satamaz. Bu hak, tarafların mirasçılarına da intikal eder. Ancak taraflardan birisi, diğerinin izniyle satış yapabilir.
Rehin edenin izni bulununca, rehin bırakılan şeyden, rehin alanın yararlanması mümkün ve câizdir. Vefâ yoluyla satış da rehin niteliğinde olduğu için alıcının bundan yararlanması mümkündür. Mecelle’yi şerh eden Ali Haydar Efendi bu konuda şöyle der: “Mebî’in, yani vefâen satılan bir gayrimenkulün menfaatlerinden bir bölümü alıcıya âit olmak üzere şart kılınsa, bu şarta riâyet olunur. Çünkü Mecelle’nin seksen üçüncü maddesinde: “İmkân ölçüsünde, şer-i şerife uygun bulunan şarta uymak gerekir” hükmü yer alır. Meselâ vefâen satılan bir bağın üzümü, satıcı ile alıcı arasında yarı yarıya paylaşılmak üzere, karşılıklı rızâ ile mukavele olunsa, bu mukaveleye göre amel edilmesi gerekir. Ancak zikredilen menfaatlerin alıcıya ait olması şart kılınmadığı halde, alıcı o menfaatleri izinsiz olarak istihlâk etse tazmin etmesi gerekir. Çünkü vefâen satılan maldan meydana gelen mahsûle alıcı mâlik olamaz. Ancak satıcının mubah ve helâl
953] Ö. Nasuhi Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu VI/126-127
954] ö. 823/1420
955] Ali Efendi, Fetâvâ, c. I. s. 300
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılmasıyla istihlâk etmişse, satıcı bunu alıcıya tazmin ettiremez. Mahsûl, alıcının haddi aşması veya kusuru bulunmaksızın telef olsa, tazmin gerekmez. Ancak telef olan miktar kadar borçtan düşülür. 956
Borç para bulmaya veya bir borcu ertelemeye yönelik bu gibi çareler, Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre, yararlanma akit sırasında şart koşulmaması kaydıyla câizdir.
Kâr Açısından Alış-veriş Şekilleri:
1- Musâveme: Satıcının, malı alış fiyatını ve kârın miktarını söylemeden satmasıdır. Serbest pazarlık sûretiyle yapılan bir satıştır. Ekseriya satışlar böyledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunda kârın fâhiş miktarda olmaması gerekir.
2- Murâbaha: Satıcının, maliyet fiyatını, kâr miktarını belirterek satmasıdır. Meselâ: satıcının “bu malı, 1000 liraya aldım, 100 lira kâr ederek 1100 liraya sana sattım” demesi gibi. Bunda satıcının yalan söylememesi gerekir. Bu tür bir alış-verişte satıcının yalanı anlaşıldığında, yalan söylenilen miktar müşteri tarafından geri istenebilir.
3- Tevliye: Maliyet fiyatına kârsız satıştır, belirli bir kârla veya kârsız satışlarda müşteri, satıcının yalan söylediğini anlarsa -yukarıda kısmen değindiğimiz gibi- alış-verişi bozabilir.
4- Vâzia: Maliyetten aşağısına, zararına satıştır. Günümüzde bilhassa mevsim sonlarında ve dükkân tasfiyelerinde başvurulan bir satış şeklidir. (Yine veresiye alıp, aldığı fiyattan daha ucuza yapılan peşin spot satışlar da bu şekildedir.) Satıcının beyan ettiği fiyatlarda yalancı olmaması gerekir. Eğer yalan meydana çıkarsa, alıcı fazla miktarı satıcıdan talep edebilir.
Muhayyer Alış-verişler: Alıcı veya satıcı, satışın gerçekleşmesini bazı şartlara bağlayabilirler. Böyle alış-verişlere muhayyer satış denir. Muhayyerliği şart koşan, şartlar gerçekleşmeyince alış-verişi bozabilir. Peygamberimiz böyle alış-verişler hakkında şöyle buyurur: “Alıcı ve satıcı alış-veriş yaptıklarında, birbirlerinden ayrılıncaya kadar pazarlıktan dönmekte muhayyerdir veya alış-verişleri muhayyerdir. Eğer alış-verişlerinde muhayyerlik varsa alış-veriş (muhayyerlik şartları ile) gerçekleşmiş olur.” 957
Alıcı ve satıcı için üç gün muhayyerlik müddeti tanınmıştır. İmam A’zam’a göre alış-verişte muhayyerliği şart koşanlar üç gün içinde bu alış-verişten cayma hakkına sahiptirler. Bu müddetin sona ermesinden sonra alış-verişten cayma hakkı kalmaz.
Satıcı muhayyerliği şart koşmuşsa satılan mal onun mülkiyetinde kalır. Üç gün içinde bu mal alıcının elinde helâk olursa onu tazmin eder; yani bedelini satıcıya vermek zorundadır. Ancak alıcı muhayyerlik şartı ileri sürerse söz konusu mal satıcının mülkiyetinden çıkmıştır. Üç gün içinde alıcı vazgeçerse malı iâde eder. Fakat bu üç gün içinde alıcının elindeki mal yok olursa satış bedeli alıcı tarafından mal sahibine ödenir. Bu duruma göre muhayyerliği şart koşan taraf bu müddet içinde alış-verişi bozabilir veya geçerli kılabilir.
Bir kimsenin, görmediği bir malı satın alması câizdir. Buna göre malı gördüğü
956] Ali Haydar, Mecelle Şerhi, I/664-667
957] Müslim, Büyû’ 10
TİCÂRET
- 153 -
zaman muhayyerlik hakkına sahip olur. Malı gördüğünde isterse kabullenir, isterse malı geri çevirir. Malın bedeli olarak önceden konuşulmuş olan fiyat geçerlidir. Alıcı bu fiyatı kabullenir. Malı görmeden aldığını ve râzı olduğunu söylese bile malı gördüğünde isterse geri verebilir. Satıcı ise, kendisine ait olup da görmediği bir malı sattığında muhayyerlik hakkına sahip değildir. Yani sattıktan sonra malını görüp de pişman olursa bu satıştan dönemez.
Satılan malların tümünün görülmesi şart değildir. Numûnesinin görülmesi yeterlidir. Ancak malın geri kalan kısmı numûnenin aynı olmalıdır. Buna göre malı görmeden satın alan kimsenin bu malı kabullenmesi veya geri vermesi husûsunda muhayyerdir. Zîra aldanması söz konusu olabileceğinden dolayı bu muhayyerlik hakkı müşteriye verilmiştir.
Bir müşteri satın aldığı malın bir kusurunu görse, satın alıp almama konusunda muhayyerdir. İsterse bedeli karşılığında alır, isterse malı geri verir. Malın belirli bir özellikte olduğu söylenirse, o özellik bulunmayınca satış bozulabilir. Meselâ on beş kg. süt vermesi şartıyla satın alınan bir inek daha az süt verirse alıcı bu satışı bozabilir.
Birkaç mala ayrı ayrı fiyat biçilip müşterinin bunlardan birini tercih etmekte muhayyer olması da sözkonusudur. Malın değerini düşüren bir ayıp veya kusur olursa, yine alıcı muhayyer olur; Alınan bir kumaşın defolu olması gibi. Ama müşteri bir maldaki kusuru görerek ve bilerek alırsa bu durumda alıcının muhayyerliği olmaz. Ancak satın aldığı kumaşın değerini yükseltecek şekilde boyasa, dikse ve ondan sonra kusurunu görse bundan dolayı ortaya çıkan değer eksikliğini satıcıdan alma hakkına sahiptir. Satıcı böyle bir işlemden geçen malı satış bedeli ile geriye almak isterse bu hakka sahip değildir; malı artık geri alamaz.
Alış-verişin şartları:
Ticârette mübâdele edilen malın kıymetli olması: Ticâreti yapılan mal, kullanılması dînen câiz olan maldır; helâl olan yiyecekler, giyecekler, çeşitli eşyalar gibi. Kullanılması haram olan eşyanın ticâreti de haramdır. Peygamberimiz Mekke fethinde insanlara şöyle demiştir: “Allah ve Rasûlü şarap (bütün alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putların satışını yasakladı.”958 İnsanlara haram kılınan şeyler, gerçekten onlara zararlı olan şeylerdir. Haram olan malları satanlar insanlara kötülük yapmış olurlar. Dînimiz böyle malların ticâretini yasaklayarak insanların birbirine kötülük yapmalarını önlemiştir.
Malın özelliklerinin belirli olması, gizli bir kusuru bulunmaması: Peygamberimiz şöyle buyurur: “Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan ve satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticâretlerinin bereketi yok olur.”959 Çünkü böyle bir alış-veriş, taraflardan birinin aldanması, zarara uğraması demektir. Bu ise dinde asla hoş görülmez. Satılan malda herhangi bir kusur varsa bu gizlenmemeli; açıkça belirtilmelidir. Ancak böyle satılırsa ticâret helâl ve bereketli olur.
Satılan malın mevcut olması: Mevcut olmayan bir malın satışı câiz değildir. Mevcut olmayan malın alıcıya teslimi mümkün olmayabilir. Bu takdirde alıcı
958] Müslim, Müsâkât, 13
959] Müslim, Büyû, 11
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mağdur olacaktır. Böyle bir mağdûriyeti önlemek için İslâm hukuku, hemen teslim edilecek veya teslim edilebilmesi mümkün olan malların satışını uygun görmüştür. Peygamberimiz (s.a.s.) meyveler meydana gelmeden, tomurcuk veya çağla halinde iken satışını yasaklamış, ancak dönmeye başladığı bir zamanda satışına izin vermiştir.960 Çünkü olgunlaşmasına kadar meyvelerde pek çok hasar ve hastalık meydana gelebilir. Bundan da alıcı büyük zarar görür. Diğer taraftan bu safhada meyvelerin miktarlarını tahmin de güçtür. Bütün bu sakıncalarından dolayı mevcut olmayan malın satışına izin verilmemiştir.
Mal ve bedelin belirli olması: Alış-veriş belirli bir malın belirli bir bedelle değiştirilmesidir. Mal veya bedelden biri belli olmazsa bu ticâret meşrû değildir. Müşteri satılan malı görmeli, kontrol etmeli, gerekli incelemeleri yapabilmelidir. Satıcının da malı karşılığında alacağı şeyi; para ise miktarını, başka bir mal ise, bunun ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Meselâ: Müşteri, “cüzdanımdaki paraya bu malı bana sat!” dese, satıcı da kabul etse böyle bir alış-veriş câiz değildir. Bu tür alış-verişlerde taraflardan biri için, mutlaka tehlike ve aldanma vardır. İslâm’dan önce geçerli olan bu tür alış-verişleri Peygamberimiz (s.a.s.) yasaklamıştır. Akit unsurlarından birinin meçhul olduğu bu tür alış-verişlerin hepsine “garar” denir.
Malın teslim alınması, (Kabz): Satım akdinde, alıcının herhangi bir engelle karşılaşmaksızın, satın aldığı mal üzerinde tasarruf yetkisine sahip olması demektir. Bu işlem, satılan malın teslim alınması ile gerçekleşir. Kabz sayılan işlemler, satılanın durumuna göre değişir. Meselâ ev veya arsanın teslimi; alıcının içine girmesi veya arsayı görecek şekilde yakınında durması yahut da evin kapı anahtarlarına sahip olması ile tamam olur. Menkul mallarda ise, satılanın fiilen teslim alınması veya alıcının tasarruf alanına sokulması ile meydana gelir. Ancak ölçü, tartı veya sayı ile satılan şeylerin kabzı; ölçerek, tartarak veya saymak sûretiyle tamamının teslimi ile gerçekleşir. 961
Menkul malların kabzdan önce satışının câiz olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Delîl Hz. Peygamber’in şu hadîsidir: “Bir gıdâ maddesini satın alan kimse, onu kabzetmedikçe (teslim almadıkça) satmasın “962 Hadîste zikredilen gıdâ maddesi örnek kâbilinden olup, diğer menkul mallar da hadîs kapsamına girer. İslâm hukukçularının çoğunluğu bu görüştedir.963 Buradaki endişe; menkul mallarda çokça karşılaşılan hasar veya bir ayıbın sirâyeti ve bu yüzden, sonraki müşterinin aldanma tehlikesidir. Diğer bir tehlike de ilk müşterinin malı kabzedememesi ve kendi müşterisine teslim edememesidir. Kabzdan önce satışın yüzyılımız ekonomisinde görülen zararlarından birisi de sun’î fiyat artışlarına neden olmasıdır. Şöyle ki: Günümüzde, arz ve talep dengesi yüzünden, özellikle kontrollü arz sonucu üretici ile tüketici arasına, henüz mal piyasaya sürülmeden aylar önce, pek çok şahıs veya şirket girmektedir. Meselâ, ana toptancı, üretici firmanın belki beş-altı ayda üretebileceği tüm malını daha üretilmeden kapatmakta; fakat henüz mal eline geçmeden, başka toptancılara, onlar da tüketiciye kâr paylarını ekleyerek satmaktadır. Mal son alıcıya, sanki birkaç elden geçtikten sonra ulaşmaktadır. Fakat gerçekte, ilk toplama ile son müşteri arasında yer alan kişiler, kendi aralarındaki işleri hep evrak üzerinde yürütmekte ve satış bedeline her
960] Müslim, Büyû’ 13
961] el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyî, V/244
962] Buhârî, Büyû’ 54, 55, Müslim, Büyû’ 29-34, 34-36, 39, 41
963] el-Kâsânî, Bedâyîu’s-Sanâyî, V/234
TİCÂRET
- 155 -
biri ayrı ayrı kâr eklemektedir. Mal, üretildiğinde son müşteriye doğrudan intikal etmektedir.
Piyasada akıcılık gibi görünen bu işler, gerçekte fiyatların sun'î olarak artışına, mal arzının kontrol altında tutulmasına, piyasaya kontrollü mal sürülmesine sebep olmaktadır. Kabzdan önce satış yasağı uygulanınca; ticâret muâmeleleri biraz ağırlık kazanacak, bunun yanında birtakım aracılar ortadan çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü nakliye, depo kirası, personel istihdamı vb. harcamalar, aracıları ve parazit şirketleri aradan çekilmeye zorlayacaktır. Böylece, piyasada râyiç fiyatın tabiî olarak oluşması imkân dâhiline girecektir.
Sonuç olarak, satın alınan bir malın kabz ve teslim alınmadan önce satış yolu açık bırakılırsa; bir ambarda depo edilmiş malın fiyatı, o mal daha yerinden oynamadan elden ele, dilden dile dolaşa dolaşa sebepsiz yere yükseltilmiş olur.964 Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre kabzdan önce satış yasağı, arsa ve arazi satışlarını kapsamına almaz. Çünkü menkul malların tesliminde ortaya çıkabilecek güçlük ve riskler (garar) gayr-i menkullerde söz konusu değildir. Onun telef olma ihtimâli azdır. 965
Ticârette kâr sınırı: Ticârette maksat; insanlara hizmetle beraber, o işten bir kâr sağlamaktır. Yalnız bu kârın aşırı (ğabn-i fâhiş) olmaması gerekir. Genel olarak İslâm, ticârette belirli bir kâr haddi koymamıştır. Kâr oranı satılan malların cinsine, özelliklerine göre değişir. Bazı mallarda düşük bir kâr haddi yeterlidir; toptan satışlarda ve değeri yüksek olan mallarda olduğu gibi. Bazı mallarda ise bu oran normal tutulur; bozulma ihtimâli olmayan mallar, perakende satışlar vs. gibi. Bazı mallarda da kâr oranı yüksek olur; bozulma oranı fazla, çeşitli riskleri mevcut olan mallar gibi.
Kâr oranı şartlara göre değişir. Fakat bu, her şeyden önce vicdan işidir. Çünkü müslüman, kardeşini aldatmaz, ona ihânet etmez, onu kendisi gibi düşünür. Yani satacağı malı almak istediğinde, ona ihtiyacı olduğunda, kendisine kaça veya hangi şartlarda satılmasını istiyorsa başkasına da öyle satar. İslâmiyet belirli bir kâr haddi koymamıştır derken, bundan, hiç müdâhale edilemez mânâsı çıkarılamaz. Devlet lüzum gördüğünde malların cinsine göre belirli kâr hadleri (narh) koyar; buna uymayanları da cezâlandırır.
Müslüman olarak alış-verişlerde dikkat edeceğimiz bazı hususlar vardır: Ticâretle meşgul olan bir müslümanın özen göstermesi gereken ilk önemli konu, haram kılınan malların satışını yapmamaktır. Allah bir şeyi haram kılmışsa, onun bedelini de haram kılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şarapla ilgili olarak “İçilmesini haram kılan Allah Teâlâ, satılmasını da haram kıldı.”966 buyurarak meseleyi gâyet açık bir şekilde belirlemiştir. Aynı şekilde mü’min bir kasabın, Allah’ın adı anılarak kesilmemiş olan bir hayvanın etini satması da böyledir. Çünkü hayvan boğazlarken kasden Allah’ın adı anılmazsa o et haram olur. Buna göre, bir müslüman böyle bir eti satamaz. Aynı şekilde put ve benzeri şeylerin de satışı İslâm’da yasaktır.
Çalıntı olan bir malın satılması veya piyasaya sürülmesi de câiz değildir. Hz.
964] Tecrîd-i Sarîh Terc. VI/447, 450-451
965] Alî Haydar, Mecelle Şerhi, I/407, madde 253
966] Ebû Dâvud, Büyû’ 64
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber (s.a.s.)'in: “Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur”967 buyurduğu bilinmektedir. Buna göre ticâretle uğraşan bir müslümanın gerek mal alırken ve gerek satarken bu hususlarda titizlik göstermesi gerekir.
İslâm toplumunda malların fiyatlarına sun’î olarak yapılan müdâhaleler asla câiz değildir. Rasûlullah (s.a.s.): “Pahalılığı arttırmak için fiyatlara müdâhale eden kimseyi Kıyâmet gününde büyük bir ateşin üzerinde oturtmayı Allah Teâlâ üzerine almıştır.” buyurmaktadır.
İslâm toplumunda karaborsa (ihtikâr) haramdır. Karaborsa, bir malın fiyatının artması için piyasadan çekilmesi, stok edilmesi, satılmaması ve fiyatı artınca satılmasıdır. Ticârette normal kâr helâldir. Fakat, ticâretin gâyesi her ne pahasına olursa olsun kâr, hele aşırı kâr elde etmek değildir. İslâm'ın haram kıldığı aşırı kâr yollarından biri de karaborsadır. Karaborsanın insanlara pek çok zararı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Piyasada sun'î darlık meydana getirmek, tüketimi sun'î olarak artırmak, bu vesîleyle enflasyonu yükseltmek, fazla fiyatla tüketicinin mağdur edilmesi, alıcı-satıcı arasındaki itimat, iyi niyet, sevgi ve saygının ortadan kalkması... Birkaç kişinin aşırı para kazanması için buna başvurması, günah sayılmıştır. Peygamberimiz karaborsacıyı şöyle tehdit eder. “Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.” 968
İhtikâr dînen haramdır. Bazı müctehidler ihtikârın sadece insan ve hayvan yiyeceklerinde olduğunu kabul etmişlerdir. Yukarıda geçen hadîste ise genel bir ifâde vardır; yani insanın bütün ihtiyaçlarını içine almaktadır. Buna göre yiyecek maddesi dışında kalan diğer ihtiyaç maddeleri de, karaborsacılığın sınırı içine girmektedir. Çiftçinin ürettiği malı bekletmesi ise ihtikâr değildir. Çiftçi emeğini değerlendirmek için bekletebilir. Fakat o mala, aşırı bir ihtiyaç duyulursa piyasaya sürmesi daha iyidir.
Malı değerinin altında almak: Satıcının paraya çok ihtiyacı olur, müşteri de bunu hissederek malı gerçek değerinin çok altında bir fiyata almak isterse, bu da dînen doğru bir hareket değildir.
Pazarlık etmek: Malın fiyatı; satıcı ile alıcının anlaşması sonucunda, yani pazarlıkla ortaya çıkar. Pazarlık yapmak helâldir. Helâl olmayan davranış, bir mala aşırı fiyat istemek veya değerinin çok altında fiyat vermektir. Alıcı ile satıcı pazarlık yaparken ikinci bir alıcının pazarlık yapması câiz değildir. Abdullah b. Ömer, pazarlık üzerine ikinci bir şahsın pazarlık yapmasını Peygamberimiz’in yasakladığını söyler.969 Malı alma niyeti olmaksızın fiyatı artırmak veya kırmak, böylece üçüncü şahıslara zarar vermek, kapalı veya açık artırmalarda yapılan hîle ve gizli anlaşmalar da haramdır. Bütün bu davranışlara dinimizde “necş: aldatma” denir ve Peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. 970
Alış-verişte yemin etmek: Pazarlık esnâsında yemin etmek câiz değildir. Yalan yere yemin etmek ise daha büyük bir haramdır. Çünkü bu, basit bir kazanç için Allah’ın adını istismar etmek, müşteriyi kandırmaktır. Hz. Peygamberimiz
967] Beyhakî, Sünen, V/336
968] İbn-i Mâce, Ticâret 6
969] Buhârî, Büyû’ 58; Müslim, Büyû’ 14
970] Buhârî, Büyû’ 64; Müslim, Büyû’ 14
TİCÂRET
- 157 -
(s.a.s.) Kıyâmet günü, Allah’ın, yüzlerine bakmayacağı üç gruptan birinin; “...malı şu fiyata aldım deyip müşterinin kendisini doğruladığı ve malını satın aldığı kimse“ olduğunu bildirmektedir.971 Başka bir hadiste de Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır: “Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder.” 972
Ölçü ve tartının doğru olması, alış-verişe hilenin karıştırılmaması: İslâm dini, insanları ahlâka, fazîlete ve muâmelelerinde dürüstlüğe çağırır. Müslümanın en dikkate değer özelliği, dürüst oluşudur. Alış-verişlerde hîleden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek satım akdinin onun yararına olduğunu telkîn etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeline râzı etmektir. Âyet-i Kerîme’de şöyle buyrulur: “Veyl (Azap, yazıklar) olsun ölçüde tartıda noksanlık edenlere ki, onlar insanlardan ölçüp (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler.“ 973
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz’da Araplar ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zâhire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah’ın Elçisi şöyle buyurmuştur: “Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zâhirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Bizi aldatan bizden değildir.”974 Bu hadis, alış-verişte hile yapmanın haram olduğuna delâlet eder. Hile sâbit olunca satılan şeyin veya satış bedelinin geri verilmesi, yalnız gabn-ı fâhiş (aşırı yararlanma) hali varsa gerekli olur. Bu da Hanefî mezhebine göre ancak tarafları aldatması (tağrîr) hâlinde sözkonusu olur. Yani hile ve aldatma yanında, fâhiş gabn hâli de varsa satım akdinin bozulması mümkün ve câiz olur. Satıcı veya dellâlin, alıcıyı yanıltması ve fâhiş bir kârla satım akdini yapmaya râzı etmesi gibi. Hz. Ebû Bekir, halife iken valilerini irşâdında fâhiş gabn nisbetini üçte bir olarak belirlemiştir. Bu duruma göre gabn; bir malın kıymetinden açık, yani göze batan bir şekilde fazla veya eksik bir fiyatla satılmasıdır. Fazlalık veya noksanlık açık olduğu zaman fâhiş gabn meydana gelir.
Hz. Peygamber, dürüst ticâret yapanları şu hadisi ile övmüştür: “Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.”975 Ayrıca müşteri aldığı bir malı herhangi bir sebeple geri vermek isteyebilir. Hanefî fakîhlerine göre hem müşteri ve hem satıcı aldıkları malı geri verme veya geri alma hakkına sahiptirler. Ancak böyle bir geri dönüşte ilk alınan bedel aynen geri verilir. Yoksa yeni bir fiyat ile verilemez. O zaman yeni bir alış-veriş olur. Bu durumda iki taraf da zarara sokulmamalıdır. Alıcı malı geri vermek istediğinde satıcı bu mal karşılığı almış olduğu parayı tüketmiş ise, bu durum satışın bozulmasına engel değildir. Fakat satılan mal kısmen veya tamamen helâk olmuşsa böyle bir durumda satıştan geri dönülmez. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): “Satışı bozmak isteyen mü’mine
971] Buhârî, Müsâkât 5; Müslim, İman 46
972] Müslim, Müsâkât 27
973] 83/Mutaffifîn, 1-3, Ayrıca bk. 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 28/Şuarâ, 181-183
974] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
975] İbn Mâce, Ticâret 1
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kolaylık gösteren kimseyi, Allah (c.c.) sürçüp düşmekten korur”976 buyurmaktadır. 977
Tefecilik, fâiz, kumar, rüşvet, gasb, çalma, hiyânet gibi hileli kazanç yollarının hepsi bâtıldır. Bu çeşit yollarla para kazanmak haramdır. Yalnız, kişinin çalışması, karşılıklı rızâya dayanan helâl malların ticâreti, hibe ve miras yoluyla elde ettiği mal helâldir. Ticâretin meşrûluğu, karşılıklı rızâya bağlıdır. Aldatma bulunan ve aldatmanın farkına varıldığı zaman, taraflardan birinin râzı olmayacağı ticâret meşrû değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “...Aldatan kimse bizden değildir!”978 buyurmuştur.
Kur’ân-ı Kerim’de Ticâret Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “ticâret” kelimesi toplam 9 yerde geçer.979 Alış-veriş anlamındaki “bey’ “ ve türevleri ise 14 yerde kullanılır.980 Satın almak anlamındaki “şerâ” kelimesi ve türevleri ise 25 yerde kullanılır.
Kur’ân-ı Kerim, tüm zamanlara yönelik ve her ülke ve ortamda uygulanması gereken temel esasları içeren evrensel bir hayat kitabı olduğu için insanı kuşatan önemli meselelere, dolayısıyla temel ekonomi konularına da yer verir. Bu bağlamda borç hukuku ve ticârî yazışmalardan,981 fâiz yasağından982 bahsettiği gibi, ticâretle ilgili hususlardan da bahseder. Bu konularda ilkeler koyarak, dikkat edilmesi gereken hususları belirler.
Kur’ân-ı Kerim, “ticâret” kavramını, bildiğimiz alış-veriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticâret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü,983 nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticâret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticârettir.
Kur’ân-ı Kerim, münâfıkların hidâyeti verip dalâlet satın almalarını kazançlı olmayan zararlı bir ticâret984 olarak vurgular. Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını Cennet karşılığı satın almak ister. Bu alış-verişte, Cennet peşin olarak gözle görülür şekilde ve acele verilmediği düşüncesiyle insanın şüpheye düşmesi çok yanlıştır. Çünkü güvenilir bir tüccardan çok daha fazla Allah’a güvenilmelidir. O el-Mü’mindir, kendisine güvenilendir. Mü’min de O’na iman edip güvenendir. O’ndan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir? Allah’la yapılan bu alış-veriş, gerçekten büyük kazanç olduğu için bu ticâreti yapanlar sevinmelidir.985 Sadece cihad meydanına atılıp canlarını Allah’a Cennet karşılığı satanlar değil; aynı zamanda Kur’an’ı okuyup namazı ikame edenler ve infak edenler de Allah’la
976] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
977] Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 103-108
978] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû’ 74; İbn Mâce, Ticârât 36
979] 2/Bakara, 16, 282; 4/Nisâ, 29; 9/Tevbe, 24; 24/Nûr, 37; 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10; 62/Cum’a, 11, 11; 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57
980] 2/Bakara, 254, 275, 275, 282; 9/Tevbe, 111, 111; 14/İbrâhim, 31, 37; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12; 62/Cum’a, 9
981] 2/Bakara, 280-283
982] 2/Bakara, 275-279
983] 3/Âl-i İmrân, 26
984] 2/Bakara, 16
985] 9/Tevbe, 111
TİCÂRET
- 159 -
alış-veriş yapmış sayıldıklarından, zarara uğramayacak bir ticâret umabilirler.986 Dünyevî ticâret, İlâhî kurallara uyulduğu takdirde meşrûdur, insanın hayrına ve faydasınadır; ama esas kazançlı ticâret, âhirete yatırım yapmaktır. İnsanı acı bir azaptan kurtaracak ticâret çok daha önemli ve hayırlıdır. Bu ticâretin temel şartı, güçlü bir iman, malla ve canla Allah yolunda cihad etmektir. Bu sermâyeler hazırlanınca günahlar bağışlanacak, büyük kurtuluş gerçekleşecek ve Cennetlerdeki güzel köşkler ihsan edilecektir. 987
“İşte onlar (münâfıklar), hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticâreti kazançlı olmamış ve kendileri de hidâyete/doğru yola girememişlerdir.” 988
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (yöneticilere, yetkili kişilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.” 989
“(Hac mevsiminde ticâret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size öğrettiği/gösterdiği şekilde zikredin/anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” 990
“Ribâ/fâiz yiyenler ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu onların: ‘Alış-veriş de ancak fâiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (fâize) bir son verirse artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a âittir. Kim (fâize) geri dönerse artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” 991
“Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın, kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da zaaf sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şâhit tutun; eğer iki erkek yoksa şâhitlerden rızâ göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şâhitler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en âdil, şâhitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip durduğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticâret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şâhit tutun. Yazana da, şâhide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah’tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.” 992
“Ey iman edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hâli müstesnâ, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve nefsinizi/kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, size merhamet edecektir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe koyacağız; bu Allah’a çok kolaydır.” 993
986] 35/Fâtır, 29
987] 61/Saf, 10-12
988] 2/Bakara, 16
989] 2/Bakara, 188
990] 2/Bakara, 198
991] 2/Bakara, 275
992] 2/Bakara, 282
993] 4/Nisâ, 29-30
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde fesat/bozgunculuk yapmayın. Eğer iman ediyorsanız bunlar sizin için daha hayırlıdır.” 994
“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 995
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” 996
“Hatırlayın ki Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!’ diye bildirmiştir.” 997
“(Öyle) Adamlar ki, ticâret de, alış-veriş de onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoymaz; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılâba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar.” 998
“Gerçekten Allah’ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak edenler; kesin olarak zarara uğramayacak bir ticâreti umabilirler. 999
“(Ey Muhammed!) Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Mâbedin duvarına tırmanmışlardı.
Dâvud’un yanına girmişlerdi de Dâvud onlardan korkmuştu. “Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster” dediler.
(Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken “Onu da bana ver” dedi ve tartışmada beni yendi.
Dâvud: ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de sâlih amel/iyi işler yapanlar müstesnâ. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Davud, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah’a yöneldi.” 1000
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
994] 7/A’râf, 85
995] 9/Tevbe, 24
996] 9/Tevbe, 111
997] 14/İbrâhim, 7
998] 24/Nûr, 37
999] 35/Fâtır, 29
1000] 38/Sâd, 21-24
TİCÂRET
- 161 -
bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” 1001
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.
Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikredin; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a teslim etmeyenler) bir ticâret ya da bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 1002
“...Kim Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği, ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter...” 1003
“İnsanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar düşünmezler mi ki, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltilecekler!” 1004
Allah’ın Âyetlerini Satmak (Din Ticâreti Yapmak) Konusunda Âyetler
“...Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden korkun. Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilip dururken hakkı gizlemeyin.” 1005
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir paha ile değişenler (onu maddî karşılık ile satanlar) var ya, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne onlarla konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için acıtıcı bir azap vardır.” 1006
“Ey iman edenler, (biliniz ki) hahamlardan (yahudi bilginlerinden) ve (hıristiyan) râhiplerden birçoğu insanların mallarını bâtıl/haksız yollarla yerler ve onları Allah’ın yolundan men ederler. Altın ve gümüşü yığıp biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele!” 1007
“Ehl-i Kitap’tan öyleleri var ki, Allah’a, size ve kendilerine indirilene, tam bir samimiyetle ve Allah’a boyun eğerek iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir paraya satmazlar. İşte onlar için Rableri katında ücretleri/ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk olandır.” 1008
“Onların ardından (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, ‘nasıl olsa bağışlanacağız’ diyerek Kitab’a vâris olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Acaba Allah’a karşı hakdan/gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden, o Kitabın hükmü üzere mîsak/kuvvetli söz
1001] 61/Saf, 10-12
1002] 62/Cum’a, 9-11
1003] 65/Talâk, 2-3
1004] 83/Mutaffifîn, 1-5
1005] 2/Bakara, 41-42
1006] 2/Bakara, 174
1007] 9/Tevbe, 34
1008] 3/Âl-i İmran, 199
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alınmamış mıydı ve onlar Kitab’ın içindekini ders edinip okumadılar mı? Hâlbuki âhiret yurdu, takvâ sahipleri/Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” 1009
“...İnsanlardan korkmayın, Benden korkun. Âyetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 1010
Hadis-i Şeriflerde Ticâret Kavramı
Güvenilir ve doğru tâcirin, kıyâmet gününde şehidlerle beraber bulunacağını1011 söyleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), yalanın insanı cehenneme sürükleyeceğini,1012 Allah'ın nasip ettiği rızkı güzel, helâl yoldan aramayı,1013 başkasının satışına engel olmamayı,1014 hayvanların sütlerini memelerinde bekletip satmamayı,1015 gereksiz yere ticârete aracı ve komisyoncuların girmemesini emretmiş,1016 vurgunculuğu kesin şekilde yasaklamıştır. 1017
“Doğru, dürüst ve güvenilir tâcir, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraberdir.” 1018
“Sözü ve muâmelesi doğru tüccâr, kıyâmet gününde arşın gölgesi altındadır.” 1019
“En güzel ve hoş kazanç o tüccarındır ki; konuştuğunda yalan söylemez, kendisine inanıldığında emniyeti kötüye kullanmaz, vaad ettiğinde vaadinden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, sattığında da övmez, borçlandığında vâdesini geçirmez ve alacaklı olduğunda borçluya güçlük çıkarmaz.” 1020
“Kim hacim ölçüsü ve tartıyla bir yiyecek satın alırsa, ölçmeden ve tartmadan onu başkasına satmasın.” 1021
“Siz ıyne alış-verişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapıştığınız, tarıma râzı olduğunu (sanâyileşmediğiniz) ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti musallat kılar. Ondan, cihad yapıp dininize dönünceye kadar da kurtulamazsınız.” 1022
“Alıcı ve satıcı ayrılmadıkça muhayyerdirler. Dürüst davranır, gerçeği açıklarlarsa satışları bereketlenir. Ama gerçeği saklar ve yalan söylerlerse satışlarından bereket kaldırılır.” 1023
“Bizi aldatan bizden değildir.” 1024
1009] 7/A’râf, 169
1010] 5/Mâide, 44
1011] İbn Mâce, Ticârât 1
1012] İbn Mâce, Mukaddime 7
1013] İbn Mâce, Ticârât 2
1014] Müslim, Büyû’ b. 4
1015] Müslim, Büyû’ b. 4
1016] Müslim, Nikâh 51; İbn Mâce, Ticârât 15
1017] İbn Mâce, Ticârât 6, 16
1018] Tirmizî, Büyû’ 4, h. no: 1209; İbn Mâce, Ticârât 1, h. no: 2139
1019] İbn Mâce, Ticârât 1
1020] Beyhakî, Şuabu’l-İman IV/221; Terğîb ve Terhîb, II/366
1021] Müslim, Büyû’ 31-39
1022] Ebû Dâvud, Büyû’ 56
1023] Buhârî, Büyû 19; Ebû Dâvud, Büyû’ 51; Tirmizî, Büyû’ 26
1024] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû’ 74
TİCÂRET
- 163 -
“Kim kusurunu söylemeden ayıplı malı satarsa Allah’ın gazabı ve meleklerin lâneti onun tepesine yağmaya devam eder durur.” 1025
“Ey tâcirler topluluğu! Muhakkak ki Allah’tan korkan, iyi ve doğru olanların hâricindeki tâcirler günahkâr ve şerliler olarak haşr olunacaklardır!” 1026
“Yemin, malın tükenmesine, bereketin eksilmesine sebeptir.” 1027
“Allah’ın buğzettiği üç kişi: Başa kakan cimri, kibirlenen mağrur ve çok yemin eden tâcirdir.” 1028
“Üç kişiye Allah kıyâmet gününde rahmet nazarıyla bakmaz. Onları temize çıkarmaz. Onlar için elem verici bir azap vardır.” Sahâbe dediler ki: “Kim onlar yâ Rasûlallah? Gerçekten onlar büyük zarara uğradılar, elleri boş kaldı ve iflâs ettiler.” Rasûlullah (s.a.s.) cevaben buyurdu ki: “İyiliğini başa kakan, kibirlenmek için uzun elbise giyen ve malının değerini yalan yeminlerle arttırarak satışını kolaylaştırmak isteyen. Siz alış-verişte çok yemin etmekten sakının! Çünkü o satışı teşvik eder, sonra da bereketi yok eder.” 1029
“Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiği zaman zaman sözünde durmaz. Kendisine güvenildiğinde hâinlik eder.” 1030
“İmkânı olanın borcunu vâdesinde ödememesi zulümdür.” 1031
“Ödünç alınan geri verilir. İyiliğe karşı iyilik yapılır. Borç ödenmelidir. Kefil de borçludur.” 1032
“Müslümanlar verdikleri söze, koydukları şartlara uyarlar. Sözlerinin erleridirler.” 1033
“Allah’ım! Ümmetimden erken kalkanına çok ver, onu bereketlendir.” 1034
“Kimse rızkını tamamlamadan ölmez. Sabırsızlık etmeyin. Allah’tan korkun. Ey insanlar! Rızkı meşrû yollardan güzellikle arayın. Helâl olanı alın, haram olanı bırakın.” 1035
“Zenginlik, mal çokluğundan değildir. Gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.” 1036
“Müslüman olup yeterli rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiğine kanaat sahibi kıldığı kimse felâh bulmuştur.” 1037
“Bir kimse ödeme niyetiyle borçlanır da Allah (c.c.) onun borcunu ödeme gayretini görürse, Allah ona borcunu ödemeyi dünyada nasip eder.” 1038
“Kimi kıyâmet gününün sıkıntılarından kurtulmak sevindirirse sıkıntıda ve zor durumda
1025] İbn Mâce, Ticârât 45
1026] Tirmizî, Büyû’ 4
1027] Buhârî, Büyû 26; Müslim, Müsâkât 131; Ebû Dâvud, Büyû’ 6
1028] Ahmed bin Hanbel, V/151
1029] Müslim, İman 171; Tirmizî, Büyû 5
1030] Buhârî, İman 24; Müslim, İman 59
1031] Buhârî, Havalât 1; Müslim, Müsâkât 33; İbn Mâce, Sadâkat 8
1032] Ebû Dâvud, Büyû 88; Tirmizî, Büyû’ 39
1033] Buhârî, İcâre 14; Ebû Dâvud, Akdıye 12; Tirmizî, Ahkâm 17
1034] Tirmizî, Büyû’ 6; Ahmed bin Hanbel, I/153
1035] Müstedrek, II/5, IV/361; Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, V/265
1036] İbn Mâce, Zühd 9
1037] İbn Mâce, Zühd 9
1038] İbn Mâce, Sadâkat 10; Nesâî, Büyû’ 99
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(kendisine borçlu) olana nefes aldırsın veya alacağından vazgeçiversin.” 1039
“Sizden önce bir adam vardı. Bir melek onun ruhunu almaya geldi. Melek ona; ‘hayatında hiç iyilik edip etmediğini’ sordu. O da bilmediğini söyledi. Düşünmesi söylendiğinde, ihtiyacı olanlara borç verdiğini, zenginlere ödemeleri için zaman tanıdığını, fakirlerin borcunu ise affettiğini söyledi. Bunu üzerine Cennete götürüldü.” 1040
“Bir adam halka borç para veriyordu. Alacak tahsili için gönderdiği gence, ‘eğer sıkıntıda olana rastlarsan ondan vazgeçiver. Umulur ki Allah da bizden vazgeçer’ diyordu. Derken adam Allah’a kavuştu, yani öldü ve Allah ondan (onu hesaba çekip azap etmekten) vazgeçti.” 1041
“Çalışana gelince, onun ücreti ancak işini bitirince ödenir.” 1042
“İşçiye ücretini teri kurumadan veriniz.” 1043
“Dışarıdan pazarımıza mal getiren rızıklandırılır. İhtikâr yapan/karaborsacı ise mel’undur.” 1044
“Kim ihtikâr/karaborsacılık yaparsa o âsî bir günahkârdır.” 1045
“Kim yiyeceklerde müslümanlara ihtikâr/karaborsacılık yaparsa Allah onu iflâs ettirir, cüzzam gibi pis hastalıklara uğratır.” 1046
“İslâm’da zarar vermek ve zarara uğramak, zarara zararla karşılık vermek yoktur.” 1047
Rasûlullah (s.a.s.), bir buğday satıcısına uğramışlardı. Ellerini buğday yığınına daldırdı. Elleri ıslandı. “Bu ne?” diye sordu. Satıcı yağmurdan ıslandığını söyledi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Islananı halk görsün diye üste çıkarsaydın ya? Bizi aldatan bizden değildir.” 1048
“Kim kusurunu açıklamadığı bir malı satarsa, Allah’ın gazabına ve hiddetine uğrar. Melekler de ona lânet eder dururlar.” 1049
“Birbirinizin satışı üzerine satış yapmayın. Birbirinize müşteri kızıştırmayın. Şehirli de köylü adına satış yapmasın.” 1050
“Kendisine danışılan kişi emîn olmalı, dürüst davranmalıdır.” 1051
“Kim çarşıya girer de ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu yuhyî ve yumîtu ve huve hayyun lâ yemût, biyedihî’l hayr ve huve alâ külli şey’in Kadîr (Allah’tan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O tektir. Ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. Öldüren ve dirilten O’dur. O ölmeyen Hay’dir, diridir. Her türlü
1039] Müslim, Müsâkât 32
1040] Buhârî, Büyû’ 18, Enbiyâ 50; Müslim, Müsâkat 31, hadis no: 1562; Nesâî, Büyû’ 104
1041] Ahmed bin Hanbel, II/263, 332, 339; Buhârî, Enbiyâ 56; Müslim, Müsâkât 31
1042] Ahmed bin Hanbel, II/292
1043] İbn Mâce, Ruhûn 4
1044] İbn Mâce, Ticârât; Dârimî, Büyû’ 12
1045] Ahmed bin Hanbel, II/351; Müslim, Müsâkât 26
1046] İbn Mâce, Ticârât 6
1047] İbn Mâce, Ahkâm 17; Muvattâ, Akdıye 31
1048] Müslim, İman 164; Tirmizî, Büyû’ 74; İbn Mâce, Ticârât 36
1049] İbn Mâce, Ticârât 45
1050] Buhârî, Büyû’ 64; Müslim, Büyû’ 11; Ebû Dâvud, Büyû’ 46
1051] Ebû Dâvud, Edeb 113; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57; Dârimî, Siyer 13
TİCÂRET
- 165 -
hayır O’nun elindedir. Ve O her şeye Kaadirdir.) derse, Allah ona bir milyon sevap yazar ve onun bir milyon günahını siler. Ve ona cennette bir köşk yapar.” 1052
“Bismillâhillezî lâ yadurru measmihî şey’un fi’l-arzı velâ fi’s-semâi ve huve’s-semîu’l-alîm’ diye üç defa söyleyen kimseye hiçbir şey zarar vermez.” 1053
“Muhakkak ki Allah ve Rasûlü içki, ölü, domuz ve put alıp satmayı yasaklamış, haram kılmıştır.” 1054
“Komşu, komşusunun şuf’asına (ön alımına) daha lâyıktır.” 1055
“Allah’ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken yumuşak olan kimseyedir.”1056 buyurmuştur. Yine Buhârî’nin rivâyet ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Alış-verişte yemin, malın sürümünü arttırsa bile hakikatte kazancın bereketini giderir.” 1057
“Alıp-satanlar” birbirlerinden ayrılmadıkça (vazgeçmekte) muhayyerdirler. Alıp-satanlar alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar (kusuru) beyan ederlerse alış-verişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler (kusurları) gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile alış-verişlerinin bereketini kaybederler.” Bir rivâyet şöyledir: “Alış-verişlerinin bereketi yok edilir: Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar.“ 1058
“Satış işine yemin ve yalan bulaşmaktadır, siz (Rabbin gadabını söndüren) sadaka karıştırın.” 1059
“(Ticarette yalan) yemin, (tüccarın zannınca) mala rağbeti artırır. (Hâlbuki gerçekte) kazancı giderir.” 1060
“Ticârette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin sürümü artırır, fakat bereketi yok eder.”1061
“Öyle bir devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.”1062 Rezîn rivâyetinde şu ziyâde vardır: “...Böyle kimselerin hiçbir duâsı kabul edilmez.”
“Yedi helâk ediciden kaçının!” Sahâbîler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?’ diye sordular. Hz. Peygamber: “Allah’a şirk/ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, nâmuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zinâ isnad etmektir.” 1063
1052] Tirmizî, Deavât 36; Dârimî, İsti’zân 57
1053] Tirmizî, Deavât 13; İbn Mâce, Duâ 14; Ahmed bin Hanbel, I/66
1054] Buhârî, Büyû’ 105, 112; Müslim, Büyû’ 71; Tirmizî, Büyû’ 61
1055] Ebû Dâvud, Büyû’ 73; İbn Mâce, Şuf’a; Ahmed bin Hanbel, III/303
1056] Buhârî
1057] Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû’ 26
1058] Buhârî, Büyû: 19, 22, 44, 46; Müslim, Büyû’ 47, h. no: 532; Ebû Dâvud, Büyû’ 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû’ 26, h. no: 1246; Nesâî, Büyû’ 3, h. no: 7, 244-245; İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 3/11
1059] Ebû Dâvud, Büyû’ 1, h. no: 3326, 3327; Tirmizî, Buyû’ 4, h. no: 1208; Nesâî, Eymân 7, h. no: 7, 15
1060] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, Müsâkât 13, h. no: 1607; Ebû Dâvud, Büyû’ 6, h. no: 3335; Nesâî, Büyû’ 5, h. no: 7, 246
1061] Müslim, Müsâkât, 27
1062] Buhârî, Büyû’ 7, 23; Nesâî, Büyû’ 2
1063] Buhârî vesâyâ 23, Tıb 38, Hudûd 44; Müslim, İman 145; Ebû Dâvud vesâyâ 10; Nesâî vesâyâ
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Büyük günahlar şunlardır: Allah’a şirk/ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere bir kimseyi öldürmek ve yalan yere yemin etmek.” 1064
“Mü’min; insanları kötüleyen, lânetleyen, kötü söz ve çirkin davranış sergileyen kimse değildir.” 1065
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.” 1066
“Kim bildiği halde hırsızlıkla elde edilmiş çalıntı bir malı satın alırsa onun günahına ve alçaklığına ortak olmuştur.” 1067
“Pazara mal getiren rızıklandırılmış; ihtikâr (stok ve karaborsa) yapan lânetlenmiştir.” 1068
“Bilmiş ol ki, haramdan gıdâsını alıp büyüyen bir ete ancak ateş evlâdır.” 1069
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden önce o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsı, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” 1070
“Her müslümanın öteki müslümana kanı, ırzı (nâmusu) ve malı haramdır.” 1071
“Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Lâkin aralarında helâle de harama da benzer şüpheli şeyler vardır ki, onları insanların çoğu bilmez. Şüpheli şeylerden kaçınan bir kimse; dinini, ırzını/insanî kıymetini korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan bir kimse, harama düşme tehlikesindedir. O, tıpkı sınır kenarında hayvan otlatan ve nerede ise yasak yerde otlatacak bir çoban gibidir. Bilin ki, her hükümdarın hudûdu vardır; Allah’ın sınırları ise haramlardır. Haberiniz olsun, bedende bir küçük et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozulur. İşte o (et parçası), kalptir.”1072
“Ey insanlar, şüphesiz ki Allah, Tayyib’dir. Tayyibden (temiz, hoş ve helâl olandan) başka bir şey kabul etmez. Allah, mü’minlere de, Rasûllere emrettiği şeyi emreder: ‘Ey Rasûller, helâl olan şeylerden yiyin ve sâlih amellerde bulunun. Çünkü Ben, sizin yaptıklarınızı bilirim.1073 ve “Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların tayyiblerinden (helâl ve hoş/temiz olanlarından) yiyin.’’1074 buyurmuştur.” dedi. Sonra devam etti: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, 12
1064] Buhârî, Eymân 16, Diyât 2, İstitâbetü’l-Mürteddîn 1; Tirmizî, Tefsîru Sûre (4) 6; Nesâî, Tahrîm 3, Kasâme 48
1065] Tirmizî, Birr 48; Ahmed bin Hanbel, I/405, 416
1066] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
1067] Beyhakî, Sünen, V/336
1068] İbn-i Mâce, Ticâret, 6
1069] Tirmizî, Salât 429, hadis no: 609; Dârimî, Rikak 60, hadis no: 2779
1070] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48
1071] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18
1072] Buhârî, İman 45, Büyû’ 5; Müslim, Müsâkat 107-108; İbn Mâce, Fiten 14, hadis no: 3984; Nesâi, Büyû’ 2, hadis no: 4431; Tirmizî, Büyû’ 1, hadis no: 1219; Ebû Dâvud, Büyû’ 1, hadis no: 3329-3330; İbn Mâce, Fiten 3984
1073] 23/Mü’minûn, 51
1074] 2/Bakara, 172
TİCÂRET
- 167 -
giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?” 1075
“Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: ‘Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) de şu cevabı verdi: “Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticâret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.” 1076
“Her kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da onun kötülüklerinden emin olurlarsa, mutlaka cennete girer.” Bunun üzerine bir adam: “Yâ Rasûlallah, bugün halk arasında bu (vasıfta kişiler) pek çoktur’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu: “Benden sonraki asırlarda da bulunacaktır.” 1077
“Kim, helâl kazancından bir hurma değerinde bir sadaka verirse -ki Allah helâl maldan verilen sadakadan başka hiçbir sadakayı kabul etmez- işte Allah, bu helâl sadakayı sağ eli ile kabul eder. Sonra o tek hurma değerindeki sadakayı dağ gibi oluncaya kadar, sizin birinizin sütten ayrılmış tayını büyütüşü gibi, sadaka sahibi için dikkatle büyütür.” 1078
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.” 1079
“Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah’ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.” 1080
“Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (Karnının) Üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 1081
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Üç işi vardır, kıyamet gününde Allah onlara ne konuşur ne nazar eder ne de günahlardan arındırır, onlar için elim bir azab vardır!” buyurdu ve bunu üç kere de tekrar etti. Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Öyleyse onlar büyük zarar ve hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar?” dedim. Şöyle saydılar: “(Elbisesini kibirle, yerlere kadar salıp) süründüren, yaptığı iyiliği başa kakan, malını yalan yeminlerle reklâm eden kimseler!“ 1082
“Bir kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık) zuhûr ederse, Allah o kavmin
1075] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
1076] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû’ 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû’ 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticâret 30
1077] Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 22, hadis no: 2640
1078] Buhârî, Zekât 14, Tevhid, 57; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât, 28, hadis no: 656; Nesâî, Zekât 48, hadis no: 2515; İbn Mâce, Zekât 28, hadis no: 1842
1079] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
1080] Buhârî, Büyû’ 15
1081] Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et’ıme 50, h. no: 3349
1082] Müslim, İman 171, (106); Ebû Dâvud, Libas 28, -087, 4088- Tirmizî, Büyu 5, h. no: 1211; Nesâî, Büyu 5, h. no: 7, 245
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalplerine korku atar. Bir kavim içinde zinâ yayılırsa orada ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını Musallat eder.” 1083
“Mal, yeşil (taze) ve tatlıdır. El açıklığıyla (cömertlik ve ikramla) onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu, yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el, alttaki elden hayırlıdır.” 1084
“Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 1085
“Yiyin, için, sadaka verin ve giyinin. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 1086
“Gerçekten Allah, çalışıp kazanan mü’min kulunu sever.” 1087
“İnsanların yediği şeylerin en temizi (helâli), kendi kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazancındandır.” 1088
“...Bizi aldatan Bizden değildir.” 1089
“İçki içilmesini yasaklayan Allah Zülcelâl, içkinin alım ve satımını da haram kılmıştır.” 1090
“Allah bir şeyi haram kılınca, onun bedelini de haram kılar.” 1091
“Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.” 1092
Ebû Cuhayfe (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.), kan alma bedelinden, kadın kölenin (haram olan) kazancından nehyetti. Ve yine Rasûlullah döğme yaptırana, ribâ (fâiz) yiyene, ribâ kazancı yediricisine lânet etti. Sûret yapan Mûsâvvir kişiye de lânet etti.” 1093
“Fâiz, yetmiş çeşidi olan günahtır. Bunların en hafifi, erkeğin kendi annesi ile zinâ etmesi (veya evlenmesi) günahı kadardır.” 1094
Câbir bin Abdullah (r.a.) şöyle der: “Rasûlullah (s.a.s.); Ribâyı (fâizi) yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhitlerine lânet etti ve “Bunlar, eşittirler” buyurdu.” 1095
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, fâiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır.
1083] Muvattâ, Cihâd 26, h. no: 2, 460
1084] Buhâri; Askalani, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
1085] Câmiu’s Sağîr, 1/13
1086] Buhârî, Libas 1; İbn Mâce, Libas 23, Hadis no: 3605; Nesâi, Zekât 66
1087] İbn Kesir, c. 4, s. 397
1088] Ebû Dâvud, Büyû’ 77, hadis no: 3528; İbn Mâce, Ticâre 1, hadis no: 2137-2138; Nesâî, Büyû’ 1, hadis no: 4427-4430; Tirmizî Ahkâm 22, hadis no: 1372; Dârimî, Büyû’ 6, hadis no: 2540
1089] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
1090] Müslim, hadis no: 930
1091] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
1092] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
1093] Buhârî, Büyû’ 180
1094] İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2274
1095] Müslim, Müsâkat 106; Tirmizî, Büyû’ 2, hadis no: 2277; Nesâî, Ziynet 25, hadis no: 5071-5073
TİCÂRET
- 169 -
Kişi, fâiz yemese bile kendisine onun buharından/tozundan bulaşacaktır.” 1096
“Fâizi yemek için hileli yollara saptığınız, öküzlerin kuyruklarına yapışıp ziraatla geçindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah üzerinize zilleti (aşağılanma, horlanma, zaafa düşmeyi) Musallat kılar ve dininize dönmedikçe onu üzerinizden sıyırmaz.” 1097
“Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1098
“...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?” 1099
“Allah ve Rasûlü şarap (bütün alkollü içkiler), ölü hayvan, domuz ve putların satışını yasakladı.” 1100
“Birbirinden ayrılmadıkça alan ve satan pazarlığı bozmakta muhayyerdir. Alan satan doğru söyler, malın özelliklerini açıklarlarsa alış-verişleri bereketlenir; yalan söyler ve malın ayıplarını gizlerlerse ticâretlerinin bereketi yok olur.” 1101
“Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.” 1102
“Sizden birinin ipini alarak odun demetini sırtlanıp onu satması, -Allah onu dilencilikten korusun- versinler vermesinler; dilenmesinden daha hayırlıdır.” 1103
Ebû Bekre (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.): “En büyük günâhı size haber vereyim mi?” Biz: ‘Evet, yâ Rasûlallah, dedik. Rasûlullah; “Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek” buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: “İyi belleyin, bir de yalan söylemek, yalancı şâhitlik yapmaktır” dedi. Bu son cümleyi sürekli tekrarladı. Biz daha fazla üzülmesini arzu etmediğimiz için “keşke sussa” diye temennîde bulunduk.” 1104
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, fücûra/yoldan çıkmaya sürükler. Fücur da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” 1105
“İş yaptığınız zaman, Allah o işte itkan etmenizi yani sağlam, ârızâsız ve kusursuz yapmanızı sever.” 1106
1096] Ebû Dâvud, Büyû, 3, hadis no: 3331; İbn Mâce, Ticâret 58, hadis no: 2278; Nesâî, Büyû’ 2, hadis no: 44333
1097] Ebû Dâvud, Büyû’ 54
1098] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1099] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
1100] Müslim, Müsâkât, 13
1101] Müslim, Büyû, 11
1102] Tirmizî, Sıfatu’l Kıyâmet, 2640
1103] Askalâni, S. Buhâri Şerhi, c. 3, s. 335
1104] Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstiâbe 1; Müslim, İman 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4, Tefsîru Sûre (4) 5)
1105] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105; Ebû Dâvud, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; İbn Mâce, Mukaddime 7, Duâ 5
1106] Kenzu’l-Ummâl, III/907
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah elinden iş gelen sanatkâr mü’min kulu sever.” 1107
“Şüphesiz Allah, güzeldir, güzeli/güzel işi sever.” 1108
“Şüphesiz Allah, her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)...” 1109
“Kendinize göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye yapmayınız...” 1110
“Allah’ım, yoksulluk fitnesinin şerrinden, küfür ve yoksulluktan Sana sığınırım.” 1111
“Ben görmeyen birisiydim, Allah basiretimi açtı; fakirdim, beni zengin kıldı.” 1112
“Şüphesiz, insan borçlandı mı, konuşursa yalan söyler, vadederse, sözünde duramaz.” 1113
“Veren el, alan elden daha üstündür/hayırlıdır.” 1114
“Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” 1115
“Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun.” 1116
“Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir.” 1117
“Sizden biri, mal ve yaratılış itibariyle kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin).1118 Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
“İyi mal, sâlih kimse için ne güzeldir.” 1119
Hz. Ömer birgün Rasûlullah’ın hâne-i saâdetlerine girdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendimiz niçin ağladığını sorunca, şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Dünya kralları, kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın yerin izleri var...” Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!” 1120
Bir iftar sofrasında Hz. Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikrâm edilir. Suyu ağzına götürdüğünde ağlamaya başlar. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: “Bir gün Rasûlullah, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş,
1107] Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/290
1108] Müslim, İman, I/93; İbn Mâce, Duâ 10
1109] Müslim, Sayd ve’z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12
1110] Tirmizî, Birr 63
1111] Nesaî, Sehv, 90, İstiâze, 16, 29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 36, 39, 42, 44; VI, 57, 207
1112] Buhârî, Enbiyâ, 51) (93/Duhâ, 7-8
1113] Buhâri, İstikrâz
1114] Buhârî vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
1115] İbn Mâce, hadis no: 3256) (Bk. 47/Muhammed, 12
1116] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
1117] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323
1118] S. Buhâri, Askalâni Şerhi, 11, s. 322
1119] Ahmed bin Hanbel, IV/194
1120] Buhârî, Tefsir (66) 2; Müslim, Talâk 31
TİCÂRET
- 171 -
sonra da ağlamış ve “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz”1121 âyetini okuyarak, “İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz” buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.” 1122
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” 1123
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadınlardan da sakının! Zira benî İsrâilin ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır.” 1124
“Eğer dünya Allah’ın yanında sivrisineğin kanadı kadar değer taşısaydı, tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” 1125
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” 1126
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” 1127
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir.” 1128
Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır.” 1129
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” 1130
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” 1131
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe
1121] 102/Tekâsür, 8
1122] Müslim, Eşribe 140
1123] Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81
1124] Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 19
1125] İbn Mâce, Zühd 11, hadis no: 4110; Tirmizî, Zühd 13, hadis no: 2321
1126] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
1127] Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478
1128] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
1129] Buhârî vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
1130] Müslim, hadis no: 1052; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, A. Davudoğlu terc, 5/471
1131] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” 1132
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” 1133
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” 1134
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’a bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” 1135
“Allah’ım, Âl-i Muhammed’in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- “yetecek kadar ver.” 1136
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni seviyorum” dedi. Rasûlullah: “Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi. Adam: “Vallâhi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: “Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür’atli gelir.” 1137
“Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz.” 1138
“Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur.” 1139
“Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su.” 1140
“İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!” 1141
“Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” 1142
1132] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
1133] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463
1134] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465
1135] Kütüb-i Sitte, 17/563
1136] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362
1137] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
1138] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
1139] Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141
1140] Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342
1141] Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350
1142] Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345
TİCÂRET
- 173 -
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” 1143
“Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde bir parça et kalmamış halde Allah’a kavuşur.” 1144
“İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise, dileyen (hayâsını koruyup) yüzsuyunu devam ettirsin, dileyen de bunu terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan (şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir.” 1145
“Bir adam Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir şeyler istedi. Peygamberimiz de verdi. Adam dönmek üzere ayağını kapının eşiğine basar basmaz, Rasûlullah: “Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye bir şey istemek için asla gitmezdi!” buyurdu.” 1146
“Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır. İnsanlar istediğini verseler de vermeseler de.” 1147
Enes (r.a.) anlatıyor: “Ensârî bir zat gelip Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir şeyler istemişti. “Evinde hiçbir şey yok mu?” buyurdular. Adam: “Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kısmıyla örtünüp, bir kısmını da yaygı olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız var.” “Onları bana getir!” diye emrettiler. Adam gidip getirdi. Peygamberimiz eşyaları eline alıp: “Şunları satın alacak yok mu?” buyurdular. Bir adam: “Ben bir dirheme satın alıyorum” dedi. Rasûlullah: “Bir dirhemden fazla veren yok mu?” dedi ve iki üç sefer tekrarladı (açık arttırmaya çıkardı). Orada bulunan bir adam: “Ben onlara iki dirhem veriyorum” dedi. Rasûlullah eşyaları ona sattı. İki dirhemi alıp Ensârîye verdi ve: “Bunun biriyle âilen için yiyecek al, âilene ver. Diğeriyle de bir balta al bana getir!” buyurdular. Adam gidip bir balta alıp getirdi. Rasûlullah, ona eliyle bir sap geçirdi. Sonra: “Git, odun topla, sat ve on beş gün bana gözükme!” buyurdu. Adam aynen böyle yaptı, sonra yanına geldi. Bu esnâda on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla giyecek, bir kısmıyla da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah: “Bak, bu senin için, kıyâmet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!” buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: “Dilenmek, sersefil, fakirliğe düşmüş veya rüsvay edici borca batmış ya da elem verici kana bulaşmış insanlar dışında, kimseye câiz değildir.” 1148
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır. Bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır yapar.” 1149
“İki haslet vardır, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredenler ve sabredenler arasına yazar: Din hususunda kendinden üstün olana bakıp ona uymak; Dünyalıkta kendinden aşağı olana bakıp Allah’ın kendine vermiş olduğu üstünlüğe hamdetmek. İşte böyle
1143] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515
1144] Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî, Zekât 83 -5, 94
1145] Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100
1146] Nesâî, Zekât 83 -5, 94, 95-
1147] Buhârî, Zekât 50, Büyû’ 15
1148] Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1641; Tirmizî, Büyû’ 10, hadis no: 1218; İbn Mâce, Ticârât 25, hadis no: 2198
1149] Ebû Dâvud, Edeb 125
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan kimseyi Allah şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de din konusunda kendinden aşağı olana bakar, dünyalıkta da kendinden üstün olana bakar ve elde edemeyeceğine üzülürse Allah onu şükreden ve sabreden olarak yazmaz.” 1150
“Himmet yönüyle insanların en yücesi, hem dünya hem de âhiret işine himmet gösteren mü’mindir.” 1151
“Ey insanlar! Allah’a karşı muttakî olun ve (dünyevî) isteklerde mûtedil/ölçülü olun. Zira hiçbir kimse yoktur ki, (Allah’ın kendisine takdir ettiği) rızkını eksiksiz elde etmeden ölmüş olsun. Rızkı gecikse bile ona mutlaka kavuşacaktır. Öyleyse Allah’tan korkun ve talepte mûtedil olun, (gayr-ı meşrû yollara sapmayın) helâl olanı alın, haram olanı terkedin.” 1152
“(Bu dünyada malca) en çok olanlar, kıyâmet günü en aşağıda olacaklardır. Ancak malı şöyle şöyle (bol bol) harcayanlar ve onu temiz yoldan kazananlar hâriç.” 1153
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). 1154
“Âdemoğlu, ‘malım, malım’ diyor. Ey Âdemoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var?!” 1155
“Dört şey, şekavet (hüsran) alâmetidir: Gözün kuruması (günahlarına ağlamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel (dünyada hiç ölmeyecek gibi plânlar yapmak), dünyaya karşı hırs.” 1156
“Bir kısım insan vardır, Allah’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka değil.” 1157
“(Benî Âdem’den) Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yiyeceği asla yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi.” 1158
“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.”1159 Rezîn şu ziyâdede bulunmuştur: “Böylelerinin hiçbir duâsı kabul edilmez.”
“Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evlâtlarınız da kendi kesbinizdendir (çalışıp kazandığınızdandır).” 1160
“Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin.” (Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurdukları bana haber verildi:) “Kim bunun dışında bir şey edinirse,
1150] Tirmizî, Kıyâmet 59, hadis no: 2514
1151] Kütüb-i Sitte, 17/245
1152] Kütüb-i Sitte, 17/245
1153] Kütüb-i Sitte, 17/571
1154] Kütüb-i Sitte, 17/571
1155] Riyâzu’s-Sâlihin, M. Emre Terc. s. 354
1156] Kütüb-i Sitte, 7/247
1157] Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, hadis no: 2375
1158] Buhârî, Büyû’ 15
1159] Buhârî, Büyû’ 7, 23; Nesâî, Büyû’ 2, -7, 243
1160] Ebû Dâvud, Büyû’ 79; Tirmizî, Ahkâm 22, hadis no: 1358; Nesâî, Büyû’ 1, -7, 249-; İbn Mâce, Ticâret 1, hadis no: 2137, 64, -2290
TİCÂRET
- 175 -
bu kimse hâindir, hırsızdır.” 1161
“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.” 1162
El-Misver İbn Mahreme’ye Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde’yi Bahreyn’e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber’le kıldılar. Namaz bitince, Rasûlullah’ın etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: “Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde’nin bir şeyler getirdiğini işittiniz” dedi. Hep birlikte: “Evet!” dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: “Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.” 1163
“... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah’ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın...” 1164
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” 1165
“Satışında, satın alışında, borcunu ödeyişinde cömert ve kolaylaştırıcı davranan kimseye Allah rahmetini bol kılsın.” 1166
“Allah, sizden önce yaşamış olan bir kimseye rahmetiyle muâmele etti. Çünkü bu adam satınca kolaylık gösterir, satın alınca kolaylık gösterir, alacağını isteyince (kabalık ve sertlik değil, anlayış ve) kolaylık gösterirdi.” 1167
“Allah, satıştaki müsâmahayı, satın alıştaki müsâmahayı, ödemedeki müsâmahayı sever.” 1168
“Kim bir Müslümanın ikâlesini (yani alım-satım akdini feshetmesini) kabul ederse, Allah da onu düşmekten kurtarır.” 1169
“Sattığın zaman tart, satın alınca tarttır.” 1170
1161] Ebû Dâvud, Harac 10, hadis no: 2945
1162] Ebû Dâvud, Büyû’ 62, h. no: 3477
1163] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464
1164] Buhârî, Cenâiz 37 vesâyâ 2, 3, Fezâilu’l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763
1165] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
1166] Buhârî, Büyû’ 16; Tirmizî, Büyû’ 75, h. no: 1320
1167] Tirmizî, Büyû’ 75, h. no: 1320
1168] Tirmizî, Büyû’ 75, h. no: 1319
1169] Ebû Dâvûd, Büyû’ 54, h. no: 3460; İbn Mâce, Ticârât 26, h. no: 2199
1170] Buhârî, Büyû’ 51
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en ziyade nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.” 1171
(Mescidler ibâdet, zikir, takva gibi kulluğun kâmil mânada gerçekleştiği mahallerdir. Bu sebeple Allah nazarında en çok sevilen yerlerdir. Çarşı pazar ise hilenin, aldatmanın, İslâm’ın en az hatıra getirildiği, en ziyade dünyanın, dünyalığın düşünüldüğü, gaflet yerleri de yine çarşı pazarlardır. Hadis çarşıların bu yönüne dikkat çekerek, teyakkuza, dürüstlüğe teşvik etmektedir. Aslında, dinin belirttiği çerçevede yapılan ticaret helâldir. Bu çeşit ticaretin yapıldığı yerler de tebcîle değer yerlerdir. Nasıl olmasın ki, Hz. Peygamber (s.a.s.) dürüst tüccarları en yüce mertebedeki insanlar arasına dâhil etmiştir.)
Selman (r.a.) diyor ki: “Elinden geliyorsa, çarşıya ilk giren olma. Oradan son çıkan da olma. Çünkü çarşı, şeytanın, (insanları şaşırtmak için kıyasıya) savaş verdiği yerdir, bayrağı da orada dalgalanır.“1172 (Bu hadis Hz. Selman (r.a.)’ın şahsî sözü gibi görünse de hükmen merfû sayılır. Burada da her çeşit uyarılara rağmen çarşıda hüküm sürecek fiilî duruma dikkat çekiliyor: Hile hurda, yalan yere yemin, aldatmalar, boş sözler vs. hepsi de şeytana lâyık işler.)
Hz. Ömer (r.a.): “Bizim çarşımızda dini bilen kimseler satıcılık yapsın.“ 1173
“Cenâb-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı.” Bunun üzerine: “Ey Allah’ın Rasûlü “ölmüş hayvanların iç yağı hakkında ne buyurursunuz, zîra onunla gemiler yağlanır, derilere sürülür, kandiller aydınlatılır” dendi. Cevâben: “O (nun satışı) haramdır“ buyurdu ve ilâve etti: “Allah Yahudilerin canını alsın. Allah onlara ölmüş hayvanların iç yağını haram kıldığı vakit bu yağı erittiler, sonra satıp parasını yediler.” 1174
“Kim içki satarsa, hınzır kasaplığı da yapsın”1175 (Hadis, tağliz ve tenfir yoluyla içkinin yasaklığını beyan etmektedir. Zira domuz yemekten umumiyetle kaçınıldığı hâlde, içkiye karşı alâka gösterenler az değildir. Hâlbuki haram olma yönüyle ikisi de birdir ve ikisi de eşit şekilde haramdır. Bu mânayı Rasûlullah (s.a.s.) böyle bir benzetme ve mukayese ile ifade buyurmuştur.)
“Bir yiyecek satın alan kimse, onu kabzetmeden önce satamaz” 1176
Hakîm İbn Hizâm (r.a.) anlatıyor: “Ey Allah’ın Rasûlu, dedim; bana gelip bir şeyler almak isteyenler oluyor. Hâlbuki istenen şey bende yoktur. Bu durumda bilâhere çarşıdan satın alarak teslim etmek üzere istenen şeyi satayım mı?” Şöyle buyurdu: “Hayır, yanında mevcut olmayan şeyi satma!“ 1177
1171] Müslim, Mesâcid 288, h. no: 671
1172] Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 100, h. no: 2451
1173] Tirmizî, Vitr 21, h. no: 487
1174] Buhârî, Büyû’’: 112, Meğâzî: 50; Müslim, Müsâkât: 71 (1581); Ebû Dâvud, Büyû’’: 66 (3486); Tirmizî, Büyû’’: 61 (1297); Nesâî, Büyû’’: 93, (7, 309-310); İbn Mâce, Ticarât: 11, (2167
1175] Ebû Dâvud, Büyû’ 66, h. no: 3489
1176] Buhârî, Büyû’ 49, 51, 54, 55, Hudûd: 42; Müslim, Büyû’ 29, 35, 40, 41, h. no: 1525-1526-1528-1529; Nesâî, Büyû’ 55, h. no: 7, 286-287; Ebû Dâvud, Büyû’ 67, h. no: 3492; Tirmizî, Büyû’ 56, h. no: 1291; Muvattâ, Büyû’ 40, h. no: 2, 640-641; İbn Mâce, Ticarât 37, h. no: 2226
1177] Nesâî, Büyû’ 60, h. no: 7, 289; Ebû Dâvud, Büyû’ 70, h. no: 3503; Tirmizî, Büyû’ 19, h. no: 1232; İbn Mâce, Ticarât 20, h. no: 2187
TİCÂRET
- 177 -
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı. Adama: “Ey satıcı nedir bu?” diye çıkıştı. Adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, yağmur ıslattı, deyince: “Bu yaşlığı üste getirip, herkesin görmesini sağlıyamaz mıydın? Kim bizi aldatırsa o bizden değildir” 1178
“(Alıcı olmadığınız hâlde, fiyatları kızıştırmak için) Müşteri ile satıcının aralarına girmeyin.” 1179
İbn Ömer (r.a.) diyor ki: “Hz. Peygamber (s.a.s.) müşteri kızıştırmayı yasakladı.” İmam Mâlik şu ilâvede bulunur: “Kızıştırma (necş): Aslında alıcı olmadığın halde, (araya girerek) mala değerinden fazla fiyat vermendir. Böylece (gerçekten almak isteyen) bir başkası, seni tâkiben mala daha fazla fiyat vererek aldanır.” 1180
“Köylü adına şehirli satış yapmasın. Bırakın insanları, Allah birinin sebebiyle diğerini rızıklandırsın” buyurdu.”1181
Enes (r.a.)’ten gelen bir başka rivâyette şu şeklinde ifâde edilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.) ana baba bir kardeş bile olsa şehirlinin köylü adına satış yapmasını menetti.”1182 Ebû Dâvud ve Nesaî’den gelen bir başka rivâyette şöyle buyrulur: “Şehirlinin köylü adına satış yapması yasaktır, şehirli köylünün kardeşi veya babası bile olsa.” Ebû Dâvud’un Hz. Enes (r.a.)’ten yaptığı bir başka rivâyet şu ziyâdeyi ihtivâ eder: “Şöyle denirdi: “Şehirli köylü yerine satmasın.”
(Şehirlinin köylü adına alış-veriş yapmasının yasaklanması ücret mukabilinde yapması durumuyla ilgilidir. Buna simsarlık denir. Simsarlık değil de, yardım olsun diye köylü adına şehirlinin yapacağı alış-veriş muâmelesi yardım yerine geçer. Hanefîler, taraflardan biri zarar görmediği takdirde şehirlinin köylü adına alım-satımda bulunabileceğine hükmederler.)
“Satıcılar mallarını çarşıya indirmezden önce yolda karşılayıp alışveriş yapmayın.” Ebû Dâvud hadisin baş kısmında şu ziyadeye yer verir: “Birbirinizin alışverişine karşı alışveriş yapmayın. (Pazara giden) malı yolda karşılamayın.” Nesâî’de “ticaret malı (es-Sila’) yerine “Celeb malı” tâbiri kullanılmıştır. (Celeb: Satmak için celbedilen mala denir). 1183
Malın çarşıya inmezden önce yolda karşılanmasının yasaklanması aldanmayı önlemek içindir. Çünkü eşyanın pazardaki fiyatını bilmeden satış yapan kimsenin daha ucuza satarak aldanma ihtimâli vardır. Şârihlerin belirttğine göre, câhiliye
1178] Müslim, İman: 164, (102); Tirmizî, Büyû’: 74, (1315); Ebû Dâvud, Büyû’: 52, (3452); İbn Mâce, Ticarât: 36, (2224
1179] Buharî, Büyû’ 58; Müslim, Büyû’ 11, h. no: 1515, Nikâh 52 h. no: 1413; Ebû Dâvud, Büyû’ 46, h. no: 3438; Tirmizî, Büyû’ 65, h. no: 1304; Nesâî, Büyû’ 21 h. no: 7, 1259; İbn Mâce, Ticârât 14, h. no: 2174
1180] Buhârî, Büyû’: 60; Müslim, Büyû’: 13, (1216); Muvatta, Büyû’: 97, (2, 684); İbn Mâce, Ticârât: 14 (2173); Nesâî, Büyû’: 16, 17, 21. (7, 258
1181] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 67, 69, 70, 71, İcâre 14, Şurût 8; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18-21, h. no: 1515, 1520-1523, Nikâh: 51, 52 h. no: 1413; Ebû Dâvud, Büyû’ 47, h. no: 3442; Tirmizî, Büyû’ 13, h. no: 1223; Nesâî, Büyû’ 17, h. no: 7, 256; İbn Mâce, Ticârât 15, h. no: 2176); Muvattâ, Büyû’ 96, h. no: 2, 683
1182] Buhârî, Büyû’ 68, Müslim, Büyû’ 19, h. no: 1521; Nesâî, Büyû’ 18, h. no: 7, 256; İbn Mâce, Ticârât 15, h. no. 2177
1183] Tirmizî ve Muvatta dışındakilerde tahric edilmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/82
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devrinde tüccarları yolda karşılayıp: “Çarşı durgun, fiyatlar düşük, mala rağbet yok” diyerek aldatıp ucuz fiyata mallarını satın almak âdetmiş. Rasûlullah (s.a.s.) bunu yasaklamıştır.
Bu hadise dayanan ulemâdan birçoğu (Mâlik, Evzâî, Şâfiî, Ahmed İbni Hanbel) yolda alış-verişi mekruh addetmişlerdir. Şâfiî ve Ahmed İbn Hanbel satıcıya muhayyerlik hakkı tanır. Ebû Hanîfe bu alış-verişi mekruh addetmez ve satıcıya, pazara vardığı zaman muhayyerlik de tanımaz. Bazı âlimler, pazarda fiyatların yüksek olma durumunda satıcıya muhayyerlik hakkı tanımıştır, değilse hakkı yoktur.1184
İbn Ömer’den gelen bir başka rivâyette: “Hz. Peygamber (s.a.s.) satıcının malını övmesini ve daha pazara varmadan malın yolda satın alınmasını veya şehirlinin köylü adına satış yapmasını yasakladı“ buyrulur. Bir başka rivâyette de sadece “malın daha pazara varmadan satın alınmasını yasakladı“ denmektedir. 1185
“Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın.” 1186
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) şehirlinin köylü adına alışveriş yapmasını, alıcı olmadığı halde alıcı imiş gibi görünüp yüksek fiyat vererek fiyat artırmayı, iki kimsenin başlattığı alışveriş muamelesi kesinlik kazanıp tamamlanmadan bir başkasının aynı mal üzerinde alışverişe girişmesini, bir kız istetilmiş iken ona tâlib olmayı, bir kadının, -kız kardeşinin kabındakini almak için- kocasına onu boşamasını taleb etmesini yasakladı.”1187 Bir başka rivâyette “...Kardeşinin satışı (kesinleşmeden araya girip fiyatını) artırmasın” şeklindedir. Bir başka rivâyette: “...Kişi kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın.” 1188
“Pazara gitmekte olan malı önceden karşılamayın. Hayvanların sütünü memelerinde (günlerce bekleterek) biriktirmeyin. Bir birinize karşı (müşteriyi kızıştırmak için alıcı olmadığınız halde, yüksek fiyat vererek) malın değerini artırmayın.“ 1189
“Hem veresiye hem satış helâl olmaz. Bir satışta iki şart da helâl değildir. Zimmette olmayanın kârı yoktur. Yanında bulunmayan malın satışı yoktur.” 1190
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ribâyı (fâizi) yiyene de, yedirene de lânet etti.“ Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde şu ziyade vardır: “(Fâiz muâmelesine) şâhitlik edenlere de bu muâmeleyi yazana da...“ 1191
1184] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 3/82
1185] Buhârî, Büyû’ 71; Müslim, Büyû’ 15, h. no: 1518; Ebû Dâvud, İcâre 45 h. no: 3436; Nesâî, Büyû’ 18, h. no: 7, 257; İbn Mâce, Ticârât 16, h. no: 2179
1186] Buhârî, Büyû’: 58, 64, 70, 71, Şurût: 8, Nikâh: 45; Müslim, Nikah: 49, (1412), Büyû’: 7, 8, 11, (1412), Birr: 29, (2563), 32 (2564); Ebû Dâvud, Nikah: 17, (2080), Büyû’: 45, (3436), 48 (3443); Tirmizî, Nikah: 38 (1134), Büyû’: 57, (1292); Nesâî, Nikâh: 20, 21 (6, 72-73-74), Büyû’: 17, 20, 21, (7, 258); İbn Mâce, Ticârât: 13, (2171); Muvatta, Büyû’: 95, 96, (2, 683
1187] Buhârî, Büyû’ 58, 70, 71, Şurût 8, 11; Müslim, Nikâh 38, 39, 51, 52, h. no: 1408 -1413-, Büyû’ 12, h. no: 1515; Tirmizî, Talâk 14, h. no: 1190; Nesâî, Nikâh 20, h. no: 6,71, Büyû’ 19, 21, h. no: 7, 258-259; Ebû Dâvud, Nikâh 2, h. no: 2176, 18, h. no: 2080; Muvattâ, Büyû’ 45, h. no: 2, 683
1188] Müslim, Büyû’ 9; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/87
1189] Tirmizî, Büyû’ 41, h. no: 1268
1190] Ebû Dâvud, Büyû’ 70, h. no: 3503; Tirmizî, Büyû’ 19, h. no: 1234; Nesâî, Büyû’ 60, 71, 72, h. no: 7, 288, 295; İbn Mâce, Ticârât 20, h. no: 2188
1191] Müslim, Müsâkât 25, h. no: 1579; Ebû Dâvud, Büyû’ 4, h. no. 3333; Tirmizî, Büyû’ 2, h. no: 1206; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no. 2277
TİCÂRET
- 179 -
“İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak.” Bir rivâyette “...tozu ulaşacak” denir. 1192
“Alışveriş yapanlar, birbirlerinden ayrılmadıkca (akdi bozmakta) muhayyerdirler. Veya alışveriş yapanlardan biri diğerine “muhayyersin” demişse yine muhayyerdir.” Ravi, Rasûlullah (s.a.s.)’ın belki de “Alışveriş yapanlardan biri “muhayyerlik şartı üzere olsun demişse” şeklinde buyurmuş olacağında şüphe etmektedir.” 1193
“İki kişi alışverişte bulununca, onlar ayrılmadıkça veya biri diğerini muhayyer bırakmadıkça her ikisi de muhayyerdir. Biri diğerini muhayyer bırakır da bu şartla alışveriş yaparlarsa artık akit kesinleşmiştir. Alışverişi yaptıktan sona ayrılırlar da ikisinden biri satıştan vazgeçmezse yine satış kesinleşmiştir.” 1194
Müslim’in bir diğer rivâyetinde şöyle buyrulmuştur: “Alışveriş yapan herhangi iki kişi arasında, birbirlerinden ayrılmadıkça akit kesinleşmiş olmaz. Ancak muhayyerlik şartıyla yapılan satış müstesnâ!”1195 Müslim’in bir diğer rivâyetinde Nafi der ki: “İbn Ömer ((r.a.)üma) bir kimse ile alışveriş yapınca bu satışın bozulmasını istemedi mi kalkar biraz yürür, sonra geri dönerdi.“ 1196
“Alışveriş yapanlar birbirlerinden ayrılıncaya kadar muhayyerdirler. Eğer doğru söyler ve (her şeyi) beyan ederlerse bu alışverişleri her ikisi hakkında da mübarek kılınır. Gerçeği gizlerler ve yalan söylerlerse, alışverişlerinin bereketi kalmaz.” 1197
“Alışveriş yapan iki taraf, birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler. Ancak, aralarında muhayyerlik anlaşması varsa bu müstesna. Bu durumda, “karşı taraf pişman olur da akdi bozar” korkusuyla birinin oradan ayrılması helâl olmaz.” 1198
“Alış veriş yapan her iki taraf da akitden memnun kalmadıkça ayrılmasınlar.” 1199
“Alışveriş yapanlar ihtilafa düşerlerse satanın sözü esas alınır. Müşteri muhayyer bırakılır.” 1200
“Evin komşusu komşunun evine veya tarlaya daha ziyade hak sâhibidir.” 1201
“Komşu, yakın komşusuna karşı daha çok hak sahibidir.” 1202
Şerîd (r.a.) anlatıyor: “Bir adam, Hz. Peygamber’e (s.a.s.):
“Ey Allah'n Rasûlü tarlam var, kimsenin bunda ne ortaklığı ne de hissesi var,
1192] Ebû Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
1193] Buhârî, Büyû’ 42, 43, 44, 46; Müslim, Büyû’ 45, 47, h. no: 1531; Tirmizî, Büyû’ 26, h. no: 1246; Ebû Dâvud, Büyû’ 53, h. no: 3454; Nesâî, Büyû’ 9, h. no: 7, 248; Muvattâ, Büyû’ 79, h. no: 2, 671; İbn Mâce, Ticârât 17, h. no: 2181
1194] Buhârî, Büyû’ 45; Müslim, Büyû’ 44, h. no: 1531
1195] Müslim, Büyû’ 46, h. no: 1531
1196] Müslim, Büyû’ 45, h. no. 1531
1197] Buhârî, Büyû’ 19, 22, 42, 44, 46; Müslim, Büyû’ 47, h. no: 1532; Ebû Dâvud, Büyû’ 53, h. no: 3459; Tirmizî, Büyû’ 26, h. no. 1246; Nesâî, Büyû’ 8, 57, 244
1198] Tirmizî, Büyû’ 26, h. no: 1247; Ebû Dâvud, Büyû’ 53, h. no: 3954; Nesâî, Büyû’ 11, h. no: 7, 251-252
1199] Ebû Dâvud, Büyû’ 53, h. no: 3458; Tirmizî, Büyû’ 27, h. no: 1248
1200] Muvattâ, Büyû’ 80, h. no: 2, 671; Tirmizî, Büyû’ 43, h. no. 1270. Metin Tirmizî’ye aittir.
1201] Tirmizî, Ahkâm 31, h. no. 1368; Ebû Dâvud, Büyû’ 75, h. no. 3518
1202] Tirmizî, Ahkâm 31, h. no. 1368; Ebû Dâvud, Büyû’ 75, h. no. 3518
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ancak komşum var” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.): şöyle buyurdu: “Komşu, yakın olan eve daha ziyâde hak sâhibidir.“ 1203
“Kim bir yiyecek veya bir başka şeyde selem akdi yapmışsa, bu malı fiilen kabzetmedikçe bir başkasına satmasın.” 1204
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Bir adam selem yoluyla (yani parasını peşin alarak, çıkacak mahsülden verilmek üzere) bir ağacın hurmasını sattı. Fakat o yıl o ağaç hiç mahsül vermedi. Satıcı ile müşteri ihtilafa düşerek dâvalarını Hz. Peygamber (s.a.s.)’e getirdiler. Rasûlullah (s.a.s.) satıcıya: “Onun parasını nasıl helâl addedersin, parayı geri ver” dedi. Sonra şunu söyledi: “Hurma (yenmeye) sâlih oluncaya kadar onu selem yoluyla satmayın.” 1205
“İhtikâr yapan hatakâr olmuştur.” 1206
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü, bizler için eşyalara fiyat tesbit ediver” diye müracaatta bulundu. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Hayır fiyat koymayayım (rızka bolluk vermesi için) Allah'a dua edeyim“ cevabını verdi. Arkadan bir başkası gelerek: “(Ortaklık pahalandı, eşyaların) fiyatını bize siz tesbit ediverin” diye talebde bulununca, bu sefer: “Hayır rızkı bollaştırıp, darlaştıran Allah’tır. Ben hiçbir kimseye zulmetmemiş olarak Allah’a kavuşmak istiyorum” cevabını verdi.”1207
Enes (r.a.) anlatıyor: “Halk Hz. Peygamber’e (s.a.s.) müracaatla: “Ey Allah’ın Rasûlü, fiyatlar yükseldi, bizim için fiyatları siz tesbit edin” dediler. Rasûlullah (s.a.s.) onlara şu cevabı verdi: “Fiyatları koyan Allah’tır. Rızkı veren, artırıp eksilten de O’dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal hususunda hak talebinde bulunmaz olduğu halde Allah’a kavuşmamı diliyorum.” 1208
“Pahalanması için, kim bir yiyecek maddesini kırk gün saklarsa, o, Allah’tan yüz çevirmiştir, Allah da ondan yüz çevirmiştir.” 1209
“Alışveriş yapan iki kişi ihtilafa düşerlerse ve aralarında da delil yoksa mal sahibinin söylediği esas alınır veya (alışverişi) terkederler” dediğini işittim” dedi. 1210
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” 1211
“Iyne usulüyle alışverişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar rücu etmedikçe o zilleti kaldırmaz.” 1212
1203] Nesâî, Büyû’ 109, h. no: 7, 320
1204] Ebû Dâvud, Büyû’ 59, h. no. 3468
1205] Ebû Dâvud, Büyû’ 58, h. no: 3467; İbn Mâce, Ticârat 61, h. no: 2284; Muvattâ, Büyû’ 21, h. no: 2, 644; Buhârî, Selem 2
1206] Müslim, Müsâkat 129, h. no: 1605; Ebû Dâvud, Büyû’ 49, h. no: 3447; Tirmizî, Büyû’ 40 h. no. 1267
1207] Ebû Dâvud, Büyû’ 51, h. no. 3450
1208] Ebû Dâvud, Büyû’ 51, h. no: 3451; Tirmizî, Büyû’ 73, h. no: 1314
1209] Ahmed İbn Hanbel, II/33
1210] Ebû Dâvud, Büyû’ 74, h. no: 3511; Nesâî, Büyû’ 82, h. no: 7, 302, 303
1211] Buhârî, Rikak 30; Müslim, Zühd 8, h. no: 2963; Tirmizî, Kıyamet 59, h. no: 2515
1212] Ebû Dâvud, Büyû’ 56, h. no: 3462
TİCÂRET
- 181 -
İyne usulüyle satışı şârihler şöyle tarif etmiştir: Tüccar, malını veresiye olarak belli bir vade ile müşteriye satar. Sonra bu malı müşteriden daha ucuz bir fiyatla satın alır. Bu tarz alışveriş caiz mi, değil mi münakaşa edilmiştir. İmam Malik, Ebû Hanife, Ahmed İbn Hanbel gibi bir kısım fukaha “caiz değil” derken, İmam Şafii ve ashabı “caizdir” demiştir.
Hadis, esas itibariyle, insanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır. İlk nazarda, hadisten ticaret ve ziraatin kötülendiği anlaşılabilir. Aksine hadis, cihadın terkinden gelecek zillete dikkat çekmektedir. Daha önce de zikredildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm aslî meslekler olarak “ticaret, ziraat ve san'atı“ saymıştır. Ama ne ticaret, ne ziraat ne de san'at cihad gibi mühim bir meşguliyeti ihmale sevketmemelidir. Şevkânî'nin dediği gibi “İslâm'ın izzet ve diğer dinlere üstünlüğünü izhar vesilesi olan “Allah yolunda cihad“ın terki halinde Allah, Müslümanlara, düşüncelerinin aksiyle muamele ederek zillet verir: Atların sırtında olduktan sonra sığırların peşlerine takar, hâlbuki at sırtı, sığırın peşinden makamca daha üstün, daha izzetlidir.“1213
“Zannediyorum bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî inkılâbı ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik, onu da doğru anlayabildi isek; cihadı, zaten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin berzahında bulduk. Oysaki yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmeti bunlara hasretmek, işte doğru olmayan budur. Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi füyuzât hisleriyle başbaşa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümulü olan bu ifade, bize mühim bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, devletler muvazenesinde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devletler muvazenesindeki yerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet Musallat edeceğini.. tegallüpler, esaretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm'ı hayata hayat kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Verdiğimiz misâl, -anlatma darlığı da mahfuz- deryadan bir katredir ve Allah Rasûlü’nün bu hususta daha nice sözleri var. Ne var ki biz, bu biricik misâlle iktifa edeceğiz. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri tahdid edip sınır altına almamış, öyle de bedenî güç ve kuvvetleri dahi hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: “Kuvvetli bir mü’min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü’min) Allah indinde zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir.” Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalb sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sıhhatiyle beraber ruh sıhhatine de sahip olmalıdırlar. Görülüyor ki, Allah Rasûlü (sav): “Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız” demiyor. Belki ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor ve bizi o istikamete kanalize ediyor.
1213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/423
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an Okuma ve Hatta Öğretme Karşılığında Ücret Almayı Yasaklayan Bazı Hadis-i Şerifler
“Her kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metaı elde etmek için öğrenirse, Kıyâmet gününde cennetin kokusunu duyamaz.” 1214
Ahmed bin Hanbel’in Abdurrahman bin Şibl’den rivâyet ettiği hadis: “Kur’an- Kerim’i okuyun, onu (dünya menfaatlerine vesile kılmak sûretiyle) yemeyin!” 1215
“Kur’an okuyun, onunla amel edin, On(u okumak)dan asla uzaklaşmayın, onun hakkında haddi aşmayın; onun karşılığında ücret alıp yemeyin, onunla dünya menfaati artırmayı talep etmeyin.” 1216
Übeyy bin Kâ’b: “Bir adama Kur’ân-ı Kerim öğrettiydim de, bana bir yay hediye etmişti. Durumu Rasûlullah'a söylediğimde: “Onu alırsan, ateşten bir yay almış olursun demektir” buyurdular, ben de sahibine geri verdim. 1217
Ubâde bin Sâmit: Ehl-i Suffe’den birçok kimselere Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana ok atılan bir yay hediye etti. -Kendi kendime- ‘Bu bir mal/para değildir. Özellikle bununla ben savaşlarda Allah yolunda ok atacağım’ dedim. Bununla beraber, Nebî (s.a.s.)’e bu olayı arz ettim. Rasûl-i Ekrem cevaben şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ’nın Kıyâmet gününde boynuna ateşten bir halka takmasını arzu edersen kabul et!” 1218
“Kim Kur’an öğretmesi karşılığında bir kavs/yay alırsa, Allah ona ateşten bir yay kılâde yapıp boynuna takar.” 1219
“Kim Kur’an okuyup Kur’an’ı insanların malını yemeye vesile edinirse, Kıyâmet gününde yüzü etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.” 1220
“Kur’an okuyan, onunla Allah’tan istesin. Zira birtakım insanlar gelecek, Kur’an’ı okuyacaklar ve onunla insanlardan menfaat temin edeceklerdir.” 1221
İmam Buhârî, Sahih-i Buhârî’nin “Fedâilu’l-Kur’an” bölümünde “Kur’ân’ı; gösteriş, yeme ve övünme için okuyanlar” diye bir başlık açmış ve ilk olarak şu hadis-i şerifi almıştır:
“Dünyanın sonunda birtakım insanlar gelecek ki, onlar basit akıllıdırlar. Allah'ın kelâmını okurlar, ama okun yaydan çıktığı gibi İslâm'dan çıkarlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez; onları bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onları öldürmek, Kıyâmet gününde ecir olacaktır.“1222 Buhârî’yi şerheden âlimlerden Kirmânî, bu hadisle ilgili şu açıklamayı yapar: “Bu hadisin, konulan başlığın ikinci kısmıyla, yani Kur’an’ı yeme vesilesi yapmakla ilişkisi şudur: Kur’an okuma, Allah için olmazsa, elbette
1214] Ebû Dâvud, İlim 12; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, II/338
1215] Heysemî, M. Zevâid, VI/168
1216] Ahmed bin Hanbel, Müsned II/428; Heysemî, VI/167); Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/95; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/46
1217] İbn Mâce, II/157; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47-48
1218] Ebû Dâvud; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/47
1219] Dârimî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
1220] Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96; Beyhakî; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48
1221] Tirmizî, V/179, hadis no: 2917; S. Buhari, Tecrid-i Sarih Terc. VII/48-49; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, V/322; Aynî, Umdetü’l-Kaarî, XII/96
1222] Buhâri, Tecrid-i Sarih IX/301; XI/248
TİCÂRET
- 183 -
ya gösteriş, ya yeme vesilesi, ya da benzeri bir şey için olacaktır.” 1223
“Bir kimse, âhiret ameli ile dünyayı talep ederse, yüzü insan sûretinden çıkar, zikri de mahvolur. İsmi de ehl-i nâr (Cehennemlikler) siciline girer.” 1224
“Kapkaranlık gece parçaları gelmeden (fitnelerin karanlığında, nur/ışık temini için) amellere sür’atle koşun ki, o devirde insan sabah mü’min olduğu halde akşama kâfir olarak ulaşır. Mü’min olarak gecelediği halde kâfir olarak sabaha çıkar. Ve o günün adamları dinini, dünyadan az bir şeye karşılık satarlar.” 1225
“Sizin içinizde öyle zümreler türeyecektir ki, siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı, onların amelleri/iyi işleri yanında kendi sâlih amellerinizi küçük göreceksiniz. Onlar Kur’an da okuyacaklar. Fakat Kur’ân(ın feyzi) onların hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmeyecek. Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar...” 1226
“Birtakım dâîler, yani çığırtkan hatipler türeyecek, onlar bizim dilimizle (bizim aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar (Hâlbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur). Bizim dinî kaidelerimizle, bizim dînî hislerimize hitab edecekler ve ümmeti Cehenneme ve felâkete dâvet edecekler!” 1227
Peygamber (s.a.s.) ashâbından iki kişi bir gün bir mescide geldiler. İmam namazdan selâm verince, cemaatten biri, bir miktar Kur’an okudu; sonra da yardım istedi. Olaydan müteessir olan sahâbîlerden biri: ‘Hepimiz Allah içiniz, O’na aidiz ve O’na döneceğiz. Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işitmiştim: “Pek yakın bir gelecekte bir grup insan türeyecek, bunlar Kur’an’ı âlet edip dilenecekler. Bu işi kimin yaptığını görürseniz, sakın ona bir şey vereyim demeyiniz.” 1228
“Kur’ân’ı Arap lâhnı ve üslûbu ile okuyun. Fâsıkların, yahûdi ve hıristiyanların lâhnı ve tavrı ile onu okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek; onlar Kur’an’ı şarkıcıların, râhibelerin ve yas tutan kadınların üslûbu ile okurlar. Ama okudukları hançerelerinden (boğazlarından) öteye geçmez. Onların da, bu okuyuşlarından hoşlananların da kalpleri fitne ile dolmuştur.”1229
Hz. Peygamber’in Ticâretle Uğraşması
Dedesi Abdü’l-Muttalib’in ölümünden sonra Peygamberimiz, Kureyş’in diğer liderleri gibi Mekke halkının geçim kaynağı olan ticâretle meşgul olan amcası Ebû Tâlib’in yanında yaşamaya başladı. Ebû Tâlib, Mekke’den Suriye’ye giden bir ticâret kervanı ile Şam’a gidiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) o zaman henüz dokuz yaşındaydı. Onu hiç kırmayan amcasına sarılan Muhammed’i (s.a.s.) de bu yolculukta yanına aldı. İbn Hişam ve Tirmizî’nin rivâyetine göre, kervan Suriye’de Busra denen mevkîye vardığında orada konakladı. Manastırda Bahira adında bir râhip vardı. Ebû Tâlib onunla görüştü, râhip onları yemeğe dâvet etti. Bu meyanda Hz. Muhammed’i (s.a.s.) görünce dikkatini çekti. O’nda peygamberlik
1223] Kirmânî, Şerhu’l-Buhârî XIX/49; Kastalânî, İrşâdü’s-Sârî, VII/388
1224] Taberâni, Kebir; Ebû Nuaym; Râmûz el-Ehâdis, II/429
1225] Müslim, Tirmizi, Ahmed bin Hanbel; Râmûz el-Ehâdis, I/243
1226] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, XI/247; hadis no: 1783
1227] Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX/298; XI/248
1228] Fudayl bin Amr’dan, et-Tıbyân fî Âdâb-ı Hameleti’l-Kur’an, Muhyiddin Nevevî, s. 29
1229] Beyhakî, Şuabu’l-İman, I/429; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I/43
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alâmetlerini sezdi. Ebû Tâlib’e: “Kardeşinin oğluyla geri dön, yahûdilerden onu görüp zarar vermelerinden korkarım” dedi. Ebû Tâlib de yeğeni ile geri döndü. İşte Hz. Peygamber’in ilk dış gezisi bu şekilde Suriye’ye olmuştu.
Amcasının evinde büyüyen Muhammed (s.a.s.), ondan ticarî işler konusunda birtakım tecrübeler edinmişti. Büyüdüğünde, amcasının o kadar zengin olmadığını, beslemek zorunda olduğu büyük bir âilesinin olduğunu anlayınca, Mekke’de kendi adına ticâret yapmaya başladı. Genelde bilindiğinin aksine; ticarî hayata Hz. Hadîce ile müşterek çalışmaya başlamasından çok önce girmiştir. Mekke’de küçük çapta işler yapardı. Bir yerden mal alır, başkalarına satardı. Bu, Hatîce ile çalışmaya başlamadan önce başkalarıyla ticarî ortaklığa girdiğini gösteren sonraki olaylar ile te’yid edilmiştir. Kureyş’in bir ferdi olarak O’nun da geçimi için kabilesinin diğer fertleri gibi aynı mesleği, yani ticâreti benimsemesi gâyet doğaldı. Kendi adına ticâret yapacak sermayeye sahip olmamasına karşılık, kendi sermayelerini işletemeyecek olan, fakat dürüst insanlarla ortaklık yapmak isteyen sermaye sahibi birçok zengin, dul ve yetime ait büyük bir sermaye birikimi bulunuyordu. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.) için sâbit bir maaş karşılığı veya kâr ortaklığı yoluyla iş hayatına girmesi yönünde birçok imkânlar vardı. Hz. Hadice, Mekke’de temsilcileri vâsıtasıyla iş yapan zengin hanımlardan biriydi. Muhammed (s.a.s.) çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü sebebiyle halk arasında “el-Emîn” (güvenilir) ve “Sâdık” (doğru) isimleriyle tanınırdı. Böylece O’nu güvenilir ve kâr getirici bir ortak olarak gören Hadîce de bazen ücretle, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed’i (s.a.s.) birçok defalar kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticarî seferlere göndermişti.
Hz. Peygamber onun sermayesiyle pek çok ticarî sefere çıktı. Bunlardan biri çok meşhurdur ki; bu seferin sonunda Hadice O’na hizmetkârı vâsıtasıyla evlenme teklifinde bulunmuştu. Bu sefer, Suriye’de Busra’ya yapılmıştı. Bu geziye çıktığında yaşı 25 civarında idi. Hz. Hadice ile Suriye seferi için anlaşmasından önce Hz. Peygamber’in tâcirliği ve dürüstlüğü ile özel olarak ticarî piyasada, genel olarak da Kureyş’te büyük bir isim yaptığı anlaşılmaktadır. Yaptığı ticâretin çoğunluğunu Yemen’e yaptığı ve bu gâye ile oradaki ticarî merkez ve ticarî fuarlara çok sayıda katıldığı bilinmektedir. Hz. Hadice için buralara dört sefer yapmıştır. Hz. Peygamber’in Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan Bahreyn’e de birkaç sefer yaptığı bilinmektedir.
Özetle ifade edebiliriz ki; Hz. Peygamber, ticarî işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18 yaşlarında başlamıştır. Herhangi bir dürüst ve kendisine saygısı olan kişi gibi, maddî açıdan zengin sayılamayacak durumda olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticârete atılmıştır. Bu sebeplerle de komşu ülkeler, özellikle Yemen, Bahreyn ve Suriye şehir ve kasabalarına ve muhtemelen Habeşistan'a gitmiştir. Muhakkak ki O, hayatını helâl yoldan kazanma arayışı içinde çok gayret sarfetmiştir. İş hayatına, bir sermaye sahibi birinin ortağı olarak veya belirli bir ücret karşılığında çalışan bir kişi olarak başlamış olmalıdır. Daha sonra, bu sahada kazandığı tecrübelerle ve doğruluğunun, dürüstlüğünün çevreye yayılması üzerine yukarıda sözü edilen Hz. Hadice'nin O'nu birçok kere maaş karşılığı ticâret için çeşitli yerlere göndermesi ve sonra aynı amaçla büyük bir meblâğla Suriye'ye göndermesi olayında olduğu gibi, kendisine diğer insanların sermayesi ile iş yapması teklif edildi.
TİCÂRET
- 185 -
Bu olaylar, O’nun çocukluğunda küçük bir ücret karşılığında Mekke halkının koyunlarına çobanlık yaptığını öğrendiğimizde1230 daha bir gerçeklik kazanıyor. Hz. Peygamber, büyürken, gençliğinin ilk dönemlerinde ticarî hayatına muhtemelen sâbit ücretler karşılığında başlamıştı. Daha sonraları bu tarz ticâreti, Yemen pazarlarına düzenlediği her seferin sonunda aldığı bir deve karşılığında Hz. Hadice için birkaç defa yapmıştı. Bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz, hayatının gençlik dönemlerinde sâbit ücret karşılığında Hz. Hadice de dâhil, Mekke’nin farklı zengin insanlar için ticâret yapıyor görmemiz gâyet normaldir.
Günün birinde genç Hz. Muhammed (s.a.s.), birisiyle ticarî bir anlaşma yaparken, aralarında bir problem çıktı; bunun üzerine karşısındaki O’ndan iddiâsını ispatlaması için “Lât ve Uzzâ” putları üzerine yemin etmesini istedi. Bunun üzerine O “hiçbir zaman bunu yapmadım. Yolum o heykellerin yakınlarından geçse, kasden onlardan kaçınıyor ve değişik bir yol tutuyorum” buyurdu. O’nun tavrından oldukça etkilenen adam “Sen doğru ve âdil birisin. Söylediklerin de hakikattir. Allah için, sen, bilginlerimizin ve kitaplarımızın sözünü ettiği kişisin” dedi. 1231
Tarihî kayıtlarda O’nun Said bin Ali Saib ile ortak ticâret yaptığından söz edilir. Mekke’nin fethinden sonra Saib O’nu ziyârete geldiğinde ashâb onun iyiliğinden söz edince Peygamberimiz (s.a.s.), onu herkesten daha iyi tanıdığını ifâde etti. Onu sevgiyle karşılayarak “gel, gel, hoş geldin kardeşim ve benimle hiçbir zaman tartışmayan ticâret ortağım!” buyurdu. Saib de gençliğinde Peygamberimiz’le ortaklık yaptığını ve O’nun ticâret hesaplarını her zaman dürüstçe tuttuğunu anlattı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Hz. Hadice ile evlenmeden önce, Suriye ve Yemen’de çeşitli yerlere Hz. Hadice adına seferlere çıktığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Bununla beraber, maîşetini temin için benzeri ticarî gezilere defalarca çıktığı muhtemeldir. Zaten O’nun gibi dürüst bir genç adamın, vaktini amcasının yanında boş geçirdiğini düşünmek imkânsızdır. Çok küçük yaşlarda iken bile amcasının omuzundaki geçim yükünün birazını almak için Kurey’te çobanlık yaptığı bilinmektedir. 25 yaşına gelineceye kadar yaşlı amcasına bir yük olarak işsiz-güçsüz gezdiğini nasıl umabiliriz? O’nun karakteri ve ahlâkı da göz önüne alındığında, tüm deliller, en meşhurları Said bin Ali Saib ve Kays bin Saib olmak üzere birçok kişilerle ortak olarak veya kendi adına çeşitli ticarî faâliyetlerde bulunduğunu göstermektedir. Yine eldeki kaynaklar bu amaçla Hz. Hadice kendisini ticarî işleri için seçmeden önce Yemen’e ve kasabalarının pazarlarına birkaç sefer yaptığını göstermektedir. Peygamberimiz’in mizacında genç bir adamın gençliğinde bu tarz ticarî işlere girmiş olması gâyet mâkul ve olağandır.
Hz. Muhammed (s.a.s.) gibi bir insanın, gençliğinde ve hatta oldukça erişkin bir yaşta maîşeti için başkalarına bağılmı bir hayat sürmesi hiçbir zaman ileri sürülemez. Peygamberimiz’in Hz. Hadîce ile anlaşma yapmadan ve Ebû Tâlib’in konuşması ve isteği vuku bulmadan önce en azından Yemen’e birkaç ticarî sefer yapmış olması kuvvetle muhtemeldir. Bahreyn’e yaptığı birkaç sefer, Abdul Kays heyetinin liderine “Sizin topraklarınızı ayaklarımla çiğnedim” buyurması ile kendi ağzından te’yid edilmiştir. Bu ifâde, Peygamberimiz’in ticarî amaçlarla Bahreyn’e birkaç kez gittiğini açıkça göstermektedir.
1230] Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149
1231] İbn Sa’d, c. 1, s. 130
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Evlilik Sonrasında Ticârî Meşgaleleri: Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hadîce ile evlendikten sonra, bu kez işin idârecisi ve hanımının ortağı olarak ticârete eskisi gibi devam etti. Buna bağlı olarak komşu ülkelerin ve ülkesinin çeşitli ticarî merkezlerine ve panayırlarına pek çok kereler yolculuk yaptığı kesinlik kazanmaktadır. Evlendiği 25 yaşından itibaren peygamberlik görevi kendisine tevdî edilinceye, yani 40 yaşına kadar Arap yarımadasının değişik bölgelerine ve Yemen, Bahreyn, Irak, Suriye gibi sınır komşusu ülkelere ticarî seferlere gitti; yani bugünkü tâbirle ithâlat ve ihrâcat işiyle meşgul oldu.
Otuz yaşlarının sonuna doğru, daha çok tefekküre vakit ayırdığı bir gerçektir. Bunun için Hira dağında (Cebel-i Nûr) günler, haftalar geçirmiştir. Ancak daha önceki dönemlerinde otuzlu yaşlarının ortasına kadar normal bir ticâret adamı gibi çalışmıştı. Evlendikten sonra yaptığı üç ticarî gezisi tesbit edilmiştir. Bunlar sırasıyla Yemen, Necd ve Necran’adır. Bunun yanında O’nun hac mevsiminde Ukaz ve Zü’l-Mecaz panayırı (ticarî fuarları) zamanında yoğun ticarî faâliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Diğer zamanlarda da Mekke çarşısında toptancılık işiyle uğraştığı rivâyet edilmektedir.
Alış-verişleri: O’nun peygamberlik öncesinde ve sonrasında hem Mekke ve hem de Medine’deki ticarî muâmeleleri hakkında geniş mâlûmât vardır. rivâyetlerde alımlarından bahsedildiği gibi satış işlerine de yer verilmiştir. Peygamberliğin gelişi ile Hicretin vukuuna kadar satımdan çok alım akdi yaptığı bilinir. Medine’ye hicretinden sonra ise satış muâmeleleri oldukça az olup bunlardan sadece üç tanesine hadis metinlerinde yer verilmiştir. Alışlarına ise hayli fazla diyebileceğimiz örnekler verilir.
Hz. Peygamber, hicretten sonra bazen vekil aracılığıyla, bazen de kendisi başkalarına vekâleten ticâret yapmıştır. Ama iş hayatının çoğunda kendisi vekiller kullanmıştır. Rehin karşılığında veya rehinsiz borç alır, peşin veya borçla mal alırdı. Ölen insanların borçlarının ödenmesine de kefil olurdu. Gelirinden sadaka/zekât verdiği bir miktar toprağı vardı. Peygamberlik gelmeden önce birçok ticarî iş yaptığı halde, İlâhî mesajın kendisine tevdî edilmesinden sonra bu işler devamlı azalma çizgisi göstermiştir. Medine’ye hicretinden sonra çok az satış yaparken, birçok alım yapmıştır. Hicretten sonra birçok kişiden borç almıştı. Ama çok cömert bir borçlu idi; zira iyi niyet ve teşekkür belirtisi olarak her zaman borcundan fazlasını geri öderdi ve ayrıca o kişiye; “Allah evini ve servetini korusun. Borç için hediye, Allah rızâsı ve borcun geri alınmasıdır” şeklinde duâ ederdi. 1232
Bir defasında birisinden kırk sâ’/ölçek borç almıştı. Adam daha sonra muhtaç duruma düşünce Rasûlullah’a (s.a.s.) gelerek alacağını istedi. Adam bir şey söyleyecekken Rasûlullah (s.a.s.): “İyilikten başka hiçbir şey söyleme; çünkü borcunu ödeme bakımından ben borçluların en iyisiyim” diyerek kırk sâ’ borcuna karşılık, kırk sâ’ da onun iyi niyetine teşekkür şeklinde bir jest olarak seksen sâ’ ödemiştir. Yine bir gün bir deve satın almıştı. Devenin sahibi sonradan gelerek, çok kaba sözlerle parasını isteyince, ashâb hemen onu yakaladı. Fakat Hz. Peygamber: “Onu bırakın. Bir hakkın sahibinin (yani alacaklının) konuşmaya hakkı vardır” buyurdu ve borç aldığı deveden daha değerli bir deve verdi. Adam: “Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana ödesin” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü: “En hayırlınız, borcunu en iyi
1232] Zâdu’l-Meâd
TİCÂRET
- 187 -
ödeyendir.“ buyurdu.1233 Bir seferinde ise aldığı malın karşılığın ödeyecek parası yoktu. Sonra o malı satarak kârını Benî Muttalib’in dullarına harcadı ve “bundan sonra karşılığını ödeyecek param oluncaya kadar hiçbir şey satın almayacağım”1234 buyurdu. Başka bir gün, bir alacaklısı oldukça sert sözlerle alacağını isteyince Hz. Ömer onun üzerine yürüdü. Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey Ömer, dur! Benden borcumu ödememi, ondan da sabırlı olmasını istemen daha doğru olur” buyurdu. 1235
Ticâretinin Prensipleri: O’nun ticâreti diğer insanlarınkinden farklıydı. O, sadece hayatını kazanmak, yani geçimini helâl yoldan sürdürmek istiyor; zenginlik ve servet biriktirmek gibi arzular peşinde koşmuyordu. Çünkü bu ticarî işler, o devirde dürüst para kazanılabilecek ender işlerdendi. Kazandıkları ancak hayatını idâme ettirmesine yeterli oluyordu. Ancak, ne olursa olsun, her yaptığı işi en mükemmel bir şekilde ve “el-Emîn” ve “Sâdık” vasıflarına uygun şekilde yapıyordu.
Peygamberimiz, iş hayatını gâyet âdil ve dürüst olarak sürdürdü. Alış-veriş yaptığı hiçbir kimsenin şikâyetine meydan vermedi. Her zaman sözünü tutar, müşterilerine söz verdiği nitelikteki malı tam zamanında teslim ederdi. Henüz çok genç yaşlarda dürüst ve doğru sözlü bir tâcir olduğu şeklindeki ünü her tarafa yayılmıştı. Diğer insanlarla olan ilişkilerinde daima büyük bir sorumluluk ve dürüstlük anlayışına sahip olmuştur. O, yalnızca hakkaniyet ve dürüstlük esaslarına dayalı bir ticâret yapmakla kalmadı, doğru ve âdil ticarî muâmeleler konusundaki temel ilkeleri de vaz’ etti. İlişkilerindeki dürüstlük, adâlet ve doğruluk bütün tüccar ve işadamları için takip edecekleri ebedî kurallar haline geldi. Ticârete ilk atıldığı zamandan beri, diğer insanlarla olan işlerinde daima sorumluluk ve dürüstlük göstermiştir. Bu konuda kendisi ile ticâret yapmış insanların çeşitli nakilleri bulunmaktadır: Abdullah bin Hamza, O’nunla bir alış-verişe başladığını, fakat daha ayrıntıları belirlemeden âcil bir işinin çıkmasıyla hemen ayrılmak zorunda kaldığını anlatmaktadır. Geri dönmeye söz verdiği halde unuttuğu için, ancak üç gün sonra hatırlayarak oraya koşmuş ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) orada üç gün boyunca beklediğini belirtmekten başka hiçbir şey söylemediğini belirtmiştir. O’nun cömertliği ve âdil kişiliği sadece kendi çağındakilere değil; kendinden sonra gelen bütün insanlara da ticarî münâsebetler için temel prensipler olarak kabul görmüştür.
Hz. Peygamberimiz, ticâret yaptığı insanlara karşı çok nâzikti ve ashâbının da öyle davranmasını isterdi. Âllah’ın Rasûlü, peygamberliğinden önce de sonra da ticarî işlerinde devamlı dürüst olduğu gibi; ashâbına da aynı şekilde davranmalarını tavsiye etmişti. Medine’de devletin başına geçince ticarî sahadaki bütün sahtekârlık, fâiz, şüphe, belirsizlik, haksız kazanç, sömürü, karaborsa gibi unsurları çıkarıp atmıştır. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini standartlara bağlayarak insanların, güvenilirliği şüpheli ağırlık ve uzunluk birimlerini kullanmasını yasaklamıştır.
Maîşet Temini Açısından Ticâretin Önemi
İslâm’da rızık temin etmenin en faziletli yolu cihad’tan (ganimetten) sonra
1233] Buhârî, İstikrâz 4,6, 7, 13; Müslim, Müsâkat 118-122, hadis no: 1600, 1601
1234] Ahmed bin Hanbel, I/235, 323; Ebû Dâvud
1235] Zâdu’l-Meâd
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ticârettir. Sonra ziraat ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi sözkonusu olmaktadır.
İnsanlara hizmet anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticâreti İslâm hem meşrû hem de makbûl saymıştır. Ticâret hakkında Allah’u Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, ticâreti helâl, ribâyı da haram kıldı.“1236 Devrinin en güvenilir tâciri olan Peygamberimiz de bu konuda şöyle der: “Güvenilir, doğru ve müslüman tâcir, Kıyâmet günü şehidlerle beraberdir.”1237 Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticâretin sahibine ne kadar sevap kazandıracağını belirtmektedir.
İslâm’a göre ticâret; değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında değiştirmektir. Dinimizin ticârette gözettiği gâye, her ne pahasına olursa olsun kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır. Meşrû bir ticârette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın rızâsı,
2) Karşılıklı iyi niyet ve dürüstlük,
3) Ticâretin, taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Doğu kültürünü yansıtan bir alış-veriş anı.
Ticârette bulunması gereken bu vasıfları Kur'an şöyle zikreder; “Ey îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.” 1238
Hz. Muhammed (s.a.s.) Peygamber olduğu zaman Hicaz’da Arapların çoğu ticâretle uğraşıyordu. Peygamber (s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir piyasanın teşekkülünü sağladı. Peygamberimiz, kendisi örnek bir tüccar olduğu gibi, ashâbına ve tüm müslümanlara ticâretle ilgili çeşitli tavsiye ve emirlerde de bulunmuştur.
Evet Allah, şeriate uygun ve meşrû dairede çalışan, didinen, yorulan ve kazananları sever. Hz. Peygamber’in dünyasında ve O’nun amel ve aksiyon anlayışı içinde çalışma, amellerin en faziletlisi ve Allah sevgisine en çabuk ulaştıranıdır. O asla, “râhipler gibi kiliselere kapanın, evlenmeyi terkedin, yemeyi içmeyi bırakın, dünyayı boş verin, tâ Allah’a vâsıl olasınız...” dememiştir. Allah Rasûlü, insanlardaki evlenme ve hemcinsine alâka duyma duygusunu güdükleştirmemiş, saptırmamış, hapsetmemiş dolayısıyla da depresyonlara sebebiyet verecek yollara girmemiştir. O, bu duyguyu, olumluya, meşrûya kanalize etmiş ve bu noktada dahi, Ümmet-i Muhammed’i, Allah’ın rızâsına ve hoşnutluğuna ulaştıracak yollar göstermiştir. O’nun terbiyesi; fıtratı, karakteri yönlendirme ve ona yaratılış gâyesine uygun hedefler bulma istikametinde olmuştur.
Ticâret, Ziraat ve Cihad: İşleri dengeleme mevzunda da O’nun eşi menendi yoktur. Bir hadis-i şeriflerinde O şöyle buyurur: “Siz kendinizi îne alış-verişine saldığınız; sadece ziraatle iktifa ettiğiniz; sığırlarınızın ardına takılıp gittiğiniz (yani sadece
1236] 2/Bakara, 275
1237] İbn-i Mâce, Ticârât, 1
1238] 4/Nisâ, 29-30
TİCÂRET
- 189 -
hayvancılıkla uğraştığınız) ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah sizin başınıza öyle bir mezellet indirir ki tekrar dininize dönmedikçe de bu mezelletten kurtulamazsınız.”1239 buyurmaktadır. Îne alış verişi: Bir şahsın, diğer bir şahıstan veresiye bir şey satın alıp, sonra da aynı adama onu çok daha ucuza satması şeklinde ta’rif edilmiştir ki, birçok tarifinden sadece bunu vermek yeterli olur. Bu, ister kapalı bir fâiz sayılsın, ister başka bir spekülasyon, Rasûlullah’a göre sakıncalıdır. Bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî devrimi ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru anlayabildiysek. Cihadı, zâten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin uçurumunda bulduk.
Oysa ki, yapılacak şeyi, hem de 14 asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır. Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün himmet ve gayreti bunlara ayırmak; işte doğru olmayan budur. Şehir hayatına karışmadan, bir dağa çekilip, kendi ibâdet anlayışı ve duygularıyla başbaşa kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve hayvancıya kadar şümûlü olan bu ifade, bize önemli bir iktisat ve ekonomi dersi vermektedir. Ayrıca, dünya ölçüsünde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devlet oluşturamadığınız, gücünüzü ve dünyadaki değerinizi kaybettiğiniz zaman Allah, size altından kalkamayacağınız bir mezellet/rezillik musallat edeceğini, mağlûbiyetler, esâretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm’ı hayata hâkim kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve kabiliyetleri sınırlamamış, aynı şekilde bedenî güç ve kuvvetleri de hakir görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: “Kuvvetli bir mü’min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü’min) Allah indinde zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir.”1240 Allah indinde sevimli olmak isteyenler, kalp sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sağlıyıla beraber ruh sağlığına da sahip olmalıdır. Görülüyor ki, Allah Rasûlü, “Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki Allah indinde makbul olasınız...” demiyor. Tam tersine; ruhbanlığa, keşişliğe ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize ediyor. 1241
En Hayırlı Kazanç; Kendi Eliyle Çalışıp Kazanma: Peygamberimiz (s.a.s.), çocukluğundan başlayarak dürüst bir şekilde çok çalışmakla hayatını kazanmış, güzel ve nezih bir hayatın temel esaslarını koymuştur. “Hiçbir kimse, kendi elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlısını yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud (a.s.) da elinin emeğini yerdi”1242 buyurmuştur. Hz. Âişe (r.a.)’den rivâyetle Peygmaber (s.a.s.): “En güzel şeyler, yediğinizin en temizi kendi çalışıp kazandığınızdan geldiği gibi, çocuklarınız da bundan gelir.”1243 buyurmuştur. En güzel kazancın ne olduğu sorulduğunda; “Helâl yoldan olan ve kişinin kendi eliyle kazandığıdır”1244 diye cevap ver1239]
Ebû Dâvud, Büyû’ 54; Ahmed bin Hanbel, II/84
1240] Müslim, Kader 34; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin Hanbel, III/366
1241] F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, s. 385
1242] Buhârî, Büyû’ 15
1243] Ebû Dâvud, Büyû’ 79; Tirmizî, Ahkâm 22; Nesâî, Büyû’ 1; İbn Mâce, Ticâret 1
1244] Ahmed bin Hanbel, Müsned
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
miştir. Beyhakî’nin rivâyet ettiğine göre, “Farz olan birçok vazife gibi, helâl yoldan maîşetini temin etmek de bir farzdır.”
Başkasına Yük Olmadan Yaşamak; Helâl Maîşet Temini: Cenâb-ı Hak, “Yeryüzünü size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah Teâlâ’dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve ovalarında) dolaşın da Allah’ın size verdiği rızıklardan yararlanın.”1245 buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır. Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’tan rivâyet edilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Rızık sağlamak gâyesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır.” Buna göre müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve âile ferdlerinin rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında mutlaka Allah’ın rızâsı ve O’nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû Bekr’in: “Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi yakışır.” sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın helâl alış-veriş yapmak ve haramlardan uzak durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz.
Aynı şekilde İslâm, çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah’a yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp getirmesi ve bu odunu satıp onunla âilesinin ve kendisinin geçimini sağlaması, başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse ya verir minnetine girersin yahut vermez zilletini çekersin. “1246” Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
İş, Kazanç, Meslek ve Ticarî İlişkilerde Haramlar
İş ve Meslekler: Allah Teâlâ, insanoğlunu akıl, bilgi ve emeği ile imkânları değerlendirerek ihtiyaçlarını bizzat karşılayacak kabiliyette yaratmıştır. Bu kabiliyetlerini kullanmamak ve değerlendirebilmek içinde yeteri kadar imkân vermiştir. “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur; öyleyse onun sırtında dolaşın, Allah’ın verdiği rızıktan yiyin.”1247 Yeryüzünün boyun eğmesi, işlemeye ve verimli kılmaya müsait oluşudur. Onun sırtında dolaşmak; adım adım, karış karış araştırarak insana faydalı olan imkânları ortaya çıkarmak, işlemek, istifade etmek ve ettirmektir. Birçok hadis-i şerif de mecbûriyet ve zarûret dışında, herkesin rızkını kendi gücü ile temin etmesini emretmektedir. “... Şu üç kişiden biri olmak müstesnâ, istemek (dilenmek) kimseye helâl değildir: 1- Bir angarya yüklenen kimse ki o verdiğini almak maksadıyla ister, alınca da artık istemez. 2- Mal varlığı bir felâkete uğrayan kimse ki, geçimini sağlayacak kadar istemesi ona da helâldır. 3- Çevresinden, aklı başında üç kişinin ‘filân kimse yoksul düştü’ diyeceği kadar yoksullaşan kimse; bu da geçimini temin edinceye kadar ister. Bunlar dışında kalan talep haramdır; bunu yiyen haram yemiş olur.”1248; “Herhangi birinizin ipini sırtına alıp bir demet odun getirerek satması -ve bununla Allah’ın onunla şerefini korumuş olması- halktan istemesinden daha hayırlıdır; onlar da ya verirler veya
1245] 67/Mülk, 15
1246] Buhârî Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû’, 15; İbn Mâce, Zekat, 25; İbn Hanbel, I, 167
1247] 67/Mülk, 15
1248] Nesâî, Zekât 80, 86; Müslim, Zekât 109; Ebû Dâvud, Zekât 26
TİCÂRET
- 191 -
vermezler.”1249; “Hiçbir kimse el emeğinden daha hayırlı yiyecek yememiştir ve Allah’ın peygamberi Dâvud da el emeğini yerdi.” 1250
İslâm ulemâsı âyet ve hadisleri bir arada değerlendirerek şu neticeye varmışlardır: Müslümanların muhtaç olduğu her meslek, zanâat ve sanâyi farz-ı kifâyedir. Toplum içinde yeterince bulunmazsa bütün müslümanlar sorumlu olurlar.
Yasak Edilen Meslek ve İşler
a- Yasak Seks (Zinâ-Fuhuş): İslâm zinâyı bütün şekilleriyle haram kılmıştır. Bir kadın veya erkek, cinsî tahrik için çekilen resimlere modellik etmek, zinâ yaptıran açık veya gizli yerlerde çalışmak gibi bir meslek icra edemez.
b- Dans, Oyun vb. İslâm’da kadın-erkek ilişkileri sınırlanmış, haram ve helâl tasnifine tâbi tutulmuştur. Bunları çiğnemeyi gerektiren veya şehevî duyguları tahrik eden iş, meslek ve sanatlar haram çerçevesi içinde yer alır: Dans, bale, bazı temsil ve oyunlar, bazı gösteriler ve modellik/mankenlik burada örnek olarak anılabilir. Bunların sanat çerçevesine girmesi (daha doğrusu, sanat diye takdim edilmesi), helâl olmalarını gerektirmez; çünkü İslâm’da sanat, sanat için değil; İslâmî hedeflere ulaşmak içindir ve müslümana göre, Allah’a isyan olan hususlara sanat ve güzellik vasfı verilemez.
c- İçki ve Uyuşturucu Madde Yapımı ve Satımı: Alkollü içkileri içmek yasak olduğu gibi, üzüm veya arpasını şarap veya bira fabrikalarına satan, onun nakliyesini yapan, dükkânında içki satan, aracı olan, içkiye direkt ve dolaylı vesile olan kimse de lânetlik bir haram işlemiştir. “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.” 1251
d- İslâm’a Karşı Olan veya İslâm’ın Yasak Ettiği İşlerde Çalışmak: Peygamberimiz (s.a.s.) fâiz ve içkiyi yasaklarken içkiyi îmal edip üreten, taşıyan, hizmet eden, yazan, şâhidlik eden... kimselerin de lânetlendiğini haber vermiştir: “Allah şaraba (alkollü içkilere), yapanına, yaptıranına, taşıyanına, taşıtanına, alım satımında bulunanına, parasını yiyenine, kendisi için satın alınanına, garsonuna ve içenine lânet etti.”1252 İslâm, kazanç elde etmek için iş ve ticâret gibi yolları meşrû kılmakla beraber, kapitalist, pragmatist, maddeci görüşlerden farklı olarak üç ana tedbir ve prensip üzerinde duruyor: 1- Karşılıklı rızâ, 2- İyi niyet ve dürüstlük, 3- Menfaat temin ederken başkalarını zarara sokmamak. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil; karşılıklı rızâ ile yapılan ticâretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin; Allah şüphesiz ki size merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız. Bu, Allah’a kolaydır.”1253 Ayette geçen “kendinizi mahvetmeyin (öldürmeyin)” ifadesi çok düşündürücüdür. Bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeden elde edilen kazançlar görünüşte menfaat ise de aslında zarar ve intihardır. Dünyada intihardır; çünkü birçok suçların, cinâyetlerin, anarşinin temelinde bu âmilin önemli bir yeri vardı. Âhirette felâkettir; çünkü sağladığı
1249] Buhârî, Zekât 50, Büyû’ 15; Müslim, Zekât 106
1250] Buhârî, Büyû’ 15
1251] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
1252] Tirmizî, Büyû 58; İbn Mâce, Eşribe 6
1253] 4/Nisâ, 29-30
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haram kazanç kişiyi ateşten kurtaramayacaktır.
Fâhiş Fiyat
Bir malın, normal fiyatının çok üstünde veya çok altında olan satış bedeli.
Fâhiş kelimesi, fuhuş mastarından ism-i fâil olup, kök anlamı; söz veya işin çok çirkin olması, haddi ve ölçüyü asmak, yüz kızartıcı iş yapmak demektir. Fiyat, bir malın satış bedeli olduğuna göre bir malın fiyatının çok üstünde satılması hâlinde, fâhiş fiyat sözkonusu olur.
İslâm’da çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde hiçbir yapay müdâhale söz konusu olmadân kendiliğinden oluşâcâk piyasâ fiyatları ölçü alınmıştır.
Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidin genel olarak kendi devirlerinde piyasa fiyatlarına müdâhale etmemişlerdir. Allah Rasûlu'nden Medine'de fiyatlar yükselince narh koyması istenmiş, o bu isteklere şöyle cevap vermiştir: “Fiyat tâyin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah ‹tır. Ben sizden hiç kimsenin mal ve canına yapmış olduğum bir haksızlık sebebiyle hakkını benden ister olduğu halde Rabbime kavuşmak istemem “1254 Hz. Ömer de hilâfeti zamanında fiyatlara müdâhale etmek istememiştir. Hz. Ömer (r.a.) bir gün Mûsâllâ çarşısında Hatîb b. Ebı Beltea’ya rastlar. Hâtıb’ın önünde iki kap dolusu kuru üzüm vardır. Fiyatı ucuz bulan halife şöyle der: “Tâif’ten üzüm yüklü bir kervanın gelmekte olduğunu haber aldım. Onlar senin fiyatına aldanırlar. Ya fiyatı yükselt yahut da üzümü al evine götür, orada istediğin fiyatla sat”. Daha sonra Ömer kendi kendine düşünmüş ve Hâtıb’ın evine giderek şöyle demiştir: “Sana söylediklerim ne emirdir ne de hüküm. Bu belde halkının hayrı için arzu ettiğim bir şeydir. Nasıl ve nerede istersen satabilirsin”1255 Ancak bu delil ve uygulamalar fiyatlara hiçbir şekilde müdâhale edilemez, bu caiz değildir demek için yeterli açıklıkta değildir, çünkü Allahu Teâlâ karaborsacılıktan ve yüksek fiyatlar koyarak, insanların birbirini aldatmasından hoşnut ve râzı olmaz. Ayet-i kerimede, “Birbirinizin mallarını aranızda bâtıl yollarla yemeyiniz”1256 buyrulur. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Bir kimse haksız olarak başkasının malını alırsa, Allah’ın gazâbına uğramış olarak ilâhı huzura çıkar”1257 Buna göre, haksız ve ölçüsüz olarak fiyat yükselten kimse, insanların mallarını bâtıl yollarla yemiş ve onları Allah’ın mubah kıldığı şeylerden mahrum etmiş olur. İşte arzedilen delil ve sebeplerle, tabiîler devrinde ahlâkın bozulması, fiyatların sun’ı olarak yükselmeye başlaması ve halkın bundan zarar görmesi üzerine bazı tâbiîn hukukçuları narh koymayı caiz gördüler. Saîd b. el-Müseyyeb,1258 Rabîa b . Abdirrahmân,1259 Yahyâ b. Saîd el-Ensârî1260 bunlar arasındadır. 1261
1254] Ebû Dâvûd, Buyû,-49; Tirmizî, Buyû, 73; İbn Mâce, Ticârât, 27; Dârimî, Buyû, 1 3; Ahmed İbn Hanbel, II, s.327, III, s.85, 106, 286
1255] İmam Şâfii el-Ümm, II, s.209; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, s.240
1256] 2/Bakara, 188
1257] Buhâri, Tevhîd, 24; Müslim, İman, 222, 224
1258] ö.94/712
1259] ö . 136/753
1260] ö.143/760
1261] el-Bâcı, el-Müntekâ Şerhu’l-Muvatta’, Mısır 1331. V. s.18
TİCÂRET
- 193 -
Serbest rekabet sonucu oluşacak piyasa fiyatlarının ne kadar üstüne çıkılır veya altına inilirse fâhiş fiyat meydana gelir? Bu nokta gabn ile ilgilidir. Gabn; aldatma, eksik verme ve farkına varmama gibi anlamlara gelir. Kendi arasında fâhiş gabn (çok aldatma) ve yesir gabn (az aldatma) olmak üzere ikiye ayrılır. Çok aldatma, başka bir deyimle “fâhiş fiyât”, normal fiyatın ne kadar üstüne çıkılırsa teşekkül eder? Bunun sınır ve miktarını belirleyen kesin bir ayet veya hadis yoktur. Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahyâ1262 satım akdine konu olan malların az veya çok tasarrufa uğramalarını göz önüne alarak fâhiş gabni gayrimenkullerde %20, hayvanlarda %10 ve diğer menkul mallarda %5 olarak sınırlamış ve piyasa fiyatının üstünde veya altında bu nisbetler aşılarak yapılacak satışlardaki satış bedelinin fâhiş fiyatı oluşturacağını söylemiştir.1263 Hanefilere göre, fâhiş gabinde satım akdinin feshe sebep olabilmesi için ayrıca malı gerçeğe uygun olmayan şekilde anlatmak gibi hile (tağrir) halinin bulunması gerekir. Çünkü aldatma olmamak şartıyla bir kimse malını dilediği fiyata satabilir. Taraflar ergin, akıllı olunca yaptıkları hukuki muâmeleler geçerli olup, bunu tek yanlı iradeleriyle bozmaya güçleri yetmez. Meselâ, bir kimse bin liralık malını bilerek yüz liraya satsa veya yüz liralık malı yine bilerek bin liraya satın alsa bu mûteberdir, feshe yetkisi olmaz. Hatta Mecelle şerhinde çok daha mübâlağalı örneklere yer verilmiştir. Meselâ, bir kimse bir liralık malını bin liraya satsa akit geçerlidir. Yani özü bakımından satım akdinde bir bozukluk yoktur. Çok fâhiş fiyatla satıldığı öne sürülerek akdin geçerli olmadığı öne sürülemez. Ancak böyle bir satım akdi İmam Muhammed’e göre mekruhtur.1264 Zaman ve yer değişikliği olmadan bu kadar oynak fiyata normal bir piyasada ender rastlanır. Özellikle kıyemî mal denilen ve standart olmayan mallarda bu mümkündür. Meselâ, kilo hesabıyla üçbin TL.’na satın alınan eski kaplar arasında bir tanesinin antika eşya olması yüzünden üçyüz bin liraya satılması gibi.
Ancak alış-veriş yapanların birbirlerini uyarmaları ve aldatmaya karşı nasihat etmeleri İslâm ahlâkının gereğidir. Ashâb-ı kirâmdan Cerîr b. Abdillah el-Becelî pazar yerinden bir at satın almak ister. Beğendiği bir at için satıcı beşyüz dirhem fiyat teklif eder. Cerir, bu ata altıyüz dirhem verebileceğini, hatta sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükseltebileceğini bildirir. Çünkü atın değeri yüksek olup, satıcı bunun farkında değildir. Kendisine “atı, beşyüz dirheme alman mümkün iken, niçin sekizyüz dirheme kadar fiyatı yükselttin” diye sorulduğunda şu cevabı verir: “Biz alış-verişte hile yapmayacağımız hususunda Allâh’ın Rasûlune söz verdik.” 1265
Ticârî Muâmelelerdeki Haramlar ve Haram Kazanç Yolları
a- Haram Olan Şeyleri Satmak: “Allah ve Rasûlü şarap, boğazlanmamış hayvan (meyte), domuz ve put satışını haram kılmıştır.”1266; “Allah bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”1267 İçki, zina ve kumar gibi haram yollardan kazanç da haramdır: “İçki içilmesini yasaklayan Allah, içkinin alım ve satımını da haram
1262] ö.268/881
1263] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, Mısır 1334, VII, s, 169
1264] Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, I, s.588; Mecelle, mad. 356-360
1265] İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1389, IX, s.454,vd.; Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 137-138
1266] Buhârî, Meğâzî 51, Büyû’ 105; Müslim, Büyû’ 93
1267] Ebû Dâvud, Büyû’ 38, 63, 64
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılmıştır.”1268; “Çirkin eylem ve sözlerin mü’minlerin arasında yayılmasını arzu edenler (yok mu?) Onlara dünyada da âhirette de pek acıklı bir azab vardır.”1269; “Kazancın en şerlisi zinâ bedelidir.”1270
b- Bir Yanı Meçhul Satış: Fıkıh ve hadis kitaplarının “cehâlet ve ğarar” diye ifade ettikleri şey, akdin unsurlarından biri meçhul kalan, yahut gerçekleşmesi şüpheli bulunan satıştır. Eğer bu bilinmezlik, arada anlaşmazlık çıktığı takdirde çözüm ve icrâyı imkânsız kılacak ölçüde ise satım akdi fâsiddir. “Sürüden bir koyunu, başakları olgunlaşmadan buğdayı veya arpayı, denizdeki balığı...” satmak buna örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) anlaşmazlık çıkmasın, bir taraf zarara uğramasın diye bu nevi satışları yasaklamıştır. 1271
c- Narh Koymak: İslâm prensip olarak piyasaya müdâhale etmez; arz ve talep gibi tabiî ve iktisâdî kurallar içinde pazarı serbest bırakır. Nitekim Peygamberimiz’in zamanında fiyatlar yükselmiş, narh koyarak fiyatları sınırlaması için kendisine başvurmuşlardı; şöyle buyurdu: “Fiyatı ayarlayan, bolluk, darlık ve rızık veren Allah’tır. Şüphesiz ben, -hiçbir kimsenin, benden talep edeceği mal ve can hususundaki bir haksızlığım olmadan- Allah’a kavuşmak emelindeyim.”1272 Ancak, fertler bu hürriyeti toplumun zararına olacak şekilde kötüye kullanırlar, ihtikâr (karaborsa), stokçuluk, lüks tüketimi körüklemek gibi yollara saparlarsa müdâhale ve sınırlama zarûrî olarak câiz görülmüştür.
d- Fiyatlarla Oynamak: İslâm’da mukavele ve piyasa hürriyeti esas olmakla beraber, hürriyetin mutlak olmadığına, toplumun menfaati ile sınırlı bulunduğuna işaret etmiştik. Fiyatların yapay olarak artmasına sebep olanlar hakkında Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Pahalılığı arttırmak için müslümanların fiyatlarına müdâhale eden kimseyi, kıyâmet gününde büyük bir ateşe oturtmayı Allah üzerine almıştır.”1273 Üretimin az, tüketimin fazla olması gibi tabiî etkenler dışında fiyatların artması bazı müdâhalelerle olmaktadır; bunlardan birkaçını örnek olarak zikredelim:
İhtikâr/Karaborsacılık: İhtikâr, bir malı (fiyatı artınca satmak üzere) piyasadan çekmek, stok etmek veya piyasaya sürmemektir. “Pazara mal getiren merzuk (rızık verilmiş), ihtikâr yapan mel’undur (lânetlenmiştir).”1274; “Fiyatını arttırmak gâyesiyle kırk gün ihtikâr eden kimse, Allah’tan uzaklaşır; Allah da ondan uzaklaşır.” 1275
Kabz-ı mallık ve Komisyonculukla Yapay Olarak Piyasaya Müdâhale: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), şehirdeki satıcının, köylü malını, pazara gelmeden teslim alarak azar azar pahalı satmasını yasaklamıştır.1276 Bu mânâdaki birçok hadisin müşterek hedefi şudur: “Üretici malı doğrudan doğruya pazara arzedecek, araya başkaları girerek fiyatın sun’î (yapay) bir şekilde artmasına sebep olmayacaktır. Maksat bu olduğuna göre fiyat artışına sebep olmayan hizmetler, yardımlar,
1268] Müslim, hadis no: 930
1269] 24/Nûr, 19
1270] Müslim; S. Müslim ve Ter. M. Sofuoğlu, 5/87
1271] Müslim, Büyû’ 43; Ebû Dâvud, Büyû’ 24
1272] Tirmizî, Büyû’ 73; Ebû Dâvud, Büyû’ 49
1273] Ahmed bin Hanbel, 5/27, 50
1274] İbn Mâce, Ticâret 6
1275] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2896
1276] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 68, 71; Müslim, Büyû’ 11, 12, 18, 19, 20-22
TİCÂRET
- 195 -
aracılıklar, pazarlama ve dağıtım işleri yasak değildir. Üreticinin malını tüketiciye arzeden, satıcıya müşteri bulan ve bunun için de belirli bir ücret veya yüzde alan hizmetler meşrûdur.
Menkul kıymetlerin fiyatlarını sun’î/yapay olarak artırmak veya düşürmek için başvurulan hileler, spekülatif faâliyetler de fiyatlarda oynamaktır ve câiz değildir.
e- Hileli Arttırma: Peygamberimiz’in men ettiği “necş”1277 şöyle açıklanmıştır: Malı almak niyeti olmadığı halde üçüncü şahısları aldatmak için değerinden fazla fiyat vermek. Açık ve kapalı arttırma veya eksiltmelerde yapılan hile ve muvâzaalar (danışıklı pazarlıklar) da bu hadisin hükmüne dâhildir.
f- Hile ve Aldatma: Peygamberimiz bir gün pazarı dolaşırken tahıl satan birisinin yanına gelmiş, elini daldırmış, altının ıslak olduğunu görerek sormuştu: “Bu (ıslaklık) nedir?” ‘Yağmur ıslatmıştı!’ “Halkın görebilmesi için ıslak olanı üste getirseydin ya? Bizi aldatan bizden değildir.”1278 Hadisin son cümlesi hile konusunda bir düstur mâhiyetindedir. Reklâm, malı tanıtma sınırını geçer, işe yalan ve abartma karışırsa hile ve aldatma gerçekleşmiş olur. (Şimdiki reklamların hemen hepsi helâl olan tanıtım sınırını aşmakta ve kazancı haram edecek aldatma ve yalan alanına girmektedir.)
g- Yemin: Peygamberimiz tüccarı, genel olarak çok yeminden ve özel olarak da yalan yere yeminden men etmiştir: “Yemin, malı harcama (elden çıkarma), bereketi mahvetme sebebidir.” 1279
h- Eksik Ölçmek ve Tartmak: Ölçme ve tartma konusunda elden geldiği kadar dürüst davranmak, hile yapmamak, eksik ölçü ve tartı ile satış yapmamak Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetine konu teşkil etmiştir.1280 İstatistik, anket ve sayım hileleri de eksik ölçme ve tartma kavramına girer. “Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline...”1281; “Kim bize hile yapar (karıştırılmış mallarla bizi) aldatırsa, bizim yaşayışımız üzerinde yaşayanlardan değildir.” 1282
i- Çalınan ve Gasbedilen Şeyi Satın Almak: Çalınan veya haksızlıkla sahibinden alınan bir şeyi bilerek satın almak bu haksız fiile yardımdır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kim, bildiği halde hırsızlık eşyayı satın alırsa onun günahına ve şerefsizliğine katılmış olur.” 1283
i- Fâiz: “Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden), tıpkı şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, ‘alış veriş (ticâret) de fâiz gibidir’ demelerindendir. Oysa ki Allah, ticâreti helâl, fâizi haram kılmıştır...”1284 İslâm, bütün çeşitleri ve miktarlarıyla fâizi yasaklamış, haram kılmıştır. İçkinin günahı, nasıl yalnızca içenin üzerinde kalmıyorsa, fâizin vebali de sadece onu yiyene âit değildir. Fâizi ödeyen, mukaveleyi yazan ve şâhidlik edenler de günaha girmektedir. Hadiste “Allah
1277] Buhârî, Büyû’ 60; Müslim, Büyû’ 13
1278] Müslim, İman 164; Ebû Dâvud, Büyû’ 50
1279] Buhârî, Büyû’ 26; Müslim, İman 117, Müsâkat 131
1280] 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 35; 26/Şuarâ, 181-183; 83/1-6
1281] 83/Mutaffifîn, 1-6
1282] Riyâzu’s Sâlihîn Terc. 3/160
1283] Beyhakî, Sünenu’l-Kübra, V/336
1284] 2/Bakara, 275
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Teâlâ’nın fâiz yiyeni, yedireni, şâhidlerini ve yazanı lânetlediği”1285 ifade edilmiştir.
Fâiz yasağının sebep ve hikmetleri, şu maddelerle özetlenebilir:
1- Fâizli kredi kullananlar fâizi de maliyete ekledikleri için bu fazlalık sonunda tüketiciden (sermayesi olmayan, emekçi, zanaatkâr vb. dar gelirli ve fukarânın cebinden) çıkmaktadır. Böylece zengin daha zengin, fakir ise daha fakir hale gelmektedir.
2- Fâizli kapitalist sistemlerde zengin-fakir arasındaki refah farkı gittikçe büyüyeceği için bunun sonucu sosyal bunalımlar, anarşi ve fesât toplumu kasıp kavuracaktır.
3- Fâizsiz kredi insanları birbirine yaklaştırırken, fâiz uzaklaştırmakta, düşmanlık doğurmaktadır.
4- Fâizcilik, paradan para kazanan, rantiyeci, hortumcu, toplum içinde fâiz yiyip yatan, işsiz güçsüz ömür tüketen, topluma hizmetten uzak yaşayan bir sınıfın doğmasına sebep olmaktadır.
5- Fâizli kredi ile çalışan kimse gece gündüz çalışıp didinirken riziko içindedir; fâizci ise hem emeksiz hem de endişesizdir. Bu durum, kişilerin adâlet duygusunu zedelemekte, ahlâka ve toplum dayanışmasına ters düşmektedir.
k- Sigorta Şirketi: İnsanoğlunun mutluluğu üzerinde güvenlik duygusunun büyük payı vardır. Malı, canı, değerleri üzerinde kaygısı ve korkusu olan kimse huzurlu ve mutlu olamaz. Hiçbir tedbir almadan Allah’a tevekkül, bazı havâssın hali ve kârı olabilir; ancak Rasûl’ün ümmetine tavsiyesi tedbirdir. Sigorta da dünyevî tedbirlerden biridir. Ancak sigorta, insanların istikbal endişesini, kaza ve felâkete uğrama korkusunu istismar ederse İslâm’ın bunu meşrû görmesi düşünülemez. Bilinen üç sigorta çeşidi vardır: Devlet sigortası, üyelik sigortası ve ücretli (özel) sigorta.
Bunlardan birincisi, İslâm’da en kâmil mânâda gerçekleşmiştir. Bütün vatandaşların kazâ, felâket, angarya yüklenme ve yoksulluk karşısında İslâm devletine (beytü’l-mâle) başvurma hakkı vardır. Üyelik sigortası: Meselâ bir iş koluna mensup üyelerin içlerinden birisi kazâ veya felâkete uğradığı, yardıma muhtaç olduğu zaman yardım edilmek üzere periyodik bir meblâğ vermeleriyle gerçekleşir. Bu da meşrûdur, teşvike değer bir sigorta çeşididir. Ücretli (özel) sigortaya gelince; bir sigortacının kazâ, yangın, ölüm ve benzeri durumlarda zararı ödemek, bunlar meydana gelmezse hiçbir şey ödememek, para sigortacıya kalmak üzere bir şahısla ücretli sigorta akdi yapmasıyla vücut bulur. Bu şekil, özellikle sigortacının kazancı açısından İslâmî hükümlere aykırıdır. Ancak, zarûret halinde câiz olabilir. 1286
l- Tahvil: Tahvil, alınıp satılabilen fâizli borç senedi mâhiyetindedir. Tahvili ister devlet çıkarsın, ister özel şahıs ve şirketler çıkarsın, esası fâiz karşılığında borç almaktır. İslâm fâiz alıp vermeyi haram kıldığına göre tahvil alıp satmak, bu yoldan kazanç elde etmek de helâl değildir.
Dövize endeksli tahvil ve döviz karşılığı borç alma: Tahvil alanın parasının
1285] Buhârî, Büyû’ 24, 113; Ebû Dâvud, Büyû’ 4; Tirmizî, Büyû’ 2
1286] Geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslâm’a Göre Banka ve Sigorta
TİCÂRET
- 197 -
değerini de koruyarak gelir sağlamasını mümkün kılmak ve tahvil alım-satımını teşvik etmek için başvurulan yeni bir yol da tahvile yatırılan parayı, daha doğrusu tahvilin nominal değerini, tahvil ihracı sırasında geçerli kura göre dolar ve Euro gibi bir dövize bağlamak ve ana para, Türk lirası olarak iâde edilirken, iâde sırasındaki kura göre tahvil bedelini ödemektir. Dövize endeksli tahvillerde fâiz de ödendiği için bu işlem İslâm hukuku bakımından câiz olmamaktadır.
Borçlanmaların karz-ı hasen (güzel borç, Allah rızâsı dışında karşılık beklemeden borç/ödünç para vermek) şeklinde olmasını Kur’an tavsiye etmektedir.1287 Dövize veya altına bağlı ödünç alıp verme işlemleri de paranın değer kaybını önlemeye, dolayısıyla borç verenin zarara girmesine engel olmaya yönelik tedbirlerdir.
m- Rüşvet: “(Kişi ve toplum haklarını kendi zimmetine geçirmek için) Rüşvet alana verene ve aracı olana Allah lânet etsin!”1288
n- Emeği sömürmek: “İşçiye hakkını, teri kurumadan veriniz.”1289 “Ben kıyâmet gününde üç kişinin hasmıyım. Bana verdiği sözden cayanın, hür bir kimseyi satıp hakkını yiyenin, bir işçiyi çalıştırıp hakkını tam olarak vermeyenin.”1290
o- Hırsızlık, gasp: “Ey iman edenler! Aranızda karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu yaparsa (bilsin ki) onu ateşe sokacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” 1291
Haram Kazanç Yolları: Aslında helâl olan, fakat içki, kumar, fuhuş ve fâiz parası gibi haram yollarla kazanılmış olan paralarla alınan gıdâ maddelerini yemek de haramdır. Böyle haram parayla elde edilen yiyecekler, farkında olmasak bile beden ve ruh sağlığımız açısından sakıncalı, âhiret gıdâlarına ulaşma açısından engelleyici özelliktedir. Kur’an, ancak helâl ve temiz gıdâlardan yememizi emretmiştir; maddî bakımdan temiz olsa da, haram olan gıdâlar, manevî yönden temiz değildir.
Mü’min, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılamak ve gücü yetiyorsa toplumdaki ihtiyaçları gidermek için Allah’ın meşrû kıldığı, helâl yollardan geçimini temin etmeye çalışacaktır. Geçim zorluğunu bahane ederek haram yollardan para kazanmaya çalışmak, dünyada zulme ve sömürüye sebep olmak, âhirette ilâhî azaba uğramak demektir. Peygamberimiz bu gerçeği şöyle açıklar: “Haramla beslenen vücut (cennete girmez;) ona ancak ateş yaraşır.” 1292
Haramla beslenen kimse, Allah’tan uzaklaşacağı için, duâsı da Allah tarafından kabul edilmeyecektir. “...Bir kimse ellerini semâya kaldırarak: ‘Ya Rabbi, ya Rabbi, diye duâ eder. Hâlbuki, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, duâsı nasıl kabul edilir?”1293 Müslümanın yiyeceğine, içeceğine, giye1287]
2/Bakara, 245; 5/Mâide, 12; 57/Hadîd, 11, 18; 64/Teğâbün, 17; 73/Müzzemmil, 20
1288] Câmiu’s Sağîr, 2/124
1289] İbn Mâce, hadis no: 2443
1290] İbn Mâce, hadis no: 2442
1291] 4/Nisâ, 29-30
1292] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 2787; Keşfu’l Hafâ, hadis no: 2632
1293] Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 3173; Dârimî, Rikak 2720
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ceğine ve diğer ihtiyaçlarına dikkat edip, bu konuda haramlardan tüm gücüyle uzak durması gerekmektedir. Helâl lokmanın getireceği nimet de büyük olacaktır: “Kim helâl lokma yer, Sünnet (Şeriat) gereğince amel eder ve insanlar da, onun kötülüklerinden emin olurlarsa, o kişi muhakkak cennete girer.“ 1294
Allah’a hakkıyla kulluk yapan, temiz ve helâl rızıklardan başkasını istemeyip nimetlere şükreden sâlih kullara, Allah dünyada da güzellikler ve zenginlikler verir. Nankörlük edenlerin kendilerine gelmesi için, onları cezalandırır: “Allah, güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar (kendilerine) zulmederlerken azap onları hemen yakalayıverdi.” 1295
İslâm âlimlerine göre kazanç yollarının fazilet sırası şöyledir: 1. Cihad, 2. Ticâret, 3. Ziraat, 4. Zanâat. Bu yollarla kazanç sağlamanın hükmü:
a- Kendine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar kazanmak farzdır.
b- Fakirlere bakmak, akrabaya ikrâm etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
c- Güzel ve müreffeh bir hayat sürmek için kazanmak mubahtır.
d- Helâl kazanç ile de olsa övünmek, yarışmak, azgınlık ve taşkınlık yapmak için kazanmak mekrûh veya haramdır.1296
İslâm Ekonomisinin Genel Prensipleri
İslâm’a göre helâl para ve mal kazanma yolları Kur’an-ı Kerim tarafından belirlenmiştir. İslâm ekonomisinin genel ilkeleri olarak değerlendirebileceğimiz bu hususları, maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:
1) Özel mülkiyet yasal, bâtıl yollarla mal kazanmak haramdır.1297
2) Ribâ/Fâiz ve kumar yasaktır. Çünkü bunlar, başkasının malını bâtıl yolla yemektir.1298
3) Servet belli ellerde toplanmamalı, geniş halk kitlelerine yayılmalıdır.1299
4) Yetimlerin, aklı ermezlerin mallarını korumak için rüşde erinceye (doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt edinceye) kadar onların, mallarında tasarruf yetkileri kısıtlanır.1300
5) İslâm’ın başlangıcından itibaren namaz gibi zekât da farzdır.1301 Fakat
1294] Tirmizî, Sıfatu’l Kıyâmet, 2640
1295] 16/Nahl, 112-113
1296] El-İhtiyâr, IV/171-172; Hayreddin Karaman, Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar
1297] 2/Bakara, 267; 4/Nisâ, 29; 24/Nûr, 33; 47/Muhammed, 36-37; ...
1298] 2/Bakara, 275-280); 3/Âl-i İmrân, 130
1299] 59/Haşr, 7
1300] 4/Nisâ, 6
1301] 87/A’lâ, 14; 75/Kıyâmet, 31; 51/Zâriyât, 19-20; 9/Tevbe, 60, 103
TİCÂRET
- 199 -
Kur’an’da miktarı belirlenmemiştir. Ancak İslâm, devlet haline geldikten sonra zekâtın miktarı Peygamber tarafından belirlenmiştir. Çünkü zekât, İslâm devleti açısından vergi olduğu için devletsiz bunu toplamak zor idi. Şayet Mekke’de devlet olsaydı, zenginlerin gönül hoşluğuyla verecekleri zekât, Mekke’de de toplanır, ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı.
Namaz gibi temel hükümlerden olan zekât, Kur’an’da namazla birlikte anılır. Namazı kılmak, zekâtı vermek İslâm’ın ayırıcı vasfı; bunları yapmamak şirkin alâmeti sayılmıştır. Müşrik iken, halinden dönüp namaz kılmaya, zekât vermeye başlayan, müslümanların din kardeşi olur, can güvenliğine kavuşur. 1302
6) Para ve ticaret mallarında zekât miktarı: % 2,5; toprak ürünlerinde sulama sistemine göre % 10 veya % 5’tir. Hayvanlarda zekât miktarı da fıkıh kitaplarında belirtilmektedir.
7) Toplanan zekât: 9/Tevbe, 60’ıncı âyette sayılan sekiz sınıfa veya bunlardan birine dağıtılır. Bunlar: Fakirler, düşkünler, zekât toplama memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlar, kölelikten (esâretten) kurtulmak isteyenler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış gariplerdir.
8) Erkek; karısının, ergen olmayan çocuklarının, ana-babasının geçimlerini sağlamaya mecburdur. 1303
9) Hangi ulustan ve milletten olursa olsun, her insanın geçimini sağlamak, kalacak yeri bulunmayan, otel parası olmayan garipleri barındırmak devletin görevidir. Ancak, İslâm’a karşı savaşanlar, öldürülmesine hüküm verilmiş bulunanlar bu yardımı alamazlar.1304
10) Yoksullara Allah rızâsı için yardım etmek, bazı hataların keffâreti sayılmıştır. Meselâ zıhâr keffâreti1305 gibi.
11) Farz olan zekâttan ayrı olarak nâfile sadaka teşvik edilmiştir. Allah yolunda infak, Allah yolunda cihad ile beraber anılır. Bu da cihad için infâkın, cihada eşdeğerde olduğunu gösterir. Çünkü savaş para ile sürdürülebilir. Zamanın şartlarına göre savaş araç ve gereçlerini sağlamadan savaşa girmek, peşin olarak yengilgiyi kabul etmek demektir. İlk müslümanlar, günün şartlarına göre gerekli savaş malzemesini, kendi bağışlarıyla sağlamışlardır. Böylece mallarıyla savaşı desteklemişler, canlarıyla da savaşmışlar; mal ve canlarını Allah yolunda fedâ etmekten çekinmemişlerdir. Bundan dolayı da onlar, Allah katında en yüksek dereceye ermişlerdir. “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır. Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rızâ ve içinde sürekli kalacakları, nimeti bol cennetleri müjdeler.”1306
12) Cimrilik edip Allah yolunda infaktan geri durmak, küfür ve nifak alâmetidir. Kritik dönemlerde bundan kaçınanların, o kritik dönemlerden sonraki
1302] 9/Tevbe, 5, 11; 74/Müddessir, 43-44; 75/Kıyâmet 31; 23/Mü’minûn, 2-4
1303] 2/Bakara, 233-236, 240, 266; 4/Nisâ, 9, 34; 17/İsrâ, 23-24; 31/Llokman, 14; 29/Ankebût, 8; 65/Talâk, 6-7
1304] 9/Tevbe, 60; 24/Nûr, 22, 33; 59/Haşr, 7-8 ve bu konudaki hadisler ve sünnetteki uygulamalar
1305] 58/Mücâdele, 3-4), yemin keffâreti (5/Mâide, 89), hata ile öldürme diyeti (4/Nisâ, 92
1306] 9/Tevbe, 20-21
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
harcamaları da Allah katında makbul olmaz. Malları, dünyada da, âhirette de onların başlarına dert ve belâ olur.1307
13) Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkes gücü ölçüsünde sadaka verir. Önemli olan verilenin miktarı değil; verildiği niyettir. İhlâs ile verilen az sadaka, riyâ ve art niyetle verilen büyük paralardan iyidir.1308 Peygamberimiz (s.a.s.): “Bir hurmanın yarısı dahi olsa verdiğiniz sadaka ile kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz!” hadisiyle, ihlâsla verilen sadakanın önemini belirtmiştir.
14) İsraf ve savurganlık kötü olduğu gibi,1309 bunların karşıtı olan “buhl” ve “şuhh” (cimrilik ve pintilik) de kötüdür.1310 Mü’min, daima orta yolu izler. 1311
15) Dünya tutkusu, mal yığma sevdâsı, gerçek dindarlıkla bağdaşmaz. “Ey iman edenler, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yoluna engel olurlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp (pullanır); bunlarla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!’ (denilir.)” 1312
Ebû Zerr-i Ğıfârî gibi bazı sahâbîler, bu âyete: “Ve sana Allah yolunda ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Af (yani, ihtiyacınızdan fazlasını veya helâl güzel olan şeyleri verin)’.”1313 âyetine dayanarak zekâtı verilmiş dahi olsa, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmenin, haram olan “kenz/yığma” sayılacağını söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kimin yanında ihtiyaçtan fazla şusu busu varsa, olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır. 1314
16) Cizye, zimmet ehlinden alınan bir baş vergisidir. Yirmi yaşında altında ve elli yaşın üstünde olanlardan bu vergi alınmaz. Cizye verenler, savaşa katılmadan devlet güvencesi altında yaşarlar. Şayet bunlar ülke savunması için müslümanlarla birlikte savaşa katılır, yani askerlik yaparlarsa cizye vermezler.
17) Süs ve güzel rızıklar helâldir.1315 Ancak, başkalarını kıskandıracak davranışlardan imkânlar ölçüsünde kaçınmak gerekir.
18) Şükreden zengin, sabreden fakirden; veren el, alan elden daha iyidir. “Allah’ın sana verdiği mal içinde âhiret yurdunu ara, fakat dünyadan da payını unutma!”1316 âyeti, her iki cihan için çalışmayı emrettiği gibi, “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver!”1317 meâlindeki duâ âyeti de insana, iki cihan için de çalışmayı telkin etmektedir. 1318
1307] 9/Tevbe, 53-55
1308] 9/Tevbe, 79
1309] 17/İsrâ, 26-27
1310] 17/İsrâ, 29; 59/Haşr, 9
1311] 31/Lokman, 19
1312] 9/Tevbe, 34-35
1313] 2/Bakara, 219
1314] Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 32; Ahmed bin Hanbel, 3/34
1315] 7/A’râf, 31-32
1316] 28/Kasas, 77
1317] 2/Bakara, 201
1318] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 5, s. 419-425
TİCÂRET
- 201 -
En Kötü Ticâret; Allah’ın Âyetlerini Az Bir Karşılığa Satmak
“... Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız Benden (Benim azâbımdan) korkun. Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.”1319
Az Bir Karşılık ile (Ucuza) Satmak: “Âyetlerimi az bir paha ile (semenen kalîl karşılığında) satmayın” ifadesinin, mefhûm-ı muhâlifi düşünülürse, “çok paha ile satın” anlamı çıkar. Ancak Kur’an naslarının mefhûm-ı muhâlifinin alınamayacağı bilinmelidir. “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın“ ifadesinin anlamı, “açıklama, izah etme ve faydalı ilmi gizlemeyip insanlara yayma karşılığında bir şey almayın” demektir.1320 Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Her kim Allah’ın rızâsı için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sadece bir dünya metaı elde etmek için öğrenirse, Kıyâmet gününde cennetin kokusunu duyamaz.”1321 Allah’ın bunu, “semenen kalîl” diye isimlendirmesi, bu karşılıkların ya aslında az olduklarından, ya da verdikleri zarara oranla az olduklarındandır.1322 Hasan el-Basrî’ye âyetteki “semenen kalîlen”in mânâsını sordular, o da, “her şeyiyle beraber dünyadan ibarettir” dedi. Said bin Cübeyr, “dünya lezzetlerinden ibarettir” diye açıkladı. Ebu’l-Âliye, “Âyetlerin karşılığında ücret almayın” demektir diye izah etti.1323
“Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın.” Dünya ve içindeki altın, gümüş, dolar, mark, lira vb. kıymetli ne varsa, menkul veya gayrimenkul tüm hazineler hepsi terazinin bir kefesine konsa, öbür kefesine de Allah’ın bir tek âyeti konulsa ve satılsa yine de az para karşılığında satılmış demektir.
Zamanla papazlar ve hahamlar, krallardan aldıkları para karşılığında İncil ve Tevrat’ın içine krallara itaatle ilgili sözler sokmuş, bir kısım âyetleri de kaldırmıştır. Günümüzde Allah’a çok şükür ki, âyetleri yok etmek imkânı kaldırılmış, ama azıcık para, makam, mevki karşılığında âyetlerin mânâsını açıklamama yolu açık bırakılmıştır. Yıllardan beri ahkâmla ilgili âyetler, nice cami kürsüsü ve minberlerinde gündeme getirilememiştir. Devletin en üst tepesindeki şahıs, Kur’an’daki ahkâmla ilgili 230 civarındaki âyetin, lâik anlayışla bağdaşmadığı için, zaten uygulanmadığından tümüyle kaldırılmasını teklif edecek duruma gelinmiştir. Bazı gayretli müslümanlar, ahkâmla ilgili âyetleri açıklamaya başlayınca, bir kısım satılık kalem ve diller “o âyet, yahudilerle ilgilidir, bu âyet hıristiyanlarla ilgilidir, bunlar ise Mekke’li müşrikler hakkında nâzil olmuştur” diyerek bizi ilgilendirmediğini söylemeye başladılar. Ayetleri düzenin istediği şekilde tevil etmeye, kâfirlere ve küfre “hoşgörü”lü, müslümanlara ve gerçek İslâm’a “horgörü”lü bakmaya başladılar. “Sebeb-i nüzul, âyeti tahsis etmez” kuralını görmezlikten geldiler. Yani “Kur’an’daki âyetlerin bir kısmı yahudilere, bir kısmı hıristiyanlara, diğerleri de peygamberimiz zamanındaki Mekke’li ve Medine’li insanlara hitap ediyor, bizi ilgilendirmez” demeye getirdiler.
Ayetin devamının “yalnız benden korkun.”1324 şeklindeki ifadesi de dikkat çekicidir. Allah’ın âyetlerini satmak istemez ve paraya, makama boyun eğmezsen, boynunu eğmek için üzerine gelirler. “Sakın onlardan değil; yalnız Ben’den sakının”
1319] 2/Bakara, 41-42
1320] İbn Kesir
1321] Ebû Dâvud, İlim 12; İbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, II/338
1322] Fahreddin Râzi
1323] İbn Kesir
1324] 2/Bakara, 41
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
deniliyor. Onların gücü, kuvveti, azabı nedir ki!? Cehennemleri mi vardır onların bizi atacak? Allah dilemedikçe zarar mı verebilirler ki bizi korkutabilsinler, Allah’ın takdir ettiği eceli mi öne alabilirler, O’nun vereceği rızkı mı kesebilirler? Şiddetli cehennemi, sonsuz azâbı olan, herkesi hesaba çekecek, gerçek anlamda güç ve kuvvet sahibi, korkulmaya lâyık Allah’tan başka kim vardır ki ondan korkacaksınız? Aynen, onların dünyayı verseler bile bunun bir tek âyetin kıymetiyle, âhiretin değeriyle karşılaştırıldığında “az bir karşılık”, “çok ucuza satmak” olduğu gibi; onlardan korkmak da fobidir, gereksiz korkudur, yanlıştır ve müslümana yakışmaz.
Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili bir rivâyet şöyledir: İbn Abbas diyor ki: “Bu âyet-i kerime, yahudi liderlerinden Kâ’b bin Eşref, Kâ’b bin Esed, Mâlik bin Sayf, Hayy bin Ahtab ve Ebû Yâsir bin Ahtab hakkında nâzil olmuştur. Bunlar, taraftarlarından hediyeler alırlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince bu menfaatlerinin kesilmesin-den korktular da, Allah Rasûlünün ve getirdiği şeriatin mâhiyetini gizlediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu”1325 Bu gün de Kur'an tilâvetine ücret almanın haram olduğunu duyan/bilen bazı ücretli okuyucular, aldıklarına ücret değil de, “hediye“ adı vermektedirler.
Hiçbir Peygamber, Tebliğ Karşılığında İnsanlardan Ücret İstemez
“(Hz. Nuh, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı) verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.” 1326
“(Hz. Hûd, kavmine şöyle dedi:) Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi (mükâfatımı verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah’tır.”1327 Aynı ifadeleri, Hz. Sâlih1328 Hz. Lût,1329 Hz. Şuayb1330 kavimlerine söylerler.1331 Aynı ifadeleri Hz. Muhammed’in (s.a.s.) de kavmine belirtmesi istenir:
“(Ey Rasûlüm) de ki: ‘Ben bu yaptığım tebliğe karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine bir iman ve itaat yolu tutmak isteyen kimseler istiyorum.” 1332
“Yoksa sen, onlardan bir ücret istiyorsun da, borçlu kalmaktan, yük altında ezilmişler midir?” 1333
“(Ey Rasûlüm) Buna karşı (yaptığın tebliğ ve imana dâvetten dolayı) onlardan bir ücret de istemiyorsun. O Kur’an, bütün âlemlere ancak bir nasihattir.” 1334
“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, onların sözlerine kulak
1325] Fahreddin Râzi, Mefâtihu’l Gayb
1326] 26/ Şuarâ, 109
1327] 26/Şuarâ, 127
1328] 26/Şuarâ, 145
1329] 26/Şuarâ, 164
1330] 26/Şuarâ, 180
1331] Yine insanlardan tebliğ karşılığında ücret istememekle ilgili olarak, benzer ifadeler için bk. 11/Hûd, 29, 50-51, 88; 10/Yûnus, 72; 26/Şuarâ, 109-110
1332] 25/Furkan, 57
1333] 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46
1334] 12/Yûsuf, 104; Rasûlullah’ın tebliğine karşı ücret istememesi ile ilgili olarak benzer ifadeler için bk. 42/Şûrâ, 23; 38/Sâd, 86; 34/Sebe’, 47; 6/En’am, 90
TİCÂRET
- 203 -
verin; çünkü onlar hidâyete (doğru yola) ermiş kimselerdir.” 1335
“Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir Rasûlüm” diyenlere kavimleri “acaba ne yapmak istiyor bu adam, nedir bunun maksadı?” diye şüphelerini dile getirmişlerdir. Allah, Rasûllerinin üzerindeki bu şüpheyi öncelikle kaldırmak için onların niyetlerinin dünya olmadığına dair güvence vermiştir. Zannettikleri gibi bu Rasûllerin maksatlarının dünya malı olmadığını, kadın olmadığını, makam ve mevki, yani riyâset olmadığını söylemiş ve söyletmiştir. Peygamberler, yaşadıkları hayat ile bunu bilfiil isbat etmişlerdir. Maksatlarının dünya menfaati, kadın ve makam-mevki olmadığını halka göstermişlerdir.
Buna bugün de gerek vardır; hem de çok. Rasûllerin kendilerini isbat ettikleri gibi, peygamberlerin mirasına sahip çıkanlar, çıkmak isteyenler, onların ümmetlerinin velâyetlerini devralacak olanlar, insanlara bu güveni vermek zorundadırlar. Maksatlarının Allah rızâsı olduğunu sözle değil; bilfiil yaşadıkları hayatlarıyla ortaya koymalıdırlar. Tebliğ faaliyetinde bulunanlar, ümmeti uyarma, müjdeleme ve korkutma görevini yüklenenler ücretlerini ümmetten almamalı, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan almalıdırlar; Özellikle bu görevlerinin karşılığını. Rasûllerin mirası olan ümmet için çalışıp çabalama karşılığında dünyalık elde etmeyi istemek, aslında ahmaklıkların en büyüğüdür. Çünkü çok kıymetli bir şeyi yok pahasına satmaktır. Hatta Cennet satın alınabilecek şeyle tutup Cehennem satın alma ahmaklığıdır.
Meselenin âhiret yönü elbette daha önemlidir; fakat orayı Allah'a havale ederek, biz dünyevî açıdan değerlendiriyoruz. Çünkü öncelikle ümmetin bu insanlar karşısında ümitlerinin kaybolmamasını, onlara karşı güvenlerinin sarsılmamasını istiyoruz. Elindeki çok kıymetli bir şeyi ucuza satın almak isteyenlere karşı uyanık davranan bir çocuk kadar olsun, ümmete olan hizmetini dünyevî yönde bozdurup harcamasını isteyen nefsine, şeytana veya buna teşvik eden insanlara karşı müslüman uyanık olmalıdır.
Müslüman olmayan kitleler dahi liderlerinde bu özellikleri aramaktadır. Toplumun kendisine teveccühünü kötüye kullananları daha sonra sırtından attığını göz önüne alırsak, mü'minlerin âlimlerine ve az çok isim yapmışlarına büyük yükümlülükler düşmektedir. Bunların başında sade bir yaşantı gelmektedir. Müslüman toplumun genelinin üstünde bir yaşantıya sahip olan kişiler, asla emniyet ve itimat telkin edemeyeceklerdir. Peygamberler bunun en muazzam örnekleriydi. Hatta Allah Teâlâ onlardan bahsederken “kendi içlerinden birisi” ifadesini kullanmıştır. Bu, kendileri gibi bir insan, tanıdıkları birisi vs. diye tefsir edilse bile asıl anlamı; kendilerinden ayrı bir hayat yaşamayan, kendi hayat standartlarında, içini dışını bildikleri ve her yönüyle kendilerinden olan birisi, anlamındadır. 1336
İslâm ve Basit Çıkar Gözetmek
Bir insanın imanında samimi olduğunun, yalnızca Allah'ın rızâsını gözettiğinin en büyük göstergesi, basit çıkarlar peşinde koşmaması, ihlâslı, yani hâlis olarak Allah'ın rızâsı için çalışmasıdır. Her nimetin Allah’tan geldiğini kavramış, yalnızca O’nun rızâsını hedefleyen, O’ndan isteyen ve O’ndan korkan bir mü’min, elbette basit ve küçük bazı hesapların peşinde koşmayacaktır. Dolayısıyla yaptığı
1335] 36/Yâsin, 21
1336] Mehmed Göktaş, Gençlerle Tevhid Dersleri, s. 58-60
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işlerde çıkar gözetip gözetmemek, bir insanın doğrudan imanıyla ilgilidir. Allah’ı ve âhireti kavramış olan bir insan, elbette bunların yanında basit çıkar hesaplarına itibar etmeyecek ve Kur’an’n fedâkârlık emri gereği kendi bencil hırslarını tatmin etmek için uğraşmayacaktır. Buna karşın Allah’ı ve âhireti kavrayamamış bir insanın bu büyük gerçekleri göremeyip basit ve ufak menfaatler peşinde koşması doğaldır. Son derece küçük bir dünyaya, son derece dar bir kafa yapısına sahip olacağı için, sürekli olarak “sahtekâr tüccar” tavrı ortaya koyacaktır.
Kur'an, mü'minlerin üstlendikleri iman görevinden hiçbir çıkar ummamaları gerektiğini sık sık hatırlatır. Tüm peygamber kıssalarında da, peygamberlerin üstlendikleri tebliğ ve cihad görevinden dolayı hiçbir “ücret/çıkar“ aramadıkları haber verilir. Yapılan hizmet karşılığında makam ve mevki beklentisinde olmak, mü'minlere değil; inkârcılara yakışan bir tavırdır. Nitekim Kur'an, Hz. Mûsâ'ya karşı Firavun'a yardım eden sihirbazların bu tür bir tavır içinde olduğunu vurgulayarak bu konuya dikkat çeker: “Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: ‘Eğer biz galip olursak, herhalde bize karşılık (armağan) var, değil mi?’ ‘Evet’ dedi. ‘(O zaman) Siz en yakın kılınanlardan olacaksınız.”1337 Allah’ın rızâsını gözeten kişi, sürekli olarak O’na ibâdet halinde olur. Basit çıkarlardan geçtiği için, dünya hayatının süsü onu etkilemez. Nitekim Kur’an, mü’minlerle beraber olmayı ve dünya hayatının süsünü âhirete tercih etmemeyi emretmektedir: “Sabah akşam Rablerine, sırf O’nun rızâsını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının zînetini/süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini, bizi zikretmekten/anmaktan gâfil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” 1338
Burada çok önemli bir nokta vardır: İnsan dine yaklaşırken, “bu yapının/cemaatin içinde nasıl bir çıkar elde ederim?” gibi sapkın bir mantıkla değil; “nasıl Allah’a hakkıyla ibâdet/kulluk edebilirim, O’na itaat edip rızâsını kazanabilirim?” mantığıyla düşünmeli ve hareket etmelidir. Aksi bir tavır samimiyetsizlik, münâfıklık ve yahudileşme özelliği olur. Münâfık ve yahudi karakterli kişiler, dinin ancak kendi çıkarlarına uygun yönlerini kabul etmekte, diğer hükümlerini reddetmektedirler. 1339
Mü’minin hedefi, Allah’ın rızâsı, rahmeti ve cennetidir. Bunun dışında küçük dünyevî çıkarlar aramaz. Bu nedenle Allah mü’minleri tarif ederken “gerçekten biz onları, katıksızca (âhiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlâs sahipleri kıldık”1340 demektedir. Gerçekten de ihlâs, yani hâlis, katıksız bir şekilde Allah rızâsını aramak, mü’mini mü’min yapan en önemli özelliktir. “De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” 1341
Mü’minlerin bu konuda yaptıkları yanlış hareket, Cuma suresinde şöyle uyarılır: “Onlar, bir ticâret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki:’Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha yararlıdır.
1337] 7/A’râf, 113
1338] 18/Kehf, 28
1339] 24/Nûr, 47-49
1340] 38/Sâd, 46
1341] 9/Tevbe, 24
TİCÂRET
- 205 -
Zira Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” 1342
Allah’ın Âyetlerini Satmak En Zararlı; Cihad ve İnfak da En Kârlı Bir Ticârettir
Kur’an’daki “ticâret” kavramından ve özellikle 2/Bakara, 16. ve 41. âyetinde geçen “alış-veriş” ve “satın alma” teriminden anlaşıldığına göre bu kavram, insanın işlediği iyilik ve kötülük sonuçlarına dayanan her türlü eylemini kapsamaktadır. Yani insanın tüm yaptığı işler, bir ticâret niteliğinde; özel ve genel yapısında kâr ve zarara elverişli birer eylemdir. İnsanın ortaya koyduğu her harekette, her sözde kâr-zarar söz konusudur. İnsan bazı eylemleriyle kendisini, hayatını, cenneti satın alabilir. İnsanın, canını ve malını fedâ ettiği durumlar da bu ticâret alanına girer. Çünkü bu durumlarda eylemler karşılıksız kalmaz. Karşılık, mü’minler için esas olarak âhirette verilecektir, ama bu veresiye satış da mü’mini psikolojik olarak daha dünyadayken bile rahatlatmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim, “ticâret” kavramını, bildiğimiz alış-veriş anlamında kullandığı gibi, aynı zamanda Allah’la yapılacak mânevî ticâret için de kullanır. Allah Teâlâ, zâten kendisinin verdiği, dilediği zaman dilediği şekilde alabileceği emâneti olan mal ve mülkü,1343 nefsi/canı Cennet karşılığında mü’min kullarından satın almak ister. Bu ticâret, hem insanın Allah’la ilişkisi yönüyle çok büyük şeref, hem de büyük bir ihsandır; çok kârlı bir ticârettir.
Kur’ân-ı Kerim, münâfıkların hidâyeti verip dalâlet satın almalarını kazançlı olmayan zararlı bir ticâret1344 olarak vurgular. Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını Cennet karşılığı satın almak ister. Bu alış-verişte, Cennet peşin olarak gözle görülür şekilde ve acele verilmediği düşüncesiyle insanın şüpheye düşmesi çok yanlıştır. Çünkü güvenilir bir tüccardan çok daha fazla Allah’a güvenilmelidir. O el-Mü’mindir, kendisine güvenilendir. Mü’min de O’na iman edip güvenendir. O’ndan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir? Allah’la yapılan bu alış-veriş, gerçekten büyük kazanç olduğu için bu ticâreti yapanlar sevinmelidir.1345 Sadece cihad meydanına atılıp canlarını Allah’a Cennet karşılığı satanlar değil; aynı zamanda Kur’an’ı okuyup namazı ikame edenler ve infak edenler de Allah’la alış-veriş yapmış sayıldıklarından, zarara uğramayacak bir ticâret umabilirler.1346 Dünyevî ticâret, İlâhî kurallara uyulduğu takdirde meşrûdur, insanın hayrına ve faydasınadır, ama esas kazançlı ticâret, âhirete yatırım yapmaktır. İnsanı acı bir azaptan kurtaracak ticâret çok daha önemli ve hayırlıdır. Bu ticâretin temel şartı, güçlü bir iman, malla ve canla Allah yolunda cihad etmektir. Bu sermâyeler hazırlanınca günahlar bağışlanacak, büyük kurtuluş gerçekleşecek ve Cennetlerde güzel köşkler ihsan edilecektir. 1347
İnsan, şükrettiği oranda kazançlı çıkacaktır. “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım”1348 diye vaad eden Rabbimiz, şükür ve her çeşit ibâdetin/
1342] 62/Cum’a, 11; Cavit Yalçın, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 123-129
1343] 3/Âl-i İmrân, 26
1344] 2/Bakara, 16
1345] 9/Tevbe, 111
1346] 35/Fâtır, 29
1347] 61/Saf, 10-12
1348] 14/İbrâhim, 7
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulluğun hem dünyada ve hem de âhirette karşılığının verileceğini belirtir. Elbette kâmil bir mü’min, ibâdet ve tâatlerini bir karşılık, özellikle de dünyevî bir fayda için yapmaz; sadece Allah rızâsı için O’na itaat kasdıyla yapar. Ama insanı Allah’a yaklaştıran her ibâdetin esas karşılığı olarak ödüller âhirette verilecek olmasına rağmen, avans cinsinden dünyada da nice faydaları vardır. “...Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere...”1349; “Kim Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursa Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve ona beklemediği, ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter.” 1350
Bunun aksi de sözkonusudur. Yani, ibâdetten İlâhî kurallara uymaktan gâfil olanlara âhiretteki büyük cezâ yanında dünyada da sıkıntılar, huzursuzluklar verilir. “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete/tatmîne erenlerdir. Bilin ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle, (O’na ibâdet etmekle) huzur bulur.”1351; “Kim de Beni zikredip anmaktan yüzçevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı (geçim sıkıntısı) olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz.” 1352
Allah’a hakkıyla iman edip sâlih amel işleyen ve günlük işlerinde, ticâret ve her türlü alış-verişlerinde Allah’ın hudutlarına riâyet edenlere bereketler verilecektir, rızıkları arttırılacaktır. Bunun yanında sadece dünya kazancını düşünenler ise büyük mahrûmiyetlere de uğrayacaklardır. Bu konudaki Sünnetullah, gerçekten dikkat çekicidir: “Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” 1353
“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.”1354; “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.” 1355
Böylece hayatın tamamı, tüm alanlarında ve tüm mücâdelelerinde ya Allah’la; ya da şeytanla bir alış-veriş eylemine dönüşür. İnsan ne yaparsa, ne verirse mutlaka onun bir karşılığı vardır. Eğer sonuçlar iyi, yararlı ise, alış-veriş kâr; değilse zarar getir. Münâfıkların, yahûdileşenlerin, Bel’amların, din tüccarlarının, dini gerçekten sömüren, dinin sırtından geçinen satılık kalem ve dillerin, ne tür bir ticâret yaptıklarını bu konular ışığında anlayabiliriz. Onlar, hem dünyada hem de âhirette kendilerini zarara sokacak bir şeyi satın almışlardır. Yaptıkları ticâret, kendilerine umdukları kârı sağlamayacaktır. “İşte onlar, hidâyete karşılık
1349] 73/Müzzemmil, 20
1350] 65/Talâk, 2-3
1351] 13/Ra’d, 28
1352] 20/Tâhâ, 124
1353] 16/Nahl, 112
1354] 9/Tevbe, 111
1355] 61/Saf, 10-12
TİCÂRET
- 207 -
dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticâreti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”1356 Din tüccarları, hidâyeti verdiler, karşılığında dalâleti satın aldılar. Cenneti verdiler; cehennemi satın aldılar. İzzeti verip zilleti satın aldılar. Sonunda her iki dünyada da zararlı çıktılar.
Allah’la alış-veriş yapan, çok kârlı ticâreti seçenlere ne mutlu!
“İslâm’a uyarak yapılan ticâret de, ibâdettir. Müslümanlar yaptıkları ticâreti, piyasa kurallarına göre değil; İslâm kurallarına göre yapmalıdır.”
“Ticârete devam edin. Çünkü rızkın onda dokuzu ticârettedir.” 1357
“Hâriçten yiyecek maddesi getirip onu günün râyicine göre satışa arzeden, tamamını tasadduk etmiş gibidir.” 1358
“Bir malı, kusurunu söylemeden satmak, hiç kimseye helâl olmaz. Malın bu kusurunu bilene de, onu söylememek helâl olmaz.” 1359
“Ticârette yalan yemin, malın sürümünü temin ederse de kazancın bereketini giderir.” 1360
“İbâdet gibi, ticâret de hile kabul etmez.” 1361
“Ticarî hayat, kapitalistlerin elinde olursa, İslâmiyet câmilere ve vicdanlara hapsedilmiş demektir.”
“Ticâret bazı pınarlar gibidir, yollarını değiştirmeye kalkarsanız kururlar.”
“Müşteriyi gözünden keşf eder tâcir olan”
“Üç şey sürekli kalmaz; ticâretsiz mal, tartışmasız bilgi, cezasız saltanat.” 1362
“Nerede yumuşak huylu insanlar varsa orada ticâret vardır; nerede ticâret varsa orada insanlar yumuşak huylu olurlar.”
“Ticâret, uçan kuşa ne kadar benzer!”
“Bir insan ticârette kaldıkça masrafları ma’kul, süsü ölçülü olmalıdır.”
“Ticâret, sermayeleri boş ümit olanlar için değildir.”
“Ticâret ahlâkının en kuvvetli yaptırımı, halk terbiyesidir.”
“Mal, ticâretsiz döllenmez.”
“Alış-verişi kolay olan, alacağında müsâmaha gösterip borcunu kolayca ödeyenlere Allah rahmet etsin.”1363
“Alıcı ile satıcı, doğru söyleyip birbirine nasihat ettikleri zaman, alış-verişleri bereketlenir. Malın kusurunu gizleyip yalan söyledikleri zaman, alış-verişlerinin
1356] 2/Bakara, 16
1357] Hadis rivâyeti
1358] Hadis rivâyeti
1359] Hadis rivâyeti
1360] Hadis rivâyeti
1361] Hz. Ali r.a
1362] Şeyh Sâdi
1363] Hadis rivâyeti
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bereketi kalkar.” 1364
“Satıcıya teslim olan kimseden, fazla para almak haramdır.” 1365
“Kim çalışıp kazanmazsa ekmek parası;
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.”
“Hatâdır âhiretten beklemek dünyada her hayrı,
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı!”
“Çoluk-çocuğum için alış-veriş ettiğim yerde ölmeyi, başka bir yerde ölmeye tercih ederim.“ 1366
“Sakın oturduğunuz yerde, ‘Allah’ım, rızkımı ver!’ deyip durmayın. Biliyorsunuz ki, gökten ne altın yağar, ne de gümüş.”
“Çarşı ve pazarlar, Allah’ın sofralarıdır. Oralara giden, bu sofralardan faydalanır.”1367
“Günahların öyleleri var ki, onları ancak maîşet uğrunda çekilen mihnetler/zahmetler mahveder.” 1368
“Fakire balık vereceğimize, balık tutmayı öğretelim daha iyi.”
“Materyalistlerin putlaştırdığı para, esir alınıp İslâmiyet’in hizmetine sokulmalı.”
“Bir işi iyi bilen, bildiği işten kâr eden, kâr ettiği işe ortak alan, kâr dağıtan dünyanın en büyük şirketini kurar.”
“Zemzem anonim şirketi deyip kanalizasyonla uğraşmaktansa; yağmur anonim şirketi deyip millete rahmet olmak daha iyidir.”
“Harama teslim olanların dünyası, hatta âhireti nasıl cennet olabilir?”
“Müslüman olsun, gâvur olsun fark etmez, başarılı firma kuranların hepsi İslâm prensipleriyle başarılı olmuştur. Firma batıran müslümanlar da gâvur prensipleriyle batmıştır.”
“Sağlam mal yapan ve ürettiği şey kaliteli olanlar, İslâm’a uyuyor demektir. Çürük mal imal eden, baştan savma iş yapan müslüman da olsa İslâm’a uymuyor.”
“Almanlar, Japonlar gibi ecnebîler, en kötü adamı en iyi şekilde çalıştırırken, müslümanlar da en iyi adamı en kötü şekilde çalıştırmakla meşgul.”
“Siz aradığınız nizamı bulmaya değil, kurmaya geldiniz.”
“Artık ‘ekonomik köleler’ vardır; bunların da hayat hakkı, efendilerinin iznine bağlıdır.”
“Para ve sermaye! Bu tâbirçok önemlidir. Her para sermaye değildir, sermaye
1364] Hadis rivâyeti
1365] Hadis rivâyeti
1366] Hz. Ömer (r.a.)
1367] Hadis rivâyeti
1368] Hadis rivâyeti
TİCÂRET
- 209 -
ise her zaman paraya hâkimdir, bu sebeple paralı kimseler de paralanır.
“Fabrika bacaları artık minâreleşsin, / Minârelerin rûhu fabrikalara geçsin!
Bir yanda motor sesi, öte yanda tekbir, / Göreceksin dinecek; dertler, ağrılar bir bir.”
“Müslümanlar sermayesiyle değil; ortak ettiği, ücret ve prim verdiği insanların sayısıyla övünmelidir.”
“Nice müslüman Allah için doğru olmazken, yahûdiler para için doğru oluyorlar ya da doğru gözüküyorlar.”
“Bilmem ki parada, malda ve makamda müslümanca davranamayan insan neye yarar?”
“Eğri terazi tutan, kısa metre kullanan, yalan söyleyen, ihtikâr ve hile yapan tüccarın vicdanı ‘para’dır, ‘kara’dır.”
“Para istemem!’ diyenlerin para için kavga ettikleri çok görülmüştür.”
“Parayı putlaştırmak ne kadar ifratsa, parayla alâkasının olmadığını zannetmek de o kadar tefrittir.”
“Ağılda oğlak doğunca, derede otu biter.”
“Kazanmaktan alınacak en büyük ders, kazanabileceğimizi öğrenmektir.”
“Hiçbir şeye sahip değilseniz, hiçbir şey kaybetmezsiniz.”
“Şerefsiz bir kazanç için kaybetmeyi kabul et.”
“Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir. Şerefini kaybeden çok şey kaybetmiştir. Cesâret ve inancını kaybeden ise her şeyini kaybetmiştir.”
“Gerektiğinden çok kazanç getiren bir iş, ziyan eden bir iş kadar çabuk batmaya mahkûmdur.”
“Kayıp, yerine konulunca artık hiçbir şey kaybedilmemiş demektir.”
“Birçok kişi yün bulmaya gider, kırpılmış döner.”
“Küçük kıvılcımlardan büyük yangınlar çıkar.”
“Yanlış yola sapmak zarar getirir, derecesi ise ancak sonunda anlaşılır.”
“Müjde o kimseye ki, İslâm hidâyetine ulaşmış, geçimi yetecek kadar verilmiş ve buna kanaat etmiştir.” 1369
“Her gün bir melek: ‘Ey Âdemoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır’ diye seslenir.” 1370
“Şüpheli şeylerden sakın, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en çok şükredeni sayılırsın. Kendin için sevdiğini başkaları için de sev ki, mü’min olursun.”1371
1369] Hadis-i Şerif Rivâyeti
1370] Hadis-i Şerif Rivâyeti
1371] Hadis-i Şerif Rivâyeti
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Bir şey bütün bütün elde edilmezse, tümüyle de elden kaçırılmaz.”
“Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?”
“Kanaat, tükenmeyen hazinedir.”
“Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse pâdişah olmadı.”
“Elün vârınan eyle kanaat / Şükür kıl itme devrândan şikâyet.”
“Bizi yalnız kanaatler mutlu eder.”
“Yeryüzünde ıstırapların çoğu, aza kanaat etmemekten doğar.”
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.”1372
“Ebedî olan âhirete inandığı halde bütün mesâisini aldatıcı olan dünyalık için harcayanlara alabildiğine şaşarım.”
“Geçim kaynağı için çalışmasına veya ticâretine haram karıştıranlara şunu hatırlatmak gerekir: ‘Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat ettiğinde mi rızkını vermeyip kesecek?”
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünya malına meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Dünya, bir cîfedir. Ondan bir şey isteyen, köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.”1373
“Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya, sahibine iâde edilmek üzere emanet edilmiş bir şey idi. Kolayca ve hafifçe âhirete göçmeleri de bundandı.”1374
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saâdetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyifle yetinin. O, keyfe kâfidir.”
“Şu dünya; imtihan meydanıdır ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”
“Dünya, kâmil mü’minin kıymetsiz oyuncağı, gâfillerin değersiz salıncağıdır.”
“Dünya, ‘bir gün’ gibi çabucak geçecek, Kur’an’ın ‘yarın’ dediği gün uyanacak, ‘dünya’ için ‘dün ya!’ diyeceksin.”
“Dünya malı, sana oyuncak olarak verilmişken, oyuncak seni oynuyor!”
1372] Hadis-i Şerif Rivâyeti
1373] Hz. Ali
1374] Hasan-ı Basrî
TİCÂRET
- 211 -
“Bütün dünya bir oyun sahnesidir. Kadın erkek bütün insanlar da sadece oyuncular. Her birinin giriş ve çıkış zamanları vardır.”
“Kabrin arkası için çalışın. Hakiki saâdet ve lezzet oradadır.”
“Dünya bir tahteravallidir.”
“Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister.”
“Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına benzer.”
“Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe döner.”
“Dünya malı çok olanın, aldanma dünyasına.
Dünya benim diyenin, gittik dün yasına.”
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni, / Göğe çıksan, âkıbet yer yer seni.”
“Sen ister boynuna ip tak, diler cevherli kordon tak,
Bu dünyadan nasîbin en nihayet bir avuç toprak.”
“Bunca varlık var iken bitmez gönül darlığı.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Dünya terzi dükkânı, ölçüyü veren gider.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” 1375
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” 1376
“Müslümanlar arasında nerede ve ne zaman tartışma çıkarsa, bilin ki işin içinde servet, şöhret veya şehvet, yani para, makam veya kadın vardır. Ya bunlardan biri veya birkaçı. Kavganın sebebi bilindiğine göre tedâvisi kolaydır. Bize verilen her şeyin emânet olduğunu ve bunlarla sınava çekildiğimiz şuuru. Müslüman olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak ve Allah’ın bize devamlı gördüğü şuurunda yaşamak.”
“Çarşıyı pazarı müslümanlaştırmadan, İslâm’ı çevreye hâkim kılmak mümkün
1375] Abdullah bin Ömer
1376] Selmân-ı Fârisî
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir.”
“Müslüman ve para; bu ikisi, birbirini tamamladığı gün, süper güçler yer değiştirecek, gerçek süper güç hâkim olacaktır.”
“Paraya hâkim ol(a)mayan müslümanıın dünyası da, büyük ihtimalle âhireti de cehennem olacaktır.”
“İslâm’da ruhbanlık yoktur. Muâmelâtı tatbik etmek farzdır. Bu öyle bir farzdır ki, müslümanların çoğunun haberi bile yoktur. Bilinmeyen günahlara tevbe edilmediği için, en büyük günahlar da bunlardır.”
“Bir müslümanın yediği, içtiği, giydiği haram olursa, onun ibâdeti ve duâsı nasıl kabul olur?”
“Her işini para ile görüp paraya düşman olan müslümanlar; konforlu hayat yaşayıp ‘dünya sevgisi hataların başıdır’ diyenler; sermâye biriktirip bankayla iş görüp kapitalizme düşman olanlar; kapitalistler gibi yaşayıp sosyalizmin gelmesini istemeyenler tezat içindedir.”
“Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılır. Dünya huzuru da avans olur.”
“Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, bir şeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez.”
“Kedi, karnını doyurdumu, sıcak bir yer buldumu, başka şeye gerek duymaz, kürküne sarılır ve yan gelip yatar. İnsana en iyi elbiseler giydirsek, karnını doyursak, cebini de doldursak, kaloriferli köşkte bile rahat etmeyebilir. Çünkü beyin midesi İslâmî ilimler, kalp midesi ise iman ve ibâdet ister, bunlar olmadan da tam bir huzur bulamaz. Beynini bilginin çöplüğüne, kalbini seks panayırına çevirenler, her türlü imkân içinde huzursuz olup, bunalıma düşebilir. İşin bir de âhiret cephesi var. Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, burada ne ekersen orada onu biçeceksin.”
TİCÂRET
- 213 -
Ticâret Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “Ticâret” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 16, 282; 4/Nisâ, 29; 9/Tevbe, 24; 24/Nûr, 37; 35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10; 62/Cum’a, 11, 11; 2/Bakara, 9, 44, 48, 48, 54, 54, 57.
B- Alış-Veriş Anlamındaki “Bey’ “ ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 14 Yerde): 2/Bakara, 254, 275, 275, 282; 9/Tevbe, 111, 111; 14/İbrâhim, 31, 37; 48/Fetih, 10, 10, 18; 60/Mümtehıne, 12, 12; 62/Cum’a, 9.
C- Satın Almak Anlamındaki “Şerâ” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerîmeler (Toplam 25 Yerde): 2/Bakara, 16, 41, 79, 86, 90, 102, 102, 174, 175, 207; 3/Âl-i İmrân, 77, 177, 187, 187, 199; 4/Nisâ, 44, 74; 5/Mâide, 44, 106; 9/Tevbe, 9, 111; 12/Yûsuf, 20, 21; 16/Nahl, 95; 31/Lokman, 6.
D- Allah’ın Âyetlerini Ucuz Para Karşılığında Satmak Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler: 2/Bakara, 41, 174-176; 3/Âl-i İmran, 199; 5/Mâide, 44; 6/En’am, 90; 7/A’râf, 169, 175-176; 9/Tevbe, 34; 10/Yûnus, 72: 11/Hûd, 29, 50-51, 88; 12/Yûsuf, 104; 25/Furkan, 57; 26/Şuarâ, 109, 110, 127, 145, 164, 180; 34/Sebe’, 47; 36/Yâsin, 21; 38/Sâd, 86; 42/Şûrâ, 23; 52/Tûr, 40; 68/Kalem, 46.
Ticâret Konusuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 103-108
2. Günlük Hayatımızda Helâller Haramlar, Hayreddin Karaman,
3. Günümüzün Meseleleri, Faiz – Ticâret, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gaz. Neş.
4. Ticâret Dünyası ve Sosyo-Ekonomik İlişkiler, S. Sırrı Şenuslu, Nehir Y.
5. İslâm’da Ticâret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gâye Vakfı, İst. 2001
6. İslâm’da Ticâret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
1. Delilleriyle Ticâret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
7. Ticâret Bilgisi, Heyet, Tutibay Y.
8. Ticâret Dünyasında Başarının Sırları, Marc H. Mc Cormack, İnkılâp Kit. Y.
9. Ticâret Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi Y.
10. Ticarî Terimler Sözlüğü, Heyet, İGEME Y.
11. Ticâret Hukukunun Temel Kavramları, Sami Karahan, Mimozo Bas. Yay.
12. Ticari Hayat, Ömer Öngüt, Hakikat Neşriyat
13. Ticâret Hukuku, Oğuz İmregün, Anadolu Üniv. Açık Öğr. Fak. Y.
14. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
15. Alış-Verişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Hayreddin Karaman, İlmî Neşriyat
16. İslâm’da Mal ve İdare, Hasan Tahsin Feyizli, Kültür Bas. Yay. Birliği
17. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y.
18. İslâm İcra ve İflas Hukuku, Fahrettin Attar, Marm. Üniv. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
19. Alış-veriş: Hamdi Döndüren, Akif Köten, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 103-108
20. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
21. Fakirler ve Zenginler vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
22. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
23. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
24. Hayatın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979
25. Niçin Yoksuluz? Birlik Yayıncılık, Ank.
26. Ulusların Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.
27. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290
28. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
29. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 131-163
30. Delilleriyle Ticâret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
31. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. İst. 2000, Kanaat: 333-336, Mal: 381-382
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
32. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. Fakr: c. 6, s. 150-162 Kanaat:
33. İslâm’ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
34. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
35. İslâm’a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
36. İslâm’da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Âdem Esen, İz Y. İst. 1996
37. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
38. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
39. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
40. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
41. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın
42. İnfak (Allah Yolunda Harcama) veysel Özcan, Mirfak Y.
43. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
44. İslâm’da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
45. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
46. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
47. İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
48. Amerikan Yüzyılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y. İst. 1993
49. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y. İst. 1975
50. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
51. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978
52. Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984
53. Alış-verişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat
54. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
55. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
56. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
57. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
58. Sosyal Siyaset Açısından İslâm’da Ücret, Âdem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
59. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
60. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
61. Küreselleşen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003
62. Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
63. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
64. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
65. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
66. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
67. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
68. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
69. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
70. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
71. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
72. İktisat, Kâzım Güleçyüz, Nesil Basım Yayın
73. İktisat Risaleleri, Mustafa Özel, İz Y.
74. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
75. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
76. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
77. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
78. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
79. İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
TİCÂRET
- 215 -
80. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
81. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
82. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
83. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
84. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
85. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
86. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
87. İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
88. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
89. İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
90. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
91. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
92. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
93. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
94. İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
95. İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
96. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
97. İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
98. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
99. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
100. İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
101. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
102. İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
103. İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
104. İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
105. Çağdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.
106. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
107. Modern İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969
108. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.
109. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
110. Türkiye’de Özel Finans Kurumları ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987
111. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yolları, Emin Çarıkçı, Adım Y.
112. Türkiye’de Enflasyonla Mücâdele, Tuncay Artun, Tekin Y.
113. Türkiye’de Özelleştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.
114. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
115. Yabancı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.
116. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bireşim Y.
117. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
118. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
119. Ekonomik Çözüm, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991
120. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat
121. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
122. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
123. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
124. Parasal Bunalımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.
125. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
126. Bireysel Yatırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.
127. Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Faik Bulut, Öteki Y.
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
128. Faiz, Ebu’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
129. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
130. Faiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
131. Faiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
132. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
133. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
134. Türkiye’de Dünyada Faizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
135. Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.
136. İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
137. Alternatif Faizsiz Banka, Süleyman Karagülle, İz Y. İst. 1991
138. Teşvik Kredileri ve Faiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat
139. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
140. İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
141. Türkiye’de Faiz Politikaları, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
142. Türkiye’de Serbest Faiz Politikası, Tuncay Artun, Tekin Y.
143. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
144. Para, John Kenneth Galbraith, Altın Kit. Y.
145. Para Bulma ve Yatırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım
146. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
147. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Çıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.
148. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
149. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
150. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
151. Dünyada ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.
152. 100 Soruda Para ve Para Politikası, Sadun Aren, Gerçek Y.
153. Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.
154. Kriz Ekonomisi, M. İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.
155. Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.
156. Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.
157. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
158. Altın, Nedim Şener, Dünya Y.
159. Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.
160. Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.
161. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birliğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.
162. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.
163. Borç Tuzağı ve Ekonomik Sömürü Odakları, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
164. Borçlar Hukuku, Safa Reisoğlu, Beta Basım Yayın
165. Borçlar Hukuku (Özel Borç İlişkileri) 1-2, Haluk Tandoğan, Evrim Y.
166. Borçlar Kanunu, Esat Şener, Seçkin Y.
167. Bozuk Düzenin Terazisi ve Şuayb (a.s.), Cengiz Duman, Haksöz 37, Nisan 94
TEVRÂT
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEVRÂT
- 81 -
Kavram no 181
Kitap 10
Bk. Kur’an; İncil; Yahûdiler; Ehl-i Kitap; Hz. Mûsa
TEVRÂT
• Tevrât; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de Tevrât Kavramı
• Tevrat’ta Tanrı’nın Özellikleri
• Yahûdilerin İslâm’a Aykırı İnançları
• İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
• Muharref Ahd-i Atik’teki (Tevrat’taki) Çelişkiler
• Muharref Tevrat'taki Müstehcenlik ve Yüz Kızartıcı İfadeler
• Muharref Tevratta Kadın
• Ahd-i Atik'de Savaş, Sömürü ve Irkçılık
• Talmud
• Tahrif
• Tevrât’ın Tahrifi
• Bugünkü Tevrat ve İncil’e Uymanın Hükmü
• Dini, Kutsal Kitabı Tahrif Sadece Eski Toplumlarla mı Sınırlıdır?
• Tefsirlerden İktibaslar
“(Rasûlüm!) O, sana Kitab’ı hak ile ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedrîcen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrât ile İncil’i ve hakkı bâtıldan ayırt eden hükümleri göndermiştir. Bilinmeli ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, cezâları vermede mutlak güç sahibidir.” 351
Tevrât; Anlam ve Mâhiyeti
Tevrat; Allah’tan gelen dört büyük kitaptan ilkidir. İbranîce Tora(h) kelimesinin Arapçalaşmış biçimi olan Tevrat kanun, ittifak, birlik, anlaşma, sözleşme, adlaşma gibi anlamları dile getirir. İslâm geleneğinde Hz. Mûsâ’ya nâzil olan kitabı belirtir. Yahûdi geleneğinde ise, bugün Ahd-i Atik (Eski Ahit) denilen kitaplar toplamının adıdır.
Dinler tarihçileri 39 kitaptan meydana gelen Tevrat’ı genellikle üç bölüme ayırırlar: 1- Tevrat (Kanun Kitabı), 2- Nebiim (Nebiler Kitabı), 3-Ketubim (Yazılar Kitabı). 1. Bölüm, Hz. Mûsâ’nın ilk beş kitabını (Mûsâ’ya (a.s.) indirilen kitabı) ihtivâ eder. İslâm âlimlerine göre de Cenâb-ı Hak tarafından Hz. Mûsâ’ya verilen asıl Tevrat budur. Bu ilk beş kitap (Fr. Pentateuque) Tekvin, Çıkış, Levlililer, Sayılar ve Tesniye’den meydana gelmektedir. 2. Bölüm, Nebiim 6. Kitap (Yeşu)’dan başlar, 22. Kitap (Neşidelerin Neşidesi)’ne kadar devam eder. 3. Bölüm, Ketubim 23. Kitap İşaya’dan başlar, 39. Kitap olan Malaki ile sona eder.
Yahûdiliğe göre Tevrat’ın ilk beş kitabı kelimesi kelimesine Yahve (Yehova)
351] 3/Âl-i İmrân, 3-4
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından Hz. Mûsâ (Moşe)’ya bildirilmiş Tanrı kelâmıdır. Beşinci kitaptan sonra gelen Yeşu da aynı kitaptan sayılmış ve böylece altı kitaplık bir deste meydana getirilmiştir. 18. yy. Fransız bilginlerinden Jean Astruc’a göre ilk beş kitaptan meydana gelen Tevrat’ın 1. Bölümü, birbirine karıştırılmayan iki ayrı anlatım tarzı ihtiva etmektedir. Bu iki ayrı anlatımdan birinde Tanrı’nın adı Elohim (Ruhlar), diğerinde ise Yehova (Var olan) diye geçmektedir. Diğer bir ifade ile bu iki metne Elohist ve Yahvist metin denilmektedir. Bu iki ayrı metinde birçok çelişkiler tesbit edilmiştir.
Tevrat’ın bütünü Tevkin’le başlar ve Malaki ile son bulur. Tekvin, “Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı” cümlesi ile başlamakta, Malaki de, “O da babaların yüreğini oğullara ve oğulların yüreğini babalarına döndürecektir, ta ki, gelip dünyayı lânetle vurmayayım” cümlesiyle sona ermektedir.352 Halen de mevcut Kitab-ı Mukaddes külliyatının baş kısmında yer alan Tevrat’ın 39 kitabı şu sırayı takibetmektedir: 1- Tekvin, 2- Çıkış, 3- Levililer, 4- Sayılar, 5- Tesniye, 6- Yeşu, 7- Hâkimler, 8- Rut, 9- Samuel, 10- II. Samuel, 11- I. Krallar, 12- II. Krallar, 13- I. Tarihler, 14- II. Tarihler, 15- Ezra, 16- Nehemya, 17- Ester, 18- Eyub, 19- Mezmurlar, 20- Süleyman’ın Meselleri, 21- Vaiz, 22- Neşideler Neşidesi, 23- İşaya, 24- Yeremya, 25- Yeremyanın Mersiyeleri, 26- Hezekiel, 27- Daniel, 28- Hoşea, 29- Yoel, 30- Amos, 31- Obadya, 32- Yunus, 33- Mika, 34- Nahum, 35- Habakkuk, 36- Tsefenya, 37- Haggay, 38- Zekarya, 39- Malaki.
Klasik İslâm literatüründe genellikle İbranice, Yunanca ve Samirice olan üç meşhur nüshası bulunduğu kabul edilir. Yahudiler ve Protestanlar İbranice, Roma ve Doğu kiliseleri Yunanca, Samiriler de Samirice nüshayı diğerlerine tercih ederler.
Tevrat, Türkiye’de bu orijinal adıyla bilindiği gibi, Ahd-i Atik adıyla da tanınır. Bütün dünyada yaygın olan Kitab-ı Mukaddes Şirketi’nce, Kitab-ı Mukaddes başlığı ile yayınlanan külliyat, Yahudilik ve Hıristiyanlığın bütün kitaplarını bir arada sunmaktadır. Hz. Mûsâ'ya Allah tarafından “Kitap“ vahyedilmiş; ancak, zamanla tahrife uğramıştır. Hâlen elde mevcut olan Tevrat'ta birçok tenâkuzun tesbit edilmiş olması da bunun delilidir. Bu husus dinler tarihi açısından ayrıca önem arzetmektedir.
Her ne kadar Yahudilik tâlimlerinin bütününe Tevrat deniliyor ve bu terim Hz. Mûsâ'ya atfedilen ilk beş kitabı ifade ediyorsa da; Tora, Yahudiliğin diğer kitap ve öğretilerini de içine almaktadır. Yahudiliğe göre Tevrat, 1. Yazılı, 2. Sözlü olmak üzere iki kısımda incelenebilir. 1- Yazılı olan kısım Tûr-i Sina'da (Har Sinay) Tanrı Yahve tarafından Hz. Mûsâ (Moşe)'ya indirilen beş kitap ve eklerini ihtiva eder. 2- Sözlü olan kısım ise, yine Hz. Mûsâ'ya atfedilen ve O'ndan nakledilenlerle, Tevrat'ı tamamlayan açıklamaları ihtiva eder. Günümüz Yahudileri Tevrat karşılığında “Tanah“ terimini kullanmayı tercih etmektedirler. Takriben M. Ö. 1200-1100 yılları arasında da tamamlanan ve İbranice yazılmış olan Tanah'ın içerisinde birkaç Aramca parça da bulunmaktadır.
Tevrat'ın eski İbranca yazması M.S. VII ve X. yy'da kaleme alınmış bir kaynaktır. Bu kaynağın M.Ö. I. yy'daki İbranca metinlere dayandığı dinler tarihçilerince ileri sürülmektedir. 1947'de Kumran Vadi'sinde, Lut Gölü'nün kuzey-batısında ve
352] Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İst., 1976
TEVRÂT
- 83 -
Yehu'nun 12 km. güneyinde bedevinin birinin mağarada bulduğu eski İbranca yazmalar, gerek umumi tarih, gerek dinler tarihi açısından oldukça önem taşımaktadır. Aynı çalışmaların devamı olan 1951-1958 yılları kazıları da yeni keşiflere ufuk açmıştır.
Yahudiler nazarında Tevrat Allah kelâmıdır ve ibâdetlerde önemli bir yer tutar. Yahudilerin havra ve sinagoglarında, mihrap denilen bir yerde, dolap içinde, sırmalı ve ipekli örtülere sarılmış yazma nüshalar muhâfaza edilir. Tahrife uğramadan önce Süleyman Mâbedi (Beyt Ha-Mikdaş)'ndeki Mukaddes Sandık (Arona Kodeş)'da, Hz. Mûsâ'nın getirdiği Tevrat levhalarının muhâfaza edildiğine inanılmakta idi. İbâdet için havra veya sinagoga giden her yahûdi, öncelikle Tevrat tomarının korunduğu sandık veya dolabı temâşâ eder, mümkünse ona elini sürer ve öper. Bu hareketler sembolik bir anlam taşır ve belli belirsiz bir şekilde yapılır. Havra veya sinagogta Tevrat yere düşerse haham (rav) hemen onu alır. Bundan dolayı haham ve oradaki cemaat 30 gün oruç tutmak zorundadır; buna cumhur (cemaat) orucu denir.
Yahudi inancına göre nerede olursa olsun Tevrat okunurken başın mutlaka örtülmesi şarttır. Açık başla mâbede girilmez, Tevrat da okunmaz. Ayrıca usûlüne göre abdest almak ve temiz bulunmak lâzımdır. Tevrat askerî geçitlerde (Ha Tsaada) askerlerin koruması altında geçirilir. Tevrat'ın tamamı okunduktan sonra, tomar halindeki Tevrat bir tahta konularak sokağa çıkarılır, törenle dolaştırılır. Buna Tevrat Bayramı denir. Bu merasim bütün dünyada aynı şekilde yapılır. Omuzlarda ve kucakta Tevrat taşımak sevap sayılır. Gerek sivil, gerek askerlikte yemin Tevrat üzerine yapılır. Din bilgisi, tarih ve okuma kitaplarına Tevrat'tan seçilmiş metinler konulur. Tevrat hakkında tartışma ve eleştiriye kesinlikle izin verilmez. Okul çağındaki her öğrencinin bir Tevrat'ı vardır ve sınıflarda da ancak başörtülü olmak şartıyla Tevrat okunabilir. 353
Tora (Tevrat) olarak kabul edilen Eski Ahid’in ilk beş kitabı hakkında kısa bilgi verelim:
1- Tekvin: 50 babdır (bölüm). Tekvin, temel olarak iki kısma ayrılır: 1-11 bablarında, Dünyanın yaratılışı, insan neslinin ilk tarihi, Hz. Âdem ve Havva’nın suç işlemeleri, Habil ve Kabil, Nuh ve tûfan, Babil kulesi konu edilir. 12-50 bablarında, İsrailoğullarının eski ataları, Hz. İbrahim’den başlayıp oğlu İshak, torunu Yakup (diğer adıyla İsrail) ve Hz. Yakub’un on iki oğlu konu edilir.
2- Çıkış: 40 babtır. İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışlarından bahseder. Çıkış kitabı dört temel konuyu işler: 1- Yahûdilerin kölelikten kurtulmaları, 2- Sina dağına seyahatleri, 3- Allah’ın İsrailoğullarıyla Tur-i Sina’da ahit (anlaşma) yapması ve onlara ahlâkî, medenî ve dinî kuralları bildirmesi, 4- İsrailoğulları için ibâdet yerlerinin inşâ edilmesi, hahamlar ve ibâdetler ile ilgili hükümler. Çıkış’ın en ünlü ve önemli bölümü 20. babında yer alan on emirdir (evâmir-i aşera).
3- Levililer: 27 babtır. İbâdetler ve dinî âyinler ile ilgili hükümleri ihtivâ eder. Kitabın anafikrini, Allah’ın kudsiyeti ve O’na ibâdet etmenin yolları teşkil eder.
4- Sayılar: 36 babtır. Sina dağını terkeden yahûdilerin Kenan diyarına -Filistin’e- girmelerine kadar geçen yaklaşık 40 yıl sürede meydan agelen
353] Osman Cilacı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 215-216
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olaylardan bahseder.
5- Tesniye: 34 babtır. Haham Hilkiya tarafından bulunduğu iddia edilen Tevrat tomarına verilen ad olup, Hz. Mûsâ’ya isnad edilmiştir. Ancak Hz. Mûsâ’nın ölümünden ve onun zamanında olmayan âdetlerden söz etmesi nedeniyle Hz. Mûsâ tarafından yazılmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kitabın anafikri; İsrailoğullarının kendilerini kölelikten ve zilletten kurtaran Allah’ın nimetlerini hatırlamaları ve Allah’ı sevip ona itaat etmeleri gerektiğidir. Kitabın anahtar sözü şudur: “Allahımız Rab bir olan Rabdir ve Allah’ın Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.” 354
Tevrat’ın Nüshaları: Tevratın belli başlı üç eski nüshası mevcuttur: 1- İbrânîce nüsha: Yahûdiler ve Protestanlarca makbuldür. 2- Yunanca nüsha: Roma ve Doğu kiliselerince makbuldür. 3- Sâmirîce nüsha: Süryânîlerce makbuldür. Bu nüshalar arasında birçok çelişki ve yanlışlıklar mevcuttur.
Tevrat Kaynakları: 1- Yahvist kaynak: En eski kaynak olup Allah’ı “Yahova” diye adlandırır. Yahvist kaynağa göre Yehova, sadece İsrail halkının tanrısıdır ve onları üstün kılmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında yazılmıştır. 2- Elohist kaynak: Allah’ı “Elohim” diye adlandırır. Bu kaynağa göre Elohim, bütün insanların Rabbidir. M.Ö. 800 yıllarında yazılmıştır. 3- Deoteronomist kaynak: Tesniye’yi oluşturan kaynaktır. M.Ö. 700 yıllarında yazılmıştır. 4- Hahamların metni: Talmud tefsiri üzerindeki çalışmalar olup M.Ö. 600 yıllarında yazılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Tevrât Kavramı
Kur’an-ı Kerîm’in yedi ayrı sûresinin 16 âyetinde355 Tevrat kelimesi geçmektedir. Cenâb-ı Hak, Tevrat ve İncil’in Kur’an-ı Kerim’den önce indirildiğini,356 Hz. İsa’ya yazı, hikmet, Tevrat ve İncil’in öğretileceğini,357 O’nu, Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdiğini,358 Tevrat ve İncil’in Hz. İbrahim’den sonra indirildiğini,359 Tevrat’ta bir hidâyet ve nur bulunduğunu,360 Tevrat’ın bir tasdikçisi olarak İncil’in indirildiğini,361 Tevrat, İncil ve Kur’an’ın dosdoğru tutulması gerektiğini362 beyan buyurmuştur.
Yukarıda anılan Tevrat’la ilgili âyetlerin açıklanmasında müfessirler, Ehl-i Kitabın, Tevrat sözü ile Hz. Mûsâ’nın yazdığı söylenen Tevrat’ın ilk beş kitabını kasdettiklerini, Hıristiyanların ise Tevrat kelimesini Ahd-i Atik adı verilen kitapların hepsi için kullandıklarını, Hz. Mûsâ kavminin Tevrat’ı muhâfaza edemediklerini özellikle vurgulamışlardır. 363
“Yanınızda olan (Tevrat)ı doğrulayıcı olarak indirdiğime (Kur’an’a) iman edin; onu inkâr
354] Tesniye, 6/4-5, s. 183
355] 3/Âl-i İmrân, 48, 50, 65, 93; 5/Mâide, 43, 44, 46, 66, 68, 110; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 29; 61/Saff, 6; 62/Cum’a, 5
356] 3/Âl-i İmrân, 3
357] 3/Âl-i İmrân, 48
358] 3/Âl-i İmrân, 50; 5/Mâide, 110; 61/Saff, 6
359] 3/Âl-i İmrân, 65
360] 5/Mâide, 44
361] 5/Mâide, 46
362] 5/Mâide, 66, 68
363] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut, 1966, II, 3 vd.
TEVRÂT
- 85 -
edenlerin ilki siz olmayın ve âyetlerimizi az bir değer karşılığında değişmeyin. Ve yalnızca Benden korkun.” 364
“Allah katından yanlarında olan (Tevrat)ı doğrulayan bir Kitap geldiği zaman -ki bundan önce inkâr edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bilip-tanıdıkları gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirlerin üzerinedir.” 365
“O sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O Tevrat’ı ve İncil’i de indirmişti.” 366
“Ona kitabı hikmeti Tevratı ve İncili öğretecek.” 367
“Benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere size Rabbinizden bir âyetle geldim. Artık Allah’tan korkup bana itaat edin.” 368
“Ey Kitap ehli İbrâhim konusunda ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” 369
“Tevrat indirilmeden evvel İsrail’in kendine haram kıldıklarından başka İsrailoğullarına bütün yiyecekler helâl idi. De ki: “Şu halde eğer doğruysanız Tevrat’ı getirin de onu okuyun.” 370
“Ey kendilerine kitap verilenler birtakım yüzleri silip de arkalarına çevirmeden ya da cumartesi adamlarını (o gün yasağı çiğneyenleri) lânetlediğimiz gibi onları da lânetlemeden evvel yanınızdakini (Tevrat ve İncil’i) doğrulayıcı olarak indirdiğimize (Kur’an’a) iman edin. Allah’ın emri yapılagelmiştir.” 371
“Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında olduğu halde seni nasıl hakem kılıyorlar ve sonra bunun peşinden yüz çeviriyorlar? İşte onlar inanmış değildir.” 372
“Gerçek şu ki Biz Tevratı içinde bir hidâyet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (rabbâniyun) ve yüksek bilginler de (ahbâr) Allah’ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şâhitler olduklarından (onunla hükmederlerdi). Öyleyse insanlardan korkmayın, Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” 373
“Biz onda onların üzerine yazdık: Can’a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir keffârettir. Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.” 374
“Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidâyet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan
364] 2/Bakara, 41
365] 2/Bakara, 89
366] 3/Âl-i İmrân, 3
367] 3/Âl-i İmrân, 48
368] 3/Âl-i İmrân, 50
369] 3/Âl-i İmrân, 65
370] 3/Âl-i İmrân, 93
371] 4/Nisâ, 47
372] 5/Mâide, 43
373] 5/Mâide, 44
374] 5/Mâide, 45
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve muttakîler için yol gösterici ve öğüt olan İncil’i verdik.” 375
“Ve eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur’an’ı) ayakta tutsalardı (hakkıyla uygulasalardı) elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mûtedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise ne kötüdür!” 376
“De ki: ‘Ey Kitap Ehli, Tevrat’ı, İncil’i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça (hakkıyla uygulamadıkça) hiçbir şey üzerinde değilsiniz.’ Andolsun Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun tuğyanlarını ve inkârlarını arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma.” 377
“Allah şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Rûhu’l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun. (Yine) Benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar ‘Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi (de) İsrailoğullarını senden geri püskürtmüştüm.” 378
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Rasûle) uyarlar; o onlara ma’rûfu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor; temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.” 379
“Hiç şüphesiz Allah mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu) Tevrat’ta İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.” 380
“De ki: “Eğer doğruysanız, bu durumda Allah katından bu ikisinden (Mûsâ’ya indirilen Tevrat ve bana indirilen Kur’an’dan) daha doğru olan bir kitap getirin de ona uymuş olayım.” 381
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirip kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup boy atmış (ki bu) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah içlerinden iman edip sâlih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir vaad etmiştir.” 382
375] 5/Mâide, 46
376] 5/Mâide, 66
377] 5/Mâide, 68
378] 5/Mâide, 110
379] 7A’râf, 157
380] 9/Tevbe, 111
381] 28/Kasas, 49
382] 48/Fetih, 29
TEVRÂT
- 87 -
“Hani Meryem oğlu İsa da: ‘Ey İsrailoğulları, gerçekten ben sizin için Allah’tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra ismi Ahmed olan bir elçinin de müjdeleyicisiyim’ demişti. Fakat o onlara apaçık belgelerle gelince; ‘Bu, açıkça bir büyüdür’ dediler.” 383
“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zâlim bir kavmi hidâyete erdirmez.” 384
Tevrat’ta Tanrı’nın Özellikleri
Tevrat, Tanrı’nın özel kutsal adı olarak Yahve’den bahseder. Torah’ın Yahvist metinleri olarak bilinen ve tarihsel açıdan diğer metinlerden daha önceki zamanlara ait olan kısımda Tanrının adı olarak Yahve kullanılır. Eski Ahid’in ilk beş kitabında Yahve, âlemlerin tek tanrısı olmaktan ziyâde, bir klan ya da kabile tanrısı görünümdedir; o İsrailoğullarının tanrısıdır. Yahova da denilen Yahve, yahûdilikte İsrailoğullarının koruyucusu, yöneticisi ve yönlendiricisi olan özel bir tanrı görünümündedir. “Ve onların Allah’ı olacağım.”385 Onun gerçek ve kutsal ismi olan Yahve, kutsalların en kutsalı olan bir zamanda sadece yılda bir kez başrâhip tarafından anılabilir. Bunun dışında Yahve ismi, kesinlikle kullanılmaz ve yazılmaz; Yüce Tanrıyı ifade etmek için Elohim ve Adunai gibi terimler kullanılır.
Yahûdilikte ısrarla üzerinde durulan inanç konusu Tanrının birliğidir. Tevrat’ta iki yerde nakledilen On Emir’in ilk maddesi, “Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Allah’ın Yahova benim. Karşımda başka ilahların olmayacaktır” emridir.386 Bu kesin emre rağmen, yahûdiler tarihleri boyunca sık sık başka ilahlara da tapmışlardır; ancak Tanrının birliği inancı hep yahûdiliğin esasını teşkil etmiştir.
Tevrat’a göre Tanrı yüce, aşkın bir varlıktır, Onu kimse göremez.387 Ama aynı zamanda Yahova, kendisini çağıranlara (duâ edenlere) yakındır.388 Yahova Bir’dir, Ondan başka tanrı yoktur.389 Ezelî ve ebedîdir.390 Kadir bir Tanrıdır.391 Merhametlidir.392 Yaratıcıdır: “Başlangıçta Tanrı, gökleri ve yeri yarattı”393 Melik’tir, hükümdardır, yüce bir taht üzerindedir.394 Kâinatı idare eder. “Rabb, gökten bakar, bütün Âdemoğullarını görür; oturduğu yerden bütün yeryüzünde oturanlara bakar, her birinin kalbini yaratan, bütün işlerini temyiz eden Odur.”395 Gökte
383] 61/Saff, 6
384] 62/Cum’a, 5
385] Tekvin, 17/8, s. 14
386] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 20; Tesniye 5
387] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 33/20
388] Kitab-ı Mukaddes, Mezmur 145/18
389] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 4/35
390] Kitab-ı Mukaddes, İşaya 41/4; 48/12; Tekvin 21/23
391] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 17-1-2
392] Kitab-ı Mukaddes, Mezmur 136
393] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-1
394] Kitab-ı Mukaddes, İşaya 6/1
395] Kitab-ı Mukaddes, Mezmur 33/13-15
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve yerde olup biteni, insanların hareketlerini, hatta düşüncelerini bilir.396 Âdil Hâkimdir: “Sadakat Tanrısıdır ve haksızlık etmez.”397 Kuddûs’tür, Münezzehtir: “Kimse Rabb gibi mukaddes değildir.”398 “Orduların Rabbı Kuddûstür, Kuddûstür; bütün dünya O’nun izzetiyle dolu.”399 Tanrıdan korkmak lâzımdır: “Yahovadan korkmak, hayatın pınarıdır.” İntikam alabilir: “Rabb, kıskanç ve öç alan Tanrıdır; Rabb öç alır ve gazapla doludur.”400 Tanrı gazabını boşaltır.401 Onun gazabı bazen sebepsiz olarak alevlenir. Merhametten ziyâde, gazap Tanrısıdır.
Tanrı her şeyin gerçek fâilidir.402 Firavunun kalbini katılaştırdığı gibi403 “Kendi milletinin” de kalbini katılaştırır.404 Her şeyi takdir eden Odur: “İnsanın kalbi kendi yolunu tasarlar; hâlbuki Yahova onun adımlarını yöneltir.”405 Hayat şartlarındaki eşitsizlikler, zenginlik, fakirlik Yahova’nın işidir. Dolayısıyla Tanrı’ya tam bir tevekkül gerekir: “Bütün kalbinle Rabb’e güven ve kendi anlayışına dayanma.”406 Bundan ötürü Onun vasıflarından biri “Kaya” veya “İsrail’in Kayası”dır.407 Bu vasıf, bazen özel isim durumunda gelir.408 Her şeye O vâris olur.409 Tanrı’nın “Seçkin millet”ine karşı münasebeti “babalık” kavramıyla belirtilir: “Ben İsrail için bir Babayım.”410 “Yahova, Sen Babamızsın, biz balçığız ve Sen çömlekçimizsin; ve hepimiz Senin elinin işiyiz.”411 Babalık, Yeni Ahid’de (İncilde) sevgi, Eski Ahid’de ise hâkimiyet ifâde eder. Bu münasebet, bazen bir zevciyet ilgisi şeklinde tasvir olunur.412 İsrail, Yahova’yı aldatan bir zevcedir, başka oynaşlara (yani tanrılara) koşar, zina eder. Fakat Yahova, yine de ondan vazgeçmez.
Tanrılığı tanıtmada, görünüş itibarıyla mahlûka benzetme belirten (antropomorfizm) ifâdeler, değişik şekilleriyle oldukça fazladır. Tanrı’nın iki gözü vardır ve her şeyi görür.413 Kulakları vardır, işitir.414 Koklama duyusu vardır.415 Dokunma duyusu vardır.416 Ağzı bize söyler.417 Düşmanlarını, dudaklarının bir üfleyişiyle öldürür.418 Dudakları kızgınlık dolu ve Dili yiyip bitiren bir ateştir.419 Kendisini
396] Kitab-ı Mukaddes, Mezmur 139/1-12
397] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 32/4
398] Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel 2/2
399] Kitab-ı Mukaddes, İşaya, 6/3
400] Kitab-ı Mukaddes, Nahum, 1/2
401] Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel, 20/33
402] Amos, 3/6, 4/7, 9, 10; Çıkış 4/11
403] Çıkış 4/21
404] İşaya, 6/10; 29/10
405] Süleymanın Meselleri, 16/9
406] Süleymanın Meselleri 3/5
407] Tekvin, 49/24); Mezmur, 18/3
408] Tesniye, 32/4; Habakkuk,1/12
409] Mezmur, 82
410] Yeremya, 31/9
411] İşaya, 64/8
412] Hoşea, 8. bab, çeşitli cümleler
413] I. Reg., 15/19
414] Sayılar, 11/1
415] Tekvin, 8/21
416] Eyub, 19/21
417] İşaya, 1/20
418] İşaya, 11/4
419] İşaya, 30/27
TEVRÂT
- 89 -
terkeden kötülere sırtını döner.420 Kurtarmak istediklerine Yüzünü gösterir.421 Eli, Sağ eli, Bazusu vardır, her şeye gücü yeter.422 Şaşkın koyunları Omuzlarında ve Kollarında taşır.423 Gökte veya Mâbedinde oturur424 yahut yalnız Kenan diyarında bulunur.425 O, kalkar,426 savaşmak için ilerler,427 İner,428 dağları dolaşır,429 hafif bir bulutta gelir430 yayını uzatır ve okunu çeker.431
Bundan başka Tanrı’ya mahlûkların hislerini veren ifâdeler de (antropopatizm) bolca mevcuttur. Onun işleri bir akılla olur, Tanrı hatırlar,432 tahmin eder (önceden bilir)433 ve insanı yarattığına pişman olur.434 Yer Onun ayaklarının basamağıdır.435 Kalbi vardır, acı duyar,436 Düşünür,437 Tefekkür eder.438 Sevgi ve kini,439 arzu ve sevinci,440 acısı,441 bekleyişi,442 sabırsızlığı443 vazgeçmesi444 vardır. Fakat “Ben Tanrıyım ve insan değilim; senin ortanda olan Kuddûs’um”445 gibi tenzih ifâdelerinden dolayı Tanrı’nın yüce ve aşkın varlık olduğu kabul edilir.
Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, teşbih ifadeleri çok fazladır. Bu durum şöyle sebeplendiriliyor: a) İlkel ırklara tasvirî bir anlatım kullanmak gereği, b) Bazı peygamberlerin (İşaya gibi) mükâşefelerini tasvir etmeleri, c) Mezmurlar gibi bazı kitapların şiir özelliklerini taşıması ki, bu mecâzî bir üslûbu gerektiriyordu. Tanrı’ya: Çoban, Tabib, Kılıç, Sûr, Ateş, Kaynak gibi vasıflar da verilmektedir.
Ahd-i Cedit’teki tanrı üçlemesine ve insanoğlu İsa’nın tanrılaşması ile kesinlikle bağdaşmayacak bu tanrı anlayışı şu şekilde belirtilir: “Ben Tanrıyım ve insan değilim, senin ortanda olan kuddûsüm.” 446
Ulûhiyet bakımından güçlükler çıkaracak ifadeler de vardır. Tanrı Hz. Yakub
420] Yeremya, 18/27
421] Mezmur, 69/4, 8
422] İşaya, 65/2
423] İşaya, 40/11
424] Zekerya, 8/3
425] I. Samuel, 26/19 vd.
426] Amos 7/9
427] Zekerya, 14/3
428] Tekvin, 11/7
429] Amos, 4/13
430] İşaya, 19/1
431] İşaya, 27/1
432] Mezmur, 19/4
433] II. Reg., 19/27; Mezmur, 138
434] Tekvin, 6/8
435] İşaya, 66/1
436] Tesniye, 4
437] Sagesse, 4/17
438] Yunus, 1/6
439] İşaya, 1/14
440] İşaya, 42/1
441] Tekvin, 6/6
442] Hoşea, 3/3
443] Zekarya, 11/8
444] Yeremya, 4/28
445] Hoşea, 11/9
446] Hoşea, 11/9
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile güreşir, Yakub Onu yener.447 Tanrı ile insanlarla uğraşıp yendiği için ona, “Tanrı ile uğraşan” (İsrail) lakabı verilir. Yahova ile görüşmek istediğinde Hz. Mûsâ bir çadır kurar, O bir bulut sütunu içinde iner, görüşürler.448 Kâinatı altı günde yaratıp yedinci gün dinlenir.449 Yahova kâinatı yaratırken, rakip tanrılarla bir savaş yapmıştır. “Ey Rabbin Bazusu, uyan uyan kudret giy; geçmiş günlerde, en eski nesillerde olduğu gibi uyan. Rahab’ı parçalayan, Canavarı yaralayan Sen değil misin?450 Kâinattaki karanlıkların ve denizlerin Yahova tarafından yaratılmadığına delâlet eden pasajlar da vardır. Buna karşılık, yine eski metinlerde, kâinatın idaresini sırf Yahova’ya veren kısımlar da bulunur.451 Yoktan yaratma fikri, ilkin Maccabees, 7/28’de görülür. Bu kitap, 100 yıllarında yazılmıştır. 82. Mezmur, öteki tanrılara varlık tanır gibidir. Deniz canavarı Rahab efsanesi kabilinden unsurların Babil, Kenan gibi komşu kavimlerden geçtiği söyleniyor. “Yahova, Hz. Mûsâ’ya tek Tanrı olarak değil, Kıskanç Tanrı olarak kendini izhar eder ki, bu durum başka tanrıların varlığına açık kapı bırakır (...) Çok uzun bir devir boyunca Yahova’nın İsrail’in hususi Tanrı’sı olduğuna şehâdet eden nasları inkâr etmek güçtür. İsrailliler Yahova’ya bağlıdır. Hâlbuki Moablılar kendi tanrıları Kemoş’un hâkimiyetindedirler.452 Hz. Davud’un zamanında bile Yahova’nın iktidarının, İsrail ülkesinin sınırlarında durduğuna inanılırdı.453 Ve Kral Ahaz, Şam tanrılarına kurban keser.” Ve kendisini vurmuş olan Şam ilahlarına kurbanlar kesti ve dedi: Mademki Suriye krallarının ilahları onlara yardım ettiler, bana yardım etsinler diye ben de onlara kurban keseceğim.”454 Yahova’nın gazabı, bazen sebepsiz yere alevlenir. Tanrı âdil olmakla birlikte,455 nesiller sonra bile suçu arar.456 Dolayısıyla, suçsuz olanları da cezalandırabilir. Yahova’nın “Herem”i vardır. Savaşta ele geçirilen şehirdeki bütün insanlar, hayvanlar, nefes alan her varlık, orayı İsraile teslim eden Yahova’nın hakkı olarak yok edilmelidir. 457
Tevrat Doğrultusunda Yahûdilerin İnancı: Şimdi milattan sonra ilk asırlardaki şekliyle, yahudi dininin inançlarına bir göz atalım. Tek, Kadir, Yaratıcı, münezzeh, kâinatın hükümrânı, Âdil ve Merhametli Tanrı’ya inanmak, yahudi dininin temelini teşkil eder. Yahudilik Tanrı’yı bir tanıma konusunda titizdir. Bu dini tatbik edenler, günde üç defa yaptıkları ibâdette “Dinle ey İsrail, Tanrımız Rab tek Rabdir” şehâdetini tekrar ederler. Milattan üç asır öncesinden beri yahûdiler Tanrı’nın has adı olan Yahova’yı anmaz olmuşlardır. Bu isme duydukları saygıdan dolayı, onun yerine Rabb, Adonay (Rabbimiz), Gök, Yer, İsim, Azamet, Merhametli gibi mücerret vasıflar kullanırlardı. Yahudiler Tanrı tarafından kendilerinin bir “ahid” ile seçildiklerine inanırlar. Tevhid inancının kendilerine mahsus olduğunu ve ancak kendilerinin yeryüzüne hâkim olmalarıyla Yahova’nın hükümranlığının gerçekleşeceğini kabul ederler.
447] Tekvin, 32/22-32), özellikle 32/28
448] Çıkış, 33/7-11
449] Tekvin, 2/2-3
450] Mezmur, 74/2 vd.; İşaya, 51/9
451] İşaya, 7/18; Amos, 1/3
452] Hâkimler, 11/23-24
453] I. Samuel, 26/19
454] II. Tarihler, 28/23
455] İşaya, 45/21
456] Sayılar, 14/18
457] Tesniye, 7/16; 2/33-34; Yeşu, 6/21 vb.
TEVRÂT
- 91 -
Meleklere, şeytanlara ve bunların faâliyetlerine inanırlar. Fakat bu varlıkların Tanrı’ya bağlı olarak çalıştıklarını düşündüklerinden, bağımsız varlıklar olarak onlara bir tâzim ve ibâdet yöneltmezler. Melekler Tanrı’nın semâvî kullarıdır, onlara mecâzen “Tanrı’nın oğulları (bene ha’ elohim)” adı verilir.458 Onlar Allah’ın icraatının vâsıtalarıdır. Elçi, koruyucu, yardımcı vb. sınıfları vardır. Şeytanlar ise, hataları yüzünden sükut etmiş meleklerdir. Melekler gibi sayısız derecede fazladırlar. İnsanları günaha düşürmek, maddî veya bedenî zarara sokmak sûretiyle kötülük etmek isterler. İblis, bunların başıdır. Onlardan sakınmak, zararlarına karşı melekleri yardıma çağırmak gerekir. Şeytanlardan korunmak için, hurâfeci tedbirlere başvurmak yaygın idi. Hayır-şer kuvvetleri hakkında düalist bir telakkiye sahip değildirler. Hayır ve şer, ahlâkî planda vardır, metafizik bir asla dayanmaz.
Milada yakın zamanlara kadar yahudi, ölümden sonra yer altında ölüler diyarında (sheol), gölgeler (rephaim) halinde, hayatiyet belirtilerinden yoksun bir şekilde kalacağına inanırdı. Din bilginleri bile ölümden sonra bir hesabın, mükâfat veya mücâzâtın olacağını düşünmüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, âhirete delâlet eden Tevrat nasları zâyi olmuştu. Fakat Milattan önceki ikinci asırdan itibaren Filistin’de Daniel kitabı ile459 âhiret günü ve ölülerin dirileceğine dair inanç başlar ve hızla yayılır, fakat Sadûkiyye fırkası, âhireti kabul etmemekte devam eder. 460
Tevrat (Torah), Yahova ile İsrail arasında müşahhas bir bağdır. Bizzat Tanrı’nın sözüdür. Onun, ilâhî kaynaktan geldiğine inanma, yahûdiliğin esasıdır. Yahûdinin ona olan sevgisi, Tevrat’ın 613 farzının koyduğu yükü hafif gösterir. Yahûdiler, milattan önceki bir zamandan beri, İsrail milletini yeniden canlandıracak, “Seçkin millet”in düşmanlarına galebesini sağlayarak kendilerini yeryüzünün hâkimi kılacak Mesih’i beklemektedirler. Mesih: Tanrı’nın elçisi, temsilcisi, irâdesinin gerçekleştiricisidir. Yahûdilerdeki dünyevî zevk ve refah açlığı, Tanrı melekûtu’nun (hâkimiyetinin) rûhânî tarafına baskın çıkar.
İsrail tevhidi, sûreti olmayan Tanrılık inancıyla, antikitenin çok tanrıcı sistemlerine, belli bir üstünlüğe sahip oldu. Eski Ahid’de Tanrı fikri, peş peşe yaptığı gelişmelere rağmen, her zaman -az çok örtülü olarak- şu iki kısır fikir içinde kaldı: Hukuken evrensel Tek Tanrı’yı, İsrailin özel Tanrısı haline getiren milliyetçilik ile; muhteris, dünyanın refahını arayıp duran bir kavmin, sırf bu gaye ile Kendisine bağlanmaları sebebiyle Yahovanın, dünyevî nimet beklenen bir Tanrı sayılması.
Kur’an’ın yahûdilere hücumları da, bu ve benzeri sebeplerden ileri gelmiştir. Kur’an onların muvahhid olduklarını kabul eder, Tanrılık hakkındaki inançlarını, esasta tenkit etmez. “Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücâdele edin, şöyle deyin: ‘Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim İlâhımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur.”461 Allah’ı kendilerine mahsus sayıp, sırf bir ırka mensup olmakla, kuru bir iddia halinde “Biz Onun evlatları ve
458] Eyub, 38/7
459] 12/2 vd.
460] Resullerin İşleri, 4/1-2; Matta, 22/23-33
461] 29/Ankebût, 46; krş. 2/Bakara, 139
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevgilileriyiz.”462 demelerini kınar.463 Tanrı’dan şikâyet etmelerini, sabırsızlıklarını vefâsızlıklarını yüzlerine vurur ki464 kendi kitapları bunun sayısız derecede ve şiddetli örnekleriyle doludur.465 “Yahûdiler, boş yere Yahova’dan şikâyet ediyorlar, Kendisine boşuna ibâdet ve hizmet ettiklerini, şeriatını gözetmekten hiçbir fayda görmediklerini söylüyorlar.”466 Tevrat’ın sadece Çıkış, 16. ve 17. bablarını okumakla, o zamanki yahûdilerin Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun’a, Mısır’da refah içinde yaşadıklarını, onların ise kendilerini Mısır’dan çıkararak çöle perişan etmek için getirdiklerini ileri sürdüklerini, Tanrı’dan şikâyet ettiklerini, Rabbı imtihan ettiklerini, Hz. Mûsâ’yı neredeyse taşlayacaklarını vs. görmek mümkün olur. Kur’an, yahûdilerin bazı peygamberlerini yalanladıklarını, bazılarını öldürdüklerini bildirir. Kur’an’ın yahûdilere olan hücumu, özellikle nübüvvet meselesinden dolayıdır. Onlar daha önce, geleceğini bildikleri Peygamberi beklerken, gönderilen Hz. Muhammed’i (s.a.s.) reddetmekle, kin ve garazla, hatta “kâfirlerin mü’minlerden daha doğru bir yolda olduklarını” söyleyecek467 ve mü’minlerle ittifak imzaladıkları halde, hıyânet ederek içten içe, Ahzab savaşında ise açıkça kâfirlerle birlik olacak kadar çığırından çıkmalarını tenkit eder. Onların atalarının, daha Hz. Mûsâ aralarında iken, altın buzağıyı tanrı edinmelerini hatırlatır, buzağı sevgisinin içlerinde yer ettiğini bildirir.468 (Bu da, kendi Kitaplarında yer alan bir konudur. Meselâ Çıkış, 32/20; onların tarihte birçok kere buzağıya tapmaya döndüklerini bildirir). Kur’an’a göre yahûdiler, Hz. Mûsâ’ya gönderilen Kitabı tahrif etmişlerdir. On dört asır önce, hiçbir insan, hele ümmî Araplar, bunu akıllarından bile geçirmezlerdi. Son birkaç asırdan beri Eski Ahid’in metin tenkidi çalışmaları başlayınca, bir müddet sonra metnin değiştirildiğini, karıştırıldığını, kaybolan kısımlarının olduğunu aralarında yahûdi ırkından olan bilginlerin de bulunduğu garplıların kritikleri ortaya koymuştur. En az yüz seneden beridir, Tevrat’ın Hz. Mûsâ tarafından bırakıldığı gibi kaldığını ileri sürecek kimse kalmamıştır. Bizce bu, Kur’an’ın gaybî ihtarlarından birinin, müslüman olmayanların eliyle gerçekleştirilmesi anlamını taşır.
Kur’an, yahûdilerin din adamlarına karşı, onların her dediğini yapacak kadar tâzimde bulunmalarını ve bu anlamda onları “efendi, rabb” tanıdıklarını bildirir ve bu aşırılıklarını kınar. Bu durum, yahûdiler arasında Filistin’de bile görülüyordu. İncillerden şu cümleleri nakledelim: “Din adamları, Mûsâ’nın kürsüsüne sahiptirler; onlar ne derlerse onu yapınız”469 Yahûdiler, din adamlarını, Tanrı’nın temsilcileri sayarlardı, onların Tanrı ile doğrudan doğruya bağları vardı. Din, kendilerine mahsus özel bir saha idi ve anahtarları yalnız kendilerinin ellerinde idi. İnciller Hz. İsa’ya atfen, yahûdi din adamlarına bu tekelciliklerinden dolayı yönetilen şiddetli tenkitler ile doludur.
Ve nihâyet Kur’an, yahûdilerin Uzeyr hakkında Allah’ın oğlu dediklerini bildirir. Yahûdilere, Tanrılık inançları bakımından yöneltilen en şiddetli tenkit ve
462] 5/Mâide, 18
463] krş. Tesniye, 32/6; 14/1; 7/6; Çıkış, 4/22
464] 2/Bakara, 61, 55, 58-59, 64; 5/Mâide, 24, 64
465] Meselâ bk. Çıkış, 16. bab, Sayılar 11, 16
466] Abdias, 3/13-15
467] 4/Nisâ, 51
468] 2/Bakara, 92-93
469] Matta, 23/2-3
TEVRÂT
- 93 -
onların da en çok rahatsız oldukları taraf budur. “Yahûdiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) Önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”470 Yahûdiler, ilkelleştirdikleri bir tevhid inancına sahip olmakla birlikte, bütün bunlardan dolayı, Allah’ın varlığını ve birliğini yeryüzünde isbat etme misyonundan, tamamen uzak bir durumda bulunuyorlardı. Safiyeti, bozulmuş bir Kitabı, Tanrı’yı insanlığın yüzde birini bile bulmayan cüz’î bir ırkın tekeline almak isteyen inançları ve sırf dünya nimetlerine yönelmiş mensuplarıyla yahûdiliğin “Allah’ın şâhitleri” olmaya ehliyeti kalmamıştı. Zira Hz. İbrâhime’e verilen “İlâhî ahid, zâlimlere erişmez.” 471
Elimizdeki Tevrat’ta Tanrı konusunda, yer yer acziyet atfedilen ve tuhaf kabul edilecek ifâdelere rastlanır. Meselâ, bir avuç insana gücü yetmeyen bir tanrı anlayışı: “Ve Rab Yahuda ile beraberdi ve dağlık ahalisini kovdu; çünkü derede oturanları kovamadı, çünkü demir cenk arabaları vardı.”472 İnsanları yaratmasına pişman olmuştur: “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nâdim oldu ve yüreğinde acı duydu.”473 “Sen, kötülükten nâdim olan Allah’sın.”474 Âcizdir, inmeden şehri ve kuleyi göremiyor: “Ve Âdemoğullarının yapmakta oldukları şehri ve kuleyi görmek için Rab indi.“475 Tanrı ağlıyor.476 Aslan gibi, kaplan gibidir.477 Hz. İbrâhim’e 3 adam şeklinde Rab görünüyor. Allah ayaklarını yıkıyor, dinleniyor, ekmek ve yemek yiyor: 478
“Ve Yakub yalnız başına kaldı ve seher sökünceye kadar, bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini görünce... Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve dedi: Beni mübarek kılmadıkça seni bırakmam... Artık sana Yakub değil, ancak İsrail (Allah’la uğraşan yahut Allah uğraşır) denilecek. Çünkü Allah ile ve insanlarla uğraşıp yendin.”479 “Rabbin Yahuda ile de dâvâsı var ve Yakub’u kendi yollarına göre cezalandıracak, ona işlerine göre ödeyecek. Rahim de kardeşini topuğundan tuttu ve erkeklik çağında Allah ile güreşti; ve melekle güreşip yendi.” 480
Rab, insanların kocası, nişanlısı gibi gösterilir: “Ve o gün vâki olacak ki, Rab diyor, bana işi (kocam) diyeceksin.” “Ve seni ebediyen kendime nişanlıyacağım; evet, seni doğrulukla ve hakla ve inayetle ve rahmetlerle kendime nişanlayacağım. Ve seni sadakatla kendime nişanlayacağım. Ve Rabbi tanıyacaksın.”481 “Çünkü kocan seni Yaratandır; onun ismi orduların Rabbidir.”482 Bu ifadeler mecâzî bile olsa, Allah hakkında yakışık olmaz. Putperestler bile taptıkları basit putları bu kadar ayağa düşürmezler ve pervasız iddialarda bulunmazlar. Kocanın Rab,
470] 9/Tevbe, 30
471] Bk. 2/Bakara, 124; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Y. s. 10-17
472] Hâkimler 1/19, s. 242
473] Tekvin, 6/6-7, s. 5
474] Yunus 4/1-2, s. 875
475] Tekvin, 11/5, s. 9
476] İşaya, 22/4-5, s. 688
477] Hoşea, 13/7, s. 862
478] Tekvin, 18/1, 2, 3, 4, 5, 6, 8
479] Tekvin, 32/24, 25, 26, 28, s. 33
480] Hoşea, 12/2, 3, 4, s. 862
481] Hoşea, 2/16, 19, 20, s. 857
482] İşaya, 54/5, s. 714
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbın koca olması, gerçekten Kur'an'ın öğrettiği Rabbin özellikleriyle hiç bağdaşmaz.
Tanrı hatırlamasaydı, tufan devam edecekti. 150 gün devam devam eden tufan, biraz da Tanrının unutmasından dolayı uzun sürmüş: “Ve Allah Nuh'u ve onunla beraber gemide olan bütün hayvanları ve bütün sığırları hatırladı.“483 “Ve vâki olacaktır ki, yerin üzerine bulut getirdiğim zaman, yay da bulutta görünecektir. (...) ahdimi hatırlayacağım. Bütün beden sahiplerini yok etmek için sular artık tufan olmayacaktır. Ve bulutta yay olacaktır. (...) ebedî ahdi hatırlamak için onu göreceğim.”484 Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Tanrı, (hâşâ) hatırlamak için gökkuşağına ihtiyaç duyuyor, yoksa unutup mahlûkatı helâk edecek.
Yasak meyveyi yiyen Âdem, Rab'dan gizlendi, Rab onu aradı, yediğini sonradan anladı, Rab bahçede geziyordu:485 Tanrı (hâşâ) yalan söylüyor, dediği çıkmıyor, yılan (şeytan) doğru söylüyor, onun dediği çıkıyor:486 Âdem, Tanrı gibi oldu, iyiyi kötüyü bilmekte, Tanrı onu kovdu ki kendi gibi ebedî olmasın: 487
Tanrılık inancı bakımından yahûdilere yöneltilen en şiddetli tenkit, Uzeyr’i Allah’ın oğlu kabul etmeleridir. Bu inancın temelleri konusunda bazı muhtemel iddialar ileri sürülmüştür. Bu iddialardan birine göre, şifahî yolla gelen Tevrat’ı unutulmaya yüz tuttuğu bir sırada derlediği için yahûdiler Uzeyr’e insanüstü bir varlık gözüyle bakarak, onun Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmişlerdi. Bir diğer iddiaya göre de, öteden beri hak yoldan sapanlar, kutsal tanıdıkları kimseleri, peygamberlerini veya liderlerini Allah’ın oğlu sanırlardı. Dünyanın birçok yerinde bu inancın izlerini görmek mümkündü. Meselâ müşrikler de melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlardı. İşte muhtemelen bu inanç, putperestlikten yahûdiliğe ve oradan da hıristiyanlığa geçmişti. Bu hususta ileri sürülen bir başka iddia da, sözkonusu inancın Hz. Peygamber zamanında bazı Tevrat metinlerine dayandığı şeklindedir.
İnançları Tanrı’nın birliğine dayanan yahûdiliğe yönelik Kur’an’ın ikinci tenkit noktası da, yahûdilerin din adamlarını tanrılaştırmalarıdır. Bu husus Kur’an’da “Yahûdiler Allah'ı bırakıp din adamlarını rab edinmişlerdir.“488 sözüyle ifade edilmiştir. Yahûdilerin ahbâr’ı (din bilginlerini) rab konumuna sokmalarının ne anlama geldiğini Hz. Peygamber’in şu sözünden anlamaktayız: “Onların haram saydığını haram, helâl saydıklarını da helâl saymak, onlara tapmaktan başka bir şey değildir.“489 İnsanların din adamlarının, liderlerinin her dediklerini yapmaları, çoğunlukla onlarda ilâhî bir güç olduğuna inanmalarından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki insanı tanrılaştırmak, Allah’ın dinine aykırıdır. Şu kâinatın sayısız yaratıkları içinde bir zerre dahi sayılmayacak kadar küçük ve âciz insanı tanrılaştırmak, elbette yaratılış yasalarına taban tabana zıttır. Bundan dolayıdır ki, Kur’an bu tür bir putlaştırmayı reddetmekte, yalnız Allah’a tapmanın gereği üzerinde durmaktadır.
483] Tekvin, 8/1, s. 7
484] Tekvin, 9/14, 15, 16, s. 8
485] Tekvin, 3/8, 9, 11, s. 3
486] Tekvin, 3/3, 4, 5, 7 ve 22, 23, s. 3
487] Tekvin, 3/22, 23, 24, s. 3
488] 9/Tevbe, 31
489] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
TEVRÂT
- 95 -
Yahûdilerin İslâm’a Aykırı İnançları
Yahûdilerin İslâm’a ters inanç ve iddialarını Kur’an, değişik âyetlerde gündeme getirir. Bunları, maddeler halinde sayarsak, şöyle bir liste oluşur:
a- Buzağıyı, altını, putperestlerin taptıkları cinsten heykelleri put edindiler. 490
b- ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ dediler. 491
c- Cibt ve tâğuta da inandılar, ‘müşrikler daha doğru yoldadır’ dediler. 492
d- ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgileriyiz’ demişlerdir. 493
e- ‘Hz İsa’yı öldürdük’ derler. 494
f- Peygamberleri yalanladılar. 495
g- Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bile bile inkâr ederler. 496
h- Kur’an’ı ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ettiler. 497
i- Cebrâil ve Mîkâil’e düşmanlık ederler. 498
k- ‘İşittik, isyan ettik’ dediler. 499
l- ‘Allah’ın eli bağlı’ (O cimri) dediler. 500
m- Yahûdiler ‘İbrâhim (a.s.) yahûdi’, hıristiyanlar da ‘hıristiyandır’ derler. 501
Hıristiyan ve yahûdilerin ortak bâtıl inançları: Yahûdiler ‘İbrâhim (a.s.) yahûdi’, hıristiyanlar da ‘hıristiyandır’ derler.502 Allah’a karşı yalan uydurup iftira ederler.503 Allah yolundan bile bile saptırmak isterler.504 Ehl-i kitap, ‘ancak yahûdi ve hıristiyan olanlar cennete girecek’ derler.505 Ehl-i kitap, kendilerine beyyineler geldikten sonra ihtilâfa düşmüşlerdir.506 Aslında Ehl-i kitap da müşriktir. 507
Ehl-i Kitab’ın Küfür ve Şirki: Müşrik, Tevhid dinini tanımayıp, İslâm’ı kabul etmeyen bütün gayri müslimlere denilir. Çünkü bütün gayr-i müslimler, bilinçli veya bilinçsiz mutlaka şirk içindedirler. Hıristıyanlar, Hz. İsa’ya; yahûdiler, Hz.
490] 2/Bakara, 92; 7/A’râf, 138, 148, 150-153; 20/Tâhâ, 85-97
491] 9/Tevbe, 30
492] 2/Bakara, 109; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 80-81.
493] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 111; 3/Âl-i İmrân, 24; 2/Bakara, 94-95.
494] 4/Nisâ, 157-158
495] 5/Mâide, 70
496] 2/Bakara, 146; 6/En’âm, 20
497] 2/Bakara, 89-91; 3/Âl-i İmrân, 70-73, 98-99; 4/Nisâ, 155; 6/En’âm, 91
498] 2/Bakara, 97-98
499] 2/Bakara, 93; 4/Nisâ, 46
500] 5/Mâide, 64; 3/Âl-i İmrân, 181; 36/Yâsin, 47
501] 3/Âl-i İmrân, 65-68 ve yine bk. 2/Bakara, 140
502] 3/Âl-i İmrân, 65-68 Ve yine bk. 2/Bakara, 140
503] 3/Âl- İmrân, 93-94
504] 2/Bakara, 109; 3/Âl-i İmrân, 69, 99-100; 2/Bakara, 109
505] 2/Bakara, 111, 135, 137
506] 3/Âl-i İmrân, 19-20; 98/Beyyine, 4-6
507] 9/Tevbe, 30; 5/Mâide, 17, 73; 98/Beyyine, 6
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Uzeyr’e Allah’ın oğlu demektedirler.508 Onlar böyle inanmakla beraber bir Allah fikrini de kabul ederler. Onlar, dışarıdan bakınca tek Allah inancını benimsedikleri zannedilse bile müşriktirler. İslâm’ın iman esaslarını kabul etmedikleri için mutlak anlamda müşrik kabul edilirler. Kur’ân-ı Kerim, kitap ehline bazen açıkça ‘kâfir’ (inkârcı) de demektedir. “Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size bir iyilik inmesini isterler.”509; “Şüphesiz ‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır...”510; “Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur.”511; “Ehl-i Kitapdan ve müşriklerden İslâm’ı kabul etmeyen kâfirler, ebedî olarak cehennem ateşine girerler. İşte onlar, halkın en şerlileridir.” 512
Müşrik, kâfir ve ehl-i kitap arasında esasta bir fark yoktur; hakikî müslümanların dışında bütün din mensupları kâfirdir, müşriktir; ebedî cehennemliktir. Kitap ehli ile diğer gayr-i müslimler ve müşrik denilen gruplar arasındaki fark, teferruatla ilgilidir ve daha çok müslümanların bu kâfir gruplarla ilişkileri açısından fıkhî konularla, muâmelâtla ilgilidir. Allah katında geçerli din, ancak İslâm’dır.513 Allah’ın râzı olduğu tek din İslâm dinidir.514 Kim İslâm’dan başka bir din arar seçerse, böyle bir din, kendisinden asla kabul edilmeyecektir.515 “De ki: ‘Ey kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size gönderilen Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.’ Rabbinizden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme.” 516
Uzeyir Allah’ın oğludur diyen yahûdiler, buzağıya tapan İsrâiloğulları ve Hz. İsa’ya Allah’ın oğludur diyen ve teslisi kabul eden hıristiyanlar da şirke düşmektedirler. “Yahûdi ve hıristiyanlar, müslümanlara şöyle dediler: ‘Bizim dinimize girip yahûdi ve hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız.’ Sen de ki: ‘Hayır, biz hak yol üzere bulunan İbrâhim’in dinindeyiz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”517 Bu âyet-i kerimenin son kısmındaki “O hiçbir zaman müşriklerden olmadı” cümlesi, ehl-i kitabın şirke bulaştıklarının ve müşriklere benzediklerinin târiz yollu bir ifadesidir. 518
“Kendilerine kitaptan nasip/pay verilenleri görmedin mi; cibt ve tâğuta, putlara ve bâtıl (tanrılar)a iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. Bunlar, Allah’ın lânetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı da bulamazsın.” 519
Ehl-i Kitabın İslâm’a Ters Tutum ve Davranışları
Ehl-i kitap, dinlerinde aşırı giderler. Ehl-i kitap, dinlerinde Allah’ın koyduğu ölçüleri genellikle koruyamamışlar, aşırılığa kaçmışlardır. “Ey ehl-i kitap!
508] 9/Tevbe, 30
509] 2/Bakara, 105
510] 5/Mâide, 17
511] 5/Mâide, 73
512] 98/Beyyine, 6
513] 3/Âl-i İmrân, 19
514] 5/Mâide, 3
515] 3/Âl-i İmrân, 85
516] 5/Mâide, 68
517] 2/Bakara, 135
518] Bk. Celâleyn, 1/84; Zemahşerî, 1/194; Nesefî, 1/77; Âlûsî, 1/394; Elmalılı, 1/514
519] 4/Nisâ, 51-52
TEVRÂT
- 97 -
Dininizde aşırı gitmeyin, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin...”520 Teslisi kabul etmeleri, Hz. İsa, Rûhu’l-Kudüs ve Hz. Meryem’e ülûhiyet vermeleri hep bu aşırılıklarındandır. “De ki: ‘Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin keyiflerine uymayın.”521 Ehl-i kitabın aşırılıkları, yahûdilikte neredeyse âhireti yok sayan bir dünyevîleşme ve altına tapma şeklinde ortaya çıkarken, hıristiyanlıkta, dünyadan el etek çekme, fıtrattan olan evlilik gibi helâlları kendilerine haram sayan ruhbanlık şeklinde beliriyordu; her ikisi de aşırılık ve taşkınlıktı. “...Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar; ama buna da gereği gibi uymadılar...” 522
Ehl-i kitabın ölçüsüz istekleri vardır. Ehl-i kitap, daha peygamberleri döneminden başlamak üzere, çok çirkin ve ölçüsüz isteklerde bulunan tiplerdir. Kendilerine put isteyecek, 523 Allah’ı açıktan görmedikçe inanmayız524 diyecek kadar aşırı isteklerde bulunurlar. Gerek yahûdiler ve gerekse hıristiyanlar insan fıtratına uygun mûtedil bir ilâhî ölçüyü benimseyip orta bir yol tutturamamışlardır. İşte onlarda bulunmayan ifrat ve tefritten uzak, dengeli, adâletli, mûtedil ve orta yol, hükmü kıyâmete kadar sürecek olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O’nun vasat ümmeti gerçekleştirmiştir. 525
Ehl-i kitap kâfirleri, bir hayır indirilmesini istemez.526 Ehl-i kitap, yeni gelecek Peygamber’i tasdik edeceklerine dair Allah’a verdikleri sözü tutmamışlar ve gizlemişlerdir. 527
Ehl-i kitap, kendi kitaplarını tatbik etmemiş, tahrif etmişlerdir.
Ehl-i kitap, işlerine geldiği zaman kitaplarına uymuşlar, basit çıkarlarına ters düşünce kitaplarını kendilerine uydurmuş, onu tahrif etmişler, ya da bir kenara atıp tatbik etmemişlerdir.528 “Eğer onlar Tevrat’ı ve İncil’i ve kendilerine indirileni (Kur’an’ı) gereğince uygulasalardı, muhakkak ki hem üstlerinden hem ayaklarının altlarından (nimetler) yiyeceklerdi...”529 Bu âyetten, ehl-i kitabın önceleri hem kendilerine indirilen Tevrat ve İncil’i tatbikle görevli olduklarını, hem de Kur’an indirildikten itibaren kendilerine indirilen Kur’an’ı tatbik etmekle görevli olduklarını anlıyoruz. Bu âyette “kendilerine indirilen” ifadesiyle ehl-i kitaba da indirildiği ve Kur’an’la mükellef oldukları anlaşılmaktadır.530 Yani ehl-i kitabın müslüman olmaları istenmektedir. Kitap ehli, İslâm devrinde aralarında Allah’ın kitabıyla hüküm verilmesine râzı olmamışlardır.531 Yani iman edip müslüman olurlarsa
520] 4/Nisâ, 171
521] 5/Mâide, 77
522] 57/Hadîd, 27
523] 7/A’râf, 138
524] 2/Bakara, 55; 4/Nisâ, 153
525] 2/Bakara, 103; 22/Hacc, 78
526] 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 64; 6/En’am, 91; 11/Hûd, 110
527] 5/Mâide, 15; 3/Âl-i İmrân, 81-82; 5/Mâide, 14-15; 7/A’râf, 157; 3/Âl-i İmrân, 70-71; 5/Mâide, 14; 2/Bakara, 159, 174
528] 5/Mâide, 47, 68
529] 5/Mâide, 66
530] 5/Mâide, 8
531] 3/Âl- İmrân, 23
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aralarında Kur’an’la; iman etmezlerse İslâm idaresinde bir zimmî olarak kendi kitaplarıyla aralarında hüküm verilecektir. Kitap ehli, aynı zamanda Kitapta olmayan şeye “kitaptandır” demişlerdir.532 Onlar âyet uydururlar, Allah’a yalan isnad ederler.533 Kitabın kelimelerini yerlerinden değiştirir534 ve kitaplarını tahrif ederler.535 Haramı helâl; helâlı haram yapmışlardır.536 Ehl-i kitap, İslâm’ın kıblesine tâbi olmazlar.537 Hahamlar ve râhiplerden çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve halkı Allah’ın yolundan çevirirler.538 Hahamlar ve râhipler, insanları münkerden men etmemişler, ehl-i kitap zulüm ve günahta yardımlaşmışlardır.539 Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapmazlardı,540 Fâizle uğraşırlar, haram ve haksız yere insanların mallarını yerler, yalan dinlerler,541 Yeryüzünde devamlı savaş ve fesat çıkarmaya çalışırlar. 542
Ehl-i Kitabın Müslümanlara Karşı Davranış ve Tavırları:
‘Ümmîlere karşı sorumluluğumuz yoktur’ derler. Ehl-i kitap, daha önce kendilerine kitap verilmemiş olan ilk devir Arap müslümanlarına “ümmîlere karşı sorumluluğumuz yoktur” diyerek emânetlerini yerine getirmez, müslümanlara borçlarını ödemek istemezlerdi.543 Yani onlar, bu zihniyetleriyle Arapların malını kendilerine mubah görüyorlardı. Ehl-i kitap, İslâm dini ile alay eder, müslümanlara ezâ verirler.544 Müslümanlara hâinlik ederler. 545
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahudileşme Alâmet ve Özellikleri
1. Allah’a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 546
2. Maymunlaşmak, 547
3. Kör ve sağır kesilmek, 548
4. Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 549
5. Yalnız Allah’a güvenip sadece O’ndan korkmamak, 550
6. Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, 551
532] 3/Âl-i İmrân, 78
533] 2/Bakara, 75, 79
534] 5/Mâide, 13
535] 4Nisâ, 46
536] 9/Tevbe, 29; 6/En’âm, 140; 3/Âl-i İmrân, 93-94
537] 2/Bakara, 142-145
538] 9/Tevbe, 34
539] 5/Mâide, 62-63; 2/Bakara, 84-85
540] 5/Mâide, 79
541] 4/Nisâ, 160-161
542] 5/Mâide, 64; 2/Bakara, 251
543] 3/Âl-i İmrân, 75
544] 5/Mâide, 57-58; 3/Âl-i İmrân, 111, 186
545] 3/Âl-i İmrân, 120; 5/Mâide, 13
546] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
547] 2/Bakara, 65; 7/A’râf, 166
548] 5/Mâide, 70-71
549] 2/Bakara, 93
550] 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
551] 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
TEVRÂT
- 99 -
7. Güzel nimetlere nankörlük, 552
8. Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 553
9. Fesat/bozgunculuk, 554
10. Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek, 555
11. Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 556
12. “Gözümüzle görmeden inanmayız” demek, 557
13. İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 558
14. Kitab’ı değiştirmek, 559
15. Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak, 560
16. Hakka bâtılı karıştırmak, 561
17. Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 562
18. Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 563
19. Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 564
20. Ahireti dünyayla değiştirmek, 565
21. İsyankârlık ve aşırı gitmek, 566
22. “İşitttik ve isyan ettik” diyecek kadar küstahlaşmak, 567
23. Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 568
24. Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 569
25. Firavun’un işbirlikçisi kapitalist Karun’a özenmek, 570
26. Rüşvet alıp vermek, 571
27. Fâiz yemek, 572
552] 2/Bakara, 61
553] 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
554] 5/Mâide, 64, 81; 7/A’râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
555] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
556] 2/Bakara, 87
557] 2/Bakara, 55
558] 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
559] 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
560] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
561] 2/Bakara, 42
562] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
563] 7/A’râf, 169
564] 2/Bakara, 61
565] 2/Bakara, 86
566] 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En’am, 146
567] 4/Nisâ, 46
568] 5/Mâide, 40-42
569] 5/Mâide, 64
570] 28/Kasas, 79
571] 5/Mâide, 42, 62
572] 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
28. Başkalarının malını haksız yere yemek, 573
29. Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 574
30. Cimrilik (Kendi malında), 575
31. Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda), 576
32. Nankörlük, 577
33. Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 578
34. Zâlimlik, 579
35. Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 580
36. Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 581
37. Kalbin mühürlenmesi, 582
38. Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 583
39. Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak, 584
40. İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, 585
41. Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 586
42. Şeytana tâbi olmak, 587
43. Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 588
44. Mü’minleri de saptırmaya çalışmak, 589
45. Mü’minlere inanmamak, 590
46. Kendi yanlış dinlerine davet etmek, 591
47. Mü’minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, 592
48. Allah’ın nurunu söndürmek istemek, 593
573] 3/Âl-i İmran, 161
574] 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
575] 4/Nisâ, 53
576] 5/Mâide, 32
577] 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
578] 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A’râf, 169
579] 2/Bakara, 92
580] 2/Bakara, 74
581] 2/Bakara, 88
582] 3/Âl-i İmran, 155
583] 5/Mâide, 78
584] 2/Bakara, 44
585] 5/Mâide, 79
586] 5/Mâide, 41
587] 2/Bakara, 102
588] 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
589] 4/Nisâ, 44
590] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
591] 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
592] 2/Bakara, 109
593] 9/Tevbe, 32-33
TEVRÂT
- 101 -
49. Mü’minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak ,594
50. Hâinlik yapmak ,595
51. Antlaşmalara uymamak, 596
52. Bir insanın (Hz. İsa’nın) tanrılığını iddia etmek, 597
53. Kur’an’ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, 598
54. Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık” demek, 599
55. Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah’tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 600
56. Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, 601
57. Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, 602
58. Rasûl’e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin” demek, 603
59. Göre göre, bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr etmek, 604
60. Bilginlerini tanrı edinmek, 605
61. Tekrar tekrar dinden dönmek, 606
62. Allah’ın rahmetinden kovulmak, 607
63. Lânetlenmek ve Allah’ın gazabına uğramak; 608
64. Dostlukları olmaz. 609
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım” diyenlerce aynen uygulanan şu yahudi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 610
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma, 611
594] 5/Mâide, 80-81
595] 5/Mâide, 13, 32
596] 8/Enfâl, 56, 57
597] 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
598] 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En’am, 91
599] 2/Bakara, 76
600] 2/Bakara, 79
601] 3/Âl-i İmran, 75
602] 2/Bakara, 80
603] 5/Mâide, 41
604] Âl-i İmran, 70
605] 9/Tevbe, 31, 34
606] 4/Nisâ, 157
607] 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
608] 5/Mâide, 3, 60
609] 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
610] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
611] 2/Bakara, 51-54; 7/A’râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Eşlerini kıskanmama, domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri, 612
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri, 613
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 614
Sözlerinde durmamaları, 615
Sihirle uğraşma, 616
Ahlâkî dejenerasyon, 617
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırma, 618
Bilginlerini tanrı edinmek, 619
Dini tahrif, 620
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmediçe inanmayacağız“ demek, 621
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 622
Gerçeği bile bile inat, 623
Allah’ın hükümleriyle hükmetmemek. 624
Onlar ve Biz: Bugün İslâm toplumu dediğimiz toplum, İsrâiloğullarının olumsuzluklarla dolu tarihinin ve geleneklerinin mirasçısı görünümünü arzetmektedir. Meselâ, Kur’an-ı Kerim onlara yönettiği “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”625 sorusunun muhatabı olan sayılamayacak kadar insanımız vardır. Yine Tevrat, kendilerine yükletildiği halde onun emirlerini yerine getirmeyenlerin durumunu kitap yüklü merkeplere benzeten Kur’an’ı626 okurken, ister istemez Kur’an’a inandığını söyleyen ve onu kabul ettiğini, hatta öğrendiğini sandığı halde ümmîler gibi hareket eden nice insanımızın varlığını görerek Allah Teâlâ’nın çevremizdeki insanlardan binlercesine Kur’an’ı yüklenen merkepler olarak baktığını düşünmeden edemiyoruz. İsrâiloğulları ile bizim aramızdaki en büyük fark, bize vahiy olarak gelen Allah’ın kitabına olan samimi bağlılığımız ve ona uymamak için bahaneler aramayışımız olacaktır. Bunu yapmayınca Kur’an’ın onlar için anlattığı tüm olumsuzlukları kendimiz için düşünmemiz gerekecektir. Çünkü isrâiloğullarını Kur’an’ın kötülemesinin sebebi, onların Kitab’a ve Rasûllerine karşı olan lâkayt tavırlarıdır, keyfî hareketleri ve
612] 5/Mâide, 60
613] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 166
614] 5/Mâide, 13, 32, 41
615] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
616] 2/Bakara, 102
617] 3/Âl-i İmran, 188
618] 5/Mâide, 64
619] 9/Tevbe, 31, 34
620] 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
621] 2/Bakara, 55
622] 6/En’am, 159
623] 3/Âl-i İmran, 70
624] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum’a, 5
625] 2/Bakara, 85
626] 62/Cum’a, 5
TEVRÂT
- 103 -
her şeyi dünyalık ucuz menfaatlerine göre hesaplayan bir mantığın temsilcisi olmalarıdır.
Muharref Ahd-i Atik’teki (Tevrat’taki) Çelişkiler
Mûsâ’ya inen (veya Mûsâ’nın yazdığı) Tevrat627 Mûsâ’nın ölüm sonrasından bahsediliyor. 628
“Allah’ı gördüler.”629; “Allah’ı kimse görmemiştir.”630
“Allah’ı gören yaşamaz.”631; Allah’ı gördü, sağ kaldı.632
“Bilmedin mi? İşitmedin mi? Ebedî Allah, Rab, Dünyanın uçlarını yaratan, zayıflamaz ve yorulmaz; onun anlayışının derinliğine erilmez.”633; “Ve Allah yedinci günü mübarek kıldı ve onu takdis etti; çünkü Allah yaratıp yaptığı bütün işte o günde istirahat etti (yani yoruldu)”634; “Çünkü Rab gökleri ve yeri altı günde yarattı ve yedinci günde rahat etti ve dinlendi.”635; “Yedinci günde istirahat etti.” 636
Allah bir şeyi yaptığına nâdim (pişman) olur mu, olmaz mı? “Allah insan değil ki, yalan söylesin. Ve insanoğlu değil ki, nâdim olsun.”637; “Allah nâdim oldu.”638; “Ve Rab yeryüzünde adamı yaptığına nâdim oldu ve yüreğinde acı duydu.”639; “Sen, kötülükten nâdim olan Allah’sın.” 640
“O göklerde değildir ki, diyesin: Kim bizim için göklere çıkacak ve bizim için onu alıp getirecek ve bize işittirecek ki, onu yapalım?”641 “Fakat imandan olan salâh böyle diyor: Kendi yüreğinde: Göke kim çıkacak?”642 (Yani Mesih’i indirmek için) deme.” 643
“Çünkü kocan seni Yaratandır; onun ismi orduların Rabbidir; ve seni fidye ile Kurtaran İsrail’in Kuddûsüdür; ona bütün dünyanın Allah’ı denecektir.” 644
“Ve Süleyman’ın cenk arabaları için kırk bin ahır bölüğünde atları vardı. Ve on iki bin atlısı vardı.”645; “Ve atlarla cenk arabaları için Süleyman’ın dört bin ahırı vardı ve on iki bin atlısı vardı. Ve Süleyman’ın yük taşıyan yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin adamı, bunlardan başka Süleyman’ın işte çalışan kavmin
627] Tesniye, 31/24, s. 210
628] Tesniye, 34/5-12, s. 215
629] Çıkış, 24/9, 10, 11, s. 78
630] Yuhanna, 1/18, s. 92 -Ahd-i Cedid-
631] Çıkış, 33/20, s. 89
632] Tekvin, 32/30, s. 33
633] İşaya, 40/28, s. 703
634] Tekvin, 2/3, s. 2; Çıkış, 31/17, s. 87
635] Çıkış, 31/17, s. 87
636] Çıkış, 20/11, s. 74
637] Sayılar 23/19, s. 160
638] Tekvin, 6/7, s. 5; Çıkış, 32/14, s. 87; Yunus, 3/10, s. 875
639] Tekvin, 6/6-7, s. 5
640] Yunus 4/-2, s. 875
641] Tesniye, 30/12, s. 208
642] Tesniye, 30/12, 13
643] Romalılara 10/6, s. 162 -Ahd-i Cedid-
644] İşaya, 54/5, s. 714
645] I. Krallar, 4/26, s. 341
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerine hükmeden işin başında bulunan üç bin üç yüz baş kâhyaları vardı.”646; “Ve Süleyman yük taşıyan yetmiş bin adam ve dağlarda taş kesen seksen bin adam ve onların üzerinde iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı.” 647
(Mâbedin dökme denizi) “iki bin bat su alırdı.”648 ; “Ve içi üç bin bat su alırdı.” 649
“Yahuda kralı Asa’nın yirmi altıncı yılında Baaşanın oğlu Ela Tirtsada İsrail üzerine kral oldu ve iki yıl krallık etti.”650; “Asa’nın krallığının otuz altıncı yılında İsrail kralı Baaşa Yahuda’ya karşı çıktı ve Yahuda kralı Aşa’nın yanına giren ve çıkan adam bırakmasın diye Rama şehrini yaptı.”651; “Yahuda kralı Asa’nın otuz birinci yılında Omri İsrail üzerine kral oldu, on iki yıl krallık etti; Tirtsada altı yıl krallık etti.” 652
“Ahazya kral olduğu zaman yirmi iki yaşında idi ve Yeruşalim’de bir yıl krallık etti. Ve anasının adı İsrail kralı Omrinin kızı Atalya idi.”653; “Ahazya kral olduğu zaman kırk iki yaşında idi ve Yeruşalim’de bir yıl krallık etti. Ve anasının adı Omrinin kızı Atalya idi.”654
“Yehoyakin kral olduğu zaman on sekiz yaşında idi ve Yeruşalim’de üç ay krallık etti.”655; “Yehoyakin kral olduğu zaman sekiz yaşında idi ve Yeruşalim’de üç ay on gün krallık etti.” 656
“Ve Gibeonun babası, Yeiel Gibeonda otururdu, karısının adı Maaka idi ve ilk oğlu Abdon ve Tsur ve Kiş ve Baal ve Nadab ve Gedor ve Ahyo ve Zeker ve Miklot.”657 (Hemen bir sayfa sonra:) “Ve Gibeonda Gibeonun babası Yeiel otururdu, onun karısının adı Maaka idi; ve ilk oğlu Abdo ve Tsur ve Kiş ve Baal ve Ner ve Nadab ve Gedor ve Ahyo ve Zekarya ve Miklot.” 658
“Ve Ahaz Yehoaddanın babası oldu; ve Yehoadda Alemetin ve Azmevetin ve Zimrinin babası oldu.”659 (Hemen bir sayfa sonra:) “Ve Ahaz Yaranın babası oldu ve Yara Alemetin ve Azmevetin ve Zimrinin babası oldu.” 660
Harun put yaptı ve buzağı heykeline taptı.661; “Ve Rabbin mukaddesi Harun’u kıskandılar.” 662
“Fahişelik ettikleri zaman kızlarınızı ve zina ettikleri zaman gelinlerinizi
646] I. Krallar, 5/15-16, s. 341
647] II. Tarihler, 2/2, s. 429
648] I. Krallar, 7/26, s. 344
649] II. Tarihler, 4/5, s. 431
650] I. Krallar, 16/8, s. 357
651] II. Tarihler, 15/1, s. 442
652] I. Krallar, 16/23; s. 358
653] II. Krallar, 8/26, s. 377
654] II. Tarihler, 22/2, s. 448
655] II. Krallar, 24/8, s. 396
656] II. Tarihler, 36/9, s. 464
657] I. Tarihler, 8/29, s. 408
658] I. Tarihler, 9/35-37, s. 409
659] I. Tarihler, 8/36, s. 408
660] I. Tarihler, 9/42, s. 409
661] Çıkış, 32/1-6, s. 87
662] Mezmurlar, 106/16, s. 604
TEVRÂT
- 105 -
cezalandırmayacağım.”663 “Ve başka birinin karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir.” 664
Kötülüklere ceza ve mükâfât: “Yahuda’nın ilk oğlu Er Rabbin gözünde kötü idi ve Rab onu öldürdü.” “Onan kardeşine zürriyet vermesin diye yere dökerdi. Ve yaptığı şey Rabbin gözünde kötü oldu ve onu da öldürdü.”665 ve devamında anlatılıyor ki, bu oğulların babaları Yahuda, gelini Tamar’la zina ediyor, her ikisi de ne öldürülüyor, ne de kendilerine başka ceza veriliyor. Tam tersine, bu zina ürünleri Davud’un ve İsa’nın ataları oluyor, yani şerefli kılınıyor. 666
“Saul’un kralı Mikal’ın ölüm gününe kadar çocuğu olmadı”667; “Beş çocuğu oldu.” 668
“Davud Hadadezer’den 1700 atlı aldı.”669; Davud Tıbhat’tan ve Kun’dan tunç aldı.”670
“Toi, Yoram, Seraya”671; “Tou, Hadoram, Şavşa” 672
Davud Suriyelilerden yedi yüz araba, cenkçiler ile kırk bin atlı telef etti.673 Davud Suriyelilerden yedi bin araba, cenkçiler ile kırk bin yaya asker öldürdü. 674
“Davud’un yiğitlerinin adları şunlardır: Üçlerin başı, Tahkemonlu Yoşebbaşşebet, bir kerede vurulmuş sekiz yüz kişiye karşı olan Etsnî Adino o idi”675 “Davud’un yiğitlerinin sayısı şudur: Hakmonî’nin oğlu, otuzların başı, Yaşobeam; üç yüze karşı mızrağını kaldırdı.” 676
“Ve İsrail’e karşı Rabbin öfkesi yine alevlendi ve: Git, İsrail’i ve Yahuda’yı say diye Davud’u onlara karşı tahrik etti.”677; “Ve şeytan İsrail’e karşı kalktı ve İsrail’i saymak için Davud’u tahrik etti.” 678
“Ve Yoab yazılanların sayısını krala verdi ve İsrail’de kılıç çeken sekiz yüz bin yiğit vardı ve Yahuda adamları beş yüz bin kişi idi.”679; “Ve Yoab yazılan kavmin sayısını Davud’a verdi. Ve bütün İsrail, kılıç çeken bin binler ve yüz bin kişi idi” (bin binler = bir milyon ve yüz -bir milyon yüz bin-) “Ve Yahuda kılıç çeken dört yüz yetmiş bin kişi idi.”680
663] Hoşea, 4/14, s. 858
664] Levililer, 20/10, s. 120
665] Tekvin, 38/7 ve 9, 10
666] İsa’nın ve Davud’un ataları için bk. Matta, 1/3, s. 1 -Ahd-i Cedid
667] II. Samuel, 6/23, s. 312
668] II. Samuel, 21/8, s. 329
669] II. Samuel, 18/8, s. 313
670] I. Tarihler, 18, s. 418
671] II. Samuel, 8/9, 10, 17, s. 314
672] I. Tarihler, 18/9, 10, 16, s. 418
673] II. Samuel, 10/18, s. 315
674] I. Tarihler, 19/18, s. 419
675] II. Samuel, 23/8, s. 332
676] I. Tarihler, 11/11, s. 410
677] II. Samuel, 24/1, s. 333
678] I. Tarihler, 21/1, s. 419
679] II. Sauel, 24/9, s. 333
680] I. Tarihler, 21/5
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ve Gad Davud’a gelip ona bildirdi ve kendisine dedi: Sana memleketinde yedi kıtlık yılı mı gelsin?”681 “Ve Gad Davud’a gelip ona dedi: Rab şöyle diyor: İstediğini al: Ya üç yıl kıtlık...”682
“İnsanın ömrü en çok 120 yıl olacaktır.”683; “Nuh 950 yıl yaşadı.”684
“Gemiye her yaşayandan ikişer gelecek.”685; “Gemiye her yaşayandan yedişer gelecek.”686
“Ve Abram dedi: Ya Rab Yahova”687; “Ben Rabbım ve İbrahim’e... Yehova ismimle mâlum olmadım.”688
Kurban İshak idi689 Biricik oğlu idi (İsmail)690 “Ve Abramın karısı Saray ona çocuk doğurmadı; ve Sarayın bir cariyesi, bir Mısırlı vardı ve onun adı Hacardı... Ve Hacarın yanına girdi ve o gebe kaldı; ve gebe kaldığını görünce, kendi hanımı gözünde küçüldü... Ve Hacar Abrama bir oğul doğurdu ve Abram Hacarın doğurduğu oğlun adını İsmail koydu. Ve Hacar Abrama İsmaili doğurduğunda Abram seksen altı yaşında idi.”691 “Ve İbrahim, oğlu İshak kendisine doğduğu zaman, yüz yaşında idi.”692 Demek ki, İsmail’in doğduğundan tam on dört sene sonra İshak doğmuştu. İsmail ilk ve on dört sene tek çocuk idi. “Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu... kurban olarak takdim et... kendi biricik oğlunu benden esirgemedin... ve biricik oğlunu esirgemedin.”693 “ “Ama, bu biricik oğulun ismi İshak olarak açıklanır: “Şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshakı al ve Moriya diyarına git... kurban olarak takdim et.”694 “Ve İbrahim Allaha dedi: Keşke İsmail senin önünde yaşıyabilse!”695
“Bütün canlar otuz üçtü.”696 (Saydığımızda otuz dört çıkıyor.)
“Yakub’un evinin Mısır’a gelen bütün canları yetmiş idi.”697 “Yakub’u ve bütün akrabası yetmiş beş canı çağırdı.”698
“Mısırlıların bütün hayvanları öldüler.”699 “Hayvanlarını evlere kaçırdı... Hayvanlarını tarlada bıraktı.”700
681] II. Samuel, 24/13, s. 334
682] I. Tarihler, 21/11, s. 419-420
683] Tekvin, 6/3, s. 5
684] Tekvin, 9/29, s. 8
685] Tekvin, 6/19-20,s. 6
686] Tekvin, 7/2-3, s. 6
687] Tekvin, 15/2, s. 12
688] Çıkış, 6/2-3, s. 58
689] Tekvin, 22. bap, s. 19
690] Tekvin, 22/2, 12, 16, s. 19
691] Tekvin, 16/1, 4, 15
692] Tekvin, 21/5, s. 18
693] Tekvin, 22/2, 12, 16
694] Tekvin, 22/2, s. 19
695] Tekvin, 17/18, s. 14; Demek ki, o kurban olacaktı
696] Tekvin, 46/15, s. 48
697] Tekvin, 46/27, s. 48
698] Rasullerin İşleri, 7/14, s. 126 -Ahd-i Cedid
699] Çıkış, 9/6, s. 62
700] Çıkış, 9/20-21, s. 62
TEVRÂT
- 107 -
“Harun Hor dağının tepesinde öldü.”701 “Harun Mosera’da öldü ve orada gömüldü.”702
“Zina eden İsrailoğullarından vebada ölenler 24 bin kişi idi.”703 “23 bin kişi idi.”704
“Husyesi ezilmiş, yahut uzvu kesilmiş olan adam Rabbın cemaatına girmeyecektir.”705 “Göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Bunu kabul edebilen etsin.”706
Davud, Yesse’nin 8. oğlu707 Davud, Yesse’nin 7. oğlu708
Davud, Rabbın sandığını Filistî’ler Savaşından sonra taşıdı (giydi)709 Savaştan önce aldı710
Abşaloma 3 oğulla bir kız doğurdu ve kızın adı Tamar’dı.711 Talmay’ın kızı Maaka’nın oğlu Abşalom712 Abşalomun kızı Maaka’yı aldı, Abiya’yı doğurdu. 713
Babil esaretinden sonra Yeruşalim’e ve Yahuda’ya dönmüş bulunanların sayılarını veren Ezra bab 2714 ile Nehemya bab 7715 arasında en az yirmi çelişki mevcuttur. Ayrıca Ezra 30. cümlede, Mağbiş oğullarının 156 kişi olduklarını zikrederken Nahemya bunu unutmuştur. Burada çok ilginç bir hâdise çıkıyor. Şöyle ki: Nahemya’nın adetlerini verdiği 41 cemaatın nüfus miktarını tek tek toplarsanız 31089 kişi tuttuğunu göreceksiniz. Ezra’nın saydığı 42 cemaatın nüfus miktarı ise toplam 29818 tutmaktadır. Ne var ki bu farklı sonuçlarına rağmen her ikisi de toplam nüfusu 42360 kişi olarak vermektedir. Sonuçları birbirinden farklı olmasına rağmen nasıl oluyor da her ikisi kendi hesaplarıyla çelişen bir sayıda (42360) ittifak edebiliyorlar? Nahemya 31089’a 1127 sayısını, Ezra da 29818’e 12542 sayısını ekleyerek 42360’da karar kılmışlardır. İşte bu çelişkileri yakından görelim:
“Arah oğulları, yedi yüz yetmiş beş (775)”716 “Arah oğulları, altı yüz elli iki (652)”717
“Yeşua ve Yoab oğullarından Pahat-moab oğulları, iki bin sekiz yüz on iki (2812).”718 “Yeşua ve Yoab oğullarından Pahat-moab oğulları, iki bin sekiz yüz
701] Sayılar, 20/27-28, s. 156 ve Sayılar 33/39, s. 172
702] Tesniye, 10/6, s. 187
703] Sayılar, 25/9, s. 162
704] I. Korintoslulara, 10/8, s. 176 -Ahd-i Cedid-
705] Tesniye, 23/1, s. 200
706] Matta, 19/12, s. 21 -Ahd-i Cedid
707] I. Samuel, 16/10-11, s. 288
708] I. Tarihler, 2/14-15, s. 400
709] II. Samuil, 6/10-13, s. 312
710] I. Tarihler, 13-14, s. 413
711] II. Samuel, 14/27, s. 320
712] I. Tarihler, 3/2, s. 401
713] II. Tarihler, 11/20, s. 439
714] s. 466-467
715] s. 482-483
716] Ezra, Bab 2, s. 466
717] Nehemya, Bab 7, s. 482
718] Ezra, Bab 2, s. 466
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
on sekiz (2818)” 719
“Zattu oğulları, 945”720 “Zattu oğulları, 845” 721
“Bani oğulları 642”722 “Binnuy oğulları, 648” 723
“Bebay oğulları 623”724 “Bebay oğulları, 628” 725
“Azgad oğulları, 1222” 726 “Azgad oğulları, 2322” 727
“Adonikam oğulları, 666”728 “Adonikam oğulları, 667” 729
“Bigvay oğulları, 2056”730 “Bigvay oğulları, 2067” 731
“Adin oğulları, 454”732 “Adin oğulları, 655” 733
“Betsay oğulları, 323”734 “Betsay oğulları, 324” 735
“Haşum oğulları, 223”; 736 “Haşum oğulları, 328” 737
“Beyt-lehem oğulları 123, Netofa adamları, 56 (toplam 179)”738; “Beyt-lehem ve Netofa adamları, 188’’ 739
“Beyt-el ve Ay adamları, 223”740; “Beyt-el ve Ay adamları, 123” 741
“Lod, Hadid ve Ono oğulları, 725”742; “Lod, Hadid ve Ono oğulları, 721” 743
“Senaa oğulları, 3630”744; “Senaa oğulları, 3930” 745
719] Nehemya, Bab 7, s. 482
720] Ezra, Bab 2, s. 466
721] Nehemya, Bab 7, s. 483
722] Ezra, Bab 2, s. 466
723] Nehemya, Bab 7, s. 483
724] Ezra, Bab 2, s. 466
725] Nehemya, Bab 7, s. 483
726] Ezra, Bab 2, s. 466
727] Nehemya, Bab 7, s. 483
728] Ezra, Bab 2, s. 466
729] Nehemya, Bab 7, s. 483
730] Ezra, Bab 2, s. 466
731] Nehemya, Bab 7, s. 483
732] Ezra, Bab 2, s. 466
733] Nehemya, Bab 7, s. 483
734] Ezra, Bab 2, s. 466
735] Nehemya, Bab 7, s. 483
736] Ezra, Bab 2, s. 466
737] Nehemya, Bab 7, s. 483
738] Ezra, Bab 2, s. 466
739] Nehemya, Bab 7, s. 483
740] Ezra, Bab 2, s. 467
741] Nehemya, Bab 7, s. 483
742] Ezra, Bab 2, s. 467
743] Nehemya, Bab 7, s. 483
744] Ezra, Bab 2, s. 467
745] Nehemya, Bab 7, s. 483
TEVRÂT
- 109 -
“İlâhiciler: Asaf oğulları, 128”746; “İlâhiciler: Asaf oğulları, 148” 747
“Kapıcılar oğulları ve diğerleri 139” 748; “Kapıcılar ve diğerleri 138” 749
“Delaya oğulları, Tobiya oğulları, Nekoda oğulları 652”;750 “Delaya oğullları, Tobiya oğulları, Nekoda oğulları, 642” 751
“Bütün cemaat, toptan, 42360 kişi idi; ve onların erkek ve kadın iki yüz ilâhicisi vardı.”752 “Bütün cemaat, toptan, 42360 kişi idi; ve onların erkek ve kadın iki yüz kırk beş ilâhicisi vardı.” 753
Nuh (a.s.) sarhoş,754 Lût (a.s.) sarhoş755 Şarap aklı alır756 Ahd-i Cedid’de Hz. Yahya için şöyle denir: “Çünkü Rabbın gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek.” 757
Günah şahsîdir758 Günah, 3. ve 4. nesle ceza759 veya 10. nesle ceza760 (Dolayısıyla suç işlemeyen tüm insanlık suçlu: İnciller)
“İyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin. Çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.”761 Yedi, ölmedi ve 932 sene yaşadı, sonra öldü. 762
“Karının sözünü dinlediğin için... toprak senin yüzünden lânetli oldu.”763 “Sara’nın sana söylediği her şeyde onun sözünü dinle (Allah İbrahim’e dedi).” 764
Bilime terslik: “Yerin ucu” vardır: “Onların âhengi bütün dünya ya ve sözlerin yerin ucuna varmıştır.”765 “Onların âhengi bütün dünya ya ve sözleri yerin uçlarına varmıştır.”766 (Dünyanın yuvarlak olmadığına bu sözlerle delil getirildi, Galile’ye ve onun gibi bilim adamlarına zulmedildi.)
Yahûdiler seçilmiş millettir, mukaddestir, diğer kavimlerden üstündür.767 “Yahudiler peygamber katilleridir ve bütün peygamberlerin dökülen kanı bu
746] Ezra, Bab 2, s. 467
747] Nehemya, Bab 7, s. 483
748] Ezra, Bab 2, s. 467
749] Nehemya, Bab 7, s. 483
750] Ezra, Bab 2, s. 467
751] Nehemya, Bab 7, s. 483
752] Ezra, Bab 2, s. 467
753] Nehemya, Bab 7, s. 483
754] Tekvin, 9/20-22, s. 8
755] Tekvin, 19/30-36, s. 17
756] Hoşea, 4/11, s. 858
757] Luka, 1/15, s. 56
758] Hezekiel, 18/20-22
759] Çıkış, 20/5, s. 73
760] Tesniye, 23/2-3, s. 200
761] Tekvin, 2/17, s. 2
762] Tekvin, 5/5, s. 4
763] Tekvin, 3/17
764] Tekvin, 21/12, s. 18
765] Mezmur, 19/4, s. 549
766] Romalılara 10/18, s. 163 -Ahd-i Cedid
767] Tesniye, 14/2, s. 191; Çıkış, 19/5-6, s. 73; Levililer, 26/12, s. 127
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nesilden sorulacak.”768 Yahudiler helâka müstahaktırlar. 769
Bir taraftan zina büyük suç sayılır, hatta ona yol açan harama bakmak sert ifadelerle kınanırken, öbür taraftan, peygamberler bile zina eder, hatta kızıyla zina edenler sözkonusu edilir. “Ve başka birinin karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam, hem o, hem kadın mutlaka öldürülecektir.”770 Homoseksüelliğin ve hayvanla yatmanın cezası da ölümdür.771 “Fakat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını boşayan adam onu zaniye eder; ve kim boşanmış kadınla evlenirse, zina eder.”772; “Zina etmeyeceksin”773 “Zina etmeyeceksin’ denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa onu çıkar ve kendinden at; çünkü senin için azandan birinin yok olması, bütün bedeninin cehenneme atılmasından iyidir.”774 Bunlara rağmen, Yahuda, kim olduğunu bilmeden, kötü kadın zannederek geliniyle yatıyor. Gelini hâmile kalıp ikiz doğuruyor.775 Bu olay Kitab-ı Mukaddeste kınanmıyor, zina ürünü bu çocuklar, şerefli kılınarak Hz. İsa’nın soyunu teşkil ediyor.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bu kadarı yeterli diye düşünüyorum. Konuyu Kur’ân-ı Kerim’den iki âyetle bağlayalım: “Vay haline o kimselerin ki Kitab'ı (Tevrat'ı) elleriyle yazarlar, sonra o yazdıkları şeyi az bir para karşılığında satmak için ‹Bu Allah katındandır' derler. Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine kazandıklarından ötürü vay haline onların!“776; “Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok ihtilâf (tutarsızlık, çelişki) bulurlardı.” 777
Ahd-i Atik’deki bu ve benzeri çelişkiler yanında, birbirinden tümüyle kopya, daha doğrusu % 100 plagiarizm, yani çalmalar da vardır. Meselâ, II. Krallar, 19. Bölüm 778 ile İşaya, 37. bölüm779 kelimesi kelimesine aynıdır. Hâlbuki bu iki bölüm, değişik çağlarda yaşayan iki ayrı yazara atfedilir. Biri, diğerinden çalmıştır. Bu hırsızlığı Allah'a, Allah'ın değiştirilmemiş vahyine yakıştırabilir miyiz?
Not: Sayfa numaraları, Kitabı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil) adıyla Kitabı Mukaddes Şirketi tarafından 1976 yılında yayınlanan baskı esas alınarak verilmiştir).
Muharref Tevrat’taki Müstehcenlik ve Yüz Kızartıcı İfadeler
Sadece Tekvin’in ufak hacminde 47 defa “tohum” kelimesi geçer (Bunun bitki tohumu olmadığını belirtelim). Tabii, bu kelime diğer yerlerde de sıkça zikredilir. Muharref Tevrat’a göre Hz. Lût iki kızıyla zina eder. Hz. Lût’un kızları,
768] Luka, 11/47-51, s. 73 -Ahd-i Cedid-
769] Luka 20/16, s. 84 ve Matta, 21/41, s. 24 -Ahd-i Cedid
770] Levililer, 21/10, s. 120
771] Levililer, 21/13-16, s. 120
772] Matta, 5/32, s. 5
773] Çıkış, 20/14, s. 74 -On Emir’den biri-
774] Matta, 5/27, 28, 29
775] Tekvin, 38/15, 16, 18, 24, s. 39
776] 2/Bakara, 79
777] 4/Nisâ, 82
778] s. 390-391
779] s. 699-701
TEVRÂT
- 111 -
sarhoş babalarını ayartırlar. Çünkü babalarının tohumunu korumalarını istemektedirler. “Ve Lût Tsoar’dan çıkıp dağda oturdu, iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır, bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur, gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler, büyük kızı girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût’un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu ve onun adını Ben-ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır.”780 Hz. Lût’un, gayr-ı meşrû nesilleri mübarek kılınır, kutsallaştırılır. 781
Geliniyle zina edip ondan çocuğu olan Yahuda782 ve tarihi, şerefli kılınıyor.783 Bu olay kınanıp eleştirilmeden anlatılır. Yahuda’nın gelininden doğan çocukları İsa’nın atalarıdır.784 Kardeşinin karısıyla beraber olup kendi kardeşine yengesinden zürriyet vermek, kayınbiraderlik görevidir. 785
İbrâhim a.s.’a da nâmussuzluk atfedilir, karısı Sara’yı, korktuğu için Firavun’a veriyor. Firavun karı olarak alıyor. İbrahim develer, eşekler vb. karşılığında karısını satıyor.786
Kızkardeşin yavuklu olması ve devamında çok müstehcen ifadeler: “Kaptın gönlümü kızkardeşim, yavuklum! Gözlerinin bir bakışı ile Gerdanının tek zinciri ile gönlümü kaptın. Okşamaların ne güzel kızkardeşim, yavuklum! Şaraptan ne kadar hoştur okşamaların. Itrının güzel kosusu da her çeşit baharattan! Ey yavuklum bal damlatır dudakların; Balla süt senin dilinin altındadır. Esvabının kokusu da sanki Libnan kokusu. Kızkardeşim, yavuklum, kapalı bir bahçedir. Kapalı bir kaynaktır, mühürlenmiş pınardır.“787
“Keşke sen bana, Anamın memelerini emmiş kardeş gibi olaydın. Dışarıda seni bulunca, ben seni öperdim. Beni de kınamazlardı (...) Küçük bir kızkardeşimiz var. Ve onun daha memeleri yok. Onun için söz söyleneceği gün kızkardeşimiz için ne yapacağız (...) Ben duvarım, memelerin de kuleler gibi.” 788
“Çarıklar içinde ayakların ne güzel, ey emir kızı! Toplu kalçaların sanki mücevherler, üstat ellerinin işi. Göbeğin yuvarlak bir tas. Onda karışık şarap eksik değil. Karnın buğday yığını, zambaklarla kuşanmış. İki memen sanki bir çift geyik yavrusu, ikiz ceylan yavrusu (...) Bu senin boyun hurma ağacına, memelerin
780] Tekvin, 19/30-38, s. 17
781] Tesniye, 2/9 ve 19, s. 178
782] Tekvin, 38/15-18 ve 24, s. 39
783] Bk. Tekvin, 19/30 vd
784] Bk. Matta, 1/3, s. 39
785] Tekvin, 38/8, s. 38
786] Tekvin, 12/11-20, s. 11
787] Neşideler Neşidesi, 4/9-12, s. 669
788] Neşideler Neşidesi, 8/1, 8, 9, 10, s. 672
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de salkımlara benziyor. Hurma ağacına çıkayım, dallarını tutayım dedim. Memelerin üzüm salkımları gibi olsun. Soluğunun kokusu da elma gibi. Ve ağzın en iyi şarap gibi.” 789
Sanki zina serbest gibi ifadeler: “Fahişelik ettikleri zaman kızlarınızı ve zina ettikleri zaman gelinlerinizi cezalandırmayacağım. (...) Ey İsrail, sen zina etsen de, bari Yahuda suçlu olmasın.” 790
“Adamlar birbiriyle kavga ederken, birinin karısı yaklaşıp kocasını dövenin elinden onu kurtarmak için elini uzatır ve onu utanılacak yerlerinden tutarsa; o zaman kadının elini keseceksin, gözün ona acımayacaktır.” 791
Davud’un oğlu Amnon, kızkardeşi Tamar’a zorla sahip oluyor. Uzun uzun bu olay anlatılır. 792
Kudüs (Yaruşelim) ve Samiriye iki fâhişedir. Bu yahûdi kentleri, fâhişeye benzetilirken, öyle ifâdeler kullanılır ki, hâşâ bu fâhişeler, Rabbin olur, Rable beraber olur. Allah’ın şânına kesinlikle yakışmayacak bu çirkin ifadeler, Allah’ın sözü olarak aktarılır: “Ve bana Rabbin şu sözü geldi: Âdemoğlu, bir ananın kızları, iki kadın vardı; ve Mısırda fahişelik ettiler; gençliklerinde fahişelik ettiler; onların memeleri orada sıkıştırıldı ve onların kızlık sinesine orada el sürüldü. Ve adları, büyüğünün Ohola ve kızkardeşinin Oholiba idi; ve onlar benim oldular ve oğullarla kızlar doğurdular. Ve adlarına gelince, Ohola Samiriyedir ve Oholiba Yeruşalimdir. Ve Ohola benimken fahişelik etti; ve oynaşlarına, komşu Aşurlulara gönül verdi.“ 793
“Bir adam karısını boşar ve yanından gidip başka birisinin karısı olursa, adam o kadına bir daha döner mi? O diyar çok murdar olmaz mı? derler; fakat sen çok oynaşlarla fahişelik ettin, yine de bana dön, Rab diyor. Çıplak tepelere gözlerini kaldır da bak; seninle nerede yatmadılar? Sen onlar için çöldeki bedevi gibi yolların kenarında oturdun; ve zinalarınla ve kötülüğünle diyarı murdar ettin.” 794
“Sen güzelliğine güvendin ve şöhretin yüzünden fahişelik ettin ve yoldan geçen her adamın üzerine fahişeliklerini döktün; onun oldu. Ve kendi esvabından aldın ve kendine renk renk yüksek yerler yaptın ve onların üzerinde fahişelik ettin... ve böyle oldu, Rab Yehovanın sözü. Ve bana doğurduğun oğullarını ve kızlarını aldın ve yiyecek olsun diye onlara kurban ettin. Fahişeliklerin az mı ki, evlâtlarımı da boğazladın ve onları ateşten geçirerek onlara verdin? Ve bütün mekruh şeylerinde ve fahişeliklerinde gençliğin günlerini anmadın, o zaman ki, sen çıplak ve açıktın ve kanında yuvarlanmakta idin... Yoldan geçen her adama ayaklarını açtın ve fahişeliğini artırdın. Ve bol etli komşuların Mısır oğulları ile fahişelik ettin; ve beni öfkelendirmek için fahişeliğini artırdın... Aşur oğulları ile de fahişelik ettin, çünkü doymuyordun; onlarla da fahişelik ettin, çünkü doymuyordun; onlarla da fahişelik ettin ve yine doymadın. Ve ticaret diyarına, Kildanîler diyarına kadar fahişeliğini artırdın; yine bununla da doymadın... Bütün
789] Neşideler Neşidesi, 7/1-9, s. 671
790] Hoşea, 4/14-15, s. 858
791] Tesniye, 25/11-12, s. 202
792] II. Samuel, 13/1-14, s. 318
793] Hezekiel, 23/1-5, s. 809-810
794] Yeremya, 3/1-2, s. 726
TEVRÂT
- 113 -
bu şeyleri, utanmaz fahişe işlerini yapıyorsun ve ücreti hor görmekle bir fahişe gibi de değilsin. Zina eden, kocasının yerine yabancılar alan bir karısın! Bütün fahişelere hediye verirler; fakat bütün oynaşlarına sen hediyeler veriyorsun ve fahişeliklerin için her yandan sana gelsinler diye onlara rüşvet veriyorsun. Ve fahişeliklerinde başka kadınlara benzemezsin, çünkü fahişelik etmek için kimse senin ardına düşmiyor.“ 795
Ve bu tür ifadelerden dolayı meşhur bir batılı George Bernard Shaw şöyle diyor: “Yeryüzündeki en tehlikeli kitabı (İncil ve Tevrat’ı) kilit ve anahtar altında muhâfaza et.” Kitab-ı Mukaddes’i çocuğunun ulaşamayacağı yerlerde sakla. Batıda yayınlanan bir dergi şunu yazar: “Çocuklara Kitab-ı Mukaddes hikâyeleri okumak, onlarla seks ahlâkını tartışmak için her çeşit fırsatı da doğurabilir. Temizlenmemiş bir Kitab-ı Mukaddes bazı sansürlerden olumsuz bir rapor alabilir.”796 Başka bir yazar da şöyle der: “Kitab-ı Mukaddes, eğeer bir Hindu din kitabı yahut bir müslüman din kitabı olmuş olsaydı elbette ona da yasak damgasını vuracaklardı. Fakat onlar kendilerine ait ‘Kutsal Kitab’a karşı son derece âcizdirler. Çünkü onların kurtuluşu ona bağlıdır.”
Muharref Tevratta Kadın
Kadın hor, erkek çok üstündür: “Çünkü kocan, seni yaratandır.”797 “(Rab Allah) Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlat doğuracaksın. Ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdem'e dedi: Karının sözünü dinlediğin ve: Ondan yemeyeceksin, diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetli oldu.“798 “Kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtta olsun. Âdem aldanmadı. Fakat kadın aldanarak suça düştü.”799 Kadın (Havvâ) Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldı: 800
“Çünkü kocan seni Yaratandır; onun ismi orduların Rabbidir; ve seni fidye ile Kurtaran İsrail’in Kuddûsüdür; ona bütün dünyanın Allahı denecektir.”801
Âdet gören kadın murdardır: “Ve eğer bir kadının akıntısı olur ve bedeninde akıntısı kan olursa yedi gün murdarlığında kalacak ve ona her dokunan akşama kadar murdar olacaktır. Ve murdarlığında üzerinde yattığı her şey murdar olacak, üzerinde oturduğu her şey de murdar olacaktır. Onun yatağına dokunan her adam, kadının üzerinde oturmakta olduğu herhangi bir şeye dokunan her adam murdar. Kadının oturmuş olduğu yatak üzerinde bir şey varsa adam ona dokunursa akşama kadar murdar ve eğer âdet zamanında değilken çok günler kan akıntısı olursa murdardır. Yatağı, üzerine oturduğu her şey murdar. Bu şeylere dokunanların hepsi murdar olacak ve esvabını yıkayacak ve suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Fakat akıntısından tâhir olursa, o zaman kendisine yedi gün sayacak ve ondan sonra tâhir olacaktır. Ve sekizinci günde iki kumru
795] Hezekiel, 16/15-34, s. 800-801
796] ‘The Plain Truth, Ekim 1977
797] İşaya, 54/5, s. 714
798] Tekvin, 3/16-17, s. 3; Ahd-i Cedid’deki kadını aşağılayan ifadeler için bk. Pavlos’un Efesoslulara Mektubu, 5/22-24, s. 201 ve Pavlos’un Korintoslulara I. Mektubu, 11/3-9, s. 177
799] Pavlos’un I. Timoteos’a Mektubu, 2/11-15, s. 218
800] Tekvin, 2/21-23, s. 2
801] İşaya, 54/5, s. 714
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya iki güvercin yavrusu alıp, kâhine getirecek. Kâhin takdime edecek onun için murdarlığının akıntısından dolayı Rabbin önünde keffâret edecektir.“802
Ahd-i Atik’de Savaş, Sömürü ve Irkçılık
“Ele geçen her adamın gövdesi, delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da karıları da kirletilecek. (...) Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar; gözleri çocukları esirge meyecek.” 803
“Atalarının fesadından ötürü, onun oğullarını boğazlayacak yer hazırlayın da ayağa kalkmasınlar ve diyarı kendilerine mülk edinmesinler ve dünya yüzünü şehirlerle doldurmasınlar. Ve orduların Rabbi diyor: Onlara karşı kalkacağım ve adı bâki kalanı ve oğlu ve torunu Babil’den kesip atacağım, Rab diyor.” 804
“Milletlerin zenginliği sana gelecek. (...) Ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler; çünkü seni öfkemde vurdum, fakat lütfumla sana merhamet ettim. Ve kapıların daima açık duracak; milletlerin servetini ve sürgün getirilen krallarını sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacaklar. Çünkü sana kulluk etmiyen millet ve ülke yok olacak ve o milletler tamamen harap olacak. (...) Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler; ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana: Rabbin şehri, İsrail Kuddûsünün Sion'u diyecekler. (...) Ve milletlerin sütünü emeceksin ve kralların memelerini emeceksin. (...) Tunç yerine altın getireceğim ve demir yerine gümüş ve ağaç yerine tunç ve taş yerine demir getireceğim.“ 805
“Ve yabancılar durup sürülerinizi güdecekler ve ecnebiler çiftçileriniz ve bağcılarınız olacak. (...) milletlerin servetini yiyeceksiniz ve onların izzeti size geçecek.” 806
“Allah’ın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittîleri ve Girgaşîleri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yabusîleri, senden daha büyük ve daha kuvvetli yedi milleti kovacağı ve Allah’ın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman, onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın; ve onlarla hısımlık etmeyeceksin; kızını onun oğluna vermeyeceksin ve onun kızını oğluna almayacaksın.” 807
“Ve Allah’ın Rabbin sana teslim edeceği bütün kavmları bitireceksin; gözün onlara acımayacak. (...) Ve Allah’ın Rab, onları senin önünde ele verecek ve onları helâk edinceye kadar büyük kırgınla kıracak. Ve onların krallarını senin eline verecek, adlarını göklerin altından yok edeceksin; sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak.” 808
802] Levililer, 15/19-32, s. 114-115
803] İşaya, 13/15, 16, 18, s. 682-683
804] İşaya, 14/21, 22, s. 683
805] İşaya, 60/5, 10, 11, 12, 14, 16, 17, s. 718-719
806] İşaya, 61/5, 6, s. 719
807] Tesniye, 7/1, 2, 3, s. 184
808] Tesniye, 7/16, 23, 24, s. 185
TEVRÂT
- 115 -
“(Rab dedi:) Sen benim topuzum ve cenk silâhlarımsın. Ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeler helâk edeceğim (...) ve seninle erkeği ve kadını kıracağım ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım ve seninle genç adamı ve ere varmamış kızı kıracağım ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım ve seninle valileri ve kaymakamları kıracağım.”
“Mülklerini alacağınız milletlerin yüksek dağlar üzerinde ve tepeler üzerinde ve her yeşil ağaç altında ilâhlarına ibâdet ettikleri bütün yerleri mutlaka harap edeceksiniz.” 809 (Başka mâbedlere karşı bu acımasız tavrı, müslümanların Mescid-i Aksâ’sı için de düşünüyorlar)
Irkçılık:
“Sen Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavmsin ve Rab, yer üzerinde olan bütün kavmlardan üstün olarak, kendisine has bir kavm olmak üzere seni seçti.”810
“Ve aranızda yürüyeceğim ve sizin Allah’ınız olacağım ve siz benim kavmim olacaksınız.” 811
“İbranîlerin Allah’ı Rab.” 812
“İşte şimdi bildim ki bütün dünyada Allah yoktur, ancak İsrail’de vardır.” 813
“Mukaddes millet, kâhinler melekûtu, bütün kavmlardan has.” 814
“Bütün İsrail zürriyeti RABDE suçsuz olup övünecekler.” 815
“Yabancıya faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin; ta ki, mülk olarak almak üzere gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah’ın Rab seni mübarek kılsın.” 816
“Eğer İsrail oğullarından, kendi kardeşlerinden bir canı çalan adam bulunursa ve ona köle gibi davranır, yahut onu satarsa, o zaman o hırsız ölecektir ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın.” 817
“O Allah ki, bana öçler verir, kavmleri bana tâbi kılar.” 818
“İsrail onun mirasının sıptıdır; ismi orduların RABBİDİR. Sen benim topuzum ve cenk silâhlarımsın. Ve seninle milletleri kıracağım; ve seninle ülkeler helâk edeceğim; ve seninle atı ve binicisini kıracağım ve seninle cenk arabasını ve binicisini kıracağım ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım ve seninle valileri ve kaymakları kıracağım.” 819
809] Tesniye, 12/2, s. 189
810] Tesniye, 14/2, s. 191
811] Levililer, 26/12, s. 127
812] Çıkış, 10/3, s. 63
813] II. Krallar, 5/15, s. 373
814] Çıkış, 19/5, 6, s. 73
815] İşaya, 45/25, s. 708
816] Tesniye, 23/20, s. 200
817] Tesniye, 24/7, s. 201
818] II. Samuel, 22/48, s. 332
819] Yeremya, 51/19-23, s. 777
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey Habeşler, siz de benim kılıcımla öldürüleceksiniz.” 820
“Ve yahudiler bütün düşmanlarını kılıçtan geçirdiler ve öldürdüler ve yok ettiler ve kendilerinden nefret edenlere istedikleri gibi yaptılar. (...) ve kendilerinden nefret edenlerden yetmiş beş bin kişiyi öldürdüler.” 821
“Ve Mısırlıların gözlerinde bu kavma lütuf vereceğim; ve vâki olacak ki, gittiğiniz zaman eli boş gitmeyeceksiniz. Fakat her kadın komşusundan ve evinde olan misafirden gümüş şeyler ve altın şeyler ve esvaplar isteyecek; ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsleyeceksiniz; ve Mısırlıları soyacaksınız.”822 (Görüldüğü gibi, bu cümlelerde başka kavimlerden hırsızlık emredilmektedir.)
“Para faizi olsun, zahire faizi olsun yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faizle ödünç verebilirsin.” 823
“Komşunun bağına girdiğin zaman canının istediği gibi doyuncaya kadar üzüm yiyebilirsin, fakat kabına koymayacaksın, komşunun ekinine girdiğin zaman elinle başakları koparabilirsin, fakat komşunun ekinine orak salmayacaksın.” 824
“Hiçbir leş yemeyeceksiniz; onu yesin diye şehirlerinde olan garibe verebilirsin; yahut yabancıya satabilirsin; çünkü sen Allah’ın Rabbe mukaddes bir kavmsın.” 825
İsrail-Filistin: “Ve o gün vâki olacak ki, Aşur'dan ve Mısır'dan ve Patros'tan ve Kuş'tan ve Elam'dan ve Şinar'dan ve Hamat'tan ve denizin adalarından arta kalacak olan kavmının bakiyesini kurtarmak için Rab yine ikinci kere elini uzatacak. Ve milletler için bir bayrak kaldıracak ve İsrail'in sürgünlerini toplayacak ve yerin dört köşesinden Yahuda'nın dağılmış adamlarını bir araya getirecek. Efraim'in kıskançlığı da kalmayacak ve Yahuda'yı sıkıştıranlar kesilip atılacak; Efraim Yahuda'yı kıskanmayacak ve Yahuda Efraim'i sıkıştırmayacak. Ve garp tarafında Filistîlerin sırtına uçup atılacaklar, şark oğullarını birlikte çapul edecekler. Edom ve Moab üzerine ellerini atacaklar ve Ammon oğulları onların sözünü dinleyecekler.“ 826
“Çünkü Rab Yakub’a acıyacak ve İsrail’i yine seçecek ve onları kendi toprakları üzerine koyacak ve yabancı onlarla birleşecek ve Yakub evine yapışacaklar. Ve kavmlar onlar alıp köle ve cariye olarak kendine mülk edinecek ve kendilerini sürgün etmiş olanları sürgün edecekler ve kendilerine gadretmiş olanlara hâkim olacaklar.” 827
“Baştanbaşa, Ey Filistin, seni vuran değnek kırıldı diye sevinme. (...) senin kökünü kıtlıkla öldüreceğim ve artakalanların öldürülecek. Ulu, ey kapı, feryat et ey şehir; baştanbaşa ey Filistin, eridin; çünkü şimalden duman geliyor
820] Tsefanya, 2/12, s. 887
821] Ester, 9/5-6, s. 498-499
822] Çıkış, 3/21-22, s. 56
823] Tesniye, 23/19-20, s. 200
824] Tesniye, 23/24-25, s. 200
825] Tesniye, 14/21, s. 192
826] İşaya, 11/11-14, s. 682
827] İşaya, 14/1, 2, s. 683
TEVRÂT
- 117 -
ve onun askerinde kaçak yoktur. Ve o milletin ulaklarına ne cevap verilecek? Denecek ki, Rab Sion’un temelini kurmuştur ve kendi kavminin düşkünleri ona sığınacaklardır.”828
“Deniz kıyısında oturanların, Keretîler milletinin vay başına! Ey Kenan, Filistîler diyarı, Rabbin sözü size karşıdır; seni yok edeceğim, öyle ki, artık sende oturan kimse olmayacak.”829 830
Ahd-i Cedi’de de bu bakış açısı vardır: Meselâ, yahudi olmayan başka ırklar köpektir.831
Recm Cezası ve Diğer Bazı Cezalar: “Ve başka birinin karısı ile zina eden, komşusunun karısı ile zina eden adam hem o hem kadın mutlaka öldürülecektir.”832; “Ve bir adam kadınla yatar gibi erkekle yatarsa, ikisi menfur şey yapmışlardır; mutlaka öldürüleceklerdir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır.”833; “Ve bir hayvanla yatan adam mutlaka öldürülecektir; hayvanı da öldüreceksiniz. Ve bir kadın bir hayvana yaklaşmak üzre onun yanına giderse, kadını ve hayvanı öldüreceksin; mutlaka öldürülecekler; ve kanları kendi üzerinde olacaktır.” 834
Nice kadınlarda kanın ilk gece gelmediği meşhur bir olaydır. Tıp da bunun normal olduğunu söyler. Ama Kitab-ı Mukaddes’te böyle bir olay, normal kabul edilmez; kesin zina kabul edilip ceza emredilir: “Ve işte: Senin kızında kızlık nişanlarını bulmadım, diyerek ona ayıp şeyler isnat etti; ve lâkin kızımın kızlık nişanları bunlardır. Ve esvabı şehrin ihtiyarları önüne serecekler. Fakat bu şey, genç kadında kızlık nişanları bulunmadığı, hakikatsa, o zaman genç kadını babasının evinin kapısına çıkaracaklar ve şehrinin adamları onu taşla taşlıyacaklar ve ölecek, çünkü babasının evinde zina etmiş olmakla İsrailde alçaklık etmiştir; ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın.”835 Tecavüze uğrayan yahûdi veya hıristiyan bir kadın kendisine tecavüz eden erkekle evlenmek zorundadır: “Eğer bir adam kız olan nişanlanmamış genç bir kadın bulursa ve onu tutup onunla yatarsa ve onlar bulunurlarsa; o zaman onunla yatmış olan adam genç kadının babasına elli şekel gümüş verecektir ve kadın onun karısı olacaktır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce onu boşıyamayacaktır.” 836
“Ve Rab Mûsâya söyliyip dedi: Lânet edeni ordugâhın dışarısına çıkar; ve kendisini işitenlerin hepsi ellerini onun başı üzerine koysunlar ve bütün cemaat onu taşlasınlar. Ve İsrail oğullarına söyleyip diyeceksin: Her kim Allah’ına lânet ederse suçunu yüklenecektir. Ve Rabbin ismine küfreden mutlaka öldürülecektir; bütün cemaat mutlaka onu taşlayacaklar; garip olsun yerli olsun, Rabbin ismine küfrettiği zaman öldürülecektir.” 837
828] İşaya, 14/29, 30, 31, s. 684
829] Tsefanya, 2/5, s. 887
830] Ayrıca bu konularda diğer örnekler için, bk. s. 212, 370, 697, 777; 772, 828, 286, 794, 223, 464, 221, 197, 540, 370, 715, 178, 201, 331, 724, 777
831] Matta, 15/21-27, s. 17
832] Levililer, 20/10, s. 120; Yine, bk. Tesniye, 22/22-27, s. 199
833] Levililer, 20/13, s. 120
834] Levililer, 20/15-16, s. 120
835] Tesniye, 22/17, 20-21), s. 199
836] Tesniye, 22/28-29, s. 199-200
837] Levililer, 24/13-16, s. 124-125
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ve bir kimse bir adamı vurursa mutlaka öldürülecektir. Ve bir hayvanı vuran, can yerine can olarak onu ödeyecek. Ve bir kimse komşusunu sakatlarsa, kendisine de yaptığı gibi yapılacaktır; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere, adamı nasıl sakat etti ise, kendisine de öylece edilecektir. Ve hayvanı vuran odu ödeyecek; ve adamı vuran öldürülecektir.” 838
“Adamlar birbiriyle kavga ederken birinin karısı yaklaşıp kocasını dövenin elinden onu kurtarmak için elini uzatır ve onu utanılacak yerlerinden tutarsa; o zaman kadının elini keseceksin, gözün ona acımayacaktır.” 839
“Eğer bir adamın, inatçı ve âsi, babasının sözünü ve anasının sözünü dinlemiyen ve kendisini tedip ettikleri halde onları dinlemeyen bir oğlu olursa; o zaman babası ve anası onu tutacaklar ve onu şehrinin ihtiyarlarına ve yerinin kapısına çıkaracaklar çıkaracaklar ve şehrinin ihtiyarlarına diyecekler: Bu bizim oğlumuz inatçı ve âsidir, sözümüzü dinlemez; obur ve ayyaştır. Ve şehrinin bütün adamları onu taşla taşlayacaklar ve ölecek; ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksın; ve bütün İsrail işitip korkacaklar.”840 “Çünkü babasına yahut anasına lânet eden her adam mutlaka öldürülecektir; babasına yahut anasına lânet etmiştir; kanı kendi üzerinde olacaktır.” 841
Hz. Mûsâ’nın Ölümü ve Sonrasından Bahseden Mûsâ’ya Vahyedilen Kitap!
Tevrat olarak adlandırılıp Hz. Mûsâ’ya indirildiği kabul edilen Kitab-ı Mukaddes’in ilk beş kitabında (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye) 700’den fazla ifade var ki, bu kitapların İlâhî olmadığını isbat etmekle kalmaz; aynı zamanda Hz. Mûsâ’nın da onlara karışmadığını gösterir. Bu kitapları rastgele açınca görürsünüz ki; “Ve Rab ona söyledi, çekil...”, “Ve Mûsâ Rabbe dedi, halk gelemez...”, “Ve Rab Mûsâ’ya dedi, halkın önünde devam et...”, “Ve Rab Mûsâ’yı çağırdı...”842 Açık ve âşikârdır ki bunlar ne Allah’ın, ne de Mûsâ'nın sözleridir. Bunlar, rivâyetleri yazan üçüncü bir şahsın ifadesini gösterir.
Hz. Mûsâ (a.s.) vefatından önce kendi ölüm ilânını vermiş olabilir mi? “Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Mûsâ orada, Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü; fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Mûsâ öldüğü zaman yüz yirmi yaşında idi; gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrail oğulları, Moab ovasında, otuz gün Mûsâ'ya ağladılar; ve Mûsâ için yas ağlama günleri tamam oldu... Mûsâ gibi Rabbin yüz yüze bildiği bir peygamber daha İsrail'de çıkmadı.“ 843
Görüldüğü gibi bu cümlelerde Hz. Mûsâ’nın vefatından, gömülmesinden ve sonrasından bahsediliyor. Hz. Mûsâ’dan çok sonraları kaleme alındığı anlaşılan bu yazıları, Hz. Mûsâ’ya mal etmeye çalışan yahûdilere ve hıristiyanlara Allah akıl ve hidâyet versin!
838] Levililer, 24/17-21, s. 125
839] Tesniye, 25/11-12, s. 202
840] Tesniye, 21/18-21, s. 198
841] Levililer, 20/9, s. 120
842] Meselâ, bk. Teasniye, 34. Bölüm, s. 215
843] Tesniye, 34/5-8, 12, s. 215
TEVRÂT
- 119 -
Talmud
Yahudilerin dînî kanunlarını tefsir eden ve bu kanunlara göre ortaya çıkabilecek yeni problemlerine çözüm getiren en önemli derleme kitap, Talmud’dur.
İbranca “Lilmod” (Öğrenmek, öğretmek) kökünden alınmış bir kelimedir ve kaideler, esaslar toplamı anlamına gelir. Kelimenin İbranca-Aramca karışımı olduğunu söyleyen dilciler de vardır.
Yahudiler nazarında Kitab-ı Mukaddes'ten sonra en önemli yeri işgal eden Talmud iki kasımdır: 1. Mişna (Daha çok şifahî dînî gelenekleri ihtiva eder), 2. Gemara (bir nevi Mişna'nın tefsiridir). Genellikle dinler tarihçileri her iki yorumun M.S. II. yy.da yaşamış olan Yuda Hanasi adındaki bir haham tarafından yazıldığı görüşündedirler. Talmud'a inanmayan, gerçek anlamda bir Yahudi sayılmaz. Nitekim Karaim ve Habeşistan Yahudileri yalnız Tevrat'a inandıkları için hakiki Yahudilikten uzak tutulmuşlardır. Bir başka açıdan Talmud, 1. Filistin (Kudüs) Talmudu, 2. Bâbil Talmudu olmak üzere yine iki noktadan ele alınabilir.844 Kudüs Talmudu, Bâbil Talmudu’ndan daha önemli ve önceliklidir.
Yahudiliğin mukaddes kitabı Tevrat (Tora) birtakım değişikliklere uğramasına rağmen, yazılı bir metin halinde günümüze kadar gelebilmiştir. Bu yazılı Tevrat’ın anlaşılmasında zorluk çekilen veya çözülemeyen problemlerin hallinde Talmud’un kıyas ve yorumlarından yararlanılır. Yeniden bir Tevrat gelmeyeceğine göre, zamanın değişen şartlarında, Yahudi toplumunun ortaya çıkan problemlerine kim, hangi otorite çözüm getirecektir? Yahudi toplumu, Tevrat ve Hz. Mûsâ’nın uygulamalarında cevapsız kalan problemlerini Talmud’la çözmeye çalışmaktadır. Tesbit edilebildiğine göre Talmud M. Ö. 200’den M. S. 500’e kadar Yahudiliğin hikmet, gelenek ve problemleri üzerinde, din adamlarınca (haham) yapılan tartışmalar sonucu vücut bulmuştur. Ancak Talmud’un, Tevrat emirlerinin uygulanmasıyla ilgili bütün ayrıntıları ihtiva ettiğini söylemek mümkün değildir.845 Daha geniş anlamda Talmud, Mişna ve Gemara’ya yapılan yorum ve ilâvelerin genel adı olmuştur. Bu bakımdan dinler tarihçilerinden bazılarına göre Talmud’u, sırf Tevrat yorumu olarak değerlendirmek doğru değildir. 846
Romalı Titus ordularının (M.S 70) Beyt Na Miktaş (Mâbed, Mukaddes Ev)’i tahrip etmeleri ve Yahudilerin, dünyanın değişik birçok bölgelerine dağılmalarından sonra şifahî geleneğin kaybolarak unutulmasını önlemek için Mişna’nın derlemesi gerekiyordu. İşte bu önemli işi haham Rav Akiba üstlendi. Daha sonra onun öğrencisi Meir, Mişna’yı daha sabit ve anlaşılır hale getirerek sadeleştirdi. Yeni bir haham olan Yehuda Ha-Naşi ise, Mişna’ya kesin ve son şeklini verdi. (M.S 200). Ancak bu işlem, daha sonraki nesillerin Mişna’ya ilâveler ve açıklamalar yapmadığı anlamına gelmez. Mişna’nın matbu ilk nüshası Venedik (1492)’de yayımlandı. 847
Bazı dinler tarihçileri Gemara’yı dar anlamda Talmud olarak tanımlamayı tercih etmişlerdir.
Yahudi toplumu, şifahî geleneklerinin kaybolmaması yolunda çok gayret
844] L. Ma’luf, el-Müncid, s. 113
845] O. Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü İstanbul. 1975, s. 609
846] Ş. Tan. Yahudileri Tanıyalım, İstanbul, 1968, s. 79
847] Zaferullah İslam Han, Yahudilikte Talmud’un Mevkii, çev. M. Aydın, İstanbul, 1981, s. 43
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sarfetmiştir. Nitekim M. 351 yılında Ursicinus’un ağır baskılarına rağmen Yahudiler M.S. 400-500 yılları arasında Talmud’un derlenmesi için büyük çaba harcamışlardır. Ancak bu Talmud, Kudüslü din bilginlerinden çok, çevre illerin din bilginlerince derlenmiştir. Kudüs Talmudu’nun matbu ilk nüshası Venedik (1523)’de yapılmıştır, takriben 750.000 kelimeyi ihtiva etmektedir.
Bâbil Talmudu’nun derlenerek yazılmaya başlanması 500-600 yıllarına rastlar. Bu Talmud’un esasını, Yehuda Ha-Naşi’nin hazırladığı Mişna ile Rav Abba Areka’nın yaptığı şerhler oluşturmuştur. Bâbil Talmudu’nun bazı metinleri 1484’de basıldıysa da, tam metin Venedik (1523)’de yayımlanmıştır ve takriben 2.500.000 kelimeden mürekkeptir. Kudüs Talmudu’nun % 15’ini, Bâbil Talmudu’nun da % 30’unu hikâye ve kıssalar teşkil eder. Haga adı verilen bu hikâyeler Yahudi okullarında ders gibi okutulur. Denebilir ki, Yahudi edebiyatının M.Ö. III. y.yıl ile M.S. V. y.yılları arasındaki döneminde Talmud’un büyük rolü olmuştur.
Yahudiler Tevrat kadar Talmud’a da hürmet ederler. Talmud’un ilkeleri değiştirilemez ve tartışılamaz. Ancak bazı uygulamalarda bölgesel farklar gözetilse de, Talmud’un ihtiva ettiği esas hükümler bütün Yahudileri şâmildir. Yahudi cemaati kuvvetini, millî ve dînî bayramlara saygı kadar, Talmud’a da aşırı bir şekilde bağlılığından almaktadır. 848
Mişna: İbrânîce öğreti anlamına gelir. Yahûdi geleneğindeki hukuka ilişkin görüş ve fetvâların Rabbi Akiba ve Rabbi Yudah tarafından toplanarak sistematik şekilde derlenmesinden oluşan kitaptır. Rabbi Yudah’ın derlediği Mişna, önceki yahûdi din bilginlerinin görüş ve değerlendirmelerini de verdikten sonra ilgili konudaki geçerli hukukî hükmü belirtir. Mişna, altı ana bölümden oluşur. Bunlar tarımla ilgili hukuk, şabat ve bayramlar, aile hukuku, sivil ve ceza hukuku, tapınakla ilgili hukuk, kurbanlar ve temizlik hukuku konularıyla ilgilidir. Sonraki dönemlerde gerek Filistin'de gerekse Babil bölgesinde Mişna'ya çeşitli yorum ve şerhler yazılmıştır. Bu yorum ve şerhlerden Filistin ve Babil Gemara'sı meydana gelmiştir.
Gemara: Yahûdilikte rabbilerin Mişna’ya yaptıkları yorumlar için kullanılan bir terimdir. Bunlar Filistin ve Babil’deki yahûdi din bilginlerince çok tartışıldı ve hem Mişna hem de Gemara, 5. yy’dan itibaren Filistin ve Babil Talmudlarına dönüştürüldü.
Gematria: Yahûdilikte rabaylar tarafından, sözcüklerden gizli anlamlar çıkarmak için kullanılan bir yorum metodudur. Buna göre İbrancadaki her harf bir sayısal değere sahiptir ve kelimelerdeki harflerin bu sayısal değerleri hesaplanarak bundan çeşitli yorumlar çıkarılabilir. Bu metot hıristiyan ve müslüman geleneğinde de (Ebced hesabı şeklinde) uygulanmaktadır.
Kabala (Kabbalah, kabbala): “Gelenek”. Yahûdi mistisizminin genel adıdır. Kitab-ı Mukaddes’in gizemli yorumlarına dayalı olan Kabala kültü, muhtemelen Filistin’de başladı; ancak 6. yy.’dan itibaren Babil bölgesinde gelişti. Bu çerçevede iki önemli çalışma meydana getirildi. Bunlardan birisi ulûhiyet boyutlarını veren şiur Komah ya da İlâhî Yüceliğin Ölçüleri, diğeri ise sayı ve harflerin yaratıcı gücünü tartışan Sefer Yesirah ya da Yaratılış Kitabı’dır. Sonraki dönemlerde
848] Osman Cilacı, a.g.e. c. 6, s. 109-110
TEVRÂT
- 121 -
Kabala kültü, batı Avrupa’da yahûdi diasporası arasında yayıldı. 13. yy.da Yudah (Dindar Yudah), Almanya’da Sefer Hasidim’i yazdı. Ayrıca İspanya’da Moses de Leon, daha sonraları yahûdi mistisizminin temel kitabı haline gelen Zohar’ı derledi. Kabala kültüne dayalı sistemi ifâde eden Kabalizmde Tanrıdan En Sof (sınırsız) olarak bahsedilir.
Kabala, yahûdilerin harfçilik ve sayıcılıkla karışık gizemsel evren öğretisidir. Vahdet-i vücut anlayışına benzer tanrısal bir doğalaşmanın içrekliğe önem verenlerce pek üstün sayılan sırlarını kapsar. Sefer Jezirah ve Sefer Hazzohar adlarını taşıyan iki kitaptan oluşan Kabala’nın yazılışı, Ortaçağ boyunca sürmüş ve Ortaçağın sonuna doğru tamamlanmıştır. Kabala’ya göre Tanrı kendisini dışlaştırmış ve evrendeki her şey bu dışlaşmayla oluşmuştur. Bu oluşma, Sefirot (Daireler) adı verilen otuz iki daire aşamasıyla gerçekleşmiştir. Bu dairelerden her biri, Tevrat’ın Tanrıya verdiği adlardan birini alır. İlk on daire, yaratıcı sözdür (kelâmdır). Bundan sonra gelen yirmi iki daire, bu yaratıcı sözü meydana getiren alfabenin yirmi iki harfini karşılar. Her harf aynı zamanda belli bir sayıdır. Tanrısal sır bu harf ve sayılarda gizlenmiştir ki, okumasını bilene açılır. İbrânîce Kabbalah deyimi Kibbel kökünden türetilmiştir ve gelenek (an’ane) anlamındadır.
Tahrif
Bir kelimede harflerin yerini veya bir harfi değiştirme, bozma. Bir ibarenin anlamını değiştirme. İlâhî kitaplar üzerinde herhangi bir kelimenin bile bile değiştirilmesi.
İslâm dinine göre birkaç çeşit tahrif vardır: 1. Bir kelimenin bazı harflerini yanlış telaffuz ederek ona başka mânâ vermek, 2. Bir hadis veya âyete tefsir yoluyla değişik mânâ vermek, 3. Metinler arasında bile bile değişiklik yaparak Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şerif’lerde mevcut olmayan bir kelimeyi metinlere eklemek sûretiyle varmış gibi göstermek.
Dinî bir metnin aslını bozma ve değiştirme anlamına gelen tahrif, İslâm literatüründe genellikle Tevrat ve İncil'in geçirdiği değişiklikler ve aslının bozulmasını ifade için kullanılır. Yapılan araştırmalar Tevrat'ta, Allah'ın kelâmı olarak kabul edilebilecek az sayıda ibare ve bölümün bulunduğunu ortaya koymuştur. İlâhî metin olma niteliğindeki bu az sayıda ibare ve bölüme de haham, kâhin ve Yahudi müfessirleri tarafından söz, hikâye, vaaz ve telkinler ilâve edilmiştir. Bu bakımdan, ilâvelerin ayıklanarak aslî metnin ortaya çıkarılması oldukça zordur.
Hz. Mûsâ, İsrailoğullarından verdiği tâlimatlara uymalarını, Allah'ın emir ve yasaklarını gelecek nesillere öğretmelerini, evde olsun, yolda olsun, her oturuş kalkışta bunlardan söz etmelerini ve Tevrat'a iyi sahip olmalarını istemiş, onlardan söz almıştı. Fakat onlar Hz. Mûsâ'nın samimi nasihatini ciddiye almadıkları gibi, Tevrat'ı muhâfaza ve nesilden nesile intikal ettirmek görevini de yerine getirmemişlerdir. İsrailoğulları tâ başından beri Allah kelâmı olan Tevrat'a daima ilgisiz kalmışlardır. O kadar ki, Hz. Mûsâ'dan yedi yüz yıl sonra Kudüs'teki Süleyman Mâbedi'nin baş râhibi ile dönemin hükümdarı, kendilerine Allah tarafından Tevrat adında bir kitabın verildiğinden nerede ise haberleri bile yoktu.
Tevrat'ın nesilden nesile sağlam bir şekilde intikali konusunda Yahudi din adamlarının en büyük suçu, bu ilâhî kitabı okuma keyfiyetini kendi tekellerine almış olmalarıdır. Bundan dolayıdır ki Tevrat Yahudi halkının bildiği ve okuduğu
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir kitap mâhiyetini alamamış, halk bu Allah Kelâmından kopuk yaşamıştır. Daha sonraları Yahudiler arasında bid'at ve cehalete dayanan uygulamalar ortaya çıkınca, din âlimleri bir yandan bid'at ve cehaletle mücadeleye girişmiş, bir yandan da bozuk inanç ve uygulamalara karşı Tevrat'tan kanıtlar bulmaya çalışmışlardı. Tevrat'tan kesin cevap bulamadıkları hususları da bizzat kendileri Tevrat'a eklemişlerdir.
Yahudi âlim ve hahamları, kesin cevap bulamadıkları noktalarda Tevrat'ı yalnız kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamakla kalmamışlar, uygun gördükleri metinleri ekleyerek bazı yerleri de çıkarmışlardır. Sonuçta bu ilâve ve çıkarmalar gerçek Tevrat'ı tanınmaz hale getirmiştir.
Aynı tür bir tahrif hadisesine diğer ilâhi kitap olan İncil'de de rastlanmaktadır. Hıristiyan râhipleri kendi yorum ve hayal mahsulü düşüncelerini, kendi ictihadları doğrultusunda geliştirdikleri din anlayışlarını Allah'ın kelâmı olan İncil'e ekleyerek bu ilâhî kitabı âdetâ anlaşılamayacak hale getirmişlerdir. Kur'an-ı Kerim, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının ilâhî kitaplar üzerindeki bu çirkin tasarruflarını şöyle açıklıyor: “Ey iman edenler! Biliniz ki, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engellerler...”849 Bu âyetten anlaşıldığı üzere hahamlarla râhipler, mukaddes kitaplardaki âyetleri dünya menfaati karşılığında da değişmişler veya hükmünü kendilerine göre yorumlamışlardır. Bunlar özellikle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğiyle ilgili âyetleri tahrif etmişler, Kitab-ı Mukaddes'in, Hz. İsa'dan sonra Hz. Muhammed'in geleceğini müjdeleyen âyetlerini yok etmeye çalışmışlardır.
Haham ve râhipler bununla da yetinmemiş, ilâhî kitaplara yaptıkları ilâvelerin aslî metin olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece haham ve râhiplerin tarih felsefesi, kelâm, fıkıh, tefsir ve diğer ilim dallarındaki görüş ve yorumları Kitab-ı Mukaddes Külliyâtı içine girerek âdeta Allah kelâmının bir parçası halini almıştır.
Yapılan araştırmalar Ahd-i Atik (Eski Ahit)’in ilk beş kitabının asıl Tevrat olmadığını ortaya koymuştu. Orijinal Tevrat’ın bir nüshası veya bölümü hiç bir yerde yoktur. Bu iddiayı bizzat Tevrat’ın kendisi de doğrulamaktadır. Bugün elde mevcut Tevrat Hz. Mûsâ’nın, ölümüne yakın bir zamanda bu ilâhî kitabı bir sandığa koyarak Hz. Yeşu’ya teslim ettiğini, Bâbil imparatoru Buhtu’n-Nasr’ın Kudüs’ü yakıp yıktığı zaman sandıktaki Tevrat’ın da yanıp kül olduğunu bize bildirmektedir. Bu işgal ve yangından yaklaşık 250 yıl sonra Hz. Üzeyir’in, din bilgini ve hahamların gayreti ve semâvî ilhamla Tevrat’ı yeniden topladığını bizzat İncil rivâyetlerinden öğrenmekteyiz. Bu hâdiseler dışında da çeşitli olaylar, Kitab-ı Mukaddes’in büyük çapta tahrife uğrayarak kaybolmasına sebep olmuştur. Büyük İskender’in fütuhatı sonucunda Yunanlılar diğer kültür eserleriyle birlikte Tevrat’ı da Yunanca’ya çevirmişlerdir. Netice itibariyle Yunan kültürünün tesirinde kalan Yahudiler de Tevrat’ın İbrânice nüshası yerine Yunanca tercümesini kullanmaya başlamışlardır. Bu bakımdan Yunanca tercümelerden bize intikal eden günümüzdeki Tevrat’ın, Hz. Mûsâ’ya vahyedilen Tevrat olduğunu söylemek güçtür. Ancak bütün bunlardan, Tevrat bütünüyle tahrife uğramıştır sonucu çıkarılmamalıdır. Tevrat’ın tamamen tahrif edilmediğini, içinde, Kur’an-ı Kerim’le tezat teşkil etmeyen Hak kelâmı pasajlardan anlamak mümkündür. Nitekim
849] 9/Tevbe, 34
TEVRÂT
- 123 -
Muhammed Hamidullah da, Kitab-ı Mukaddes’in tamamen tahrife uğramadığını, içinde mevcut olan bazı Allah kelâmı cümlelerinden dolayı O’na Kur’an-ı Kerim gibi hürmet gösterilmesi gerektiğini belirtmiştir.850 Ayrıca bugünkü Kitab-ı Mukaddes’de Allah kelâmının yanısıra Yahudi din bilginlerinin tefsir ve tevilleri, İsrailoğullarının tarihi, İsrailli fıkıh bilginlerinin ictihadı vb. yanyana ve içiçedir. Bunlar birbirine öylesine karışmıştır ki, şu Allah kelâmıdır, şu bunun tefsir ve tevilidir diye bir ayrım yapmak çok zor bir iştir. 851
Tevrat’ın dinî hükümleri üzerinde de tahrifler yapılmıştır. Bilindiği üzere Hayberli Yahudiler, zina eden evli bir erkekle evli bir kadın hakkında hüküm vermesi için Hz. Peygamber’e gelmişler, o da suçluların recmedilmeleri gerektiğini, Tevrat852’ın da bunu emrettiğini söylemiştir. Yahudiler ise bunu bildikleri halde o hükmü fakir ve kimsesizlere uyguluyor, aynı suçu işleyen zengin ve mevki sahibi kişileri de kırbaç cezasıyla veya eşeğe ters bindirerek halk arasında dolaştırıyorlardı. Böylece Yahudiler Allah’ın kitabından yüz çevirerek işlerine geleni alıyor, dolayısıyla da şeriatı tahrif ediyorlardı. Hz. Peygamber de hadis-i şeriflerinde Yahudi ve Hıristiyanların “Tefsir etmek sûretiyle kitaplarını tahrif ettiklerini”853, “İsa’dan sonra meliklerin Tevrat’ı değiştirdiklerini”854 “Kitaplarını hem tahrif ettikleri, hem de ilâveler yaptıklarını”855 açıklamıştır.
Kitab-ı Mukaddes'deki tahrif hâdisesinin bir başka delili de, bizzat Tevrat ve İncil'de görülen çelişkilerdir. Tevrat'daki çelişkilerden birkaçını tesbit etmek için856cümlelerini birbirleriyle karşılaştırmak yeterlidir. Aynı şekilde İncil’deki çelişkilerden birkaçını tesbit edebilmek için de857cümleleri karşılaştırmak bir fikir vermek için yeterlidir.
Tevrat’ta Hz. Süleyman’a atfedilen Neşideler Neşidesi bölümü de baştan sona tahriflerle doludur. Bu bölümde bir peygamberin ağzından çıkması mümkün olmayacak sözler vardır. Aynı şekilde yine Hz. Süleyman’a atfedilen Tevrat’ın 1. Krallar ve 2. Krallar bölümünde O’nun, bütün gücünü büyülerden aldığı ifade edilerek, Allah’ın peygamberlerine verdiği mûcizeler gölgelenmek istenmiştir. 858
Tevrât’ın Tahrifi
Bugün elimizde bulunan Tevrat’ın tahrif edildiğine dair deliller pek çoktur. Hz. Mûsâ’nın levhalar şeklinde aldığı ve yahûdilere dikte ettirdiği Tevrat, bugün elimizde bulunan Tevrat’ın aynısı değildir.
Tevrat, Hz. Mûsâ’ya indiği halde, bugün elimizde bulunan Tevrat, Hz. Mûsâ’nın mezarından bahsetmekte, hatta Hz. Mûsa’nın mezarının kaybolduğundan söz etmektedir. Tevrat’ın bu konudaki ifadeleri aynen şöyledir: “Ve
850] Konferanslar, Erzurum 1975, s. 17
851] Mevdudi, Tevhid Mücadelesi, (çev. A. Asrar) İstanbul, 1983, I, 530
852] Tesniye, 22/23-24
853] Dârimî, Mukaddime 56
854] Nesâî, Kudât 12
855] Tirmizî, Tefsir 34/3
856] Tekvin, 1, 27 ile Tekvin, II, 17; Tekvin, XXII, 14 ile Çıkış, Vl, 2-3; 1. Samuel, XVI, 10 ile 1. Tarihler, II, 13-15
857] Yuhanna, IV, 3 ile Matta, XIII, 54-58; Matta, X, 9-10 ile Markos, Vl, 8-10; Luka, 111, 23 ile Matta 1, 16; Luka, 111, 31 ile Matta, 1, 6
858] Osman Cilacı, a.g.e. c. 6, s. 92-94
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Mûsâ orada, Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü. Fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilmez. Ve Mûsâ öldüğü zaman yüz yirmi yaşında idi; gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrâiloğulları Moab ovasında otuz gün Mûsâ’ya ağladılar. Ve Mûsâ için yas ağlama günleri tamam oldu.” 859
Bu ifadelerin sonradan Tevrat’a ilâve edildiği açıktır. Hâlbuki Tevrat’tanmış gibi nakledilmektedir. Tevrat’a bu tür ilâvelerin sonradan sokuşturulduğuna dair bir mâlumat bulunmadığına göre, başka ilâve ya da çıkarmaların bulunmadığından nasıl emin olabiliriz? Bugün elimizde bulunan Tevrat’ın ifade üslûbundan da tahrif edilmiş olduğunu anlıyoruz. Meselâ Tevrat’ın birçok yerinde “Rab, Mûsâ’ya şöyle şöyle yapmasını söyledi” denilmektedir. Belli ki vakaları nakleden üçüncü bir şahıs vardır. Bu nakilleri kimin yaptığı da Tevrat’ta zikredilmemektedir.
Yine Tevrat’ta Allah’ın Âdem’i yaratmaktan dolayı pişmanlık duyduğu anlatılmaktadır.860 Oysa pişmanlık, gelecekte ne vuku bulacağını bilmeyen ya da hevâsına hâkim olamayıp sonradan tasvip etmeyeceği şeyleri yapan hakkında sözkonusu olabilir. Bugün elimizde bulunan Tevrat, Allah’ı bir insan şeklinde nitelemektedir. Meselâ mevcut Tevrat’a göre güya Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya bir ev yapmasını emretmiş ve Allah’ın kendisi de o evde onlarla beraber oturacakmış. Hz. Mûsâ Allah’ın emrettiği şekilde o evi inşâ ettirmiş, Allah da gelip İsrâiloğullarıyla birlikte o evde oturmuş,861 Allah’ı bir insan şeklinde niteleme Tevrat’ın birçok yerinde vardır. Meselâ Âdem kıssasında şöyle denilmektedir: “Ve günün serinliğinde bahçede gezmekte olan Allah’ın sesini işittiler ve adamla karısı Rab Allah’ın yüzünden bahçenin ağaçları arasına gizlendiler. Ve Rab Allah adama seslenip ona dedi: Neredesin? Ve o dedi: Senin sesini bahçede işittim ve korktum, çünkü ben çıplaktım ve gizlendim. Ve dedi: Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Ondan yeme diye sana emrettiğim ağaçtan yedin mi?”862 Burada anlatılanlara göre Allah, Âdem’in yaptıklarından haberdar değildir. Günün serinliğinde bahçede gezinirken(!) olaydan haberdar olmuştur!
Mevcut Tevrat’a göre Hz. Yakup Allah’la güreşmiş ve uzun müddet süren bu güreş sonucunda Allah’ı yenmiştir.863 Tevrat’ın peygamberlere bakışı da sağlıklı bir bakış değildir. Elimizdeki Tevrat’a göre Hz. Lût iki kızıyla zinâ etmiştir.864 Yahûdilerin kutsal saydıkları diğer kitaplarda da peygamberler hakkında bu tür iftirâlar vardır. “İkinci Samuel” isimli kitaplarında Hz. Dâvud’un, bir komutanın karısına âşık olduğu ve bu komutanı savaşa göndererek ölümüne sebep olduğu, öldürülmesinden sonra da karısıyla evlendiği anlatılmaktadır. 865
Tevrat’tan yapmış olduğumuz bu nakiller, bugün elimizde bulunan Tevrat’ın ilâve ve tahriflerle dolu olduğunu açıkça göstermektedir. İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin
859] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye 34/5-8
860] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 6/6-7
861] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış 25 ve devamı
862] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2/8-11
863] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 32/221-32
864] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 19/30-38
865] Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel, 11/2-27
TEVRÂT
- 125 -
dilinden şöyle söyler: “Allah’ımızın sözlerini değiştirdiniz.” 866
“Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp az bir paraya satmak için, ‘bu Allah katındandır’ derler. Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay hallerine onların!” 867
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, bugün elimizde mevcut olan Tevrat ve İncil’i doğrulaması anlamına gelemez. Kaldı ki, bu halleriyle onları doğrulaması bile onların bugün de geçerli oldukları ve onlarla amel edenlerin kurtuluşa erecekleri demek değildir. Çünkü geçmiş kitaplar, dönemlerini doldurmuş ve Kur’an’la yürürlükten kaldırılmışlardır. 868
Bugünkü Tevrat ve İncil’e Uymanın Hükmü
Tevrat ve İncil tahrif edildiklerine göre Kur’ân-ı Kerim’in, yahûdilerin kendi aralarında Tevrat’la hükmetmelerini istemesini nasıl izah edebiliriz? Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra (senin verdiğin hüküm, işlerine gelmeyince) dönüyorlar?”869 Hıristiyanlar hakkında da şöyle buyruluyor: “İncil sahipleri Allah’ın onda indirdiğiyle hükmetsinler. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler fâsıkların ta kendisidir (onlar yoldan çıkmışlardır).”870 Bu ifâdeler, ne Tevrat ve İncil’in tahrif edilmediklerini ve ne de onlarla amel edenlerin ebedî kurtuluşa ereceklerini gösterir.
Âyetleri siyâkı içerisinde değerlendirmemiz gerekir. Bu âyetlerden önceki âyetlerde yahûdilerden samimiyetsiz bazı kimselerin muhâkeme olmak üzere Peygamberimiz’e mürâcaat etme isteğinde olduklarından bahsedilir. Bunlara yine yahûdilerden birtakım telkinlerde bulunanlar vardır: “Muhammed size şöyle derse hükmünü kabul edin, değilse hükmünü kabul etmeyin” diye. Yüce Allah onların samimi olmadıklarını vurguladıktan sonra Peygamberimizi, onları muhâkeme etme konusunda serbest bırakmaktadır: “İstersen aralarında hükmeder, istersen hükmetmezsin. Ama hükmedecek olursan adâletle hükmet” demektedir.
Yukarıya alıntıladığımız âyetlerden şu anlaşılıyor: Yahûdilerle ilgili olanında hüküm konusunda tereddütleri var; istedikleri şekilde hükmedersen kabul edecekler, değilse kabul etmeyecekler. Yahûdi olduklarına göre kendi kitaplarına uysunlar, onunla hükmetsinler. Ama, aslında onlar ona da samimi inanmıyorlar ya!
Görüldüğü gibi âyet özel bir durumu anlatmaktadır. Muhâkeme olmak üzere geldikleri meseleyle ilgili Tevrat’taki hüküm, tahrif edilmemiş hükümlerdendir. Âyet bu özel durumu anlatmakla birlikte, her zaman geçerli olan hukukî bir kaideyi de sözkonusu etmektedir. Şöyle ki: İslâm’ın hâkim olduğu bölgelerde yaşayan yahûdi ve hıristiyanlar, kendi aralarında cereyan eden meselelerde, dilerlerse müslüman mahkemelere mürâcaat eder ve İslâmî hükümlerle muhâkeme
866] Yeremya, 23/36
867] 2/Bakara, 79
868] M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 155-157
869] 5/Mâide, 43
870] 5/Mâide, 47
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olurlar; dilerlerse kendi kitaplarıyla, yani Tevrat ve İncil’le muhâkeme olurlar. Bu, onların tabiî bir hakkıdır. Yalnız bu konuda değil; diğer hususlarda da Kur’an, “insan haklarını” gözetir. Değişik inanç sahiplerine baskı yapmaz. Kendi aralarında inançları uyarınca muhâkeme olmalarına müsâade eder.
Hıristiyanların İncil ile hükmetmelerini bildiren âyet de, aynı şekilde hıristiyanların kendi aralarında İncil ile muhâkeme olmalarına müsâadenin bulunduğunu, bunun, onların tabiî bir hakkı olduğunu bildirmektedir. İslâm, inanç konusunda kimseyi zorlamaz. Zor kullanarak “şu dini terkedip şuna uyacaksın!” demez. Tanıdığı bu inanç hürriyetinin bir gereği olarak da, her din mensubunu, kendi dininin emir ve yasaklarına uymakta serbest bırakır, hatta kendi dinine göre muhâkeme olmak isterse bu konuda ona yardımcı olur. Değilse, inanç hürriyetinin bir anlamı kalmaz.
Eğer bu âyetler, mevcut Tevrat ya da İncil’e uymanın Allah’ın bir emri olduğunu ve onlara uymanın ebedî kurtuluşu sağlayacağını anlatmış olsaydı, Peygamberimiz (s.a.s.) hıristiyan ve yahûdileri İslâm’a dâvet etmezdi. Tevrat ve İncil tahrife uğramamış olsalardı, yine onlara uymak ebedî kurtuluşu sağlamazdı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, senden önce de Rasûller/elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet (mûcize) getiremezdi. Her ecelin kitabı vardır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ummu’l-Kitab O’nun katındadır.” 871
“Her ecelin kitabı vardır.” Yani her dönem için bir şeriat vardır. O dönemde o şeriatın hükümleri geçerlidir ve o dönemde o şeriate uyma zorunluluğu vardır. O dönem geçtikten sonra Allah o şeriatı yürürlükten kaldırır ve başkasını onun yerine yürürlüğe koyar. Peygamberimiz Muhammed’in (s.a.s.) gelişinden sonraki dönem, artık Kur’an’ın dönemidir. Diğer kitaplar ecellerini doldurmuş ve yürürlükten kaldırılmışlardır. Ayrıca, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) peygamber olarak kabul edip onun getirdiklerine uymak, Tevrat’ın da İncil’in de emirlerinin bir gereğidir. Çünkü her iki kitap da Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini haber vermişlerdir.
Tevrat’ın Tesniye bölümünde şöyle denilmektedir: “Onlar için kardeşleri arasında senin gibi peygamber çıkaracağım; ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve onlara emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Ve vâki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek adamdan ben intikam alacağım. O peygamber benim ona emretmediğim hiçbir sözü kendiliğinden söylemeyecektir. Çünkü böyle bir davranışın ne kadar ağır olduğunu o peygamber kesin olarak bilir.”872 Yine aynı bölümde şöyle denilmektedir: “Beni ilâh olmayan şeylerle kıskandırmak ve aslı astarı olmayan şeylere tapmakla öfkelendirmek istediler. Ben de kavimlerinden olmayan câhil bir kavimden çıkarıp göndereceğimle onları öfkelendireceğim.”873 Bu câhil kavim Araplardır. Çünkü o zaman Araplar en bilgisiz, en ibtidâî bir kavimdi. Şeriat ve medeniyet hakkında bilgileri yoktu. Yahûdiler onlara ümmî, yani okuma yazma bilmez câhil kavim ismini vermişlerdi.
Hz. İsa (a.s.) da, Tevrat’ta kendisinin zikredildiğinden bahsederek Tevrat’a inananların kendisine uymaları gerektiğini söylemiştir. Yuhanna İncil’inde şöyle
871] 13/Ra’d, 38-39
872] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 18/18-20
873] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 32/21
TEVRÂT
- 127 -
denilmektedir: “Sanmayın ki Pederin önünde sizi suçlayacak benim; sizi suçlayacak olan, kendisine umudunuzu bağlamış olduğunuz Mûsâ’dır. Eğer siz Mûsâ’ya iman etmiş olsaydınız, bana da iman ederdiniz; çünkü o benim hakkımda yazmıştır. Fakat onun yazdıklarına iman etmezseniz, benim sözlerime nasıl iman edeceksiniz?” 874
Aynı şekilde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de Hz. İsa (a.s.) tarafından müjdelenmiştir. Yuhanna İncilinde Hz. İsa’nın şöyle dediği nakledilmektedir: “Fakat şimdi beni gönderene gidiyorum ve aranızda hiç biriniz bana: Nereye gidiyorsun? diye sormuyor. Bunları size söylediğim için kalbinizi keder kapladı. Bununla beraber size gerçeği söylüyorum: Benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem size yardımcı gelmeyecektir, ama gidersem onu size göndereceğim. O gelince günah, doğruluk ve yargı konusunda dünyayı ikna edecektir.”875 Başka bir yerde de şöyle demektedir: “Beni seviyorsanız emirlerimi yerine getirirsiniz. Ben de Pedere yalvaracağım; o size, ebediyete kadar sizinle kalacak bir yardımcı verecektir.” 876
Görüldüğü gibi gerek Tevrat, gerekse İncil Peygamberimiz Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini haber vermiştir. O halde Hz. Muhammed’i peygamber olarak bilmek ve tebliğ ettiklerine uymak, Tevrat ve İncil’in de âmir hükümleridir. Burada şöyle bir itiraz akla gelebilir: “Siz hem Tevrat ve İncil’in tahrif edildiklerini söylüyorsunuz, hem de mevcut Tevrat ve İncillerden nakiller yaparak birtakım sonuçlara varmak istiyorsunuz. Bu bir çelişki değil midir?” Biz, bu kitapların tahrif edildiklerini söylerken baştan sona tahrif edildiklerini, tamamen uydurma mahsûlü olduklarını söylemiyoruz. Hele bu kitaplarda anlatılanları Kur’an da doğruluyorsa mesele tamamen değişir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de Hz. Muhammed’in geçmiş kitaplarda müjdelendiğini, Ehl-i Kitab’ın, gerçekte Hz. Muhammed’in bir peygamber olduğunu bildiklerini haber vermektedir: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup bile bile gerçeği gizlerler.” 877
O halde Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğine inanmak, Tevrat ve İncil’in de bir emridir. Ancak Ehl-i Kitab’ın, “Muhammed’in bir peygamber olduğunu kabul ediyoruz” deyip Tevrat ve İncillere uymaya devam etmeleri onlar için ebedî kurtuluşu sağlamaz. Bazıları Bakara Sûresindeki: “İman edenlerle yahûdiler, hıristiyanlar ve sabiîler (bunlardan) her kim, Allah’a ve âhiret gününe inanır, sâlih amel işlerse elbette onlara, Rableri katında mükâfat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”878 âyetini delil göstererek yahûdiler Tevrat’la, hıristiyanlar da İncil’le amel ederlerse ebedî kurtuluşu yani cenneti hak edeceklerini söylerler. Derler ki: Âyette üç unsur zikredilmiştir: Allah’a iman, âhirete iman ve bir de sâlih amel. Kim zikredilen bu üç hususu kendinde bir araya getirirse ebedî kurtuluşu hak etmiştir. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’an’dan bir âyet alıp Kur’an’ın o konuyla ilgili diğer âyetlerini hesaba katmadan sonuca varmak doğru değildir. Sağlıklı bir sonuca varabilmek için konuyla ilgili diğer âyetler de hesaba katılmalıdır. Olur ki bir âyette meselenin bazı unsurları zikredilmiş, diğer
874] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 5/45-47
875] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 14/415-16
876] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna İncili, 16/5-8
877] 2/Bakara, 146
878] 2/Bakara, 62
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir âyet veya âyetlerde ise meselenin diğer unsurları zikredilmiştir. Meselâ, “Ey iman edenler; Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır.”879 âyeti, yukarıdaki âyette söz konusu edilen iman unsurlarına yenilerini ilâve etmektedir.
O halde yukarıdaki âyet, konuyla ilgili unsurlardan sadece bazılarını ihtivâ etmektedir. Eğer bu konuda bir sonuca varmak istiyorsak, konuyla ilgili bütün âyetleri, Kur’an’ın bütünlüğü ve sistematiği içerisinde ele almalıyız. Yüce Allah, Ehl-i Kitab’tan bahisle şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirirlerse, mutlaka anlaşmazlık içine düşerler. Onlara karşı Allah sana yeter. O, işitendir, bilendir.”880 Bu âyetten de anlaşıldığı gibi Ehl-i Kitab olsun, başkaları olsun, ebedî kurtuluşa ermeleri için, Kur’an’da anlatılanların tamamına iman etmeleri gerekir. Muhammed (s.a.s.), insanlığın tamamına gönderilmiş bir peygamberdir. İnanılacak şeyler konusunda getirdiklerine iman etmek zorunlu olduğu gibi, diğer hususlarda getirdiği tâlimâtlara da uymak gerekir. Yüce Allah, Ehl-i Kitab’a hitâben şöyle buyurmaktadır: “De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın Rasûlüyüm/elçisiyim. Ondan başka ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî Rasûlüne, Allah’a ve O’nun kelimelerine gönülden iman eden Rasûlüne iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulasınız.” 881
O halde yahûdi ve hıristiyanların nazarî olarak Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmaları onları kurtarmaz; doğru yolda olabilmeleri için ona tâbi olmaları gerekir. Başka bir âyette de şöyle buyrulmaktadır: “Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler. Onlara (Kur’an) okunduğu zaman, ‘ona iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik’ derler. İşte onlara, sabretmelerinden ötürü mükâfatları iki defa verilecektir.”882 Mevcut Ehl-i Kitab’tan kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır; Kur’an’a iman eden ve onun tebliğâtıyla amel edenlerdir.
Görüşlerine delil olarak ileri sürdükleri âyet, yahûdi ve hıristiyanların kendi kitaplarıyla amel ettikleri takdirde kurtuluşa ereceklerini söylemiyor. Tevbe kapısının onlar için de açık olduğunu belirtiyor; Allah’a ve âhiret gününe samimi olarak iman etmeye, sâlih amel işlemeye dâvet ediyor. Böyle davrandıkları takdirde cennete gireceklerini söylüyor. Ancak Allah’a iman, O’nun indirdiği Kur’an’a, gönderdiği peygambere iman etmeyi ve getirdiği tâlimâta göre amel etmeyi de gerektirir.
Muhammed’in (s.a.s.) gelişiyle önceki dinlerin hükmü artık kalkmıştır ve kurtuluş yolu, onun tebliğ ettiği İslâm dinidir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.”883 Âyet, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelişinden sonra kabul edilecek dinin, sadece onun getirdiği tebliğattan oluşan din olduğunu anlatmaktadır. Çünkü âyet, Ehl-i Kitab’ın sapmalarını ve onları Muhammed’e (s.a.s.) inanmaya ve onun peşinden gitmeye
879] 4/Nisâ, 136
880] 2/Bakara, 137
881] 7/A’râf, 158
882] 28/Kasas, 52-54
883] 3/Âl-i İmrân, 85
TEVRÂT
- 129 -
dâveti konu alan Âl-i İmrân sûresinde geçmektedir. Sûrenin başından itibaren bu âyete gelinceye dek sûre tamamen Ehl-i Kitab’ı ilgilendirmektedir. Onların hak yoldan sapmaları anlatılmakta ve Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinin hak olduğu; ona tâbi olmaları gerektiği anlatılmaktadır. Sûrede, bu âyetten önce zikredilen ve konumuz açısından dikkat çeken iki âyet vardır. Bu âyetlerden birincisi: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”884 Âyet, Ehl-i Kitab’a hitap etmekte ve Allah’ın sevgisini kazanabilmelerinin, ancak Muhammed’e (s.a.s.) tâbi olmalarıyla mümkün olacağını anlatmaktadır. Hz. Muhammed’e tâbi olmak, ona inanmanın yanısıra tebliğatının tamamına uymayı da gerektirir.
İkinci âyet ise: “Allah, peygamberlerden söz almıştı: ‘Bakın, size kitap ve hikmeti verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdini üzerinize aldınız mı?’ demişti. ‘Kabul ettik’ dediler. ‘O halde şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım’ dedi.”885 Âyet, peygamberlerin dili üzere Ehl-i Kitab’tan söz alındığını; Muhammed (s.a.s.) geldiğinde ona tâbi olacaklarına ve ona destek olacaklarına dair söz vermiş sayıldıklarını anlatmaktadır. İşte kendilerinden alınan bu söz gereğince onlar, Muhammed (s.a.s.), peygamber olarak gönderildiğinde ona tâbi olmak ve onu desteklemek mecbûriyetindeler. Allah’a teslim olmanın gereği budur. Bu nedenle yukarıdaki âyette sözkonusu edilen ve kabul edilmesi gereken dinin İslâm olduğu söylenirken bununla kast edilen, Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatından oluşan “İslâm dini”dir.
Günümüzde mevcut dinler arasında İslâm dini olarak isimlendirilebilecek tek din vardır ve o da Muhammed (s.a.s.)’in tebliğatının toplamıdır. “Bugün size dininizi ikmâl ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’ı seçip râzı oldum.”886 âyeti bu hususu açıkça ifâde etmektedir. Demek ki Kur’an’ın tebliğatı, daha önceki kitapların tebliğatını tamamlamakta ve daha önceki tebliğatlar İslâm olarak isimlendiriliyorsa da, bundan böyle tamamlanmış şekline İslâm denilecektir. Başka bir ifâdeyle önceki kitaplara kendi dönemlerinde onlara teslim olmak İslâm ise, Kur’an’ın inişinden sonra Kur’an’a teslim olmak İslâm’dır.
A’râf sûresinde de, kurtuluşa erecek Ehl-i Kitab’ın, Muhammed (s.a.s.)’e inanan, emrettiklerini emir, yasak ettiklerini de yasak bilen ve tüm hususlarda ona tâbi olanların olduğu açıkça anlatılmaktadır: “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Rasûle/elçiye, o ümmî peygambere (Muhammed’e) tâbi olurlar. O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten men eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.” 887
Hz. Muhamed (s.a.s.) sadece müşrikleri değil; Ehl-i Kitab’ı da kendisine iman etmeye ve tebliğ ettikleriyle amel etmeye çağırmıştır. Hatta İslâm’a girmez, Muhammed’in (s.a.s.) tebliğatına uymazlarsa kendileriyle yapılacak savaş sonucunda cizye vermek mecbûriyetinde kalırlar: “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a
884] 3/Âl-i İmrân, 31
885] 3/Âl-i İmrân, 81
886] 5/Mâide, 3
887] 7/A’râf, 157
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.” 888
Belli bir dönem için gönderilmiş olan kitaplar, dönemlerinin son bulmasıyla yürürlükten kalkarlar, yani nesholunurlar. Bu anlamda Kur’an, kendinden önceki kitapları neshetmiştir. Kur’an’ın, Tevrat ve İncil’i neshetmesi sözkonusu olmasaydı bile bu kitaplar tahrife uğradıklarından onlarla amel etmek, mahzâ Allah’ın emirleriyle amel etmek anlamına gelmez.
Nesh, Kur’an’ın gönderilmesiyle gündeme gelmiş bir mesele değildir. Önceki şeriatler arasında da nesh sözkonusu olmuştur. Nitekim bazı emirlerin neshi, bugün elimizde bulunan Tevrat ve İncillerde de anlatılmaktadır. Neshin bedâ ile ilgisi yoktur. Allah katında önceden bilinen bir planlamadır.
Kur’an’ın kendinden önceki kitapları doğrulaması, onları neshetmediği anlamına gelmez. Bu kitapların asıllarının İlâhîliğini ve dönemlerinde geçerli olduklarını doğrulamak anlamına gelir. Günümüzde ebedî saâdete ermenin yolu, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e peygamber olarak inanmak ve tebliğatıyla amel etmekten geçer. Ayrıca bu tebliğata uymak, Tevrat ve İncil’e inanmanın da bir gereğidir. Çünkü her peygamber, kendinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiş ve etbâına kendinden sonra gelecek peygambere tâbi olmalarını emretmiştir. 889
Dini, Kutsal Kitabı Tahrif, Sadece Eski Toplumlarla mı Sınırlıdır?
İsrâiloğullarının peygamberlerine Allah tarafından indirilen Tevrat'ı Kur'an tasdik eder. Tevrat'ı bir nur ve öğüt,890 hidâyet kaynağı,891 bir hidâyet ve rahmet892 olarak vasıflandırır. Buna karşılık Kur’an, Tevrat’ın tahrif edildiğini de haber verir. Onlar Kitabı elleriyle yazıp ‘bu Allah katındandır’ diye yalan söylemektedirler.893 Allah’ın kelâmını değiştirmektedirler.894 Kelimeleri konuldukları anlamlardan çıkarmaktadırlar.895 Vahyi gizlemektedirler.896 Vahyi ciddi muhafaza etmeyip unutulmaya terk etmektedirler. 897
İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah'ımızın sözlerini değiştirdiniz.“ 898
Tevrat’ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine
888] 9/Tevbe, 29
889] M. Sait Şimşek, a.g.e. s. 158-169
890] 21/Enbiyâ, 48
891] 17/İsrâ2
892] 28/Kasas, 43
893] 2/Bakara, 79
894] 2/Bakara, 59, 75
895] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A’râf, 162
896] 2/Bakara, 159, 174; 5/Mâide, 15; 6/En’am, 91
897] 5/Mâide, 13-14
898] Yeremya, 23/36
TEVRÂT
- 131 -
dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat’ta Allah’a oğul isnâd edilir.899 Allah’ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir.900 Allah’a yorgunluk isnâd edilir.901 Allah’ın, Hz. Yakub’la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. 902
İftira edilen sadece Allah değildir. Onun peygamberleri de türlü iftiralara uğrar Tevrat’ta: Hz. Âdem, Allah’ın dilinden ilâhlaşmış biri gibi tanıtılarak hem Allah’a hem Âdem’e iftira edilir: “İşte Âdem iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden birisi gibi oldu.“903 Hz. Nuh’a içki içiren kızlarının onunla zina ettikleri ve öz kızlarının bu peygamberden hamile kaldığı söylenir.904 Yine aynı peygambere yapılan bir başka çirkin isnat da torunu Ken’an tarafından sarhoşken tecavüze uğradığıdır.905 Hz. İbrahim de Tevrat’taki iftiralardan payını alır. Bu yüce peygamber, hanımı Sâra’yı kendi elleriyle Firavun’a peşkeş çeken biri olarak gösterilir. 906
Hz. Yakub, Allah’a başkaldıran ve onu azarlayan biri olarak gösterilir.907 Hz. Harun, Tevrat’a göre altın buzağı putunu yapıp buna tapılmasını emreden biridir.908 Hz. Dâvud, Uriya adlı bir komutanının hanımıyla zina eden, ondan gayrı meşru çocuk sahibi olan ve onunla evlenmek için kocası Uriya’ya komplo kurarak öldürten bir zorba olarak takdim edilir.909 Hz. Süleyman, hanımlarından putperest olanların oyununa gelerek puta tapan biri olarak gösterilir.910 Yine aynı peygamberin ağzından şuh ve müstehcen şiirler verilir. 911
İsrâiloğullarının peygamberlerine önce çamur atıp sonra onu kutsal kitaplarına geçirmelerini Kur'an şiddetle yerer. Tevrat'ta yer alan peygamberlerden birçoğu Kur'an'da da yer alır. Ne ki, Kur'an, kendisinde adı geçen hiçbir peygamber hakkında onların peygamberlik şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayacak hiçbir rivâyete yer vermez. Üstelik Tevrat'ta iftiraya uğrayan kimi isimleri de aklar. Bunlardan biri Tevrat'ta puta tapmakla itham edilen Hz. Hârun'dur. Kur'an, olayın doğrusunu vererek, Hz. Hârun'un putçu yahudilere engel olmaya kalktığını, lâkin buna güç yetiremediğini aktarır.912 Tevrat’ta iftira edilip de Kur’an’ın akladığı İsrâiloğulları peygamberlerinden biri de Süleyman peygamberdir. Tahrif edilmiş Tevrat’ ta sırf boy asabiyeti uğruna Hz. Süleyman, küfre düşen ve putperest olan biri olarak lanse edilir.913 Kur’an ise, yahudilerin bu iftirasını “Onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular” diye reddederek Hz. Süleyman’ı “Süleyman kâfir olmadı, lâkin (onu tekfir eden) şeytanlar kâfir oldu” ifadesiyle aklar. 914
899] Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7
900] Tesniye, 4/24
901] Tekvin, 2/2
902] Tekvin, 32/28
903] Tekvin, 3/22-23
904] Tekvin, 19/30-36
905] Tekvin, 9/20-25
906] Tekvin, 12/14-19
907] Sayılar, 11/10-15
908] Çıkış, 32/1-5; 24, 35
909] II. Samuel, 11/2-27
910] Krallar, 11/4
911] Neşideler Neşidesi, 1/1-4
912] 7/A’râf, 150; 20/Tâhâ, 90-94
913] I. Krallar, 11/5, 9
914] 2/Bakara, 102
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ayrıca yaratılış kıssası, Âdem kıssası, Nuh kavmi ve kıssası, Lût kavmi ve kıssası, Kur’an’da, Tevrat’ta geçtiği gibi yalan yanlış değil; doğru ve nübüvvet makamına yakışmayacak isnat ve iftiralardan uzak bir biçimde anlatılır. Burada esas olan, asıl Tevrat’ta doğrusunun anlatıldığından kuşku duymadığımız peygamber kıssalarının niçin tahrif edildiği ve yahudileşen İsrâiloğullarının hayatlarına vâkıf oldukları kendi peygamberlerine böylesine iğrenç isnat ve iftiraları hangi sebeple yaptıklarıdır. Bu sebeplerden biri siyâsî idi: İsrâiloğulları âlimleri, uzun süren sürgün ve işgal yılları sırasında her türlü tecavüz ve ahlâksızlığın revaç bulduğu yahudi toplumunu kendilerine bağlayabilmek için böyle yalanlar uyduruyorlardı. Güya böylelikle zulme ve tecavüze uğramış toplumu teskin ederek millî bir görev icrâ ediyorlar ve toplumu moralize ediyorlardı. İkinci sebep ekonomik idi: İsrâiloğulları âlimleri aslî görevleri olan dini tebliğ etme vazifesini bırakıp işi yatırımcılığa, hatta halktan topladıkları parayla tefeciliğe dökmüşlerdi. Bu kötü alışkanlıklarından millî felâketler sırasında dahi vazgeçmiyorlardı. Bunun için halkın bozulan ahlâkını dine uydurmak yerine; dini tahrif ederek halka uyduruyorlardı. Sonuçta, ahlâksızlık yapan insanlara “bakın bunu yapan sadece siz değilsiniz, falan büyük, filân ulu kişi de böyle yapmış” yollu teselli metotları geliştiriyorlardı.
Bu tür bir tahrif yönteminin farklı bir biçimde günümüz İslâm toplumları arasında da revaçta olduğunu müşâhede ediyoruz. İlkesizliğin pençesinde olan kimi sorumsuz âlimler, ucuz bir popülizmi bayraklaştırıp halka ve yöneticilere şirin görünmek için dinin değişmez değerlerini zorluyorlar. En azından iyiliği yayma ve kötülüğe engel olma noktasında görevlerini tavsatıyorlar. Halkı dine uydurmak yerine; dini halka uyduruyorlar. Câhil yığınların önünde onlara kılavuzluk edecekleri yerde yığınların ardına takılıp sürüden biri haline geliyorlar.
Belki peygamberlerine yahûdileşen İsrâiloğulları gibi doğrudan iftira etmiyorlar, lâkin ne hayatlarıyla, ne davranışlarıyla ve ne de duygu ve düşünceleriyle peygamberi hatırlatan “örnek” olabiliyorlar. Aksine “örneği” unutturuyorlar. Dinin özünü değiştirip peygamberin hâtırasını tahrif ediyorlar. Böylece peygamberlerini mânen “öldürmüş” oluyorlar. Tabii bu da peygamberlere yapılabilecek dolaylı bir hakaret anlamına geliyor. Bir gün birileri çıkıp peygamberlerine ve onun yakınlarına en olmadık iftiraları yapıştırıp, ağza alınmayacak küfür ve ithamlarda bulununca, aynen İsrâiloğulları toplumu gibi “neme lazımcılıkla” sineye çekiyorlar.
Tevrat’ın tahriften korunamamasının temel sebebi, Allah’ın onu korumayı Benî İsrâil âlimlerine vermiş olmasıdır: “Rabbânîler ve ahbâr da Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildikleri için, onu koruyup kolluyorlardı. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun da âyetlerimi basit bir ücret karşılığı satmayın. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir.”915 Ne ki, Allah’ın Tevrat’ı koruma işini kendilerine emanet ettiği İsrâil oğulları âlimleri Allah’tan korkmayıp emanete ihanet ettiler. Görevlerini yerine getirmediler. Allah’ın hükmü ile hükmetmediler. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri ve o hükümlerin içinde yer aldığı vahiy unutuldu.
Mûsâ ümmetinin Tevrat’a yaptığının benzerini Muhammed ümmeti de Kur’an’a yaptı. Onu taşıması ve iki ayaklı Kur’an olması gerekenler Allah’tan değil de, yöneticilerden korktukları için görevlerini ihmal ettiler. Toplum içerisinde hükmedilmek için indirilen âyetler, para karşılığı ölülere okunmaya,
915] 5/Mâide, 44
TEVRÂT
- 133 -
muskalar yazılmaya, anma günlerinde “müsekkin” olarak kullanılmaya başlandı. Ümmet-i Muhammed, ümmet-i Mûsâ gibi yahûdileşme temâyülüne kapılsa da, Kur’an’ın metni, Tevrat gibi tahrif edilemedi. Çünkü bu iki kitap arasında bir fark vardı. Allah Tevrat’ın korunmasını daha önce verdiğimiz âyette görüldüğü üzere İsrâiloğulları âlimlerine tevdi etmişken, Kur’an’ın korunmasını bu ümmetin âlimlerine bırakmayıp bizzat kendisi üstlenmişti: “Elbette Biz, Biz indirdik Zikr’i (Kur’an’ı) ve elbette onu koruyacak olan da Biziz.” 916
Kur’an, Tevrat’ın tahrifini ifade ederken, tahrifin hangi şekillerde yapıldığını farklı kavram ve terimlerle ifade eder:
a- Tahrif yoluyla: Tahrif, “geri dönmek, yolu değiştirmek, yoldan çıkmak, bozmak, eğilmek, ayağı kaymak” anlamlarına gelir. Kur’an’da hepsi de yahudileşenler için kullanılır: “Allah’ın kelâmını kökünden bozup değiştiriyorlar.”917; “Kelimeleri konuldukları mânâdan çıkarıyorlar.” 918
Tahrifin bu çeşidini yahûdiler sık sık yapıyorlardı. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Rasûlullah’a gelip “bizi dinle” diyorlar, hemen arkasından da “dinlemez olasıca” gibi hakaret ifadesini ekleyebiliyorlardı.919 “Bizi gözet, kolla” mânâsına gelen “râinâ” ifadesini, dillerini ayın harfinde kırarak çobanımız anlamında “raînâ”ya çeviriyorlardı.920 “Hıtta” yani, “Ya Rabbi bizi affet” demeleri gerekirken, “buğday” anlamına gelen “hınta” dedikleri de bu örnekler arasındadır.921 Peygamberimiz döneminde Medine yahudileri de bu tahrifi gündelik hayatlarında bile yapıyorlardı. Hz. Âişe’nin şahid olduğu bir olaydan öğreniyoruz ki, onlar Rasûlullah’a verdikleri selâmda dahi tahrifat yaparak “es-selâmu aleyküm” yerine “es-sâmu aleyküm” (kahrol) kelimesini geveliyorlardı. 922
Bazı müslüman âlimlerin kelimeleri ve harfleri değiştirerek yaptıkları tahrife ilginç bir örnek verelim: “De ki, ben de yalnızca sizin gibi bir insanım”923 âyetindeki “innemâ” daki “mâ”ya olumsuz anlam vererek, âyeti “De ki, ben sizler gibi (sıradan) bir insan değilim” gibi tam tersi bir mânâya tahrif etmişlerdir.924 Kur’an-ı Kerim’in, “De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım...”925 âyetini bazı art niyetli kişiler hayret verici bir şekilde yorumlamışlar, tahrife girişmek istemişlerdir. Onlara göre Allah Teâlâ, Peygamberine insanlara, “Ey kullarım“ demesini emretmiştir. Yeni -hâşâ- insanlar Hz. Peygamber'in kulları haline getirilmiştir. Buna tevil değil, açıkça Kur'an'ı tahrif etmek denir. Bu gibilere belki bazı cahiller hayran kalabilirler. Böyle bir tevilin kabulü, Kur'an'ın bütünüyle çelişkili olduğu anlamına gelir. Çünkü Kur'an başından sonuna kadar, yalnızca Allah'a kulluktan söz etmiş, Hz. Muhammed'in Rab değil kul olduğunu özellikle vurgulamıştır.926 İlginç olan da şudur ki, Kur'an'ın anlamında bu açık tahrifi yapanlar, Hz. Peygamber'i
916] 15/Hicr, 9
917] 2/Bakara, 75
918] 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41
919] 4/Nisâ, 46
920] 2/Bakara, 104
921] Buhâri, Tefsir 4; Müslim, Tefsir 54/1
922] Buhâri, Edeb 35; Müslim, Selâm 8, 10-12
923] 18/Kehf, 110
924] Mevdûdi, Tefhîmu’l-Kur’an, I/239
925] 39/Zümer, 53
926] Mevdudi, Tefhîmu’l-Kur’an, V/114
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yüceltme adına bu cinâyeti işliyorlardı.
b- Tebdil yoluyla: Değiştirerek tahrif etmek mânâsına gelen tebdil, Kur’an’da iki yerde geçer: “Onu kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler.”927; “Kelâmı, kendilerine söylenmeyen bir lâfla değiştirdiler.” 928
Bu tip tahrif Kur’an’da görülmez. Ancak aynı tipte tahrif, aynı gerekçelerle hadis külliyatında çok görülür. Açıklama ve şerhlerin sonradan hadisin metnine dâhil edildiğinin sayısız örnekleri vardır. Bu türden rivâyetlere hadis ilminde “müdrec” denir. Bazılarınca tek lafzî mütevâtir olarak anılan “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadisine belki de öncekilerin tefsir olarak düştüğü “müteammiden (kasıtlı olarak)” notunun, sonradan metne eklenmesi bunun en çarpıcı örneğidir.
c- Gizleme yoluyla: İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’ya indirilen kitabın çoğunu gizliyorlardı.929 Kitaptaki delilleri ve hidâyeti gizliyorlardı.930 Kitap ehlinin gizlediği ilâhî bilgilerden birçok şeyi Kur’an açıklıyordu.931 Bile bile gerçeği gizliyorlardı. 932
d- Unutma yoluyla: Kendilerine gönderilen vahiyle hükmetmeyip onu unutulmaya terkediyorlardı. “Uyarıldıkları şeyden bir payı unuttular.” 933
e- Uydurma yoluyla: Uydurdukları yalanları, ya da tefsirleri bir müddet sonra Kitab’ın metnine ilâve ediyorlar, sonraki kuşaklar onu da Kitab’ın metninden zannediyorlardı. Her tahrif, “tahlit”i (karıştırma) beraberinde getiriyordu. Kur’an buna dikkat çeker: “Ey ehl-i kitab, niçin hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?” 934
Aynı tip tahrifi müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas ettiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivâyetleri en güvenilir kitaplarına (tefsirlerine, hadis kitaplarına) aldılar. Selman Rüşti ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların elinde İslâm’a karşı kullanacakları birer koza dönüşecek “Garânik” türü rivâyetlerle doldurdular kitaplarını.
Nâsih-mensûh ile ilgili tuhaf ve Kur’an’dan şüphe uyandıracak rivâyetlerle, tefsir ve te’vil adı altında nice tahrifat içinde Kur’an’a yaklaşımlar söz konusudur.
Müslüman İsrâiloğullarının yahudileşme alâmetleri, ümmet-i Muhammed içerisinde de tezâhür etmiştir. Bunların başında din âlimlerinin Kitab’ı birtakım gerekçelerle keyfî yoruma tâbi tutmaları gelmektedir. Bu eğilimin günümüzdeki temsilcileri, Allah’ın hükmüyle hükmetmemek, faiz, zina, içki, piyango, heykel ve tesettür gibi konularda tam bir yahudileşme temayülü sergilemektedirler. Özellikle Bel’am kılıklı âlim müsveddeleri âyetleri işine geldiği gibi yorumlayarak
927] 2/Bakara, 59
928] 7/A’râf, 162
929] 6/En’am, 91
930] 2/Bakara, 159, 174
931] 5/Mâide, 15
932] 3/Âl-i İmran, 71
933] 5/Mâide, 13
934] 3/Al-i İmran, 71
TEVRÂT
- 135 -
tahrif etmeye çalışmaktadırlar.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?”935 Ümmet-i Muhammed, özellikle nesh konusunda İsrâiloğullarının düştüğü yanlışa düştü. Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir âyet yoktur. Şeriatların maksatlarından biri olan “tedrîcilik” sünnetini göz önüne almayan bir kısım ulemâ, bazı âyetler arasında çelişki olduğunu zannedip bir kısmını bir kısmıyla mensuh addetmişlerdir. Lâkin, Hz. Peygamber’den Kur’an’da metni bulunan hiçbir âyet için “bu âyet mensuhtur” biçiminde sahih bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca, mensuh olduğu üzerinde tüm ümmet âlimlerinin ittifak ettikleri bir tek âyet yoktur.
Sünnetin tahrifi ve İsrâiliyât (hem yahudi ve hıristiyan kaynaklarından ve hem de modern hurâfeler/çağdaş İsrâiliyat) tahrif ve tahripleri insanımızın zihinlerini ve gönüllerini allak bullak etmeye yetmiştir. Çağdaş tahrif akımlarından Bahâilik, Kadıyanilik, Hurufîlik, Ebcedcilik, Cifircilik, Ondokuzculuk, İskender-i Ekber taraftarları, devlet âlimi (kapıkulu ulemâsı) olan Bel’amlar, modernist muharrifler (reformcular) ve daha niceleri sayılabilir. 936
Yahudileşme temâyülü, yahudilerden daha tehlikelidir. Çünkü bu ümmet, yahudileşmek-ten korunabilirse, yahudilerle baş edebilir. Birkaç milyon nüfusla 250 milyonluk Amerika’yı, dolayısıyla dünyayı yöneten yahudilerden daha korkunç olanı, bu ümmetin yahudileşmesidir. Bu ümmet, öncelikle yahudilerle değil; yahudileşmeyle mücadele etmelidir. Bugün, kendi nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü” sonucunda ümmet olarak geldiğimiz vahim nokta ortada. Ümmetin kıyameti, yahudileşme sonucunda koptu. Ümmet coğrafyasının çeşitli bölgelerinden gelen feryatlar, bunun acı habercisi. Her kıyamete bir yeniden diriliş gerek. Eğer nefislerimizde olan “yahudileşme temâyülü”nü frenler, onu “müslümanlaşma temâyülü”ne dönüştürebilirsek, o zaman çölde âvâre kasnakçasına dönüp duran İsrâiloğulları gibi sıkıştığımız şu zaman çölünden “çıkış”a kadir olup, “arz-ı mev’ûd”a değil ama Kur’an’da va’dedilen “nasr-ı mev’ûd”a ulaşabiliriz. 937
Yahudilerden mü’min olanlara, artık nasıl yahudi denmezse, müslümanlardan yahudileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık “yahudi(leşmiş)” bir kimsedir. Kendisiyle münâfık (itikadî anlamda) alâmeti bulunanlar, hadis-i şerifteki ifadeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahudilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahudi olurlar. Yoksa yaratılış ve ırk olarak yahudi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur’an’ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur’an’da ifadesini bulan yahudi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani ırk olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahudilere ait Kur’an’da beyan
935] 2/Bakara, 85
936] M. İslâmoğlu, Yahudileşme Temâyülü, s. 176-253
937] M. İslâmoğlu, a.g.e. s. 13-14
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilen nice olumsuz özellik, bugün “müslümanım” diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahudilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü’minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, ilâhî adaletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah’ta (Allah’ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil’leşmek de mümkündür. Bu tercih, mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyameti seçmektir. Dışımızdaki yahudiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahudidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. “Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın. Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca dalâlette olan kimseler size zarar veremez.”938 Gönüllerdeki yahudiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Ey iman edenler, iman edin!“939 Gâvurlaşmaya, yahudileşmeye, maymunlaşmaya giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip edenlere ne mutlu!
Tefsirlerden İktibaslar
Ey Muhammed! Allah, sana Kur’an’ı kendisinden önce indirilen Tevrat, Zebur, İncil, Mûsâ ve İsa’nın sahifelerinin Allah katından geldiğini doğrulayıcı olmak üzere açık ve nihai delil ile kısım kısım indirdi. Tevrat ve İncil’i ise bir bütün olarak indirmişti. Tevrat ve İncil sonradan tahrif edildikleri için şu anki nüshalarında birçok şirk unsuru içermektedir. Günümüzdeki Tevrat, Buhtu’n-Nasır’ın Yahudileri yenip köle edinmesinden sonra yazılmıştır. İncil ise İsa’nın hayatı ve öğütlerini anlatan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adlı dört kitap ile Pavlos, Petrus, Yuhanna ve Yakub’un Mektupları ve Yuhanna’nın rüyalarından oluşan ve Ahd-i Cedid denilen bir kitapta toplanmıştır.
Tevrat ve İncil, Kur’an’ın indirilmesinden önce insanlar için bir hidayet rehberi idiler. Allah, insanlara doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti verdi ve onlara birçok kitap ve sahifeler indirdi. Allah’ın insanlığa gönderdiği ve hükmü kıyâmete kadar bâkî kalacak kitap, hakkı bâtıldan ayıran Kur’an’dır. Doğrusu Allah’ın apaçık âyetlerini inkâr eden kimseler var ya, onlar için çok şiddetli ve sürekli bir azap vardır. Şüphesiz Allah gâlip ve güçlü olan, her şeyi yenen, hiçbir şeye yenilmeyen, suçlulara lâyık olduğu cezayı verendir.
Elmalılı diyor ki: “Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikati içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek üzere hakikatin gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat’ı ve İncil’i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidâyet içindir.” Böyle buyurmakla İlâhî gözetim ve yönetim altında Rabliğin kanunlarına uygun olarak peygamberliğin tekâmülünü ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğinin ilk defa ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikati tasdik olunmayınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemeyeceğini, bundan
938] 5/Nisâ, 105
939] 4/Nisâ, 136
TEVRÂT
- 137 -
dolayı da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şâhit bulunamayacağını, o zaman da insanların dalâlet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in mûcizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü “O, Furkan’ı da indirdi” kısmı ile nass olarak karara bağlamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in, daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden gerçekleşmiştir:
Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerideki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar bâtıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sâyede bir vahiy haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şehâdet getirdikleri konusunda bir tekâmül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında “Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir.”940 âyetinin delâletince peygamberlerin sonuncusunu tâyin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi’nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.
İkincisi: Kur’an, önceki kitapların iman ve Allah’ın birliğine dâvet eden, adâleti ve ihsânı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer’î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta’dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekânlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur’ân’ın şehâdeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delâletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: “Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Rasûlü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla.”
940] 2/Bakara, 253
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özetle; Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı bâtıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tâyin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle irâdesi ve meşiyyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı bâtıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ’nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir azâba mahkûmdurlar. Hakkı bâtıldan ayırt eden Allah, zillet şâibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah’dır ki, O’nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir. İrâdesine karşı gelenleri, izzetinin hudûduna tecâvüz edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet verse bile bir gün gelir onları tuttukları bâtıl yolda akla hayale gelmez felâketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka bâtıl, bâtıla hak, zulme adâlet, adâlete zulüm, cehle ilim, ilme cehâlet, nûra zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah’ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümit ve tek sığınak olan Allah’ın nimet ve rahmetine ermek için Allah’a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar, rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazâba mahkûm olurlar.
İzzet ise zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır. İntikam “nıkmet” kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek demektir ki, Türkçe’de “öç almak” diye tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah, gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, halîm, ğafûr, raûf ve rahîmdir; küfür ve isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka dönenleri, iman edip kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin, affın ve bağışlamanın hayır ve kemal olması, hak ile bâtılı eşit tutmak, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir kötülüğe sebep olmaması şartına bağlıdır. Hakk’a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı fenalıktan dolayı yüzü kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek olanlara karşı affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olursa da, affa uğradıkça şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha çok haksızlık yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar hakkında iyilik değil, katıksız kötülüktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak ve teşvikçi olmak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve yöneticisi kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm’in izzeti, adâleti ve rahmeti böyle bir zilletten münezzehtir. Bunun için asr-ı saâdette bir Arap şâirinin şu beyti, Rasûlullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu: “Herhangi bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde hayır da yoktur.“ 941
Seyyid Kutub diyor ki: Sûre, Peygamber’in (salât selâm üzerine olsun) mesajını reddeden ehl-i kitaba hitaben başlıyor. Eğer mesele hüccet ve delil ile iknâ olma meselesi olsaydı Peygamberliğin, peygamberlerin, Allah tarafından indirilen kitapların, Allah’tan gelen vahyin ne olduğunu daha iyi bilmeleri gereken
941] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 295-299
TEVRÂT
- 139 -
ehl-i kitab, diğer insanlardan daha önce davranıp kendilerine sunulan gerçeği tasdik edip müslüman olmaları gerekirdi.
Sûre, onların içlerini kemiren ya da kasıtlı olarak müslümanların kalplerine ekmeye çalıştıkları büyük şüphe tohumları hususunda meseleyi kesin çizgilerle ayıran, bu şüphelerin hangi kanallardan ve gizli yollardan kalplere akıtıldığını ortaya çıkaran, gerçek mü'minlerin Allah'ın âyetleri karşısındaki tutumları ile kalplerinde hastalık ve sapıklığa eğilim duyanların tavırlarını belirleyen, müminlerin Rabblerine karşı tutumlarını, O'na sığınışlarını, O'na niyazda bulunuşlarını ve O'nu yüce sıfatlarıyla tanımalarını tasvir eden bir bölümle başlıyor: “O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah’tır.”
Bu apaçık ve berrak Tevhid inancı, müslümanın inancıyla diğer bütün inançlar arasındaki yol ayrımıdır. Bu açıdan bakıldığında ateistlerin ve müşriklerin inançları ile Hakk yoldan sapmış olan yahudi ve hıristiyanların inançları, aralarındaki tüm din ve mezhep ayrılığına rağmen aynı kategoriye girer. Bu da müslümanın hayatı ile yeryüzündeki diğer inanç sahiplerinin hayatı arasındaki ayrılış noktasıdır. İşte burada sözü edilen inanç, hayat düzenini her alanda kontrol altına almakta ve ona yön vermektedir.
“O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip, yöneten Allah’tır.” Ulûhiyette O’nun ortağı yoktur. “Hayy”dır; Mutlak olarak hayatı kendisinden kaynaklanır. O’nun hayatı her çeşit kayıttan uzaktır, sıfatlarında O’nun bir benzeri yoktur. “Kayyum”dur; her canlı ve cansız O’nunla varlığını sürdürebilir, bütün hayata ve tüm varlıklara hâkim olan da O’dur. Bu evrende O’nsuz ne bir varlıktan ne de hayattan söz edilebilir.
İşte bu, düşünce ve inançta yol ayrımıdır; hayat ve ahlâk sisteminde yol ayrımı. Ulûhiyet hakkını yalnız Allah’a veren bir inançla, birçok câhilî düşüncenin kargaşası sonucu ortaya çıkan çok ilâhlılık inancı arasındaki yol ayrımı. O zaman Arap yarımadasında hüküm süren müşriklerin inançlarıyla Allah’a oğul isnad eden yahudi ve hıristiyan inancı arasında veya birden çok ilâhı benimseyen hıristiyan inancı arasında hiçbir fark yoktur.
Kur'ân-ı Kerim yahudilerin “Üzeyr, Allah'ın oğludur“ dediklerini haber veriyor. Nitekim bugün yahudilerin “Kitab-ı Mukaddes“ olarak kabul ettikleri kitap da buna benzer birtakım sapık düşüncelerle doludur. Tekvin bölümü, altıncı babda buna değinilmiştir: “Ve vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmağa başladı ve onların kızları doğduğu zaman, Allah oğulları adam kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtiklerinden kendilerine karılar aldılar. Ve RAB dedi: Ruhum adam ile ebediyen çekişmeyecektir, çünkü o da ettir; bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır. Allah oğulları insan kızlarına vardıkları zaman, o günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim (iri adamlar) vardı; bunlar eski zamandan zorbalar, şöhretli adamlardı.” 942
Mevdûdi diyor ki: Tevrat ve İncil hakkında genel bir yanılgı vardır. Çünkü çoğu kişi Pentateuch’u (Eski Ahid’in ilk beş kitabı) Tevrat, Gospel’i (Yeni Ahid’in ilk dört kitabı) ise İncil olarak kabul eder. Bu yanlış anlama vahyin kendisinden şüpheler uyandırır ve şöyle bir soru akla gelebilir: “Bu kitaplar gerçekten Allah’ın kelâmı mı? Kur’an-ı Kerim gerçekten bunların içindekileri tasdik mi ediyor?”
942] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 6/1-4, s. 5; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aslında Kur’an’ın tasdik ettiği Tevrat, Pentateuch’un kendisi değildir; fakat O’nun içine serpiştirilmiştir. Aynı şekilde İncil de “Dört Gospel” değildir, fakat bu kitaplarda muhtevîdir.
Tevrat, Hz. Mûsâ’ya (a.s.) kırk yıl süren peygamberliği müddetince verilen emir ve öğütlerden oluşur. Taş tabletlere kazınmış olan ve Tur Dağı’nda Mûsâ’ya verilen On Emir de bunların içindedir. Geri kalan emir ve öğütleri ise Hz. Mûsâ (a.s.) kendisi yazdırmıştır. Daha sonra on iki İsrail kabilesinin (sıbt) her birine, rehberlik etmesi için Tevrat’ın bir kopyasını vermiştir. Bir kopyası da dikkatle korunması için Levi’lere verilmiş ve taş tabletlerle birlikte Tabut’ta (On Emir’in muhâfaza edildiği sandık) muhâfaza edilmiştir. Bu Tevrat, Kudüs’ün ilk yakılıp yıkılmasına kadar tam bir kitap olarak kalmıştır. Fakat zamanla İsrâiloğulları bu Kitab’a o denli ilgisiz, anlayışsız ve aldırmaz bir hale geldiler ki, Yoşiya’nın krallığı zamanında Süleyman Tapınağı tamir edilirken, başkâhin Hilkiya O’nu şans eseri buldu; fakat O’nun Tevrat olduğunu anlayamadı. O’nun sadece bir kanun kitabı olduğunu düşündü ve Kitab’ı krallık yazmanına antika bir eser olarak verdi. Bir sonraki, O’nu Kral Yoşiya’ya iletti. Kitap okununca Yoşiya elbiselerini yırttı ve Hilkiya ile diğerlerine Kitab’ın içindekiler hakkında Rabbe danışmalarını emretti.943 Nebukadanazor’un Kudüs’ü yağmalayıp Süleyman Tapınağını yıktığı dönemde, İsrailoğulları’nın durumu işte böyleydi. Bu şekilde uzun yıllardan beri bir köşede unutulmuş Tevrat’ın son kopyalarını da ebediyen kaybetmiş oldular.
İsrâiloğulları, Babil’deki sürgünden ülkeleri Kudüs’e geri dönüp tapınağı tekrar yaptıklarında Ezra, Eski Ahid’i derledi. Ezra, halkının ileri gelen bazı adamlarını topladı ve onların yardımıyla şimdi Kitab-ı Mukaddes’in ilk 17 kitabını oluşturan İsrailoğulları’nın tüm tarihini yazdı. Bunlardan Çıkış (Eski Ahid’in ikinci kitabı Çev.) Leviller (Eski Ahit-3. kitap), Sayılar (Eski Ahit-4. Kitap), Tesniye (Eski Ahit-5. Kitap) Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hayatını anlatır. Ezra ve yardımcılarının bulup vahyin kronolojik düzenini gözönünde bulundurarak uygun yerlere yerleştirdikleri asıl Tevrat âyetlerini de içerir. Asıl Tevrat, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hayat hikâyesi içine serpiştirilmiş bulunan âyetlerden oluşur ve bugün bile onları diğerlerinden ayırıp Mûsâ’nın (a.s.) “Rabbiniz Allah diyor ki,” dediği yerde asıl Tevrat başlar ve hayat hikâyesi yeniden başladığında Tevrat’ın o bölümü biter. Kitab-ı Mukaddes’in yazarı buralara açıklama ve yorum mâhiyetinde bazı şeyler eklemiştir. Sıradan okuyucu işte bu yorumlardan asıl Tevrat’ı ayırdetmede yanılgıya düşer. Bununla birlikte İlâhî Kitaplar’ın mâhiyetini iyi bilenler, bir dereceye kadar bu yorumla, vahyolunan âyetleri ayırdedebilirler.
Kur'an'a göre sadece Pentateuch'un içine serpiştirilen bu bölümleri gerçek Tevrat'tır ve Kur'an sadece bu bölümleri tasdik eder. Bu âyetleri derleyip Kur’an’la karşılaştırarak sınayabiliriz. Orada veya burada ayrıntılarda bazı farklılıklarla karşılaşılabilir; fakat iki kitabın ana öğretilerinde en ufak bir farklılık bile yoktur. Bugün bile bu iki Kitab'ın aynı kaynaktan geldiği açıkça görülebilir. Aynı şekilde, İncil de Hz. İsa'nın (a.s.) hayatının son birkaç yılı boyunca sarfettiği, vahyolunan sözler ve konulardan oluşur.
Bu sözlerin Hz. İsa'nın (a.s.) hayatı esnasında derlenip kaydedildiğinden emin olamayız. Moffat, Kitab-ı Mukaddes tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: “İsa (a.s.) hiçbir şey yazmadı ve bir müddet için havarileri de O'nunla ilgili
943] II Krallar, 22:8-13
TEVRÂT
- 141 -
hiçbir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar. O halde tarihte İsa ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi herhalde yaklaşık M.S. 50 yıllarında yazılı halde mevcut idi.“ Her ne ise, ölümünden yıllar sonra Hz. İsa'nın (a.s.) hikâyeleri dört incil (Gospel) şeklinde derlendiği zaman (Markos'un tertiplendiği zaman, ilki M.S. 65-67 yıllarında düzenlenmiştir), O'nun bazı yazılı veya ezberde kalan sözleri, tarihsel sıralamaya göre uygun yerlere konulmuştur. Yani ilk dört Gospel'in İncil olmadığı, yani Hz. İsa'nın (a.s.) söz ve rivâyetlerinden oluşmadığı, fakat onları içerdiği çok açıktır. Yazarların eserlerinde Hz. İsa'nın (a.s.) sözlerini diğerlerinden ayırmak için tek bir aracımız var: Yazarların “İsa şunu söyledi ve öğretti“ dediği yerlerde İncil başlar ve hikâyeye geri döndüklerinde İncil biter. Kur'an'a göre sadece bu bölümler İncil'dir ve Kur'an sadece bu bölümleri tasdik eder. Eğer bu bölümler derlenir ve Kur'an'la karşılaştırılırsa, ikisi arasında ciddî bir fark görülmez. Eğer bazı ufak farklılıklar varmış gibi görünüyorsa, bunlar da ön yargısız bir düşünce sonucunda ortadan kaldırılabilir. 944
944] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, c. 1, s.207-208
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tevrât ve Yahûdilerle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- TEVRAT
a- Tevrat, Hz. Mûsâ’ya (ve Hz. Hârun’a) Verilmiştir: 2/Bakara, 51, 53, 87; 6/En’âm, 154; 11/Hûd, 110; 17/İsrâ, 2; 21/Enbiyâ, 48; 23/Mü’minûn, 49; 25/Furkan, 35; 28/Kasas, 43-44; 32/Secde, 23; 37/Sâffât, 117-118; 40/Mü’min, 53-54; 41/Fussılet, 45; 46/Ahkaf, 12.
b- Tevrat, Hz. İsa’ya da Öğretilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48, 50; 5/Mâide, 110.
c- Tevrat verilen Millete Rahmettir: 28/Kasas, 43, 46; 46/Ahkaf, 12.
d- Tevrat, Kur’an’dan Önce İnsanlar İçin Hidâyet ve Nurdur: 3/Âl-i İmrân, 3-4; 5/Mâide, 44; 6/En’âm, 154; 17/İsrâ, 2.
e- Tevrat Şeriatı: 5/Mâide, 44-45; 9/Tevbe, 111; 17/İsrâ, 4.
f- Tevrat ile Amel Eden Diğer Peygamberler: 2/Bakara, 87; 19/Meryem, 12.
g- Tevrat, Yahûdilerin Tahrifine Uğramıştır: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmrân, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
B- İSRÂİLOĞULLARININ NANKÖRLÜKLERİ VE İHÂNETLERİ
a- İsrâiloğullarına Verilen Nimetler: 7/A’râf, 160-161, 163, 171; 10 /Yûnus, 93; 17/İsrâ, 6; 20/Tâhâ, 80-81; 44/Duhân, 32-33; 45/Câsiye, 16.
b- İsrâiloğullarına Verilen Nimetlerin Hatırlatılması: 2/Bakara, 40, 48-60, 122, 211.
c- İsrâiloğullarının Nankörlükleri: 2/Bakara, 61; 7/A’râf, 160-162.
d- İsrâiloğulları Allah’a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 83, 93, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A’raf, 164, 169.
e- İsrâiloğulları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmazlar: 5/Mâide, 79.
f- İsrâiloğulları, Mü’minler Aleyhine Müşriklerle Dostluk Kurarlar: 5/Mâide, 80-81.
g- İsrâiloğulları Tevrat’ı Tahrif Ettiler (Bozdular): 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
h- İsrâiloğullarının Birçoğu Hâindir: 5/Mâide, 13, 32.
i- İsrâiloğullarının İçinden Birçok Önderler Çıkmıştır: 32/Secde, 24.
j- İsrâiloğullarının On İki Boya Ayrılmaları: 7/A’râf, 160.
k- İsrâiloğullarının Firavun’un Elinden Kurtulması: 7/A’râf, 136-138, 141; 10/Yûnus, 90; 44/Duhân, 30-31.
C- İSRÂİLOĞULLARININ İMANDAN YÜZ ÇEVİRMELERİ
a- İsrâiloğullarının İmandan Yüz Çevirmeleri: 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A’râf, 148; 45/Câsiye, 16-17.
b- İsrâiloğullarının Hz. Mûsâ'ya İsyanları: 5/Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140.
c- İsrâiloğullarının Buzağıya Tapmaları: 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A’râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97.
d- İsrâiloğulları Peygamberleri Yalanladılar ve Öldürdüler: 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4.
e- İsrâiloğulları Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 5/Mâide, 72, 75, 116-117.
f- İsrâiloğulları, Peygamberimiz’e Haset Ettikleri İçin İman Etmediler: 5/Mâide, 13; 45/Câsiye, 17.
g- İsrâiloğulları, Kesilmesi Emredilen İneği Zoraki Kestiler: 2/Bakara, 67-73.
h- İsrâiloğullarından İman Edenler: 7/A’râf, 159.
i- İsrâiloğullarının Bilginleri, Kur’an’ın Geleceğini Biliyordu: 26/Şuarâ, 196-197.
j- İsrâiloğullarının İhtilâf Ettikleri Konuları Kur’an Açıklar: 27/Neml, 76, 78.
k- İsrâiloğullarını Kur’an’a İman Etmeye Dâvet: 2/Bakara, 41-42.
l- İsrâiloğullarının Dünya Sevgileri: 7/A’râf, 169.
D- İSRÂİLOĞULLARININ CEZALANDIRILMALARI
a- İsrâiloğulları, Hz. Dâvud ve Hz. İsa’nın Diliyle Lânetlenmişlerdir: 5/Mâide, 78.
b- İsrâiloğullarının Üzerine Horluk ve Yoksulluk Vurulmuştur: 2/Bakara, 61; 7/A’râf, 167-168.
c- İsrâiloğullarının Maymuna Çevrilmeleri: 2/Bakara, 65-66; 5/Mâide, 60; 7/A’râf, 166.
d- İsrâiloğullarının Allah’ın Rahmetinden Koğulmaları: 5/Mâide, 12-13.
e- İsrâiloğullarının Domuza Çevrilmeleri: 5/Mâide, 60.
f- İsrâiloğullarının Azaba Uğraması: 2/Bakara, 55, 58-59, 61, 65-66; 4/Nisâ, 47, 153; 5/Mâide,
TEVRÂT
- 143 -
12-13, 20-26; 7/A’râf, 161-166: 17/İsrâ, 4-8.
g- İsrâiloğullarına Tâlût’un Kral Olarak Gönderilmesi ve Câlût’un Hz. Davut Tarafından Öldürül-mesi: 2/Bakara, 247-251.
E- YAHUDİLERİN BAZI ÖZELLİKLERİ
a- Yahudiler Cimridir: 4/Nisâ, 47.
b- Yahudiler, Allah’ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
c- Yahudiler, Yeryüzünde Fesat Çıkarırlar: 5/Mâide, 64.
d- Yahudilerin Misali: 59/Haşr, 15.
e- Yahudiler “Cennet Bizimdir” Derler: 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49.
f- Yahudiler Hayata Düşkündürler: 2/Bakara, 102-103.
g- Yahudiler, Sihir Yoluna Saptılar: 2/Bakara, 102-103.
h- Yahudiler, Hıristiyanlara Düşmandırlar: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/Şûrâ, 14.
i- Yahudiler, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136; 3/Âl-i İmran, 72-73.
j- Cumartesi/Sebt Günü: 2/Bakara, 65; 4/Nisâ, 47; 7/A’râf, 163; 16/Nahl, 124; 55/Rahmân, 29.
k- Yahudiler, Mü’minlere Karşı Çok Zayıftır: Haşr, 14-15.
l- Yahudiler Faiz Yer: 4/Nisâ, 161.
m- Yahudiler, Allah’ı Fakir; Kendilerini Zengin Kabul Ederler: 3/Âl-i İmran, 181.
F- YAHUDİLERİN İMANDAN YÜZ ÇEVİRMELERİ
a- Yahudiler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 3/Âl-i İmran, 112; 6/En’am, 91.
b- Yahudiler, Kendilerinin Allah’ın Oğulları, Dostları Olduklarını Söylerler: 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cum’a, 6-8.
c- Yahudiler, Tekrar Tekrar Dinlerinden Dönerler: 4/Nisâ, 137.
d- Yahudiler, Peygamberlerden İnanmayacakları Şeyler İsterler: 4/Nisâ, 153.
e- Yahudiler, Allah’ı Cimrilikle İtham Ederler: 5/Mâide, 64.
f- Yahudi Münafıklar: 2/Bakara, 76-78.
g- Yahudilerin Peygamberimizi Yalanlamaları: 2/Bakara, 88, 90, 101, 139-140, 146; 4/Nisâ, 54-55; 6/En’am, 20; 7/A’râf, 175-177.
h- Yahudilerin Az Bir Kısmı İman Eder: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 55, 155.
i- Yahudilerin İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide, 69; 7/A’râf, 159.
j- Yahudiler, Cebrâil’e Düşmandırlar: 2/Bakara, 97.
k- Yahudiler, Allah’a Çocuk İsnadında bulundular: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
l- Yahudi ve Hıristiyanların İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140; 3/Âl-i İmran, 73.
m- Yahudiler, Hakikata Yüz Çevirmeyi İş Edinmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 23-24.
n- Yahudiler Tevrat’a Bile Uymazlar: 3/Âl-i İmran, 23-24, 93-94; 5/Mâide, 41-43; 62/Cum’a, 5.
o- Yahudiler, Yahudi Bilginlerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
p- Yahudiler, Kur’an’ı Hasetlerinden ve Mevki Hırslarından Dolayı İnkâr Ettiler: 2/Bakara, 89-91, 101, 4/Nisâ, 54.
G- YAHUDİLERİN NANKÖRLÜKLERİ VE İHANETLERİ
a- Yahudiler, Mü’minlere Eziyetten Başka Zarar Veremezler: 3/Âl-i İmran, 112.
b- Yahudiler, İsyan Etmiş ve Aşırı Gitmişlerdir: 3/Âl-i İmran, 112.
c- Yahudiler, Mü’minlere İnanmazlar: 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43.
d- Yahudiler, Tevrat’ı Tahrif Ettiler: 2/Bakara, 75, 79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 65, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43.
e- Yahudilerin Peygamberimiz’e Selâm Verme Şekli: 58/Mücadele, 8.
f- Yahudiler, Allah’a Verdikleri Sözde Durmadılar: 2/Bakara, 84-86, 93, 100; 4/Nisâ, 154-155.
g- Yahudiler, Peygamberleri Öldürdüler veya Yalanladılar: 2/Bakara, 87; 3/Âl-i İmran, 21-22, 54-55, 112, 181, 183; 4/Nisâ, 155, 157; 5/Mâide, 10.
h- Yahudilerin Dostlukları Yoktur: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80-82; 60/Mümtehine, 13.
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
i- Yahudiler, Yahudi Olmayanın Düşmanıdırlar: 3/Âl-i İmran, 72-73; 4/Nisâ, 160,
j- Yahudiler, Antlaşmalarına Uymazlar: 8/Enfâl, 56-57.
k- Yahudiler, Allah’ın Nurunu Söndürmek İsterler: 9/Tevbe, 32-33.
l- Yahudiler, Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
m- Yahudiler, Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34.
H- YAHUDİLERİN CEZALANDIRILMALARI
a- Yahudilerin Peygamberimiz Tarafından Sürülmeleri: 59/Haşr, 1-6.
b- Yahudiler, “Allah’ın Azabı Bize Dokunmayacak” Derler: 2/Bakara, 80-82; 3/Âl-i İmran, 24-25.
c- Yahudiler, Allah’ın Rahmetinden Koğulmuşlardır: 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156-157.
d- Yahudilerin Zulümlerinden Dolayı Kendilerine Haram Edilen Şeyler: 6/En’am, 146-147; 16/Nahl, 118.
e- Yahudilerin Cezası: 3/Âl-i İmran, 12, 25, 181-182; 4/Nisâ, 55, 161; 5/Mâide, 41; 22/Hacc, 17; 59/Haşr, 15.
f- Yahudilerin üstüne Zillet Damgası Vurulmuştur: 3/Âl-i İmran, 112.
g- Yahudiler, Lânetlenmişlerdir: 4/Nisâ, 47, 52, 155.
h- Yahudiler, Tutuşturdukları Savaşta Mağlup Olurlar: 5/Mâide, 64.
İ- EHL-İ KİTAP KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a- “Ehlu’l-Kitab” Teriminin Geçtiği Âyetler (31 âyet): 2/Bakara, 105, 109; 3/Âl-i İmrân, 64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 199; 4/Nisâ, 123, 153, 159, 171; 5/Mâide, 15, 19, 59, 65, 68, 77; 29/Ankebût, 46; 33/Ahzâb, 26; 57/Hadîd, 29; 59/Haşr, 2, 11; 98/Beyyine, 1, 6.
“Ûtü’l-kitab” Teriminin Geçtiği Âyetler (20 âyet): 2/Bakara, 101, 144, 145; 3/Âl-i İmrân, 19, 20, 23, 100, 186, 187; 4/Nisâ, 44, 47, 51, 131; 5/Mâide, 5, 5, 57; 6/En’âm, 44; 9/Tevbe, 29; 57/Hadîd, 16; 74/Müddessir, 31, 31; 98/Beyyine, 4.
b- Ehl-i Kitabdan Mü’min Olanlar Vardır: 2/Bakara, 121; 3/Âl-i İmrân, 110, 113-115, 199; 13/Ra’d, 36; 28/Kasas, 52-55.
c- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanlar: 2/Bakara, 121; 5/Mâide, 68; 98/Beyyine, 1-6.
d- Ehl-i Kitabdan Kâfir Olanların Dostluğu: 2/Bakara, 105, 109-120; 3/Âl-i İmrân, 100; 4/Nisâ, 44-45; 5/Mâide, 57-59.
e- Ehl-i Kitab, Kur’an’ı ve Peygamberimiz’i Bile Bile İnkâr Ederler: 2/Bakara, 101, 146; 3/Âl-i İmrân, 19, 70, 71, 81, 98-99, 187; 4/Nisâ, 44; 5/Mâide, 19; 6/En’âm, 20, 114; 7/A’râf, 157; 13/Ra’d, 30, 43; 26/Şuarâ, 196; 33/Ahzâb, 7; 48/Feth, 29; 98/Beyyine, 4.
f- Ehl-i Kitab Kendilerine Uyan Mü’minleri Kâfir Yaparlar: 3/Âl-i İmrân, 100-101; 4/Nisâ, 44-45.
g- Ehl-i Kitab Antlaşmalarını Bozar: 9/Tevbe, 1-3.
h- Ehl-i Kitab ile Savaş: 9/Tevbe, 29; 29/Ankebut, 46; 42/Şûrâ, 16.
i- Ehl-i Kitabın Kestiklerinin ve Yemeklerinin Yenmesi: 5/Mâide, 5.
j- Ehl-i Kitab Kadınların Nikâhlanması: 5/Mâide, 5.
k- Enl-i Kitabı İslâm’a Dâvet ve Dâvet Metodu: 4/Nisâ, 47; 5/Mâide, 15-16, 19, 65-66, 68, 77; 29/Ankebut, 46; 57/Hadîd, 28-29; 98/Beyyine, 1-5.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tevrat, Hakkı Demirel, Müjde Y.
2. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
3. Mezmurlar: Zebur, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 2001
4. Kutsal Kitap (Eski ve Yeni Antlaşma), Kitabı Mukaddes Şirketi, Yeni Yaşam Y., İst. 2001
5. Geçmiş ve Gelecek Arasında Tevrat, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
6. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
7. Tevrat, İnciller ve Kur’an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
8. Tevrat, İncil ve Kur’an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız
9. Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
10. Yaratılış (Tekvin), Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
11. Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed (s.a.v.), Abdullah Davud, Nil A.Ş. Y.
12. Kutsal Kitap Değiştirildi mi? Dan Wickwire, Müjde Y.
TEVRÂT
- 145 -
13. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? Ahmed Deedat / Edip Yüksel, İnkılâb Y.
14. Tevrat, Zebûr, İncil ve Kur’ân-ı Kerim’deki Ortak Âyetler, Zakir Barutçu, Müthiş Kitaplar, Üs Y.
15. Tefsirde İsrâiliyat, Abdullah Aydemir, D. İ. B. Y.
16. Hadislere Göre Yahudi ve Hıristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, İnsan Y.
17. Yahudi Tarihi Yahudi Dini, İsrael Shahak, çev. Ahmet Emin Dağ, Anka Y.
18. Yahudi Dâvâsı ve Filistin, Said Şamil, Kitabevi Y.
19. Yahudi, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
20. Yahudiliğin Gerçek Yüzü, Fuad Abdurrahman er-Rıfai, Hak Y.
21. Yahudi Hâkimiyeti, Seyyid Abdurrahman eRıfai, çev. Tarık Akarsu, Ferşat Y.
22. Yahudi ile Savaşımız, Seyyid Kutub, Arslan Y.
23. Yahudileşme Temayülleri, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
24. Yahudi Tarihi ve Siyonist Liderlerin Protokolleri, Vill Durant, İnkılab Y.
25. Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri, Roger Lambel, Ank.
26. Yahudiliği Anlamak, Samuel bin Yahya, İnsan Y.
27. Yahudiliğin Çöküşü, Otto Heller, İnter Y.
28. Yahudilik ve Masonluk, Harun Yahya, Sezgin Neşriyat
29. Yahudilerin Kanlı Böreği, Necip el-Kıylânî, çev. Ali Nar, Aksa Yayım Paz.
30. Yahudinin Tahta Kılıcı, Mustafa Akgün, Şahsi Y.
31. Yahudilik’de Talmud’un Mevkii ve Prensipleri, Zaferü’l İslâm Han, Çev. Mehmet Aydın, İhya Y.
32. Hz. Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
33. Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri, İsmail Hakkı Atçeken, Marifet Y.
34. Tarih Aynasında Yahudiler, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
35. Tarih Boyunca Türkler ve Yahudiler, Hikmet Tanyu, İst.
36. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar, M. Fatih Kesler, T. Diyanet Vakfı Y.
37. Kur’an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T. Diy. V. Y.
38. Kur’an ve Sünnete Göre Yahudilik ve Münafıklık, Mustafa Özçelik, Sabır Y.
39. Kur’an Açısından Yahudi, Afif Abdülfettah Tabbara, terc. M. Aydın
40. İslâm ve Yahudi Mezhepleri, Yaşar Kutluay, Ankara
41. Beynelmilel Yahudi, Henry Ford, Kamer Neşriyat
42. İbrânîler, Şemsettin Günaltay, İst.
43. Kur’an’da Ehl-i Kitab veli Ulutürk, İnsan Y.
44. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
45. Kudüs Müftüsü, Philip Mattar, Akademi Y.
46. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
47. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
48. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
49. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
50. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
51. İsrail, Amerika ve Bomba, Seymour M. Hersh, çev. Belma Aksun, Beyan Y.
52. İsrail, Mitler ve Terör, Roger Garaudy, çev. Cemal Aydın, Pınar Y.
53. İsrail’in Doğuşu, Alan Taylor, çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y.
54. İsrail’in Gizli dosyası: Terörizm, Vincent Monteil, çev. Ergun Göze, Boğaziçi Y.
55. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
56. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
57. Çağdaş Dinler, R. Abdullah el Ferhan, çev. F. Demirci, H. Kemal, Ulus. İslâm’a Çağrı C. Y.
58. Yehova’nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
59. Masonluk ve Kapitalizm, Heyet, Araştırma Y.
60. Şeytanın Dini Masonluk, Heyet, Araştırma Y.
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
61. Tarih Boyunca Masonluk, Jose Maria Ceardenal Rogriguez, Kayıhan Y.
62. Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Y.
63. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
64. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
65. Kur’ân-ı Kerim’de İlâhî Kitaplar, Leyla Demiri (Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enst. Temel İslâm Bilimleri Ana Bilim Dalı, Kelâm Bilim Dalı), İst. 2000)
66. Kitab-ı Mukaddes/Kur’an ve Turizm -Semâvî Dinler ve Turizm İlişkisi, Muzaffer Yılmaz (Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm Ana Bilim Dalı), İst.
67. Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 137-168
68. Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, İzzet Derveze, Yöneliş Y. c. 3, s. 85-140, c. 2, s. 287-297
69. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
70. Din Anlayışımızdaki Temel Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
71. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kitabevi, s. 327-376
72. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y. s. 217-307
73. Kur’an’da Fitne Olgusu ve Modern Fitne Odakları, Salih Asğar, Hanif Y. s. 184-194
74. Kur’an Kıssalarına Giriş, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y. s. 129-154
75. Kur’an’da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 120-128
76. Her Nemruda Bir İbrahim, Zübeyir Yetik, Beyan Y. s. 156-162
77. Fâtiha Tefsiri, Âzad, Bir Y. s. 241-306
78. Fâtiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 60-69
79. Sorularla Fâtiha Suresi, Sabit Durmuş, Ali İçipak, Ölçü/Yenda Y. s. 178-207
80. Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 225-231
81. İsrailoğulları, Adnan Adıgüzel, Haksöz Dergisi, sayı 33, Aralık 93, s. 32-35
TEVHİD (TEK İLÂH)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 31 -
Kavram no 180
İman 32
Bk. Akîde; İman; İslâm; Rab; Allah;
İbâdet; Şirk; Küfür; Put ve Putperestlik
TEVHİD (TEK İLÂH)
• İlâh; Anlam ve Mâhiyeti
• Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
• Tevhid; Hayatın Anlamı
• Tevhidin Yansımaları
• Evrendeki Tevhid
• Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
• Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele
• Tevhidi Bozan Durumlar
• Kur'ân-ı Kerim'de Tek İlâh/Tevhid Kavramı
• Kur’an’da Tevhidle İlgili Önemli Vurgular
• Tevhidin Göstergesi; Kapsadığı Mânâ ve Sonuçları
• Kelime-i Tevhid
• Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız
• Amelde Tevhid
• Muvahhid
“İlâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, rahmândır, rahîmdir.” 151
İlâh; Anlam ve Mâhiyeti
İslâm kültürünün önemli kavramlarından biri de “ilâh”tır. Tevhid inancını ve onun karşıtlarını yeterince bilmek için bu kavramı iyi tanımak gerekir. Tevhid Kelimesinin içinde yer alan bu kavram, iman ile şirk (ortak koşma) arasındaki farkı ortaya koyar.
Sözlük anlamı; kulluk edilen, mâ’bûd haline getirilen, kendisine yönelinen, alışılan, düşkün olunan demektir. Kendisinden türediği ‘elihe’ fiili; yönelmek, düşkün olmak, kulluk yapmak, örtmek-gizlemek, alışmak gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak ilâh; kendisine ibâdet edilen, ma’bûd sayılan şey, her şeyden çok sevilen, ta’zim edilen kutsal varlık anlamında kullanılmaktadır. Tapınılan, kendisine ibâdet edilen, üstün sayılan bütün ma’budların ortak adı ‘ilâh’tır. Türkçede bunu ‘tanrı’ kelimesi ile karşılarız.
İslâmî istılahta ilâh; tapınılan, kendisine ibâdet edilen demektir. İlâh; ibâdet edilmeye yani kudret ve kuvveti önünde huşû ile boyun eğilip kulluk ve itaat edilmeye lâyık, herşeyin O’na muhtaç olduğu bir varlık demektir. İlâh kelimesi
151] 2/Bakara, 163
- 32 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gizlilik ve esrârengizlik mânâlarına da gelir ki, böylece ilâh görülmez ve ulaşılmaz bir varlıktır.
İnsanoğlu, fıtratı gereği, her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. O bazı şeylerden korkar, bazı şeylere gücü yetmez ve başkalarından yardım ister, bazı şeylere sığınır, bazı şeyleri kendinden üstün görür. Bütün ümitlerin bittiği bir yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘ilâh’tan yardım ister. Çevresinde gördüğü hemen bütün olayların kendi gücünün dışında olduğunun farkındadır. Bu olayları bir gücün yaptığına inanır. Bunlara benzer daha birçok sebepten dolayı insan sığınacak bir melce (bir kucak) arar.
Peygamberlerin tebliğ ettiği Allah inancından uzak insanlar, yaratılışlarında ve pratik hayatlarındaki ‘bir ilâha bağlanma’ ihtiyacını başka şekillerde, bâtıl yollarla giderirler. Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı gibi, ‘ilâhsız’ insan da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile; onların içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.
İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. Kur’ân-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor: Birtakım insanlar kendi görüşlerini, kendi isteklerini, kendi emirlerini en üstün ve doğru görürler. Bir dinin emrine uymayı bırakın, toplumda geçerli olan hiç bir kural onları bağlamaz. Bu tip insanlar, bir çeşit ‘kendi keyiflerine’ uyarlar. Kendi arzularından (hevâlarından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. İşte bu tür insanlar için Kur’ân-ı Kerim; “Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın?”152 demektedir.
İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu kimine göre ateş, kimine göre Güneş, bazılarına göre gökler, bazılarına göre yıldızlar, bazı kimselere göre madde, bazısına göre ataların rûhu, kimilerine göre tabiat (doğa), bazılarına göre devlet erki, bazısına göre de iyilik ve kötülük tanrılarıdır.
Hatta bazı insanlar ve toplumlar, başlarındaki yöneticileri, kralları ilâh veya yarı tanrı saymışlardır. Nitekim Firavun, elinin altındakilere “Ben sizin en büyük Rabbinizım/ilâhınızım” diyordu.153 Japon kralları tanrı sayılan Güneşin oğlu, Çin kralları tanrının oğlu, bir çeşit Budist dini olan Lamaların büyüğü Dalay Lama yarıtanrı sayılıyor(du).
Birçok ülkede diktatörler, tanrı gibi algılanmış, karşı konulmaz üstün güce sahip, her dedikleri yapılması gereken, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta birçok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.
Tarihte, Tevhid Dininden uzaklaşmış bütün toplumlarda farklı ilâh düşünceleri gelişmiştir. Kimileri inandıkları ilâhları adına putlar ve mâbetler yapıp, o putlara tapınmışlardır. Bu putların taştan, tunçtan veya ahşaptan yapılmasının fazla bir önemi yoktur. İnsanlar, ilâhları adına kendi elleriyle heykeller yapıp, sonra da buna, ilâhımız veya bizi ilâhımıza götürecek aracımız diyorlar ve o heykellere
152] 25/ Furkan, 43
153] 79/Nâziât, 24
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 33 -
ilâh diye tapınıyorlardı. “Beşerin böyle dalâleti var / Putunu kendi yapar kendi tapar.”
Kur’ân-ı Kerim’e göre, yer, gök ve ikisinde olan her şey bir olan Allah’ındır. Yoktan var eden yalnızca O’dur. Bütün nimetler O’nun elindedir. Sonsuz güç ve kuvvet yalnızca O’nundur. Bütün işler yani kader O’nun elindedir. Yerde ve gökte olan her şey isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğerler. Her şey O’nu tesbih eder (O’na ibâdet eder, O’nu zikreder). Yerde ve gökte yalnızca O’nun hükmü geçer. O’nun bir benzeri ve eşi yoktur. Hiç bir şey O’nun dengi olamaz. O’nun Rabliğinin, ilâhlığının, hükmünün ve yaratıcılığının ortağı ve yardımcısı yoktur. O hiç bir şeye muhtaç değildir.
Mutlak anlamda yardım edici O’dur, mutlak anlamda ceza verici yine O’dur. Bu anlamda O, mutlak ve tek ‘ilâh’tır; O’ndan başka ilâh yoktur. İnsanların ilâh diye düşündükleri şeylerin ötesinde bir ilâhtır O. İslâm, bu sıfatları taşıyan Rabbe, “Allah” der. Bu isim, ilâh kavramından farklıdır. Benzeri, eşi, ortağı, çoğulu, olmayan bir Allah kavramı. Bu, kâinatın sahibi, mutlak yaratıcı ve azamet sahibi ‘ilâh’ın özel adıdır.
İnsanlar birçok ilâhlar düşünmüşlerdir, düşünebilirler de; ama ‘Allah’ bir tanedir ve O’nun hakkında başka türlü düşünmek de mümkün değildir. Allah, hem ilâhlık (ulûhiyet), hem Rablik (rubûbiyet), hem hâkimlik (hâkimiyet), hem de meliklik (mülûkiyet) sıfatlarına, işlevine sahiptir.
“İlâh”ın Kur’an’daki İki Mânâsı: Kur’an’da ‘ilâh’ kavramı, daha çok şu iki anlamda kullanılmıştır: Birincisi, hak olsun bâtıl olsun, bütün insanların kendisine ibâdet ettikleri ma’bud; İkincisi, gerçek ibâdete lâyık olan, âlemlerin Rabbi olan Allah.
İlâh Düşüncesi: Tevhid, insanlığın ilk dini; ilk insan da bir tevhid peygamberi idi. Hz. Âdem’den çok sonraları insanlar ilk defa Tevhid inancının dışına çıktılar ve yaptıkları heykelleri ilâh haline getirip onlara tapındılar. Daha sonradan gelen birçok kavmin arasında ve günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu bâtıl inanış devam etmektedir.
Kişinin inandığı ilâh, onun ihtiyaçlarını gören, duâlarına karşılık veren, sıkıştığı zaman imdadına koşan ve her bakımdan üstün (müteâl) olmalıdır. Bu ilâh insanın sahip olmadığı birçok özelliği taşımalıdır. Aynı zamanda ulaşılamayacak yüce bir makam olmalıdır ulûhiyet/ilâhlık. Kimileri bu ilâhlarını hayal etmişler, kimileri de onları somut bir şekilde, put halinde cisimleştirmişlerdir. Birçoğu da insana ait birtakım özellikleri onlara vermişler, tanrılarını insan gibi veya bazı insanları tanrı gibi düşünmüşlerdir.
Eski Yunan ilâhları/tanrıları, insanlar gibi kavga ediyorlar, birbirlerinin hanımlarına göz koyuyorlardı. Eski İran dini Mazdeizm’in iki tanrısı vardı ve sürekli kavga ederlerdi. Birisinin kötülükleri, diğerinin iyilikleri yarattığına inanılırdı. Eski Azteklerin ilâhı zâlim bir savaşçıydı. Bazıları birtakım hayvanları, kimi insanlar zamanı, bazıları da ruhları kutsal sayıp, onlara bir ilâh gibi saygı göstermişlerdir.
Geçmişte bu tür acâyip ve sapık ilâh inançları çoktu. İslâm bu tür bütün ilâh düşüncelerini kaldırmış ve insanlar hakkında hak olan Allah inancını getirmiştir. Çünkü bu inanç, insanların kendi kafalarından ve eksik görüşlerinden değil,
- 34 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bizzat insanların Rabbi Allah’tan gelmiştir. Böylece, Tevhid dinine inanan insanlar ‘ilâh’ konusundaki düşüncelerini ve inançlarını düzeltebilmişlerdir. Ancak buna rağmen tarihte olduğu gibi günümüzde de aklını kullanmayan, Kur’an’a kulak vermeyen insanlar, hâlâ yanlış ilâh inancını sürdürmektedirler.
Allah’a ait bir sıfatı veya sıfatları bir başka varlığa veren, onu ilâh gibi düşünmüş olur. Dinimizde bunun adı “şirk”tir. Allah’ın yaratma, öldürme, diriltme, affetme, azâb etme, yoktan var etme, kutsal olma, nimet verme, hüküm koyma gibi sıfatları, başka şeylerde, başka varlıklarda var sayılırsa, onlar “ilâh” haline getiriliyor demektir. Bu bağlamda bir kimse; bir kişinin, bir kurumun veya bir başka şeyin, ‘tıpkı tanrı gibi” diye düşünmesi, onu ilâh saymasıdır. İlâh diye düşünülen şey; üstündür, (müteâldir), en çok sevilendir, ondan daha büyük bir şey yoktur.
Günümüzde bu tür ilâh fikrini çokça görmek mümkündür. Üzülerek söylemek gerekirse, bilimin bu kadar ilerlemesine rağmen insanlar hâlâ, geçmişteki câhiller gibi sapık ilâh inancını terketmemişlerdir. Bugün nice insan, atalarının ruhunu, devlet yöneticilerini, kahramanları, devlet örgütlerini, uluslararası kuruluşları tıpkı ilâh gibi görmektedir. “Bu sahte tanrların gücü çok büyüktür ve bunlara asla karşı gelinemez” diye inanılmaktadır.
Gazetelerin sayfalarında görülen ‘futbol ilâhı’, ‘müziğin ilâhı’, ‘sanat tanrısı’, ‘seks tanrıçası’, ‘ey falanca şarkıcı sana kul olayım’, ‘ey sevgili sana tapıyorum’ gibi ifadeler işte bu yanlış ilâh fikrinin görüntüleridir. Yine bazı şarkılarda geçen, sevgiliyi putlaştıran sözler de bunun gibidir. Bazıları bir sporcuyu, bazıları da bir müzik veya film yıldızını kendisi için en üstün örnek sayar, onun peşinden gider, onu taparcasına sever, ondan başka üstün ve kutsal bir şey düşünmez. İşte bu yanlış fikir onu sapık ilâh fikrine sürükler.
Rejimlerin, devlet adamlarının, diktatörlerin, tek partilerin, kahramanlaştırılan bazı ölülerin koydukları ilkeler ve kanunlar, yaptıkları işler ve uygulamaları hakkında, “karşı gelinemez, değiştirilemez, itaat edilmesi zorunlu ilkelerdir” düşüncesi, onları ilâh saymanın çağdaş görüntüleridir. İnsanlar bu gibi otorite sahiplerinde olağanüstü bir güç var sanmaktalar, dolayısıyla onlarda ilâhlık sıfatları görmekteler.
Bazılarının, “birtakım kişilerin veya grupların fikirleri, ilkeleri, kanunları en üstündür, onların üzerinde güç ve otorite yoktur” şeklindeki inançları, onların dinleridir. Aynı konuda âlemlerin Rabbi Allah’ın insanlar için indirdiği hükümlere aldırmamak, onları reddetmek, ya da onların yerine kişilerin ve kurumların hükmünü kabul etmek; onları ilâh haline getirmenin göstergesidir.
Câhiliye döneminde cömertliğiyle meşhur Hâtem Tâî’nin oğlu Adiyy bir gün boynunda altından bir haç asılı olduğu halde Peygamberimizi ziyarete geldi. Kendisine Adiyy b. Hatem’in geldiği haber verildi. Rasûlullah (s.a.s.) o sırada 9/Tevbe sûresi 31. âyeti okuyordu. Adiy b. Hâtem, orada söylenenleri duyunca şöyle dedi: “Ben yahûdileri ve hıristiyanları tanırım, onlar hahamlarına ve papazlarına ibâdet etmiyorlar ki...” Bunun üzerine Ekrem Rasûl şöyle buyurdu: “Evet, onlar (onların önünde secde ederek) ibâdet etmiyorlar, fakat onlar halka bir şeyi helâl veya haram kılıyorlar, halk da din adamlarının bu hükümlerini kabul edip uyuyorlar. İşte onları ilâhlaştırıp rab haline getirmenin mânâsı budur.” Sonra Peygamberimiz onu İslâm’a
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 35 -
dâvet etti, o da müslüman oldu. 154
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek veya kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir dalâlete/sapıklığa düşmüş olur.”155 Diyelim ki, herhangi bir konuda Allah’ın koyduğu bir ölçü veya bir hüküm var. Buna karşın aynı konuda bir kişinin, siyasî bir otoritenin, devletin veya başka bir gücün tam aykırı bir görüşü veya ölçüsü bulunmaktadır. Bir insan Allah’ın hükmüne rağmen onları benimser, inanır veya peşinden giderse; işte o kabul ettiği hükmü veya ölçüyü koyan kaynağı ilâh haline getirmiş demektir.
Örneğin, Allah (c.c.), Kur’an’da içki içmeyi yasaklıyor, fâiz alıp vermeyi haram sayıyor, kadınlara örtünmeyi emrediyor, ama birtakım yöneticiler veya yetki sahipleri, içki içmeyi normal görüyor, “fâizsiz ekonomi olmaz” diyor, ya da birileri kadınların örtünmesini çağdaş kıyafet değil diye yasaklıyor. Bazıları, “Allah’ın ölçülerinin bir hükmü yoktur, bu zamanda uygulamak zordur, ama yöneticilerin koyduğu hüküm daha doğrudur, zamana daha uygundur, biz onlara inanırız”, derse, işte bu inanç başkalarını ilâh haline getirmedir.
Kim herhangi bir şeyi Allah sevgisinden fazla severse, bir şeye Allah’tan fazla saygı gösterir veya ondan bu denli korkarsa veya Allah’ın dışında herhangi bir şeye veya insana tapınırsa, ya da Allah’ın hükmüne aykırı olarak başkalarının ilkelerini daha üstün sayarsa, işte o insan, bütün bunları ilâh haline getiriyor demektir.
Farklı ilâhlara inananlar bu inançlarını zaman zaman ortaya koyuyorlar. ‘Falanca devletin, falanca uluslararası kuruluşun veya falanca adamın ilkeleri her şeyin üstündedir’ diyen kimse, Allah’ı değil onları ilâh tanıyor demektir.
İslâm’ın ezelî, ebedî, değişmeyen ve evrensel ilkesi şudur: “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlüllah (Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir).” 156
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapınma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.”157; “İnsanlar içinde Allah’tan başkasını O’na denk sayanlar var. Ki onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri daha büyüktür. Allah’a eş koşarak kendi kendilerine zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kudretin ve gücün gerçekten Allah’ta olduğunu gözleri ile görür gibi bir bilselerdi.” 158
İlâhlık ve otorite birbirini gerektirir. İlâh denildiğinde, aklımıza, hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen ve kayıtsız şartsız hâkimiyet sahibi Allah (c.c.) gelmelidir. İnsanın fıtratında kendinden üstün bir varlığa yalvarma ve tapınma ihtiyacı yatar. Her insan bir şeye tapar. İnsanlar fıtrattan gelen ilâh edinme ihtiyacını sadece Allah’a yöneltmezse, başka ilâhlara tapmış olurlar ki, bu da insanı küfre sokar. Kur’ân-ı Kerim’de öncelikle ve her şeyden önemli ve yoğun olarak Allah’ın ilâhlığı üzerinde durulur. Tek ilâh Allah’tır, yani kendinden başka kulluk edilecek, tapınılacak, yönelinecek başka bir ilâh yoktur. Cahiliye
154] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 10, hadis no: 3292
155] 33/Ahzâb, 36
156] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 295-299
157] 28/Kasas, 88
158] 2/Bakara, 165
- 36 -
KUR’AN KAVRAMLARI
döneminde, gerek Mekke müşrikleri gerek yahudi ve hristiyanlar Allah’a inanıyorlardı; fakat Allah’ın ilâhlık vasıflarını başkalarına da vererek, Allah’a karşı en büyük yalan olan şirke düşmüşlerdi.
İlâh tektir ve O da Allah’tır. Allah; her şeyi yaratan, insanları bir gün bir araya toplayacak olan, öldüren ve dirilten, kendisine güvenilen, yalvarılan, sığınılan, kendisi için zaman ve mekan sınırı olmayan ve varlıkların eksikliklerinden bütünüyle uzak olandır. O halde bütün bunlara gücü yeten “ilâh” tır ve O da bir tanedir. Birden fazla ilâh olması mümkün değildir. Allah bu konuda şöyle buyuruyor: “Allah hiç evlât edinmemiştir. O’na ortak hiç bir ilâh da yoktur. (Öyle olsaydı) bu takdirde her ilâh kendi yarattığıyla gider ve elbette kimi kimine üstün çıkıp büyüklenirdi. Allah Onların (müşriklerin) bütün isnatlarından münezzehtir.”159 Yani, her ilâh başka bir şey dilerdi. Her ilâh diğerinden farklı bir şey yapmak, bağımsız olduğunu ve egemenliğini göstermek isterdi. Bunun sonucunda da bütün kâinat yerle bir olurdu. Hâlbuki kâinatta muazzam bir düzen vardır. Öyleyse kâinata hükmeden ilâh tekdir ki, O da Allah’tır. Bütün evren, içindeki varlıklarla birlikte, gücü her şeye yeten, bilgisi her şeye ulaşan bir İlâh’ın kontrolündedir. Müslümanlar, bu İlâh’a yönelirler, O’na duâ ederler. Korkuları bu İlâh’tandır, güvenleri de bu İlâh’adır. Bu İlâh’a her şeyiyle bağlıdırlar, O’nu her şeyden çok severler. Elbette bu İlâh, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Lâ ilâhe illâllah kelimesinde belirtildiği gibi Allah’tan başka ilâh yoktur.
İlâhlık vasıflarının en önemlisi, Allah’ın hayatımız için kanun koyan, nizam ve hukuk belirleyen olmasıdır. Eğer kanun koyma, insanlar için hukuk belirleme Allah’tan başkalarına verilirse, bu onlara ilâhlık vasıflarını da vermek olur ki, bu da şirktir. Bu mânâda kanun koyucu olarak ilâhlık taslayan tâğutlar tarih boyunca çıkmıştır ve çıkacaktır. Günümüzde ve tarihte en çok görülen şirk çeşidi bunlara kulluk şeklinde olandır. “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta küfredip inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde tâğûtun önünde muhâkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”160; “Kim tâğûtu reddedip Allah’a iman ederse, muhakkak ki, kopması mümkün olmayan sapasağlam kulpa yapışmış olur.” 161
Kur’ân-ı Kerim bize bütün peygamberlerin tevhid akîdesiyle gönderildiğini bildirir: “(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; Benden başka ilâh yoktur, Bana ibâdet/kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”162; “Andolsun ki Biz, ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğuttan sakının’ diye (emretmeleri için) her ümmete/topluma, bir peygamber gönderdik.” 163
Tevhid; Anlam ve Mâhiyeti
Türkçede ‘birlemek’ şeklinde ifade edilen ‘tevhid’, Arapça ‘vahd’ kökünden türemiş bir mastardır. ‘Tevhid’ sözlükte, bir şeyin ‘bir’ olduğuna hükmetmek, onu ’bir’ olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir. Kavram olarak ‘tevhid’, mutlak anlamda Allah’ın bir
159] 23/Mü’minûn, 95
160] 4/Nisâ, 60
161] 2/Bakara, 256
162] 21/Enbiyâ, 25
163] 16/Nahl, 36
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 37 -
olduğunu bilmeyi, O’ndan başka ilâh bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder.
‘Tevhid’ en geniş anlamıyla ‘bir’ Allah inancının, insanların düşündüğü bütün ilâh düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek Yaratıcı, tek Rab tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. ‘Tevhid’ aynı zamanda âlemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından insanlara gönderilen İlâhî dinin adıdır. İnsanlar ya Tevhid Dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi hevâ ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa; ‘Tevhid’ de Allah’ın vahy yoluyla tüm peygamberlere gönderdiği dini tanımlar.
‘Tevhid’ hem inanç açısından Allah’ı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ‘bir’lemek, hem de ibâdeti yalnızca Allah’a mahsus kılmaktır. Allah’ın birliğini ifade eden ‘tevhid’ kavramı Kur’an’da geçmemektedir. Allah’ın birliği Kur’an’da, ‘Vâhid’, ‘Ehad’ gibi sıfatlarla ve başka tarzla açıklanmaktadır.
Allah’ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme Akaid denilir. Tevhid ilmi, Akaid ilminin diğer adıdır. Çünkü Tevhid ilmi, ağırlıklı olarak Allah’tan ve O’nun insanlara gönderdiği inanç esaslarından bahseder.
Edebiyatta ‘tevhid’; Allah’ın birliğinden ve yüceliğinden bahseden, bunlardan söz eden, konusu bu gibi şeyler olan şiir çeşitlerine denir.
Tevhid’in Amacı: ‘Tevhid’den maksat, Allah’ı birlemek, O’nu bir olarak kabul etmektir. Buradaki ‘bir’den amaç sayı yönünden bir olması değil, O’nun hiç bir şekilde ortağının, benzerinin ve eşinin olmaması, ezelî ve ebedî sıfatları yönünden hiç bir şeye benzememesi, Kur’an’ın ifadesiyle ‘hiç bir şekilde denginin bulunmaması’dır. Benzer cinsler arasında herhangi bir şeye ‘bir’ denilir, ama onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir. Allah’ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.
‘Tevhid’, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanan mü’minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid ehline, yani şehâdet getirip mü’min olanlara muvahhid/Allah’ı tevhid eden denilir. Muvahhidler, Tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını sürdürürler. Tevhid ehli, yalnızca ‘Allah vardır’ demekle kalmaz. Bunu demekle beraber, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici, O’ndan başka hüküm koyucu, O’ndan başka rab olmadığına da inanırlar. İşte bu, Tevhid Dininin özüdür.
Tevhid’in Kapsamı: Bilindiği gibi Tevhid veya ‘İslâm Dini’, Tevhid Kelimesi veya Şehâdet Kelimesi ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu cümlelerden birini inanarak söylerse mü’min olur. Şehâdet ve tevhid cümleleri, İslâm’ın bütün iman ve ibâdet ilkelerini içerisine almaktadır. Mu’min, bu iki cümleden birini söylediği zaman, bütün benliği ile Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in getirdiği dinin hak din olduğuna tanıklık (şâhitlik) eder. Her iki cümle de ayrı ayrı İslâm’ın ve buna inanmayı ifade etmenin özetidir. Unutmamak gerekir ki, İslâm yalnızca bu cümleleri ‘dil’ ile tekrar etmek değildir. Bunlar İslâm’a giriş ve İslâm’a girdikten sonra İslâm’a ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü’min, bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini ortaya koymuş olur.
- 38 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’min, niçin Tevhid Kelimesini söylediğinin farkındadır. Bu sözün yalnızca iki gerçeği haber veren bir şey olmadığını bilir. Bu sözü söylerken neyi kabul ettiğini, neyi reddettiğini anlar. Bütün kalbiyle inanır, bunu diliyle ilan eder ve inandığı şeyin gereğini yapar. Tevhid veya Şehâdet Kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce “lâ ilâhe/ilâh yoktur”, sonra da “illâllah/ancak Allah vardır”, yaygın söyleyişle “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur” denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilâhları/tanrıları, ilâh/tanrı düşüncelerini, ilâha/tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce ‘nefy, yani reddetme’, sonra da ‘tasdik, yani kabul etme’ söz konusudur. İslâm açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslâm’ın üzerinde durduğu en önemli mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar. ‘Tevhid’ yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır.
Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konu da budur. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terk ederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete katılmadır, hem de dünya ve âhiret kurtuluşudur. İslâm’ın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı girmiş ‘muvahhidler’ tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi ‘Tevhid’ ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür iradesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı seçimin, yani seçtiği hayat tarzının sonucuna da kendisi katlanacaktır.
Tevhid veya Şehâdet kelimesinin ikinci kısmı, Hz. Muhammed’in Allah’ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul ve ilân etmektir. Bunun anlamı da yalnızca ‘O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir’ demek değildir elbette. O’nu Allah’ın son rasûlü tanıdıktan sonra, O’nunla gönderilenleri, O’nun tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir. Aynı zamanda O’nun anlatıp gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği İlâhî şeriati hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir. Rabbimiz (c.c.) hükümlerini ve kullarından istediklerini Rasûlleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Tevhid veya Şehâdet Kelimesini söyleyenler, Allah’ın hükümlerini kabul edenler ve onları hayatlarına uygulamaya karar verenlerdir.
Tevhid Kelimesi İslâm’ın giriş kapısıdır desek yanlış olmaz. Ancak bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.
Tevhid’in Kısımları: Yukarıda geçen tanıma göre Tevhid üç kısımda anlaşılmaktadır:
1- Zat’ta tevhid: Allah’ın (c.c.) zâtı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh/uzak olması demektir. Allah (c.c.) aynı zamanda insanların bildiği cinsten bir cisim, bir cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin bileşimi de değildir. Kur’an farklı şekillerde sürekli olarak Allah’ın bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığını vurguluyor. Kur’an, aklı başında her insanın varlığını kabul etmek zorunda olduğu Allah’ın varlığına ait delil getirmekten ziyâde, ‘bir’ olduğuna delil getirir.
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 39 -
Kur’an, Allah’ın birliğini şu yollardan biriyle anlatır:
a- ‘Ehad’ ve ‘vâhid’ kelimeleriyle: “De ki O Allah bir’dir.”164; “Gerçek, sizin İlâhınız hakikaten bir’dir.”165 (Ehad ve vâhid kelimeleri aynı mânâda olup, ‘yalnız ve tek olmak, bir olmak’ demektir. Sayı olarak ‘vâhid’ bir demektir. Ancak ikisi arasında kullanılış yönünden incelikler vardır. Sayı saymaya ‘vâhid/bir’ ile başlanır, ‘ehad’ ile başlanmaz. ‘Evde, bir değil, iki kişi var’ derken ‘vâhid’ kullanılır. Kur’an’da, Allah hakkında bir âyette ‘ehad’, yirmi iki âyette ise ‘vâhid’ kelimesi kullanılıyor.
b- Olumsuzluk ifadesiyle: “Allah’tan başka ilâh yoktur.” 166
c- Yasaklama ifadesiyle: “Allah ile beraber başka bir ilâh edinmeyin.” 167
d- Tevhid anlamında, başka ilâh olmadığı vurgulanarak: “Allahu, lâ ilâhe illa hû (Allah, O’ndan başka ilâh olmayandır).”168; “Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde Bana ibâdet et…” 169
e- Birliğin soru şeklinde vurgulanmasıyla: “Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” 170
f- Hıristiyanların teslisini (üçlü ilâh inancını) reddederek. 171
g- İnsanın yaratılışı da bir Allah inancını kabul etmeye uygundur. Örneğin, insan kurtulma ümidinin kaybolduğu, kimsenin yardımcı olamayacağı bir sıkıntı ânında Allah’a yalvarır. 172
h- İnsanın aklını kullanmasını sağlayarak; eğer bir’den fazla ilâh olsaydı yerlerin ve göklerin dengesi bozulurdu ifadesiyle. 173
ı- Hayretle karışık soru şeklinde: “...Allah ile başka ilâhlar var mı?!” 174
2- Sıfatta Tevhid: Allah (c.c.) sıfatlarında da tektir, hiçbir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerik) veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren İlâhî özellikler akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve kendisi gibi ezelîdir, başlangıcı yoktur. Bazı sıfatlar Allah’a aittir. Bu sıfatlar O’ndan başka hiçbir yaratıkta olamaz. Örneğin, ‘Beka/sonu olmamak’ sıfatı gibi. Allah’ın sonu yoktur, O ölümsüzdür, varlığı asla sona erici değildir. Allah (c.c.) bazı sıfatlarından varlıklara da biraz vermiştir. Meselâ, ‘hayat’, yani ‘diri ve canlı olma’ sıfatı gibi. Diğer canlılar da hayat sahibidir, ama günün birinde onların hayatı sona erer. Allah’a âit olan sıfatlar, tüm mükemmellikleriyle başka bir varlıkta bulunamaz. Meselâ hayat sıfatı da, birçok şeye ihtiyaç hisseder, kendi başına mutlak ve eksiksiz değildir.
164] 112/İhlâs, 1
165] 37/Sâffât, 4
166] 3/Âl-i İmrân, 62
167] 16/Nahl, 51
168] 2Bakara, 255
169] 20/Tâhâ, 14
170] 35/Fâtır, 3
171] 4/Nisâ, 171
172] 17/İsrâ, 67
173] 21/Enbiyâ, 22
174] 27/Neml, 60-63
- 40 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hayvanlar ve insanlar ‘görme’ sıfatına sahiptirler, ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah’ın görmesi ise tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya muhtaç değildir.
3- Fiilde Tevhid: Allah’ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O’nun fiili denir. Yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve oluşumlar, Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı Allah’tır. Âlemi, âlemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratan da O’dur.
Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmadır, yaratma ve var etme sıfatını başka ilâhlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, âlete, araca, zamana da ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen olma sürecine girer, oluverir.”175 Tevhid, Allah’ı ‘ulûhiyyette (ilâhlıkta)’ ve ‘rubûbiyyette (rablikte)’ tek ve bir bilmenin ifadesidir. Allah (c.c.) hem yaratıcı olarak tek ilâhtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan, düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir.
Kimileri ‘Allah vardır ve yücedir’ derler, ama O’na birtakım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri ilâh gibi düşünüp değerlendirirler veya Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da ‘Allah büyüktür’ dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın koyduğu helâl ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine ‘tâğutların’ hükümlerini benimserler. Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Hz. Allah, hem eşi ve benzeri olmayan tek ilâhtır, hem de tek Rab’dir. Tek Rab olmanın anlamı; yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahip ve hüküm koyucu demektir. İlâhlığı Allah’a yakıştırıp da rabliği başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar ‘şirk’ koşup müşrik olanlardır.
Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen, Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, ‘bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca atamızın ilkesine göre, falanca bilim adamına ve efendiye göre’ gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “…Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur…”176 Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koymak ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurma mantığıdır. Bu, Tevhid’e aykırıdır.
Tevbe Sûresinin otuz birinci âyetini ve bu âyetle ilgili Peygamberimizin Adiyy b. Hatem’e cevabını hatırlayalım: Âyet, bazılarının din adamlarını, hahamlarını ve Hz. İsa’yı rab edindiklerini, yani onlara kulluk yaptıklarını söylüyor. Adiyy b. Hatem, onların bu gibilere kulluk yapmadıklarını söyleyince, Peygamberimiz, işin mantığını çarpıcı bir şekilde izah etti: Halk, onların (Allah’a rağmen, O’nun hükümlerine ters olarak) helâl ve haram ölçülerini kabul ediyorsa, bunun anlamı onları rab haline getirmektir. 177
175] 36/Yâsin, 82
176] 6/En’âm, 62
177] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 41 -
Öyleyse, Tevhid’e inanan bütün mü’minler, bu inanmanın gereğine uymak zorundadırlar. Allah’ı hem İlâhlıkta tek ve bir, hem de Rab olmada tek ve bir bilecekler. O’nun emrinin, O’nun hükmünün, O’nun büyüklüğünün üzerine hiç bir şey koymayacaklar. O’nu zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ‘ehad/tek’ olarak tanıyacaklar. Bazılarının yaptığı gibi gökleri Allah’a, yeryüzünü de insanlara bırakmak Tevhid değil, şirktir. Yani onlara göre Allah, yer ve gökleri yarattı ve yönetmektedir. Tamam, bu doğrudur, ‘O Allah, gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını versin, sıkışanların da yardımına koşsun, ama yeryüzüne, toplumların ve devletlerin yönetimine karışmasın. Toplumlara ve insanlara ait hükümleri biz O’ndan daha iyi biliriz’ şeklinde düşünürler ve inanırlar. İşte bu mantık ‘şirk’ mantığıdır, tâğutluktur.
Dikkat edilirse, İslâm gelmeden önce câhiliye insanları ‘Allah yoktur’ demiyorlardı. Allah’ın var olduğuna inanıyorlardı, ama O’na putları ortak koşuyorlar ve O’nun insanlar hakkında koyduğu hükümleri tanımıyorlardı ya da O’nun adına kendileri O’nun hükümlerine ters hüküm/kanun koyuyorlardı.
Allah’tan Başka İlâh/Tanrı Yoktur İfadesinin Anlamı: Tevhid kelimesinde bir incelik daha var: Orada ‘Allah vardır’ ifadesi değil, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ ifadesi yer almaktadır. Allah elbette vardır. İnsanlar zaten ilâhsız olamazlar ki. Herkesin mutlaka bir veya birçok ilâhı vardır. İnsan ilâh inancından asla uzak olamaz. Önemli olan bu ilâh inancı değil, yanlış ilâh inançlarını terk edip, âlemlerin Rabbi Allah’a inanmaktır. İşte bu Tevhiddir. Tevhid, aynı zamanda İslâm’ın dünya görüşüdür. Evet, İslâm Tevhidî bir dünya görüşüne sahiptir. Hayat anlayışı, evreni izah edişi, ölüm gerçeğine bakışı, hükümler konusundaki tavrı, geçmişe ve geleceğe bakışı tamamen bir Allah inancına dayanır.
İslâm’ın getirdiği bütün çözümler, önerdiği yaşama tarzı, bu hayatı devam ettirecek ilkeler ve prensipler, insanlara ve toplumlara, bilgiye ve bilginin kaynaklarına bakışı, tarihi değerlendirişi hep bir Allah inancından, yani Tevhid’ten kaynaklanmaktadır. En ufak, hatta göze görünmeyen varlıktan en büyük varlıklara kadar, galaksi ve nebulalara varıncaya kadar her şey, her varlık Allah’ın birliğinin isbatıdır, Tevhid’in görüntüsüdür.
Tevhidin Pratik Görüntüleri: Bu muazzam görüntüyü ve Allah’ın vahiy ile öğrettiği Tevhid’i beş maddede daha açık görebiliriz:
1- Kâinattaki Tevhid: Kâinattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur’an’da sık sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah’ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye edilmektedir. Kâinattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini yerine getirmektedir. Bu durum, Tevhid’in göstergesidir 178.
2- Siyasette Tevhid: Siyaset, idare etme, yönlendirmedir. Âlemlerin Rabbi Allah, (c.c.) âlemleri yaratan ve idare edendir. O’nun hükmü hem kâinatta hem de insan hayatında geçerlidir. “O gökte de İlâhtır, yerde de İlâhtır.”179 Allah’ı dünya ve toplum işlerine, kamusal alana karıştırmak istemeyen mantık, Tevhid’e aykırıdır ve tâğutluktur.
178] 51/Zâriyât, 20-21; 3/Âl-i İmrân, 190
179] 43/Zuhruf, 84
- 42 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3- Toplumda Tevhid: İslâm ümmeti, Tevhid Dinine inanmakla tek bir ümmet, tek bir topluluk olmaktadır. “Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.”180 Öyleyse mü’minler, hayatlarına Tevhid ilkelerini hâkim kılarak birliklerini koruyacaklar, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıp parçalanmayacaklar ve vahdet içinde olacaklar. Mü’minleri, ancak Tevhid ilkelerine topluca sarılma birleştirir, bir araya getirir. Mü’minler, kendilerine Allah’ın âyetleri geldikten sonra parçalananlar, bölük pörçük olanlar gibi olmazlar. 181
4- Kişide Tevhid: İman edenler, İslâm’ın kendilerinden istediği ‘muvahhid’ tipli insan olmak, hayatlarının her ânında Tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabb’e yapmak durumundadırlar. Muvahhid, bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine inanır, mücâdelesini bu uğurda yapar.
5- Yürekte ve Dilde Tevhid: Mü’minler, Tevhid Dininin özeti olan Tevhid Kelimesini yürekten kabul ederler, inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlâkta, ibâdette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler. Tevhid’in ilkelerini hayata hâkim kılarlar.
Mü’minler, ‘lâ ilâhe illâllah’ dedikten sonra, başka ilâhların peşine gitmezler, şirk olabilecek fikirleri kabul etmezler, ilâh zannedilenlerin ve tâğutların hükümlerine itibar etmezler. Allah’a rağmen insanlara hükmetmeye kalkışanlara yüz vermezler. İbâdetlerini yalnızca Allah’a yaparlar. İmanlarından asla tâviz vermezler. Rabbimiz buyuruyor ki: “Allah’a dayan, vekil olarak Allah yeter… Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı…” 182
İşte bu mânâda kim Kelime-i Tevhid’i (veya Şehâdeti) kabul ederse, kim hayatını bu inanç doğrultusunda geçirirse, kimin son sözü ‘lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r rasûlullah’ olursa, onun cennete gideceği umulur. 183
İnsanlık tarihi baştanbaşa bir Tevhid mücâdelesi tarihidir. İnsanlar tevhidi terk edip şirk dinlerine girip saptıkça, azdıkça, kısaca yoldan çıktıkça Allah’ın peygamberleri onları Tevhid’e dâvet ettiler, kurtulmalarını sağlamaya çalıştılar. İnsanlar Rablerine isyan etmeye, Allah (c.c.) da onlara elçi ve elçilerle beraber kurtuluş dâvetini göndermeye devam etti.
Bugün de Allah’ın son vahyi olan İslâm ve O’nun kitabı Kur’an ve O’nun son peygamberi Muhammed’in (s.a.s.) mesajı bütün insanlığı Tevhid’e dâvet ediyor. Çünkü gerçek kurtuluş Tevhid’e uygun yaşamaktır. Kur’an’ın deyişiyle; “…Darmadağınık birçok düzme ilâhlar (tanrılar) mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlip Kahhâr (sonsuz güç sahibi) bir tek olan Allah mı?” 184
Tevhid; Hayatın Anlamı
Sözlük anlamı olarak tevhid: Birlemek, tekleştirmek, bir şeyin tek olduğu hakkında hüküm vermek, bir bilmek demek olan tevhid; terim olarak; Allah’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek, eşi ve benzeri olmadığına iman edip ibâdet ile de O’nu birlemektir. Yani ibâdeti O’ndan başkasına yapmamak ve yalnız O’na tahsis etmektir. “De ki; O Allah bir’dir. Allah samed’dir
180] 21/Enbiyâ, 92
181] 3/Âl-i İmrân, 105
182] 33/Ahzâb, 3-4
183] Müslim, İman 40, hadis no: 94; Buhârî, Timizî, nak. K. Sitte II/206-207
184] 12/Yûsuf, 39; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 717-724
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 43 -
(Hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O’na muhtaçtır. O her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). O baba da değildir oğul da değildir. O’na benzeyen, O’na eş ya da denk hiçbir şey de yoktur.” 185
İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur.” Dikkat etmek gerekir ki; kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve sadece ilâh olarak Allah’ı kabul etmelidir.
İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.
Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük yaşayışındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.
Tevhidi kabul eden insan Allah’a şöyle söz vermiş olur: “Ben ancak Senin emirlerine kayıtsız şartsız uyarım, Sana dayanır ve Sana güvenirim. Cezalandıracak ve mükâfatlandıracak ancak Sensin. En güzel emir Senin emirlerin ve en mükemmel kanun Senin kanunlarındır. Senin emirlerini alaya alan, yalanlayan ve haddi aşanlara karşı koyacağım. Senin rızan için yaşayacağım, Senin emrine uymayan hiç bir fikri ve kanunu benimsemeyeceğim.”
Allah’a, O’nun zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ortağı ve dengi olmadığına, O’nun doğmadığına ve çocuğu olmadığına iman edilmeden tevhid gerçekleşmez. Tevhid, rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi olmak üzere ikiye ayrılır.
Rubûbiyet Tevhidi: Rubûbiyet tevhidini tam olarak anlayabilmek için, rubûbiyet kavramının türediği “Rab” kelimesini iyi kavramak gereklidir. Rab kelimesi, esas olarak terbiye anlamına gelir. Terbiyenin yanında, aynı zamanda ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, taahhüt etmek, kemâle erdirmek, tamamlamak, efendisi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, toplamak, başkanlık etmek, sahip olmak, bakmak, büyütmek, sözünü geçirmek, istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, rızık vermek gibi mânâları kapsar.
Allah Teâlâ, âlemlerin gerçek Rabbi olduğu için, rubûbiyet (rablık) sadece O’na aittir. Bu konuda Allah’ın tevhidi farzdır. Bütün bu sıfatlarıyla rubûbiyet
185] 112/İhlâs, 1-4
- 44 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’a aittir. Yukarıda sayılan rubûbiyet sıfatlarında Allah’a ortak kabul etmek şirktir. Çünkü her yönüyle yaratan, rızık veren, her şeye sahip olan O’dur. İşleri idare eden, öldüren ve dirilten, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, yükselten ve alçaltan O’dur.
Rubûbiyet tevhidi; göklerin ve yerin yaratıcısının sadece Allah olduğuna ve bütün kâinat işlerini O’nun düzenlediğine inanmaktır. Bu imanın gereği olarak insan, sadece Allah’a kulluk/ibâdet etmeli ve O’na hiç bir konuda ortak koşmamalıdır. Rubûbiyet tevhidi, fıtraten insanın kalbine yerleştirildiği için çoğu zaman müşrikler de dâhil olmak üzere bütün insanlık tarafından kabul görmüştür. Tarih boyunca çok az insan rubûbiyyet tevhidinde sapıklığa düşmüştür. Mekke müşrikleri taptıkları putların rubûbiyet sıfatlarını taşımadıklarını pekâlâ biliyorlardı. Fakat buna rağmen sahte ilâhlarına saygı ve tâzim gösteriyorlardı. Bu konu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?’ diye sorarsan, ‘şüphesiz Allah’tır’ derler.”186; “De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere mâlik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor? Hemen: ‘Allah’ derler.” 187
Kur’ân-ı Kerim’deki bu âyet-i kerimelerden anlaşılıyor ki, kişi sadece bu tür bir tevhidi kabul etmekle İslâm dinine girmiş olmaz. Çünkü yukarıda geçen âyetlerde ifade edildiği üzere Mekke müşrikleri de Allah’ın rubûbiyetini ikrar ediyorlar; yani yaratan, yoktan var eden, fayda ve zarar vermeye gücü yeten, duâlara icâbet eden vb. sıfatlara sahip yüceler yücesi Allah’a inanıyorlardı. Ne var ki, putlarına/tanrılarına kendileri için şefaatçi olsunlar diye tapıyor, onları Allah’ı seviyormuş gibi seviyorlardı. Doğal olarak bu halleriyle müşrik oluyorlardı.
Kur’an, ulûhiyet tevhidi olmadan, sadece rubûbiyet tevhidi ile kişinin kurtuluşa erişemeyeceğini açıkça belirlemiştir. İnsanın muvahhid bir müslüman sayılabilmesi ve cehennem azâbından kurtulabilmesi için rubûbiyet tevhidi ile beraber ulûhiyet tevhidine de iman etmesi lâzımdır. O halde ulûhiyet tevhidi nedir?
Ulûhiyet Tevhidi: Ulûhiyet tevhidi, Allah’a, Onun belirlediği ibâdet şekilleri ile ibâdet etmektir. İbâdette Allah’ı birlemek, başkasını O’na ortak kabul etmemektir. Kalbin korkarak ve ümit ederek Allah’a bağlanmasıdır. Ulûhiyet tevhidi; ibâdette, boyun eğmede, hüküm koymada, kesin itaatte tek ve ortağı olmayan Allah’ı birlemektir.
Rubûbiyet ve ulûhiyet tevhidi beraber olmalıdır. Bunlardan biri bulunmazsa kişi muvahhid olamaz ve şirke düşer. Müşrikler, rubûbiyet tevhidini kabul ediyorlardı. Ancak bununla birlikte putlara tapıyorlar ve yeryüzünde Allah’ı tek hüküm koyucu olarak kabul etmiyorlardı. Aynı şekilde ehli kitap da, Allah’ın yeryüzünü yarattığını kabul ediyor, fakat O’na oğul isnat ederek ve helâl-haram kılma yetkilerini din adamlarına vererek şirke düşmüşlerdir. Ulûhiyet tevhidi çok önemlidir. Bütün peygamberlerin tebliğlerinde en çok vurguladıkları husus ulûhiyet tevhididir: “Biz her kavme: ‘Allah’a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.”188; “(Nuh): ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk/ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ dedi.” 189
186] 29/Ankebût, 61
187] 10/Yûnus, 31. Ayrıca bakınız: 43/Zuhruf, 9, 87; 23/Mü’minûn, 86-87; 31/Lokman, 20
188] 16/Nahl, 36
189] 7/A’raf, 59; Diğer peygamberlerin aynı mesajı için bk. 7/A’râf, 65, 73, 85; 12/Yûsuf, 40; 11/Hûd, 1-2
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 45 -
Tevhidin şiarı, Lâ ilâhe illâllah’tır. Bu ifâde, ulûhiyeti Allah’tan başka her şeyden kaldırıp atmayı ve ulûhiyeti sadece O’na has kılmayı içermektedir. “Böyledir. Allah, hakkın ta kendisidir. O’nu bırakıp taptıkları ise bâtıldan başka bir şey değildir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” 190
Bunun en açık tezahürü, Allah’ın emirleri ile, sevilen kişi veya herhangi bir şeyin istekleri çatıştığında, Allah’ın emirlerini tercih etmemektir. “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” 191
Peygamberlerin görevleriyle ilgili âyetler, tevhid’in temelinin Allah’a ibâdet etmek olduğunu açıkça beyan ediyor. Peygamberlerin gönderilişlerindeki temel amaç, insanları Allah’a ibâdet etmeye çağırmaktır. O halde “ibâdet” kavramının Kur’an’da hangi anlamlarda kullanıldığını kısaca görelim:
İbâdet: “Ben insanları ve cinleri, ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 192
Sahâbeden Muaz b. Cebel anlatıyor: Bir gün Rasûlullah bana, “Ey Muaz! Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı nedir?” diye sordu. Ben; “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir” dedim. Rasûlullah: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kulların O’na ibâdet edip, başka hiçbir şeyi şirk/ortak koşmamalarıdır.” buyurdu. 193
İbâdet kelimesinin lügat mânâsı; itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmektir.
İslâmî ıstılahta ibâdet: Yapılması sevap olan, Allah’a yakınlık ifâde eden, yalnız O’nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yerine getirilen her türlü harekete ibâdet denir. Kısaca ibâdet, Allah’ın râzı olduğu her söz ve fiile verilen isimdir. İbâdet, Kur’ân-ı Kerim’de hiç bir zaman sadece namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek mânâlarında kullanılmamıştır. İbâdet dinin tamamıdır. Din ise hayatın programını çizer, insanların yaşam tarzını belirler. Yemek yemek, devlet kurmak, ahlâk, evlilik, hukuk, mâlî işler... kısaca, hayatın tamamı dindir, dinin tamamı da ibâdettir.
İbâdet 5 anlama gelmektedir. Bunlar:
1-) Kul olmak, kulluk etmek,
2-) Boyun eğmek, itaat etmek,
3-) İlâh tanımak (otorite tanımak, hükmüne teslim olmak ),
4-) Herhangi birine ya da bir şeye bağlanmak,
5-) Yönelmek, meyletmek.
Herhangi bir davranışın Allah’a ibâdet olabilmesi için dört şart vardır:
a) İman: Şirkten arınmış şekilde iman etmeyen kimsenin yaptığı hiçbir şey ibâdet olmaz.
b) Meşrûiyet: Yapılan amelin Allah’ın müsaade ettiği veya emrettiği bir şey
190] 22/Hacc, 62
191] 2/Bakara, 165
192] 51/Zâriyât, 56
193] Buhâri, Müslim
- 46 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olması.
c) Usûl/Metod: Allah’ın emrettiği ve Rasûlullah’ın yaptığı şekilde yapmak.
d) Niyet/kasd: Allah rızâsı için yapmak; başka bir çıkar veya riyâ gibi sebeplerle yapmamak.
İbâdet kelimesinin ifâde ettiği esas mânâ; kişinin yüksek güç, kuvvet ve iktidar sahibi birine karşı itaat etmesi, kendi hürriyet ve bağımsızlığından ferâgat etmesi, onun karşısında her türlü mukavemet ve isyanı terk etmesi ve tam bir bağlılıkla isteyerek ona boyun eğmesidir.
İbâdet etmek, insanın fıtratındaki/yaratılışındaki gâyenin gereğidir. Allah Teâlâ insanları ve cinleri, ancak kendisine ibâdet etsinler diye yaratmıştır.194 Bu yüzden ibâdet etmek, insan için kesin bir ihtiyaçtır. İnsan ruhu yalnız Allah’a ibâdet ederek, yani sadece O’na kul olarak, O’na itaat ederek, hayatını O’nun rızâsına uygun olarak ve O’nun Rasûlünü örnek alarak huzura kavuşur.195 Aksi halde insan maddî yönden ne kadar yüksek seviyede olursa olsun, Allah’a ibâdet etmediği müddetçe asla gerçek mutluluğu bulamayacaktır.
Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette, insanlara Allah’a ibâdet etmeleri emredilir: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Her iş O’na döndürülür. Öyle ise O’na ibâdet et, O’na güvenip dayan.”196; “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.”197;“Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz. Öyle ise O’na kulluk/ibâdet edin. İşte doğru yol budur.”198 Bütün peygamberler, insanları Allah’a ibâdete çağırmışlardır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirtilir: “Andolsun ki, biz her ümmete Allah’a ibâdet edin ve tâğuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik.” 199
İbâdet, sevgi ve boyun eğme mânâlarını birden içerir. Yani Allah’a ibâdet, Allah’ı son derece sevmekle birlikte nihâî derecede O’na boyun eğip saygı duymaktır. İbâdetin gerçekleşmesi için kulun, Allah’ı her şeyden çok sevmesi ve O’nu her şeyden büyük tanıyıp âzamî derecede saygı duyması gerekir. Müslüman, korku ile ümit arasında olmalıdır. Fakat bu korku, bir canavardan veya diktatörden duyulan korku gibi değildir. Müslümanın korkusu Allah’ın sevgisini kaybetme korkusudur.
İbâdet, Allah ve Rasûlünün emrettiği şekilde yapılır. Diğer her şeyde olduğu gibi ibâdetin nasıl yapılacağı hususunda da müslüman, Kur’an ve sünnete mürâcaat eder. İbâdet, insanın kendi nefsi ve kalbini temizlemesi, Allah’ın rızâsını kazanması için en güzel bir vâsıta ve İlâhî bir vesiledir. İbâdet müslümanın imanını kuvvetlendirir, Allah’a yaklaştırır. Tabii ki, ibâdetin bilinçli, Allah’ın istediği ve Peygamberimiz’in uyguladığı gibi olması lâzımdır. Yoksa ibâdet insana bir fayda sağlamaz. Örneğin; Allah Teâlâ 29/Ankebût sûresi 45. âyetinde, “namaz kişiyi bütün kötülüklerden alıkoyar.” buyuruyor. Hâlbuki, bugün pek çok müslüman namaz kıldığı halde birçok günahı, hatta kebîre/büyük günah işleyebiliyor. Elbette ki, bu durum, onların namazlarının Allah katında kabul görmediğinin göstergesidir.
194] Bk. 51/Zâriyât, 56
195] Bk. 13/Ra’d, 28
196] 11/Hûd, 123
197] 15/Hicr, 99
198] 3/Âl-i İmrân, 51
199] 16/Nahl, 36
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 47 -
İnsanların dünya ve âhiret saâdetine ulaşabilmesi için ibâdetlerini, Allah’ın istediği şekilde yapmaları gerekir. Fâtiha sûresinde “biz yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.”200 âyetinde ibâdet, “yardım dileme”den önce gelmiştir. Bunun mânâsı, bir şeyi elde etmeyi istemeden önce, onu bize kazandıracak vesilelere başvurmamız demektir. Önce sebepler yapılmalı; sonra sonuç Allah’ın izniyle elde edilecektir. Müslümanların yapması gereken de budur. Müslümanlar öncelikle Allah’a en güzel şekilde ibâdet etmeli, yani hayatını Allah’ın râzı olacağı şekilde, Peygamberi örnek alarak yaşamalıdırlar. Ancak, bundan sonra kudreti sonsuz olan Allah müslümanlara yardım edecek ve onları yüceltecektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi izzet Allah’ın, Rasûlünün ve Müslümanlarındır. 201
İbâdette ihsân/güzellik olmalıdır. İhsân kavramını Peygamberimiz şöyle açıklar: “İhsân, Allah’ı görüyor gibi Allah’a ibâdet etmendir. Sen O’nu görmesen de muhakkak ki O seni görüyor.” 202
İbâdet yalnız Allah’a edilmelidir. Ma’bûd (ibâdet edilen) yalnız Allah olmalıdır. Elbette ki ibâdeti yalnız namaz, oruç, zekât vs. gibi fiillerden ibaret görmemeliyiz. Bu fiiller ibâdetin bir kısmıdır; tamamı değildir. Önceden de belirttiğimiz gibi ibâdet, hayatın tamamını içine alan bir kavramdır. İbâdetin sadece Allah için yapılması gerektiği hususu üzerinde Kur’an-ı Kerim hassasiyetle durmaktadır: “O (Allah) yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”203; “Ey Âdemoğulları, şeytana ibâdet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”204; “De ki, bunca delilden sonra, bana Allah’tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz, Ey cahiller? Bilâkis Allah’a ibâdet eden ve şükredenlerden olun.”205; “Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak tutmasın.” 206 “De ki: Ey kâfirler, ben sizin ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem...” 207
Bu âyetlerde açıkça görüldüğü gibi Allah, ibâdetin sadece kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun bizi kendisine râm eyleyen, itaatkâr kılan, bizim bedenimizi ve rûhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi kendi istediği yöne sevk eden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, bizim ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve rableri reddetmemizi istiyor.
Tevhidin Yansımaları
Kur’an-ı Kerim’in tevhid ile ilgili ayetlerine dikkatle baktığımız zaman tevhid akidesinin sadece fikrî, zihinsel ve felsefî bir telakki olmayıp; insan ve kâinat konusunda başlı başına çok genel bir düşünce ve yaşam biçimi olduğunu açıkça
200] 1/Fâtiha, 5
201] 63/Münâfıkun, 8
202] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 14; Ebû Dâvud, Sünnet 16; İbn Mâce, Mukaddime 9; Nesâî, İman 6
203] 12/Yusuf, 40
204] 36/Yâsin, 60
205] 39/Zümer, 64-66
206] 18/Kehf, 110
207] 109/Kâfirûn, 1-6
- 48 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlarız. Kavramlar arasında, insan hayatını “tevhid” kavramı kadar çepeçevre kuşatan, çok boyutlu bir başka kavram bulmak mümkün değildir. Bundan dolayı tarih boyunca bütün ilâhî davetler, Lâ ilâhe illallah esasını açıklayarak işe başlamışlardır.
Evrendeki Tevhid
Kur’an’ın insanlara kazandırmaya çalıştığı dünya görüşüne göre kâinat ve kâinattaki bütün varlıklar yüce bir kuvvet olan Allah tarafından yaratılmıştır. Evrendeki düzen de Allah tarafından yaratılmıştır. Kur’an, evrendeki düzenin Allah tarafından takdir edilmiş olduğunu açıkça beyan ediyor. Kur’an’daki birçok âyet, çeşitli ifade biçimleriyle insanın dikkatini evrenin sağlam düzenine çekerek, evrenin yaratıcısının birlenmesi gerektiğini vurguluyor. “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.”208; “Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.”209; “Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.” 210 “O (Allah), geceyi sizin için istirahat etmenize elverişli, gündüzü de (geçiminizi sağlamanız için) aydınlık yapmıştır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.” 211
Bu âyetlerde bütün evrende var olan düzeni, evrenin yaratıcısı, idare edicisi ve evirip çevireni olan Allah’ın birliğine apaçık bir delil sayıyor. Bizden kâinatta var olan bu mükemmel düzen ve bu düzenin sağlamlığı ve bütünlüğü üzerine düşünmemizi ve bu yolla tevhid fikrine ulaşmamızı istiyor.
Tevhid ve Allah’ın Hâkimiyeti
Tevhid, bütün beşeriyetin, sahte ilâh ve rablere başkaldırarak esaret zincirinden kurtulması ve Allah’tan başkasına kul olmaması demektir. Bu yüzden, tevhid kavramı aynı zamanda, kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah’a kul olmaya yönelmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, kısacası hangi kılıf, örtü ve görüntü altında olursa olsun hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her şeyi reddetmek anlamlarını da içerir.
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.”212; “Hüküm, hâkimiyet yalnız Allah’ındır. O, yalnız Kendisine tapmanızı emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.”213 Bu âyetler şu gerçeği açıkça ortaya koyuyor: Allah’a inanmanın, tevhid dinine dâhil olmanın ve muvahhid sayılabilmenin şartı, kişinin Allah’ın hâkimiyetini kabul ederek, O’nun isteğini, kendi dilediğine veya başkalarının isteklerine tercih etmek ve tüm diğer arzuları O’nun yolunda feda etmektir. Müslüman olmak, kısaca Allah’ı kural koyucu sıfatlarıyla tek, emir verici olarak tek, yasak koyucu olarak tek ve insan hayatına hükmedici olarak tek olarak kavramak, inanmak ve bu doğrultudaki yaşayıp tavır koymaktır.
208] 21/Enbiyâ, 16
209] 2/Bakara, 116
210] 19/Meryem, 93
211] 10/Yûnus, 67) (Konuyla ilgili olarak yine bk. 6/En’am, 95-99; 36/Yâsin, 33; 16/Nahl, 10-18, 65, 81; 10/Yûnus, 3-6
212] 17/İsrâ, 23
213] 12/Yûsuf, 40
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 49 -
Tevhid ve Tâğutlarla Mücâdele
“De ki: ‘Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a ibâdet edelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; bazımız bazımızı Allah’tan başka rabler edinmesin.’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Şâhit olun, biz müslümanlarız’ deyin.”214; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.” 215
Sosyal bir hayat nizâmı olarak tevhid, halkın bilgisizliği ve şuursuzluğu üzerine dayalı veya onlara zulmetmek üzere kurulan cahilî ve tâğutî sistemleri temelden değiştirecek plan ve projeler sunar. Tevhid, sırf fikrî ve nazarî bir akide değil; eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemdir. Tevhid akidesi, yalnızca tabiat ötesi / metafizik konulara izah getiren ve ahlak ile ilgili konularda sözkonusu edilebilecek bir tasavvur değil; şirk temeli üzerine oturmuş tâğutî sistemlere karşı muvahhidlere planlı, programlı bir hareket mantığı sunan, inkılâpçı bir başkaldırıdır.
Tevhid akîdesi, pratik, eyleme dönük bir hareket ve câhiliyyeye şirk temeline dayana sistemlere bir başkaldırı ve de müstekbir, zâlim tâğutlara karşı siyasî, iktisadî, sosyal ve hukukî bir sistem olmasaydı, tarih boyunca bu akideyi kavimlerine sunan bütün peygamberlere karşı savaş açılır mıydı?
İslâm güneşinin doğduğu sıralarda Mekke’de hayatlarını sürdüren “Hanifler”in konumu, bu konuda ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Peygamberimiz’e peygamberlik görevi verileceği dönemde Mekke’de Hz. İbrâhim’in şeriatı üzerine yaşayış sürdürdüklerini iddia eden Hanif dini taraftarları vardı. Bunlar, putlara tapmaktan vazgeçerek Hz. İbrâhim’in dinine girmişlerdi. Bunlar, Allah’ı birliyor ve kavimlerinin putları adına kestikleri kurbanları yemiyorlardı. Panayırlarda tevhidin hakikati ile ilgili nutuklar söylüyorlar, putların batıllığına dair deliller getiriyorlar ve onlara tapmamayı öğütlüyorlardı.
Ne var ki, Hanif dininden olduğunu iddia eden bu kimselerin savundukları düşünce, sadece zihinde taşınan, salt fikir ve kuramsal inanış ve anlayış olmaktan öteye gitmiyordu. O yüzden müşrik Mekke toplumunda en ufak fikrî ve pratik bir etkinlikleri yoktu. O putperest toplumda ortaya koydukları fikirleri, sadece nazarî inanç biçimiydi. Bunun için de bu kimseler, şirk temeline dayalı o cahilî toplumda müşrik putperestlerle aynı ortamda, birbirleriyle fiilî olarak çatışmadan yaşıyorlar ve bu konumları kendilerini fazla rahatsız etmiyordu. Kokuşmuş bu küfrî toplum düzeninin geleneği, göreneği, örf ve âdetlerinin pratik olarak içindeydiler. Bu yüzden, pratik yaşamdan uzak bulunan ve sadece nazariye olmaktan öteye gitmeyen tevhid akidesine bağlı olmaları, onları o haysiyetsiz yaşayış tarzından, cahilî ortamdan ve kokuşmuş zulüm tasallutu altında zelil bir hayat sürdürmekten uzaklaştırmıyordu.
İslâmî dâvetin en önemli ve temel maddesi, tevhidin ispatı ve şirkin reddi olduğu için, cahilî Mekke atmosferinde, yerleşik şirk düzeni içerisinde gündeme gelen tevhid akidesi, özel bir yaşam biçimini göstererek, inkılâpçı bir kimlikle işe başladı. İslâm’ın siyasî, iktisadî ve sosyal bir sistemin ve hayatın bütün alanlarına hükmeden bir nizamın adı olduğu net bir şekilde ilan edildi. Şirkin her çeşidinin
214] 3/Âl-i İmrân, 64
215] 4/Nisâ, 76
- 50 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çürütüldüğü deliller ileri sürüldü ve gayet özlü bir şekilde insanlar tevhide dâvet edildi.
Tevhid fikri anlatılırken, sadece zihinsel olarak Allah’ın var oluşu değil; O’nun tek oluşunun anlamı ve bu akideye olan ihtiyaç da anlatıldı. İşte Rasûlullah (s.a.s.)’in kavmine sunduğu tevhid anlayışı ile Hanifler’in savundukları tevhid fikri arasındaki temel fark bu noktada odaklaşıyor: Bir yanda hayatın bütün alanlarına hükmeden, hem zihinsel, fikirsel ve hem de pratiğe yansıyan bir akide; diğer yanda sadece zihinde yer eden, sadece kalpte yer tutan ve pratiğe indirgenemeyen, hayata geçirilemeyen bir inanç...
Peygamberimiz, risâlet ile görevlendirildikten sonra yaptığı ilk iş, inanç ve amele dayanan, teorisi ve pratiği olan gerçek tevhid anlayışını yerleştirmek olduğu için Mekke’nin egemen güçleri, idareyi ellerinde tutan müstekbirler, kendisine karşı savaş başlattılar. Savunduğu bu saf akide, Peygamberimiz’i kâfirlerle karşı karşıya getirdi. Kâfirler, kendisine has, özel bir yaşam biçimi sunan bu akidenin, kendi cahilî sistemleriyle asla uzlaşmaya girmeyeceğini, yeryüzünde tâğutî rejimlerle sürekli ve amansız bir mücadele içerisinde olacağını, kısacası küfre karşı devamlı bir savaşım vereceğini kesinkes anladılar. Tevhidin, uygulamaya ve tâğutî düzenlere karşı başkaldırı ilanı olduğu anlayışı, onların neden, daha önce aynı akideyi savunan Hanifler’e karşı en ufak bir tepki göstermezken, Hz. Peygamber ve onunla beraber olanlara karşı şiddetli bir savaşın içerisine girdiklerini açıkça ortaya koyuyor.
Tevhidi Bozan Durumlar
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde cehâlet ve düzenin/ortamın câhilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- şirke düşebilir. Günümüzde de sık görülen tevhidi bozan durumların önemlileri şunlardır:
A-) Allah’tan başkasına emretme, yasaklama, helâl ve haram kılma, kanun koyma ve hâkimiyet hakkını verme gibi haller tevhidi bozar. Allah’ın koyduğu hükümleri, ölçüleri bir tarafa bırakarak hâkimiyeti herhangi bir şeye vermek bir mü’minin yapamayacağı şeydir. Bu konuda Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Hükm/egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sadece kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”216; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini, râhiplerini, Meryem’in oğlu Mesih’i Rabler edindiler. Hâlbuki onlar da bir olan Allah’tan başkasına ibâdet etmekle emrolunmamışlardı. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir.” 217
B-) Allah’tan ve Rasûlünden geldiği kesinlikle sabit olan haberlerin tümüne birden inanmamak.. Kim Kur’an’ın hükümlerinden birini geçersiz sayıyor veya ona inanmıyorsa o kişi Allah’a ortak koşmuş olur. “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası, dünyada rezillikten başka bir şey değildir. Kıyamet günü ise, en şiddetli azaba çarptırılacaktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” 218
C-) Kâfirleri dost tanıyıp, müslümanları sevmemek: “Ey iman edenler! Yahudilerle, hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları
216] 12/Yûsuf, 40
217] 9/Tevbe, 31
218] 2/Bakara, 85
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 51 -
dost edinirse, o da onlardandır.”219; “Ey iman edenler! Ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlerden iseniz Allah’tan korkunuz.” 220
D-) Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinden herhangi birini inkâr ederek veya başkasını bu hususlarda ortak görmek, O’nu gereği gibi tanımamak. Bunun sonucu olarak, Allah’a herhangi bir eksiklik izafe edilir ki, bu da tevhidi bozar. “En güzel isimler Allah’ındır. O halde Allah’a bu isimlerle dua ediniz. O’nun isimlerinde sapıklık edenleri terk edin.. Yarın kıyamette onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.” 221
E-) İbâdeti Allah’tan başkasına yapmak: “De ki şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”222 Allah’tan başkasına secde etmek, Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına duâ etmek gibi fiiller tevhidi bozar.
F-) Allah’ın indirdiği emirlerle hükmetmemek ve Allah ve Rasûlü’nün hükmünü kabul etmemek. Allah’ın hükümlerini bir tarafa bırakıp, tâğutların hükümlerini uygulamak ve onlara tabi olmak insanı tevhitten uzaklaştırır. “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” 223
G-) Allah’tan başkasına tevekkül etmek. “Mümin iseniz Allah’a tevekkül ediniz..” 224
H-) Allah’tan başkasını, Allah’ı sever gibi severek dost edinmek. “Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların güneşe, aya, putlara tapmaları değildir. Benim korktuğum şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve gizli şehvettir.” 225
Kur’ân-ı Kerim’de Tek İlâh/Tevhid Kavramı
“Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” 226
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilâh olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” 227
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” 228
“Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” 229
219] 5/Mâide, 51
220] 5/Mâide, 57
221] 7/A’râf, 18
222] 6/En’âm, 162
223] 5/Mâide, 44
224] 5/Mâide, 23
225] İbn Mâce
226] 2/Bakara, 116
227] 2/Bakara, 165
228] 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için bk. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28
229] 2/Bakara, 256
- 52 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allahu, lâ ilâhe illâ hû -Allah, O’ndan başka ilâh olmayandır-” 230
“Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.”231
“Allah’tan başka ilâh yoktur.” 232
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin konaklama yeri ne kötüdür!” 233
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 234
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” 235
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” 236
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azap dokunacaktır.” 237
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” 238
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” 239
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 240
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” 241
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun
230] 2/Bakara, 255
231] 37/Sâffât, 4
232] 3/Âl-i İmrân, 62
233] 3/Âl-i İmrân, 151
234] 4/Nisâ, 45
235] 4/Nisâ, 116
236] 4/Nisâ, 117
237] 5/Mâide, 72-73
238] 6/En’âm, 14
239] 6/En’âm, 19
240] 6/En’âm, 22-23
241] 6/En’âm, 102 - 103
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 53 -
hiçbir şeriki/ortağı yoktur.” 242
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mi arayayım?” 243
“(Nuh): Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur, dedi.” 244
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” 245
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” 246
“De ki: ‘Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? O kulaklara ve gözlere mâlik bulunan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor? Hemen: ‘Allah’ derler.” 247
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler” 248
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” 249
“Biz her ümmete/kavme: ‘Allah'a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” 250
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 251
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.” 252
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 253
“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana ibâdet et…” 254
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı yerlerin ve gökler(in nizamı,
242] 6/En’âm, 163-164
243] 6/En’âm, 164
244] 7/A’râf, 59
245] 9/Tevbe, 31
246] 10/Yûnus, 18
247] 10/Yûnus, 31
248] 10/Yûnus, 106
249] 12/Yûsuf, 39-40
250] 16/Nahl, 36
251] 16/Nahl, 51-52
252] 17/İsrâ, 23
253] 18/Kehf, 102
254] 20/Tâhâ, 14
- 54 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dengesi) bozulurdu. Demek ki arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” 255
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 256
“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.” 257
“Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.” 258
“Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.” 259
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” 260
“Kezâ Hak yalnız Allah’tır. O’nu bırakıp ibâdet ettikleri ise bâtılın ta kendisidir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” 261
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” 262
“Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” 263
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” 264
“...Allah ile başka ilâhlar mı var?!” 265
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip tapma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.” 266
“(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” 267
“Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorarsan, şüphesiz Allah’tır derler.” 268
255] 21/Enbiyâ, 22
256] 21/Enbiyâ, 24
257] 21/Enbiyâ, 25
258] 21/Enbiyâ, 92
259] 19/Meryem, 93
260] 22/Hacc, 30-31
261] 22/Hacc, 62
262] 22/Hacc, 74
263] 25/Furkan, 43
264] 26/Şuarâ, 213
265] 27/Neml, 60-63
266] 28/Kasas, 88
267] 29/Ankebût, 25
268] 29/Ankebût, 61
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 55 -
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” 269
“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” 270
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” 271
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” 272
“Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 273
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuşıur. And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” 274
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azabı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 275
“Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları; ‘Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi.” 276
“O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” 277
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir (Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey Kendisine muhtaç olan; her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” 278
Kur’an’da Tevhidle İlgili Önemli Vurgular
Kur’ân-ı Kerim’de “İlâh” kelimesi, toplam 147 yerde geçer. “Allah” lafzı ise, tam 2697 yerde kullanılır. “Lâ ilâhe illâllah” şeklindeki tevhid kelimesi/cümlesi
269] 30/Rûm, 31
270] 35/Fâtır, 3
271] 36/Yâsin, 74-75
272] 38/Sâd, 4-7
273] 39/Zümer, 3
274] 39/Zümer, 64-67
275] 42/Şûrâ, 21
276] 43/Zuhruf, 23
277] 43/Zuhruf, 84
278] 112/İhlâs, 1-4
- 56 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’da iki yerde279 geçer. Aynı anlama gelen “Lâ ilâhe illâ Hû” şeklinde otuz yerde tekrarlanmaktadır. Tevhidi anlatan diğer âyetleri de göz önünde bulundurduğumuzda, Kur’an’ın Allah’ın tek bir ilâh olduğuna inanmaya ne kadar önem verdiğini ve bütün Kur’ânî esasların tevhid inancı esasına dayandığını görürüz. Şöyle ki; yukarıdaki kavramlara 873 yerde zikredilen iman kelimesini, 525 yerde zikredilen küfür kelimesini de eklediğimizde; saydığımız bu kavramlar toplam olarak 4442 etmektedir. Bu sayı da, Kur’an’daki âyet sayısının üçte ikisinden çoğunu teşkil etmektedir. Sadece bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, ihlâs sûresinin içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki ihlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu ifâdesinden de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil etmekte; dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla ilgili âyetler ise yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.
Tevhid, yaratılıştan öncedir. Cenâb-ı Allah yaratılış esnâsında (ruhlar âleminde) yegâne Rab olduğunu bütün insanlığa onaylatmıştır: “Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) ‘Evet (Rabbimizsin) şâhit olduk’ demişlerdi. (Bu) Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdir’ dememeniz içindir. Ya da bizden önce atalarımız şirk koşmuştu da biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizleri helâm mı edersin?’ dememeniz için...”280 Âyette görüldüğü üzere Tevhid fikrinin temelleri insanlığın yaratılışı esnâsında atılmıştır. Yüce Allah biricik Rab olduğunu bütün insanlara tasdik ettirmiş ve Kıyâmet günü yapılabilecek tüm itirazların geçersiz olduğunu daha ilk günden kendilerine bildirmiştir.
Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye tebliğat yapması için bir peygamber gönderdik.281 Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir.
“Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her
279] 37/Sâffât, 35; 47/Muhammed, 19
280] 7/A’râf, 173
281] 16/Nahl, 36
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 57 -
peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.”282 Aslında Kur’ân-ı Kerim, tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor.
Tevhid akîdesinin, küçük bir şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalpte hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için de Allah’a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir: “Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.”283 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: “Muvahhid mü’min olmak için, Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya azmeylemektir. Bu sûretle ‘Kim tâğutu inkâr edip de Allah’a iman ederse’ âyeti ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.”284 Kur’an’a göre Allah’a iman etmekle, tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani tâğut reddedilmedikçe Allah’a iman tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiçbir zaman bir arada bulunamaz. Allah’a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda tâğuta tâbi olmamak demektir. 285
Mü’min olmanın, Allah’ı kabul etmenin anlamı, tevhid akîdesinin net olarak, saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir. Buna Allah’ın insan hayatına hükmetmesi de diyebiliriz. İnsanın Allah’tan gayrı bütün sahte ilâhları reddetmesi, sadece Allah’ın kopmak bilmeyen sağlam kulpuna yapışarak, diğer bütün iplerin kesilmesi... İşte Tevhidin rûhu budur.
Tevhid, mü’minin hayat metodudur. Diğer İslâmî bütün rükünler bu genel prensibe bağlıdır. Bu itibarla tevhid kavramı, yani “Lâ ilâhe illâllah” prensibi İslâm’da bütün anlayış ve yaşayış biçimlerinin kaynağını teşkil eder. Diğer bütün rükünler, prensipler ve fikirler bu yüce kavramın etrafında örülür. İnsan, tevhid akîdesi konusunda net bir düşünceyi kazanıp bir karara varmadıkça, bu konuda sâbit bir görüşe ulaşmadıkça, diğer İslâmî hiçbir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşamaz. Her zaman olduğu gibi, teknolojinin, materyalist ve kapitalist felsefelerin, beşerî ideolojilerin göz boyadığı ve kafa bulandırdığı günümüzde, bizi bu kargaşa ve zillet bataklığından kurtaracak yegâne prensip tevhid akîdesidir. Tıpkı İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi...
O halde bize düşen, tevhid akîdesini aslından öğrenmek ve yeniden ona dönmektir. Ancak bu şekilde câhiliyyenin bataklığından kurtulabilir ve yeniden dünya toplumları arasındaki izzetimizi kazanabiliriz. Kur’an Allah Teâlâ’nın varlığını isbat etmeyi değil; O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah’ın bir tekliği üzerinde durularak Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur’an’a göre Tevhidin asıl mânâsı; Allah’ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman etmesidir.
Kur’an Metodu: Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın varlığı” konusunda tâkip edilmesi gereken metodun, görünen tabiat olaylarından, maddî birtakım fenomenlerden
282] 21/Enbiyâ, 25
283] 2/Bakara, 256
284] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. 2/871
285] Mevdûdi, İslâm’da Hükümet, s. 245
- 58 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yahut aklî ve mantıkî görünen bazı izahlardan hareketle O’nun varlığını ispat etmeye çalışmak değil; aksine, tutulacak yolun Allah’ın varlığına -hiçbir delile ihtiyaç duymadan- iman etmek olduğunu açıkça beyan eder. İman ile direkt bağlantılı görülen bu konu ile ilgili olarak Kur’an’ın serdettiği deliller “iknâî” oluşları ile dikkat çekerler.286 Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’dan bahsedilen âyetlerin çoğu, O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle “Tevhid” üzerinde önemle durulmuş, Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı sürekli vurgulanmıştır. Bu yüzden olsa gerekir ki, Kur’ân-ı Kerim şirk olayı üzerinde çokça durmuş, Allah’ın varlığını ispat yoluna gitmek yerine O’nun birliği konusunu sürekli işlemiştir. Tevhidi, odak kavram haline getirmiştir.
Kur’an’ın “Allah” konusunu, özellikle de akîde mevzûunu işleyen âyetleri dikkatle incelendiğinde bu gerçeğin çok açık bir şekilde ortaya çıktığı görülür. Kur’an âyetleri, hiçbir zaman direkt olarak Allah’ın varlığını ispat etmeyi hedef edinmemişlerdir. Çünkü Kur’an Allah’ın varlığına inanmayı açık ve kesin bir zorunluluk olarak kabul eder. Bu hususta insan fıtratı için kabul veya red söz konusu değildir. Bu gerçek, Kur’an’da temel bir prensip olarak kabul edilir. Kur’an, selîm fıtrata hitap ettiği için Allah’ın varlığını herkesin bedîhî ve fıtrî olarak kabul ettiği bir gerçek olarak ele aldığından isbâtına çalışmaz.
Gerçekten de insanlık tarihi incelenince, hangi devir ve zamanda, hangi ırk ve toplumda olursa olsun, en ilkelinden en medenîsine kadar genel kabul halinde Allah’ı tanıdıkları görülür. Onun için Kur’an daha çok beşeriyetin en çok yanıldığı ve saptığı “şirk” olayı üzerinde durarak Allah’ın birliği ve diğer sıfatlarını tanıtmaya yönelir. Aynı şekilde müslümanların da “Allah” konusunda aynı yöntemi izlemelerini salık verir. Kur’ân-ı Kerim, direkt olarak isbat sadedinde hiçbir aklî delil kullanmamıştır. Kur’an’da Allah’ın isbâtı ile ilgili olduğu iddia edilen âyet-i kerimeler, doğrudan doğruya Allah’ın varlığını isbat değil; ancak dolaylı olarak bu konuya temas etmektedir. Yani, söz konusu âyetlerden doğrudan doğruya değil; bilâkis dolaylı olarak, kısacası Allah’ın varlığını ispat fikri bu konu ile ilgili bir netice değil; aksine metinlerin zorlanmasıyla o ortaya çıkan bir çıkarsamadır, denilebilir. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmamız mümkündür: Kur’an, apaçık, bedîhî ve fıtrî olan Allah fikri üzerinde aklî ve felsefî bazı yorumlar yaparak yahut maddî birtakım fenomenlerden hareketle yeniden izah ve isbat yoluna gitmeyi, emin olunan bir konu üzerinde tekrar tekrar çalışmak olarak görmektedir ki, bu anlamsız yahut lüks gibi kelimelerle ifade edilebilecek bir işle uğraşmak anlamına gelir. Bu uğraşı da en azından zaman israfı sayılır.
Allah İnancının Fıtrî Oluşu: Allah Teâlâ insanı, kendi varlığını algılayıp kavrayabilecek bir fıtrat üzere yaratmıştır. Zira “fıtrat”, “insanın Allah Teâlâ’nın varlığını idrâk edebilecek yetilerle donatılmış olarak yaratılması veya Tevhid dinini kabul etmeye müsâit yaratılış” olarak tarif edilmiştir. Kur’an, selîm bir fıtratla yaratılan insanın normal olarak kendi güç ve kuvvetinin üstünde, kudret sahibi yüce bir yaratıcıyı kabul edeceğini belirtir: “Sen yüzünü ‘hanîf’ olarak dine, yani Allah insanları hangi ‘fıtrat’ üzere yaratmış ise o fıtrata çevirir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”287 Yine, Allah Teâlâ, elest bezminde Âdemoğullarının zürriyetini, Allah’ın kendilerinin
286] Bekir Topaloğlu, İsbât-ı Vâcib, s. 26
287] 30/Rûm, 30
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 59 -
Rabbi ve mâliki olduğuna, O’ndan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şâhit olarak sülâlelerinden kendilerini çıkardığını haber veriyor.288 Nitekim Allah Teâlâ onları bu fıtrat üzere yaratmıştır.
Evet, fıtratın bizzat kendisi Allah’ın varlığını bilir ve şânı yüce Allah, elest bezmi veya kaalû belâ denilen A’râf sûresi 172. âyetinde belirtildiği gibi Âdemoğullarından söz aldığı andan itibaren fıtrat, ibâdetle Allah’a yönelir. Bu konuyu Allah Rasûlü şu şekilde belirtir: “Her doğan, fıtrat üzere doğar. -Başka bir rivâyette ise ‘bu din üzere doğar’- (Fakat sonradan) ana-babası onu yahûdileştirir, hıristiyanlaştırır veya mecûsileştirir...”289 Bu hadis-i şeriften anlaşılacağı üzere Allah’ın varlığına inanmak, insanda doğal bir duygu ve şuurdur. Bu duygu ve şuur; gaflet, inat, kibir gibi bazı ârızî hallerle körelebilir. Fakat hiçbir zaman yok olmaz. Doğuştan Allah’ın varlığı fikrine ve itikadına sahip olan insan, bu fikir ve inancı, çalışarak kazanmış ve öğrenmiş değildir. Aksine, bu düşünce Allah tarafından yaratılmıştır. Yani Allah insanı, Kendisine inanma ve Kendisini bilme özelliğiyle yaratmıştır. Merhamet, şefkat hisleri, düşünme ve idrâk kabiliyetleri nasıl insanın mâhiyetini teşkil eden vasıflarsa, bu özelliklere sahip olmayan insan nasıl düşünülemezse, Allah’ı bilme ve O’na inanma vasfı da öyledir. İnsanın özelliğini teşkil eden vasıflardan biri de inançtır. Her insan, bu inancı kendi rûhunda, vicdânında duyar. Bu sebeple en medenî toplumlardan en ilkel kavimlere kadar herkeste bu itikada rastlanır. Bütün insanlar, hak veya bâtıl mutlaka ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişlerdir.
Allah’ın varlığını her insan içinde hisseder. İlhad ve inkârın en aşırı noktasına varmış bulunan bir kimsenin bile, büyük bir felâketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Her insan, böyle bir durumda, fıtratının sevki ile hemen Allah’a sığınır, bildiği isim ve sıfatlarla O’na yalvarır. Bu her çeşit gözlemle sâbittir. Nasıl ki büyük bir tehlike ile karşılaşan bir insan, kaçacak ve kurtulacak bir yer arar ve nasıl ki küçük çocuk, annesinin memesine zarûretten ve yaratılıştan koşarsa, aynen öylece önemli anlarında insan da yaratanını arar, O’na sığınır. Kur’an, bolluk ve refah zamanlarında içlerinde fıtrî olarak mevcut olan Allah duygusunu gizleyen ve fakat başlarına bir felâket gelince Allah’a yönelen insanlardan şöyle söz eder: “O kâfirleri kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah’a has kılarak O’na yalvarır, duâ ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır (diğerleri ise eski küfürlerine devam ederler).”290; “(Mûcizelerin Allah tarafından olduğunu) Kalpleriyle yakînen bildikleri halde nefislerine zulmederek ve kibirlenerek bütün mûcizeleri (açıktan) inkâr ettiler.”291 Bu âyet-i kerimelerde açıkça ifade edildiği gibi, felâketlerle yüz yüze gelindiği ve sıkıntılarla karşılaşıldığı zamanlarda çoğu kez fıtrat nefse ve akla galebe çalar, üstün gelir ve insan kibri, gururu ve inadı bırakıp Allah’a yönelir, O’ndan istimdad ederek yardım ister. 292
288] 7/A’râf, 172
289] Buhârî, Cenâiz 33, 79; Müslim, Kader 23-25, İman 264; Ahmed bin Hanbel, II/315, 233, III/435, IV/9
290] 31/Lokman, 31
291] 27/Neml, 14
292] Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 23-27
- 60 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tevhidin Göstergesi; Kapsadığı Mânâ ve Sonuçları
1- Tevhid Bir Hayat Nizamıdır
a- Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmek Tevhidin ilk şartıdır. Burada kulluğun sadece Allah’a yapılacağı belirtilmektedir. Kelime-i Tevhidin (tevhid cümlesinin) ikinci bölümü ise, kulluğun nasıl yapılacağını, nasıl pratize edilip hayata yansıtılacağını açıklar.
b- Bu hayat nizamını kabul eden muvahhid mü’min, her iki bölümü de samimi olarak yaşayış ve tüm davranışlarıyla isbat eder.
c- Tevhid kelimesi, müslümanların hayatının bütün ayrıntılarıyla birlikte üzerine oturtulduğu temel prensip ve nizamı oluşturur. İslâm toplumunun bunun dışında oluşması ve yaşaması mümkün değildir.
d- Tevhid nizamının ve tevhidî hayat görüşünün dışında başka prensipler üzerine oturtulan hayata İslâmî hayat denemez.
e- Tevhidî nizamın, başka herhangi bir dünya görüşü ve ideolojik düzenle sentezi, karıştırılması halinde bunun Tevhid dini İslâm’la alâkası kalmaz.
f- Tevhidin ikinci bölümüyle bey’at edilip bağlılık sözü verilen Rasûlullah’ın sünnetinde (uygulama ve tebliğinde) İslâm toplumunun karakteri, yapısı, İslâm cemaat ve devletinin şekillenişi ve bu aşamalara geçişin metodu belirlenmektedir.
g- Lâ ilâhe illâllah’ın gereklerine ters hareket edenler, (sadece) Allah’a kulluk etmiş olamazlar.
h- Hukukî prensiplerini Allah’tan başkasından alan ve Rasûlullah’ın bize tebliğ ettiği yolun dışında bir hükmü kabul eden kimse sadece Allah’ı ilâh kabul ediyor sayılamaz.
ı- Tevhidî inanış ve yaşayış, namaz ve oruç gibi ibâdetlerin (ve her çeşit davranışın ibâdet bilinciyle ) sadece Allah’a yapılmasını gerektirdiği gibi, sosyal düzen, hareket, ahlâk ve hukukun da Allah’ın hükmüne uygun olmasını gerektirir. 293
2- Tevhid, Bir İnkılâp Projesidir
Tevhidi kabul eden insanın beyninde, kalbinde ve kalıbında, bedeninde ve rûhunda bir inkılâp gerçekleşir. Bu devrim sonucunda müslümanda duygu, düşünce ve eylemler kesin ve köklü bir imanla kendisini gösterir. Her anlamda ve her alanda köklü değişim ve dönüşüm geçiren muvahhid şunları kabul etmiş ve Allah’a şunlar için söz vermiş olur:
a- Allah’ım, beni yarattın ve yaşatıyorsun. Ben ancak Senin hükümlerine/emirlerine uyarım; Sana güvenir, dayanır, Sana bel bağlarım.
b- Gerçek anlamda cezalandıracak ve mükâfatlandıracak ancak Sensin. Senin dışında mutlak olarak korkulacak ve mutlak sevilecek, her konuda yardım edebilecek kimse yoktur.
c- Emirlerini ve yasaklarını bildiren, insanlığa yasa, ahlâk nizamı, insanlar
293] Bk. 6/En’âm, 162; 33/Ahzâb, 36; 59/Haşr, 7; 4/Nisâ, 59, 65; 5/Mâide, 44, 45, 47
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 61 -
arası ilişkiler, inanç ve ibâdet usûllerini öğreten Kitabına inanıyor ve onu yaşamaya söz veriyorum. En güzel emri, Senin emrin; en mükemmel hüküm Senin nizamların ve kanunlarındır.
d- Beni Sen rızıklandırıyor, bana nimetleri Sen bahşediyorsun. Senin rızan için yaşayacağım, Senin emrine uymayan hiçbir fikri, düşünce ve hükmü benimsemeyeceğim. Tüm tâğutları ve tâğûtî düzenleri reddediyorum.
e- Sana yönelmeyenlere, Seni tanımayanlara, Senin emirlerinin tümünü veya bazısını reddedenlere, Senin dinini tahrif etmek isteyenlere, Senin emirlerini ucuz dünya çıkarı karşısında satanlara, hakka bâtılı karıştıranlara, Sana isyan eden, Senin dinini yalanlayan veya alaya alanlara, tuğyan edip hakkı aşanlara gücümün yettiğince karşı koyacağım.
f- Hiçbir zararın veya yararın Senin takdirin olmadan gelmeyeceğine, bütün dünya birleşse Sen istemeyince en küçük bir fayda veya zarar veremeyeceklerine inanıyorum ve bu inancıma uygun davranacağıma söz veriyorum.
g- Bütün rûhum, varlığım ve tüm gücümle sadece Sana kul olacak ve kulluk yapacağım. Hayatımın her ânını bu inanç ve bilinçle yaşayacağım.
h- Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Senin rasûlün/elçin olduğuna, dünya ve âhiret saâdetinin ancak onun örnekliğinde gerçekleşeceğine, tek önderin Peygamber olduğuna inanıyorum.
ı- Benim efendim, imamım, örneğim ancak Rasûlullah’tır. Onun izinden gideceğim. Onun sünnetini/yolunu tâkip edeceğim, ona ters düşenleri sevmeyeceğim, ondan başkasına kesin bir şekilde bağlanmayacağım, ondan ilham almayanları tanımayacağım, onun düşmanlarıyla mücâdele edeceğim.
3- Tevhid, Kâinat Nizamıdır
Tevhid kelimesi, buna inanan insanla, Allah’a teslimiyetten hiç ayrılmayan, Allah’ı her an tesbih eden kâinat ve işleyişleri arasında bir uyum, bir kardeşlik ilişkisi şeklinde bir düzen kurar:
a- Lâ ilâhe illâllah, sadece insan varlığıyla ilgili değil; tüm varlıklarla ilgili, tüm varlıklar için bir hayat düzeni belirlemekte ve bu düzeni hatırlatmaktadır.
b- Kâinattaki bütün varlıkların kanununu Allah belirlemiştir. Dolayısıyla onlar üzerinde Allah’tan başka hâkim ve tasarruf sahibi yoktur. Tabiat kanunları denilen şey, Allah’ın tabiattaki yasaları, sünnetidir (sünnetullah).
c- Yeryüzünde Allah’ın hükmünü/nizamını hâkim kılmak veya bunun için gayret sarfetmek (cihad), sadece âhiret ödülü için değildir. Âhiret, dünya hayatının devamı ve tamamlayıcısıdır. Tevhid, insanı dünyada huzura eriştirdiği gibi, âhirette de mutluluğu kemâle ve sonsuzluğa eriştirir.
d- Allah yerde de gökte de (tek) ilâhtır. Her şeyin düzeni ve irâdesi O’nun elindedir.
4- Tevhid, Özel Bir Medeniyet ve Kültür Oluşturur
a- Medeniyet, gerçek anlamıyla, İslâm’dan, Tevhidin oluşturduğu hayat ve toplumsal ilişkiden farklı bir şey değildir. İslâm’ın kendisi, mükemmel bir
- 62 -
KUR’AN KAVRAMLARI
medeniyettir.
b- Mükemmel bir medeniyetin insanî ve toplumsal özellikleri, insanların kula kulluktan kurtulup sadece Allah’ın hükümlerine rızâ göstermeleri ve O’nun kanunlarını uygulamaları sonucunda gerçekleşir.
c- Kelime-i Tevhid, Kur’an ve sünnetle hudutları çizilen bir kültür ve medeniyet ön görmektedir. Tevhidî inanış; hikmetin (faydalı ilim ve uygulamanın) müslümanların yitik malı olduğunu, onu nerede bulurlarsa almaları gerektiğini öğretmektedir.
d- Doğruluğu kanıtlanmış ve insanlığın faydasına kullanılan müsbet bilimle İslâm’ın çatışması söz konusu değildir. Aslında müsbet bilim, Allah’ın insanda ve evrende yarattığı kanunların (sünnetullahın) tanınması ve disiplininden başka bir şey değildir.
e- Tevhidî anlayış, insanın sınır tanımadan gelişen bilim ve teknolojinin kölesi durumuna getirilmesine karşı çıkıp; teknolojinin ve ilmin insanın hayrına/faydasına hizmet ederek insanın emrine/istifadesine verilmesini öngörmektedir.
f- Tevhidî zihniyet, insanlara “uygarlık” diye “modernizm”i, teknolojik köleliği ve tüketim toplumu olup eşyanın ve sömürücülerin emrine ve hizmetine girmeyi kesin bir şekilde reddedip insanların âdil bir şekilde gerçek medeniyetten nasiplenmelerini sağlar. Yeryüzünde ancak tevhid inanç ve düzeninin hâkim olmasıyla bu adâlet gerçekleşir; insan ancak tevhidî medeniyet anlayışı sâyesinde tüm köleliklerden kurtularak yeryüzünün efendisi/halifesi olma onuruna kavuşabilir.
g- Tevhidî inanış; Allah’ın emir ve yasaklarının Rasûlullah’ın örnekliğiyle uygulandığı bir toplumu İslâm toplumu kabul eder. Toplumdaki bireyler, birtakım dinî anlayış ve davranış içinde olsalar da, eğer o toplumda bireyse, sosyal ve siyasal düzenlemeler Allah’ın hükümlerine dayanmıyorsa, o topluma câhiliyye toplumu denilir.
5- Tevhide İnanmak, Gerçek üstünlüğü Doğurur
“Üzülmeyin, gevşemeyin; eğen gerçekten iman ediyorsanız üstün olan sizlersiniz.”294 Bu üstünlük, insanların (sadece) savaşlarda üstün gelmelerini değil; esas olarak bir mü’minin düşüncesini ve eşyaları değerlendirmesini, izzet ve onurunu kapsar:
a- Tevhidî inanışla, mü’min her şeye ve her duruma, her değere ve her şahsa karşı takınacağı mü’min muvahhide has onur ve şerefi temsil eder; bu üstünlüğün bilinci içinde gurura kapılmadan Allah’a karşı kulluk, yeryüzündeki varlıklara karşı hilâfet görevini yerine getirir. İnsanlara karşı tevhidî iman ve değer ölçüleriyle, böyle bir imana dayanmayan diğer tüm insan ve değer ölçülerinden üstün olduğunun şuur ve sorumluluğuna ulaşır.
b- Tevhid düşüncesinden sapmış beşerî tüm kuvvet ve korkuların üstüne çıkar. İnanan insan, Allah’ın hükümlerine ters düşen tüm değer, gelenek, âdet ve düzenlerin üstündedir. Aşağılık duygusu nedir, bilmeyen öz güven sahibi kişilikli bir karakter sahibidir. Şeref, fazilet ve yücelik sahibi olmanın yolunu ve tarzını
294] 3/Âl-i İmrân, 139
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 63 -
bilir, bu yoldan ayrılmaz ve bunun şükrünü edâ eder.
c- Tevhid eri, Allah’ın askeri olduğunun bilinci içinde, yeryüzündeki zâlim ve tâğûtî kuvvetlerin karşısında yer alır. Haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğuna inanır. İyiliği emretme ve kötülüğe dur deme görevini en güzel şekilde icrâ ederek egemen zâlimlere karşı çıkmanın sonucundaki her çeşit zorluklara katlanmanın “sabır” demek olduğunu ve cennetin bedelinin bu cihad olduğunu unutmaz.
d- Muvahhid insan; bâtıl örf, âdet ve geleneklerin yanlış uygulamaları altında ezilmediği gibi; bazı insanlarca yüceltilse veya korkulsa bile, tevhid inancına dayanmayan her çeşit dünyevî güçlerin Allah’ın gücü ile karşılaştırıldığında “yok” hükmünde olduğunu ve basit birer aldatmaca veya yanılsama olduğunu fark ederek tevhide bağlanmanın en üstün ve tek gerçek güce dayanmak demek olduğunu bilerek bu güçle irtibatı oranında güçlü olduğunu bilir.
e- Bu izzetin şuuruna ermiş bir muvahhid, her çeşit zâlimlere, yaygın bâtıl değerlere, egemen beşerî ideolojilere, tüm bâtıl dinlere, düzenlere, dayatma ve âdetlere karşı tevhidin ve tevhid erlerinin üstün olduğunu anlar, Allah’ın “hayvandan da aşağı” dediği “pislikler” olan müşriklere ve onların özelliklerine tenezzül edip özenmez.
f- Muvahhid mü’minin, tarihi tevhid tarihidir. Örnekleri de peygamberler ve onların yetiştirdikleridir. İlk müslümanlar, tevhide ters düşen tüm düşünce ve eylemler karşısında hiç tâviz vermeden dimdik durmuşlar, her yönüyle gerçekten üstün olduklarını kanıtlamışlardır. Bu muvahhidler, hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenip korkuya kapılmamış, tevhid şuurunun verdiği üstünlüğü bireysel ve toplumsal hayatlarında sergilemişlerdir.
g- Mü’minin üstün olması, başkalarına tepeden bakması, gururlanması anlamına gelmez. Onun izzeti/şerefi/halîfeliği/efendiliği, başkalarının da hidâyete ermesini isteyerek, onları örnek almadan, tam tersine onlara örnek olması, onlara acıyarak gerektiğinde malını ve canını Allah için başkalarının hidâyeti ve tevhidin hâkimiyeti uğrunda harcaması demektir. 295
6- Tevhid, Bir Kurtuluş Reçetesidir
Tevhid reçetesini tam anlamıyla, yerli yerinde kullanan kişi, dünyada olduğu gibi, âhirette de kurtuluşa erecektir. İman ve amel bütünlüğünü içeren bu kelime, insanın neleri reddedip kabul edeceğini, nelerden sakınıp neleri yapması gerektiğini, yani tam bir gönül huzuru ve teslimiyetle (sadece) Allah’a kulluk yapacağını tavsiye eden bir reçetedir.
Âyet ve hadislerde açıkça belirtildiği gibi, tevhid itikadı, sahibini eninde sonunda mutlaka kurtuluşa erdirecektir. Lâ ilâhe illâllah’ın mânâsını bilerek, bunu kalbiyle tasdik edip diliyle ikrar ederek hayatını her yönüyle bu inancın gerektirdiği şekilde düzenleyen bir kimse, beşer olarak bazı günahlar işlese bile mutlaka cennete girecektir. Bu anlayış ve yaşayış, zâten dünyanın da cennete dönüşmesini sağlayacaktır.
295] Bk. 3/Âl-i İmrân, 196-198
- 64 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kelime-i Tevhid
Peygamberimiz (s.a.s.) İslâm’ın beş esas temel üzerine binâ edildiğini, bunun birincisinin ‘şehâdet’ getirmek, yani kelime-i tevhid olduğunu söylemiştir.296 Aynı ifâde ‘Cibrîl hadisi’ olarak bilinen meşhur hadiste de geçmektedir. 297
Şehâdet kelimesi veya tevhid kelimesi, İslâm’ın temelidir. Bir anlamda da İslâm dairesinin kapısıdır. Onlar gönülden söylenmeden İslâm’ı kabul etmek mümkün değildir. Şehâdet veya tevhid kelimesi aynı şeyi ifâde ederler. Şehâdet Kelimesinde ‘eşhedü’ ve ‘abduhû’ ilâvesi vardır. Fakat özleri aynıdır, ifâde ettikleri gerçek farklı değildir. İkisi de birbirlerinin yerine kullanılır.
Kelime-i Tevhid, Allah’ı birleme, O’nun bir ve tek olduğunu söyleme anlamına gelir. İslâm ‘Tevhid’ dinidir. Tek Allah inancına dayanır. Evreni ve içindekileri O yaratmıştır. İlâhlığında ve Rabliğinde ortağı yoktur. Sonsuz güç ve kudret sahibidir. Dünyanın ve içindeki her şeyin idare edicisi de O’dur. Hüküm ve mülk (her şey) O’nundur.
Tevhid kelimesiyle Allah hakkında bu gibi özellikleri kabul etmiş oluruz. Kelime-i tevhid, Allah inancının kısa bir ifâdesidir. “Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlüllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir).” Bu cümle, tıpkı şehâdet kelimesi gibi, imanla küfür arasında kesin bir çizgidir. İnsan hayatının en önemli tercihidir. En önemli bir seçimdir. Allah'la ve mü'minlerle bir antlaşma, kâfirlere karşı bir ültimatomdur. Bütün insanlara karşı İslâm'ı din olarak seçmenin ilânıdır, haber vermedir. Diğer insanlar arasında kimliğini, adresini, mensup olduğu inancını ortaya koymaktır.
Bu cümleyi diliyle tekrar edip, kalbiyle bunun doğruluğunu tasdik eden, dünyadaki konumunu ortaya koymakta, hangi dinin ilkelerine uyacağını, hangi ahlâk üzerine, hangi anlayış doğrultusunda yaşayacağını belli etmektedir. Tevhid kelimesini kabul etmek, kesin bir çizgidir. İnsanlar istedikleri dine inanabilirler. İsteyen babalarının bâtıl dinine, isteyen kendi kafasından uydurduğu inançlara, isteyen zâlim liderleri tanrılaştırarak onların yoluna inanabilir. Fakat bir kimse tevhid kelimesini söylerse, hem onlardan tamamen ayrıldığını, onları ve inançlarını reddettiğini, hem de İslâmî hayat tarzını seçtiğini ortaya koymuş olur.
İşte bu ortaya koyuş ve tercih ediş, çok önemli bir olaydır. İnsanlığın çoğunluğunun gittiği yolları reddetmek, onların alıştığı bütün ahlâk(sızlık)ları bırakmak, onların arasında çok farklı bir yaşayış şeklini seçmek; gerçekten önemlidir.
Peygamberimiz zamanında Mekke’de müslüman olan bir avuç insanın halini hatırlarsak bu cümleyi söylemenin önemini daha iyi anlarız. O çevrede herkes, babalarının izi üzerinden gidiyordu. Babalarının dinlerine ve geleneklerine sımsıkı bağlıydılar. Âdetleri konusunda son derece fanatiktiler. Üstelik kendilerinden ayrı dinlere inananlara da hoş gözle bakmıyorlardı. Müslüman olanları duydukları zaman da ‘bizi ilgilendirmez’ demiyorlar, onları bu dinden döndürmek için baskının ve işkencenin her çeşidini uygulamaktan geri kalmıyorlardı. Öyle
296] Müslim, İman 22, hadis no: 16, 1/45; Buhârî, İman 1; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3, hadis no: 2609
297] Buhârî, İman 37, hadis no: 37; Müslim, İman 1, hadis no: 8; Tirmizî, İman 4, hadis no: 2610; Ebû Dâvud, Sünne 16, hadis no: 4695; İbn Mâce, Mukaddime 9, hadis no: 63, 64; Nesâî, İman 6
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 65 -
bir ortamda ‘Lâ ilâhe illâllah’ demek, ateşi avuçlamaktan daha zordu. O ortamda müslüman olmak, her türlü tehlikeyi, işkenceyi, yokluğu, yoksulluğu, alay edilmeyi, hatta ölmeyi bile göze almaktı.
Bu sözü söylemede hangi tehlikeler vardı? İlk dönemde müslümanlar güçlü ya da zengin değillerdi. Sayıları yeterli değildi, kılıçları yoktu, savaşmayı düşünemiyorlardı. Hatta İslâm'ın birçok emri henüz gelmemişti. Yani yaşantıları Mekkelilerden pek çok yönden farklı değildi. O halde Mekkeli müşrikleri rahatsız eden ne idi? Niçin bu kelimeyi söyleyenlere amansız düşman oluyorlardı? Niçin bunu söyleyenleri susturmak için zulme başvuruyorlardı?
Tevhid kelimesini söyleyenler, bütün ilâhları, o tanrılara bağlı inançları, o ilâhlar adına kurulmuş düzenleri (sistemleri), o tanrılar adına uydurulmuş bütün kanunları ve âdetleri reddediyorlardı. İşin en can alıcı noktası burasıydı. Bir cümle söyleniyor, ama Mekkelilerin saltanatları sarsılıyordu. Bir cümle onları son derece rahatsız ediyordu. Bu cümleyi söyleyen herkesi düşman biliyorlar, o sözü unutmasını sağlamak için her çareye başvuruyorlardı.
Bu cümleyi söyleyenler ne dediklerinin, neyi tercih ettiklerinin farkında idiler. Bu sözle neleri reddettiklerini gâyet iyi biliyorlardı. Bu sözün neleri kapsadığını, neleri dışarıda bıraktığını anlıyorlardı. Yani onlar tercihlerinin bilincinde idiler. Yalnızca onlar mı? Hayır, müşrikler de kendi düzenleri açısından bunun kötü bir gelişme olduğunun farkında idiler. Çünkü bu cümleyi bilinçli bir şekilde söyleyen herkes, onların etki sahasından ayrılıyordu. Onların otoritesine karşı çıkıyor, uydurdukları ilâhların hâkimiyetinden kurtuluyordu. Hâlbuki ileri gelenler, uydurdukları bu sahte ilâh inancı ile, insanlara hükmediyor, onları yönetiyor ve onlara yön veriyorlardı. Bu ilâhlar adına oluşturdukları düzen sâyesinde işleri tıkırında idi. Çıkarlarını bu bâtıl inanç sâyesinde koruyabiliyorlardı.
İlâhlarına ve bu ilâhlara âit inançlara çok bağlı idiler. Çünkü bu ilâhlar onların işine çok yarıyordu. Zavallı halk, câhil ve çaresiz yığınlar da efendilerinin, başkanlarının ve atalarının izinden gidiyorlardı. Sömürü düzeninin farkında değillerdi. İlâhlarının (putlarının) kendilerine yardım ettiğini sanıyorlar, ibâdet etme ihtiyacını ilâhlara tapınmakla karşılıyorlardı. Onların çoğu uydurulan düzenin farkında değillerdi. Onlar, yarım akılla doğru sandıkları bir dine inanıyor, önlerinde duran ve kendi elleriyle şekil verdikleri maddî tanrılara tapıyorlardı.
Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak görevlendirildi ve insanları bu kelimeye ve bunun kapsadığı mânâya dâvet etti. Çoklarına ve özellikle ileri gelenlere, yani yönetici ve zengin takımına bu dâvet çok ağır geldi. Hemen karşı çıktılar. Bu cümleyi söyleyip müslüman olanları düşman bildiler. İnsanların müslüman olmasını önlemek için çeşitli çarelere başvurdular.
Çünkü Kelime-i tevhid, ilâhlık sistemini yerle bir ediyordu. Çünkü o, atalar dininin yanlış olduğunu söylüyordu. Çünkü o, putlar adına uydurulan sistemin sahte olduğunu belirtiyordu. Çünkü o, insanın insanı sömürmesine, insanın insanı ilâh edinmesine, her türlü zulme hayır diyordu. İbâdet edilmeye lâyık yalnızca âlemlerin Rabbi Allah’tır diye haykırıyordu.
Bu çağrı elbette, insanlar üzerinde hâkimiyet kuran, insanlar üzerinde âdeta rablık taslayan şımarık güç sahiplerini rahatsız edecekti. Onlar güçlü olduklarını, hükmün/egemenliğin kendilerinde olduğunu sanıyorlardı. Bu güçlerini de halk
- 66 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde gösteriyorlardı. Onlar kendi kafalarından bir şirk dini uydurmuşlardı ve bu uydurma din sayesinde işlerini yürütüyorlardı.
Ama Hz. Muhammed (s.a.s.) çıktı ve insanları bu yanlış yoldan dönmeye çağırdı. Bir söz söylüyordu ki, bütün ilâhlar sistemini karşısına alıyordu. Bütün putları inkâr ediyordu. İnsanları bir Allah’a ibâdet etmeye ve yalnızca O’nun karşısında boyun eğmeye dâvet ediyordu. Bu ise onlar için hiç de hoş bir şey değildi.
Tevhid kelimesi, iki kısımdan meydana gelir. Tevhid kelimesinin birinci kısmı, aslında bütün peygamberlerin ortak dâvetiydi. Bütün peygamberler insanları ‘Lâ ilâhe illâllah (Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur)’ inancına dâvet etmişlerdir. Çünkü bu söz ‘tevhid’ inancının özüdür. Allah’tan gelen, tarih sürecindeki hak dinin temel özelliği; Allah’tan başka ilâh tanımamak, yalnızca bir Allah’a ibâdet etmek ve hayatı Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak anlayışıdır. Tevhid kelimesi, işte bu İlâhî gerçeği ortaya koymaktadır.
“Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki ona; ‘Benden başka ilâh yoktur, şu halde Bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”298 Kur’ân-ı Kerim, sık sık ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ diye vurgulamaktadır. Çünkü insanların çoğu, zaman zaman uydurma ilâhlar bulmakta veya Allah’a ait özellikleri yaratıklardan bazılarına vermekte ve onlara ibâdet etmeye kalkışmaktadırlar. İnsan, öncelikle bu yanlış inancı düzeltmesi lâzım ki, İslâm’a âit diğer inanç esaslarını kabul edebilsin.
Peygamberimiz buyuruyor ki: “…Her kim ‘lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.”299; “Ölen bir kimse (ölüm ânında) Allah’ın bir ve benim Allah elçisi olduğuma şehâdet (tanıklık) eder ve kalbi de bu işi tasdik ederse, Allah onu mutlaka mağfiret eder.”300; “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, O’nun elçisi olduğuna şehâdet ederek Allah’a kavuşan kimse cennete girecektir.” 301
Kelime-i tevhid’in ikinci kısmı, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın rasûlü (elçisi) olduğunu kabul etmektir. Bu kabul ediş ve inanma, Allah’tan başka ilâh olmadığını kabul etmenin tamamlayıcısıdır. Kendinden başka ilâh olmayan âlemlerin Rabbi Allah (c.c.), kendine âit haberleri, varlığının delillerini ve âyetlerini, kendi varlığının gerçeklerini bir elçi aracılığıyla insanlara duyurur. O, yarattığı bütün insanların kendi Rabliğini bilmelerini ve yalnızca kendisine kulluk etmelerini istemektedir. Bunu da insanlar arasından seçtiği elçilerle onlara bildirmektedir.
Allah’ın insanlara peygamber/elçi göndermesi; onlara yol göstermek olduğu gibi, aynı zamanda onların başıboş ve rehbersiz bırakılmadıklarının da göstergesidir. Bu elçiler bir taraftan doğru yolu gösterirlerken, bir taraftan da örnek olurlar ve Rabbimizin nasıl bir kulluk görmek istediğini ortaya koyarlar. Gönderilen elçiyi kabul etmek; hem onunla gelen ‘vahy’i kabul etmek, hem de o elçiyi örnek almak demektir. Elçiler kuru bir dâvetçi veya postacı değillerdir. Onlar, Allah’tan gelen vahy’i hem yaşarlar, hem uygularlar, hem de insanlara tebliğ ederler. İşte Hz. Muhammed (s.a.s.) de bu elçilerden biridir ve sonuncusudur. Rabbimiz insanlara son defa bir elçi olarak O’nu göndermiş, ona vahyettiği Kur’an’la insanları
298] 21/Enbiyâ, 25
299] Müslim, İman 35, hadis no: 21
300] İbn Mâce, Edeb 54, hadis no: 3796
301] Kenzü’l Ummâl, naklen Şamil İslâm Ansiklopedisi, 3/340
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 67 -
hidâyet yoluna dâvet etmiştir. İslâm, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tebliğ ettiği, yaşayıp uyguladığı dindir.
Tevhid kelimesini söyleyen bir kimse öncelikli olarak Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eder, sonra da inandığı Allah’ın, elçi olarak seçtiği Hz. Muhammed’i son peygamber olarak tanır. Buna bağlı olarak da son elçinin tebliğ ettiği her şeye, İslâm’a âit bütün esaslara inanır. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) din olarak öğrettiği, anlattığı ve yaşadığı her şeyi kabul eder. Bu esaslara itiraz etmez, o esaslara uygun olarak yaşamaya, tevhid kelimesiyle söz vermiş olduğunun bilincindedir.
Tevhid kelimesi, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ve O’nun tebliğ ettiği şeriat esaslarını da kapsar. ‘Ben Hz. Muhammed’i Allah’ın son elçisi olarak kabul ediyorum’ demek, ‘O’nunla gelen Din’i ve bu Din’e âit bütün ilkeleri ve esasları kabul ediyorum, tüm hayatımı bu ilkelere göre düzenleyip bu esasları yaşamaya çalışacağım’ demektir.
Kelime-i tevhid, kendisini kabul edeni cennete götürür. Kendisini kabul etmeyen ise cehennemi hak eder. Öyleyse bu, son derece önemli ve geniş kapsamlı bir cümledir. İnsandaki ruh ne ise, İslâm’da Tevhid kelimesi de odur. İnsan bedeninde ruh görünmez, ama onu canlı tutar, ayakta olmasını sağlar. Ruh uçup gidince de insan ölü haline (ceset şekline) döner. Kelime-i tevhid İslâm bedenini ayakta tutan şeydir. O olmayınca beden (din) ölüdür. Bütün inanmayan insanlar bu anlamda ruhsuz ceset gibidirler. Ne zaman Tevhid kelimesini kabul ederlerse, cesetlerine hayat gelir, onlara ruh üflenmiş gibi dirilirler. Hayatın akışı içerisinde yapılan hatalar ve unutkanlıklar yüzünden ölü gibi olan beden, tevhid kelimesi ile canlanır.
Tevhid kelimesini söyleyen kimse, İslâm’ın tümüne inanmış olur. Kur’an’ın haber verdiği, Peygamberden bize aktarılan sağlam bütün haberlere ve hükümlere inanır. Bu konuda tereddüt ve şüphesi olmaz. Bir kimsenin, inanç esaslarını tek tek sayarak ‘ben şuna da inanıyorum, ben buna da inanıyorum’ demesi uzun bir iş olur. Ancak Tevhid kelimesini söyleyen, hepsini ayrı ayrı sayıp kabul etmiş sayılır. Zaten bu cümlenin bu şekilde, bir ilke olarak benimsenmesinin ana amacı budur. Bu bir çeşit giriş şartıdır. Kim bunu kabul ederse, İslâm’a âit bütün şartları da kabul etmiş olur. Artık o kimse, imanın diğer şartlarını da aynen benimser. İslâm’ın bütün hükümlerini, Allah’ın bütün tekliflerini aynen alır, inanır ve uygulamaya çalışır.
Bu cümleyi (tevhid kelimesini) kabul etmenin bir başka anlamı da, şartlarını, ilkelerini ve esaslarını kabul ettiği İslâm’ı uygulamaya da şu şekilde söz vermektir: ‘Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah’ın gönderdiği her şey doğrudur, inanıyorum. O’nun bana verdiği emirlerini ve yasaklarını da kabul ediyorum. Doğru olarak kabul ettiğim bu hükümlere uyacağıma söz veriyorum. Onları hayatıma uygulayacağım, doğru olduğuna inandığım bu ilkelere göre yaşayacağım.’
Kişinin mü’min ve ‘muvahhid’ (tevhidi kabul eden) sayılması için, hayatın, davranışların, düşüncelerin, fiillerin, tercihlerin bu inanca uyması gerekir. Bir kimse tevhid kelimesini söyledikten sonra, Allah’tan başka ilâh (tanrı) zannedilen şeyleri kabul edemez. Tâğutlara (ilâhlaştırılan, ya da put haline getirilen güçlere) kulluk yapamaz. Onların hükümlerini, dinlerini benimseyemez. İslâm dışı ideolojilerin, İslâm’ın özüne uymayan fikirlerin peşinden gidemez. Allah’ın
- 68 -
KUR’AN KAVRAMLARI
indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hükümlerini doğru sayamaz. İslâm’dan olduğu belli olan hiç bir emre veya yasağa, İslâmî ölçülere itiraz edemez.
Çünkü tevhid kelimesi, Allah’a teslimiyetin ve O’nun dinine itaat etmenin göstergesidir. Bu açıdan İslâm’ın rükünlerinden (şartlarından) birini inkâr eden, İslâm’ın tümünü inkâr etmiş ve tevhid kelimesini söylememiş gibidir. Böyle yapan, tevhidi söylerken attığı imzaya ters davranmış olur.
Bugün insanlığın görünen ve görünmeyen bir sürü ilâh (tanrı)lara ve tâğutlara taptığı bir dünyada, tevhid kelimesinin anlamını yüceltmeye gerçekten ihtiyaç vardır. Ve tevhid kelimesi aynı zamanda en büyük zikirdir. 302
Tevhid Penceresinden Günümüz ve İnsanımız
Bırakın eğitim kurumlarını, câmilerde bile (istisnâlar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir.
Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”303 Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne bina dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid,
302] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 345-350
303] 26/Şuarâ, 227
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 69 -
bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” 304
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, iman edin!” diye uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete/kulluğa muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.305 “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”306 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçi olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı.
Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl- haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah’a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah’a rağmen hüküm koyması, helâl-haram tâyin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar.
Halk yığınları, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu
304] 4/Nisâ, 136
305] Bk. 33/Ahzâb, 44
306] 39/Zümer, 17-18
- 70 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır.
Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiliyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah’a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”307; “...Hüküm sadece Allah’a âittir.”308; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”309; “Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” 310
Buna rağmen, toplumun üst tabakası, açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına çıkarlarını sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” 311
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den (s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdi, baba ve dedelerin örfü, kamuoyu tapınılan bir rabdi. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablerdi.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibâretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişip şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi
307] 7/A’râf, 54
308] 12/Yûsuf, 40
309] 16/Nahl, 17
310] 35/Fâtır, 3
311] 40/Mü’min, 26. Ve yine bk. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 71 -
olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah’a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah’a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile ispat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”312 Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâli da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 313
“Rabbinizden size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” 314
“Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?” 315
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” 316
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” 317
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” 318
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” 319
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 320
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” 321
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” 322
312] 9/Tevbe, 31
313] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292
314] 7/A’râf, 3
315] 42/Şûrâ, 21
316] 42/Şûrâ, 10
317] 6/En’âm, 121
318] 4/Nisâ, 65
319] 24/Nûr, 47-48
320] 5/Mâide, 44
321] 5/Mâide, 50
322] 95/Tîn, 8
- 72 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 323
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” 324
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” 325
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 326
“...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 327
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” 328
“Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.” 329
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” 330
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 331
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 332
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler
323] 4/Nisâ, 59
324] 33/Ahzâb, 36
325] 7/A’râf, 54
326] 6/En’âm, 82
327] 12/Yûsuf, 40
328] 4/Nisâ, 13-14
329] 8/Enfâl, 1
330] 39/Zümer, 17-18
331] 3/Al-i İmrân, 31-32. Yine bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115.
332] İbn Mâce, hadis no: 4205
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 73 -
kâfirdir.”333 âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar, helâller koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir” veya “bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır.334; çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. 335
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevânın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Amelde Tevhid
Amelde tevhid, kulluğa dair eylemlerin sadece Allah’a yöneltilmesi ve Onun rızâsı için yapılmasıdır. İnançta tevhidin doğal olarak amele yansıyacağını,
333] 5/Mâide, 44
334] 16/Nahl, 106
335] Geniş bilgi için bk. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
- 74 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dolayısıyla bir tek Allah’a iman eden ve O’na ait özellikleri başka varlıklara tanımayan insanın kulluğunun da tevhid üzere olacağı kaçınılmazdır. Meseleye bu çerçeveden baktığımızda, aslında inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirini takip eden iki ayrı unsur olmayıp, ikisi de aynı anda gerçekleşen ve birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu görürüz. Şu âyette inançta tevhid ile amelde tevhidin birbirinden ayrılmaz unsurlar olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır: “De ki: ‘Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilâhınızın, sadece bir İlâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibâdette hiçbir şeyi şirk/ortak koşmasın.” 336
Tevhidin inanç ve amel boyutunun ayrılmaz iki unsur oluşu nedeniyle, Kur’an’da inanca ve kulluğa yönelik tevhid çağrısının daha çok birlikte yapıldığını görürüz:
“İşte Rabbiniz Allah O’dur. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin, O her şeye vekîldir.” 337
“Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın...” 338
“Nûh’u rasûl/elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ‘ O benim Rabbimdir. O’ndan başka ilâh yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.” 339
“Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; Beni zikir için namaz kıl.” 340
Kur’an’ın indiriliş amacı da “sadece Allah’a kulluk”un gerçekleşmesidir: “Elif lâm râ. (Bu,) Bir kitaptır ki, hikmet sahibi, her şeyden haberi olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da güzelce açıklanmıştır. Tâ ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz.”341 Amelde tevhid, en vecîz şekliyle Kâfirûn sûresinde özetlenmiş ve bu sûreye bu özelliğinden dolayı İhlâs sûsesi (2. İhlâs sûresi) de denilmiştir: “De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet etmiyorsunuz. Ben sizin taptıklarınıza asla tapacak/ibâdet edecek değilim. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” 342 Yine Fâtiha sûresinde de kullukta tevhid en vecîz biçimiyle kulun kendi ağzından söylettirilir: “Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.” 343
Tevhidi ifade eden ve bu alanda özel bir yeri olan “ihlâs” kavramına özellikle değinmek istiyoruz. Bu kavramın, şirkten uzaklaşarak ibâdetin sadece Allah’a yapılmasını ifade etmesi, inançta tevhidi de içine almakla beraber Kur’an’da yer alış şekliyle daha çok kulluğun bir şartı olarak amelde tevhidi anlatması bakımından önemli bir yeri vardır: “De ki: ‘Rabbim adâleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O’na çevirin ve dini yalnız Allah’a hâlis kılarak (muhlisîn) O’na yalvarın.” 344
“Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a hâlis kılarak
336] 18/Kehf, 110
337] 6/En’âm, 102
338] 4/Nisâ, 76
339] 13/Ra’d, 30
340] 20/Tâhâ, 14
341] 10/Yûnus, 1-2
342] 109/Kâfirûn, 1-6
343] 1/Fâtiha, 5
344] 7/A’râf, 29
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 75 -
(muhlisan) kulluk et. Dikkat et, hâlis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp kendilerine birtakım dostlar edinenler: ‘Onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk/ibâdet ediyoruz’ derler.” 345
Kur’an, müşriğin denizde boğulma gibi bir ölüm-kalım durumundaki psikolojik halini anlatırken de, onun nazarında bütün bâtıl tanrıların yok olup geçici bir tevhide ulaşmasını yine “ihlâs” kavramıyla ifade etmektedir: “Sizi karada ve denizde yürüten O’dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını sandıkları zaman, dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na yalvarmaya başlarlar: ‘Andolsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, şükredenlerden olacağız’ derler.” 346
Âyetlerde görüldüğü üzere “dini Allah’a hâlis kılarak O’na kulluk etme” ifadesi içerisinde yer alan “ihlâs” kavramı, “saflaştırma, arılaştırma” anlamını içermektedir. Kullukta dinin saflaştırılması ise, dinin her tür şirk unsurundan temizlenerek kulluk eyleminin sadece Allah’a yönelik olarak gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. İhlâs kavramı, geçtiği bütün âyetlerde Allah’a açıkça şirk koşmanın zıddı anlamında bir tevhidi anlatmaktadır.
Taberî ve İbn Kesir, ilgili âyetleri açıklarken “ihlâs“ kavramını, Allah'ı tek ilâh olarak tanımak ve ilâhlığı iddia olunan bâtıl tanrıları reddederek kulluğu sadece Allah'a yöneltmek olarak izah etmektedirler. Diğer birçok müfessir ise bu unsura, riyâ gibi durumları da eklemişlerdir. Yani kişi, dinini (ibâdetini ve tâatini) bütün bâtıl tanrı düşüncelerinden temizleyecek ve kulluğunu sadece Allah'a yöneltecektir. İhlâsın taşıdığı bu anlamın yanında, müfessirlerin çoğu bu kavramın kapsamına gizli şirk olarak adlandırılan riyâ (görsünler diye yapmak), süm'a (duysunlar diye yapmak) gibi, kullukta yalnızca Allah'a yönelmenin sâfiyetini bozan kalbî hastalıkların bulunmamasını da eklemişlerdir. Kulluğun en güzel biçimi, Allah'a yalnızca Rab olduğu için yönelmektir.
Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere amelde tevhid, inançta tevhidin doğal bir sonucu olarak kulluğun da sadece Allah'a yöneltilmesi anlamını içermektedir. Allah'ın tek gerçek İlâh kabul edilmesine rağmen, eğer kullukta başka maksatlar güdülüyorsa, bu durumda tevhidin temeli sarsılmış olacaktır. 347
Muvahhid
‘Vahdet’ ve ‘tevhid’ kökünden gelen ‘muvahhid’ kelimesi, birleyen, tevhid inancını kabul eden, Allah’ı bir olarak kabul eden kişi demektir. Kelime, bu şekilde Kur’an’da ve hadislerde geçmez. Özellikle Kelâm ilminin (Allah’tan, O’nun sıfatlarından ve kaderden bahseden ilim) ortaya çıkmasından sonra yaygınlaşmıştır. ‘Allah’ı birleme (vahhadallahu)’ şeklinde kullanılan tâbir, Allah’ı bir olarak kabul etmenin ifadesidir. “...Her kim Allah’ı tevhid ederse (tevhid kelimesini ve içeriğini kabul eder, muvahhid olursa) malını ve canını korumuş olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” 348
Müslümanların en başta gelen görevi, ‘muvahhid’ olmaktır. ‘Muvahhid’
345] 39/Zümer, 2-3 Ve bu konuyla ilgili diğer âyetler için bk. 39/Zümer, 11, 14-15; 40/Mü’min, 14; 98/Beyyine, 5.
346] 10/Yûnus, 22; ayrıca bk. 29/Ankebût, 65; 31/Lokman, 32
347] Zekeriya Pak, Kur’an’da Kulluk, s. 196-202
348] Müslim, İman 31-38, hadis no: 21
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olanlar, Allah’ı bir olarak kabul ederler ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Allah’a, O’na ait sıfatlarla ve Kur’an’da geçtiği gibi inanırlar. O’na noksan sıfatları yakıştırmazlar. Yalnızca O’na ibâdet ederler. O’na olan ibâdetlerinde bir aracıya ihtiyaç duymazlar. Yalnızca O’na duâ ederler, kimsenin yapamayacağı yardımları O’ndan beklerler. Bir darlığa düştükleri zaman O’ndan yardım isterler. O’nun sevâbını umarlar, O’nun cezasından korkarlar. Ölünce de O’na hesap vereceklerine inanırlar. O’ndan gelen vahye ve vahyin hükümlerine inanır ve bu İlâhî hükümler doğrultusunda yaşamaya çalışırlar.
Muvahhid, İslâm’a tam anlamıyla inanan ve bu inancını yaşama çabasında olan insandır. İslâm’ın diğer adı ‘Tevhid Dini’; müslümanın diğer adı ise ‘muvahhid’dir. ‘Şirk’in karşıtı nasıl ‘Tevhid’ ise, ‘müşrik’in karşıtı da ‘muvahhid’dir. Kur’an’da muvahhid kelimesinin yerine ‘hanîf’ kelimesi geçmektedir. Hanîf kelimesi, anlamı ve ifade ettiği şey açısından ‘muvahhid’ kavramına benzemektedir. Haniflik aslında, bâtıl ve şer tarafından hak ve hayır tarafına yönelmedir. Ki muvahhid, bunu yapan insandır. 349
Kur’an ve onun tebliğcisi Peygamberimiz (s.a.s.), insanları şirkin her türlüsünden sakındırmaktadır. Şirk, bir ve tek olan Allah’a ortak aramanın boş çabasıdır. İslâm, kendisinin dışındaki dinlere ‘şirk dinleri’ diyor ve insanları bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a dâvet edip onların ‘muvahhid’ler olmasını istiyor. Muvahhid’ler, yaratılıştaki ve evrendeki tevhidi görüp, ‘Vâhid’ olan Allah’ı tevhid ederler. Tevhid Dini olan İslâm’a gönül verirler. Muvahhidler, iman, tavır ve hayatlarıyla, ideal ve amaçlarıyla şirk dinlerine uyanlardan ayrılırlar.
Muvahhidler, aydınlık bir dünyanın, adâlet üzere yürüyecek olan bir sistemin, insana yakışacak bir hayatın özlemcisidirler ve bunun için çalışırlar. Onlar her türlü bâtıl ve şer olan şeylerden yüz çevirirler. Onlar hak için ve hakka göre yaşarlar. Hayırlı olan şeyleri tercih ederler. Yaratılışlarındaki temizliği korurlar. Kelime-i tevhidi söyleyerek fıtrata yerleştirilmiş olan Allah’ı bilme, anlama ve O’na kulluk etme gerçeği ile buluşurlar. Onlar evrenin, ister istemez teslim olduğu İslâm dâvetini; hayatlarını anlamlı, huzurlu ve bereketli kılmak için kabul etmişlerdir. Onların gönüllerine tevhid hayat verir, hayatların tevhid şekillendirir. Onlar bütün ölçülerini tevhid inancından alırlar.
Yaşantısını tevhid üzere geçiren ‘muvahhidler’e müjdeler olsun. 350
349] 3/Âl-i İmrân, 67; 30/Rûm, 30
350] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 427-428
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 77 -
Tevhidle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İlâh Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 147 yerde): 2/Bakara, 133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96; 16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24, 25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn, 23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3; 29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5, 5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf, 45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed, 19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün, 13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.
B- Allah’tan Başka İlâh Yoktur: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En’âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü’minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.
C- Tevhid (Tek İlâh İnancı), İnsanlığın Aslî İtikadı ve Tüm Peygamberlerin Çağlar Boyu Tebliğ Edip Canlandırmaya Çalıştığı Husustur: 2/Bakara, 133; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü’minûn, 23; 41/Fussılet, 6.
D- Tevhid Dini:
a- Tevhid Dini İslâm’dır: 6/En’âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11.
b- Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm’dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
c- Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.
d- İbrâhim (a.s.)’in Tevhidî Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.
E- Tevhid Kelimesi:
a- Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.
b- Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.
c- Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.
d- Yüce Olan, Yalnız Allah’ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.
F- Tevhide Dâvet:
a- Muvahhid (Allah’ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.
b- Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.
c- Allah’ın Yolunu (Tevhid’i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/En’âm, 153
d- Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.
G- Tevhid Ehlinin Ahlâkı: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.
H- Hevâ ve Hevesi İlâhlaştırmak: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
İ- Putlar ve Küfrün Öncüleri
a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c- Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j- Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
n- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
o- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.
K- Putlara Tapmak
Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.
Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.
L- Putların ve Küfür Öncülerinin Cezaları
Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.
Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 2, s. 471-501; c. 22, s. 64
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), c. 1, s. 112-123; c. 3, s. 127-129; c. 6, 211-213 (A. Özalp)
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 20, s. 403-545
4. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488
5. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428, 717-724
6. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120
7. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145
8. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57
9. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
10. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y. 88-113
11. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66
12. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53
13. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63
14. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-195
15. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137
16. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111
17. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
18. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
19. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
20. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
21. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
22. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
23. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
24. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
25. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
26. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.
27. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
28. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
29. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
30. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
31. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
32. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
TEVHİD (TEK İLÂH)
- 79 -
33. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
34. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
35. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
36. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
37. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
38. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
39. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
40. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
41. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
42. Kur’an-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Salih Ali Mustafa, Ölçü Y.
43. İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
44. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
45. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
46. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
47. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
48. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
49. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
50. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
51. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
52. Dua ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
53. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
54. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
55. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 40-50
56. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
57. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
58. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
59. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
60. Tevhid, Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.
61. Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
62. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y.
63. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
64. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
65. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
66. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
67. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.
68. İbâdet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.
69. Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
70. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
71. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
72. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
73. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
74. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
75. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
76. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
77. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
78. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
79. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
80. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
81. İslâm’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
82. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
83. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
84. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
85. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
86. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
87. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
88. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
89. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
90. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
91. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
92. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
93. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
94. Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed N. Solmaz
95. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
96. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
97. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
98. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
99. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
100. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
101. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
102. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
103. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidayet Y.
104. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
105. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
106. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
107. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
108. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
TEVBE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEVBE
- 1 -
Kavram no 179
Görevlerimiz 44
Bk. Af; Yeis; Günah; Haram-Helâl
TEVBE
• Tevbe; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim’de Tevbe
• Hadis-i Şeriflerde Tevbe
• Tevbenin Çeşitleri
• Tevbenin İbadet Olarak Önemi
• Günümüzde Tevbe Anlayışı; Tevbe Kavramının Yozlaştırılması
• Tevbe, Bir Devrimdir, Bir Başkaldırıdır
• Tevbenin Kabul Edilmesi İçin Gerekli Şartlar
• Putları Parçalamak
• Kötü Çevreyi ve Dostları Değiştirme
• Tevbenin Gerekleri
• Ölüm Korkusu Sebebiyle Tevbe
• Tevbenin Zamanı ve Tevbe Etmenin Faydaları
• Tevbe Pişmanlık Ateşiyle Yanmaktır
• Tevbe Namazı
• İstiğfâr
• Af ve Allah'ın Affediciliği
“Derken Âdem Rabb’inden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevvâb/tevbeyi çok kabul eden, çok merhamet edendir.” 1
Tevbe: Anlam ve Mâhiyeti
“Tevbe” sözlükte, asla geri dönmek demektir. Bu anlam ile bağlantılı olarak ‘tevbe’ kula nisbet edildiği zaman, geçici olan günah halini terk edip günah öncesi duruma, düzgün hale (salah haline/fıtrata) dönmek olur. ‘Tevbe’ Allah’a nisbet edildiği zaman ise, geçici olan gazap (kızgınlık) halinden asıl olan rahmet ve af haline dönmek demektir. Tevbe: “Yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati Allah yönünden, affedip bağışlamak; kul yönünden, yaptığının kabahat veya günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah’a dönmek, yani O’nun emirlerine uymak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak suretiyle Allah’a sığınarak O’ndan affetmesini, bağışlamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız O’na yalvarmak” demektir.
Bu açıdan ‘tevbenin’ şeriat dilindeki anlamı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup bir daha yapmamaya karar vermesi; Allah’ın da bu ‘asla dönüş’ü, yani bu pişmanlığı kabul ederek günahı mağrifet etmesidir. ‘Tâib’, tevbe eden demektir. Allah’ın sıfatlarından ve isimlerinden biri ‘Tevvâb’dır. Tevvâb,
1] 2/Bakara, 37
- 2 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tevbeleri çok çok kabul eden anlamındadır. Allah’ın bir adı olarak et-Tevvâb; itaatina yönelerek, kendisine dönen için, o insanın istediği bağışlamaya dönen yahut kullarının hoşlanmadığı şeylerden sevdikleri şeylere dönen demektir. ‘Tevbe’, kul hakkında günahtan ve itaatsizlikten dönmeyi, Allah hakkında ise cezalandırmaktan dönmeyi ifade eder. Kul, hata ettikten sonra Rabbine döner, Rabbi de onun kendine dönmesini kabul eder.
Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe
Kur’an, ‘tevbe’ kelimesini türevleriyle birlikte 87 yerde kullanmaktadır. Kullar için kullanıldığı zaman tek başına, Allah için kullanıldığı zaman ‘alâ’ edatı ile kullanılmaktadır. Böylece ‘Allah kuluna tevbe etme gücü verdi, kul da tevbe etti’ anlamı ortaya çıkar. Şu âyette aynı anlamı bulmak mümkün: “…Sonra Allah tevbe etsinler diye onları tevbe etmeye muvaffak (başarılı) kıldı…” 2
“Allah’tan mağfiret/bağışlanma dile (istiğfâr et); Gerçekten Allah, Ğafûrdur/çok bağışlayıcıdır, Rahimdir/ziyadesiyle merhamet edendir.” 3
“Ey iman edenler, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, korktuğunuzdan emin olup umduğunuza kavuşasınız.” 4
“Ey iman edenler! Nasûh/yürekten, samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter, Peygamberi ve O’nunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar.” 5
“Hiç şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” 6
“Onlar, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp anarlar ve günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler/günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!? Onlar, yaptıkları kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” 7
“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, Ğafûr Rahîm’dir/çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun; sonra size yardım edilmez.” 8
“Ancak, tevbe ve iman edip sâlih amel işleyenler başka; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.” 9
“Ve Rabbinizden mağfiret/bağışlanma dileyin (istiğfâr edin), sonra O’na tevbe edin. O da sizi tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde rızıklandırıp yaşatsın ve faziletli olan herkese kendi lutfunu/ihsanını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek
2] 9/Tevbe, 118
3] 4/Nisâ, 106
4] 24/Nur, 31
5] 66/Tahrim, 8
6] 2/Bakara, 222
7] 3/Âl-i İmran, 135
8] 39/Zümer, 53-54
9] 25/Furkan, 70-71
TEVBE
- 3 -
büyük bir günün azabından korkarım.” 10
“Hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri, günahları giderir; bu öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır.” 11
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca ‘ben şimdi tevbe ettim’ diyen ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azab hazırladık.” 12
“Onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim! der, beni (dünyaya) geri çevir. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada sâlih amel yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz, (boş) laftan ibarettir.” 13
‘İnâbe’ kelimesi de ‘tevbe’ kelimesine yakın bir anlam taşır. Tevbe, yapılan işin çirkinliğini, kötülüğünü kalbinde hissedip, ondan tiksinerek vazgeçmektir. Yapılan hata, mala, cana zarar veriyor, insanlara karşı ayıp oluyor diye terkediliyor ise bu, tevbe değildir. Hasta ettiğinden, dokunduğundan dolayı mesela içkiyi terketmek veya gücü yetmediği için bir günahı işlememek tevbe sayılmaz. Tevbede esas olan haram bilincidir. Her çeşit ibâdette niyyetin Allah rızası için olması şarttır. Tevbe ibâdeti için de bu şart geçerlidir. Bir şeyi Allah haram kıldı diye o işten Allah için vazgeçmek tevbedir. Tevbe, Rabbinin yasaklarını çiğneyip yahut emirlerine karşı gelip, düşülen hatayı terk etmek, Allah’a dönmek, O’nun affını ve bağışlamasını beklemek, o hataya bir daha dönmemektir. Başka bir deyişle tevbe, kulun yöneldiği hatadan yönelmediği itaata, farzları yerine getirmeye, haramları terke dönmesidir. Emredileni yaparak, yasaklananı terkederek Allah’a yöneliştir.
Tevbe, yalnızca yapılan bir hatadan pişmanlık duyup, Allah’tan af dileme değil, aynı zamanda sürekli dua ve istiğfar ederek temizlenme gayretidir. Allah’a müracaat ve O’na dönme kulluğudur. Bu bakımdan Kur’an mü’minlere ‘hep beraber tevbe edin.’14 diyerek, bu yönelişi haber veriyor. Bazılarına göre tevbe, bir hatadan veya bir günahtan vazgeçme, pişman olmadır. Bu tevbe çok önemli olmakla beraber, asıl önemli olan kulun yerine getirmediği dinî emirlerden dolayı yaptığı tevbedir. Çünkü insanın kalbinin ve bedeninin birtakım görevleri vardır; Allah (c.c.) insana o görevleri yerine getirmesini emretmiştir. Ancak insanların bazısı ya cahilliklerinden, ya sapıklıktan, ya da hakka karşı inatçı olmalarından dolayı bu emirleri yerine getirmemiş olabilirler. Tevbenin büyüğü, bu tür inatçılığı ve gafleti terkedip Allah’a itaat etmeye dönmedir.
Yapmamız gerektiği halde yapmadığımız veya gereği gibi yerine getirmeyip kusurlu ve eksik şekilde yerine getirdiğimiz hususlardan ve ihmalden de tevbe edilmelidir. Daha iyi olamadığımız için, mücâhid ve müttakî olamadığımız, sâlih amel yarışında en ön sıralarda yer alamadığımız için tevbe. Örnek olamadığımız için, canlı Kur'an olamadığımız için tevbe. Tevbe, günahların kötülüğünü
10] 11/Hûd, 3
11] 11/Hûd, 114
12] 4/Nisâ, 17-18
13] 23/Mü’minûn, 99-100
14] Nur, 31
- 4 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlayıp Allah'a yönelmek, bağışlanma dilemektir. Tevbe, işlenilen günah sebebiyle uğratılacak azaptan kurtuluş vesilesidir; tevbe bir müjdedir: “Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, (İslâm uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; sen mü’minleri (cennetle) müjdele.” 15
Tevbe, kurtuluş umuduyla Allah’a yönelmek, kurtuluş ümit etmektir. Tevbe etmemek ise zâlim olmak, nefse zulmetmektir. Tevbe etmemek, imandan sonra fısktır, Allah’ın yolundan ayrılmaktır. “İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”16 Tevbe, insanın zulmetmesinden sonra, durumunu fark edip o durumundan vazgeçmesi, kurtulması, yani kendisini düzeltmesinin adıdır. “Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” 17
Hadis-i Şeriflerde Tevbe
“Mü’minler Allah’ın azap ve azâbının miktarını bilselerdi hiç biri Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.” 18
“Allah Teâlâ buyurdu ki: ‘Şüphesiz rahmetim gazâbımdan öne geçmiştir.” 19
“Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu bir kısrak (dişi at), yavrusunun daha rahat emebilmesi için bu sâyede ayağını kaldırır.” 20
“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helâk eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” 21
“Bir kul günah işledi ve: ‘Yâ Rabbi, günahımı affet!’ dedi. Hak Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi; arkadan bildi ki günahları affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim günahımı affet!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum bir günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle cezalandıran bir Rabbi vardır.’ Sonra kul dönüp tekrar günah işler ve: ‘Ey Rabbim beni affeyle!’ der. Allah Teâlâ da: ‘Kulum günah işledi ve bildi ki, günahı affeden veya günah sebebiyle muâheze eden bir Rabbi olduğunu bildi. Dilediğini yap, ben seni affettim!’ buyurdu.” 22
“Allah Teâlâ diyor ki: “Ey âdemoğlu! Sen Bana duâ edip, (affımı) ümid ettikçe Ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, Ben seni affederim. Ey âdemoğlu! Senin günahın semânın bulutları kadar bile olsa, sonra Bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey âdemoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın Bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım.” 23
15] 9/Tevbe, 112
16] 49/Hucurât, 11
17] 5/Mâide, 39
18] Müslim, Tevbe 23
19] Buhârî, Tevhid 15, 22; Müslim, Tevbe 14-16
20] Buhârî, Edeb19, Rikak 18; Müslim, Tevbe 17; Tirmizî, Deavât 100
21] Müslim, Tevbe, 9, hadis no: 2748; Tirmizî, De’avât 105, h. no: 3533
22] Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Tevbe 29, h. no: 2758
23] Tirmizî, De’avât 106, h. no: 3534
TEVBE
- 5 -
“Bir adam: (Vallahi Allah falancayı mağfiret etmeyecek!’ diye kestirip attı. Allah Teâlâ da: ‘Falancaya mağfiret etmeyeceğim hususunda yemin eden de kim? Ben ona mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!’ buyurdu.” 24
“Benî İsrail’de birbirine zıt maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkârdı, diğeri de ibâdette gayret gösteriyordu. Âbid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: ‘Vazgeç!’ derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, ‘vazgeç’ dedi. Öbürü: ‘Beni Allah’la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?’ dedi. Öbürü: ‘Vallahi Allah seni mağfiret etmez.’ Veya: ‘Allah seni cennetine koymaz!’ dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülâlemînin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teâlâ ibâdette gayret edene: ‘Sen benim elimdekine kaadir misin?’ dedi. Günahkâra da dönerek: ‘Git, rahmetimle cennete gir!’ buyurdu. Diğeri için de: ‘Bunu ateşe götürün!’ diye emretti.”
Hadisi rivâyet eden Ebû Hüreyre (r.a.) der ki: “(Adamcağız Allah’ın gadabına dokunan münâsebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, âhiretini de hebâ etti.” 25
“Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: ‘Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgârın önünde saçın, Allah’a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azâbı verir!’ Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz’a emrederek: ‘Sende ondan ne varsa Bana toplayıver!’ dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. ‘Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?’ diye Rabb Teâlâ sordu. ‘Senden korktuğum için ey Rabbim!’ cevabını verdi. Allah Teâlâ bu cevap üzerine onu affetti.“ 26
“Müşrik olarak ölenle, bir müslümanı haksız yere öldüren hâriç, Allah bütün günahları affedebilir.” 27
“Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek. Allah Teâlâ: (Çıkarın bunları!’ buyuracak. Onlara: ‘Niçin bağırıyorsunuz?’ diye soracak. Onlar: ‘Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!’ diyecekler. Rab Teâlâ: ‘Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!’ buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selâmetli kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz. Allah Teâlâ: ‘Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan nedir?’ diye sorar. Adam: ‘Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümid ediyorum!’ der. Allah Teâlâ: ‘Haydi ümidini verdim!’ der. İkisi de Allah’ın rahmetiyle cennete sokulurlar.” 28
“Cennete en son giren kimse, bazen yürür, bazen ağlar. Ateş de arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve: ‘Senden beni kurtaran Allah münezzehdir! Allah Teâlâ, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!’ der. Derken ona bir ağaç gösterilir. ‘Yâ Rabbi! der, beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim.’ Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Dilediğini versem Benden başka bir şey istemezsin değil mi?’ der. Adam: ‘Ey Rabbim, ondan başka bir
24] Müslim, Birr 137, h. no: 2621
25] Ebû Dâvud, Edeb 51, h. no: 4901
26] Buhârî, Tevhid 35, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 25, h. no: 2756; Muvattâ, Cenâiz 51, -1, 240-; Nesâî, Cenâiz 117, h. no: 4, 113
27] Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4270
28] Tirmizî, Cehennem 10, h. no: 2602
- 6 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şey istemeyeceğim!’ der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp: ‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık Senden başka bir şey istemeyeceğim!’ der. Allah Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler de isteyeceksin!’ der. Adam, başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mâzur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine: ‘Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair Bana söz vermemiş miydin?’ der. Adam: ‘Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!’ der. Rabbi onu mâzur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir şey görmüştür. Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp): ‘Ey Rabbim! Beni cennete sok!’ der. Rab Teâlâ: ‘Ey Âdemoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem râzı olur musun!’ der. Adam: ‘Ey Rabbim! Benimle istihzâ mı ediyorsun? Sen ki âlemlerin Rabbisin!’ der.” Hadisi rivâyet eden râvî İbn Mes’ud bu noktada güldü ve: ‘Niye güldüğümü sormuyor musunuz?’ dedi. Niye güldün, söyle! dediler. “Rasûlullah (s.a.s.) da böyle gülmüştü. “Niye güldünüz?” diye soruldu da: “Rabbül’âlemîn'in, adamın ‘Sen ki âlemlerin Rabbisin, benimle istihzâ mı ediyorsun?’ deyince gülmesine gülüyorum!’ dedi. Allah Teâlâ: ‘Ben seninle istihzâ etmiyorum. Lâkin Ben Azîmüşşan dilediğimi yapmaya kadirim!’ buyurdular.” 29
“Allah Teâlâ diyor ki: ‘Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, Beni andıkça Ben onunla beraberim. O, Beni içinden anarsa Ben de onu içimden anarım. O, Beni bir cemaat içinde anarsa, Ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet Bana bir karış yaklaşacak olursa, Ben ona bir zirâ yaklaşırım. Eğer o, Bana bir zirâ yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.”30
İbn Abbas (r. anhumâ) anlatıyor: “Bir kavim cinâyete bulaştı ve çokca adam öldürdü, zinâya bulaştı ve bunda ileri gitti. Şirke düşerek tevhid’i ihlâl etti ve bunda ileri gitti. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.s.)’e mürâcaat ederek: ‘Ey Muhammed! Bizi dâvet ettiğin şeyler gerçekten güzel. Ancak, önceden işlediğimiz günahların bir kefâreti var mı; bize önce bundan haber versen!’ dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: “Onlar ki Allah'ın yanına başka bir tanrı daha (katıp) tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunlar(dan birini) yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve o (azabın) içinde hor ve hakir ebedî bırakılır. Meğerki (şirkten) tevbe edip iyi amel (ve hareket)de bulunan kimseler ola. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok mağfiret eden, çok merhamet edendir.“31 İbn Abbas şu açıklamayı yaptı: “Allah şirklerini imâna, zinâlarını ihsâna (muhsanlık = namusluluk) çevirir (demektir” (Şu âyet de bu mesele üzerine) indi: “De ki: Ey kendilerinin aleyhinde (günahda) haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder. Şüphesiz ki O, çok affedicidir,
29] Müslim, İman 310, h. no: 187
30] Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim, Zikr 2, h. no: 26 75, Tevbe 1, h. no: 2675
31] 25/Furkan, 68-70
TEVBE
- 7 -
çok merhamet edendir.” 32
Esmâ Bintu Yezid (r. anhâ) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.)’i işittim, şu âyeti okuyordu: “De ki: Ey Kendilerinin aleyhinde(günahda) haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder...”33 Rasûlullah âyetin sonuna, “(kim ne işlemiş olursa olsun) aldırmadan“ lâfzını (âyetin tefsiri olarak) ekledi. 34
“Allah, mü’min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: ‘Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp: ‘Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım’ der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte Allah’ın, mü’min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden fazladır.“
Müslim’in bir rivâyetinde şu ziyâde var: “(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: ‘Ey Allah’ım, Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabbinim.” 35
“Kim güneş Batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder.” 36
“Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder.”37
“Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder.” 38
“Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: ‘Hayır yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: ‘Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti: ‘Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibâdet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: ‘Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azap melekleri de: ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan sûretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler
32] 39/Zümer, 53; Nesâî, Tahrimu’d-Dem 2 h. no: 7, 86; Buharî, Tefsir, Zümer 1; Müslim, İmân 193, h. no: 122; Ebû Dâvud, Fiten 6, h. no: 4273
33] 39/Zümer, 53
34] Tirmizî, Tefsir, Zümer, h. no: 3235
35] Buhârî, De’avât 4; Müslim 3, h. no: 2744; Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2499, 2500
36] Müslim, Zikr 43, h. no: 2703
37] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/132, 153, III/425, V/362; Tirmizî, De’avât,13, 98; İbn Mâce, Zühd 13, 30
38] Tirmizî, De’avât 103, h. no: 3531; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4253
- 8 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.” Bir rivâyette şu ziyâde var: “Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı.”39 Bir diğer rivâyette (aynı kıssa ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: “Allah Teâlâ beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti, sonra da: ‘Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın’ dedi.“ 40
“Şayet günahlar işleseniz, hatta günahlarınız semâyı tutsa, sonra da pişmanlık duysanız, Allah tevbenizi kabul eder.” 41
“Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını dileyendir.” 42
Tevbenin Çeşitleri
İki çeşit tevbe vardır:
a-Vâcip tevbe: Dinde emredileni tereketme, yasaklananı yapma sebebiyle gereken tevbedir ki Allah’ın emrettiği, Peygamberimizin gösterdiği gibi bütün mükelleflere vâciptir.
b-Müstehab tevbe: Dinde müstehab olan fiilleri terketme, mekruh olan işleri yapma sebebiyle yapılması gereken tevbedir.
Dinin emrettiklerini yaparak ve yasakladığı fiillerden kaçınarak, birinci tevbeyi az yapmak mecburiyetinde olanlar, ebrâr’dandır (iyilerdendir). Her iki tevbeyi de yerli yerinde yapanlar ise, derece bakımından öne geçmiş Allaha yakın kimselerdir.
Tevbenin İbâdet Olarak Önemi
Allah (c.c.) kullarına tevbe etmelerini, hatalarından vazgeçmelerini, bir günaha düşerlerse, yalnızca kendisinden bağışlanma istemelerini emrediyor. 43
Peygamberimiz (s.a.s.) de kendisinin her gün yetmiş defa tevbe ve istiğfar ettiğini söylüyor.44 O, insanlara şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, Allah’a tevbe edin! Muhakkak ki ben (de en azından) günde yüz defa tevbe ederim.”45 Yine buyuruyor ki: “Kalbimin üzerini unutkanlık (sıkıntı-gaflet) kaplar da bunun için günde yetmiş defa istiğfar ederim.” 46
İslâm'a göre ‘tevbe’ başlı başına bir ibâdettir. Bu ibâdette hem günah ve hatalardan vazgeçme, hem kulluk görevini yeniden yerine getirmeye dönüş, hem de Allah’a yakınlaşma ve zikir vardır. Tevbe yalnızca mü’minlerin yaptığı bir ibâdet değildir. Bir inkârcı, müslüman olduğu zaman; bir şirk koşan müşrik, şirki terkedip İslâm’ın iman ilkelerini kabul ettiği zaman tevbe etmiş sayılır.
39] Buharî, Enbiyâ 50; Müslim, Tevbe 46, h. no: 2766; İbn Mâce, Diyât 2, h. no: 2621
40] Buhârî, Enbiyâ, 50
41] Ahmed bin Hanbel, V/167
42] Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2501; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4251; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515
43] Bk. 11/Hûd, 1-3, 47, 52; 39/Zümer, 53-55; 24/Nûr, 8; 9/Tevbe, 117-118 v.d.
44] Buharî, Deavât 3, 8/83; Tirmizî, Tefsir 48, Hadis no: 3259, 5/383
45] Müslim, Zikir ve Dua 12, Hadis no: 2702, 4/2075; İbn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3816, 2/1254
46] Müslim, aynı yer; Ebû Dâvud, Salât - Istiğfar, Hadis no: 1515, 2/84
TEVBE
- 9 -
Demek ki tevbe ya inkârdan ya günahtan ya da Allah’ın emrini yerine getirememekten dolayı yapılır. Müslüman, günahından ihlâslı bir şekilde tevbe ederse bu tevbesi kabul edilebilir. Bu kabul edilmenin anlamı, günahın verdiği zarardan kurtulmaktır. Kişi işlediği eski günaha tekrar dönmezse, o günahın dünyadaki ve âhiretteki zararından kurtulması ümit edilir.
İslâm’da hiç günah işlemeyen insanların oluşturduğu bir toplum idealizmi yoktur. İslâm, gerçekçi bir dindir. İnsan beşer, bazen şaşar. Konuştuğunda insan bazen dili sürçtüğü gibi, yürüyen insanın az da olsa ayağının kaydığının (zelle) görüldüğü gibi, hatasız kul, günahsız insan olmaz. Bunları çok sık yapmak yanlıştır ve de düştüğünde hemen ayağa kalkmak istemeyen kimsedir suçlu. Hatta bir hadis-i şerifte: “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi yok eder ve günah işleyip hemen arkasından da tevbe eden bir kavim yaratırdı.”47 buyrulur. “Mü’minlerin ekine benzediği, günah rüzgârlarıyla eğilip tevbe ile hemen doğrulduğu” anlatılır. Yine bir hadis meali şöyledir: “Hayırlı olanlarınız, çeşitli fitne ve imtihanlara mâruz kalıp çokça tevbe edenlerinizdir.” İslâm'a göre günahsız olanlar yalnızca peygamberlerdir. Günahsız toplum ve kişi düşünülemez. Çünkü kişi ‘beşer’ olması dolaysıyla her an nefsinin isteklerine ve şeytana aldanabilir. Önemli olan, günahı işledikten sonra, günahta ısrar etmemek, günahı savunmamak ve hemen vazgeçmektir.
Tevbe, Hz. Âdem'le başlar. Ilk insan Hz. Âdem (a.s.) ve eşi, işledikleri günahtan dolayı Allah’a tevbe ettiler ve tevbeleri kabul edildi. Tevbenin zıddı ise inat, kibir ve hatada bile bile ısrardır; bunlar da şeytanın ve şeytan karakterindeki insanların özellikleridir. Âdem'le şeytanın farkı tevbede ortaya çıkmaktadır. O yüzden Âdem gibi olmak, yani adam olmak, şeytanlaşmamak için, bir hata yapmış olsak hemen tevbe çeşmesiyle arınmamız temel şarttır. Bilindiği gibi, Allah’ın secde emrini dinlemeyen İblis, yaptığı hatayı savundu, isyanından dolayı pişman olmadı, tevbe etmedi. Bu yüzden de ebediyyen kovulmuşlardan oldu. Günahta ısrar ve kibirlenmek tevbenin önünde engeldir. 48
Günümüzde Tevbe Anlayışı; Tevbe Kavramının Yozlaştırılması
Toplumumuzda tevbe, âdeta günah çıkartmak olarak değerlendirilmektedir. Tevbe, sadece Allah’a yapılır; tevbeleri kabul edip bağışlayabilecek ancak Allah’tır. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir din büyüğünün karşısında günahları itiraf edip günah çıkartmaya benzemez tevbe. Günümüzde tevbenin bazı insanlarca, bazı tarikat liderlerine giderek onun önünde “tevbe verme”, onun da “tevbe alma”sı şeklinde uygulandığı görülmektedir ki, bunun Kur’an ve sünnette yeri yoktur. Tevbeleri alan da, kabul edecek olan da sadece Allah'tır. “Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!?”49 “Kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilen O’dur (sadece Allah’dır).”50 Tevbede asıl olan, tevbenin direkt olarak Allah’a, aracısız olarak yapılması, O’na yönelerek hatadan dönüş sözü verilmesidir. 51
47] S. Müslim bi Şerhi’n Nevevî, 17/65
48] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 704 vd.
49] 3/Âl-i İmran, 135
50] 42/Şûrâ, 25
51] Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 68, s. 48
- 10 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yapılan bir hatayı, bir kula itiraf etmekle Allah’a itiraf etmek arasında büyük bir fark vardır. İnsan şahsiyetindeki yüksekliğe çok önem veren İslâm dini, Allah ile kulu arasına karışmak cür’etini gösteren “ruhbâniyet” zihniyetini kaldırmış, kulu ile Rabbini karşı karşıya bırakmıştır. Düşünen insan için, ne kadar olgun olursa olsun, günün birinde itirafı yapan kimsenin izzet-i nefsi ile oynama ihtimalini ortadan kaldırması, takdire şâyan bir ileriliktir. Hıristiyanlıktaki, günahı, kendisi de günahkâr olan bir papazın affetme yetkisi olduğunu düşünmek gibi bir basitlikle, “Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!?”52 İlâhî fermanındaki yüksekliği anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktur.
Hıristiyanlıkta, her konuda Allah'ın işine karışmak yerine, İslâm'da Allah'ı takdis. Hıristiyanlıkta, kula itiraf ede ede, günah işlemeyi tabiî hale getirme; İslâm'da ise, itiraf edilen günahı dinlemeye dahi müsaade etmeyerek, bir taraftan günahkârı başkalarının nazarındaki iyi niyetlerini korumak, diğer taraftan, hatanın başkasına bulaşmasını, kötü örnekliği önlemek!.. İslâm'da samimiyeti Allah'a yaklaşmış bir kalbin feryâdı, diğerlerinde ise soyutlanamayan bir materyalizm. Bir tarafta tevhid; diğer tarafta papazın cennet dağıtabileceği, günahı affedebileceği, haram ve helâl tayin edebileceği ruhbanları/râhibleri rab kabulü... 53
Yine, günümüzde günaha devam ettiği halde ve her günah işleyişten sonra tevbe ederek bin defa bozmuş olsa bile yalnız dille yapılan tevbenin yeterli olduğu şeklinde yaygın geleneksel anlayış hükmünü sürmektedir. Yaşadığımız zaman ve ortamda tevbe kavramı çarpıtılmakta ve yığınlar dille söylemiş oldukları birkaç kelime ile arındıklarını zannetmektedir. Bu öyle bir tevbe ki, insanda geçici bir durağanlık oluşturduktan sonra, yine aynı günahı defalarca işletebilmekte ve her t ekrarın ardından tevbe kelimeleri de tekrarlanıp devam etmekte olan kısır bir döngü oluşturmaktadır. Tevbe, üzüntü bildirip özür dilemek, pişmanlığı ta içinde hissetmek olduğu halde, dejenere olmuş insan, sözünde durmayıp isyanla pişmanlık arasında gel-git yaşayarak bilincinde olmasa da Allah ile alay etmektedir. 54
Bir insana karşı, aynı hatayı devamlı yapıp sonra dille “özür dilerim” deyivermek, sonra tekrar tekrar aynı suçu yapmak, yine özür dilemek, yine aynı hata; nasıl karşılanır dersiniz? Günah tevbe arasında sürekli git-geller, paradigmalar da böyle. Vidanın yalama olması gibi, ameliyatla tedavi olduktan sonra aynı hastalığa doktor tavsiyesi dinlemeyip defalarca yakalanan kimsenin durumunu düşünelim; dikiş tutmayacak, tedavi mümkün olmayan duruma gelecektir. Tükürdüğünü yalamak, tekrar tekrak bu eylemi yapmaktır tevbe edip bozmak. Kendine güveni kaybolacaktır, vicdanı devamlı kendisini rahatsız edecek, ümit korku dengesi zarar görecektir. Tevbeyi yaz-boz tahtasına çeviren kimsenin cennet ümidi azalır, azab içini kemirir veya vicdan ve imanı gevşer, ya da azaptan emin hale gelir. Kaypaklık, kişilik bozulması, şahsiyetsizlik, tutarsızlık giderek insanın temel yapısı haline gelir. Hem insanlara, hem Rabbına ve hem de kendi vicdanına karşı suçlu duruma düşer, kimseye güven ve itimad telkin edemez. Sonunda ya vicdan azabı büyür; karakterini bozmaya, ruh hastası olmaya başlar
52] 3/Âl-i İmran, 135
53] İsmail Karaçam, İslâm’da Tevbe, s. 98
54] Cafer Tayyar Soykök, Haksöz, sayı 68, s. 48
TEVBE
- 11 -
veya vicdanı zayıflayarak, otokontrolü kaybolur. Hastanın ümidini kaybedince hastalığının artması gibi, ümidini yitiren kimse de İslâm’ı yaşama bilincinden uzaklaşır. Ciddiyet, düzen, disiplin, istikrar, sebat kaybolur.
Tevbesini sık sık bozan insanın münafık olmasından korkulur. Münafıklığın alâmetlerinden biri yalan, diğeri de sözünden caymaktır. Tevbesini bozan kimsede de bu iki özellik vardır; hem de Allah’a karşı.
“Müslümanların zayıf oluşunun sebepleri, dinî kavramlarının birtakım yaftalara dönüşmesi ve bu kavramların hayata uygulanmamasıdır. Gerçekten müslümanların güçlü olmalarının ve Allah’a yakınlıklarının işareti, hiçbir şey ifade etmeyen boş sözler yerine, pratik hayatlarının İslâm olduğunun açıklanmasıdır.” Bu sözlerle kavramların ve tevbe kavramının tahrif edilmesine dikkat çeken55 Muhammed el-Behiy, tevbe anlayışının günümüzdeki yozlaşmasını şöyle dile getirmektedir:
Günümüzde birçok insanın, bizzat veya başkalarıyla birlikte işlediği suç ve hatadan dolayı Allah’a tevbe ettiklerini görürüz. Böyleleri Allah’a tevbe bildiriminde bulunmakla, suç ve hatalarının ortadan kalkacağına ve Allah yanında makbul kişiler olacaklarına inanırlar. Sonra yeniden, içinde günah ve hata bulunan davranışa başlarlar veya öncekinden daha ağır suçları işlerler, ardından da Allah’a tevbeyi ilân ederler. Aynı şekilde geçmişin günah ve hatalarından temizlendiklerine inanırlar. İşte böylece hayatları, işlenen suç ve günahlarla, Allah'a bildirilen tevbeler arasında geçer. Sanki tevbe bildirimi, (dille tevbe, estağfirullah deyivermek) kendine veya başkalarına yaptığı kötülükleri, suç ve günahları yok edecek bir silgi imiş gibi. Tevbe ve günaha dönüş, isyankârın hayatında yaz-boz tahtasıdır. Bu yönüyle tevbe, günahkârın oynadığı bir oyuna benzemektedir. Günahkâr bu oyunu oynarken; kullarının tevbesini kabul edenin, göklerin ve yerin sahibi, kullarının üstünde kahredici, Cebbar ve yüce Allah olduğunu bilmemekte veya düşünmemektedir. Bu tür tevbe, tevbe edenin hayatında gerçeği aksettirmeyen, tekrarlanıp duran bir görüntüye dönüşmüştür. İmanı zayıflayan, inancını şehâdet cümlesiyle belirtip gerçek dâvete, tutum ve davranışıyla fiilen yönelmeyen müslüman, tevbeyi bu hale getirmiştir.
Kur'an'ın tevbe anlamını belirleyişine baktığımızda, tevbenin iki konuya bitişik olduğunu tesbit ederiz: Birincisi, geçmişi bütünüyle tasfiye etme ve ona hiçbir zaman dönmeme56 İkincisi, tutum ve davranışta, insanlararası işlem ve ilişkilerde, İslâm inanç ve kanunlarına uygun bir sistemi metod olarak kabul etme. “Sonra, şüphesiz Rabbin, câhillik sebebiyle bilmeyerek kötülük yapan, sonra da hemen ardından tevbe edip ıslah olanları, (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır). Çünkü onlar tevbe ettikten sonra Rabbin de elbet çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.” 57
Kur’an, Allah’ın bağışlamasını ve tevbeyi kabul etmesini, kişinin bir kasdı olmaksızın yaptığı kötülükten tevbe etmesine; tevbe ederken de azme ve sağlam bir iradeye sarılmasına bağlamıştır. Böylece davranışlarının şekli ve niteliği değişecek ve yeni kazandığı olumlu davranışları, geçmişin hatalarının bir keffareti ve karşılığı olacaktır. Ama tevbeyi dille bildirir de tevbeden önceki durumuna
55] Muhammed el-Behiy, İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, s. 178
56] Bk. 2/Bakara, 280
57] 16/Nahl, 119
- 12 -
KUR’AN KAVRAMLARI
devam ederse, tevbesi o zaman sadece yaftadan ibaret kalacaktır ki, fayda sağlamaz. “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da nihayet ölüm gelince ‘ben şimdi tevbe ettim.’ diyenlerin... tevbesi kabul edilmez.”58 Böylece Allah’a tevbe gerçeğini iki işten ibaret buluyoruz: Geçen bir kasıt bulunmaksızın işlenen günahtan pişmanlık; Allah yoluna gecikmeden ve kararlılıkla ileten faydalı ve kazançlı davranışa devam. “Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah eder, nefsini düzeltirse, şüphesiz Allah, ğafur rahimdir/bağışlayan ve merhamet edendir.” 59
Tevbe, Bir Devrimdir, Bir Başkaldırıdır
Tevbe; İnsanın melek sıfatlı güçlerinin, şeytanî ve yırtıcı güçlerine karşı mukaddes inkılâbıdır. Bir çeşit kıyamdır; insanın kendisinin kendisine karşı yaptığı bir kıyam, bir iç inkılâptır tevbe. Kendi içinde kendine karşı bir ayaklanış. İsyankâr şeytana ve şeytanî özelliklere isyandır. Bir devrimdir tevbe; insan adındaki ülkede şeytanın iktidarına son verip Allah’ın hükmünü hâkim kılmanın adıdır. Nasılsa bir gaflete/dalgınlığa gelip şeytanın galebe çalmasına karşı hemen toparlanıp silkinmek, şeytanın sırtını yere getirmek, sonraki raundları alarak kesin zafer elde etmenin adıdır tevbe.
Bulaşıcı, öldürücü bir hastalık olan isyan illetinden tevbe ilâcıyla kurtulup aslî hal olan sağlıklı duruma/fıtrata dönmektir tevbe. Yanılarak nasılsa girmiş bulunduğu günahların çıkmaz sokağını fark edip sırât-ı müstakime/dosdoğru yola dönüp cennete yönelmektir tevbe. Yanlışı görebilmek, hatadan dönebilmek, önündeki uçurumu fark edebilmektir, insana has bir yön değiştirmedir. Allah’a yakınlaşmanın ilk durağıdır tevbe. Geçmişi onarmak/tâmir etmek ve mükemmel bir gelecek hazırlamaktır. Eski, bozulmamış seviyeye yeniden yükseliştir. Kaybedişten sonra, yeniden kendini buluştur. Tevbe, gönüle konan günahı pişmanlık ateşiyle yakmaktır. Tevbe, günahın cinsinden olduğu için yıktığını yapmaktır. Günahlar, vücutta oluşan zararlı organizmalardır, pis kandır; tevbe onların boşaltılması, vücuttan atılmasıdır. Bünyeye sızan mikropları öldüren ilâçtır tevbe. Ve hicrettir tevbe; Allah’ın yasakladıklarından Allah’ın emirlerine, isyandan itaate, şerden hayra doğru yapılan hicret. Günah gemilerini yakmaktır tevbe; eski yanlışlara döndürecek araçları ve ortamı ortadan kaldırmaktır. Geçmişi tasfiye etmek; hayata yeniden başlamaktır tevbe.
Murteza Mutahharî, İnsaniyet Mektebi’nde bir örnekle tevbenin nasıl gerçekleşti-ğini göz önüne serer: Tevbe, bir çeşit tepkidir. Elimizdeki topu yere doğru vurduğumuzda tekrar bize doğru döndüğünü görürüz. Topun elimizden yere doğru hareketi, bizim gücümüzle gerçekleşiyor. Fakat yerden yükselişi; yere vurulmasına bir tepkidir. Önceki bir fiildir, bu ise tepki. Yere vurduğumuz top ne kadar havalanır? Yer, ne kadar düz ve sert olursa, tepki de o kadar fazla olur. Tepkinin gücü/ölçüsü, bizim kullandığımız güç miktarı ve yüzeyin sertlik ve düzlük derecesine bağlıdır. İnsan ruhunun günahlara karşı tepkisi de iki şeye bağlıdır: Birincisi, fiilin şiddetine, yani günahın şiddetine, ruhumuzun alçak/hayvanî sıfatlarının, ruhumuzun ulvî/melekî makamlarına indirdiği darbenin şiddetine bağlıdır. Câni ve taş yürekli insanlar bile önemli bir cinayet, katliam işlediklerinde vicdanları harekete geçiyor. Hiroşima'ya atom bombası atan pilotun, bunun fecî sonuçlarını gördükten ve vicdan muhasebesi yaptıktan sonra delirmesi buna
58] 4/Nisâ, 18
59] 6/En’âm, 54; A.g.e. s. 175-177
TEVBE
- 13 -
bir örnektir.
Mü’min, küçük günahlarını bile gözünde büyütür. Bilir ki, vücuda giren bir mikrop insanın ölümüne sebep olabilir. İnsan ruhunun günahlara tepki göstermesinin ikinci unsuru, darbeyle inen yerin düz ve sert olmasıdır. Yani, insanın vicdan, iman ve fıtratının düzgün ve sağlam olmasıdır. Bu durumda darbe zayıf olsa bile tepkisi fazla olacaktır. Bunun içindir ki, güçlü ve sağlam imana sahip olan kişiler, çok küçük günah, hatta günah sayılmayan mekruhları işlediğinde bile ruhları büyük tepki gösterir. Çok temiz bir aynayı, iyice silerek, temiz bir havada bir yere koysak, bir saat sonra üzerinde birçok toz görürüz. Bu tozu, daha önce o yerde fark etmiyorduk; ancak temiz bir ayna üzerinde tozlar fark ediliyor. Duvar ne kadar kirli olursa, siyah lekeleri o kadar az gösterir. Hele bir de duvar siyah olursa, gaz lâmbasının isini bile göstermez.
Bembeyaz aynanın küçücük tozları göstermesi gibi, tertemiz ve bembeyaz nurlu insan için küçük hatalar da böyledir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun için günde yetmiş kere istiğfâr ederdi. Büyük adamların hatası güneş tutulmasına benzer; onları herkes kolaylıkla görür. Kendi kalplerimizin temizliği veya karalığını test etmenin yolu budur: Günah üstüne günah işlediğimiz, defalarca tevbe(!) edip bozduğumuz halde, ruhumuz ciddî bir tepki göstermiyorsa, kalp hastadır; anormalliği fark edip tepki gösterebilecek gücü kalmamış demektir. Ruhumuzun melekleri hapsolmuş, zincirle bağlanmış ki tepki ve sarsıntı duyulmuyor. Zaten kalp sağlam olsa, bütün vücut da sağlam olacak; takva sahibi bir gönül, tüm organların sâlih amel işlemesini gerektirecek.
Ruhun günaha tepki ve pişmanlığını yansıtmayan, sadece dille yapılan şuursuz bir tevbeye, bilinçsiz “estağfirullah” demeye de başka bir tevbe lâzım; Kur’anî bir kavramla alay edip tevbe istismar edildiği, yozlaştırıldığı için. Şeytan, tevbeyi böyle yozlaştırmaya çalıştırtıp sahte tevbelerle insanı oyaladığı gibi, gerçek tevbeyi arkası gelmeyen yarınlara erteletebilir. Daha zamanı var, erken, biraz daha gençliğimi yaşayayım, dünyadan kâm alayım diyen kimse, şeytanın aldattığı kimsedir. Bünyeye giren kanser mikropları çoğalınca, tiryakilik yapan nesnelere devam edildikçe kurtuluşun çok zor olduğu gibi; günahlara alışkanlık kesbetmek de gerçek tevbeyi o kadar zorlaştıracaktır. Gençken, günahlar büyüyüp çoğalmadan tevbe daha kolay olur. Unutmayalım ki, bir ağaç dalı, yeni ve yaş iken daha kolay eğilir, yamukluğu düzeltilebilir.
Tevbenin Kabul Edilmesi İçin Gerekli Şartlar
Tevbenin kabul edilebilir olması için samimiyetle, pişmanlıkla, bir daha geri dönmeme niyetiyle tevbe yapılmalıdır. Kur’an buna ‘nasûh’ tevbesi demektedir. “Ey iman edenler! Allah’a nasûh (kesin) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki Allah, sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akar cennetlere sokar…”60 ‘Nasûh’ sözlükte, bir söküğü dikme, hâlis ve saf olma anlamlarına gelir. Buradan hareketle ‘nasûh tevbe’, ihlâsla, samimi, gönülden yapılan tevbe demektir. Bu tevbe için, insanın günah işleyerek zedelediği manevî hayatını etkili bir biçimde tamir edecek ibâdettir denilebilir. Tevbe, pişmanlık ve dönüş demektir. Yaptığına pişman olmak da çok şiddetli bir şekilde üzülmektir. Kötülüklerden birine bir daha dönmemeye azmetmek de, sağılmış olan sütün hayvanın memesine dönmesi nasıl
60] 66/Tahrim, 8
- 14 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mümkün değilse, öylece o günaha bir daha dönmemek anlamınadır. Bütün bunları böylece içine sindirmek, yürekten tevbe etmek demektir.
Nasûh tevbe, kalb ile pişman olmak, dil ile istiğfar etmek, beden ile de onu terkederek yapmamak ve ondan uzak durmaktır. Ayrıca, pişmanlığından dönmemek üzere gönül rahatlığına kavuşmaktır. Kul hakkı karışmayan, sadece Allah’a karşı işlenmiş günahın tevbesi, üç şarta bağlıdır: 1- Günahtan tamamen vazgeçmek, 2- Yaptığına pişman olmak, 3- Bir daha o günaha dönmemek. Böyle bir tevbenin kabulü konusunda sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” 61
Tevbenin nasıl olması hususunda Hz. Ali’den (r.a.) şöyle bir rivâyet vardır: Bir gün bedevilerden biri Hz. Peygamber’in mescidine girer ve “Estağfirullah ve etûbu ileyk=Allah’ım, beni bağışlamanı dilerim ve Sana tevbe ve istiğfar ediyorum” der ve namazını kılar. Bunu gören ve duyan Hz. Ali, adam namazını bitirince ona: “Yalnızca dil ile çabuk çabuk geçiştiriliveren tevbe, yalancıların tevbesidir, Senin tevben, tevbeye muhtaçtır.” dedi. Bunun üzerine o adam: “Ey mü’minlerin emîri, o halde tevbe nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ali, şu açıklamada bulundu: “Tevbe, şu altı şeyle mümkün olur. 1- Geçmişte işlenmiş olan günahlardan pişman olmak ve yerine getirilmemiş farzları iâde (kaza) etmek, 2- Başkalarına haksızlık ve eziyet etmeyi bırakmak, 3- Husûmet ve düşmanlığı terk etmek, 4- Günah ve kabahatler içerisinde büyüyen nefsi, Allah’a itaat içerisinde küçültüp ona hiçliğini kabul ettirmek, 5- İtaatsizlik ve günah işlemenin sözde tadını çıkaran nefse, itaat edip günahlardan uzak durmanın acılığını da tattırmak, 6- Gülüşlerinden her birine bedel olmak üzere, ağlamak.” 62
Şartlarına uygun olarak yapılmış nasûh bir tevbe, aynı zamanda Allah için yapılmış bir ibâdettir. Böyle olduğu için de kabul edilmesi beklenir. Nasıl ki şartlarına uygun olarak yapılan namaz gibi bir ibâdetin kabulü hususunda tereddüde düşmüyorsak, şartlarına uygun bir tevbenin kabulü için de şüpheye düşülmemesi gerekir. Allah'a iman etmiş kişiler, bilerek veya bilmeyerek günah işledikleri zaman, hemen Allah'a yönelip tevbe etmekten çekinmemelidir. Çünkü Allah'ın bağışlaması büyüktür. Ayrıca, günahları bırakıp kendisine yönelenleri Allah sever; zaten günahkârlar için yüce Allah'ın rahmet, mağfiret ve kereminden başka bir sığınak yoktur. O yüzden mü'minlerin büyük veya küçük günahları için geciktirmeden hemen Rab'lerine yalvarmaları, Allah'a olan inançlarının gereği olmalıdır. 63
İnsanları iki şey helâk eder. Biri, tevbe ederim diyerek günah işlemeleri. Diğeri de, sonra yaparım diye tevbeyi geciktirmeleri. Tevbe eden kişi, tevbesinde samimi olup, günahlara tekrar dönmemesi için şu üç şeyi yerine getirmesi gerekir: 1- Kötü arkadaşlarını ve günah işlediği kötü çevreyi terk etmelidir. 2- Günahını hatırlayınca Allah'tan hemen utanmalı, istiğfarda bulunmalıdır. 3- Ölüme her an hazırlıklı olmalıdır.
Putları Parçalamak
Şeytanî arzular, günahkârın putlarıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur:
61] İbn Mâce, II/1460; et-Tâc, 5/151; Câmiu’s-Sağîr 1/134
62] Tefsir-i Kebir, Şûra 25 ayetinin tefsiri; el-Âlûsî, Ruhu’l-Meânî, 25/36; Tefsîru Kadı Beyzavî, c. 3, s. 515)
63] Cihat Tunç, Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 206
TEVBE
- 15 -
“Hevâsını/tutkularını ilâh edineni gördün mü?“64 Faiz bir puttur. Gösteriş/riya bir puttur. Malları haksızca yemek bir puttur. Nefsin arzulayıp Allah’ın kızdığı her şey, Allah’tan gayrı tapınılan birer puttur. Bu putlar yıkılmadıkça tevbe saflaşmaz ve sağlam bir esasa oturmaz. Nefsin derinliklerinde bu putlarla birlikte bulunan bir tevbe, hileli bir tevbedir. Çünkü nefis kötülüğü emreder. Eğer nefis, sahibinin parçalamadığı bir putu hâlâ ayakta bulursa sahibini kandırarak putu kendisine güzel gösterir ve eski tapınmasına dönmeyi teşvik eder. Her reddedişinde ise tekrar tekrar müdahale eder. Ta ki geldiği yere geri dönsün ve bütün putları yıkmadığı tevbesi yıkılsın.
Nasûh bir tevbe etmek isteyenin mutlaka günahkâr geçmişle kendini bağlayan her şeyi yıkması gerekmektedir. Bu nedenledir ki bazı tevbekârların kendilerini günahkârlığa bağlayan bazı şeyleri (haram mallar, kadın dostlukları, içki şişeleri, uyuşturucular vb.) bırakmamış, haramlarla kendi aralarında fizikî olarak da kolay ulaşamayacakları büyük mesafe koyamamış olmaları nedeniyle, tevbe ettikleri günahlara tekrar döndükleri çok görülmüştür. Gerçek tevbekârların kendilerini Allah’ın gazabına sebep olacak her şeyi tevbelerinin başlangıcında yok ettiklerini görmekteyiz. İçki yasağı gelince, Medine sokaklarına içkilerini hemen boşalttıkları için ortalık bir anda şarap deresine dönmüştü. Putları yasaklayan din mensupları, gücü ele geçirdikleri ilk anda tüm putları yerle bir etmişti.65
Haramlara tevbe, hicretle gerçekleşir. “Hicret, Allah’ın nehyettiklerini terk etmektir.” hükmüne göre haramları terketmek hicrettir. İç dünyada yapılan bu hicretin uygulanması için, genellikle dış dünyada da hicretin gerçekleşmesi gerekecektir. Nasûh tevbenin başta gelen engellerinden biri, isyan yerinden ve günah ortamından hicret edilmemesi, haramlara davet eden çevrenin değiştirilmemesidir. Kurtuluş isteyen, öldürücü yerde kalamaz. Günahların açıkça işlendiği yerler, bulaşıcı mikropların barındığı yerlerdir, orada kalanlara mikrop mutlaka bulaşacaktır. Bu nedenledir ki, Sahih-i Müslim’de rivâyet edilen hadis-i şerifte, yüz kişiyi öldüren katilin tevbesi hakkında son tevbesini yanında yaptığı sâlih âlim ona şöyle demiştir: “Falan yere git. Orada Allah’a ibâdet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibâdet et; Eski yerine dönme, çünkü orası kötülük yeridir.”66 Gece kulüplerini dolaşmayı bırakmadan, zinadan tevbe edenin tevbesi nasıl tam olur? İçki içilen yerleri terketmeden, içkiye tevbe etmiş biri, tevbesini nasıl uygulayabilir?
Tevbenin gerçekleşmesi, ihsan mertebesiyle yakın ilgilidir. “Allah’ı görür gibi ibâdet/yaşamak; Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görmektedir.” Günahları işlerken, Allah’ın gözetleyiciliğinden gâfil olan kimse haramlara meyleder. Gözetlendiği düşüncesi ne zaman bir müslümandan kaybolursa haramlara meyleder, tevbesini bozucu hale getiren gevşekliğe ve tembelliğe eğilim gösterir. Salih ameller, Allah yolundaki manevî aracımızın yakıtı gibidir. Tevbe eden, salih ameller ortaya koymaktan gâfil kalırsa, yenileyip arttırmadığı eski yakıtı bitince, araba stop eder. Allah’ın gözetleyiciliği her an hissedilmedikçe sâlih amellerin de üretilmesi mümkün değildir.
64] 25/Furkan, 43
65] Abdülhamid Bilâlî, Arınma Yolu, 2/141-142
66] S. Müslim ve Tercümesi, c. 8, s. 261-262; Nevevî, 17/82-84
- 16 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kötü Çevreyi ve Dostları Değiştirme
Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: “Kişi, sevdiğinin/arkadaşının dini üzeredir. Kişi, sevdiğine baksın (dikkat etsin).“67 Her insan, mutlaka kendisiyle beraber olduklarından ve dostlarından etkilenir. Bu etki, olumsuz veya olumlu bir etkidir. Eğer günah arkadaşlarını sâlih arkadaşlarla değiştirmezse, birlikte olduğu günahkâr insanlardan kendini koruması çok zor olacaktır. Bazıları, onun dinin emirlerine uymasıyla alay edecek, kimi de bayan arkadaşıyla yanında sohbet edeceklerdir. Onlardan Allah’ı hatırlatan belki hiçbir söz ve davranış olmayacaktır. Günahlara tevbe edip İslâmî bir yaşayışa hicret etmek isteyen kimse, cin ve insan şeytanlarının tüm silâhları gece gündüz onun dinî hayatına saldırırken ve etrafında Allah’ı hatırlatacak kimseyi bulamaz, isyankârlarla beraberliği koparmadan, tevbe etmek istediği haramlara ne kadar direnebilir? Çevre kurbanı, arkadaş kurbanı nice insan var etrafımızda. Allah, bazılarını hidayete erdirdikten sonra, dostlarını değiştirmek kendilerine zor geldiğinden hidâyetten dalâlete düşen, irtidat edenlerin sayısı az değildir. Çoğunlukla bu düşüşleri, önceki günahkârlıklarından daha büyük sapıklığa götüren bir yuvarlanmadır.
Hz. Ömer der ki: “Tevbe edenlerle oturup kalkın, çünkü onlar çok yumuşak kalplidirler.“68 Hz. Ali de şöyle der: “Kötüyle arkadaş olma; Sana yaptığı şeyin güzel olduğunu göstermeye çalışır ve senin onun gibi olmanı arzular.” “Kötülerle beraber olmaktan sakın. Senin haberin olmadan tabiatın onlardan bir şeyler çalar. Arkadaşın arkadaşa zararı sadece sözle değildir; o, bakmakla da olur. Yüzlere bakmak, nefislerde bakılana uygun bir ahlâk bırakır.” 69
İnsan, nasûh bir tevbeye bağlı kalma çabasına girerken büyük bir güçlük hisseder. Her bağlı kalma çabasında mazisini özler ve ona döner. İçinde bulunduğu sağlık ve ümit onu aldatır. Vicdanını günden güne geleceğe yönelik temennilerle iknâ eder. Bu, ne zaman başa geleceğini hiç kimsenin bilmediği ölümü unutmasındandır. Ölüm, gâfil iken ona âniden gelir ve kötü bir sonla ömrünü noktalar.70 Sonra, hiçbir işe yaramayan “keşke...” ler, fayda etmeyen pişmanlıklar... “Onlardan birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim! der, lütfen beni geri gönder; tâ ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.’ Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) lâftan ibarettir.” 71
Tevbenin Gerekleri
Tevbenin Geçmişe Yönelik Gerekleri: Geçmişle ilgili tevbenin sahih olmasının şartı, ergenlik çağından itibaren geçmiş yılları, ay ve günleri göz önüne getirerek, yapmış olduğu günahları ve terk ettiği farzları hesap etmek, ibâdetleri kaza ederek yeniden yapmaktır. Namaz konusunda tevbe: Bülûğ zamanından itibaren terk ettiği veya riyâ ile yahut kabul olmayacak başka kusur ile kıldığı namazları yeniden kılmak, yani kaza etmekle tevbe gerçekleşir. Oruç da böyledir, tutmadığı Ramazan oruçlarını hesaplayarak onları kaza eder. Zekâta gelince; Nisâba mâlik olduğu günden itibaren servetini ve ödemediği zekâtları hesab ederek zekâtını öder. Hac için de tevbe aynı şekilde gerçekleşir. Şayet, bir zaman
67] Câmiu’s-Sağîr
68] İmam Gazali, İhyâ, IV/15
69] Feyzü’l-Kadir, 5/507
70] A.g.e. 2/143-146
71] 23/Mü’minûn, 99-100
TEVBE
- 17 -
hac farz olmuş ve yapmamış, sonradan iflâs etmişse, bu hac üzerine borçtur. Haccetmesi gerekir. Parası yetmiyorsa, yetecek kadar servet teminine çalışmalıdır. Bütün farz ibâdetlerini kontrol edip eksiklerini tamamlayarak bu konularda tevbe gerçekleşir.
Günahlara gelince: Bâliğ olduğu andan itibaren, gözü, kulağı, dili, midesi, eli, ayağı ve diğer âzâlarına varıncaya kadar hepsi ile ömrü boyunca, küçük büyük yapmış olduğu bütün günahları göz önüne alır. Bu günahlar, şayet başkasını ilgilendirmeyip kendisi ile Rabbi arasındaki kusurlarsa, kul hakkı ile ilgili olmayan bu günahların hepsinden pişmanlıkla tevbe eder. Bunların küçük büyük hesabını yapar ve karşılıklarında birer iyilik/sevap yapmağa çalışır. Rasûlullah'ın “Nerede ve ne halde olursan ol, Allah’tan kork ve kötülüğün ardından bir iyilik yap ki, onu yok etsin.”72 emrine uymuş olur. Kur’an da bunu tavsiye etmektedir: “Şüphesiz iyilikler, kötülükleri yok eder.”73 Zira hastalık, zıddı ile tedavi edilir. İsyan sebebiyle kalbi kaplayan her zulmet, ancak onun zıddı olan nur ile temizlenir. Bunun gibi her kötülük kendi cinsinden ve zıddı olan bir iyilikle mahvedilmelidir. Cezanın amel cinsinden olması gerektiğinden, hangi çeşit günah işlendiyse o türden sâlih ameller işlenmelidir. Zamanında tutulmayan Ramazan orucunun keffâretinin namazla değil; yine oruçla olduğu gibi; bir günahın keffâreti/örtülmesi de, o cins bir amelle/ibâdetle olacağının bilinmesi gerekmektedir. İşte, kendisi ile Allah arasında olan günahlarını affettirmek, yani tevbe etmek için bir mü’minin takip edeceği yol budur.
Kul hakkı: Kul hakkıyla ilgili günahlarda hem Allah hakkı, hem de kul hakkı vardır. Çünkü Allah, zulümden, başkalarının hakkını çiğneyip onların hakkına riâyetsizlikten men etmiştir. Kul hakkı ile karışık olan Allah hakkı, yukarıda belirtildiği gibi pişmanlık ve kötülükleri terk ederek onların zıddı olan iyilikler yapmakla ödenir. Meselâ, kötülüklere karşılık iyilik, gasb gibi para ile yapılan suça karşılık helâl servetinden sadaka, gıybet ve dedikodulara karşı medhu senâda bulunmak ve bildiği iyilikleri söylemek gibi iyiliklerde bulunmakla olur. Bütün bunları yapmakla yalnız Allah’a karşı vazifesini yapmış olsa da, kul hakları yerinde durmaktadır. Bu hakları sahiplerine iâde etmedikçe kurtulamaz. “Kimin yanında, kardeşinin (maldan, candan veya namustan yana) yenmiş bir hakkı varsa, ondan, kendi iyiliklerinden alınıp kardeşine verileceği gün gelmeden önce, daha şimdiden helâIlik alsın!”74 Kul hakları; can, mal, namus ve izzet-i nefisle ilgilidir. Can ile ilgili olan adam öldürmektir. Şayet hata ile adam öldürmüş ise, hemen mirasçılarına teslim olmak gerekir. Onlar dilerse affeder, dilerse kısasa kısas isterler. Borçtan ancak bu sayede tevbe etmiş, kurtulmuş olur. Bu konuda bir diğer hadis-i şerif de şöyledir: “Yanında din kardeşinin ırzı, malı ve makamı bakımından bir hakkı bulunup da, bu hak kendisinden alınmadan ondan helâllik isteyen kimseye Allah merhamet etsin! Çünkü âhirette ne bir dinar, ne bir dirhem vardır. Eğer o kimsenin iyilikleri varsa, kardeşinin hakkı onun iyiliklerinden alınır. Eğer iyilikleri yoksa o zaman da üzerinde hakkı olan kardeşinin günahlarının bir kısmı ona yüklenir.” 75
Şayet kul hakkı, alışverişteki çeşitli hileler, aldatma, kusuru gizleme, işçinin ücretini vermeme, borcunu ve ödemesi gerekeni gerektiği gibi yerine
72] Tirmizî
73] 11/Hûd, 141
74] Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48; Ahmed bin Hanbel, II/506
75] Tirmizî, Kıyâmet 2, IV/613
- 18 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirmeme, hırsızlık ve gasb yolu ile başkasının malını zimmetine geçirme gibi şeylerde ise, bunları servetinden ayırıp ödemesi şarttır. Bu ödemelere riâyet etmezse zâlimlerden olur. Ödenmeyen kul hakkının âhiretteki ödeme şekli çok ağır olacaktır. O yüzden mü'min, en küçük ayrıntıya kadar kendisini hesaba çekmeli ve bunu büyük hesap gününden önce yapmalıdır. Ömrü müsait olduğu takdirde kötülük ettiği müddet kadar iyilik ederek Allah hakkını ve kul hakkını ödemeye ve kendini affettirmeye çalışmalıdır. Malını helâl yoldan kazanıp daha fazla infak etmenin para ve mal konusundaki günahlara keffâret için gerekli olduğunu ispatlamalıdır.
Gönül yıkma cinayetine gelince; gerek yüzünde, gerek gıyabında ağır sözler söylemek ve kalp kırıcı davranışlarda bulunmak gibi hususlarda hak sahiplerini bulup onlardan helâllık alır. Şayet ölmüş olanlar varsa, kıyamette onlara verilmek üzere, sevabını onlara bağışlayarak hayır ve hasenât yapar. Kendilerini bulup da gönül hoşluğu ile helâllaştığı kimselerin kendisinde bir hakkı kalmaz. Fakat, üstü kapalı bir helâllaşma kâfi gelmez; onun hakkındaki bütün kusurlarını kendisine açıklaması lâzımdır.76
Ölüm Korkusu Sebebiyle Tevbe
Ölüm korkusuyla iman edenin tevbesi geçerli değildir. Çünkü tevbe insanın yaşadığı müddetçe olacak bir iştir. Hayat bağının kopacağı anlaşıldığı an iş işten geçmiştir. Allah (c.c.) böyle zamandaki pişmanlığa değer vermiyor. “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca ‘Ben şimdi tevbe ettim’ diyen ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azâb hazırladık.” 77
Allah katında değeri olmayan bu son pişmanlığın fayda vermeyeceği, ölüm ânı gelip çattığındaki, ölüm meleğini görecek noktaya gelmiş kişinin samimiyetsizliğinin örneğini de Kur’an vermektedir. Hz. Mûsâ ve yanındaki mü’minleri öldürmek için onların peşinden giden Firavun, Allah’ın mucizesi sonucunda denizde boğulduğu sırada tevbe etmek ister. “...Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, ‘Gerçekten, İsrâil oğullarının inandığı ilâhtan başka ilâh olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!' dedi. Şimdi mi (iman ettin)?! Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve müfsidlerden/bozgunculardan olmuştun.“ 78
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; İşte Allah bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”79 Ancak, küfürden imana döneceklerin, dönüşü ölüm ânına kadar ertelemesi onları kurtarmayacağı halde, günahkâr mü’minlerin son nefeslerine kadar yapacakları tevbenin kabul edileceği umulur. Çünkü kişinin yaptığı hatasını anlaması, günahı işlediği Yüce Makama karşı suçunu kabul etmesi bile bir fazilettir. 80
76] Said Havva, İslâm’da Nefis Tezkiyesi, s. 376-379
77] 4/Nisâ, 18
78] 10/Yûnus, 90-91
79] Nisâ, 17
80] Ibn Mâce, Zühd 30, Hadis no: 4253, 2/1420; Tirmizî, Deavât 99, Hadis no: 3537, 5/547
TEVBE
- 19 -
Tevbenin Zamanı ve Tevbe Etmenin Faydaları
Nisâ suresi 17. âyetten hareketle âlimler, tevbenin fevrî (günaha düşülür düşülmez) yapılmasının vâcip olduğu görüşündedirler. Onun için, bir günaha düşüldüğü anda tevbe edilmemesine de ayrıca tevbe etmek gerekir. Öldürücü bir zehir içen veya yiyen, onu hemen kusmak suretiyle çıkarmağa çalışacağı gibi; imanı öldürebilecek isyanı da hemen tevbe ile içimizden atmak lâzımdır. Günah işler işlemez hemen tevbenin gerekli olduğunda şüphe yoktur; çünkü Allah’ın emir ve yasaklarına karşı itaatsizlik ederek isyan etmenin az veya çok imanı sarsacağı açıktır. O yüzden tevbenin de günah işledikten hemen sonra yapılması gerekir. Zira, bu sûretle yüce Allah'ı hemen hatırlayan kimse, bu vesileyle imanına dönmüş ve onu kuvvetlendirme gayretine girmiş olur. “Onlar, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp anarlar ve günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler/günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!? Onlar, yaptıkları kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.”81 “Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah bunların tevbesini kabul eder.” 82
Günah işlenir işlenmez hemen yüce Rabbimiz’i anıp O’na yönelmemiz, O’na iltica edip günahlarımızı affetmesi için O’na müracaatımız, yaptığımız bu kötü işlerden dolayı O’ndan utanıp korkmamız gerekmektedir. Bu yaptığımız şeylerde ısrar edip direnmemek de lâzımdır. Tevbenin bu gereklerini yaparsak, hem günahlarımız bağışlanır, gönlümüz rahat ve huzura kavuşur, hem de bu anlayış ve inanç sebebiyle başka kötü bir şey yapmaktan uzak dururuz. İşte bizde oluşan bu şuur ve kuvvetli iman, bizi isyan etmekten ve tekrar günah işlemekten alıkoyacaktır. Günahın hemen akabinde tevbe edip ısrar etmemenin zorunlu olmasındaki fayda ve hikmetler şunlardır:
Günahlara dalarak Yaratıcısını unutmuş olan kul, tevbe etmekle Allah’ını hatırlamış ve O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmayı zorunlu bir vazife bilerek, bu şuur içerisinde Allah’a olan inancını yeniden kuvvetlendirmek suretiyle, bu inancının gereği olan iş ve davranışları da yerine getirmeye başlamıştır. İkinci olarak, kul, işlemiş olduğu günahlarına bakarak, ‘ben Allah’ın kötü kulu oldum’ düşüncesiyle ümitsizliğe kapılarak daha fazla günah işlemekten kurtulur, bu yeni ümit ve inançla Rabbine daha fazla bağlanıp yaklaşarak emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından kaçınmaya son derece gayret gösterir. Çünkü insanoğlu, geleceğe dönük olan ümit ve hayalleriyle yaşar. Bu ümit ve hayalleri yıkılmış bir insanın, dünyanın çeşitli dertleri ve zorlukları altında hayatını sürdürmesi gittikçe zorlaştığı için, ya devamlı olarak başkalarına zararlı olmakta veya kendi canına kıymaktadır. Pekâlâ bilinir ki, insanları hayata bağlayan unsurların başında inanç ve ümit gelmektedir.
İşte tevbe eden kişi, yitirdiği bu ümit ve inancını yeniden kazanarak hayata bağlanmakta ve yaşayışında ortaya çıkan acı ve tatlı durumlara katlanma konusunda yerine göre sabredip yerine göre mutlu olmasını başarabilmekte ve başkalarına da her bakımdan faydalı olmaya çalışmaktadır. Nitekim, Rabbimiz, kötülük ve günah işledikten sonra Allah’ı hatırlayıp tevbe edenlere ve günahlarında ısrar etmeyenlere şunu müjdelemektedir: “İşte onların mükâfatı, Rablerinin
81] 3/Âl-i İmran, 135
82] 4/Nisâ, 17
- 20 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mağfireti ve zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!“83 Rabbimizin böyle bir mükâfatına kavuşmak, insanı hayata ve İslâm’a bağlayan ne büyük bir mutluluktur!
İnsanı yaratan Allah, onun dünya ve âhiret saâdetini, emirleri ve yasaklarının tatbik edilmesi şartına bağlamıştır. Allah'ın bu sınırlarına aykırılığı da insanın bunalım ve buhranlarının kaynağı ve âhiret azabının sebebi kılmıştır. Bu yaratılış sebebiyledir ki insan, ilâhî emir ve yasaklara uymadığı sürece ve işlediği günahlardan arınmadığı müddetçe stres ve bunalımlarını gideremez, ilâhî azabın dünyevî ve özellikle uhrevî olanlarından kurtulamaz. İki cihan saadeti isteyen, mutlaka günahları bırakacak, yaptıklarından temizlenmek için de tevbe edip Allah'tan affını isteyecektir.
Görüldüğü gibi tevbe etmenin insan hayatındaki rolü pek büyüktür. Onu yeniden hayata bağlayan, ona ümit ve yaşama isteği veren, onu Allah'ına yöneltip inanç ve imanını kuvvetlendiren, onu toplum içinde, Allah'tan korkup Peygamberini seven ve onların istediği gibi hareket eden kullarıyla birlikte mutlu olarak güven içinde yaşamaya sevkeden, doğru dürüst bir insan olarak herkesin hakkını gözeten ve kendi hakettiğine râzı olan, haksızlık yaptığı kişilere haklarını iâde edip onlarla helâllaşarak onların dostluğunu kazanan bir kişi haline gelmesi, tevbe etmesiyle mümkün olmaktadır.
Kur’an, mü’minlere sürekli tevbe etmelerini, Allah’a istiğfarda bulunmalarını, O’nun karşısında boyun bükmelerini emrediyor. Böyle kimseler, inkârcılar gibi değillerdir. Tevbe edenler, aynı zamanda (günahın zararını, tevbenin faziletini) bilen insanlardır.84 Tevbede ilim, hal ve fiil unsurları vardır. İlimden maksat, günahların ve büyük zararların, kul ile Allah'ın rahmeti arasında, Allah ile kulu birbirinden ayıran bir perde teşkil ettiğini bilmektedir. Hâl: İlmin bir meyvesi olup, kalbin arzuladığı şeyi kaçırdığından dolayı üzülüp ızdırap duyması, yani pişman olmasıdır. İnsan, kalbinde ve zihninde işlediği günahın kendisini Allah'ın rızâsından uzaklaştırdığını kesin olarak kavrayınca, yüce Rabbini, yani sevgili Mevlâ'sını kaybettiği için bir elem ve acı duyar. Hele kusur ve kabahat kendi tarafında olduğu için üzüntüsü daha da artacaktır. İşte Rabbini kaybedip O'ndan uzak kalmasına sebep olan bu kusur ve kabahatinden dolayı duyduğu acı ve çektiği eleme nedâmet/pişmanlık denir.
Fiil/Amel: Hâlin (pişmanlığın) meyvesi olup, kötülüğü terk edip, sâlih ameller yapmak ve tekrar günaha dönmemektir. Bu acı ve elem, gönlünü iyice kapladığı zaman, yeni bir hâl, yeni bir durum ortaya çıkar ki, bu da şimdiki, geçmiş ve gelecek zamanla alâkalı olan bir işi, bir fiili tasarlayıp kasd ve niyet etmektir. Şimdiki zamanla ilgisi, yapmış olduğu kabahati hemen terk edip bırakmaktır. Gelecek zamanla ilgisi, kendisini Rabbinden ayıran bu kötülüğü veya kabahati ömrünün sonuna kadar asla yapmamaya azimli ve kararlı olmaktır. Geçmiş zamanla alâkası ise, kaybettiğini, zararlarını iyilik etmekle veya kaza etmekle telâfi etmeye çalışmaktır. İşte ilim, burada tevbenin birinci unsurudur ki, bundan da maksat iman ve yakîndir. Çünkü iman, günahların öldürücü bir zehir olduğunu akla gösterip kalple tasdik ettirir. Yakîn ise, bu tasdiki daha da kuvvetlendirip şüpheyi ve zannı ondan uzaklaştırarak kalbe onu tam anlamıyla yerleştirir. Bu imanın nuru kalpte
83] 3/Âl-i İmran, 136
84] Zümer, 9
TEVBE
- 21 -
parladığı zaman, orada pişmanlık ateşini yakar. Kalp bu iman nuru sayesinde yüce Rabbinden ve O’nun sevgisinden uzaklaştığını anlayınca acı duyar ve elem çeker. Böylece tevbe eden kimsenin kalbini bu ayrılık ve sevgi ateşi öylesine yakmalıdır ki, bu ateşin verdiği heyecanla kaybettiğini tekrar elde etmeye yönelsin.
Dolayısıyla ilim, pişmanlık ile şimdiki ve gelecek zamanda bu işi yapmaya azimli olmak ve geçmişteki zararı da telâfiye çalışmak gibi birbirini takip eden üç unsurdur ki, hepsine birden tevbe denir. Çok kere, yalnız geçmişte olan bir işe pişman olmaya tevbe demişlerse de, ilim onun evvelidir; kabahati, günahı bırakıp terketmek de onun neticesidir. İşte bu manada Peygamberimiz, “Pişmanlık tevbedir”85 buyurmuştur. Çünkü pişmanlık, onu neticeye götüren ilimden ve onu takip eden azim ve irade gücünden uzak olmaz. İlimsiz ve azimsiz pişmanlık mümkün değildir. Bundan dolayı tevbenin tarifinde “geçmiş hataların verdiği bir iç sancısıdır” denilmiştir; zira bu, yalnız içteki, gönüldeki acıyla ilgilidir. Yine tevbenin pişmanlıkla kopmaz ilişkisinden dolayı “tevbe, gönülde alevlenen bir ateş, ciğerde iyileşmeyen bir yaradır” diye tarif edenler olmuştur. Bu pişmanlık sonucu kötü ameli terk anlamı itibariyle de tevbenin tanımı olarak şöyle denmiştir: “Tevbe, eziyet veren elbiseyi atıp faydalı elbiseyi giymektir.” “Tevbe, kötü huyları iyi huylarla değiştirmektir.” 86
Tevbe Pişmanlık Ateşiyle Yanmaktır
Günahlar, şeytanî arzulardan kaynaklandığından, onun hakkı da şeytan gibi yanmaktır. Günahlar, pişmanlık ateşiyle yakılmazsa, sahibini de kendisiyle beraber yakma riski taşırlar. Öteki dünyada günahlarla beraber yanmaktansa, pişmanlık ateşiyle yanmak; Hz. İbrahim gibi dünya ateşini ahiret ateşine tercih etmektir ki, o zaman bu yanma gül bahçesindeki mutluluğu getirecektir. Hiçbir itfâiyenin söndüremeyeceği cehennemimizin ateşlerini, pişmanlık/tevbe çeşmesinden akan birkaç damla gözyaşı söndürebilir. O gözyaşı, dünya için akıtılan gözyaşları gibi acı ve tuzlu da değildi. O gözyaşında öyle bir lezzet vardır ki, hiçbir kahkahada o tad bulunmaz. “Pişmanlık, tevbedir.”87 Muaz bin Cebel (r.a.) Allah Rasûlüne (s.a.s.): “Ya Rasûlallah, dedi; Tevbe-i nasûh nedir?“ Rasûlullah buyurdu ki: “Kulun yapmış olduğu günaha öyle nedâmet etmesi/ pişmanlık duyması ve Allah’a öyle özrünü arzetmesidir ki, sütün memeye tekrar dönme ihtimali olmadığı gibi, o günaha tekrar dönmemesidir.” 88
Bir kötülükten sonra duyulacak olan pişmanlık, o kötü işe karşı insanın içerisinde bir nefret meydana getirecek ve o nefret sayesinde insan, bir daha o kötü işe yanaşmayacaktır. İşlediği günahlardan vicdan azabı, pişmanlık duymayan kimse tevbe etmemiş sayılır. Dille istiğfar edip, günahlardan eziklik ve nedâmet duymayan kimse, kendisini ve çevresindeki insanları aldatsa da, Allah insanın dilinden ziyade kalbine nazar eder, oradaki pişmanlığa ve samimiyete değer verir. Günümüzde uygulanan beşerî hukuk bile suçlunun pişmanlığını, suçdan sonraki iyi halini dikkate almakta, pişmanlığı hafifletici sebep kabul etmektedir.
85] İbn Mâce, Zühd 30 / 1470
86] Cihat Tunç, Şâmil İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 205-207; krş. S. Havva, İ. Nefis Tezkiyesi, s. 372-373
87] İbn Mâce, Zühd 30
88] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII/5127
- 22 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Pişmanlığın neticesi itiraftır. Yalnız bu itiraf, bir insanın önünde değil; Allah’a karşı kendini suçlu hissederek O’nun huzurunda yapılan itiraftır. Yoksa birçok cahil halk gibi, “merd-i kıptî” misali, övünme çabası içinde değil! “(Onlardan) diğer bir kısmı da, günahlarını itiraf ettiler. Onlar, iyi bir ameli, diğer kötü bir amelle karıştırmışlardı. Ümid edilir ki, Allah onların tevbelerini kabul eder.”89 Tevbe, psikolojik bir olaydır. Kulun, özrünü Hakk’a ulaştırması, günahını itirafla pişman olduğunu, O’na sığındığını idrak etmesidir. Allah’a karşı kulluğunu idrâk etmiş kimselerde, herhangi bir sebeple yaratanının rızasına muhalif bir iş yapınca, onun kalbinde, ruhunda bir sarsıntı meydana gelir. Nasıl ki, insanın bedeninde bir hastalık olunca, bunun tedavisi için, hissettiği rahatsızlığı en ince teferruatına kadar, doktora anlatır. Psikolojik olarak hasta da, Allah’a yaptığı günah itirafları ile bir hafiflik hisseder. Rûhî bir hastalık kabul edeceğimiz günahın tedavisi de, tek mağfiret edici olan Rabbe karşı yapılacak derûnî bir itiraf ile mümkün olacaktır.
Bazı insanlar, haramlara karşı hisleri öldüğünden, vicdanları köreldiğinden, işledikleri günahların acısını hissetmezler. Bunlar, imanlarını sâlih amellerle beslemeyen, kalp hastası kişilerdir. Üzerleri pas kaplamış olan bu kalplerin basiretleri kapanmıştır. “Hayır! Öyle değil, bil’akis onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırmıştır.” 90
Haramlar, şuur ve tefekküre giden yolları tıkamıştır. Bilinçleri yok olduğundan haram işlediklerinde nedâmet/pişmanlık hissetmezler. Günahların acısını vicdan azabı şeklinde hissetmemenin ana sebebi, çok işlemekten dolayı günaha alışıp onu normal bir şeymiş gibi algılamaktır. Felâketlerin en büyüğü, günah işledikten sonra kişinin, sağlık ve selâmette oluşuna aldanmasıdır. Bu tür insanlar, deprem gibi doğal âfetlerin bile kendilerine Allah’ın uyarısı olduğunu kabullenmezler. Onlar, kendilerini suçlu görmezler ki, uyarı ve cezayı kabullensinler. Günahları kabullenmek, suçluluğu itiraf ve pişmanlık getirecektir. Bunun örneklerinden biri de, müslüman gençlerin gözlerinin nuru olması gereken namaz, özellikle sabah namazıdır; Kişinin uzun bir zaman sabah namazını kılmaya muvaffak olamamasıdır. Böylece bu günaha alışır ve bunun acısını ve vicdan azabını hissetmez hale gelir. Altın nesil sahabeye gelince, içlerinden biri sabah namazı için mescide gelmeyince, acaba hasta mıdır veya ciddî problemi mi vardır diye, o kişinin evini ziyaret ederlerdi. Kim, işlemiş olduğu günahın âkıbetini hissedemez bir duruma gelmişse o kişi büyük bir tehlike içerisindedir. Günahlar, vücuttaki yaralar gibidir. Bazı yaralar da ölüme sebebiyet verebilir.
Ashâb-ı Kiram, içimizden çok azımızın ulaşabileceği bir derece olan, günahların acısını hissetmeyi aşmışlar; değil günahların acısını hissedip vicdan azabı çekmek, yaptıkları iyiliklerin kabul edilmemesinden korkmak derecesine gelmişlerdi. Tâbiînin (2. neslin) büyüklerinden Hasan-ı Basrî ashabı şöyle anlatıyor: “Öyle kişilerle karşılaştım ki, Allah’ın kendilerine helâl kıldığı şeylere karşı, sizin haramlara karşı olan sakınmanızdan daha çok sakınırlardı. Öyle kişiler gördüm ki, yaptıkları iyiliklerin kabul edilmemesinden; sizin, işlemiş olduğunuz kötülüklerden tevbenizin kabul edilmemesinden korktuğunuzdan daha çok korkarlardı.”91 Onlar, bu şekilde günahlarını cehenneme düşmek gibi görüp biliyorlar ve başlarına gelen
89] 9/Tevbe, 102
90] 83/Mutaffifîn, 14
91] Sıfatu’s-Safve, 3/227
TEVBE
- 23 -
belâların sebebini de günahlara bağlıyorlardı. Bir zâta, adamın biri çirkin sözlerle haksız yere hakaret edince, ellerini kaldırıp şöyle dua ediyordu: “Allah’ım, bu kişiyi bana Musallat etmene sebep olan günahımı affeyle!” Günümüzde insanlar, kendi suçlarını görmemekte direnip, “7,2 yetmedi mi?” diye soran pankartı suçlayabiliyorlar. Sahabeler ise, öyle bir durumdaydılar ki, bir sevabı işlemeye muvaffak olamadıkları zaman bile bunu işlemiş oldukları günaha bağlarlardı. 92
Yaptığı hatayı anlayıp, bunun ızdırabını kalbinde duyan, bunun ne anlama geldiğini bilir. Günahın verdiği rahatsızlıkla yeni bir hale girer, pişmanlık tavrı gösterir ve sonunda da tevbenin gereğini yapar. Bu da yapılan kabahatin hemen terki, bir daha işlememeye kesin bir karar ve elde ettiği zararları gidermeye çalışma, yerine getiremediği görevleri kaza etme, hakları yerine verme şeklinde gerçekleştirilir.
Tevbenin yalnızca dil ile ‘tevbe ettim, tevbe estağfirullah’ demekle gerçekleşmeye-ceği açıktır. Tevbenin tamamlanması, amelle, günahı tümüyle terk ile ve uğranılan zararları gidermekle olacağını eklemek gerek. Meselâ, bir kimseye el ve dil ile verilen zarara karşılık yalnızca Allah’a tevbe etmek yetmez. Ona verdiği zararı karşılaması gerektiği gibi, helâllık istemesi de gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Her kim de (din) kardeşine bir mal veya ahlâkî borcu varsa dinar ve dirhemin olmayacağı ve ancak sevapların ve günahların geçerli olacağı gün gelmeden önce, ondan hemen bugün kurtulsun.”93 Hz. Ali’den (r.a.) gelen bir rivâyete göre, yalnızca dil ile yapılan tevbe yeterli olmaz.94 Günaha pişmanlık, farzları kaza etmek, hakları sahibine vermek, helâlleşmek, günaha dönmemeye kesin karar vermek, nefsi günahla büyüttüğü gibi onu itaatle küçültmek ve ona itaatin tadını taddırmak onun şartlarındandır.
Tevbenin bir başlangıcı bir de sonu vardır. Tevbenin başlangıcı, dosdoğru bir yol (sırat-ı müstakîm) üzerinde Allah’a yöneliştir. Bu doğru yolu insanlar için O koydu. Kullar bu yolda yürüyerek O’nun rızasına ulaşırlar.95 Tevbenin sonu ise, Allah’ın Cennete ulaştıracak yoluna giriş ve âhirette Allah’a dönüştür. Kim dünyada tevbe ile Rabbine dönerse; âhirette de sevabını (karşılığını) almak üzere yine O’na döner. 96
“Şayet günahlar işleseniz, hatta günahlarınız semâyı tutsa, sonra da pişmanlık duysanız, Allah tevbenizi kabul eder.”97; “Allah, gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar (tevbe etmesini bekler); geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar.” 98
Günahtan sonra tevbeye yönelen kimse, Hz. Âdem’den beri99 devam eden bu zincire bir halka gibi bitişmektedir. Son derece celâdetli olan Hz. Mûsâ bile tevbeye sığınırken;100 Hz. Muhammed (s.a.s.) gece ve gündüz Allah’a yetmiş
92] Abdülhamid Bilâlî, Arınma Yolu, 2/34-38
93] Buhârî, Mezâlim 10; Ahmed bin Hanbel, 2/435, 506
94] F. Râzi, T. Kebir, Şûra 25. ayet tefsiri
95] 6/En’âm,153; 42/Şûrâ, 52-53
96] 25/Furkan, 71
97] Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/167
98] Buhârî, Fiten 25; Müslim, Tevbe 131
99] 2/Bakara, 37
100] 7/A’râf, 143
- 24 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defa tevbe ediyorken101 hiç kimse kendisini tevbeden müstağnî sayamaz. Tevbe, Allah’ın rahmet kapılarından bir kapıdır ve herkese daima açıktır; tâ, güneş batıdan doğuncaya kadar.102 Bu kapıya koşmak için hiçbir şey insanı engelleyemez, hiç kimse önüne geçemez; hiç kimse bu kapıdan men edilemez. Her insanın elinde bu kapının anahtarı vardır, dilediği zaman bu kapıdan içeri girer ve ellerini kendisine doğru uzatmış merhametli ve bağışlayıcı bir Rabbin huzurunda bulur kendisini. Allah’a olan bu dönüş, tevbe edenleri eğrilmiş durumlarını düzeltir, sarsılmış varlıklarını ayakta tutar. Daha da fazlası, tevbe edeni önceki mertebesinden daha da üstün bir duruma yerleştirebilir.
Allah (cc) tevbe eden, iman eden ve iyi işler yapanlara daha büyük iyilikler verir.103 Allah tevbe edenleri övmektedir.104 Allah çok tevbe edenleri sever,105 Allah kullarını terk etmez, tevbe etsinler diye onları bazı şeylerle dener.106 Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Allah (cc), kulunun yaptığı tevbeden dolayı, çölde bineğini üzerinde yiyeceği ve içeceği ile birlikte kaybeden, bundan dolayı umutsuzluğa düşen, sonra bir ağacın altına gelip ümitsizce otururken birdenbire bineğini yanı başında bulan, yularından tutup sevincinden ne diyeceğini şaşıran kimseden daha fazla sevinir.” 107
Tevbe Namazı
Yapılan tevbenin kabulü için, şart olmamakla birlikte, iki rekât nâfile namaz kılarak işlediği günahtan dolayı mağfiret olunmayı dilemesi menduptur. Tevbe namazı ile ilgili bir hadis rivâyeti şöyledir:
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.), Hz. Ebû Bekir’den (r.a.) rivâyet ederek Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Günah işleyen bir adam, günah işledikten sonra abdest alır, abdestini (sünnet ve âdâbına dikkat ederek) güzelce alır, sonra iki rekât namaz kılar ve günahının mağfiretini Allah’tan dilerse, Allah ona mağfiret eder.” Rasûlullah devamla şu mealdeki âyeti sonuna kadar okudu: “Onlar, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp anarlar ve günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfar ederler/günahlarının bağışlanmasını dilerler...” 108
İstiğfâr
İstiğfâr; Allah’tan hata ve günahlarının bağışlanmasını isteme, mağfiret (bağışlanma) dileğinde bulunma demektir. İçerisinde ‘istiğfar (bağışlanma dileği) bulunan bütün dualara da ‘istiğfar duası’ denmiştir. İstiğfar; müslüman bir insanın bir kul olarak kendini Allah’ın büyüklüğü karşısında bir yere koyması, Allah’ın her şeye sahip olduğunu anlaması demektir bir anlamda. Kişi Allah’ın kuludur. Kul Allah’ın bir yasağını çiğnerse veya bir emrine aykırı hareket ederse günah kazanır. Yani Allah karşısında hata eder. Günahları ise yalnızca Allah bağışlar. 109
101] Müslim, Zikr 41; Ebû Dâvud, Vitr 26
102] Buhârî, Fiten 25, Rikak 40; Müslim, Tevbe 31; İman 248, 249
103] 25/Furkan, 70
104] 66/Tahrim, 5
105] 2/Bakara, 222
106] 9/Tevbe, 126
107] Müslim, Tevbe 1, Hadis no: 2744, 4/2103; Ibn Mâce, Zühd 30, Hadis: 4249, 2/1419; Buharî, Deavât 3, 8/84; Tirmizî, Kıyame 49, Hadis no: 2498, 4/659; Ahmed bin Hanbel, 1/383
108] 3/Âl-i İmran, 135; İbn Mâce, İkametü’s-Salât 193; Ebû Dâvud, Vitr 26
109] 3/Âl-i İmran, 135
TEVBE
- 25 -
Kul, yaptığı hatanın farkına varır, pişman olur, ellerini açar Rabbinden bağışlanma diler, af olmayı bekler. Kulun böyle yapması hem yaptığı hatadan dönmektir, hem de Allah’ın büyüklüğüne yeniden teslim olmaktır. Kişi, bir hatayı yaptığı halde umursamaz, aldırmaz, hatta yaptığı hatanın iyi bir şey olduğunu düşünür de, affedilmesi için Allah’a yönelmezse; bu tavır Allah’a karşı bir kibirdir/gururdur. Böyle bir ahlâk ancak inkârcıların davranışıdır. Kul, Allah’ı sevdiğini, O’nun Büyüklüğünü tanıdığını, O’ndan korktuğu (ittika ettiğini), O’na sığındığını, yalnızca O’ndan yardım dilediğini, Allah’tan bağışlanma (istiğfar) ile yerine getirir. Kulun en Yüce Makam karşısında acizliğini ve günahkârlığını dile getirmesi, Allah’ın rahmetine sığınması veya onu istemesi, onun çok önemli bir ibâdetidir. Bu tavır, Allah’a olan bir bağlılığın isbatıdır.
“Rabbinizden bağışlanma dileyin, doğrusu O çok bağışlayandır (Ğafûr’dur).”110 İnsanların günahlarını tamamen gören ve bilen yalnızca Allah’tır.111 Öyleyse insanlar günahlarını yalnızca Allah’a itiraf ederler ve yalnızca O’ndan bağışlanma dilerler. “Rabbinize istiğfar edin, sonra da O’na tevbe edin. Şüphe yok ki benim Rabbim Rahim’dir (merhamet sahibidir) vedûd’tur (seven ve sevilendir).”112; “Rabbimiz, biz inandık, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru’ diyenleri, sabredenleri, doğru olanları, huzurunda boyun büküp divan duranları, Allah için (mallarını) harcayanları ve seherlerde istiğfar edenleri görmektedir.”113 “(Amel) defterinin sayfasında çokça istiğfar bulana ne mutlu!…”114; “Âdemoğlunun hepsi hata edici, günah işleyicidir. Ancak, hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe edip Allah’tan affını dileyendir.” 115
İnsan günah işlediği zaman bunda ısrar etmemeli, hemen istiğfar ve tevbe etmeli. İstiğfar, günahın bağışlanmasını istemek; tevbe ise, günahtan vazgeçmektir. Allah’a istiğfar etmiş bir kimse, istiğfarından önce günah işlemiş de olsa affedileceği umulur.116 İstiğfarın yalnızca dil ile yapılması yetmez. Bunun hem dil hem kalp ile yapılması gerekir. Her ibâdette olduğu gibi niyet çok önemlidir.
İhlaslı bir şekilde bağışlanma isteyip de günahtan vazgeçeni Allah affedebilir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Kim yatağına girince üç defa: ‘Estağfirullahe’l azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüve’l Hayyu’l Kayyûm (Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıkları gözetip duran Yüce Allah’tan bağışlanma dilerim)’ derse, Allah onu savaştan kaçmış olsa da bağışlar.” 117
Peygamberin günde yüz kadar istiğfâr etmesi, ümmetine tevbe ve istiğfârı öğretmek için olsa gerektir. Bir mü’min de günlük hayatında yüz kere olsun, tevbe ve istiğfârda bulunması dinî vazifelerindendir. İstiğfâr devamlı olmalıdır. Dinimizde, ibâdetin az da olsa devamlı olanı makbuldür. “Kim (günahlarına tevbe ederek) istiğfâra devam ederse, Allah o kimseyi (dünyevî ve uhrevî) her darlıktan kurtarır ve her gamdan, kederden âzâd eder ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” 118
110] 71/Nuh, 10
111] 25/Furkan, 58
112] 11/Hûd, 90
113] 3/Âl-i İmran, 16-17
114] Ibn Mâce, Edeb 57, Hadis no: 3818, 2/1254
115] Tirmizî, Kıyâmet 50, h. no: 2501; İbn Mâce, Zühd 30, h. no: 4251; Ahmed bin Hanbel, 3/198; et-Tâc, c. 5, s. 515
116] Tirmizî, Deavât 107, Hadis no: 3559, 5/558
117] Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 1517, 2/85; Tirmizî, Deavât 118, Hadis no: 3578, 5/569)
118] Ebû Dâvud, I/348
- 26 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fakirlikten, kuraklıktan ve nice musibetten kurtuluş, istiğfâr sayesinde verilen nimetlerdir: “Artık, dedim, ‘Rabbinize istiğfar edin/O’ndan mağfiret dileyin. Çünkü O, çok mağfiret edendir. (O sayede) gök, üstünüze bol yağmur salıverir, sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır, size bağlar, bostanlar verir, size ırmaklar akıtır.” 119
Müslüman, insan olması dolaysıyla yanılıp hata edebilir, günaha düşebilir. Önemli olan günahta ısrar etmemek ve Allah’a istiğfar etmektir. Böyle yapmak imanın gereğidir. Müslüman, kendisi için bağışlanma dileğinde bulunabileceği gibi, ana babası, ölmüş olsalar bile diğer müslümanlar için de istiğfar edebilir, bağışlanmalarını Allah’tan isteyebilir.120 Fakat tevbeleri kabul edilmeyecek insanlar için bağışlanma dilemeleri yasaklanmıştır.121 Münafıklar için bağışlanma dileği yasaklandığı122 gibi, yakın akrabası olsa bile müşrikler için de bağışlanma dilemek yasaklanmıştır. 123
Allah’ın isimlerinden biri de ‘Ğafûr veya Ğâfir’ yani, istiğfar edenleri, bağışlanma isteyenleri çokça bağışlayandır.124 O halde müslümanlar her zaman Allah’ın Ğafur ismine sığınırlar, hatalarının bağışlanması için yalnızca O’ndan yardım dilerler ve samimi bir dilekle O’na tevbe ederler. 125
“Günahından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.” 126
“Tevbe yâ Rabbi, hatâ râhına gittiklerime,
Bilüp ettiklerime, bilmeyüp ettiklerime!”
“Eli boş gidilmez gidilen yere, Rabbim, boş gelmedim; ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken o ağır yükü, İki kat sırtımla pek güç getirdim.”
“Nedâmetle gözden yaşlar akıtmak, Günahdan tevbede olur müessir.
Amel defterinde olan karanlık, Gözlerden dökülen yaşla silinir.”
Af ve Allah’ın Affediciliği
‘Afv’ Türkçedeki affetmenin karşılığıdır. Çirkin bir şeyi veya kötülüğü görmezden gelme, yapılan bir suçtan dolayı suçluyu cezalandırmama, ceza uygulamasından vazgeçme demektir.
Allah Affedicidir: Allah (c.c.), bağışlaması, af ve mağfireti bol olduğu için, şirk dışında bütün günahları istediği kimseler için affedebileceğini beyan ediyor. “Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” 127
119] 71/Nûh, 10-12
120] 14/İbrahim, 41; 47/Muhammed, 19
121] 9/Tevbe, 80
122] 9/Tevbe, 84
123] 9/Tevbe, 113
124] 40/Mü’min, 3, 9/Tevbe, 173, 182, 218; 3/Âl-i Imran, 31, 155; 8/Enfâl, 70; 35/Fâtır, 53; 58/Mücadile, 2; 73/Müzzemmil, 20. v.d.). Allah (c.c.) aynı zamanda ‘Ğaffâr’dır. Yani günahları çok çok bağışlayan, kullarını çok affedendir. (20/Tâhâ, 82; 38/Sâd, 66; 39/Zümer, 5; 71/Nûh, 10; 40/Mü’min, 42
125] H. Ece, İ. Temel Kavramları, s. 314-315
126] İbn Mâce, II/1460
127] 4/Nisâ, 48
TEVBE
- 27 -
Bilindiği gibi İslâm'a girmek, kendinden önceki bütün hataları siler. Allah’a şirk koşan müşrikler, şirklerinden tevbe edip yeniden iman ederlerse onların da geçmiş günahları bağışlanır.
Rabbimiz, mü’minlere tevbe ve af konusunda genişlik veriyor.“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar.”128 Bu bağışlamanın şartı, şüphesiz ki tevbedir, günahtan vazgeçmektir, hatada ısrar etmemektir. Zaten takva sahibi mü’minler, bir hayâsızlık yaptıkları (günah işledikleri) zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen tevbe ederler, günahta bile bile ısrarcı olmazlar. 129
‘Afv’, Allah’ın ilâhlık özelliklerindendir. Allah’ın en güzel isimlerinden (Esma-i Hüsna’dan) biri de ‘Afüvv’dür. Bunun anlamı ‘çok çok bağışlayan, affeden’ demektir. Bu isim dört âyette ‘Ğâfur-bağışlayıcı’ ismiyle beraber geçmektedir. ‘Ğâfur’ da bağışlayan, örten demektir. Ancak ‘Afüvv’ ismi ‘Ğâfur’a göre biraz daha geneldir. Çünkü Ğâfur, günahı örten demektir. Silip-süpürmenin örtmekten daha iyi olduğu açıktır.
“Umulur ki Allah bunları affeder. Allah Afüvv’dür (affedicidir), Ğâfur’dur (bağışlayıcıdır).”130 Bir âyette bu isim ‘Kadir’ ismiyle beraber kullanılıyor. Bu âyet, Allah’ın günah işleyenleri cezalandırmaya güç yetirebildiği halde, onlara ceza vermeyip bağışlayabildiğini ifade ediyor.131 Allah (c.c.) sonsuz bağışlayıcı ve affedicidir. O’nun bu bağışlayıcılığı öncelikli olarak dinî emirleri ve yasakları (teklifleri) hafifletmede görülür. 132
Rabbimiz, kul olarak yarattığı insanın günah işleyeceğini, hata ve isyan edeceğini, hatta inkârcı olup küfre düşeceğini biliyordu. Buna rağmen ona günah işleme ya da ibâdet etme özelliğini verdi.133Yani insanın iradesini kendi eline vermiştir. Ancak onu başıboş da bırakmamıştır. Bütün insanlara ‘tâğuta kulluk yapmayın, Allah’a ibâdet edin’ diye dâvet yapması için elçiler (peygamberler) göndermiştir.134 Elçilerin davetine uymayıp, Allah’ın gönderdiği âyetlere sırtını dönenler azgınlık, sapıklık ve isyan içinde kalırlar. Peygamberlere iman edip müslüman olanlar da zaman zaman hata edebilir, günah işleyebilirler. İşte kim bu şekilde hataya düştükten sonra, hatasından vazgeçer ve Allah’a tevbe ederse Allah (c.c.) onu affedebilir. İnkârcı iken mü’min, isyancı iken itaatkâr, günahkâr iken takva sahibi olanı (korkup-korunanı) affedebilir. Afv yetkisi Rabbimizin elindedir. Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
Eğer Rabbimiz bütün isyanlara ve günahlara ceza verseydi, hiç affetmeseydi şüphesiz yeryüzünde kimse kalmazdı.135 İnsanların yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat (çarpıklıklar, bozulma) meydana gelir.136 Bazı insanlar veya topluluklar daha dünyada iken cezalandırılır. Ancak bütün bunlar, insanların
128] 39/Zümer, 53
129] 3/Âl-i İmran, 135
130] 4/Nisa, 99; ayrıca bk. 22/Hacc, 60; 58/Mücadele, 2; 4/Nisâ, 43
131] 4/Nisâ, 149
132] 2/Bakara, 187; 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 101
133] 91/Şems, 7-10
134] 16/Nahl, 36
135] 35/Fâtır, 45
136] 30/Rûm, 41
- 28 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ürettikleri kötülüklerden Allah’ın affının dışında kalan fazlalıklardır. Allah (cc) kullarını sürekli affediyor. Ancak bazılarının ceza alması da kâinat düzeni ve ibâdetin değerinin bilinmesi açısından Allah’ın adaletinin gereğidir. “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazanmakta olduğu dolayısıyladır. (Allah,) çoğunu da affeder.” 137
Allah (c.c.) Uhud savaşında Peygamberin sözünü dinlemeyenleri,138 hacc ibâdetinde daha önceden yapılan hataları,139 buzağıyı tanrı edinip sonra tevbe eden İsrailoğullarını,140 affettiğini bildiriyor. Kötülükleri bağışlayıp affedenler,141 güçsüz ve zayıf olduğu için Allah yolunda hicret veya cihad edemeyen müstaz’aflar,142 Allah’a şirk koşmaksızın başka günah işleyenler143 Allah’ı affedici olarak bulurlar.144 İslâm’a göre bir kötülüğün cezası-karşılığı yine onun kadardır. Fazlaya kaçmak helâl değildir. Ancak hak sahibi bu hakkını bağışlarsa, bu bir fazilettir. Kur’an bağışlamayı tavsiye ediyor. Bir yanağına tokat vurana öbürünü çevirmek olmadığı gibi; intikam peşine düşmek de yoktur. Haksızlığa uğrayan, bu hakkını kullanmaz, sabreder ve bağışlarsa bu güzeldir.145 Kur’an, mü’minlerin affedici olmalarını tavsiye ediyor. Affedenleri Allah’ın seveceğini haber veriyor. 146
Tarih, hatasızlığı iddia eden budalalarla, bunların karşısında hak dâvâyı müdâfaa eden hakikatperver insanların mücadeleleriyle doludur. Faziletin, hata işleyen kimsenin, hatasını kabul etmekle başladığı söylenebilir. Beşer için ideal olan, mümkün olduğu kadar hatasız bir hayat yaşamaktır. Fakat, peygamberlerden başka bu sırra ermiş bir insanı tasavvur etmek bile zordur. Allah da hatasız bir insan değil; her çeşit hatadan hemen dönüp mağfiret dileyen bir varlık yaratmayı tercih etmiştir.147 Bir toplumun bekası da tevbe ve istiğfar iledir: “Onlar istiğfar ederlerken Allah onları azablandırmaz.” 148
Mü’minler şöyle dua ederler: “Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.” 149
Günahlarını küçümseyen ve tevbesini sonu gelmeyen yarınlara erteleyen ya da yalancı tevbelerle kendini kandıran zavallılardan olmayalım. Ey Rabbimiz, bizim günahlarımız ne kadar büyük ise de, Senin affın daha da büyüktür; Bizi affet!
137] 42/Şûrâ, 30; ayrıca bk. 42/Şûrâ, 34, 40
138] 3/Âl-i İmran, 152, 153
139] 5/Mâide, 95
140] 2/Bakara, 52; 4/Nisâ, 153
141] 4/Nisâ, 149; 64/Teğâbün, 14
142] 4/Nisâ, 99
143] 4/Nisâ, 48
144] 16/Nahl, 126
145] 2/Bakara, 178
146] 24/Nûr, 22; 2/Bakara, 178, 237; A.g.e. s. 31-32
147] Müslim, Şerhu’n-Nevevi 17/65
148] 8/Enfâl, 33
149] 2/Bakara, 286
TEVBE
- 29 -
“Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olan müslümanlardan kıl, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize ibâdet yerlerimizi göster. Tevbemizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin, Sen.” 150
Tevbe Konusuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
A- Tevbe ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 87 Yerde): 2/Bakara, 37, 37, 54, 54, 54, 128, 128, 160, 160, 160, 187, 222, 279; 3/Âl-i İmrân, 89, 90, 128; 4/Nisâ, 16, 16, 17, 17, 17, 18, 18, 26, 27, 64, 92, 146; 5/Mâide, 34, 39, 39, 71, 74; 6/En’âm, 54; 7/A’râf, 143, 153; 9/Tevbe, 3, 5, 11, 15, 27, 74, 102, 104, 104, 106, 112, 117, 117, 118, 118, 118, 126; 11/Hûd, 3, 52, 61, 90; 13/Ra’d, 30; 16/Nahl, 119; 19/Meryem, 60; 20/Tâhâ, 82, 122; 24/Nûr, 5, 10, 31; 25/Furkan, 70, 71, 71, 71; 28/Kasas, 76; 33/Ahzâb, 24, 73; 40/Mü’min, 3, 7; 42/Şûrâ, 25; 46/Ahkaf, 15; 49/Hucurât, 11, 12; 58/Mücâdele, 13; 66/Tahrîm, 4, 5, 8, 8; 73/Müzzemmil, 20; 85/Bürûc, 10; 110/Nasr, 3.
B- İstiğfâr Kelimesi ve Bu Fiilden Farklı Kullanımların Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 40 Yerde): 2/Bakara, 199; 3/Âl-i İmrân, 135; 4/Nisâ, 64, 64, 110, 159; 4/Nisâ, 106; 5/Mâide, 74; 8/Enfâl, 33; 9/Tevbe, 80, 80, 80, 113; 11/Hûd, 3, 52, 61, 90; 12/Yûsuf, 29, 97, 98; 18/Kehf, 55; 19/Meryem, 47; 24/Nûr, 62; 27/Neml, 46; 38/Sâd, 24; 40/Mü’min, 7, 55; 41/Fussılet, 6; 42/Şûrâ, 5; 47/Muhammed, 19; 48/Fetih, 11; 51/Zâriyât, 18; 60/Mümtehıne, 4, 12; 63/Münâfıkun, 5, 6, 6; 71/Nûh, 10; 73/Müzzemmil, 20; 110/Nasr, 3.
C- Tevbe Konusundaki Âyet-i Kerimeler
a- Tevbe Etmek: Nur, 31; Furkan, 71; Zümer, 54; Hucurât, 11; Tahrim, 8.
b- Gerçek Tevbe: Nisâ, 17-18; Tevbe, 112; Furkan, 71; Tahrim, 8.
c- Allah, Tevbeleri Kabul Eder: Bakara, 37, 160, 218; Âl-i İmran, 31, 89; Nisâ, 26-27, 110; En’am, 54; A’raf, 153; Tevbe, 104; Nahl, 119; İsrâ, 25; Tâhâ, 82; Nur, 10; Furkan, 71; Mü’min, 3; Şûra, 25; Hucurat, 12; Necm, 32; Bürûc, 14; Nasr, 3.
d- Allah, Çok Tevbe Edenleri Sever: Bakara, 222; Tevbe, 112; Meryem, 60; Bürûc, 14.
e- İstiğfâr Etmek (Af/Bağışlanma İstemek): Âl-i İmran, 16-17, 135; Nisâ, 4, 106, 110; Hûd, 3; Mü’min, 55; Nûh, 10-12; Müzzemmil, 20; Nasr, 3.
f- Sâlih Amel İşleyenlerin Kusurlarını Allah Bağışlar: Ankebut, 7; Necm, 32.
g- Günahları Ancak Allah Affeder: Âl-i İmran, 135; Tevbe, 104.
h- Allah, Şirkin Dışında Dilediklerini Affeder: Bakara, 218; Âl-i İmran, 129; Nisâ, 48, 116; Mâide, 40; İsrâ, 54; Feth, 14.
i- Allah Bağışlayıcıdır: Hıcr, 49-50; Mü’min, 3; Şûrâ, 5; Mülk, 2; Müzzemmil, 20.
j- Allah Bütün Günahları Affeder: Zümer, 53; Ahkaf, 31.
k- Tevbenin Kabulü İçin Dua: Bakara, 128, 199, 285-286.
l- Allah, Kullarının Tevbe Etmesi İçin Yoksulluk ve Hastalık Verir: En’am, 42.
m- Mürtedlerin (Dinden Dönenlerin) Tevbesi: Âl-i İmran, 89-90.
n- Kâfir Olarak Öleceklerin Tevbesi: Nisâ, 18, 168-169.
o- Şakîlerin Tevbesi: Mâide, 34.
p- Müşriklerin Tevbesi: Tevbe, 3, 11; Furkan, 70; Kasas, 67.
a- Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: Tevbe, 113-115.
s- Münafıklar İçin İstiğfâr Edilmez: Tevbe, 80, 84, 113; Münafıkun, 6.
t- Münafıkların Tevbesi: Nisâ, 146; Tevbe, 74; Ahzâb, 24.
u- Hırsızların Tevbesi: Mâide, 39.
v- İçkinin Tevbesi: Mâide, 93.
150] 2/Bakara, 128
- 30 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 421-436
2. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 119-124
3. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 277-279; c. 2, s. 531
4. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 66-67
5. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 125-126
6. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 305-307
7. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 104-105
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 180-211
9. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 196-200
10. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 110-112
11. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. c. 4, s. 121-122
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 6 s. 205-207
13. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1, s. 394
14. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 448-450
15. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. 31-33; 314-316; 704-708
16. Kur’an’da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural Y. s. 158-165
17. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. 175-178
18. Âsım Yapıcı, İslâm’da Tevbe ve Dinî Yaşayıştaki Rolü, Beyan Y.
19. Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâm’da Tövbe, Mehmet Katar, Töre Basım Yayyın Dağıtım
20. İslâm’da Tevbe, İsmail Karaçam, Nedve Y.
21. Tevbe, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
22. Tövbe, Hayreddin Harun, Risale Y.
23. Tövbe Yeniden Başlamaktır, Seyyid Şenel İlhan, Feyz Y.
24. Zulüm Açısından Allah ve İnsan, İsmail Karagöz, Çelik Y.
25. İsmet İnancı, Mehmed Bulut, Risale Y.
26. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. c. 1, s. 104-105, c. 2, s. 141-144
27. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 368-386
28. İslâm’da Nefis Tezkiyesi, Said Havva, Petek Y. s. 372-383
29. Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 155-158; 254-256; 260-261
30. Haksöz, sayı 68, (Kasım 96), Cafer Tayyar Soykök, s. 46-49
TESETTÜR VE ELBİSE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1005 -
Kavram no 178
Görevlerimiz 41
Bk. Kadın; Haram-Helâl;
Fesad-İfsâd; Ahlâk
TESETTÜR VE ELBİSE
• Elbise; Mâhiyeti
• Tesettür, Hicâb, Avret; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Elbise ve Tesettür
• Hadis-i Şeriflerde Elbise ve Tesettür
• Cennetteki Elbiseler ve Ziynetler
• Takvâ Elbisesi
• Tesettürsüzlük, Zinâya Yaklaştırır ve Gözlerin Nûrunu Giderir!
• Asıl Kölelik Şehevî Çıplaklıktır
• Kadının Fitne ve Fesat Unsuru Olması Ya da Böyle Algılanması
• Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın
• Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı
• Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid’ate
• Kâfirlere Kıyâfette de Benzememek Gerekir
• Kıyafette Erkek ve Bayanların Ayrımı
• Tesettür İçin Çarşaf Şart mıdır?
• Giyecek ve Süslenmede Haramlar
• Erkek ve Kadında İslâmî Görüntü
• Örtü İtaatin Simgesi, Hanımların İffet ve Cihad Bayrağıdır
• Gündemden Düşmeyen Konu: Başörtüsü
• Çeyrek Tesettür Gerçek Tesettüre Karşı ya da Başörtülü Çıplaklar
• Elbise, Giyinme ve Günümüz
• Elbise ve Tesettür Konusunda Son Söz Yerine Bir Masal
• Tefsirlerden İktibaslar
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).“
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.“ 4036
Elbise; Mâhiyeti
Giyinme; Bedenin uygun bir örtü (elbise) ile örtülmesidir. Örtünme elbise
4036] 7/A’râf, 26-27
- 1006 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dediğimiz kumaş cinsinden giysidir. Elbise giymek; yaratılanlar içinde insana mahsus bir özelliktir. Libâs: Giysi, insanı örten, gizleyen şey demektir. Birbirinin çirkin yanlarını örtüp koruduğu için karı-koca birbirinin libâsı/giysisi sayılmıştır. 4037
İnsan, yaratılışı icabı, örtünmesi gerekli yerlerini (avret yerleri) örtmeğe mecburdur. Bu, onun üstün, şerefli ve sorumlu bir varlık olmasının tabiî sonucudur. Giyinmenin, ayrıca, soğuk ve sıcaktan koruma, süs olma gibi fonksiyonları da vardır.
Giyinmenin en önemli sebep ve hikmeti; edep yerlerinin örtülerek şeytanın insanları kötü yola düşürmesine engel olmaktır. Bu husus Kur'an'da açıkça belirtilmiştir: “Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ (Allah'ın azabından korunma) elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah'ın âyetlerindendir; belki düşünüp öğüt alırlar. Ey Âdemoğulları, şeytan, ana ve babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin! Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanların dostları yaptık.“ 4038
Giyinmenin aynı zamanda bir süs olduğu ve Allah'ın helâl kıldığı süsleri kimsenin haram kılamayacağı şu âyetlerle bildirilmiştir: “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde süs(lü güzel Elbiseler)inizi (üzerinize) alın; yiyin-için, fakat israf etmeyin; çünkü o israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?“ De ki: ‘O, dünya hayatında inananlarındır, kıyâmet gününde ise yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.“ 4039
Fıtrattan gelen farklı özelliklere göre erkek ve kadın giyimi de farklıdır. Erkeğin göbekle dizkapağı arasını örtülü bulundurması, kadının el ve yüzü dışında bedenini bol bir elbiseyle örtmesi farzdır. Erkeklerin ipekli elbise giyinmeleri ve altın yüzük takınmaları yasaklanmıştır.4040 Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınlara benzeyen erkeklere ve erkeklere benzeyen kadınlara lânet etmiştir. 4041
İslâm'ın giyim konusundaki tavsiyeleri şöyle özetlenebilir: Elbise, kibir ve gurura yol açacak şekilde lüks olmamalı, insanların kınayacağı şekilde de pejmürde olmamalıdır. Sade ve temiz giyim tavsiye edilmiştir.
Müslüman olmayanların giyim tarzları (moda) takip edilerek onlar taklit edilmemelidir. Bu şekilde bir taklit ve özenti dinimizde haram kılınmıştır. Hz. Peygamber, “Bir milletin âdet, töre ve yasalarına uyarak onlara benzeyen, o milletten sayılır.“ 4042buyurmuştur.
Cuma, bayram ve düğün günlerinde güzel elbise giyilmesi gurura kapılmamak şartıyla mubahtır. Peygamberimizin dışarı çıkarken bin dirhem değerinde bir ridâ (aba) giydiği rivâyet edilmiştir. Nimete şükür gâyesiyle güzel elbise giymek güzeldir; çünkü “Allah, nimetlerinin eserini kullarının üzerinde görmekten hoşlanır.“ 4043
4037] 2/Bakara, 187
4038] 7/A'râf, 26-27
4039] 7/A'râf, 31-32
4040] Sahîh-i Müslim, terc. Sofuoğlu, VI, 308
4041] et-Tâc, III, 178
4042] et-Tâc, III/179
4043] Sahîh-i Müslim, Terc. Sofuoğlu, VI, 321; Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 235
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1007 -
“Libûsu’t-takvâ/takvâ elbisesi, daha hayırlıdır.“4044 “Libâsu’t-takvâ“ terimiyle, insanı sıcaktan, soğuktan, dış etkilerden koruyacak giysi anlamında gerçek anlamının kastedildiğini söyleyenler varsa da; takvâ elbisesinin, mecâzî ve mânevî bir giysi belirttiği kabul edilir. Buna göre, âyette, önce bedeni örtecek dış giysiye işaret edildikten sonra, insanın ruhunu koruyacak takvâ giysisine dikkat çekilerek takvâ elbisesinin daha hayırlı olduğu belirtilir. Çünkü takvâ, ruhu korur. Ruh, bedenden daha önemlidir. Takvâ giysisi, Allah’ın emirlerini tutma, yasaklarından kaçma, Allah’a yönelmedir. Katâde, Süddî ve İbn Cüreyc’e göre takvâ giysisi, imandır. İbn Abbâs’a göre de takvâ elbisesi sâlih amellerdir. 4045
Âyette, giysinin “indirildiği“ ifade ediliyor.4046 Giysinin yapıldığı madde, yağmurun yağmasıyla meydana gelir. Ayrıca, yerde olanlar, gökten inen buyruklara bağlı olduğundan, âyette Allah’ın, giysiyi indirdiği belirtilmiştir. Elbisenin malzemesi ve yapılma imkânları Allah’tan inen hüküm ve buyruklarla yaratılmıştır. İnsan, Allah’ın indirdiği bilgi ve yarattığı fıtrat ile elbise yapma ve giyme imkânına sahip olmuştur. Ayrıca, âyette geçen “inzâl“ terimi, sadece indirme mânâsına gelmez; lutufta bulunma, bahşetme, ihsân etme anlamına da gelir. A’râf sûresinin 27. âyetinde insanoğullarına, şeytandan sakınmaları, şeytanın, ataları Âdem’i ve anaları Havvâ’yı kandırıp onlara yasak meyveden yedirerek edep yerlerini gösterdiği ve cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi, kendilerini de kandırmaması için dikkatli olmaları emredilmektedir. Şeytanın, Hz. Âdem ile eşinden soyduğu giysi neydi? Bunun mâhiyetini Allah bilir. Anladığımıza göre şeytan, onları, cinsel organlarının farkında olmadıkları bir durumdan, bunu fark edecek bir duruma getirmiştir. 4047
İslâm’ın tesettür emrini hiçe sayan sosyal ve siyasal yapı, öncelikle insanın kendisine zulmetmesine, aile yapısının ve sağlıklı çoğalma ve yetişmenin tahribine, zina, fuhuş, nesebi gayr-ı sahih çocukların oluşması ve onların baba ve aile yuvasından mahrumiyeti gibi nice fesâda sebep olacaktır. Günümüz erkeği sokakta, okulda, iş yerinde, televizyon karşısında… habire tahrik olmakta, kışkırtılmaktadır. Tatmine imkân bulunmadığı bir yerde bir güdünün tahrik edilmesi zulümdür ve yasaklanmalıdır. Açlara yemek veremiyoruz diye onları ne diye iştahlandırıp ayaklandırıcı yemek kokularıyla tahrik edelim? Aç bırakılmış kediye devamlı ciğer göstermekten beter bir durum olan bu kışkırtılma, insanı ya saldırgan yapacak, ya cinselliği ve şehveti problemlere açık ve tatminsiz şekilde bilinçaltına yerleştirecek, erkekleri açık veya gizli seks manyağı haline getirecektir. Kadınları da bir cinsel metâ haline, reklam aracı ve seks kölesi durumuna getirecek; moda, makyaj, parfüm, kuaför, süslenme gibi sektörlerin tuzağına düşürecek ve güzelleşme diye takdim edilen seks objesi olma uğruna onurunu, ahlâkını, kişiliğini, inancını ve insanlığını tartışılır hale getirecektir.
“…Hünne libâsün leküm ve entüm libâsün lehünne (Hanımlarınız sizin giysileriniz ve siz de hanımlarınızın giysilerisiniz).“4048 Kadın, kocasının elbisesidir, koca da karısının… Dikkat edecek olursak, bu benzetmenin ne kadar olağanüstü güzel ve anlamlı bir benzetme olduğunu göreceğiz. Giysi, insanın tenine her şeyden daha
4044] 7/A’râf, 26.
4045] F. Râzî, Mefâtihu’l-Gayb -Tefsir-i Kebir-, 14/52
4046] 7/A’râf, 26
4047] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 484-486
4048] 2/Bakara, 187
- 1008 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yakındır ve her şeyden daha mahremdir, ama tene yakın olmakla birlikte onu başkalarından gizlemekte ve uzaklaştırmaktadır da. Karı-koca birbirlerine karşı bu durumdadırlar. Birbirlerine yakındırlar ve aynı zamanda birbirlerinin iffetinin koruyucusudurlar; tıpkı giysinin insanı çıplaklıktan ve iffetsizlikten koruduğu gibi. Buna ek olarak, herkesin elbisesi onun onur ve süslenmesinin mayası olduğu gibi, eşi de toplumsal hayatta bireyin onurunun ve süslenmesinin mayasıdır ve giydikleri giysilerin şekil ve türüne bakarak bireylerin şahsiyetlerinin birçok yönü anlaşılabildiği gibi, seçip sahip oldukları eşlerinden de şahsiyetleri bilinebilir.
Bir aile oluşturmuş karı-kocayla hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan cinsel ilişkide bulunan bir toplumdaki kadın ve erkek arasındaki fark, karı-kocanın Kur’an’ın örneğine uygun olarak birbirlerinin giysisi, iffeti ve örtüsü hükmünde olmalarına karşılık; diğer iki kişinin birbirleri için çıplaklığın ve iffetsizliğin örneği durumunda olmaları, yani birbirlerinin giysisizliği (çıplaklığı) olmalarıdır.
Tesettür, Hicâb, Avret; Anlam ve Mâhiyeti
“Tesettür“: Örtünmek, gizlenmek, bir şeyin içinde veya arkasında gizlenmek. “s-t-r“ kökünden “tefe'ul“ vezninde bir mastardır. Bir fıkıh terimi olarak; erkek veya kadının şer'an örtülmesi gereken yerlerini örtmesi demektir. Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine “avret yeri“ denir. Bir erkek veya hanımın başkasının yanında avret yerlerini örtmesi gerektiğinde görüş birliği vardır. Sağlam olan görüşe göre, bir kimse tek başına olduğu zaman da örtünmelidir. Buna göre, bir kimse temiz elbisesi bulunduğu halde kimsenin olmadığı bir yerde, karanlık bir odada bile olsa çıplak olarak namaz kılsa, bu câiz olmaz.4049 Yıkanma, tabiî ihtiyaç, tahâretlenme gibi hâcetler dışında, tenhâ bir yerde de bulunsa, namazda veya namaz dışında avret yerlerinin örtülmesi farzdır. Bunun delili Kur'an ve sünnettir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişinizde güzel elbiselerinizi giyerek gelin.“4050 insanın örtünme ihtiyacının ilk insan Âdem ve Havva ile başladığı, çıplaklığın çirkin bir şey olduğu âyette şöyle belirtilir: “Ey Âdemoğulları! Şeytan ana ve babanızı kötü yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa, sakın size de bir kötülük yapmasın.“4051; “Ey Âdemoğulları! size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takvâ örtüsü ise daha hayırlıdır.“4052 Hayvan yünlerinden giysi için yararlanmanın gereğine şöyle işaret edilir: “Davarları da O yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice yararlar vardır.“ 4053
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden sakınmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, kadınların iffetini korumak içindir. Âyette şöyle buyrulur: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir.“4054 Kadınların örtünmesi konusunda da şöyle buyrulur: “Mü’min kadınlara da şöyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar,
4049] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, -t.y.- I, 375
4050] 7/A'raf, 31
4051] 7/A'râf, 27
4052] 7/A'raf, 26
4053] 16/Nahl, 5
4054] 24/Nûr, 30
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1009 -
ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnâdır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Ziynet yerlerini kendi kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından, kendi erkek kardeşlerinden, kendi kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, erkeklik duygusu kalmayan hizmetçilerden veya henüz kadınların gizli yerlerine muttalî olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizleyecekleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allah'a tevbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nâil olasınız.“ 4055
Diğer yandan kadın yaşlanıp ay halinden kesilir ve cinsel yönden erkeklere istek duymaz olursa, bunun için örtünmede bazı kolaylıklar getirilmiştir. Âyette şöyle buyrulur: “Ay halinden kesilmiş ve evlenme için ümidi kalmamış olan yaşlı kadınlar ziynet yerlerini erkeklere göstermemek şartıyla dış elbiselerini bırakmalarında onlar için bir günah yoktur. Bununla birlikte yine de sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır.“ 4056
Kadınların ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyrulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.“ 4057
Cahiliye döneminde Araplar Kâbe'yi çıplak tavaf ederlerdi. Gündüz erkekler, gece kadınlar gelirler, tavaflarını anadan doğma yaparlar ve “içinde günah işlediğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz“ derlerdi. Diğer yandan İslâm'da her mü’minin namazını en güzel ve temiz görünüş ve giyim içinde kılması sünnet gereğidir. Âyette şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğulları! Her mescide gelişte ziynetinizi giyin.“4058 Âyet, tavafı ve namaz için mescide gelmeyi kapsar. Başka bir âyette gizli yerlerini örtüp koruyan erkeklerle kadınların Allah'ın affına ve büyük bir mükâfata ulaşacakları belirtilir. 4059
Örtünmenin âhiret hayatında da söz konusu olacağı, iman edip, güzel amel işleyenlerin mükâfatı arasında şöyle açıklanır: “Onlar tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle bezeneceklerdir, ince ve kalın saf ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir, Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak!“4060; “Şüphesiz Allah iman edip, güzel iş yapanları altından Irmaklar akan cennetlere sokacak. Orada bunlar altından bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada giysileri de ipektir.“4061; “Onlara (cennete) gümüşten yapılmış billur şeffaf kaplar, kupalar dolaştırılır.“4062; “Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir.“ 4063
Hz. Peygamber (s.a.s.) örtünme ile ilgili bu âyetlerin tefsirini yapmış ve uygulama esaslarını göstermiştir. Hz. Âişe'den rivâyete göre, birgün Hz. Ebû Bekir'in
4055] 24/Nûr, 31
4056] 24/Nûr, 60
4057] 33/Ahzâb, 59
4058] 7/A'râf, 31
4059] bk. 33/Ahzâb, 35
4060] 18/Kehf, 31
4061] 22/Hacc, 23
4062] 76/İnsân, 15
4063] 76/İnsan, 21
- 1010 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Rasûlünün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.“ Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.“4064 “Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.“ 4065
Erkeklerin örtülmesi gereken uzuvları göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısımdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan olup avret yeri sayılır. Delil, Hz. Peygamberin şu hadisidir: “Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır.“4066 Diz kapağı avret yerindendir. 4067
Kadınların yüzleriyle ellerinden başka, sarkan saçları dâhil bütün bedenleri avrettir. Yüzleriyle elleri ise bir fitne korkusu bulunmadıkça namazda da namaz dışında da avret değildir. Sağlam görüşe göre, ayaklar da avret sayılmaz. Çünkü ayaklarla yolda yürünür ve yoksullar için bunları örtme zorluğu vardır. Yine sağlam görüşe göre, hür kadınların kolları ile kulakları ve salıverilmiş saçları da örtülmelidir. “Kadınlar kendiliğinden görünen yerler dışında, ziynetlerini göstermesinler.“4068 âyetinde kastedilen, ziynetlerin takıldığı yerler olup, eller ve yüz bundan müstesnâdır. Hadiste şöyle buyrulur: “Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.“4069 Hz. Âişe (r. anhâ)'den nakledilen; “Allah Teâlâ ergenlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.“4070 hadisi, saçları da kapsamına alır.
Hz. Âişe (r. anhâ) ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır: “Allah ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin. Onlar; “Başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...“4071 âyeti inince etekliklerini kesip bunlardan başörtüsü yaptılar.“ Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: “Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki: Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde “Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...“ âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan herbiri Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.“ 4072
Örtüde Bulunması Gereken Nitelikler
1- Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz.
4064] Ebû Davûd, Libâs 31
4065] İbn Mâce, Tahâre 132; Tirmizî, Salât 160; Ahmed bin Hanbel, IV/151, 218, 259
4066] Ahmed bin Hanbel, II/187
4067] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I/297
4068] 24/Nûr, 31
4069] Tirmizî, Radâ 18
4070] İbn Mâce, Tahâre 132; Tirmizî, Salât 160
4071] 24/Nûr, 31
4072] Buharî, Tefsîru Sûre (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II, 600
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1011 -
Bu yüzden derinin beyazlığı veya kırmızılığı belli olan elbise ile namaz geçerli olmaz ve bununla örtünme gerçekleşemez. Eğer elbise kalın olmakla birlikte uzvu belli ederse ve hacmi ortaya koyarsa bu, kötülenmiş olmakla birlikte namaz geçerli olur. Çünkü bundan kaçınmakta güçlük vardır.
2- Hanefî ve Mâlikîlere göre zaruret halinde karanlık bir yerde bulunmak örtünme sayılır. Çünkü farz olan örtünme, avret yerlerinin başkaları için örtülmesidir, kendisi için değildir. Bu yüzden örtünmenin başkaları tarafından görülemeyecek bir şekilde bulunması yeterlidir. Meselâ bir kimse namaz kılarken geniş bulunan yakasından kendi avret yerini görecek olsa, bununla namazı bozulmaz. Fakat başkası görecek olursa bozulur.
Namazda bir uzvun dörtte birden fazlası, namaz kılanın kendi fiili ile açılsa, bir rükûn edâ edecek kadar beklemeğe gerek olmaksızın derhal namazı bozulur. Kadının başörtüsünü namazda iken kendisinin çıkarması gibi. Bu durumda başörtüsünü yeniden örtse namaz geçerlilik kazanmaz. Ancak avret yerleri olan ön ve arka uzuvları ile bu iki yer dışındaki “hafif avret“ sayılan uzuvlardan birinin tamamı veya en az dörtte biri kendiliğinden açılır ve bu durum bir rükûn edecek kadar devam ederse namaz bozulur. Eğer açık kalma süresi bir rükûn edâ edecek süreden az olursa namaz bozulmaz. Düşen başörtüsünün hemen başa konulması gibi. Meselâ; bir kimsenin karnının veya uyluğunun, yahut hayalarının, yine bir kadının saçlarından sarkan kısmın dörtte biri bir rükûn edâ edecek kadar açık kalırsa namaz bozulur. 4073
Şâfiî ile Hanbelîlere göre örtülecek olan avret yerinin elbise ve benzeri şeylerle örtülmesi şarttır. Bu yüzden dar anlamda çadır ve karanlık, avret yerlerinin örtülmesi için yeterli değildir.
3- Hanefilerde sağlam görüşe ve diğer fakihlere göre örtünmenin yanlardan olması yeterlidir. Alttan veya gömleğin üst kısmından örtünme şart değildir. Çünkü bunda güçlük vardır.
Bu yüzden giyilen bir elbisenin veya kadının giydiği uzun eteğin aşağıdan açık bulunması tesettüre engel teşkil etmez.
Müslüman Kadının Örtünme Şekli
1- Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan kadınlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri ve ayakları dışında vücudunun tamamı avrettir. Ayaklarda görüş ayrılığı olmakla birlikte sağlam görüşe göre ayaklar açık kalabilir. Bu yerlerin gerek namaz içinde ve gerekse namaz dışında örtülmesi farzdır.
2- Kadınların mahrem olan hısımları yanında el, ayak, kol, saç ve benzeri ziynet yerlerini açmaları câizdir. 4074
3- Kadının kadınlara karşı avret yeri göbekle diz kapakları arasında kalan kısımdır. Bunun dışındaki yerleri kadınların yanında açabilirler. 4075
4- Tedavi gibi zaruret sebebiyle erkek veya kadının avret yerlerine doktor, ebe, iğneci ve pansumancı gibi kimselerin bakması câizdir. Ancak kadınların bu
4073] ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 585, 586
4074] 24/Nûr, 31-32
4075] el-Mavsılî, el-İhtiyâr, I, 45
- 1012 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi tedavilerinde kadın doktor, ebe ve sağlık personelinin tercih edilmesi gerekir. Bunlar bulunmayınca “Zarûretler sakıncalı olan şeyleri mubah kılar“ kuralı işletilir. Ancak zarûretler de miktarlarınca takdir olunur. 4076
Karı-koca birbirinin vücutlarının her yanına bakabilirler. Eşler arasında örtünme zorunluluğu söz konusu olmaz. Ancak “galîz avret“ sayılan hayâ yerlerine bakmamaları edebe daha uygundur.
Mâlikîlere göre, erkekler için avret yeri yalnız ön ve arka, yani galiz avret sayılan yerlerdir. Onlara göre uyluk kısmı avret sayılmaz. Delil, Enes (r.a.)'ten nakledilen şu hadistir: “Hz. Peygamber Hayber günü izarını uyluğunun üzerinden kaldırdı, öyle ki, ben onun uyluğunun beyazlığını görür gibiyim.“4077 Şu hadis de bunu desteklemektedir: “Rasûlullah (s.a.s.) uyluğunu açmış olarak oturuyordu. Ebû Bekir, yanına girmek için izin istedi, ona bu durumda iken izin verdi. Ömer izin istedi, bu durumda iken ona da izin verdi. Sonra Hz. Osman izin istedi, o zaman uylukları üzerine elbisesini örttü.“ 4078
Ancak çoğunluk fakihlere göre, ön ve arka ile diz kapağı arasında kalan uyluk da avret yeri kapsamına girer. Çünkü uyluğun avret yeri olduğunu bildiren başka hadisler vardır. 4079
Küçük Çocukların Avret Yeri: Çok küçük çocukların avret yeri yoktur. Bunun sınırı dört yaşa kadardır. Bu yaştan küçüklerin bedenine dokunmak veya bakmak mubahtır. Sonra kendilerine cinsel istek duyulabilecek çağa kadar, yalnız hayâ yerleri avret yeri sayılır. Daha sonra on yaşına kadar sadece ön ve arka uzuvları ve bunların çevresi ile uyluklar avret kabul edilir. Çocukların on yaşından sonra erkek olsun kız olsun, avret yerleri, namazda ve namaz dışında, ergenlik çağına ulaşmış kimselerin avret yeri gibi sayılır. 4080
Şâfiîlere göre, küçük kız çocuğunun avret yerleri namazda ve namaz dışında büyük kadınlar gibidir. Mâlikîlere göre, yedi yaşındaki erkek çocuğun namazda avret yeri ön ve arka uzuvları ile uyluk kasık ve kaba etleridir. Böyle bir çocuğun bu yerlerini ergen erkekte olduğu gibi örtmesi menduptur. Namazla emrolunan küçük kız çocuğunun avret yerleri ise göbek ile diz kapağı arasıdır. Ancak bu kız çocuğunun ergen kadın gibi örtünmesi menduptur. Namaz dışında ise, sekiz yaştan küçük çocuklarda avret yeri yoktur. 4081
Kadının Açık Olarak Yanına Çıkabileceği Kimseler: Müslüman bir kadının diz kapağı ile göbeği arası, karın ve sırtı dışında diğer yerlerini yanlarında örtmek zorunda bulunmadığı hısımları ya da birlikte yaşanacak durumunda olduğu kimseler Nûr sûresi 31. âyette sayılmıştır. Bunlar yedi sınıf olup şunlardır:
1- Kocası: Kadın kocasının yanında dilediği gibi giyinebilir. Eşler arasında örtünme bakımından bir sınır söz konusu değildir.
4076] bk. Mecelle, madde, 21, 22
4077] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, II/64
4078] Şevkânî, a.g.e, II/63
4079] bk. Buharî, Salât 12; Ebû Dâvud, Hamâm 1; Tirmizî, Edeb 40; Ahmed bin Hanbel, III/478, 479, V/290
4080] İbn Abidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, -t.y.-, I, 378
4081] ez-Zühaylî, a.g.e., I, 596
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1013 -
2- Babası,
3- Kayınpederi,
4- Oğlu,
5- Kocasının oğlu,
6- Erkek kardeşi,
7- Erkek kardeşinin oğlu,
8- Kız kardeşinin oğlu,
9- Müslüman kadın. Çünkü mü’min bir kadın, gayri müslim kadınların yanında diğer yakın hısımlarının yanında açıldığı gibi açık oturamaz. Burada, gayri müslim kadının kendi erkeklerinin yanında müslüman kadını tasvir etmesi ve onu anlatması engellenmek istenmiştir. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde (r.a.)'ye yazdığı bir mektupta şöyle demiştir: “Bana, müslüman kadınların hamamlara müşrik kadınlarla birlikte girdikleri haberi ulaştı. Bu, daha önceden kalma bir âdettir. Allah'a ve ahiret gününe inanan hiçbir kadının kendi dininden olmayanın avret yerine bakması helâl olmaz.“ 4082
10- Kölesi ve câriyesi: Bir kadın, köle veya câriyesinin yanında örtüsüz kalabilir. Çünkü Hz. Peygamber, Fâtıma’ya (r. anhâ) bir köle bağışlamıştı. Bu sırada Hz. Fâtıma'nın üzerinde başını örtse ayakları, ayaklarını örtse başını açık bırakan bir elbise vardı. Hz. Peygamber bu durumu görünce şöyle buyurdu: “Senin için bir sakınca yoktur. Çünkü bu köle senin baban ve oğlun yerindedir.“ 4083
11- Erkekliği kalmamış hizmetçiler: Denk olmama, yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle kadınlara karşı istek duymama veya hadım olma gibi nedenlerle evin sahibi kadına cinsel bakımdan zararı dokunmayacak hizmetçiler, bahçıvan ve aşçı gibi kimseler, kadın için diğer hısımlar gibidir.
12- Kadınların gizli yerlerine bakmaktan anlamayan küçük çocuklar: Kadınların yanında bulununca onların konuşma, yürüme ve giyimlerinden cinsel bakımdan etkilenmeyecek derecede küçük yaştaki çocukların yanında örtünme zorunluluğu bulunmaz. Ancak çocuk ergenlik çağına yaklaşmış olursa, artık yabancı kadınların yanına girmemelidir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadınların yanına girmekten sakının.“ “Ey Allah'ın Rasûlü! Kocanın erkek kardeşi için ne buyurursunuz?“ diye sorulunca, “Kayın birader (erkeğin akrabası) ölümdür.“ buyurmuştur. 4084
Bunlardan başka dede, amca, dayı, sütkardeş gibi kendileriyle sürekli olarak evlenmek yasaklanan hısımların yanına da kadın süs yerleri açık olarak çıkabilir. Ancak bir fitne korkusu olunca kadının örtünmeyi tercih etmesi daha temiz ve daha uygundur. 4085
“Tesettür“; örtmek, gizlemek, saklamak anlamlarına gelen ‘setr’ kökünden gelmektedir. “Tesettür“ sözlükte; örtünmek gizlenmek, bir şeyle kapanmak
4082] İbn Kesîr, Muhtasaru't-Tefsîr, II, 600, 601
4083] Ebû Dâvud, Libâs 32
4084] Tirmizî, Radâ 16; Ahmed bin Hanbel, IV/149, 153
4085] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 194-197
- 1014 -
KUR’AN KAVRAMLARI
demektir. Bir şeyi saklayan ve gizleyen nesnelere ‘setr’ denildiği gibi, kapatılması gereken bir şeyi gizlemeye de ‘setr’ denilir. Nitekim namazda ‘avret’ denilen, bedenin gizlenmesi gereken kısımlarını örtmeye de ‘setr-i avret -avret yerlerini örtmek-’ denilmektedir. ‘Mestûr’ veya ‘mestûre’; kapalı, gizlenmiş anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen ‘settâr’, gizleyen, örten, saklayan demektir ki, Kur’an’da geçmemekle beraber Allah için ‘Setttâru’l-uyûb -ayıpları gizleyip örten, ayıpları ortaya dökmeyen’ denilmektedir.
‘Tesettür’ kavram olarak, kadın ve erkek müslümanların ‘avret’ yerlerini örtmelerini ifâde eder. Kur’an’da örtünmeyi emreden âyetlere ‘hicab’ âyetleri denir. Birçok İslâmî kaynakta kadınların örtünmesi anlamında ‘hicab’ kavramı geçmektedir. Ancak Türkçe’de ‘tesettür’ kelimesi daha yaygındır. ‘Hicab’ sözlükte, bir şeyi örtmek veya bir şeye engel olmak demektir ki, tesettüre yakın bir anlamı vardır. ‘Hicab’ isim olarak, örten, gizleyen, saklayan, görülmeye engel olan şey demektir.
Avret Ne Demektir? “Avret“, Ìslâm’a göre insanların örtmeleri ve dinen yabancı sayılan kimselere göstermemeleri gereken organlarına verilen addır. “Tesettür“ ise, avret yerlerini örtme, gizleme, saklama ve koruma konusundaki İslâmî prensiptir. İslâm’a göre müslümanlar, yıkanma, tabiî ihtiyaç ve temizlenme (tahâret) gibi durumlar dışında avret yerlerini başkalarına -bir zarûret olmaksızın- gösteremezler. Bu, Kur’an’ın müslümanlara getirdiği bir ölçü, bir hüküm ve aynı zamanda bir fazilettir.
Esasen insan için örtünme fıtrî (yaratılıştan gelen) bir özelliktir. Sebebi ne olursa olsun, insan örtünürse yaratılışına daha uygun hareket eder. Birçok hayvanın örtüleri tüyleridir, kılları veya telekleridir. Onlar, bu dış örtüleri ile güzel, bu dış örtüleri ile doğal olmaktadırlar. İnsan da böyledir. O da örtünmeye yarayan araçlar (elbiseler) giyerek kendisini değerli kılar, yaratılışına uygun davranmış olur.
Kur’an, örtünmesi gereken yerlere çirkin yerler deyip, bunları örtecek elbisenin Allah (c.c.) tarafından verildiğini açıklamaktadır: “Ey Âdemoğulları Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size ‘süs kazandıracak bir giyim’ indirdik (var ettik). Takvâ ile kuşanıp donanmak ise daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp düşünürler.“4086 Rabbimiz, kendi yarattığı insanın bazı organlarına çirkin demekle onların saklanması, gizlenmesi gerektiğini haber veriyor. Bu, insanı aşağılamak değildir. İnsanın böyle oluşu normal bir durumdur. Çevremizde, insanların çirkin veya güzel dediği binlerce bitki ve hayvan bulunmaktadır. Çirkin diye nitelenenler asıl itibariyle çirkin değildir. İnsan duygusu onları öyle gördüğü için çirkin denilmektedir.
Başkalarının görmekle rahatsız olacağı, insan cinsini belli eden, bir kusur değil ama insana ait bir sır olan ‘avret’ yerlerinin gösterilmesi hoş karşılanmamış, bunu örtecek elbise var edilmiş, sonra da böyle bir giyimin insan için yüceltici, değer kazandırıcı bir süs olduğu vurgulanmıştır. Bütün bunların olabilmesi için de insanın teslim olduğu Rabbinden hakkıyla çekinmesi anlamında ‘takvâ elbisesi’ni kuşanması gerekir. İlk insanlar; Hz. Âdem ile onun eşi, cennette giyinmiş olarak yaşıyorlardı. Ancak şeytan onları aldattı ve onların yasak ağacın
4086] 7/A’râf, 26
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1015 -
meyvesinden yemelerini sağladı. Böylece onlar cennetten çıkmak zorunda kaldılar ve ‘ayıp yerleri’ kendilerine göründü. “Ey Âdemoğulları, şeytan, anne ve babanızın ayıp/çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de fitneye/belâya uğratmasın...“ 4087
Tesettür İbâdeti: Mü’min erkek ve mü’min kadın, Kur’an’ın örtünme (tesettür) emrinden sorumludurlar. Tesettür emri Kur’an’da çok açıktır ve başka bir yoruma ihtiyaç yoktur. Şüphesiz Kur’an, Allah’ın sözü ve hükmüdür ve Rabbimiz insanlara ne vahyettiğini bilmektedir.
İnsanların tesettür (örtünme) ile ilgili yorumları, ileri-geri söz söylemeleri tamamen kendi nefislerinin dürtüleri, imanlarının yokluğu veya zayıflığının bir sonucudur. Allah’a hakkıyla teslim olmuş, O’nun azâbından korkan ve O’nun va’dine güvenen bir takvâ sahibi mü’min, nasıl olur da Rabbinin emrini tartışır? Nasıl olur da kendi arzusuna göre Allah’ın âyetlerini sağa sola büker? Kendini Kitab’a uyduracağı halde Kitabı kendine nasıl uydurmaya kalkar? Bir insan, nasıl olur da Allah’ın hükmünü kendi aklına, kendi pozisyonuna, kendi zevkine, kendi hükmüne, kendi sistemine, kendi prensibine uydurmaya çalışır? Böyle bir tavır mü’min kimselerin tavrı olamaz!
Kur’an şöyle buyuruyor: “Müm’in erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Böyle (yapmak) kendileri için daha temizdir.“4088 Kadınların örtünmesi ile ilgili olarak da şöyle buyruluyor: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’min kadınlara dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; bu, onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah Ğafûr’dur, Rahîm’dir.“4089 Bu ifâdeyi tamamlayan bir başka âyette de şöyle buyruluyor: “Mü’min kadınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısımlar hâriç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler)...“4090 Âyetin devamında ziynet yerlerini kimlere gösterebileceği sayılıyor.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu âyetleri hem açıklayıp tefsir etti, hem de bizzat uygulayıp uygulatarak maksadın ne olduğunu gösterdi. Bu konudaki haberler hem sağlamdır, hem de açıktır. Bu güne kadar gelen iyi niyetli bütün âlimler de meseleyi Kur’an doğrultusunda böyle anladılar ve bu şekilde açıkladılar. Peygamberimiz’den bu yana hiçbir İslâm âlimi tesettür ve başörtüsünün dinin gereklerinden olduğunu reddetmediği gibi, bütün dünya müslümanları da tarihten günümüze buna uymaya çalışmışlardır.
Kadının avret yeri; ittifakla el, yüz ve ayaklar dışında bütün bedenidir. Kimileri ayakları da avret sayarlar. Kimileri de “gözün dışında yüzün de kapanması gerekir“ derler. Ancak peygamberimizden gelen haberler net ölçüyü ortaya koyuyor: “Peygamberimiz, yanına ince/şeffaf bir elbiseyle gelen Esmâ binti Ebû Bekir’e; “Ey Esmâ! Kadın bülûğa erecek yaşa girdiği zaman ondan sadece şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi câiz değildir“ dedi ve yüzü ile ellerine işâret etti.“ 4091
4087] 7/A’râf 27
4088] 24/Nûr, 30
4089] 33/Ahzâb, 59
4090] 24/Nûr, 31
4091] Ebû Dâvud, Libâs, hadis no: 4104, 4/62
- 1016 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tesettür Kimlere Karşı Gerekir? Müslüman bir kadın kocasına bütün bedenini gösterebilir. Evlenmesi yasak olan yakın akrabâlarına saçını, boynunu, diz kapağına kadar ayaklarını, kolunu gösterebilir. Bütün yabancı erkeklere karşı eli, yüzü ve ayağı dışındaki bütün vücudunu örtmesi farzdır, Allah’ın emridir; tıpkı İslâm’ın diğer farzları gibi. 24/Nûr, 31. âyette “ziynetleri bilinsin diye ayaklarını birbirine vurmasınlar“ uyarısı geçmektedir. Bu, kadınların süslenmek için taktıktıkları takıların başkalarına gösterilmesinin, sergilenmesinin de helâl olmadığını gösterir.
İslâm, Allah’ın insanlar için seçtiği bir yaşama biçimi ve saâdet yolu, kurtuluş aracıdır. İslâm’ın bütün ilkeleri, emir ve yasakları kendine aittir. Herbir emrin ve yasağın bir hikmeti, bir sebebi; yasakların insana ve topluma zararı, emirlerin ise kişiye ve topluma faydası vardır. Ama müslüman, bu hikmetlerinden önce, sadece Allah rızâsını kazanmak için, O’nun emri ve yasağı olduğu için o hükümlere uyar. “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve mü’min bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme (alternatif arama, özgürce farklı eylem yapma) hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.“ 4092
İman eden kişiler Rablerinin emrine teslim olurlar ve ellerinden geldiği kadar emirlere uymaya, yasaklardan kaçmaya çalışırlar. Ama asla Allah’ın emirlerini ve yasaklarını münâkaşa konusu yapmazlar. Onlar bu tehlikeli yola girmekten şidetle sakınırlar. İslâm sağlam bir kişilik, sağlam bir toplum ve sağlıklı nesiller yetiştirme amacındadır. O, müfsit insanların bozduğu toplumu, kişilikleri ve nesilleri ıslah edip düzetmek istiyor. Bunun tedbirini almalarını müslümanlara emrediyor.
Birçok kötülüğün aşırı isteklerden, dizginlenmeyen şehvetlerden kaynaklandığı bilinen bir gerçektir. Şehvetlerin alabildiğine serbest olduğu yerlerde huzur kalmaz, aile bağları gevşer, nesiller bozulur, kadının ve erkeğin şerefi zarar görür. İnsanın fıtratı, temiz aile ve temiz nesilden yanadır. Eşlerin birbirlerine bağlılığı, insanların birbirine saygısı, kişinin değerinin yüce olması faziletli davranışlardan geçer. İslâm bunun için işe hâin bakışların önüne geçerek başlıyor. Sonra hem kadını, hem erkeği, hem nesli, hem de fazileti korumak için erkeğe ve kadına tesettürü emrediyor.
Tesettür ibâdeti mü’minler için bir güzelik ve erdemdir. Örtünme, aynı zamanda bir ibâdet hürriyeti ve insan hakkıdır. Faydaları ise sayılamayacak kadar çoktur. Buna rağmen bazı ülkelerde tesettür, başörtüsü münâkaşalarının, yasaklarının olması çok hazin, üzüntü verici bir şeydir. Tesettür, İslâm’ın emridir, bir ülkenin veya bir halkın geleneği değildir.
Şu noktayı da eklemekte fayda vardır: Nur sûresi 31. âyette ‘humur-hımâr’ kelimesi geçmektedir ki, bu, başörtüsü anlamındadır. Yani başı, saçları da kapatacak bir biçimde örten örtü demektir. Âyette kastedilen, müslüman kadınların başörtü örtmeleridir. Bunun uygulaması da böyledir, bütün âlimlerin âyetten anladıkları da bu şekildedir. Tesettür emri geldiğinde ensâr kadınlarının uygulamalarıyla ilgili olarak şu olayı nakledelim:
Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: “Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe dedi ki: ‘Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki,
4092] 33/Ahzâb, 36
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1017 -
Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde “Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...“ âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan herbiri Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.“ 4093
Mü’min kadınların ve mü’min erkeklerin Allah’ın emrine bir itirazları olamaz. İnandığını iddiâ ettiği halde tesettüre ve başörtüsüne tavır alanların, kendi durumlarını yeniden gözden geçirmeleri gerekir. 4094
İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam-Hatip'te, Üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya-âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de özgürlük bayrağıdır.
Dinimizin örtünme emrini uygulamış olmaları için müslüman kadın ve kızların şu şekilde giyinmeleri gerekir: Eller ve yüzün dışındaki vücudun bütün organlarını örten, vücudun doğal rengini ve çizgilerini (vücut hatlarını) göstermeyecek şekilde kalın ve bol olan, gayri müslim kadınların kendilerine has olan (râhibe kıyafeti gibi) giysilerini andırmayan, toplum örfüne göre erkek elbisesine benzemeyen, dikkatleri çekecek şekilde de süslü olmayan bir giysi. Bu dış giysi, çarşaf, bol ve uzun pardösü ve benzeri olabilir. Mutlaka çarşaf veya şu şekilde bir pardösü denilemez; İslâm tek tip bir kıyâfet emretmemiş, sadece genel ölçüyü kurallaştırmıştır. Ev dışında kadının “cilbâb“ını üstüne alması4095 gerekmektedir. Cilbâb da dış giysi demektir. Bu, dünkü Osmanlı toplumunun örfünde çarşaf olduğu gibi, bugün ve yarın herhangi bir coğrafyada çok farklı bir dış giysi de olabilir. Önemli olan, kadının ev dışında, ev elbisesinin üzerine giyeceği bir dış giysi ile örtünmesidir; yeter ki istenen tesettür şartlarına uygun olsun.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü“ farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü-etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik, tavır-yürüyüş-konuşma-gülme-aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta
4093] Buhârî, Tefsîru Sûre, (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; Ebû Dâvud, Libas 32, h. no: 4101
4094] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 700-704
4095] 33/Ahzâb, 59
- 1018 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı, o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek, pazarlık ve tâviz konusu olabilecek, türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor“ deyin, gerisini onlar anlar diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür“ adını takıyor. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?“ demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliğini yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda gibi düşünülüyor. “Tesettür(!) defilesi“ denilen ucûbeler, bir taraftan bu talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da bu arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, -kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken- en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam olunca da evinde, Filistin'li kızların dramını, açlıktan ahlâkını satan kadınları gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tesbit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecekti. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara acımaktan da öte, kadın-erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de Elbise ve Tesettür
“...Onlar (Kadınlar) sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz...“ 4096
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabîlesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.“ 4097
“Ey Âdemoğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiseleri giyin; yiyin, için, fakat israf
4096] 2/Bakara, 187
4097] 7/A’râf, 26-27
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1019 -
etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.“ 4098
“De ki: Allah’ın, kulları için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında (iman etmeyenlerle birlikte) mü’minlerindir. Kıyâmet gününde ise yalnız mü’minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.“ 4099
“Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Ve sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. İşte böylece Allah, müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.“ 4100
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları hâriç olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mü’min kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık husûsiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.“ 4101
“Bir nikâh ümidi beslemeyen, çocuktan kesilmiş yaşlı kadınların, ziynetlerini (yabancı erkeklere) göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur. Yine de iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.“4102 (İhtiyar olan kadınların, kadınlık câzibelerini büyük ölçüde kaybetmiş olmalarından ve bir fesâda yol açmaları ihtimali olmadığından; çarşaf, manto, pardösü gibi dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat verilmiştir. Yaşlı bile olsa, mahremi dışındaki yabancı erkeklere güzel görünmek için süslenmek, özellikle de açılıp saçılmak, bütün müslüman hanımlara haramdır. İhtiyar kadınların dışındaki bayanların da yabancı erkeklere karşı üzerlerinde dış elbiseleri bulunmaları gerekmektedir.)
“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer ittika ediyor/(Allah’tan) korkuyorsanız, sözü (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Mar’rûf/güzel ve münâsip sözler söyleyin. Evlerinizde vakarınızla oturun, ilk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, ricsi/şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.“ 4103
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını
4098] 7/A’râf, 31
4099] 7/A’râf, 32
4100] 16/Nahl, 81
4101] 24/Nûr, 31
4102] 24/Nûr, 60
4103] 33/Ahzâb, 32-34
- 1020 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.“ 4104
“Onlar tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle bezeneceklerdir, ince ve kalın saf ipekten yeşil elbiseler giyeceklerdir, Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak!“ 4105
“Şüphesiz Allah iman edip, güzel iş yapanları altından Irmaklar akan cennetlere sokacak. Orada bunlar altından bileziklerle, incilerle bezenecekler. Orada giysileri de ipektir.“ 4106
“Onlara (cennette) gümüşten yapılmış billur şeffaf kaplar, kupalar dolaştırılır“ 4107
“Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri de onlara son derece temiz bir şarap içirmiştir.“ 4108
“Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere dâvet ettiği zaman Allah'a ve Rasûlüne (onların çağrılarına) uyun. Bilin ki şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız. Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnız zulmedenlere erişmekle kalmaz (Tüm insanlara da sirâyet ve hepsini perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.“ 4109
Hadis-i Şeriflerde Elbise ve Tesettür
Libas, beşer kültürünün temel unsurlarından biridir. Cenab-ı Hak, dileseydi insanlara da, hayvanlarda olduğu gibi fıtrî bir elbesi giydirebilirdi. Ancak bütün mahlûkata halife ve üzerlerinde tasarrufa yetkili kıldığı insanoğlunu, onlardan ayırarak sun’î kıyafet üniforması ile tezyin etmiştir.
Bir kıyafete bürünmek, bir başka açıdan, Allah Teâlâ'nın Settâr ismine mazhar olmak demektir. Kıyafet, insanoğlunun hayatında ciddî bir yer işgal eder. Bir yönüyle o tekniktir: Sıcak ve soğuğa karşı korur, avret yerlerimizi örterek mahremiyetimizi sağlar. Bir başka yönüyle kültürel değer taşır; dinimizi belli ettiği gibi, aynı zamanda mahallî, örfî ve ferdî şahsiyetlerimizi de temsil eder. Her dinin, her kavmin, her bölgenin, her örfün ve hatta her ferdin kendini ifade ettiği, başkasından farklı bir kıyafeti vardır. Taşıdığı kıyafetten insanın dini, milliyeti, bölgesi, maddî ve mânevî durumları, hatta hâlet-i rûhiyesi hakkında bilgi edinmek mümkündür. “Pejmürde“, “pasaklı“, “zevk sahibi“, “kibar giyinişli“ gibi tâbirler hep kıyafetle ilgilidir. Bazen kıyafetin iyi bir tavsiye mektubu olduğu söylenir.
İslâm medeniyetinin kurucusu olan Hz. Peygamber (s.a.s.), medenî hayatımızdaki önemine uygun şekilde, kıyafet üzerinde çokça durmuştur. Kadın ve erkeğin kıyafeti, çocukların kıyafeti, kıyafetlerin boyu, dar ve geniş oluşu, rengi, kumaşların cinsi, temizlik ve kirlilikleri, cuma ve bayram kıyafetleri, kıyafetin İslâmî olan ve olmayanları vs. hep hadislerde konu edilmiştir. Bu sebeple bütün hadis kitaplarında Kitabu'l-Libas veya Kitabu'z-Ziynet adı altında müstakil bölümler yer alır.
4104] 33/Ahzâb, 59
4105] 18/Kehf, 31
4106] 22/Hacc, 23
4107] 76/İnsân, 15
4108] 76/İnsân, 21
4109] 8/Enfâl, 24-25
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1021 -
Kur'ân-ı Kerim'de de kıyafet ve libasla ilgili âyetler mevcuttur. 4110
Libas ve kıyafet bahsine saç kıyafeti, ayakkabı, elbise hepsi dâhildir. Kezâ süs ve takılar da bu bahis içerisinde ele alınıp işlenmiştir. İslâm'ın kıyafetle ilgili olarak koyduğu esasları anlamada sünnette gelen bazı yasakları şöyle özetleyebiliriz:
1- İslâmî tesettürü sağlamayan giyecekler:
a) Kısa olanlar,
b) Vücut hatlarını ortaya vuracak kadar dar olanlar,
2- Dinî kültüre (sünnete) zıt düşen kıyafetler:
a) Yabancı kültürü temsil eden kıyafetler,
b) Şekil veya renk yönleriyle, karşı cinse ait olan giyecekler,
c) Tekebbür verecek kıyafetler,
d) Erkekler için, ipekten yapılmış giyecekler,
e) Mevkiine uygun düşmeyen kıyafetler (belli bir sınıfa alem olan elbiseyi başkalarının giymesi, zenginin fukaraca giyinmesi gibi),
f) Dikkat çekici elbiseler (hadislerde şöhret elbisesi diye geçer ve şârihlerce “toplumun genel örfüne uymadığı için dikkat çeken, çok güzel veya çok çirkin olan“ diye açıklanır),
g) Pejmürde olan kıyafetler.
Kıyafetle alâkalı olarak vârid olan birkısım hadisleri tetkik sonucu, çıkarılan yukarıdaki esasların teker teker açıklanması, bizi belli bir ölçüde asıl mevzûmuzun dışına çıkaracağı için burada, özellikle yabancı kültürü temsil eden kıyafetler üzerinde duracağız:
Farklı medeniyete (dine) mensup kimselerin daha ilk nazarda, kıyafetiyle ayrılmasını esas kabul eden İslâm dini, bu maksatla bilhassa baş kıyafetine ehemmiyet verir. Hadislerde sakal ve bıyığın traş şeklinden, bunlara gerektiğinde vurulacak rengin çeşidine, başı örten serpuşun çeşit ve şekline varıncaya kadar bazı teferruat üzerinde ehemmiyetle durulmuştur. Bu cümleden olarak sarık “imanla küfrü“, “müşriklerle bizi“ ayıran alâmet-i fârıka olarak tavsif edilir.
“Yahudiler gibi iştimal“ (elbisenin, ucu aşağıya serbestçe sarkmaksızın, vücudu sımsıkı sarması) etmeyin“ hadisiyle, tesettürü sağlasa bile bazı özel giyim tarzlarında Ehl-i Kitab'a benzemekten kaçınmak dile getirilmektedir. Rivâyetler Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, bir Hristiyanlık sembolü olan haç işaretinin değil elbiseler, eşyalar üzerinde bulunmasına bile izin vermediğini, “üzerinde haç bulunan her eşyanın haçını mutlaka bozduğunu“ belirtir.
Yabancı kültür unsurları karşısında İslâm'ın, başlangıçtaki tutumunu anlamak için Hz. Ömer'in tatbikatından da bir misal vermeyi faydalı görüyoruz:
4110] Bakara 187, 233, 259; Nisa, 5; Maide 89, A'raf 26, 27, 32; Hud 5; İbrahim 50; Nahl 5, 14, 81, 112; Kehf 31; Enbiya 80; Hacc 19, 23; Mü'minun 14; Nur 58, 60; Furkan 47; Ahzab 59; Fatır 12, 33; Duhan 53; Nuh 7; Müddessir 4; İnsan 21; Nebe’ 10.
- 1022 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rivâyetler, ehl-i zimmenin kendilerine has kıyafetlerini muhâfaza ederek müslümanlara benzemeye yeltenmelerini önlemek için “Başın ön kısmındaki saçlarını kesip, orta kısımdakileri uzatmalarını ve hiçbir şeylerinde müslümanlara benzememelerini emrettiğini“ kaydeder. Hatta Şam'daki Hristiyanlarla yaptığı anlaşmada, kıyafet meselesi ile alâkalı müstakil bir pasaja rastlamaktayız. Orada Hristiyanlar şu taahhüdde bulunurlar: “Biz, gerek ayakkabılarımızda, gerekse baş kıyafetlerimizde (imame, kalansuve) ve libaslarımızda hiçbir sûrette müslümanlara benzemeyeceğiz; onların lisanlarıyla konuşmayacağız, künyelerini kendimize künye yapmayacağız... Yüzüklerimize Arapça kelime nakşetmeyeceğiz. Başlarımızın önünü traş edeceğiz. Ziyyimiz (kıyafet, dış görünüş) eskiden nasıl idiyse aynen takınacağız. Bellerimize zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşak) bağlayacağız. Müslümanların sokaklarında haçlarımızı ve kitaplarımızı izhar etmeyeceğiz...“
Klasik İslâm âlimleri, imanî ayrılık halinde birkısım kültürel tezâhürlerdeki ayrılığa o kadar ehemmiyet vermişler ki, bunu, yukarıda görüldüğü üzere, sadece kılık kıyafete, dile yazıya inhisar ettirmemişler, daha da ileri giderek binaların haricî şekillerinde bile aramışlardır. Hanefîlerce meşhur ve mûteber el-Hidâye'de şöyle denir: “...Evlerine tefrik edici/ayırıcı alâmetler de koymak gerekir, ta ki, dilenciler gelip, yanlışlıkla kapılarında durup mağfiret duâsında bulunmasınlar.“ 4111
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığırkuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.“ 4112
“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.“ 4113
Hz. Âişe'den rivâyete göre, birgün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Rasûlünün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.“ Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.“ 4114
Hz. Âişe (r. anhâ)'dan şöyle nakledilmiştir: “Allah Teâlâ ergen kadının namazını başörtüsüz kabul etmez.“ 4115
“Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır.“ 4116
Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: “Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe dedi ki: ‘Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde “Kadınlar
4111] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/42-44
4112] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128
4113] Tirmizî, Radâ 18
4114] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104
4115] İbn Mâce, Tahâre 132; Tirmizî, Salât 160; Ahmed bin Hanbel, IV/151, 218, 259
4116] Ahmed bin Hanbel, II/187
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1023 -
başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...“ âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan herbiri Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı.“ 4117
Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah (s.a.s.)’a şöyle sordum: ‘Bizden birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın“ buyurdu. 4118
“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.“ Başka bir rivâyette aynı hadise şu ibâre de ilâve edilmiştir: “Onlar cennete giremezler. Cennetin kokusunu alamazlar. Onlara cennet kokusu şu kadar şu kadar fersah mesafeden ulaşır.“ 4119
“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen elbiseler giyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar“ buyurmuştur. 4120
Hz. Âişe (r. anhâ) şöyle buyurdu: “Hımar; saçı ve teni örten baş örtüsüdür.“ 4121
Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir. O şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.) kadın elbisesi giyen erkeklerle, erkek kıyafeti giren kadınlara lânet etti.“ 4122
“Kadınlardan erkeklere benziyenlerle, erkeklerden de kadınlara benzeyenler bizden değildir.“ 4123
Abdullah İbn Abbas'dan rivâyet edilmiştir: “Peygamberimiz erkekleşen kadınlarla kadınlaşan erkekleri tel’în etti, lânetledi ve buyurdu: “Onları evlerinden çıkarınız.“ Abdullah diyor ki: “Peygamber (s.a.s.) falancayı, halife Ömer de filancayı bulundukları yerden çıkarmışlardı.“ Başka bir rivâyette de aynı hadis şu şekilde gelmektedir: “Rasûlullah erkeklerden kadınlara benzemek isteyenlerle kadınlardan erkeklere benzemek isteyenleri lânetledi.“ 4124
“Üç kimse cennete giremez. Ve kıyâmet gününde Allah onlara rahmet nazarıyla bakmaz. (Bunlar:) Ana ve babasına isyan eden, erkeklere benzeyerek erkekleşmek isteyen kadın ve deyyus (eşini kıskanmayan erkek).“
Ubeydullah oğlu Abdullah'dan: Hz. Âişe (r. anhâ)’ya soruldu: “Kadın, erkek ayakkabısı giyebilir mi?“ Hz. Âişe dedi ki: “Allah'ın Rasûlü kadından erkekleşenlere lânet etti.“ 4125
4117] Buhârî, Tefsîru Sûre, (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; Ebû Dâvud, Libas 32, h. no: 4101
4118] Buhârî, 1/439; Müslim, 3/20
4119] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr; Müslim
4120] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s.103
4121] Beyhakî, c. 2, s. 235
4122] Ebû Dâvud, Libas 31, h. no: 4098; Ahmed bin Hanbel, II/325; İbn Mâce
4123] Ahmed bin Hanbel, II/199
4124] Buhârî, Libâs 62; Ebû Dâvud, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbn Mâce, Nikâh 22; Dârimî, II/281; Ahmed bin Hanbel, 1982, 2006, 2123
4125] Ebû Dâvud, II/184
- 1024 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdullah bin Amr: “Rasûlullah (s.a.s.) benim üzerimde çeşitli renklere boyanmış iki elbise gördüğünde şöyle dedi: “O kâfirlerin giydiği elbisedir. Sen giyme onları.“ 4126
“Üç sınıf insan vardır ki kıyâmet günü Allah, onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Hem de onlar için can yakıcı bir azap vardır.“ (Râvi Ebû Zer dedi ki; Rasûlullah bu cümleyi üç kere tekrarladı. Ebû Zer: 'Bu kimseler tam bir mahrûmiyete ve hüsrâna uğramışlar. Bunlar kimlerdir, ey Allah'ın Rasûlü?' diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.) da şu cevabı verdi: “Elbisesini kibirle yerlerde sürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek ticaret malını iyi bir fiyatla satmaya çalışandır.“ 4127
Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.“ 4128
Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’a el ve ayaklarına kına yakmış bir muhannes (kadınlara benzeyen erkek homoseksüel) getirdiler. “Bunu niye getirdiniz, nesi var?“ diye sordu. Kendisine: ‘Kendisini kadınlara benzetmiştir!’ dediler. Bunun üzerine Efendimiz emretti ve Nakî’ denilen mevkîye sürgün edildi. ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onu öldürmeyelim mi?’ diye soranlar olmuştu ki: “Hayır! Ben namaz kılanları öldürmekten men edildim“ buyurdu. 4129
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), bana altın yüzük takmayı, kassî elbise giymeyi, rükû ve secdede Kur’an okumayı, sarıya boyanmış elbise giymeyi yasakladı.“ 4130
Berâ (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) bize yedi şeyi yasakladı: Altın yüzükler, altın ve gümüş kaplar, ipekli eyer yargıları, ipekli kassî kumaşlar, istibrak denen kalın ipekli kumaşlar, ibrişim kumaşlar ve ipek kumaşlar.“ 4131
Câbir (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) bir adam gördü, saçları darmadağınıktı. “Bu adam saçlarını düzeltip tertibe sokacak bir şey bulamadı mı?“ diye memnuniyetsizlik izhâr etti. Derken, o sırada bir diğer adam gördü, bunun da üstü başı kirliydi. Bunun hakkında da: “Şu adam elbisesini yıkayacak bir şey bulamıyor mu?“ diye söylendi.“ 4132
Huzeyfe (r.a.) şöyle dedi: Şüphesiz Nebî (s.a.s.) bize ipek ve atlastan yapılmış elbise giymeyi, altın ve gümüş kaplardan içmeyi yasakladı ve: “Bunlar dünyada kâfirlerin, âhirette ise sizlerindir“ buyurdu. 4133
4126] Tirmizî, II/384; Ahmed bin Hanbel, IV/377
4127] Müslim, İman 171; Ebû Dâvud, Libâs 25; Tirmizî, Büyû' 5; Nesâî, Zekât 69, Büyû' 5, Ziynet 103; İbn Mâce, Ticaret 30
4128] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
4129] Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4928
4130] Müslim, Libas 31, h. no: 2078; Ebû Dâvud, Libas 11, h. no: 4044, 4045, 4046, 4050; Tirmizî, Salât 195, h. no: 264; Nesâî, Ziynet 43, 44, 45, 96, 122; Muvattâ, 28, h. no: 1, 80
4131] Buhârî, İsti’zân 8, Cenâiz 2, Mezâlim 5, Nikâh 71, Eşribe 28, Marzâ 4,Libas 28, 36, 45, Edeb 124, Eymân 9; Müslim, 3, h. no: 2066; Tirmizî, Edeb 45, h. no: 2810; Nesâî, Ziynet 92, h. no: 8, 201
4132] Ebû Dâvud, Libas 17, h. no: 4062
4133] Buhârî, Eşribe 28, Libâs 27; Müslim, Libâs 3, 4; Ebû Dâvud, Eşribe 17; Tirmizî, Eşribe 10; İbn Mâce, Eşribe 17
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1025 -
“(Yanında mahremi bulunmayan) Kadınların yanına girmekten sakının!“ Bunun üzerine ensârdan birisi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası hakkında ne dersiniz?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlarla halvet, ölüm demektir.“ 4134
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.“ 4135
Peygamberimiz, Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.“ 4136
Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah’a (s.a.s.) ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!“ buyurdu. 4137
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle; bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.“ 4138
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla başbaşa kalmasın.“ 4139
“Sakın ha papaz kıyafetini giymeyesiniz. Kim onların kıyafetini giyinirse ve onlara benzerse benden değildir.“ 4140
“Ben kıyâmete yakın devrede kılıç ile gönderildim. Ta ki, Allah'a ibâdet edip ondan başkası eş koşulmaz oluncaya kadar. Benim rızkım mızrağımın gölgesinde verildi. Zillet ve küçüklük benim emrime muhâlefet edenlerin üzerinedir. Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.“ 4141
“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar.“4142 Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir.4143 İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek mütekebbirane edâya bürünmektir diye belirtir.
“Cennete kibirden hiçbir şey (hiçbir kibirli kimse) giremez.“ Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?“ Hz, Peygamber (s.a.s.) “Hayır, bu kibir değildir. Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir, hakkı küçük görmek ve (küçük görerek) başı-gözü ile insanlarla alay etmektir.“4144 buyurdu.
“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz.“ 4145
“Kendini büyük gören yahut kibirli kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah kendisine gazablanmış olarak çıkar.“ 4146
4134] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16; Ahmed bin Hanbel, IV/149, 153
4135] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
4136] Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43
4137] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
4138] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
4139] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hac 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
4140] Müslim 6/144; Nesaî, 2/298
4141] Tirmizi c. 3, s. 213; Ahmed bin Hanbel, V/218
4142] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030
4143] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94
4144] Müslim, Iman 47; Ahmed bin Hanbel, lV/133-134
4145] Müslim, Libâs 42
4146] Ahmed bin Hanbel, II/118
- 1026 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim muktedir olduğu (gücü yettiği) halde tevâzu maksadıyla (Allah için) (kıymetli) elbise giymeyi terk ederse, Allah kıyâmet günü, onu mahlûkatın başları üstüne çağırır ve dilediği iman elbisesini giymekte onu muhayyer bırakır.“ 4147
“Giyim şekilleri birbirine benzerse, kalpler de birbirine benzer.“ 4148
“Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken isrâfa ve tekebbüre kaçmayınız.“ 4149
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) yün elbise giydi, yamalı ayakkabı giydi.“ Enes şunu da ilâve etti: “Rasûlullah beşi’ yemeği yedi ve sert elbise giydi.“ (Enes’in râvîsi) Hasen’e soruldu: “Beşi’ dediğin yemek nedir?“ O şu cevabı verdi: “Arpanın iri öğütülmüşüdür, ağızdaki lokmayı kişi, ancak bir yudum su ile yutabilirdi.“ 4150
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Ömer’in üzerinde bembeyaz bir gömlek görmüştü. “Bu elbisen yıkandı mı, yeni mi?“ diye sordu. Ömer (r.a.): “Hayır (yeni değil), yıkanmıştır“ dedi. Rasûlullah (ona): “Yeniyi giy(esin), hamd edici olarak yaşa(yasın) ve şehid olarak il(esin)!“ buyurdu. 4151
Ebu’l-Ahvas babasından naklen diyor ki: “Üzerimde âdi bir elbise olduğu halde Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanına gelmiştim. Bana: “Senin malın yok mu?“ diye sordu. “Evet var!“ cevabıma: “Hangi çeşit maldan?“ sorusunu yöneltti. “Her çeşit maldan Allah bana vermiştir (Deve, sığır, davar, at, köle, hepsinden var)“ demem üzerine: “Öyleyse Allah Teâlâ sana bir mal verdiği vakit Allah’ın verdiği bu nimetin eseri ve fazileti senin üzerinde görülmelidir!“ buyurdu.“ 4152
“Sizden biri bolluğa erince iş elbisesinden başka bir de Cuma elbisesi edinirse üzerine (bir vebal) yoktur.“ 4153
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), bize binek hayvanlarımızı güden bir adamımızı (çobanımızı) gördü. Üzerinde eskimiş (çizgili) iki parçalı giysi vardı. “Onun bu eskilerden başka giyeceği yok mu?“ diye sordu. “Evet, var“ dedim. Çamaşır torbasında iki giysisi daha var, ben onları giydirmiştim.“ “Öyleyse çağır onu da, bunları giysin!“ diye emretti. (Çağırdım, Peygamber’in emrini söyledim.) O da onları giyindi. Geri gitmek üzere dönünce, Rasûlullah: “nesi var (da bu yenileri giymiyor?) Allah boynunu vurasıca! Bu daha hoş değil mi?“ buyurdu. Adam bu sözü işitti ve: “Allah yolunda mı (boynum vurulsun) ey Allah’ın Rasûlü?“ dedi. “Evet, Allah yolunda!“ buyurdu. Adam daha sonra Allah yolunda öldürüldü.“ 4154
İbn Abbas: “Ben Rasûlullah (s.a.s.) üzerinde, mümkün olan en güzel elbiseyi gördüm.“ 4155
“Elbiselerden beyaz olanları giyin. Çünkü onlar en hayırlı giyeceklerinizdir. Ölülerinizi
4147] Tirmizî, Kıyâmet 40, h. no: 2483
4148] Sihâbüddîn el-Nafacî, Nesîmu'r-Riyad Şerhu Şifâi'l-Kadı Iyâz, I/590
4149] Buhârî, Libas 1; Nesâî, Zekât 66, h. no: 5, 79
4150] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 425
4151] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 460
4152] Nesâî, Ziynet 83, h. no: 8, 196
4153] Ebû Dâvud, Salât 219, h. no: 1078; İbn Mâce, İkametu’s-Salât 82, h. no: 1095
4154] Muvattâ, Libas 1, h. no: 2, 910
4155] Ebû Dâvud, Libas 8, h. no: 4037
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1027 -
de beyazla kefenleyin.“ 4156
Abdullah İbn Amr İbni’l-Âs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) üzerimde sarıya boyanmış iki giysi görmüştü. Derhal: “Bunu giymeni annen mi sana emretti?“ diye sordu. Ben: “Bunları yıkayayım (boyasını gidereyim) mı ey Allah’ın Rasûlü?“ dedim. “Hatta yak onları!“ buyurdu. Bir rivâyette: “Bu, kâfirlerin kıyafetidir, sakın bunları giyme!“ buyurdu.“ 4157
“...İpek ve dibac dünyada onların, âhirette ise sizindir.“ 4158
“Dünyada ipeği, âhirette nasibi olmayanlar giyer.“ 4159
“İpeği dünyada giyen, âhirette giyemez.“ 4160
“Mescidlerde olsun, kabirlerde olsun Allah Teâlâ’yı ziyârette giydiğiniz en güzel elbise beyazdır.“ 4161
“Kim izârını kibirle yerde sürürse, Allah kıyâmet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.“ 4162
“Allah, elbisesini kibirle sürüyene bakmaz.“ 4163
“Biriniz ayakkabı giyince sağdan başlasın, çıkarırken de soldan başlasın (ya ikisini birlikte giysin, ya ikisini birlikte çıkarsın).“ 4164
Hz. Âişe (r. Anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) giymede, başını taramada, temizlikte ve bütün işlerinde sağdan başlamayı severdi.“ 4165
Ebû Hureyre ve Enes (r. Anhumâ) anlatıyorlar: Rasûlullah (s.a.s.) kişinin ayakta giyinmesini yasakladı.“ 4166
“Sakın kimse tek ayakkabı ile yürümesin, ya ikisini de çıkarsın, yahut ikisini de giysin.“ 4167
İbn Ebî Müyeyke anlatıyor: “Hz. Âişe (r.a.)’ye ‘Kadın, (erkeğe mahsus) ayakkabı giyebilir mi?’ diye sorulmuştu. ‘Rasûlullah (s.a.s.) kadınlardan erkekleşenlere lânet etti!’ diye cevap verdi.“ 4168
“İzârını (topuklarından aşağı) sarkıtma! Çünkü Allah Teâlâ, izârını (topuklardan) aşağı
4156] Tirmizî, Cenâiz 18, h. no: 994; Ebû Dâvud, Tıbb 14, h. no: 3878
4157] Müslim, Libas 27, h. no: 2077; Ebû Dâvud, Libas 20, h. no: 4066, 4067, 4068; Nesâî, Ziynet 96, h. no: 8, 203, 204
4158] Buhârî, Libas 25
4159] Buhârî, Libas 25; Müslim, Libas 6, h. no: 2068; Nesâî, Ziynet 91, h. no: 8, 201
4160] Buhârî, Libas 25; Müslim, Libas 23, 37h. no: 2075; Nesâî, Ziynet 91, h. no: 8, 200
4161] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 461
4162] Ebû Dâvud, Libas 30, h. no: 4093; İbn Mâce, Libas 7, h. no: 3573; Muvattâ, Libas 12, h. no: 2, 914, 915
4163] Buhârî, Libas 5, 1,2; Fezâilu Ashâb 5, Edeb 55; Müslim, Libas 45, h. no: 2085; Ebû Dâvud, Libas 28, h. no: 4085; Nesâî, Ziynet 102, 105, h. no: 8, 206
4164] Müslim, Libas 67, h. no: 2097
4165] Buhârî, Salât 47, Vudû’ 31, At’ıme 5, libas 38, 77; Müslim, Tahâret 67, h. nno: 268; Ebû Dâvud, Libas 44, h. no: 4140; Tirmizî, Salât 428, h. no: 608; Nesâî, Tahâret 90
4166] Tirmizî, Libas 35, h. no: 1776, 1777; Ebû Dâvud, Libas 44, h. no: 4135
4167] Buhârî, Libas 39; Müslim, Libas 68, h. no: 2097; Muvattâ, Libas 14, 15, h. no: 2, 916; Ebû Dâvud, Libas 44, h. no: 4139; Tirmizî, Libas 37, h. no: 1780
4168] Ebû Dâvud, Libas 31, h. no: 4099
- 1028 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sarkıtanı sevmez.“ 4169
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) kolları ve boyu kısa kamîs (gömlek) giyerdi.“ 4170
Abdullah İbn Amr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) yanımıza geldiler. Bir elinde ipek bir elbise, diğer elinde de altın vardı: “İşte bu iki şey ümmetimin erkeklerine haramdır, kadınlara helâldir“ buyurdular.“ 4171
“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).“ 4172
“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şeyden de hayırlıdır.“ Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür“ buyurdular.“ 4173
“Cennete giren kimse; nimetlenir, üzülmez; elbiseleri eskimez...“ 4174
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi (hırkası) vardı. Rasûlullah onu görünce (Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: “Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir elbise giyse ve önüne yemek tabaklarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?“ “O gün, dediler, biz bu günümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.“ “Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha haylırlısınız/iyisinizdir.“ 4175
Abdullah İbn Mugattel (r.a.) anlatıyor: “Bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni seviyorum’ dedi. Rasûlullah: “Ne söylediğine dikkat et!“ diye cevap verdi. Adam: ‘Vallahi ben seni seviyorum!’ deyip bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: “Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür’atli gelir.“ 4176
Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdu ki: “Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek imandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!“ 4177
Ukbe İbn Âmir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) ehline takı ve ipeği yasakladı ve: “Eğer siz cennet takılarını ve cennetin ipeğini seviyorsanız, bunları dünyada takınıp giymeyin“ buyurdu.“ 4178
Sevbân (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanına Fâtıma bintu Hübeyre, elinde altından iri yüzükler (feth) olduğu halde gelmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.),
4169] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 462
4170] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 463
4171] Ebû Dâvud, Libas 14, h. no: 4057; Nesâî, Ziynet 40, h. no: 8, 160
4172] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465
4173] Ahmed bin Hanbel, II/483
4174] Müslim, Cennet 8; Tirmizî, Cennet 2, 8; Dârimî, Rikak 98, 100, 104; Ahmed bin Hanbel, II/305, 370, 407, 416, 445, 462
4175] Tirmizî, Kıyâmet 36, h. no: 2478
4176] Tirmizî, Zühd 36, h. No: 2351
4177] Ebû Dâvud, Teraccül 1, h. no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118
4178] Nesâî, Ziynet 39, h. no: 8, 156
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1029 -
kadının ellerine vurmaya başladı. Fâtıma da hemen (oradan sıvışıp) Rasûlullah’ın kızı Fâtımatu’z-Zehrâ’nın yanına girdi. Ona Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendisine olan davranışını anlattı. Bunun üzerine Hz. Fâtıma (r.a.) boynundaki altın zinciri çıkarıp: ‘Bunu bana Hasan’ın babası Ali (r.a.) hediye etti’ dedi. Zincir daha elinde iken Rasûlullah (s.a.s.) yanlarına girdi ve şunu söyledi: “Ey Fâtıma! Halkın: ‘Rasûlullah’ın kızının elinde ateşten bir zincir var!’ demesi seni memnun eder mi?“ dedi ve böyle diyerek oturmadan geri dönüp gitti. Bunun üzerine Fâtıma (r.a.) zinciri çarşıya gönderip sattırdı, parasıyla bir köle satın aldı ve onu âzâd etti. Bu olanlar Rasûlullah’a anlatılınca: “Fâtıma’yı ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun!“ buyurdu.“ 4179
Ebû Bürde İbn Ebî Mûsâ el-Eş’arî anlatıyor: “Hz. Âişe (r.a.)’nin yanına girdim. Bana yamalı bir giysi ve kaba bir izar çıkardı ve ‘Rasûlullah (s.a.s.) şu iki (parça)nın içinde vefat etti’ dedi..“ 4180
El-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.s.) elbisesini yenilediği zaman şu duâyı okurdu: “Allahumme leke’l-hamdu ente kesevtenî hâzâ, Es’eluke hayrahû ve hayra mâ sunia lehû ve eûzu bike min şerrihî ve şerri mâ sunia leh (Allah’ım! Hamd Sanadır. -(Giydiği şey ne ise) ismen söyleyerek- Bunu bana Sen giydirdin. Bunun hayırlı olmasını, yapılış gâyesine uygun olmasını diliyor, şerrinden ve yapılış gâyesine uygun olmamasından da Sana sığınıyorum.)“ 4181
Ebû Ümâme (r. Anhâ) anlatıyor: “İbn Ömer (r.a.) yeni bir elbise giymişti ve şöyle duâ etti: “Elhamdu lillâhi’llezî kesânî mâ üvârî bihî avratî ve etecemmelu bihî fî hayâtî (Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah’a hamdolsun).“ Sonra şunu söyledi: ‘Ben Rasûlullah (s.a.s.)’ı dinledim: “Kim yeni bir elbise giyer, böyle söyler, daha sonra da eskittiği elbiseyi tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah’ın himâyesi, hıfzı ve örtmesi altında olur.“ 4182
“Kim bir elbise giyer ve: ‘El-hamdu lillîhi’llezî kesânî hâzâ ve razekanîhi min ğayri havlin minî ve lâ kuvvetin (Bunu bana giydirip, tarafımdan bir güç ve kuvvet olmaksızın beni bununla rızıklandıran Allah’a hamdolsun)’ derse geçmiş ve gelecek günahları affedilir.“ 4183
“Allah’a en sevimli gelen yerler mescidler, en sevimsiz gelen yerler ise çarşı-pazarlardır.“ 4184
“Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler üzerindeki sarıklardır.“ 4185
Cennetteki Elbiseler ve Ziynetler
Kur'ân, cennetliklerin elbiselerinin varlığını anlattığı gibi onların bazı özelliklerini de açıklamaktadır. Elbiseler konusu Kur'ân'da şu şekillerde ele alınmaktadır. “Üstlerinde yeşil ipekten ince ve kalın giysiler vardır.“4186; “İnce ipekten yeşil giysiler
4179] Nesâî, Ziynet 39, h. No: 8, 158
4180] Buhârî, Humus 5, Libas 19; Müslim, Libas 35, h. no: 2080; Ebû Dâvud, Libas 8, h. no: 4036; Tirmizî, Libas 10, h. no: 1733
4181] Ebû Dâvud, Libas 1, h. no: 4020; Tirmizî, Libas 29, h. no: 1767
4182] Tirmizî, Deavât 119, h. no: 3555; İbn Mâce, Libas 2, h. no: 3557
4183] Ebû Dâvud, Libas 1, h. no: 4023
4184] Müslim, Mesâcid 288
4185] Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785
4186] 76/İnsan, 21
- 1030 -
KUR’AN KAVRAMLARI
giyerler.“4187; “İnce ipekten ve parlak atlastan giysiler giyerler.“4188; “Orada giysileri de ipektir.“4189 Âyetlerde geçen “istebrak“ ve “sündüs“ ifadeleri üzerinde biraz duralım: “İstebrak“ kelimesini müfessirler, “kalın ipek“ şeklinde tefsir ederlerken “sündûs“ü de “ince ipek“ şeklinde izah etmişlerdir.4190 Bazıları da “istebrak“ için “sık dokunmuş“ şeklinde mânâ vermiştir.
Hadislerde ise cennet ehlinin elbiselerinin ipekten olduğu farklı bir şekilde ifade edilmiştir: “Kim dünyada ipek giyerse onu ahirette giyemez.“4191 ve “...İpek ve dibac dünyada onların, âhirette ise sizindir.“4192 Cennet elbiselerinin ipekten olduğunu belirleyen bu hadislerin yanısıra cennet elbiselerinin solmadığını, yıpranmadığmı, eskimediğini ve yetmiş çeşit giyilmesine rağmen hûrilerin bedenlerini gösterecek kadar şeffaf olduklarını şu hadisler anlatmaktadır: “Cennete giren kimse; nimetlenir, üzülmez; elbiseleri eskimez...“4193; “İlikleri, yetmiş elbisenin üzerinden görülecektir.“ 4194
Cennetteki elbiselerin cennet ağaçlarından, özellikle de Tûbâ ağacından elde edildiğini de yine hadislerden öğreniyoruz: “Bir adam, Ey Allah'ın Rasûlü, Tûbâ nedir? dedi. Rasûlullah: “Cennette bir ağaçtır, yüz yıllık bir mesafesi vardır. Cennet ehlinin elbiseleri onun tomurcuklarından çıkar.“4195 Bir başka hadis ise şöyledir: “...Bir adam, ‘ey Allah'ın Rasûlü, Tûbâ nedir?’ dedi. “Cennette yüz yıllık mesafesi olan ve cennet ehlinin elbiseleri tomurcuklarından çıkan bir ağaçtır.“ buyurdular.“4196 Bir başka hadiste ise bir bedevînin “Cennet ehlinin elbiselerinden haber ver, onlar yaratılırlar mı yoksa dokunurlar mı?“ demesi üzerine Rasûlullah şöyle buyurur: “...Hayır, cennet meyveleri onların içinden yarılır çıkar, yani onun tomurcuklarından çıkar. “ 4197
Cennet elbiseleri ve aksesuarı olarak iki şey zikredilmektedir: Mendil ve başörtüsü. “Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şeyden de hayırlıdır.“ Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür“ buyurdular.“ 4198
“Ukeydir bin Du’met Peygamber’e ince has ipekten bir cüppe hediye etti. İnsanlar onun güzelliğine hayran oldular. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: “Sa’d'ın (İbn Muaz) cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir.“ 4199
Âyetler incelendiğinde cennetliklerin elbiselerinin genel olarak ipekten olduğu ele alınmakta; kalın ve ince ipekten/atlastan yapıldıkları zikredilmektedir. Ayrıca özellikle renk olarak ise “yeşil“ belirlenmektedir. Hadisler ise cennet elbiselerinin eskimez olduğunu, onların cennet ağaçlarının tomurcuklarından
4187] 18/Kehf, 31
4188] 44/Duhan, 53
4189] 22/Hacc, 23; 35/Fâtır, 33
4190] Taberî, Câmiu’l-Beyan, VIII/243; XIII/135; XIV/220; Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb XXVII/254; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VIII/5508-9; Kurtubî, Tezkire, s. 583
4191] Buhârî, Libas 25; Müslim, Libas 37
4192] Buhârî, Libas 25
4193] Müslim, Cennet 8; Tirmizî, Cennet 2, 8; Dârimî, Rikak 98, 100, 104; Ahmed bin Hanbel, II/305, 370, 407, 416, 445, 462
4194] Ahmed bin Hanbel, II/345
4195] Ahmed bin Hanbel, III/71
4196] Ahmed bin Hanbel, III/71, 155, V/248, 257, 264; İbn Kesir, en-Nihâye ve’l-Fiten, s. 305
4197] Ahmed bin Hanbel, II/224
4198] Ahmed bin Hanbel, II/483
4199] Buhârî, Bed’u’l-Halk 8; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 24
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1031 -
çıktığını ifade ettiği gibi cennet giysisi ve aksesuarı olarak mendil ve başörtüsünü zikretmektedir.
Cennet takıları, süsleri ise Kur'ân'da şöyle ele alınmaktadır: “Orada altın bileziklerle bezenirler.“4200; “Orada altın bilezikler ve inciler takınırlar.“4201 ve “gümüş bilezikler takınmışlardır.“ 4202
Kur'ân âyetlerine bakıldığında, cennetliklerin takılarının altın ve gümüşten bilezikler ve inciler olduğunu anlattığı görülecektir. Takılarla ve süslerle ilgili olarak bir hadiste ise onların mükemmelliğini ifade eden muhtevâya rastlamaktayız. “Cennet ehlinden biri uzanıp bakacak olsa ve onun bileziği görünse, o bilezik; -güneşin, yıldızların ışığını söndürdüğü gibi- güneşi söndürürdü.“4203 Kur'ân'da olmamasına rağmen bir hadiste cennet kadınlarının başlarında taçların bulunduğu şöyle ifade edilmektedir: “Onların başlarında taçlar vardır. O taçlarda bulunan en kıymetsiz inci, doğu ile batı arasını aydınlatır.“4204 Bu hadisin çok az farklı bir varyantını da Müsned'de buluyoruz: “...O kadının üzerindeki en düşük bir inci tanesi doğu ile batı arasını aydınlatır... Kadının üzerinde taçlar vardır. O taçlar üzerindeki en düşük inci doğu ile batı arasını aydınlatır.“ 4205
Kısaca cennetliklerin takı ve süsleri, Kur’an’da altın ve gümüş bilezikler, inciler olarak verilmektedir. Hadisler ise bu takıların mükemmelliğini dile getirmekte; ayrıca kadınların başlarında taç bulunacağına işaret etmektedir. 4206
Takvâ Elbisesi
Takvâ, elbiselerin en güzeli, en hayırlısıdır. İnsanların pekçoğu dış görünüşe, giysilerine, ziynetlenmeye pek önem verirler. Dış görünüş ile karakter arasında bir bağlantı kurarlar. Elbiselerinin düzgün, yeni ve pahalı olmasıyla kişiliklerinin değer kazandığını zannederler. Şahsiyetleri zayıf olsa da, elbiseleriyle başkalarının gözünde bir yer edinmeye, ya da başkalarına giysi ve süslenme ile etki etmeye çalışırlar. Kimileri için ise elbise kişiliktir, hatta bir dünya görüşünün dışa yansımasıdır.
Bedeni örten, onu sıcaktan veya soğuktan koruyan, ya da ona gerçekten bir kişilik kazandıran elbiseler, süs unsurları birer nimettir. İslâm'ın tanımladığı ölçülerde kullanılırsa bir şükür sebebi bile sayılabilir. Ancak asıl hayırlı olan elbise, takvâ bilincidir. Çıplak bedenlerin örtünmesini sağlayan, çirkin yerleri kapatan, çirkin davranışları önleyen, insanı kem gözlerden, hâin bakışlardan, şeytanın hile ve tuzaklarından koruyan, takvâ elbisesidir.
Takvâ (din örtüsü) ile kişi kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya alır. O örtü ile korunur, o örtü ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir.
4200] 18/Kehf, 31
4201] 22/Hacc, 23; 35/Fâtır, 33
4202] 76/İnsan, 21
4203] Tirmizî, Cennet 7
4204] Tirmizî, Cennet 23
4205] Ahmed bin Hanbel, III/75
4206] Ömer Kara, Kur’an’da Cennet, Rağbet Y. s. 239-242
- 1032 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte takvâ elbisesi budur: insanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise... İnsanın mânevî dünyasını kollayan bir giysi. Maddî hayatı da zararlı bütün unsurlardan, insanı mutsuz eden bütün davranışlardan, kişinin yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir örtü...
“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).“ 4207
Burada Allah (c.c.), giyinmeyi ve onunla dış görünüşü süslemeyi ön plâna çıkarıyor. Avret yerlerini örten elbise ile insana bir biçim kazandıran ve onu süslü gösteren elbisenin iki yönü vardır. Birincisi, zarûrî örtünme, ikincisi ise olgunluğu tamamlayan fazlalıktır. Her ikisi de en hayırlı elbiseye işaret ediyorlar. O da, hem görünen, hem de görünmeyen avreti örten ve böylece kişiye her türlü güzelliği sağlayan takvâ elbisesidir.
“Kişi takvâdan bir elbise giymediği zaman, / giyinik olsa da kesin çıplak görünür. / insan için en hayırlı şey Rabbine itaat etmesidir. / O'na âsi olanda ise bir hayır yoktur.“ 4208
Takvâ elbisesi Allah'tan haşyet duymak, O'na hakkıyla iman etmektir. Ya da güzel bir gidiş, vakarla hareket ve sekînedir (huzur duygusudur).4209 İbn Abbas'a göre 'takvâ elbisesi', sâlih ameldir. Bazı tefsircilere göre ise iman, kimilerine göre muttakîlerin âhirette giyecekleri elbise, bazılarına göre de Allah'tan haşyet duymaktır. İbn Eslem diyor ki: “Takvâ elbisesi, kişinin Allah'tan ittika ederek avret yerlerini örtmesidir.“ 4210
Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah'ın izniyle maddî-mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Elbise nimetinden faydalanma bununla olabilir. Zira takvâ duygusu, imanı ve irfanı olanlar, zorunlu olarak çıplak bile kalsalar en azından Hz. Âdem ve eşi gibi yapraklarla örtünmeye çalışırlar. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulmazlar. Böyleleri, elbise nimetinin örtülmesi gerekeni örtmesinin, soğuk, sıcak ve rahatsız edici çirkinliklerden koruyacak, ya da kötü bakışları def edebilecek, şehvetleri tahrik etmeyecek, edeb ve vakar kazanmaya sebep olacak tarafını düşünmezler. Onlar, şehvet, kibir ve gururla süslü elbiseler giyerek caka satarlar, saklanması gereken yerlerini gösterirler. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur. 4211
Tesettürsüzlük, Zinâya Yaklaştırır ve Gözlerin Nûrunu Giderir!
İnsan, yaratılış düzeni itibarıyla cinsî konularda son derece hassastır. İslâm Dininin yasaların koyan, insanı yaratan Allah olduğu için dinimiz insanın cinsel
4207] 7/A’râf, 26
4208] A. Ferid, Takvâ, İskenderiye, tarihsiz, s. 25
4209] Beydavî, Tefsir I/335
4210] İbn Kesir, Muhtasar İbn Kesir, II/12; Beğavî, Tefsir, II/155
4211] Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsir, IV/28; Hüseyin K. Ece, Takvâ Bilinci, Denge Y. s. 118-121
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1033 -
duyarlılığına uygun emirler ve yasaklar koymuştur. Tek tek fertleri değil; bireylerin bağlı olduğu cinsleri esas almıştır. Dinimiz akrabalık ilişkileri, eğitim, çalışma ve nişanlılık gibi sebeplerle de olsa, birbirlerine nikâh düşebilecek kadınla erkeğin bir araya gelerek yalnız kalmalarını yasaklamıştır. Bu konudaki haram kılıcı ölçüleri Peygamberimiz şöyle açıklamıştır: “Sizden biriniz, yanında mahremi bulunmayan nikâh düşebilecek bir kadınla yalnız kalmasın.“ “(Zira) üçüncüleri şeytan olur.“; “Şeytan da kan kan damarlarınızda şehvet duyguları ile akar.“ “Bu sebeple kadınlarla ancak mahremleri varken bir arada bulunun.“4212 Mânâlarını sunduğumuz hadislerin mü’minler için koyduğu ölçüler şu veya bu şekilde yorumlanamayacak derecede açık ve kesindir. Bundan ötürü, bu konuda âilevî zarûretler, sosyal ve ekonomik sebepler öne sürülerek farklı yorum yapılamaz, İslâm’ın haram kıldığı, helâl görülemez. Bu konuda içinde yaşadığımız câhiliyye hayatının şartlarından söz ederek farklı görüş belirtmek, insanı itikadî açıdan tehlikelere sürükleyebilir.
Birbirleriyle evlenebilecek bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarını (halveti) haram kılan dinimiz, bu yasağını ikinci dereceden akraba fertlerine de teşmil etmiştir. Amca, dayı, kardeş, hala, teyze gibi gibi mahremler bir tarafa (ki bunlarla evlenme yasağı vardır); bu konuya kayınbiraderler ve amca çocukları gibi akraba arasında çok daha fazla önem verilmesi Peygamberimiz’in emridir. Peygamberimiz’in “Yanında mahremi bulunmayan kadınların yanına girerek bir arada yalnız kalmaktan sakının!“ şeklinde öğüt vermesi üzerine bir sahâbî şöyle sormuştur: “Yâ Rasûlallah! Kocanın kardeşi (kayın birâder) ve amca oğulları gibi akrabâya ne buyurursunuz? (Onlar da mı bizim kadınlarımızla bir arada yalnız kalamazlar?“ Peygamberimiz şu cevabı vermiştir: “Sözü edilen kocanın akrabâsı ile bir arada yalnız kalmak ölümdür (âile ahlâk hayatının çöküşüne sebeptir).“ 4213
İslâm kültürü almadığından ötürü dinimizin bu husustaki inceliğini tam olarak kavrayamayanlarımız için ifâde edelim ki, İslâm Dini, yasalarını belirli fertler için koymamıştır. Muhtemel tehlikelere muhakkak nazarıyla bakmış, genel hükümleri koymuştur. Şeytana fırsat verecek yolları tümüyle kapatarak kalpler için en emin yolu göstermiştir. Bu konudaki dinî ölçüleri benimsemeyen akrabâ arasında nice ızdırap verici (ensest ilişki) olayların cereyân ettiği ve etmekte olduğu bir gerçektir.
Birbirliyle evlenebilecek bir erkekle bir bayanın bir arada yalnız kalmaları yasağı, eğitim ve çalışma alanlarını da içine alır. Bu nedenle İslâm Dini, ergenlik çağına ermiş gençlerin karma eğitimini ve kadın-erkek bir arada çalışma düzenini câiz görmez. Çünkü böylesine bir eğitim ve çalışma düzeninde karşılıklı göz zinâsı, bedenî temas ihtimali ve bir arada yalnız kalma (halvet) gibi dinimizin haram kıldığı üç yönlü mahzur vardır. Cinsî bakımdan duyarlı gençleri ve yetişkinleri bir arada eğitmek ve çalıştırmak ekonomik de olsa, bir yarar sağlamaz, nice zararlara sebep olur. Ancak haram arkadaşlık, flört (çıkma) gibi zinâya yaklaştıracak ilişkileri arttırır. Hayâ duygularını zaafa uğratır. Aile yaşantısını olumsuz etkiler. Kadınları erkekleştirerek yaratılış düzenlerini bozar. Bu nedenle hiçbir mü’min, erkek ya da kız çocuğunu karma eğitim yapan okullara vermemelidir.
İslâmî ölçülere göre arzu edilir olan kadının yeterli dinî ilim, genel kültür ve ev ekonomisi gibi bilgilerlerle donanmış bir ev hanımı ve yetiştirici bir anne
4212] et-Tâc, 2/329
4213] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16
- 1034 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmasıdır. Fakat kadının bir-iki istisnâî işler dışında, meşrû işlerde ve meşrû şekilde çalışmasında dinî bir sakınca yoktur. Ancak, özellikle cinsî duyguların faâliyette olduğu yaş dönemleri içinde kadın-erkek bir arada çalışma, mahzurludur. Bu sebeple, hiçbir mü’min erkek ve özellikle kadın, böyle karma bir çalışma düzeni içinde çalışmamalıdır. Mü’min işverenler de, çalışma odalarında beraber kalacakları bayan sekreter cinsinden ya da bayan-erkek karma bir çalışma düzeni kurmamalıdır.
Birbirleriyle nikâhlı olmayan ve mahrem de bulunmayan bir erkekle bir kadının bir arada yalnız kalmalarıyla alâkalı İslâmî yasak, devrimizdeki yaygınlaşmış şekliyle nişanlanmış çiftleri de içine alır. Nişanlı çiftler, dinî yasalarımıza göre, aralarında nikâh akdi yapılıncaya kadar birbirlerine yabancıdırlar. Nişan bağı, halveti, yalnızca bir arada kalmayı meşrûlaştırmaz. Bu itibarla sözlü ve nişanlı çiftler yalnız bir odada kalamazlar, birbirleriyle tokalaşamazlar, birlikte “çıkamazlar“. Böylesine samimi davranışlar ve serbest âdetler, gayr-ı müslimlerden intikal etmiş bâtıl uygulamalardır ve câiz değildir.
Birbirleriyle evlenebilecek erkekle kadının arada nikâh bağı olmaksızın bir arada bulunmalarını yasaklayan dinimiz, bu yasağını ihlâle sebep olacak işleri de haram kılmıştır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir kadının, yanında (babası, kardeşi, kocası veya çocuğu gibi) bir mahremi bulunmaksızın bir günlük yolculuğa çıkması helâl, meşrû değildir.“4214 Karısının hacca gitmek kararında olduğunu, kendisinin de cihad yapmak için orduya yazıldığını açıklayan bir sahâbîye Peygamberimiz müsâade etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Dön, karınla beraber (hac yap; onu yalnız başına hacca gönderme.)“ 4215
İslâm Dininin bu ve benzeri ölçülerinin gâyesi ahlâkî olduğu içindir ki, mü’min bayanların yanlarında mahremleri bulunsa bile yabancı erkeklere karşı İslâmî ölçülere göre giyinmeleri ve ihtiyatlı davranmaları da görevleridir. İslâm Dini, bayan-erkek beraberliğini yasaklarken pek tabiîdir ki, bu beraberliğin sonucu olabilecek vücut ve el temasını da haram kılmıştır. Genel olarak dokunma duyusunun insanı etkilediği bir gerçek olduğu gibi, cinsî bakımdan uyardığı da bir hakikattir. Bu sebeple oynaşma niteliğinde olsun veya olmasın cinsî münâsebet çağını geçirmemiş olan kadınla erkeğin birbirlerine dokunması da haramdır. Yaşadığımız topraklarda folklor, horon gibi bölgesel oyunlarda ve cinsî bir oyun vasfındaki dansta görülen vücut teması ve kadının cinselliğini öne çıkaran erkeklerin göreceği şekilde eğlence ve oyunları kuşkusuz haramdır. Bu haramları, müslümanlar eşlerine ve çocuklarına çok öğretmeli ve sakındırmalıdır.
Özetle, İslâm, bütün insanları ölçü alarak yasalar ve yasaklar koymuştur. Böylece ahlâkî sakıncaların doğup gelişebileceği ortamların oluşmasına imkân vermemiştir. “Zinâya yaklaşmayın. Zira zinâ açık bir hayâsızlıktır. Pek kötü bir yoldur.“ 4216
Dinimiz, kalbî duyguların temizliğini gideren, cinsî zaafları çoğaltan ve de zinâ eğilimini arttıran bakışları, azâba uğratacağını bildirerek haram kılmıştır. Zira bütün ahlâk dışı münâsebetler, önce bakışmalarla başlar. Gülümseme, selâmlaşma ve konuşma ile gelişir. Buluşma ile sonuçlanır, sonrası felâket olabilir.
4214] İbn Mâce, h. no: 2899
4215] İbn Mâce, h. no: 2900; et-Tâc, II/329
4216] 17/İsrâ, 32; A. Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Y., III/117-128
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1035 -
Zira göz, kalbin ana girişidir. Kalp de bütün organlarımızın yönetim merkezidir. Duyu organlarımızdan, özellikle gözden kalbe şehevî duyguları uyarıcı ve azgınlaştırıcı mesajlar gelirse insan ahlâk dışı bir hayatın ve ilişkilerin arzulusu olur. Çünkü arzulu bakışlar Paeygamberimiz’in ifâdesiyle: “Şeytanın zehirli oklarından bir oktur.“4217 ve kalbe ekilen şehvet tohumlarıdır. Mânevî zinâdır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.“ 4218
(“Gözler de zinâ eder“ ifâdesi, “gözün harama bakması ile gayr-ı meşrû cinsel ilişki anlamındaki zinâ arasında bir fark yoktur, ha o olmuş, ha ötekisi“ şeklinde anlaşılmamalıdır. Elbette, hem dünyevî ve hem uhrevî cezâ bakımından ikisi arasında büyük bir fark vardır. “Göz zinâsı“, esas zinâya yaklaştırma açısından yasaklanmıştır. Ona izin verilmiş olsa, diğerine kapı açılmış olacaktır. “Göz zinâsı“ tâbiri, gözlerin harama bakışının da çirkin olduğunu ifâde etmek için biraz mübâlağalı, korkutucu, caydırıcı ve mecâzî bir ifâdedir.)
Cinsî arzularla bakmak da bir nevi zinâ olduğu içindir ki, Hz. Peygamber, bizleri âhiret azâbı ile uyarmış ve şöyle buyurmuştur: “Nikâhlısı olmayan bir kadına şehvetle bakan kişinin Kıyâmet Gününde gözlerine erimiş kurşun dökülür.“4219 Şehvetle bakan gözler insan vücudunda Cehenneme açılan gedikler olduğu için Kur’ân-ı Kerim gözlerimizi korumamızı, bakışlarımızla fesâda düşmememizi emretmiştir: “Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, kendileri için çok temiz bir davranıştır. Şüphesiz ki Allah, kullarının yapacaklarından hakkıyla haberdardır.“4220 Bu âyet ve izahını yapan hadisler, mü’min erkeklerin nikâh düşebilecek kadınların yüz ve eller dışındaki diğer uzuvlarına bakmalarının yasaklandığını açık olarak ortaya koymaktadır. Şehvetle bakıldığı takdirde şüphesiz yabancı kadınların ellerine ve yüzlerine bakmak da haramdır. Pek tabiîdir ki, şehevî arzuları uyandıran makyajlı yüzlere ve ellere bakmak da böyledir. Bu konuda ana İslâmî düstur şudur: Dinimizin kadınlara örtünmesini emrettiği vücut organlarına bakmak, mü’min erkeklere haramdır.
Bakışları sınırlandırıcı İlâhî ölçüler mü’minlerin kalbinde hayâ duygularını kökleştirmek için olduğundan, yalnız kadınlara bakmak haram kılınmamıştır. Erkeğin erkeğe, kadının kadına şehvetle bakması da haram kılınmıştır. Gözlerin evlenilebilecek kadınlara şehvetle bakmaktan korunması ve bakışların yönlendirilmesi husûsunda Yüce Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış (kaçınılması mümkün olamayacağından) senin için helâl ise de ikinci bakış (irâdeyi kullanarak ve arzu duyarak olacağından) senin için helâl değildir.“4221 Peygamberimiz, refâkatinde bulunan ve kadınlara bakan amcası oğlu Fazl’ın bakışlarını elini siper ederek engellemiş; kadınlara arzuyla bakmanın haram olduğunu fiilî sünnetiyle de gösterip bildirmiştir. 4222
Müslüman toplum, bugünkü câhiliye hayatının çirkefliklerinin hemen hiçbirine yer vermeyen bir yapıda olsa da; çarşısında, caddelerinde kadın görülmeyen
4217] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kar’âni’l-Azîm, 3/282
4218] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
4219] Kemal İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 8/98
4220] 24/Nûr, 30
4221] Tirmizî, Edeb 28, h. no: 2778; Ebû Dâvud, Nikâh 44, h. no: 2149
4222] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Terc. ve Şerhi, 10/436
- 1036 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplum demek değildir. Bu itibarla harama bakmayı yasaklayan ölçü, yalnız erkekleri değil, kadınları da içine almaktadır: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar...“4223 Açıkça anlaşıldığı gibi, kadınların karşı cinse arzulu bakışlarla bakmaları da haramdır. Bu nedenle mü’min kadınların erkeklerden kendilerini sakınmaları gerekir.
Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün“ buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!“ deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdiler: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi a’mâsınız? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).“ 4224
Kur’an ve Sünnet yasalarından açıkça öğrenilmektedir ki, mü’min kadınlar da gözlerini koruyacaktır. Zira arzuyla, şehvetle bakan kadına erkeğin bütün vücudu haramdır. Burada şu husûsu açıklamakta fayda vardır: Kadınlarımız için de cinsî duyguları kamçılayan şartların hâkim olduğu yaşadığımız toplumda mü’min erkeklerin kadınların arzulu bakışlarını çekecek şekilde; vücut organlarını belirtici giysi giyinmeleri de câiz değildir. 4225
Kalpleri hançerleyen, ihlâs nûrunu söndüren, şehvetli bakışlardır. Devrimiz câhiliyye hayatında gerek erkekler ve gerekse kadınlar için gözleri haramdan sakındırmak oldukça güçleşmiştir. Zira Rabbimizin örtünme emrine itaat etmeyen kadın ve erkeklerin yanısıra, göze hitap eden ve özellikle gençlerde cinsî arzuları azgınlaştıran, hayâ duygularını yaralayan filmler, şehvet saçan resimli ve resimsiz romanlar, hikâyeler, duvar takvimlerinden her türlü ticaret malına kadar yayılan müstehcen resimli reklâmlar, ilânlar, her gün yüzbinlerce basılan ahlâk dışı gazete ve dergiler göz ve kalp fesâdına sebep teşkil eden ahlâk katili araçlar haline gelmiştir. Bütün bunlar arasında yıkıcılığı tarif edilemez boyutlara ulaşan gazete ve dergilerle televizyon özel bir yer işgal etmektedir.
Gözlerimizi, kadın vücudunda mahrem nokta kabul etmeyen giysilere bürülü dişilere karşı korumakla mükellef olduğumuz kadar, hayâ duygularını çatlatan resimlerle, haberler ve yazılarla dolu gazete ve dergilerden de korumakla mükellefiz. Hele hele televizyon, sakınmamız gereken bir ateş çağlayanı olmuştur. Bitmez tükenmez, ar-hayâ tanımaz dizi filmleri ve eğlence programlarıyla insanımızın hayatına giren televizyon, İslâmî inançları, ahlâkî değerleri, İslâmî gelenekleri yakıp eritmektedir. Bizzat kendisine değil de, devrimizdeki kullanım tarzına karşı çıktığımız televizyona ve özellikle inancımıza ve ahlâkımıza zarar verici programlarına direnç göstermeyen, gözlerini ekrandan koruyamayan fertlerin ve âilelerin müslümanca bir hayat sürmelerinin mümkün olmadığını üzülerek ifâde etmek isteriz.
Başta televizyon programları ve vücut organlarını teşhir eden kadınlar olmak üzere gözlerimizi korumamız gereken şeyler hiç de az değildir. Peygamberimiz
4223] 24/Nûr, 31
4224] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283
4225] Yusuf el-Kardavî, İslâm’da Helâl ve Haram
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1037 -
bir müjdeli hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Gözleri bir kadının güzelliklerine takılan, fakat hemen bakışlarını koruma altına alan herbir müslümana, Allah, tatlılığını kalbinde duyacağı bir ibâdet yaptırır.“ 4226
Gözlerimizi, eşlerimiz ve çocuklarımızın gözlerini korumak Rabbimizin emridir. Bu sebeple ibâdettir ve âhiret saâdetimize sebeptir. Aldığımız ve aldırdığımız ahlâk dışı gazeteler ve dergilerle, sinema ve televizyonda izlediğimiz ve izlettirdiğimiz programlarla haramlara gözlerimizi açarsak sonuçta göreceğimiz, ancak İlâhî azap olacaktır. Haram bakışlardan gözlerini korumayanın cezâsı, suç cinsinden olacak, cehennemden kurtulsa bile cemâlullah’ı gözleriyle seyretme zevkinden mahrum kalacaktır. Haramlara bakarsak ve zevcelerimizin, kız çocuklarımızın şehvetli bakışlara muhâtap olacak giysiler içinde toplum içine çıkmalarına râzı olursak, azâp görmeksizin Cennete giremeyiz. “(Kıyâmet Günü’nde) Bütün gözler ağlayacaktır. Ancak, Allah yolunda uyanık kalan gözler, Allah’ın azâbına uğramak korkusuyla sinek başı kadar yaş akıtan gözler ve bir de Allah’ın haram kıldıklarına bakmaktan korunan gözler ağlamayacaktır.“ 4227
Üzülerek görmekteyiz ki, artık günümüzde edep ve terbiye, utanma ve sakınma, nâmus ve mahremiyet gibi çok önemli konulardaki hassâsiyet, son derece azalmıştır. Çarşı ve pazarlarda, moda deyimle kamusal alanlarda gencecik kızlar, dekolte kıyâfetlerle yarı giyinik halde, şehveti galeyâna getirecek bir görünümde, rahatça gezebilmekteler. Ne kadar erkeği kendine baktırıyorsa, o kadar kahraman görüyor kendini; görevini yapmış bir şeytan edâsıyla. Mantık da şeytana pabuç bıraktıracak cinsten: “Vücut benim değil mi, istediğim gibi giyinirim. Zevk ve özgürlük meselesi. Hem demokrasi var. İstemeyen bakmasın canım!“
Ayrıca, her yolu mubah sayıp ahlâksızlık meydanında at oynatan, ahlâksız kadınları ücret karşılığında satan şehvet tüccarı pezevenk ve deyyuslar veya zinâyı sanat edinip geçim vâsıtası olarak kullanan fâhişeler... Bununla birlikte, cinsel konuları işleyen ve bu konuda değişik fantezilelere yer veren kitaplar, açık-saçık resimleri neşreden gazete ve dergiler, kanalizasyon çukurundan farksız kanalların televole, yarışma, müzik-eğlence programları, şehveti gıdıklayan ve fuhşa teşvik edici mâhiyetteki dans, bale ve benzeri oyunlar... Nikâhsız beraberlikler, cinsel sapmalar, eşine ihânet etmeler ve daha neler...
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanın şehevî arzularını kontrol etmesi, nefsini zaptederek disiplin altına alması, gerçekten çok zorlaşmıştır. Öyle ki, önceleri bir fazilet olarak telâkki edilen iffet ve nâmus kavramı neredeyse alay konusu olmuştur. Evlilik öncesi cinsel ilişki, bazı çevrelerce normal karşılanmaktadır. Hatta bu, âdet haline getirilerek bekâretin bir kıymeti bulunmadığı bazı yazar taslakları tarafından yazılıp çizilebilmektedir. Fâhişe kadınların, travestilerin, yol kenarında para karşılığı kendilerini pazarlamaları sıkça rastlanan normal olaylar haline gelmiştir. Arap câhiliyye döneminde, belli olsun diye kapılarına bayrak asan fâhişelerin izinden giden çağdaş fâhişeler, girişlerde bekçi ve polis savunması, yani devlet himâyesi ve korumasıyla, yine kapılarında bayraklar olan kamusal alanlarda sanatlarını(!) icrâ edebiliyorlar. Genelev patronları, senelerce vergi rekortmeni oluyor. “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır“ denilerek,
4226] İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
4227] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y. 10/227; Câmiu’s-Sağîr, I/94; İbn Kesir, Tefsîr, 3/282; A. Rıza Demircan, A.g.e., III/111-116
- 1038 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu meslek de böylece kutsallaştırılmış oluyor. Sadece eski bâtıl dinlerin tarihteki unvânı değil, kutsal fâhişelik. Şirk ve haram cephesinde yeni bir şey yok; eski câhiliyye her şeyiyle modern kimlikle sanatını(!) icrâ ediyor.
Dalâlet/sapıklık ne kadar yaygın hale gelirse gelsin, müslümanı bağlayan şey “zaman ve zemin“, “düzen ve çevre“ değil, Rabbinin hükümleridir, Peygamberinin tavsiyeleridir. Müslümanın ölçüsü Kur'an ve Sünnettir. Özellikle gençler, bu ölçü üzere hareket ederse, geçici zevklerin peşinden koşmak yerine, ebedî zevklerin tâlibi olursa, hayatları bir anlam kazanacaktır. Bu sâyede müslümanın iffet ve nâmusuyla, haysiyet ve şerefiyle, huzur ve saâdet içerisinde yaşaması mümkün olur.
Günümüzde müslüman gençler için en büyük tehlikelerden biri, zinâya düşme riskidir. Zira ortam buna çok müsâittir. Bu sebeple bu tehlikeden kurtulmanın en güzel yolu ve çaresi de, bu ortamları terk etmek ve zinâya götüren yollara girmemektir. Zâten Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de “Zinâya yaklaşmayın. Zira o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.“ 4228 buyuruyor. Âyet, “zinâ yapmayın“ demiyor da, “zinâya yaklaşmayın!“ buyuruyor. Öyle ya, şartlar oluştuktan sonra, bütün yasaklar, engeller aşılıp bir kadın ve bir erkek, kimsenin olmadığı uygun bir yerde, baş başa kalınca, elbette ki, zinâdan kaçabilmek, bu azgın nefse (hevâya) söz geçirebilmek çok zor olacaktır. Herkes Yusuf (a.s.) değil ki... Nitekim Yusuf (a.s.) bile Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla zinâdan kurtulmuştur. Kur'an'da bu durum şöyle anlatılıyor: “Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti.“4229 İş buraya kadar geldikten, zinâya yaklaştırıcı haramlara meylettikten sonra, zinâ kaçınılmaz olur. Bu sebeple İslâm'da zinâdan önce, zinâya götüren yollar haram kılınmıştır.
“Mü'min erkeklere söyle; gözlerini (haram bakışlardan) sakınsınlar. Mü'min kadınlara da de ki; (helâl olmayan bakışlardan) gözlerini sakınsınlar. İffet ve nâmuslarını korusunlar.“4230 İslâm, işe harama bakmayı yasaklamaktan başlıyor. Erkek olsun, kadın olsun gözleri haram bakışlardan sakındırıyor. Hiç kimse “göz benim değil mi canım!? İster bakarım, ister yumarım, kime ne?“ diyemez. O gözü ve diğer organları bizlere emânet olarak veren Allah, bu emânetleri kendi arzumuz (hevâmız) doğrultusunda değil; O'nun rızâsı yönünde kullanmamızı istiyor. Haram bakışlardan sakınmak, Allah için değil; bizim için gerekli olduğundan merhametli Rabbimiz bunları bizim için yasaklamıştır. Aksi davranışların hesabını soracağını da bize bildiriyor: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalp bunların herbiri, yaptığından sorumludur.“ 4231
Buhârî ve Müslim'de rivâyet edilen bir hadis-i şerifte “Gözlerin zinâsı, (harama) bakmaktır.“4232 buyrulmuştur. Harama bakmak; zinâya götüren ilk adımdır. Zinâya sebebiyet verdiği için Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bunu zinâ olarak ifâde buyurmuştur ki, bu abartılı değerlendirme ile kötülüklere giden yolun bakışlar ile adımı atılmamış olsun. Taberânî'de geçen bir rivâyette şöyle buyrulmaktadır: “(Bakılması haram olan şeye) Bakmak, İblisin oklarından bir oktur. Kim Benim korkumdan
4228] 17/İsrâ, 32
4229] 12/Yusuf, 24
4230] 24/Nûr, 30-31
4231] 17/İsrâ, 36
4232] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1039 -
dolayı onu terk ederse, yerine kalbinde tatlılığı duyacağı bir iman/ibâdet veririm.“4233 Demek ki, harama bakmakla, şeytanın oklarına hedef tahtası oluyor bir insan. Havalar biraz ısınmasın, nice bayan denildiğinde boyan anlayan, sayın denilince soyun anlayan, toplumda kişiliğiyle değil de dişiliğiyle görülmek isteyen kızlar, kadınlar açık yerleri kapalı yerlerinden daha çok şekilde sokağa dökülüyorlar. Sahil kenarları ve plajların daha fecî olduğunu bilmeyen yok. Üstsüzler, altsızlar, yüzsüzler, arsızlar... Kasap vitrininde dizilen koyun ve sığır butları gibi teşhircilikler... “Bütün bunlara rağmen gözü haramdan sakındırmak mümkün mü?“ diyenler olacaktır. Gerçekten zor olsa da imkânsız değildir, elbette mümkündür. Zira Rabbimiz bize imkânsız bir şeyi emretmez. O zerre kadar zulmetmez, her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar.4234 Eğer İlâhî bir emri yerine getirmek ya da yasaktan kaçınmak zor ise, hiç şüphesiz kazancı da o oranda fazla olacaktır. Ümmetin fesâdı zamanında sünnete sarılana (bin) şehid sevabı verilmesi de bunu gösterir. Caddelerde yürüyüş konusunda da sünnete sarılırsak, gözü korumak çok kolaylaşacaktır. Rasûlullah, ashâbın kendisine zor yetişeceği şekilde hızlı yürürdü. Sadece yürüyeceği alana, önüne bakarak yürürdü. Yürürken kafasını herhangi bir tarafa çevirmez, bir yere bakacak olursa, tümüyle o tarafa dönerek bakardı. O her vesile ile zikreder, Allah’ı hatırından çıkarmazdı. Bu şekilde yürüyerek sünnete sarılırsak, gönlümüz Allah’ı hatırlar, dilimiz Allah’ı zikreder ve Rasûlullah gibi yürür ve gereksiz yere cadde ve sokaklarda gezmeye kalkmaz isek, sorunun çoğu hallolmuş olacaktır. İş icabı bir yere gitmeye kalktığımızda yürümek için kalabalık cadde ve pazarları değil, haramların fazla olmadığı sokakları tercih edersek işimiz kolaylaşacaktır. Bütün bunların yanında elbette ki gözümüze ve gönlümüze hâkim olmaya çalışacağız, zaman zaman haramlarla imtihan olacağız, bu imtihanlarda en az bir üniversite sınavında olanın gayretini gösterirsek başarı kendiliğinden gelecektir. Allah, kendi yolunda gayret sarfeden, haramlara karşı hevâsına karşı mücâdele edenlere yardım edecektir.
İş-güç icabı çarşıya çıktığımızda, göz istemeyerek de olsa harama takılabilir, gayr-ı ihtiyârî bir haramı görebilir. Böyle bir durum için, ansızın göze takılan bakmaktan sorulduğunda, Peygamberimiz buyurdu ki: “Gözünü derhal çevir!“4235; “Bakışı bakışa ekleme. Birincisi senin için (vebal yoktur, ama) ikincisi aleyhinedir.“4236 Kurtubî, der ki: “Birinci bakışa mâni olmak genellikle mümkün değildir. Kişinin kendi isteğiyle olmayacağı gibi, bundan sorumlu da değildir.“ Demek ki, ilk bakış gözün hakkıdır, bunda bir günah yoktur. Ama göz harama ilişir ilişmez derhal gözü ondan çevirmek gerekmektedir. “İlk bakış“ demek, uzun uzun bakmak değil; ilk an demektir. Yanlışlıkla harama değer değmez gözü hemen çevirmektir. Allah’a ve âhiret gününe imanımızdan güç alarak göstereceğimiz korunma gayretiyle gözlerimize hâkim olabiliriz. Çünkü biz ihlâslı ve gayretli olursak Rabbimiz bize yardım ederek bizi güçlendirecektir. Gözden gönle yol vardır. Göz, kalbin dışa açılan penceresidir. Kedinin ciğere baktığı gibi gözü harama bakan insanın ihlâsı, takvâsı büyük çapta zarar görecektir. Göz kanalıyla gönle giren mikropların telâfisi, bu ölümcül mânevî yaraların tedâvîsi hiç de kolay olmayacaktır.
Bazıları da “güzele bakmak sevap“ diyerek, utanmadan yarı çıplak bedenleri
4233] İbn Kesir, Tefsîr, 3/282
4234] 2/Bakara, 286
4235] Müslim, Âdâb 45, h. no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
4236] Tirmizî, Edeb 28, Ebû Dâvud, Nikâh 44
- 1040 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seyrediyor. Bu ifâde, haramlara bakmak için kullanılırsa, insanın imanını zedeler. Harama sevap demek insanı iman dairesinden çıkarabilir. Allah’ın yasaklayıp haram kıldığı bir şeye “güzel“ ve “sevap“ demek, ne çirkin bir ifâdedir! İbret almak için bir şeye bakılacaksa, gerçekten “güzel“ olan, tavsiye edilen yerlere ve tavsiye edilen şekilde bakılması gerekmektedir: “(İnsanlar) Devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?“ 4237
Batı, seks hürriyeti, bir başka ifadeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddî anormalliklere çözüm bulamamanın ızdırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, Erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kurtulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.
Kapitalizm şeklinde kendini gösteren modern câhiliyye düzeni, kadın cinselliğiyle uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan sözgelimi araba tekerleğinin reklâmlarına bile kadın bacağını yerleştirmekten çekinmemektedir. Kadına sadece cinsel obje gözüyle bakılma sonucunu doğuran yaklaşım, Batı kaynaklı her çeşit faâliyette göze çarpmaktadır. Spordan ticarete, modadan eğlenceye, iş ve eğitim hayatından tatile basından televizyona, müzikten değişik sanat anlayışına... kadar her şeyde kadın cinselliği öne çıkartılarak kadını sömürmekten ve
4237] 88/Ğâşiye, 17-20; Mustafa Özşimşekler, Beyan, Temmuz 2001
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1041 -
erkekleri tahrik ederek toplumu ifsad etmekten geri durmamaktadır. Zinâ ve fuhuş sektörü denilince sadece genelevler ya da sosyetenin tercih ettiği lüks randevu evleri akla gelmesin. Bavul ticareti kılıfıyla iş yapan Nataşa'lar, nice oteller, turistik yerler, plajlar ve akla gelebilecek hemen her şey bu sektöre âlet edilebiliyor. Arkadaşlık ve sevgili adıyla nikâhsız birliktelikler, metres hayatı, çıkmalar, müstehcen filmler, pornografik dergiler, internet üzerinden kadın pazarlamalar, telekızlar, televole kültürü, gece klüpleri, akla gelebilecek seksle ilgili her şeyi pazarlayan sex-shoplar, zengin kadınlara hizmet veren jigolo denilen erkek fâhişeler, travestiler, transseksüeller, eşcinseller, mankenler, sanat anlayışı, uyuşturucu kullanımı gibi konular düşünüldüğünde fuhuş fitnesinin boyutu değerlendirilebilir. Bütün bunlar özgürlük adına düzen ve çevreden tavır yerine destek alırken, karşı çıkanlar suçlanabilmekte. Meşhur tâbirle itler salıverilmekte, taşlar ise bağlanmakta. Bakılıp seyredilecek yerleri okunacak yerlerinden daha çok olan boyalı basının İslâm'a, tesettüre her fırsatta saldırmasının arkasında, bu fuhuş sektörüne dayalı kirli para ve çıkarlar sözkonusudur. Kadını en büyük ticaret ve kullanım eşyası gören anlayış, kendine düşman olarak tek zinde gücün İslâm olduğunu bildiği için İslâmî olan en küçük bir faâliyete tahammül gösteremiyor. Başörtüsü düşmanlığının arkasında da bu çıkarcı zihniyetin olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, “gay“ ve “travesti“lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması da mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir.4238 Seks manyağı haline gelmiş erkeklerden çok, onların hanımları ve çocukları acınacak durumdadır. Nice aile yuvası var ki, içinde kıyâmetler kopuyor. Zinâ yapan, fuhuş evlerine giden, turistik beldelerde bitli turistlerle yatanların yarısından çok fazlasının evli insanlar olduğu belirtilir. Tertemiz değilse bile en azından kocası gibi fâhişe olmayan, az-çok nâmuslu ev kadınları, uykusuz gecelerde kocalarının yolunu beklerken, kocaları kim bilir kimlerin yanında neler arıyor? Böyle ailelerin çocukları da potansiyel suçlu ve ahlâksız adayı olarak yetişiyor. Kim, bu seks manyağına dönüşmüş, zinâkâr sarhoş adamların evli ama dul karılarına ve babalı ama yetim çocuklarına el uzatacak? İslâm’a düşman Batı hayatının hiçbir suçu olmasa bu suçlar yeter de artar. İslâm Devleti ve İslâmî değişim ve dönüşüm olmadan bu bataklık kurutulamaz. İslâmî iman ve yalnız Rabbe kulluk olmadan insanın dünyada da âhirette de durumu hüsrândır. Kurtuluş, Allah’ın dininde, O’nun Kitabına uygun hayatta, Allah’ın indirdiklerinin tatbik
4238] 63/Münâfıkun, 8
- 1042 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmesindedir.
Her çeşit aşırılık ve azgınlık, fahşâ ve fuhuş insanı Allah'a ibâdetten alıkoyduğu gibi; namaz da insanı her çeşit kötülükten, fahşâ ve fuhuştan alıkoyar.4239 Biri varsa, ötekine yer yoktur. Ya Allah'a kulluk, ya hevâya kulluk.
“Asıl Kölelik Şehevî Çıplaklıktır“
“Zamanımızda teorik ve hukukî olarak kölelik yoktur. Gizli ve mecazî kölelik ise çoktur. Şirkin ve küfrün köleleri vardır.
Hurafelerin, bâtıl itikadların...
Bozuk ve çarpık ideolojilerin...
Sapık bir hayat sisteminin...
Şehvetin...
Ahlâk dışı azgınlıkların...
Nefsin köleliği...
Paranın köleliği...
Hür Müslüman kadınların tesettüre bürünmeleri gerekir. Bir Müslüman hanım tesettürlü değilse, kendi arzusuyla köleliği/câriyeliği seçmiş demektir.
İslâm düşmanları ve karşıtları “örtünmek esarettir, bir tür köleliktir“ diye yırtınadursunlar, asıl kölelik şehevî açık saçıklıktır.
Niçin?
Genç ve güzel bir hanım, açık saçıksa, yabancı erkeklerin şehevî bakışlarını üzerine çekmiş olur. Böyle bakışlara mâruz kalmak bir cins kölelik değil midir?
Tesettür kadına haysiyet, itibar, güvenlik, asalet, gerçek hürriyet, mânevî asalet kazandırır. Açık saçıklık, seksîlik sadece İslâm’da yasak ve haram değildir. Musevîlikte de, Hristiyanlıkta da tesettür ve iffet emri vardır.
İffet kavramını yürürlükten kaldıran, seks serbestliğini ve azgınlığını yürürlüğe koyan Batı medeniyeti, Musevîlik ve Hristiyanlık bağlarından kopmuş, bazı antik putperest toplumlara benzemiştir.
Şimdi emekli olmuş çağdaş bir kadın profesörün “Tesettür bir tür köleliktir. Hiçbir kadının köleliği istemeye hakkı yoktur“ şeklinde hezeyanlar savurduğunu işitmiştim. Hem agresif, hem de akıl ve mantık dışı bir iddia.
Genç ve güzel bir kadın plaja gidiyor. Bikini mayo ile onca erkeğin arasında denize giriyor. Orada hem güneş banyosu yapıyor, hem de erkeklerin göz zinası banyosu... Şehvetleri galeyan halinde olan delikanlılar kadına ağızlarının suyu akarak bakıyor. Bu hal hürriyet midir, haysiyet midir?
Çıplaklığı, gayr-i meşru seksi savunan çağdaşlar, devletin TC başlıklı “vesikalarla“ yasal fuhuş yaptırmasına niçin karşı çıkmıyorlar?
4239] 29/Ankebût, 45
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1043 -
Benim bir Müslüman olarak açık saçıklığı, seks azgınlıklarını savunmam mümkün müdür?
İslâm düşmanları, kendi dinsizlikleri için en büyük tehdit ve tehlikeyi tesettürde görüyorlar. Kendi açılarından haklılar...
Onlar çıplaklığı medeniyet, tesettürü gericilik ve çağdışılık olarak gösteriyor. Hayır, tam tersine tesettür medeniyettir, çıplaklık ise vahşet, bedeviyet, cahilliktir.
Don giyen hayvan görülmüş müdür?
Tesettür savaşında Müslümanların belini büken, kötü ideolojinin ve vesâyet rejiminin onları kasıtlı olarak uzun zaman ezmiş ve cahil bırakmış olmasıdır.
Tesettür iki zıt cepheden darbe yiyor. Birincisi agresif dinsizler, ikincisi, her şeyin, bu arada tesettürün de canına okuyan, cılkını çıkartan cahil ve istismarcı sahte dindarlar.
Müslümanlar ilim, irfan, kültür, hikmet, sanat konusunda ilerleyip bir gün İslâm düşmanlarının önüne geçtiği zaman kadın ve kızların çok büyük kısmı kendiliklerinden tesettüre girecektir.
Tesettür medeniyettir... Tesettür hürriyettir... Tesettür kadınların haysiyetidir...
Şehevî çıplaklık vahşettir, bedeviliktir, köleliktir.“ 4240
Kadının Fitne ve Fesat Unsuru Olması Ya da Böyle Algılanması
Kadının toplumdaki konumunu ve hareket alanının kısıtlama yönünde bir gerekçe olarak fitne, kadın evden çıktığında, başta cinsel günahlar olmak üzere erkek ve kadının günaha düşmeleri ve dinî hayatlarının bozulması ihtimali olarak tanımlanmaktadır. İçinde yaşanılan zamanın fitne zamanı olduğu, bu yüzden müslüman kadının evinden çok zarûrî durumlar dışında çıkmaması gerektiği görüşü, kadının İslâm’a hizmetini, cihadını, insanî etkinliklerini eviyle sınırlandırır. Ancak, İslâmî ve insanî hakların; tebliğ, cihad, ilim öğrenme ve öğretme, doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma gibi hak ve sorumlulukların, sûistimal edilebileceği gerekçesiyle ve sınırsız bir zaman için kayıtsız şartsız yürürlükten kaldırılmasını veya yasaklanmasını kabullenmek mümkün değildir ve zaten hayatta bu yaklaşımın somut, kalıcı karşılığını bulmak zordur. Kadının din adına, sosyal felâket ve zararlardan korunması adına veya toplumun salâhı için toplum hayatından yalıtılması sûretiyle salt eve ve ev işlerine uygun bir kişiliğe büründürülmesi; giderek onun Kur’an’ın muhâtap aldığı sorumlu, akleden, düşünen, duyarlılıkları körelmemiş kul olmaktan uzaklaştıracaktır. Bu tür kısıtlamaların, kişide hayata gerçek anlamda ve dolaysız katılım imkânlarını yok edeceği ve psikolojik rahatsızlıklara sebebiyet vereceği de büyük ihtimal dâhilindedir.
Öte yandan, toplumda fesad çıkması muhtemelse, Kur’an buyrukları gözönünde tutularak bu konuda kadın kadar erkeğin de sorumlu tutulması ve hassâsiyet göstermesi beklenmelidir. Fesâda yol açmak elbette her iki kesim için de haramdır. “Kadın şeytanın ağıdır“ şeklinde, Hristiyan meczuplarının
4240] Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete
- 1044 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylemlerini, İsrâiliyyatı hatırlatan ifâdelerin ne denli İslâmî olduğu, Kur’anî ifâdelere başvurularak anlaşılabilir. Sözgelimi, yeryüzünde gezerek geçmiş kavimlerin bıraktıklarından ibret alması istenenler, yalnızca Allah’ın erkek kulları değillerdir. Ayrıca Kur’an’da kadının varlığı erkek için, erkeğin varlığı da kadın için bir “iyilik ve hayır“ unsuru olarak nitelenmektedir.
Fitneye yol açacağı varsayılan kadın bütün ömrünü dört duvar arasında geçirse bile günah işlemesi ihtimaline karşı ruhbanlığa, inzivâya başvurma eğilimlerini hatırlatan bu önlem, hele ki iletişimin, telekomünikasyonun günümüzde ulaştığı boyutlar düşünülünce, fitne sorununun çözümü için asla yeterli olmayacaktır (Gerçekte günümüzde televizyon ve video, CD player, insanları eve bağlayan ve kapatan; ancak, seyredilen programların genel niteliğiyle uyutma ve suskunlaştırma araçları haline gelmişlerdir). Hem, insanlık tarihi incelendiğinde kadınların ya bütünüyle toplumdan tecrit edildiği veya istismâra ve yozlaşmaya müsâit bir tarzda topluma “katıldığı“ durumlarda özellikle cinsel kaynaklı fitnenin daha kolay ve müsâit yayılma zemini bulduğu anlaşılmaktadır. Sultanların haremleri, derebeylerin şatoları ve ruhbanların manastırları yüzyıllarca, doğunun ve batının bütün entrika yüklü öykülerinde okunabileceği üzere, dört duvar arasında cinsel ahlâkın ille de güvencede olamayacağının ibret verici örnekleri olmuşlardır.
Hem tesettür de zâten kadının fitneye yol açmadan topluma katılmasını sağlayan bir yol, bir üslûp değil midir? Ve tesettür de, gözleri sakınma yükümlülüğü de, sadece kadınlar için değil; erkekler için de vardır. Yalnız kadınlar değil; erkekler de, toplum içinde veya tek başına, dört duvar arasında ya da sokakta, insanî faâliyetlerini sürdürebilmek, Allah’a ve insanlığa karşı ödevlerini yerine getirebilmek, kendi kendine yeterliliğe sahip olabilmek için dikkatli hareket edebilmelidir. Fitne ihtimaline karşı yaptırımlar, bir insan cinsinin insanlık durumunu ezip geçecek boyutlara uzatılmamalıdır. Zaten Kur’an, insanların nefislerini düzelterek fitneden kaçınmaları için ölçüleri ve yaptırımları belirlemiştir. Kadında İslâmî örtü, cinsel özelliğine bağlı olarak toplum içine gereğince çıkabilişinin ölçüsü olmuştur. Ve zaten örtünün varlığı, kadının toplum içindeki varlığıyla tanımını bulmaktadır. Bir başka ifâdeyle, örtü olgusu zaten özünde toplumsal olanla ilgilidir.
Gerçi İsrâiliyyat kökenli olduğundan kuşku duyulamayacak kimi menkıbelerde ne kadar örtülü olursa olsun, “toplumun selâmeti ve kendisinin de hayrına olacağı üzere“ kadının sokağa çıkmaktan kaçındırılması; mümkün olduğunca da en iç odalara kapatılması öğütlenir. Hicap ve iffet gibi erdemler kadın için, varlığını mümkün olduğunca kamufle edişle, unutturuşla eş anlamlı tutulur. Ve öyle olur ki, olağan ifâdeli sesiyle yabancı bir erkeğin duyabileceği ortamda meramını anlatışı bile fitneye yol açacağı endişesiyle haramdan sayılır. Bu konuda ilginç bir örnek, benzeri bir yaklaşımla, başkalarının yanında erkeğin hanımına adıyla hitap etmesinin günah sayılması, bazı düğün dâvetiyelerine fitneye sebep olmasın diye evlenecek kızın adının yazılmayışıdır.
Gerçi çok zaman kimi müslüman kadınlar da, tarihsel ve toplumsal şartların kendilerini mahkûm kıldığı geri planda bu edilgenleştirilmiş kadın kimliğini iffetli ve takvâlı İslâm kadını olma adına harâretle savunmuşlardır. Kuşkusuz bunun en çok görülen nedenlerinden biri, İslâmî duyarlılıktır; dinin emirlerine
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1045 -
sorgulamadan teslim olmaya sevkeden iman düşüncesidir. Oysa iman, sosyal görevler unutulup sadece bireysel bir endişe halini aldığında yeryüzündeki harekete geçirici ve itici tarihsel mesajı son bulur. Ancak, bu kabulleri hazırlayan daha önemli bir nedenin kadınlardaki bilgi, bilinç yetersizliği ve öğrenip araştırma imkânlarının kıtlığı olduğu da bir gerçektir. 4241
79 Devriminin lideri, bu konuyla ilgili şunları söyler: Kadınlar İslâm toplumunda özgürdürler ve topluma katılmaları önlenemez. Önlenmesi gereken şey ahlâkî fesattır; bu hususta da hem erkek, hem kadın aynı muâmeleye tâbi tutulurlar. Fesad, her iki kesime de haramdır ve İslâm nizamında kadın, erkeğin sahip olduğu tahsil hakkı, çalışma hakkı, mülkiyet hakkı gibi tüm haklara sahiptir. Erkek hangi haklara sahipse kadın da onlara sahiptir. Ama, kimi işler vardır ki, fesâda sürüklemesi ihtimalinden dolayı erkeğe haramdır. Aynı şekilde kimi işler de vardır ki fesâda sürüklediği için kadınlara haramdır. İslâm erkek ve kadının insanî yapısını muhâfaza etmek ve kadının oyuncak haline gelmemesini sağlamak istemiştir. 4242
Bütün bunların yanında, kadının dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer etmesi, erkekleri tahrik edecek veya onların dikkatlerini üzerine çekecek kıyafet, davranış ve tavırlarda bulunmaması gereklidir. Bazı müslüman kadın ve kızların gayri müslim bayanlardan toplum içinde sadece başörtüsüyle ayrıldığı, onun dışında davranış ve hatta giysi yönüyle pek farklı olmadıkları görülen bir vâkıadır. Şuh kahkahalar, yabancı erkekle samimi tavırlar, aşırı serbest hareketler, müslüman bir hanıma yakışmayacak basitlikler içinde toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir kimliksizlik ya da çok kimlilik problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan “çeyrek tesettürlü“ bayanlar da yok değildir. Ama bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Toplumsal Hayatta Müslüman Kadın
Toplumsallaşma, insanın içinde yaşadığı topluma bir şeyler katabilmesi, sunabilmesi; ya da kendisini geliştirmek için topluma açılabilmesi yönünde sürekli gelişen bir harekettir. İnsan, içinde yaşadığı toplumun kendisinden beklediği ilkeleri ve değer yargılarını benimseyebilir ve kendi inandığı değer yargılarını topluma anlatmayı ve benimsetmeyi dileyebilir. Hatta kimi zaman bu durum, müslümanların doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma ve tebliğ ödevlerinde olduğu gibi “dileme“yi aşarak bir “görev“ haline geline gelir. Bu durumda toplumsallaşma, bireyin inanç ve önerilerini içinde yaşadığı toplumun anlayabileceği uygun dille ifâde edebilme süreci de demektir. Sözgelimi bir müslümanın içinde yaşadığı topluma İslâm dinini anlatmayı dileyişi, o toplumun ayırt edici özelliklerini iyi bilmesine ihtiyaç duyar. Gayri İslâmî veya İslâmî, İslâm’ın bilindiği veya bilinmediği toplumlarda nasıl davranmak, nelere dikkat etmek gerekiyor; müslüman bireyin “toplumsallaşması“ sorunu, bu soruların cevabına da ihtiyaç duyar.
4241] Cihan Aktaş, Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 244
4242] Âyetullah Humeyni, İran İslâm Cumh. Ank. Kültürevi'nin 1987 Şubat'ında Kadınlar Günü Broşürü
- 1046 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Diyebiliriz ki toplumsal bir kişilik her durumda, zamanının çoğunu toplumun, toplumsal faâliyetlerin içinde geçiren bir kişilik demek değildir. Yine, zamanının çoğunu evinde veya kapalı bir mekânda geçirmesi, her zaman bireyin toplumsallaşamadığı ve toplum dışı kaldığı, “anti-sosyal“ olduğu anlamına gelmez. Toplumsallaşma övgüsü etrafında yanlış tanımlar ve rol beklentileri, toplumları ve bireyleri mustarip eden problemlerin belli başlı nedenlerinden biri sayılabilir.
Örneğin, modernleşme hedefi yolundaki yaşadığımız ülkede “kadınların toplumsallaşması“, onların zamanlarının çoğunu ev dışında bir işte veya bir dernekte/vakıfta ya da popüler gazetelerin “cemiyet haberleri“ne, magazin sayfalarına konu olan salon faâliyetlerinde geçirmesi şeklinde anlaşılmıştır. Ev kadınlığının aksaklık, anneliğin değersiz bir yatırım sayıldığı bir düzenekte kadınlar “sosyal olmak“, “sosyal kişilik kazanmak“ adına, nereye ve niçin gitmek üzere olursa olsun, anneliği çağrıştıran ev ortamından uzaklaşma çabasına düşmüşlerdir. Oysa geçmiş çağlarda “toplumun hayrına“ denilerek bütünüyle evlerine kapatılıp toplum hayatından soyutlanmaları gibi; “modern çağ“ diye adlandırılan zamanımızda da “toplumun hayrına“ denilip bütünüyle evlerinden kopmaları da, onları fıtratlarına yabancılaştırarak veya fıtratlarıyla savaşmaya sevkederek mutsuz kılmıştır.
İslâmî öğretide kadının toplumsal kişiliğini geliştirip koruma hakları teminat altına alınmıştır. Kur’ân-ı Kerim, hiçbir cinsel ayrım kaydı koymadan, toplumsallaşma sürecinin insan fıtratına yerleştirildiğini ve yaratılışında zâten varolduğunu bildirir. “Ey insanlar, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız, birbirinizle tanışmanız için sizi şûbelere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, takvâca en üstün olanınızdır.“4243 Bu âyet-i kerimede, insanların birbirleriyle canlı ilişkilerini teşvik eden bir işleyiş öğütlenmektedir. Renk, dil ve fiziksel özelliklerin farklılığı, bir aşağılama vesilesi değil; zenginlik vesilesidir. Farklılıklar, insanların birbirlerini tanımalarını teşvik eder; kendinde olanla diğerlerine katkıda bulunmaya sevkeder. Böylece fiziksel farklılıklar ve tanışma eylemi, toplumsal hayatı olumlu anlamda motive edebilir. Doğruyu emredip yanlıştan sakındırma ödevi, insanın kendisinden olduğu kadar toplumdan da sorumlulukları somutlaşırken; kadın olsun erkek olsun bütün insanlara (mü’minlere), bulundukları şartların elverdiğince İslâm’a hizmet etmelerinin gereği duyurulur. Dini sevdirmek, güzelleştirmek ve kolaylaştırmak, tebliğci mü’minlerin dikkat etmesi gereken ilkelerdir. Mü’minlerin birbirlerini sevmesi ise, iman’la bağlantılıdır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamıyla iman etmiş olamazsınız.“ 4244
Kadının toplumsal konumu insanlık tarihi boyunca üç belirgin durum ortaya koymuştur: Bazı dönem ve değerlendirmeler açısından kadın, sadece ev içinde ve ev-çocuk-eş üçgeninde gerekli bir varlıktır. Kimi dönemlerde ise, toplum içinde insanî yetenekleriyle değil de cinsel özelliği itibarıyla ön plana çıkarılan, annelik özelliği gözardı edilerek salt cinselliğiyle, (cinselliğini sunabilişiyle) kabul gören bir varlık sayılmıştır. Üçüncü durumda, toplumsallaşmayı talep eden kadın cinsel kimliğine (fıtratına) yabancılaşmadığı ve cinselliği istismar edilemeyen bir kişilik konumu kazanmaktadır. Bu üç toplumsal konumdan ikisi kadını değersizleştiren
4243] 49/Hucurât, 13
4244] Müslim
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1047 -
ve mutsuz eden sonuçlar vermişken; “orta yol“un tutulduğu son konum, ona saygın bir insanî hüviyet/kişilik kazandırmıştır.
Öte yandan, ilk yaklaşımda kadın neredeyse, ev ortamlarını tamamlayan bir eşya telâkki edilmiştir. Bu durumda kadının insanî yetenekleri körelmekte, irâdesi yok sayılmakta; bunlarla birlikte sorumlu bir kul olarak Allah yolunda ârifâne çalışmalar yapabilme yolları bile tıkanmaktadır. Bu konumda kadın kendi adına ve başkaları adına fikir yürütebilecek; âilenin problemleri için istişâre edilecek biri de değildir. Sürekli evin içinde bulunduğu ve çevresi sınırlı olduğundan, kendisine dışarıdan herhangi bir etkinin erişemediği hesap edildiğinden; evin erkeği için, âile için değerli ve saygın telâkki olunur.
Ancak, ona atfedilen bu saygınlık ve değer, bilincinin dışında gelişen bir şeydir. Bu anlamda kadın elmas ve pırlanta gibi mücevher cinsinden bir eşya mesâbesindedir. Kendi başına hareket edebilme ve katılım gücüne sahip değildir. Toplumla ve dünyayla ilişkilerinde (toplumsallaşma durumunda) önce babası, sonra kocası aracılığıyla gelen bir dolaylılıkla çevrilmiştir. Diyebiliriz ki, ataerkil (eril) nitelikli uzun tarihî dönemler boyunca ve çok yakın zamanlara kadar kadının varoluş durumu, aşağı yukarı böyle bir çerçevede şekillenmiştir.
Kimi tarihî dönemlerde ise kadının “topluma katılım“ veya “özgür olmak“ adına fıtrî özelliklerini gözardı ederek anne ve eş sorumluluklarından uzaklaştığı görülür. Nedenleri ve sonuçlarıyla günümüzde de izlendiği üzere bu durumda kadın genellikle, bireysel ve toplumsal kişiliğine kavuşma adına, tıpkı eski yüzyılların köle pazarlarında (agoralarda) veya sarayların haremlerinde izlendiği gibi; podyumlarda, vitrinlerde ve reklam panolarında salt cinsel bir imajla öne çıkarılarak, cinselliğiyle “pazara sürülerek“ kişiliksizleştirilmiştir. Bu, insan haklarından ve kadın haklarından oldukça çok söz edilen bir dönemde ve moda, sanat, cinsel özgürlük gibi süslü kılıflarla gerçekleştirilen bir kişiliksizleştirme sürecidir.
Avrupa’da kadın hakları hareketlerini de içine alan insan hakları alanındaki girişimlerin, İslâmî öğretinin hayata geçirilen ilkelerinden örnek ve ilham aldığı söylenebilir. Bununla birlikte, neredeyse yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar, müslümanların tarihinde yalnızca İslâm’ın ilk yayılış döneminde kadınlar siyasî, askerî ve kültürel açılardan toplumlarında etkin roller üstlenebilmişlerdir. Sonra bu roller giderek zayıflamaya başlamış; kadının sokağa çıkmasının fitneyi dâvet, toplumu ifsad edeceği; kadınların “şeytanın ağı“ oldukları şeklindeki kanaatin yayılmasıyla da giderek anılmaz olmuştur. Bu kötü kanaat, öylesine dinden bilinmiştir ki, günümüzde de müslümanlar arasında kadının toplum içindeki rolü, İslâmî harekete katılımı etrafındaki tartışma ve yaklaşımlar, Asr-ı Saâdetten günümüze çeşitlenerek gelen “kadın ve fitne“ arasında irtibat kuran iddiâ ve kabullerden bağımsız olamamaktadır. 4245
Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde erkeğin bulunduğu ortamlarda kadının sosyal hayata katılımını onaylayan üç yüzden fazla hadis vardır. Bu sahih hadis-i şeriflerden açıkça anlaşıldığına göre Peygamberimizin devrinde;
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın mescidinde cemaate katılır, yatsı ve sabah namazı kılardı.
4245] Cihan Aktaş, a.g.m., s. 242-243
- 1048 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslüman kadın, Cuma namazına gider ve Rasûlullah’ın dilinden Kaf sûresini ezberlerdi.
Müslüman kadın, küsuf namazına katılır, uzun süre Rasûlullah ile beraber olurdu.
Müslüman kadın, Ramazanın son on gününde Rasûlullah’ın mescidinde itikâfa girerdi.
Müslüman kadın, mescidde itikâfta bulunan kocasını ziyâret ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’ın müezzini tarafından duyurulan çağrıya icâbet edip mescidde yapılan genel toplantıya katılırdı.
Müslüman kadın, erkekler mescidde kadınlardan daha fazla olduğundan, kadınlar için özel eğitim yapılmasını istemiştir.
Müslüman kadın, bizzat Rasûlullah’a giderek özel ve genel konularda O’na soru sorardı.
Müslüman kadın, erkeklere iyiliği emreder, onları kötülüklerden sakındırırdı.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber ziyâfetlere katılır ve onlara da yemek ikram edilirdi.
Müslüman kadın, kocasıyla beraber gelen misâfirin sofrasına oturup akşam yemeği yerdi.
Müslüman kadın, düğün yemeğinde erkek misâfirlere hizmet eder ve Rasûlullah’a güzel içecekler ikram ederdi.
Müslüman kadın, evini ilk muhâcir müslümanlara açmıştır.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber savaşlara katılır, su dağıtır, yaralıları tedâvi eder, ölü ve yaralıları Medine’ye taşırdı.
Müslüman kadın, meselâ Ümmü Haram, ilk deniz savaşlarında şehid olması için Rasûlullah’ın duâ etmesini ister, Rasûlullah da onun için duâ ederdi.
Müslüman kadın, Rasûlullah’la beraber bayram namazını kılar, Rasûlullah bayram hutbesinden sonra özellikle kadınlara öğüt verirdi.
Rasûlullah, müslüman kadına, -genç olsun, küçük olsun, örtülü olduktan sonra farketmez- bayram namazına gelmelerini emreder; iyiliğe, müslümanlara duâ etmeye çağırırdı.
Rasûlullah, müslüman kadına, -isterse hayızlı olsun- bayram günü namazgâha gelmelerini, cemaatle beraber duâ etmelerini emretmiştir.
Kadınların sosyal hayata katılımıyla ilgili Kur’an, sünnet ve asr-ı saâdetteki uygulamalardan yola çıkarak İslâm’ın ilkelerini şu maddeler halinde özetleyebiliriz:
a- Evde, perde arkasında durmak, yalnızca Rasûlullah’ın hanımlarına mahsustu. “...Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin...“4246 Diğer sahâbe hanımları bu konuda mü’minlerin annelerine uyma
4246] 33/Ahzâb, 53
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1049 -
gereği duymamışlardır.
b- Asr-ı saâdetteki kadınlar, sosyal hayata iştirak eder, özel ve genel birçok konularda erkeklerle karşılıklı münâsebetler kurarlardı. Amaç, aktif yeni hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek ve kadın-erkek müslümanların işlerini kolaylaştırmaktır.
c- İslâm, kadına bu katılımı sağlarken, yüce ahlâk kurallarından başka bir şeyle sınırlandırmamıştır. Zaten bu kurallar da her durumda korunmuş ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan kurallardır.
d- Risâlet çağında müslüman kadın, ihtiyaca ve hayat şartlarına göre toplumsal faâliyetlere, siyaset ve meslekî çalışmalara katılmıştır. Toplumsal faâliyet alanında; müslüman kadın pek çok hizmet vermiştir; kültür ve eğitim, birr/iyilik ve toplumsal hizmet vb. konularında kadın erkekten geri kalmamıştır. Müslüman kadın, siyasî işleyişe, statükonun ve toplumun bâtıl inancına karşı çıkabiliyordu. Bu uğurda zorluklarla ve işkenceyle karşılaşınca inancı uğruna hicret edebiliyordu. Ayrıca müslüman kadın, bazı siyâsî istişârelere katılabiliyor, kimi zaman da siyâsî muhâlefete iştirak edebiliyordu. Meslekî alanda ise; hemşirelik, temizlik ve ev işleri gibi sahalarda çalışıyordu. Bu çalışmaları iki şeyi gerçekleştirmesine yardımcı oluyordu: 1) Fakirlik ve güçsüzlük durumunda kendisine ve âilesine temiz bir hayat sunmak, 2) Kazandığını tasadduk edip Allah yolunda harcayarak kendisine yüce bir konum ve fazîlet kazandırmak.
e- Aktif siyâsî, sosyal ve meslekî sahalardaki katılım, çağımızda yeni sosyal oluşumları zorunlu kılıyorsa, şeriatın ilke ve kuralları bu oluşumları daha ciddî değerlendirmektedir. Her çağda bu ihtiyaçlara din cevap vermektedir.
f- Toplumsal hayata katılımın en önemli sonucu kadının anlayışının gelişmesi ve en üstün olgunluk düzeyine ulaşarak pek çok faydalı işler yapmasına imkân tanımasıdır. 4247
Müslüman Kadının Toplumsal Hayata Katılma Âdâbı
Kadının toplumsal hayata katılmasının ve bunun gereği olarak erkeklerle görüşmesinin İslâmî âdâbını, Kur’an ve Sünnet belirlemiştir. Din, âdâbın, terbiyenin zirvesidir. O edepleri, ahlâkı ve nâmusu korur, iyi ve faydalı hayatın akışını durdurmaz, münkerden uzaklaştırır, iyi ve güzele yöneltir, kötü eğilimleri terbiye eder, kadın ve erkeği eşit olarak huzura kavuşturur. Böylece farklı cinse karşı küçük düşürücü, saygınlığı giderici, aşırı duygusal davranıcı hareketler olmaz. Gerek elbise, gerek konuşma, gerekse bazı zorluklara sebep olan hareketler konusunda olsun müslüman hanımın, erkeğe oranla bağları daha fazladır. Kadın bunlara, erkeklerle görüşmeyi zorunlu kılan meşrû ihtiyaçlarını ve hayatî maslahatlarını gerçekleştirmek için tahammül eder. Bu tür ihtiyaç ve maslahatlar artarak görüşme de artabilir, ihtiyaç ve maslahatlar azalarak görüşme de azalabilir. Şâriin/Kanun koyucunun çizdiği edepleri sunmadan önce o âdâbı gerçekleştirmeye yardım eden bazı temel faktörleri başlıklar halinde hatırlatalım:
a- Terbiye ve yönlendirmeye önem verme,
4247] Abdülhalim Ebû Şakka, Tahrîru'l-Mer'e, Kadın ve Aile Ansiklopedisi, Denge Y., c. 1, s. 30, 50
- 1050 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- İffeti korumak için erken evlenme,
c- İyi kontrol etmekle birlikte, küçük yaşta belirli ölçüde topluma katılma ve görüşmeyi kolaylaştırma.
A- Kadın ve Erkek Arasındaki Müşterek Edepler:
1) Görüşme ortamının ciddî olması: “Güzel (kuşkudan uzak bir biçimde) söz söyleyin.“4248 Âyet, konuşma konusunun, münkeri içermemesi, iyilik sınırları içerisinde olması gerektiğini işaret ediyor. Kadın ve erkekler arasındaki ciddiyet; güzel söz söylemedir. Oyun ve eğlence havası, gereksiz şakalar, cıvık kahkahalar, aşırı serbest tavırlar, kadınsı işve ve cilveler ise, münkerdir ve nâmahrem olan kadın-erkeğin karşılıklı görüşme ve ilişkilerinde yasaktır. Töhmet altında bulunulacak, eğlence yerleri ve gayr-i İslâmî ortamlar veya gayr-i ciddî konu ve yaklaşımlar içinde olmamalı. Başka insanların gördüğünde ahlâkî olarak yadırgayacağı veya ahlâksız bazı şeylerden şüpheleneceği durumlardan uzak olunmalıdır.
2) Gözü çevirme: “Mü’min erkeklere söyle: Bakışlarını çevirsinler, gözlerini (harama) dikmesinler, nâmuslarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar, bazı bakışlarını çevirsinler, nâmuslarını korusunlar...“4249 Gözü çevirmenin anlamı; fitne korkusu yüzünden uzun uzadıya bakmaya engel olma, demektir. Âyette geçen “min -den-“ edâtı, “teb’îz“ içindir; her bakış değil, bakışların bazısı yasaktır; fitneden korkulduğu zaman kadına bakmanın haram olduğu hususunda ihtilâf yoktur. Fitne durumunda gözü ondan çevirmek gerekir. Âyet, mutlak anlamda, yani şehvet duygusundan uzak olarak gözü çevirmenin gerektiğini ifâde etmez. Kadının el ve yüzüne kötü niyet ve şüphe olmaksızın bakmak câizdir. Şehvetle bakmaya gelince; elbisenin üstünden bile şehvetle düşünmek haramdır, kaldı ki açık yüze bu şekilde bakmak! Bazı âlimler de, âyette bazı bakışların çevrilmesinin emredildiğini, ancak kadının yüzünün bunun dışında olduğunu belirtirler.
Allah Teâlâ, bir başka âyette de şöyle buyurur: “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.“4250; Câbir bin Abdullah’dan: “Rasûlullah (s.a.s.)’a ânî bakıştan sordum. Bana: “Bakışını hemen çevir!“ buyurdu.“4251; Büreyde (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) Ali (r.a.)’ye buyurdular ki: “Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.“4252; “Hiç şüphesiz Allah, Âdemoğluna yaptığı zinâdan payına düşeni yazmıştır. Gözün zinâsı bakmaktır, dilin zinâsı konuşmaktır. Nefis arzular ve şehvet duyar. Tenâsül uzvu da bunu ya doğrular ya da yalanlar.“4253 Bu hadis, şehvetle bakmanın haram olduğu hususunda açıktır. Bunun için, “nefis arzular ve şehvet duyar“ buyruldu. Bunun anlamı, şehvetsiz olduğu zaman günah değildir, demektir.
Rasûlullah (s.a.s.) Kurban günü Fadl’ı bineğinin arkasına bindirdi. Fadl, yakışıklı bir gençti. Rasûlullah, insanların kendisine fetvâ sormaları için durdu.
4248] 33/Ahzâb, 32
4249] 24/Nûr, 30-31
4250] 40/Mü’min, 19
4251] Müslim, Âdâb 45, hadis no: 2159; Ebû Dâvud, Nikâh 44; Tirmizî, Edeb 29
4252] Tirmizî, Edeb 28; Ebû Dâvud, Nikâh 44
4253] Buhârî, 14/305; Müslim, 8/52
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1051 -
Hes’am kabilesinden güzel bir hanım gelerek Rasûlullah’a fetvâ sormaya başladı. Kızın güzelliği Fadl’ın hoşuna giderek ona bakmaya başladı. Bunun üzerine Peygamber, Fadl’ın çenesine tutarak öbür tarafa çevirdi ve genç kadının yüzüne bakmasına engel oldu.4254 Hâfız İbn Hacer diyor ki: “İbn Battal şöyle diyor: “Hadiste fitneden korkulduğu zaman yüzü çevirme emri vardır. Bunun gereğine göre, fitneden emin olunursa yasak değildir. Bunu Rasûlullah’ın Fadl’a yaptığı şey de te'kid ediyor. Fadl, hoşuna giderek genç kıza iyice baktığında Rasûlullah fitneden korkup onun yüzünü çevirmiştir. Çünkü erkeklerin tabiatında kadınlara karşı meyil vardır.“ 4255
Âişe’den (r.a.): “... Bayram günü önden gelen insanlar, savaşçılık (savaş oyunları cinsinden folklorik oyun) oynuyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bana: “Bakmak ister misin?“ dedi. Ben de: ‘Evet’ dedim. Beni arkasına alarak seyrettirdi...“4256 Dolayısıyla kadının erkeğe -gösteri yapmakta, oyun oynamakta olsa bile- bakması câizdir. Özet olarak; görüşmenin bir neticesi olarak, erkekler kadınları, kadınlar da erkekleri görebilir. Birbirlerine makul ve meşrû ölçüler içinde bakabilirler. Her iki taraf da, gözlerini harama bakmaktan sakındırdıkları ve şehvetten uzak oldukları sürece bunda bir sakınca yoktur. Kur’an’ın ve Sünnetin emretmediği peçe, eğer olması gerekiyorsa, kadınların yüzünde değil; erkeğin gözünde olmalıdır.
3) Genel olarak tokalaşmaktan kaçınma: Allah, kadın ve erkek olarak gözleri harama bakmaktan çevirmemizi emretmiştir.4257 Çünkü harama bakma insanı şehvete götürür. Tokalaşma ise bakmaktan daha fazla insanı şehvete götürür. İbn Mes’ud (r.a.)’dan: “Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam gelerek bir kadını öptüğünü ya da eliyle dokunduğunu (onu okşadığını) söyledi. Sanki bağışlanması için gereken keffâreti soruyordu. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü hasenât/iyilikler, seyyiâtı/kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür.“4258 Ma’kul bin Yesâr’dan rivâyetle Rasûlullah şöyle buyurdu: “Sizden birinin başına demirden büyük bir iğnenin batırılması, kendisine helâl olmayan bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır.“4259 Hz. Âişe (r.a.) “Andolsun ki Rasûlullah kadınlardan bey’at alırken kesinlikle elini bir kadına dokundurmadı“ diyor. 4260
Enes bin Mâlik’den: “Rasûlullah (s.a.s.) Ümmü Haram binti Milhan’ın yanına giriyordu. O Rasûlullah’a ikram ediyordu. Ümmü Haram, Ubâde bin Sâmit’in nikâhı altındaydı. Rasûlullah’a yemek yediriyor ve başını temizliyordu.“4261 Yine Enes bin Mâlik’den: “Medine’li câriyelerden biri, Rasûlullah’ın elinden tutarak istediği yere onu götürünceye kadar elini bırakmıyordu.“4262; İbn Mâce. Ebû Râfi’nin hanımı Selmâ’dan rivâyetle: “Rasûlullah’a hizmet ediyordum. Onun bir yarası olduğu zaman, bana üzerine kına koymamı emredinceye kadar yarası iyi
4254] Buhârî, 13/245; Müslim, 4/101
4255] Fethu’l-Bârî, 13/245
4256] Buhârî, 2/95
4257] 24/Nûr, 30, 31
4258] 11/Hûd, 14 (Müslim, 8/102)
4259] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4921
4260] Buhârî, 10/261; Müslim, 6/29
4261] Buhârî, 6/350; Müslim, 6/49
4262] Buhârî, 13/102
- 1052 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmazdı.“4263 Abdullah bin Muhammed bin Abdullah bin Abdullah bin Zeyd, kadınlarından birinin şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Rasûlullah yanıma geldiğinde, sol elimle yiyordum. Ben fakir bir kadındım. Rasûlullah elime vurarak lokmamı düşürdü ve bana: “Sol elinle yeme, Allah sana sağ elini vermiştir“ buyurdu. Böylece sağ elimle yemeğe başladım. Bundan sonra asla sol elimle yemedim.“ 4264
Rasûlullah’ın bey’at esnâsında kadınlarla musâfaha etmemesiyle, bazı zamanlarda herhangi bir kadına dokunması olaylarını birleştirebiliriz. Şöyle ki: Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, dokunma biçimlerinden biri olan ve özel bir anlam ifâde eden tokalaşmadan kaçınmıştır. Gerek kadın veya erkeklerle karşılaştığında, gerek selâmlaşma, duâ ve yakınlaşma için onun mübârek vücuduna dokunma isteği ve İslâm üzere bey’at etme durumlarında Rasûlullah kadınlarla tokalaşmaktan kaçınmıştır. Bu durumlarda Rasûlullah’ın tokalaşmaktan kaçınması, başka durumlardaki dokunma biçimlerinden uzak kaldığı anlamına gelmez. Çünkü diğer durumlarda Rasûlullah (s.a.s.) bir yönden pek nâdir olan fıtrî ihtiyaçlarını gidermek için bunu yapıyordu, diğer bir yönden ise o, kadınların fitnesinden emindi. Yani Rasûlullah (s.a.s.) birinci durumda, genel olarak kadınların fitnesinden emin olmadığı gibi tokalaşmak için de ciddî bir gerekçe görmüyordu. İkinci durumda ise, gerekli sebeplerden dolayı bunu uygun görüyordu. Buna şu da eklenebilir: Rasûlullah’ın biat alırken kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması, bu meselenin kesin olarak haram olduğu anlamına gelmez. Nitekim, vârid olan deliller bu durumun Rasûlullah’a özel olduğunu ifâde ediyor: “Ben kadınlarla tokalaşmam!“4265 hadisinde kullanılan zamir, sadece Rasûlullah’a âittir.
Özet olarak: Rasûlullah’ın (s.a.s.) kadınlarla tokalaşmaktan kaçınması; ümmetine öğretmek ve kanun olarak koymak için sedd-i zerâi bâbında çoğu durumlarda bunu kerih görmesi anlamındadır. “Sedd-i zerâi kesin değil; daha evlâdır“ diyen usûlcülerin görüşü de bunu te’kid etmektedir. Biz de çoğu zaman tokalaşma ve dokunmadan kaçındığımızda; fitne ortadan kalkıp uygun bir gerekçe olduğu zaman da buna müsâmaha gösterdiğimizde Rasûlullah’a en güzel şekilde uyanlardan olacağımız kanısındayız. Böyle olduğu takdirde tokalaşma müslümanlar arasında karşılıklı iyi duygu alışverişine ve ilişki kurulmasına vesile olur. Nitekim akrabalar, yakın arkadaşlar arasındaki tâziyelerde, yolculuklarda, misâfirliklerde ve güzel bir işe teşvik etme durumları gibi özel münâsebetlerde yapılan tokalaşmalar bu türdendir. Fakat biz, günümüz toplumunda karşılıklı münâsebetlerde kadın ve erkek arasında tokalaşma yaygın olduğundan, bir açıdan zorluğu kaldırmak, diğer bir açıdan ise haram oluşuna dair kesin bir hükmün bulunmayışını gözönünde bulundurarak hükmü kolaylaştırmak zorunda kalıyoruz. Buna rağmen, gerekmediği müddetçe kadın erkek birbiriyle tokalaşmaktan kaçınırsa daha ihtiyatlı ve takvâya daha uygun olur.
4) Kadın ve erkek arasını ayırma ve karışmaktan kaçınma: Ümmü Seleme’den (r.a.) rivâyette: “Rasûlullah (s.a.s.) namazda selâm verdiği zaman, kadınların kalkıp gitmeleri için bir süre kalkmadan bekliyordu.“ İbn Şihab diyor ki: “Rasûlullah’ın beklemesi topluluğun kadınları görmeden ayrılmaları içindir sanıyorum.“4266 Bu
4263] Mecmeu’z-Zevâid 5/95
4264] Mecmeu’z-Zevâid 5/26
4265] Mecmeu’z-Zevâid 8/266
4266] Buhârî, 2/467
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1053 -
anlamı Rasûlullah’ın “Şu kapıyı kadınlara bıraksak...“4267 sözü de te’yid etmektedir. Yine bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) mescidden çıkınca erkeklerle kadınlar yolda birbirine karıştılar. Bunun üzerine Rasûlullah kadınlara şöyle buyurdu: “Geç çıksanız yahut o yolun hakkını verseniz, yolun kenarında yürüseniz!“ 4268
Kadınların yolda karışıklıktan kaçındıkları gibi, kamuya âit yerlerde de karışılıktan kaçınmaları gerekir. Bu mescidlerde olduğu gibi, diğer yerlerde de sadece arka tarafların kadınlara âit olduğu anlamına gelmez. Kadınların arka saflarda yer almaları, gerek mescidde olsun, gerekse kocası ve mahremleriyle beraber yabancıların bulunduğu evlerde olsun namaza âit özel bir durumdur. Fakat namazın dışında uyulması gereken âdâp, erkeklerle kadınların arasının ayrılması ve karışıklığın önlenmesidir. Bu oturma yerlerinde yer ayırarak ya da iş yerlerinde karışıklığı önleyerek düzenleme yapılarak sağlanabilir. 4269
5) Halvetten kaçınma (Kapalı bir yerde yabancı bir erkekle yabancı bir kadının töhmet altında bulunacak şekilde yalnız kalmaları): İbn Abbas (r.a.)’dan: “Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın!“ 4270
Aşağıdakiler, yasak olan halvet kavramının dışında kalır:
a- İnsanların huzurunda olan halvet: Enes bin Mâlik’den (r.a.): “Ensardan bir kadın Rasûlullah’a geldi ve Rasûlullah onunla başbaşa kalarak: “Allah’a yemin olsun ki, sizler bana insanların en sevimlilerisiniz“ buyurdu.“4271; “Yabancı bir kadınla gizli görüşme, fitneden emin olunduğu sürece dini zedelemez.“ 4272
b- İki ya da üç erkeğin bir kadınla halvet etmesi: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.“4273 İmam Nevevî diyor ki: “Bu hadisin zâhiri, iki ya da üç erkeğin, yabancı bir kadınla halvet edebileceğinin câiz olduğunu gösteriyor. Bu hadis, iyilikleri, mürüvvetleri ya da başka sebeplerden dolayı zinâ üzerine ittifak etmeleri oldukça uzak olan bir cemaate te’vil edilir.“
4267] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 5134
4268] Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, hadis no: 856
4269] Sözgelimi kalabalık bir ortamda kadın-erkek birbirine değmeden yürünemeyecek şekildeki semt pazarlarına alışveriş amaçlı da olsa gitmenin câiz olduğunu söylemek çok zordur. Ancak, pazarların tenha saatlerinde ve de çok dikkat ederek ihtiyaç karşılanabilir. Bu yasağın sadece müslüman kadın için değil; elbette müslüman erkek için de geçerli olduğunu belirtmeye bilmem gerek var mıdır? Aynı sakıncayı büyük şehirlerdeki kalabalık dolmuş ve otobüslerde özellikle ayakta yolculuk için de çoğu zamanki uygulamadan yola çıkılarak söylemek mümkündür. Düğün salonlarında, özellikle düğün ve benzeri dâvetlerde kadın-erkek karışık oturmanın câiz olduğunu iddiâ etmek de pek mümkün değildir. Ama İslâmî eğitim gibi ciddî amaçlar için, tesettür ve karşılıklı edeplere riâyet şartıyla, başka uygun alternatif yoksa kadın-erkek aynı salonu paylaşmanın haram olduğunu iddiâ etmek delillendirilmesi zor bir çıkarım olmakla birlikte; mevcut düzen ve çevre şartları açısından insanımızı sosyal açılım ve toplumsal nimetlerden mahrum etmenin vebâlini de gerektirecektir. İdeal olanla reel olanı, takvâ ile ruhsat ve fetvâyı karıştırmamak; en iyi yok diye elde edilebilecek iyiliklerden de uzak olmamak, bir şeyin tümüne sahip olunamıyorsa bir kısmından olsun mahrum olmamak gibi meşrû ve ma’kul yaklaşımları ihmal etmemeliyiz diye düşünüyorum.
4270] Buhârî, Nikâh 111; Cezâu’s-Sayd 26, Cihâd 140, 181; Müslim, Hacc 424, hadis no: 1341
4271] Buhârî, 11/246; Müslim, 7/174
4272] Fethu’l-Bârî, 11/246-247
4273] Müslim, 7/8
- 1054 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Bir erkeğin kadınlar topluluğuyla halvet etmesi: Yasak olan halvet, bir erkeğin bir kadınla halvet etmesidir. Ancak, erkeklerin veya kadınların birden çok olmasıyla bu yasak kalkar.
6) Kocası yanında olan kadının yanına girerken kocasından izin almak gereklidir: “Kocası evde olduğu halde, kocasının izni olmadan kadının evine birisini alması câiz değildir.“4274 Amr bin Âs, bir ihtiyaçtan dolayı Ali bin Ebî Tâlib’in evine gitti ve Ali’yi evde bulamadı. Ali (r.a.) geldiğinde ona şöyle dedi: “Bir ihtiyacın varsa, hanıma bildirseydin ya!“ Amr da: “Kocaların izni olmadan hanımların yanına girmekten men olunduk“ dedi.4275 Bununla birlikte, ihtiyaç duyulduğu zaman, koca evde olmasa da kadınla görüşmek için mutlaka kocasının izni alınmasına gerek yoktur: “Bu günden sonra bir erkek, kocası olmayan bir kadının yanına beraberinde bir ya da iki kişi olmadan girmesin.“4276
7) Tekrarlanan uzun görüşmelerden kaçınmak: Bu tür görüşmelerin örnekleri, akrabalar ve arkadaşlar arasındaki karşılıklı ziyaretleşmeler ve bu ziyaretlerin uzun saatler sürmesidir. Yine bu tür görüşmelerin örnekleri, kadın ve erkekleri uzun süre iş icabı aynı yerde tutan günlük meslekî çalışmalar, eğitim amaçlı kurslar, çalışmalar ve derslerdir.
Bu âdâp hakkında nass bulunmasa da, fitneye fırsat verilmemesi için uygulanması gerekir. Çünkü bu tür görüşmeler, hareketteki vakar, konuşmalarda ciddiyetin devamı ve gözü harama bakmaktan çevirme gibi birçok âdâbın gerçekleştirilmesini zorlaştırır. Bu, görüşme esnâsında sürekli kadın ve erkeğin bulundurması gereken ciddiyet ve çekingenlik derecesini çoğu zaman zayıflatır. Bu sedd-i zerâî sebebiyle, bu tür uzun ve sık görüşmelerden kaçınılması gerektiği görüşündeyiz. Ancak, yapılan iş karşılıklı görüşmeyi sürekli zorunlu kılıyorsa, sakıncasıyla birlikte, ihtiyaç duyulduğu sürece ve fitneden korunma gayretiyle birlikte bu yapılabilir. Genellikle akıl ve kalbi meşgul eden ciddî çalışmalar vakarı korumaya yardımcı olur. 4277
8) Şüpheli yerlerden kaçınma: Kadınların şüpheli yerlerde erkeklerle bir araya gelmekten kaçınması gerekir. Bilinen misâfirler ve uzak da olsa güvenilir akrabâ ve samimi dostlar gibi güvenilir kişilerle görüşmede bir sakınca yoktur. “Sana şüpheli geleni, şüphe vereni bırak, şüphe vermeyeni al.“4278 Abdurrahman bin Avf şöyle dedi: “Biz kadınlarımızın yanında olmuyoruz ve misâfirlerimiz oluyor. Rasûlullah (s.a.s.): “Onlara bir zorluk yoktur“ buyurdu. 4279
9) Açık ve gizli günahtan kaçınma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın...“4280; “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezâsını mutlaka çekeceklerdir.“4281 Konumuzla ilgili açık
4274] Müslim, 3/91; Buhârî, 11/206
4275] Silsiletü’l-Ehâdîsisi’s-Sahîha, hadis no: 652
4276] Müslim, 7/8
4277] Ama, ciddî olmayan konular, samimî ve sıcak davranışlar, şakalar ve eğlenceli konuşmalar da şeytanın araya girmesine ve konunun istismar edilip cevaz sınırlarının aşılmasına sebep olur.
4278] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 3372
4279] Fethu’l-Bârî, 10/264
4280] 6/En’âm, 151
4281] 6/En’âm, 120
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1055 -
olan günah; görüşme âdâbındaki hatalardır. Gizli olan günah ise; haram olan bir şeyi arzulama, ondan yararlanma ve bunu daha da ileri götürmedir.
B- Kadınlara Âit Edepler:
1) Mütevâzi giysi: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...“4282; “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını örtsünler)...“4283; “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar... Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.“ 4284
Ümmü Atiyye’den: “Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle sordum: ‘Bizden birisinin (dış) elbisesi olmazsa dışarı çıkmasında bir sakınca var mı?’ Rasûlullah (s.a.s.): “Kocasının elbisesini giyinerek çıksın“ buyurdu. 4285
Erkeklerin dikkatini çekecek şekilde çok câzip, örtülü olduğu halde vücut hatlarını belli edecek şekilde dar veya ince/şeffaf olan giysiler veya zâhiren tesettüre uygun gözüktüğü halde, iffetli ve olgun bir müslüman hanıma yakışmayacak şekilde “çeyrek tesettür“ veya tesettür defilesindeki manken görünümlü giysi ve tavırlardan uzak olmak gerekir. Ayrıca, her çeşit makyajdan uzak bir doğallık şarttır.
2) Güzel kokudan (parfümden) kaçınma: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.“ 4286
3) Konuşurken ciddî olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...“ 4287
4) Hareketlerde ağırbaşlı olma: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).“4288 Peygamberimiz’den de (s.a.s.) şöyle rivâyet edilmiştir: “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardı. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar (coplar) bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) Giyinmiş çıplak kadınlar; dikkatleri çekmek için salınarak yürüyen, kırıtan ve başlarını deve hörgüçleri gibi yapan kadınlar! Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki
4282] 24/Nûr, 31
4283] 33/Ahzâb, 33
4284] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
4285] Buhârî, 1/439; Müslim, 3/2
4286] Ebû Dâvud, hadis no: 351
4287] 33/Ahzâb, 32
4288] 24/Nûr, 31
- 1056 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.“ 4289
Bazı müşterek görüşme âdâbı kaybolduğunda ne yapılmalıdır? Daha önce ifâde edilen görüşme edeplerine müslüman erkek ve kadının önem vermesi ve bunlara bağlı kalması gerekir. Fakat herhangi bir yerde bu âdabın tamamı ya da bir kısmı kaybolduğu zaman yapılması gereken davranış ne olmalıdır?
Edeplerin kaybolduğu ölçüde bozulma olur; görüşme ve bir araya gelmelerde müslüman erkek ve kadının duyacakları rahatsızlık olur, günahlara kapı açılır, şeytana dâvetiye çıkarılabilir. Bazı edeplerin kaybolması durumunda müslümanın, mevcut maslahatı ve muhtemel bozulmayı kıyaslayarak, hangisi daha ağır basıyorsa ona göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda ölçü, nefis ve hevâ, çevre ve özgürlük anlayışı değil; İlâhî sınırlar ve takvâ bilinci, hayırda yardımlaşma olmalıdır.
Görüşme ortamından ve sosyal ilişkilerden kaçınmak, müslümana çeşitli zorluklar getiriyorsa, müslüman erkek ve kadının zorluğu kaldıracak şekilde, zarûret miktarı mevcut durumu kabul etmesi, kesin haram olan sınırlara geçmemek şartıyla kolaylığı ve ruhsatı tercih etmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah dinden sizin üzerinize bir zorluk kılmadı.“ 4290
Müslüman kadın veya erkeğin bir sosyal ortamda bulunması, hayra götürüyor veya şerden uzaklaştırıyorsa, Allah’a tevekkül ederek orada bulunmaları, bazı yanlışları düzeltmek için çaba göstermeleri gerekir.
Bazı müslümanlarda, cehâlet veya zarûretten dolayı bazen görüşme âdâbına aykırı davranma olabilir. Mü’minlerin kardeşleri hakkında dikkatli olmaları, Allah’tan sakınmaları, dillerini kötü sözlerden korumaları ve asılsız iftiradan uzak durmaları gerekir. Bu hususta ifk hâdisesi bir ibrettir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz, hâşâ! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeli değil miydiniz?“4291 Rasûlullah da: “Kişinin her duyduğunu söylemesi, kendisine günah olarak yeter.“4292 buyurmaktadır.
Asılsız zinâ iftirası, kişinin kendi istek ve arzularına uyarak insanları suçlamasıdır. Bu da bazı müslümanların görüşme âdâbına riâyet etmemelerinden
4289] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128; Müslüman bayan, erkeklerin bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama, onunla da her şey tamamlanmış değildir. Bırakın kahkahayı, aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslüman insanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman kadının bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.
4290] 22/Hacc, 78
4291] 24/Nûr, 15-16
4292] Câmiu’s-Sağîr, hadis no: 4358
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1057 -
kaynaklanır. Çoğu zaman yapılması gereken, zâhire bakmakla yetinip görüşme âdâbına riâyet etmeyenlere itibar etmemek ve onları şer’î âdâba sarılmaya çağırmaktır. Allah gizli olanları en iyi bilendir. Aynı zamanda, hata yapmakta olan müslümanları kendilerini düzeltmeleri ve ellerinden geldiği kadar töhmetli yerlerden uzak durmaları konusunda uyarıyoruz. 4293
Haremlik-Selâmlık; İhtiyattan Bid’ate
Kadının sosyal hayatta yer almasına İslâm izin verir, hatta sadece izin vermekle kalmaz, kadın-erkek müslümanların görevi kabul ederken haremlik-selâmlığın dinde yeri olmadığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haremlik-selâmlık uygulaması, Emevîlerle birlikte İslâmî hilâfetten uzaklaşılıp krallık ve saray hayatına geçişle birlikte birçok konuda olduğu gibi, komşu ülke Bizans'tan adapte edilerek alınmış bir uygulamadır. Asr-ı Saâdette kesinlikle böyle bir uygulama yoktur. Hiçbir âyet ve hadis-i şerifle de kadının sosyal hayattan kopması demek olan haremlik-selâmlık emir veya tavsiye edilmemiştir. Tam tersine; kadının sosyal hayatta erkeklerle beraber yer aldığı hususlarla ilgili yüzlerce hadis Buhârî ve Müslim'de yer almaktadır.
Seyyid Kutub, bu uygulamanın İslâm'a Osmanlı Türkleri tarafından sokulduğunu söyler. “Bir kuşku daha var: Bu da İslâm'ın ruhuna tamamen yabancı olduğu halde, sonradan ona bulaştırılmış olan harem meselesidir. Haremlik ve selâmlık kelimeleri Türkçe olup haremin İslâm'a ne zaman girdiğini açıkça gösterir... İslâm'ın tebliğcisi Hz. Muhammed'in gününde kadınlar ibâdethânelere gidiyor, alışveriş için sokaklara çıkıyor, savaşlara katılıyorlardı. Zulüm ve istibdat çağlarında kadın, ticaret malı haline getirildi... Kadınları hareme tıkmaları için erkeklere öğüt veren bir anlayış İslâm'ı temsil edemez. Böyle bir anlayış kadın ve erkeği aynı anda kurban seçmiş açık bir zulümdür... İslâm, harem ve salonda aynı şekilde ihânete uğrayan ruhu kurtaracaktır. Kadın, haremde zorbalık ve zulümle kahra uğratılmıştı, modern salonlarda ise başıboşluk ve sefillikle öldürülmektedir.“4294 Seyyid Kutub'un haremlik-selâmlığın Osmanlılar tarafından İslâm'a sokulduğunu iddiâ etmesine rağmen, Emevî döneminden itibaren başta yöneticilerin saraylarında ve köşklerinde olmak üzere bunun uygulandığı, Osmanlı yönetiminde ise daha da yaygınlaşıp kurallaştığı anlaşılmaktadır.
Haremlik-selâmlık konusunun İslâm'a nasıl mal edildiğini anlamak için, doğrudan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarıyla ilgili olan Hicab âyeti üzerinde kısaca durmak gerekir. Zira, bu âyete dayanılarak haremlik-selâmlık müessesesi oluşturulmuş ve bu kurum tüm ümmete şâmil kılınmıştır. Aslında bu müessese Kur’an’ın ortaya koyduğu bir kurum değildir. Zira Yüce Allah bu iki cinsin birbirlerinden ayrılmalarını değil; aksine âdâb-ı muâşeret ve iffet kaidelerine uymak şartıyla, sürekli dayanışma içinde bulunmalarını istemektedir. Zira unutulmamalıdır ki, “mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridir/dostlarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten alıkorlar.“4295 “Velîler/dostlar“ demek, birbirini tanıyan, seven ve dolayısıyla sürekli dayanışma halinde bulunan insanlar demektir. Kurân-ı Kerim, bu iki cinsin böyle bir dayanışma içinde bulunmalarını öngörmektedir. Ancak, kadını sadece bir cinsellik unsuru olarak gören bir zihniyetin, Kur’ân-ı Kerim’in
4293] A. Ebû Şakka, a.g.e. 1/327-346
4294] S. Kutub, İslâm-Kapitalizm Çatışması, s. 127, 129
4295] 9/Tevbe, 71
- 1058 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hedeflerini kavraması beklenemez. İşte fitneye yol açacağı gerekçesiyle kadın sürekli olarak, perde arkasında gizlenmiş ve böylece toplumdan soyutlanmıştır. Kadın-erkek işbirliği sözkonusu olmayınca, toplum kendinden beklenen gelişmeyi gösterememiştir. Kadının toplumdan soyutlanması zorunlu olarak câhil kalması sonucunu da doğurmuştur. Câhil kalan bir annenin çocuğunun da yetişmesinde başarılı olamayacağı açıktır.
Haremlik ve selâmlığa delil olarak getirilen âyetin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hanımlarıyla ilgili olduğu açıktır. “Peygamber’in hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman, hicâb/perde arkasından isteyin. Böyle davranmak, gerek sizin kalpleriniz, gerekse onların kalpleri için daha temiz bir yoldur.“4296 Böyle bir yola başvurulup onlar hakkında bazı farklı uygulama öngörülmesinin sebebi, davranışlarının toplum içinde büyük fitnelere yol açmasına imkân vermek istemeyişidir. Zira Hz. Âişe anamızın başından geçen bir “ifk“ hâdisesinin yol açtığı fitne, Medine’de büyük çalkantılara yol açmış ve hatta bu yüzden bir iç savaş tehlikesi bile yaşanmıştır.
Diğer taraftan bazı kimselerin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmek istediklerini ifâde ettikleri, bazılarının, bu düşünceleri sadece gönüllerinden geçirdikleri görülmektedir. İşte Yüce Allah, ümmet içinde fitneye yol açacak bu gibi sözlere ve düşüncelere son vermek amacıyla Hz. Peygamber’in vefatından sonra hanımlarıyla evlenilmesinin yasak olduğunu açıkça ifade etmiş4297; O’nun hanımlarının mü’minlerin anneleri olduğunu belirtmiştir.4298 Şu halde, fitnelere imkân verilmemesi bakımından onlara düşen, mecbur kalmadıkça evlerinden çıkmamaları, evlerinde vakarla oturup vakitlerini ibâdetle geçirmeleridir. 4299
Ancak, doğrudan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hanımlarıyla ilgili bir âyetin bütün topluma mal edilmesi yanlıştır. Zira, Kur’an bu iki cinsin bir arada bulunmasını, ma’rûfu/iyiliği emredip münkerden/kötülükten alıkoymasını emretmektedir. Diğer taraftan, Kur’ân-ı Kerim, hem mü’min erkeklere hem de mü’min kadınlara, iffetli olmaları gerektiğini îmâ etmek için, başlarını eğmelerini, gözlerine sahip olmalarını emretmektedir.4300 Her nedense, tarih boyunca iffetli davranmak hep kadınlardan beklenen bir davranış olmuştur. Bu ise iki yüzlülükten başka bir şey değildir. Zira iffet her iki cins için aynı ölçüde gereklidir. 4301
İslâm’ın tesettür4302 ve gözleri sakınma4303 emrinin hikmeti, kadının toplum hayatında ve yabancı erkeklerle şu veya bu şekildeki ilişkileri içindir. Bir başka deyişle, kadın zarûret dışında erkeklerle beraber olmayacaksa, ona tesettürün emredilmesi ve erkeklerin de gözlerini sakınmaları emri gereksiz olacaktır. Haremlik-selâmlık hayatı yaşayan ve birbirleriyle hiç ilişki ve görüşmeleri olmayan kadın-erkek için bu emirlerin bir anlamı olmaz. Bütün bunlarla birlikte, müslüman bir âile evlerinde haremlik-selâmlık uygulayabilir, ev sahibi erkek, bunun
4296] 33/Ahzâb, 53
4297] 33/Ahzâb, 53-55
4298] 33/Ahzâb, 6
4299] 33/Ahzâb, 32-34
4300] 24/Nûr, 30-31
4301] Salih Akdemir, Tarih Boyunca ve Kur'ân-ı Kerim'de Kadın, İslâmî Araştırmalar, c. 10, sayı 4, s. 257
4302] 33/Ahzâb, 59; 24/Nûr, 31
4303] 24/Nûr, 30
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1059 -
kendi hanım veya kızları ve misâfir erkekler açısından daha ihtiyatlı olduğu anlayışında olabilir; buna kimsenin bir şey diyeceği olamaz. Ama bunu İslâm’ın emri olarak görüp göstermek istemesi önemli bir yanlış ve dine bir iftiradır, bir bid’attır; hiçbir müslümanın bu hakkı yoktur.
Günümüzde İslâmî hassâsiyetleri olan nice müslüman âile kadın-erkek misafirlerini ayrı odalarda kabul etmekte, ya da eş veya kızlarını misafir erkeklerin bulunduğu salona almamaktadır. Bunu yapan müslümanlar hiçbir şekilde kınanamaz. Özellikle, kadının gerekli tesettürü ve mahrem erkeklerle görüşmede “dişiliğiyle değil; kişiliğiyle“ yer almayı beceremediği ve her iki cinsin hayâ, edep ve takvâ sınırlarına sahip olmada ciddî problemlerin olduğu ve karşı cinslerin müslümanca oturup konuşma örfü oluşturulamadığı yer ve durumlarda haremlik-selâmlık uygulaması, belki daha ihtiyatlı ve takvâya yakın kabul edilebilir. Ama bu konu, tâviz meselesi gibi ele alınmamalı, özellikle ihtiyaç olduğunda veya uzak da olsa akrabaların kadın-erkek birbirlerini hiç tanımayacakları, ya da ev sahibi bayanların “hoş geldin!“ demelerinin bile sakıncalı olduğu anlayışı vermemeleri, meşrû kıyâfet ve tavır içinde insanî ilişkiler gerektiğinde gösterilebilmelidir. Akrabaların birbirleriyle darılmaları, ya da müslümanların yakınlarındaki hatta yaşlı erkeklerden bile hanımlarını kıskandıkları ve onlara kuşkuyla baktıkları imajı vermenin de vebali unutulmamalı, kaş yapayım derken göz çıkartılmamalıdır.
Kadın ile erkek el ele vererek toplumun meselelerini birlikte çözmeye başladıkları an, Kur'ân-ı Kerim'in amaçladığı hedef gerçekleşmiş olacaktır: Mü'min erkekler ile mü'min kadınlar birbirlerinin velîleri/dostlarıdır; iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar. Gerçek bir İslâm toplumunun ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Kâfirlere Kıyâfette de Benzememek Gerekir
Birçok âyetten ve hadisten açıkça kâfirlere muhalefet edip onlara benzememenin İslâm şeriatının esas prensiplerinden biri olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. İster kadın olsun ister erkek olsun özel yaşayışında ve umumi hayatında, kılık kıyafetinde İslâm’ın emrine uygun şekilde hareket etmesi her müslümana vâciptir. Ancak bu şekilde bir kılık İslâm kıyafeti olabilir.
Bazıları kâfirlere muhâlefetin sadece ibâdetle ilgili emirlerde olduğunu sanmaktadır. Durum, hiç de öyle değildir. Kıyafetteki hususiyyetin hikmeti açıkça meydandadır. Hatta âlimler tarafından belirtildiği gibi insanın dış görünüşüyle iç görünüşü arasında büyük irtibat vardır. Birinin diğerine etkisi önemlidir. Dış görünüşüyle hayırlı olan bir kişinin umumiyetle iç âlemi hayırlıdır. Bunun aksine dış görünüşü şerli olan kimseler genellikle iç âlemleriyle de şerlidirler. İnsan her ne kadar bunu kendisinde hissedemese de diğer kimselerde farkına varabilir. Bunu Şeyhül İslâm İbn Teymiyye merhum güzel bir şekilde izah etmiştir:
“Dış ve iç âlemlerin münâsebeti his ve tecrübelerle kolayca anlaşılabilir. Hatta aynı memleketten hemşehri olan iki kişi diyar-ı gurbette karşılaştıkları zaman aralarında yakın ve dostane ülfetler olur. İsterse kendi memleketlerinde birbirlerini tanımasınlar. Sadece aynı memleketli olmaları bile dostça anlaşmaları için sebep sayılır. Hatta gurbet illerde yolculuk eden iki kişi kılık ve kıyafet biçimi, konuşma veya binek tarzlarında birbirine uygun olursa anlaşma ve yakınlaşma
- 1060 -
KUR’AN KAVRAMLARI
daha çabuk ve kolay olur. Bunun pratik hayatımızda da örnekleri pek çoktur. Aynı sanattan anlayanlar veya aynı işi yapanlar arasındaki muhabbet izah edilemeyecek dereceyi bulabilir. Haddi zâtında düşmanlıkların ve savaşların esası ya saltanat içindir yahut din içindir. Devlet adamları ve reisleri memleketleri her ne kadar birbirine uzakta olsa aralarındaki riyaset ve saltanat benzerliğinden dolayı kolayca anlaşıp uyuşabilirler. Bu, insan tabiatının görme ve tanışma duygularının bir icabıdır. Bu gibi uyuşuklukları ya din duygusu yahut özel idealler yok edebilir. Dünyevî işlerde benzerlik insan tabiatında bu derece muhabbet ve dostluk yaratıyor da dinî konulardaki benzerlik yaratmaz mı? Hatta bu konulardaki benzerlik diğerlerinden daha çok muhabbeti temin eder. Hâlbuki kâfirlere muhabbet imana aykırıdır. Görmüyor musunuz Allah Zülcelâl Kitab-ı mübîninde ne buyuruyor: “Allah'a ve âhiret gününe imanda sebat eden hiçbir kavmin Allah'a ve Rasûlüne muhâlefet eden kimselerle -velev ki onlar bunların babaları, oğulları, kardeşleri yahut soysopları olsunlar- dostlaşacaklarını göremezsin. Onlar, o kimselerdirler ki Allah imanı kalplerine yazmış, bunları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Bunları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Bunlar orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da Allah'dan hoşnud olmuşlardır. İşte onlar Allah fırkasıdır. Gözünüzü açın ki Allah fırkasının mensupları umduklarına erenlerin ta kendileridir.“ 4304
Böylece Allah kâfirlerle dostluk kuracak hiçbir mü'minin bulunamayacağını belirtiyor. Kim kâfirlerle dostluk kurarsa o mü'min değildir. Dış görünüşü itibariyle de olsa benzerlik dostluğa vesile olacağından haramdır.“ 4305
İbn Teymiyye aynı eserin başka bir yerinde de şöyle diyor: “Zâhirî işlerle bâtınî işler arasında yakından bir irtibat ve münasebet vardır. Kalbe vâsıl olan haller zihne giren duygular zâhirî işlerin tesiriyle cereyan eder. İnsanın dış dünyası ile münasebette bulunduğu işler kalbinde ve zihninde yer eder. Allah, Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) kendi şeriatı ve sistemiyle insanları kurtarmak için peygamber olarak göndermiştir. Elbette ki bu şeriatın söz ve fiillerle ilgili hükümlerini belirten hikmetleri vardır. Elbette ki İslâm şeriatının koyduğu hükümler, lânete uğrayan, dalâlete/sapıklığa düşen, gazaba müstehak olanların yoluna uymayacaktır. Uyulduğu takdirde zuhur edecek fenalıklardan dolayı Allah ehl-i küfre muhâlefeti emretmiştir.
Şüphesiz ki şekil ve durum bakımından kâfirlere benzemenin ahlâkî ve amelî yönden pek çok mahzurları vardır. Meselâ bilginlerin, profesörlerin kıyafetine giren kimse kendi nefsinde bir ilim vasfı görür. Ve âlimliğe yeltenir. Yahut subay elbisesi giyen kimse hareket ve yaşayışlarıyla bir nevi askerlik mesleğinin tesiri atında kalır. Bu, insan tabiatında mevcut olan bir hâlettir. Bunu önlemek için ya açıktan açığa benzeyişi kaldırmak hakikat ve hidâyet ehli ile küfür ehli arasında açık bir tefrik koymak, yahut Allah düşmanlarıyla açıktan açığa harb etmek gerekir. Müslüman olduğuna yakînen inanan ve gönülden İslâm’ı yaşamak isteyen herkes her yönüyle yahudi ve hristiyanlar da dâhil olmak üzere bilcümle kâfirlerden ayrılmalıdırlar. İslâm deyince sadece bu ismi alan namaz veya benzeri ibâdetlerle iktifa eden kimseleri kast etmiyorum. Gayri müslimlerin içimize saçtıkları fitneler öldürücü veba mikroplarından daha tehlikelidir. İkinci olarak dış görünüş itibariyle kâfirlere benzemek ihtilât ve karışmayı normal hale getirir. Bu
4304] 58/Mücâdele, 22
4305] İbn Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, s. 105-106
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1061 -
durumda müslüman ile kâfirlerin, hidâyete erenlerle, Allah'ın gazabına müstehak olanların arasında ayırt edecek özelliklerin kalkmasına vesile olur.“ 4306
Kıyafette Erkek ve Bayanların Ayrımı
Hadis rivâyetleri, kıyafet hususunda kadınla erkeğin ayrılması meselesine temas etmekte, kendisini kıyafetiyle kadınlara benzeten kimsenin Medîne'den sürgün edildiğini belirtmektedir. Kıyafetle ilgili olarak sünnette vârid olan hadisler incelenecek olursa, buna büyük bir ehemmiyet verildiği, kişinin şahsiyetinin gerek cinsî ve gerekse dinî hüviyetinin vazgeçilmez bir parçası telakki edildiği görülür. Hatta birkısım rivâyetlerde, kıyafetin insan ruhuna tesiri bile söz konusudur. Ancak burada söylenenlere delâlet eden hadislere sadece atıfta bulunarak, sebebini bu zikrettiğimiz mülâhazalardan almak üzere, Hz. Peygamber'in daha doğuştan başlamak üzere kadın ve erkek arasında kıyafet ayrımına verdiği ehemmiyeti belirtmeye çalışacağız.
Peygamberimizin, torunu Hasan'a doğduğu gün sarılmış olan sarı renkli kundak bezini öfke ile atarak yerine beyaz renkli bir bez kullanmış olması, bu ayırımın doğuşla başlatıldığının bir örneği olarak değerlendirilebilir. Hz. Peygamber erkekler için yasakladığı cins ve renkteki (ipekliler, sarı, kırmızı renkteki kumaşlar) giyecekleri çocuklar üzerinde görünce memnûniyetsizlik izhâr edip, onlara müdahale ederek değiştirmiştir. Şu halde sünnet, kadın ve erkek için kıyafetleri ayırmakla kalmamış, çocukların daha küçük yaştan itibaren kendi cinsleri için tecviz edilen kıyafetlere alıştırılmalarını emretmiş olmaktadır.
Rivâyetler, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in “Kadınların süssüz oluşlarını kerih bularak“ ipekli kumaş, parlak renkler ve kına, halhal, küpe, bilezik, gerdanlık gibi örfte mevcut çeşitli süs unsurlarıyla daha câzib ve erkeklerinkinden farklı bir kıyafeti tecviz ettiğini göstermektedir. Bu cümleden olarak: “Fâtıma'nın sürme maddesini (tîb) çok yapın, zira o da diğer hemcinsleri gibi bir kadındır“ dediğini, “eliyle inci dizerek“ eşlerinden birine verdiğini, evlenme sırasında kızı Zeyneb'e kolye hediye ettiğini, Necâşî'den hediye gelen bir altın yüzüğü kız torunu Ümâme'ye verdiğini vs. görmekteyiz. Kezâ Hz. Âişe'nin meşhur ifk hâdisesine mâruz kalmasına sebep olan “kaybolan kolyesini arama hâdisesi“ bizzat Zevcât-ı Mutahharât'ın ziynet ve süs eşyalarını kullandıklarını göstermektedir.
Kadınla erkeği ayıran süs unsurlarından biri de sürme maddesidir. Bu, erkeklerde koku saçıcı fakat renksiz, kadınlarda renkli fakat kokusuz olmalıdır; Rengi dışarı akseden sürme maddesini kullanan erkekleri ve hatta erkek çocuklarını Hz. Peygamber (s.a.s.) hoş karşılamamış, bunu, biat taleplerini reddetme ve kendisine gelenlerden esirgemediği mûtâd iltifatlarda bulunmamak gibi birkısım fiili davranışlarıyla ifâde etmiştir.
Kına da kadınla erkeği ayıran bir unsurdur. Bazı rivâyetler, bunun erkekler için tahannüs (kadınlaşma) belirtisi kabul edilerek haklarında yasaklandığını göstermektedir. Ebû Hüreyre huzûr-u nebevîye getirilen elleri ayakları kınalı bir muhannesin Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından Medîne'nin Nakî' denen bir nahiyesine sürüldüğünü rivâyet etmektedir. Kına ile alâkalı olarak gelen bu rivâyetler, kadınların her an kına yakmaları hususunda bir vecîbe ifade etmez, ancak
4306] İbn Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, s. 7-8; Âlim İslâm Ansiklopedisi
- 1062 -
KUR’AN KAVRAMLARI
erkeklerden süslenme noktasında farklılık arzetmeleri gereğini te'yîd eder.
Sünnette gelen rivâyetlere dayanarak âlimler: “Haklarında terğib için, süs ve ziynetlerle kızları bezemek sünnettir“ hükmünü vermiştir. Mesleğinin, kadınları kocaları için tezyîn etmek olduğunu söyleyerek bunda devam edip edemeyeceğini soran Ümmü Ra'le'ye Hz. Peygamber (s.a.s.): “Onları kocaları için tezyîn et ve süsle“ cevabını vermiştir.
Kadın ve erkeğin kıyafette ayrılmaları, terbiyelerinde mühim bir esas olarak vaz'edilmekten başka bunun bazı müeyyedilerle korunduğunu görmekteyiz. İbnu Abbâs'dan gelen bir rivâyette: “Hz. Peygamber kadınlardan erkeğe benzeyenlerle, erkeklerden kadına benzeyenlere lânet etti“ denir. Ebû Hüreyre'nin bir rivâyetinde: “Kadın elbisesini giyen erkekle, erkek elbisesini giyen kadına lânet etti“ denir. Müsned'de İbn Ömer'den, Buhârî'de İbn Abbâs'dan yapılan tahriclerde: “Kadınlaşan erkekle, erkekleşen kadına“ lanet edildiği belirtilir. Hâkim'in bir tahricinde, “cennete giremeyecek üç grup“ sayılırken: “Ebeveyn hukukunu çiğneyen, deyyus, kadınların erkekleşenleri“ denir.
Bu mânevî müeyyideden başka fiilî müeyyideye de başvurulmuş olduğunu sünnette görmek mümkündür. Hz. Peygamber, kıyafetiyle ilgili yasağa riâyet etmeyenlere karşı daha zecrî tedbirler alarak meselenin ehemmiyetini duyurmaya çalışmıştır. Bu cümleden olarak -mütehannis ve mütereccilleri (homoseksüelleri) kastederek: “Bunları evlerinizden çıkarın“ emrini verdiğini göstermekteyiz. İbn Abbâs: “Hz. Peygamber falancayı, Hz. Ömer de falancayı (Medîne'den) sürdü“ diye isim vermeksizin bu yasağa uymayanlara uygulanan cezayı misâl verir. Hadisin şerhinde Kastalânî, Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın Enceşe adında kadınlara benzemeye özenen siyahî bir erkek köle ile Bâdiye Bintu Gaylan adındaki kadını Medîne'den sürdüğünü belirtir. İbn Hacer de Hz. Ömer'in Ebû Züeyb, Nasr İbn Haccâc, Ca'detu's-Sülemî, Ümeyye İbn Yezîd el-Esedî ve Mevlâ Müzeyne ismindeki şahısları Medîne'den sürdüğünü, Ebû'l-Hasan el-Medâyînî'nin Kitabu'l-Muğarrebîn adındaki te'lifine dayanarak, kısaca sürülüş sebeplerini de vererek kaydeder. Âmirî de Hz. Peygamber devrinde dört muhannis bulunduğunu bunlardan hiçbirinin “kadınlara teşebbüh“ten başka fâhiş bir cürüm işlemediklerini belirtir.
Teşebbühle sadece libâs veya süslenme unsurlarındaki benzemenin kastedilmediğini de belirtelim. İbn Hacer, Buhârî'nin İbn Abbâs'tan tahrîcini îzah sadedinde Taberî'nin yasaklanan benzemeyi, “libâs ve ziynette benzemek“ olarak yaptığı açıklamaya “konuşma ve yürümede de benzeme“yi ilâve eder ve der ki: “Libâsın şekli her beldenin âdetine göre değişir. Bir yerde libasta kadınla erkeğin kıyafeti aynı olabilir. Fakat her hâl u kârda kadınlar iyice bürünmek ve örtünmekle (ihticâb ve istitâr) temâyüz ederler.“
Rivâyetler kıyafet kavramına sadece libâs, ziynet ve sürünme maddelerinin değil, ayakkabılarının da girdiğini, her cinse, karşı cinse ait olan ayakkabıyı giymesi yasaklandığını göstermektedir. Misâlimizde erkek ayakkabısı (na'l) giyen kadın hakkında sorulunca Hz. Âişe'nin: “Rasûlullah, erkekleşen kadınlara lânet etmiştir“ diye cevap verdiği kaydedilir. 4307
4307] Âlim İslâm Ansiklopedisi
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1063 -
Tesettür İçin Çarşaf Şart mıdır?
Cilbâb; Sadece Çarşaf Anlamına mı Gelir? Âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emreder ve açmalarını haram kılar; fakat örtmek için yeni bir elbise modeli getirmez; “hımâr: Baş örtüsü“, “cilbâb: Dış giysi“ gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmeleri emredilir. Bazı kimseler Kur'an'daki: “Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanımmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.“4308 âyetinde geçen “cilbâb“ kelimesine “çarşaf“ mânâsı vererek kadının ancak çarşafla dışarı çıkabileceğini, başka elbise ile örtünmenin câiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddiânın isâbetsiz olduğunu ve İslâm'ın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, manto gibi geniş ve kalın giysiler ile de, daha başka ülkelerdeki meşrû farklı giysilerle de olabileceğini gösteren deliller vardır:
1- Nûr sûresindeki âyette4309 başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr, başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir. Aynı âyette geçen “cüyûb“ ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.
2- “Cilbâb“ kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mânâ şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise. Bu kadar mânâ içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.
3- Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince, ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah'ın arkasında namaz kılmışlardır. Bu rivâyet, cilbâba çarşaf değil; başörtüsü mânâsı verildiğini göstermektedir.
Cahiliyyette insanların birçoğu, terbiye ve edepten yoksundu. Ahlak, iffet ve namus meselesi lafta idi. Bugün olduğu gibi kadın açılıp saçılıyordu, vücudunun bazı çekici yerlerini göstermekle böbürleniyordu. İlâhî rahmet olarak gelen İslâm dini, tefessüh etmiş bu insanlığı ıslah etmek için birtakım emir ve prensipler getirdi. Bunlardan birisi de kadının cilbab ile örtünmesini emreder. 24/Nûr sûresi, 31. âyetinde mü’mine hanımlara emredilen “cilbab“ın mâhiyeti hakkında birkaç görüş vardır:
1- Cilbab, bütün vücudu örten uzun gömlek veya entaridir.
2- Entari üzerine giyilen geniş elbisedir.
3- Başı, boynu ve çevresini örten atkıdır.
4- Üst tarafı göbeğe kadar örten ve rida' denilen örtüdür.
Sibeveyh'in üstadı olan Halil: “Bu mânâlardan hangisi kasdedilirse câizdir“ diyor. Müslüman kadın, el ve yüzü müstesnâ bütün vücudunu örtmek mecburiyetindedir. Bir kimse buna inanır fakat uygulamazsa günahkâr olur. Amma inkâr ederse dinden çıkar, mürted olur. İslâm'ın kabul etmediği te'villere başvurup
4308] 33/Ahzâb, 59
4309] 24/31
- 1064 -
KUR’AN KAVRAMLARI
halkın inancına şüphe karıştırmak sapıklıktır. Tesettürün dinen makbul olabilmesi için birkaç şartı vardır, onlara riâyet etmek gerekir:
1- Elbise, vücudu gösterecek tarzda ince,
2- Nazar-ı dikkati çekecek kadar süslü ve renkli,
3- Vücudun hatlarını gösterecek şekilde dar olmayacaktır.
Bir memlekette pardesü, manto giymek âdet ise, dar olmamak şartıyla onu giymekte beis yoktur. Çünkü İslâm dini, erkek için de kadın için de belli ve mu'ayyen bir kıyafet getirmemiştir. Her memleketin kendisine has bir giyişi vardır. Hatta buranın çarşafı Suriye, Irak ve Hicaz'da giyilen çarşafa benzemiyor. Anadolu’nun çeşitli vilâyetlerinde giyilen çarşafın bile birbirinden farklı olduğunu görüyoruz. İran’da çarşaf olarak kullanılan çadur denilen tek parça bürünülen bir kumaş olduğu halde Çarşamba’nın çarşafı çok farklı biçimde dikiliyor. Yani, “illâ şu veya bu kıyafet çeşidi şarttır“ demek doğru değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki, önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elbisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır.
Kibir İçin Giyilen Kıyafetin Ölçüsü Var mıdır? Kibir için giyilen elbiseye bir ölçü tayin etmek zordur. Bayağı elbiselerle insan kibre kapılabileceği gibi, çok değerli elbiselere kibir duymadığı da olabilir.
Allah Rasûlü, kalbinde zerre miktarı kibir olanın Cennete giremeyeceğinden haber verirken, elbise ve benzeri şeylerin güzel olması insanın hoşuna gider diyen sahâbîye de, “Bunlar güzel şeylerdir: Allah güzeldir, güzeli sever. Fakat kibir, Hakkı tanımamak ve insanları hakir görmektir“ buyurmuşlardır. 4310
Aynı anlamda İbn Hacer, “Izarını kibirle çekene Allah rahmetle nazar etmez“ hadis-i şerifini şerh sadedinde şöyle der: Bu konudaki delillerden anlaşılan şudur ki, Allah'ı düşünerek, O'na şükrederek, kendisi gibi olmayanları hakir görmeksizin, üzerinde ALlah'ın nimetini izhar gâyesiyle giydiği güzel elbiseler, son derece değerli olsalar bile mubah olan şeyler oldukları sürece kişiye zarar vermez.“4311 Nevevî de, “Hadisin zâhiri, elbiseyi kibirle çekmekle mukayyeddir. Bu da haramlığın kibre bağlı olduğunu gösterir. Şâfiî de bunu böyle tasrih etmiştir“ der. 4312
Kibir inkârda önemli bir rol oynadığından Allah Teâlâ Kur'ân'da kibirden ve bu kelimenin türevleri olan istikbâr, müstekbir ve kibriya'dan sık sık bahsetmektedir. Hz, Nuh (a.s.) oğluna vasiyet ederken “iki şeyden seni menederim, biri şirk diğeri kibirdir“ buyurmuştur.4313 Ebû Reyhâne (r.a.) Hz. Peygamber’den (s.a.s.) şöyle rivâyet etmiştir: “Cennete kibirden hiçbir şey (hiçbir kibirli kimse) giremez.“ Orada bulunanlardan biri şöyle dedi: “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, kamçımın şaklaması ve ayakkabımın sağlamlığı ile güzel görünmekten hoşlanırım, bu kibir midir?“ Hz, Peygamber (s.a.s.) “Hayır, bu kibir değildir. Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir, hakkı
4310] Muhammed ez-Zebidî, age. VN/347-48
4311] Ibn Hacer, age. XN/372
4312] Muhammed ez-Zebîdî, age. VN/347-48
4313] Ahmed bin Hanbel, I/170
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1065 -
küçük görmek ve başı-gözü ile (küçük görerek) insanlarla alay etmektir.“ 4314buyurdu. Bu hadis-i şerif hak karşısındaki alay ve inkârın kibir olduğunu anlatmakla birlikte insanlarla alay etmenin kibirden kaynaklandığına işaret etmektedir. Hz. Peygamber yanında sol eli ile yemek yiyen bir adama “sağınla ye“ demiştir. Adam ‘sağlımla yiyemiyorum’ deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yiyemez ol; Bu adamın sağıyla yemek yiyemiyorum demesi yalnızca kibrindendir.“ 4315
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan hiçbir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür (kibir) bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.“4316 Bu hadis-i şerifin Müslim'in es-Sahih'indeki bab başlığı, “kibrin haram olması ve bunun açıklanması“ şeklindedir. Buradan da anlaşılacağı gibi kibir haram olan kötü huylardan birisidir. Hadisteki ifade kibirli insanın cennete giremeyeceğini anlatmaktadır. Ancak buradaki kibir, Allah'a ve Peygamber’e (s.a.s.) karşı olan kibirdir. Ahlâkî bir özellik olarak kibir, başkalarını küçük görmek ve onlarla alay etmek anlamıyla düşünülürse bu özellik insanı dinden çıkaran bir özellik değildir. Ancak haramdır, insanı dinden çıkarabilecek fiiller işlenmesine sebep olabilir. Böyle bir özellik sahibi de cehennemde kibrinin cezasını çektikten sonra Allah'ın afv ve mağfiretiyle cennete girecektir, Nitekim bir âyet-i kerime'de Allah Teâlâ: “Biz onların kalblerindeki kin ve hasedi çıkaracağız.“4317 buyurarak, cennete giren insanların kalbinden dünyadaki ahlâkî kusurlarının temizleneceğini anlatmaktadır.
Bu konudaki bir başka hadis-i şerif şöyledir: “Kendini büyük gören yahut kibirli kibirli yürüyen kimse Allah'ın huzuruna, Allah kendisine gazablanmış olarak çıkar.“ (Ahmed bin Hanbel, II/118). Bu hadis kibirlinin âhiretteki durumunu gözler önüne sermektedir. Bu tür bir gazab-ı ilâhiye sebep olarak Hz. Peygamber insanın elbisesini sürüyerek çalım satmasını ve kibirlenmesini de göstermiş ve: “Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarı ile bakmaz.“4318 buyurmuştur. Bu hadis-i şerifler ahlâkî bir kusur olan kibrin Allah nezdinde ne derece kötü kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir başka kibir şekli olan hakka karşı büyüklenmek ise kâfirlikle bir kabul edilmiş ve lânetlenmiştir. Hz, Peygamber şöyle buyurur: “Mütekebbirler kıyâmet gününde, insan şeklinde küçük karıncalar gibi hasredilir. Bütün her taraflarından zillet onları kuşatır...“ 4319
İslâm bir ahlâkî kusur olan kibri yasaklamıştır. Böyle bir kibir haramdır, Allah'ın rahmetinden kovulma sebebidir. Ancak bir kibir daha vardır ki Kur'an bunu “Müstekbir“ ifadesiyle ifade etmiştir. Müstekbirler Allah'ın arzında bizzat kendi güzelliklerini tesis etmek için gayret gösteren azgınlar ve zorbalardır. Bunlar Allah'ın kullarını kendi köleleri yapmak için Allah'ın dinine karşı büyüklenirler. Allah Teâlâ bu çeşit insanlar için şöyle buyurmaktadır: “İşte âhiret yurdu; Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuk çıkarmayı istemeyenlere (armağan) kılarız. Âkıbet (Güzel sonuç) muttakîlerin/takvâ sihiplerinindir.“ 4320
4314] Müslim, İman 47; Ahmed bin Hanbel, lV/133-134
4315] Müslim, Eşribe, 107
4316] Müslim, İman 147, 148, 149; Ebû Dâvud, Libâs 26; Tirmizi, Birr 610; Ibn Mâce, Mukaddime 9, Zühd 16
4317] 15/Hicr, 47
4318] Müslim, Libâs 42
4319] Tirmizî, Kıyâme 47; Ahmed bin Hanbel, II/179
4320] 28/Kasas, 83
- 1066 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hanımlar Başlarını Açarak Okullarda Okuyabilir mi? “İslâm'a hizmet etmek gâyesiyle (ekmek parası için değil) okuduğunu söyleyen bir bayan, aksine müsaade edilmiyorsa, başını açarak okuyabilir mi? ‘Evet’ denirse, okuyabileceği okullar sınırlı mıdır?“
Bu soruya birkaç açıdan bakılabilir:
1. Setr-i avret farz-ı ayn; emir bi'1-ma'ruf ise, farz-ı kifâyedir: Kişinin önce farz-ı ayn'la mükellef olacağı açıktır. Sonra farz-ı kifâye ile mükellef olanlar, şarktan garba kadar öncelikle o meseleyi bilenlerdir. 4321
2. Kadınların başlarını açmaları halinde mefsedete sebep olacakları açıktır. Çünkü bunda naslara doğrudan muhâlefet vardır. Bu şekilde okumaları durumunda İslâm'a hizmet edecekleri ise kesin değildir. Yarın, yaşadıkları gibi inanmaya başlamayacaklarını kimse garanti edemez. Zira yaşadığının doğru olduğunu savunmak, insanın tabiatında olan psikolojik bir vâkıadır. Allah Rasûlü, “Giyim şekilleri birbirine benzerse, kalpler de birbirine benzer“ buyurur.4322 Öyleyse, kesin olan bir maslahat, zannî olanla nasıl değiştirilebilir?
3. Hâl-i hazırda İslâm'a hizmet etmek isteyen bayanların, bu işi gerçekleştirebilecekleri yegâne yolun, başlarını açma zorunluluğunu koyan okullardan mezun olmak olduğunu kabul imkânsızdır. Öğrenmek ve kültür ayrı şeydir; diplomalı olmak ayrı şey. Bu işi diplomasız, sırf hasbî olmak kaydıyla, ama bilerek yapanların çok daha başarılı olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, gâye hizmetse, yapılacak iş, ilmi ve kültürü arttırmak ve İslâm'ı sahih esaslara göre öğrenmeyi temine çalışmaktır. 4323
Kadının Pantolon Giymesi: “Önemli olan avretini örtmek olduğuna göre, kadının bunu pantolon giyerek sağlaması yeterli olmaz mı?“
Bilindiği gibi, kadının giyiminde aranan şartlardan biri de erkek elbisesine benzememesidir. Rasûlullah Efendimiz'in (s.a.s.) “Allah kadına benzeyen (kadınlaşan) erkeğe ve erkeğe benzeyen (erkekleşen) kadına lânet etmiştir“ hadîs-i şerîfleri, öncelikle giyim-kuşamdaki benzeyişi anlatır. Buna göre erkek gibi pantolon giyinen bir kadın, avretini örtme emrini yerine getirmiş olsa bile erkeğe benzememe emrini yerine getirmediğinden günahtan kurtulamaz. Giydiği pantolon dar olur da vücut hatlarını ortaya koyarsa, fitneye (helâl olmayan cinsel duygulara) sebep olacağı için ayrıca günah işlemiş olur. Ancak, kadınların “cilbâb“larının (dış elbiselerinin) altından pantolon giymeleri mahzurlu olmadığı gibi, tam tersine, övülen bir uygulamadır.
Hz. Ali’nin (r.a.) aktardığına göre: “Bulutlu ve yağmurlu bir günde Bâkî mezarlığında Rasûlullah'la beraberdik. Merkebe binmiş bir kadın geçiyordu. Merkepten düşecek oldu da Rasûlullah (bir yeri açılır endişesiyle) ondan yüzünü döndü. Orada bulunanlar: Kadının pantolonu (sirvalı) var (üzeri açılmaz) dediler de Rasûlullah: “Pantolonlar (sirvaller) edinin. Çünkü onlar en iyi örten elbiselerinizdendir. Kadınlarınızı da dışarı çıktıklarında onlarla koruyun.“ buyurdular.“4324 Bir başka
4321] İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV/123
4322] Sihâbüddîn el-Nafacî, Nesîmu'r-Riyad Şerhu Şifâi'l-Kadı Iyâz I/590
4323] Âlim İslâm Ansiklopedisi
4324] Hadîsi; Ukaylî, Ibn Adîy (Kâmil'de) ve Beyhakî (el-Edep'te) rivâyet etmişlerdir. Suyûti "zayıf" işaretini koymuştur. bk. Münâvi, Feyzu'1-Kadîr I/109-110
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1067 -
rivâyette ise, kadının o giysisi hoşuna gittiğinden ötürü: “Allah sirval giyen kadınlara merhamet eylesin.“ buyurdular.4325 Hattâ bizzat Rasûlullah Efendimizin de “sirval“ satın aldığı rivâyet edilmiş ve kendisinin giydiği bilinmediğine göre, hanımları için satın almış olabilir, denmiştir.4326 Ne var ki, bu her iki hadîs de zayıftır ama, aksi de söylenmediğine göre, bunlarla amel edilmesinde bir sakınca yoktur. Yani bayan, pardesü veya çarşaf cinsinde dış elbisesinin altından pantolon (sirval) giyebilir. Bunu daha iyi örtünmek için yapmışsa güzel bir iş yapmış olur. Ancak hadislerde geçen “sirval“i tamı tamına bugünkü pantolonlar gibi anlamak da tam doğru olmaz. Hanımlar için özel pantolon olmalı, erkek pantolonunun aynısını iç kıyâfet olarak da olsa giymekten sakınılmalıdır. Allah'u a'lem, aslında Anadolu kadınlarının giydiği ve “dizlik“ tabir edilen uzun içdonu “sirval“ tarifine daha yakındır.
Kadının Saç Kestirmesi: Kadının saçını kısaltması câiz, tıraş etmesi ise mâzeret yoksa haram görülmüştür. Peygamberimiz kadının saçlarını traş etmesini yasaklamıştır. Hacda ihramdan çıkılırken erkeklerin saçlarını traş etmeleri istenirken, kadınların saçlarını, dörtte birini keserek kısaltmaları istenmiş, Peygamber Efendimiz; “erkeklere traş, kadınlara kısaltma vardır.“4327 buyurmuştur. Ancak erkeklerin kadınlara benzemesi yasaklandığı gibi, kadınların da erkeklere benzemesi yasaklandığından, kadın saçlarını, erkek saçına benzeyecek ölçüde kısaltırsa bu da haram olur. Kadın ile erkeğin, saç modelleriyle de birbirinden ayrılmaları gerekir.
Kadın saçlarını kocasının emriyle de kesse (yani tıraş ettirse) günahkâr olur. Çünkü; Hak'ka isyanda mahlûka itaat yoktur. Kadının saçlarını kuaföre kısalttırmasına gelince, bunu yabancı erkeklere görünmek için yapıyorsa, kime kısalttırırsa kısalttırsın haramdır. Erkeklere göstermemek üzere, meselâ kocasının arzusuna uyarak yapıyorsa, bir erkeğe kısalttırması yine haramdır. Kuaför ahlâklı ve müslüman bir kadın ise, yukarıda söylediğimiz gibi, erkek saçına benzetmemek üzere onun kısaltması câizdir. Tabii ki kuaförde saçlarını göstermesi haram olan kimsenin bulunmaması şartı da sözkonusudur.
Kadının Sesi: “Kadının sesi avrettir, onu dinlemek haramdır diyen olduğu gibi mubahtır diyen de var. Bu hususta nasıl davranalım?“ Soruda belirtildiği gibi kadının sesi hakkında çeşitli mütâlealar serdedilmiştir. Şâfiî ulemâsının kaydettiklerine göre kadının sesi avret değildir. Yabancı erkeklere işittirecek kadar bir kadın sesini yükseltirse günahkâr olmaz. Hanefi mezhebinde ihtilâflıdır. Ed-Durru'l-Muhtar ile İbn Abidin'e göre en kuvvetli görüş kadının sesi avret değildir. Nevâzil ve el-Kâfi ismindeki kitaplara göre avrettir. Bazı ulemaya göre namazda avrettir, onun dışında avret değildir.
Âlûsî, “kanaatime göre kadının sesi avret değildir, ancak sesi şehveti tahrik edip fitneye vesile olursa o zaman haram olur“ demektedir. Muhammed Ali es-Sâbunî de şöyle diyor: Kadının sesi fitneye vesile olmazsa avret değildir. Zira Peygamber (s.a.s.)'in zevceleri Peygamber'in hadislerini nakledip rivâyet ederler ve içinde yabancı erkek bulunan cemaatle konuşurlardı.
Kadının sesinin avretliği konusunda, ne Kur'ân-ı Kerim'de, ne de Efendimizin
4325] Hadîsi; Dârakutnî (el-Efrâd'da), Hâkim (Tarihinde), Beyhakî (Su'abul-imânda), Hatîp (el-Müttefek'te) rivâyet etmişlerdir. Münâvî zayıf oluşunu anlatır. bk. IV/22-23
4326] Münâvî, a.g.e. I/110
4327] Ebû Dâvûd, Menâsik 7, 8; Nesâî, Ziynet 4; Tirmizî, Hacv 75
- 1068 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hadîslerinde bir açıklık vardır. (Bir yasak bulunmayan uygulamanın haramlığı da iddiâ edilemez.) Bazı Hanefî bilginler bu konuyu şöyle açıklamışlardır: Allah Kur'ân-ı Kerîm'inde, kadınlar, başkalarına duyurmak için ayaklarını yere vurup ses çıkarmasınlar buyuruyor. Ayaklarının sesini duyurmaları haram olursa, kendi sesleri öncelikle haram olur. Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.); “İmam namazda yanılırsa onu, erkekler “subhanellâh“ diyerek, kadınlar da el çırparak uyarır.“4328 buyurur. Hac sırasında okunan “telbiye“ duâsını erkeklerin yüksek sesle okuması sünnetken, kadınların seslerini yükseltmeleri yasaklanmıştır. Bunlar da kadının sesinin avret olduğunu gösterir. 4329
Ancak Hanefîlerin diğer bölümü ile geriye kalan mezheplerin bilginleri kadının sesinin avret olmadığını söylemişler ve bunların görüşleri daha çok kimse tarafından benimsenmiştir. Bunlar da konuyu şöyle açıklarlar: Kadının ayağını yere vururken çıkardığı ses değil, bu davranışıyla dikkatleri üzerine çekmesi ve fitneye sebep olması haramdır. Namazda ve hacda sesini yükseltmesinin haram olması da aynı şekilde izah edilir. Kaldı ki, ihtiyaçları için kadınların evden çıkmalarına Hz. Peygamber izin vermiştir. Dışarıya çıkan, ihtiyacını ancak konuşarak giderebilecektir. Sonra ashâb, Peygamberimizin hanımlarına sık sık fetvâ sorarlardı. Kur'ân-ı Kerîm bunu yasaklamamış, bir şey istedikleri zaman perde arkasından istemeleri hükmünü getirmiştir.4330 Demek ki kadının sesi avret, yani haram değildir. Ashâb döneminde kadınların sık sık mescide geldikleri ve erkeklere soru sordukları çok rastlanan bir olaydır.
Ne var ki, böyle diyen bilginlerin bazıları da, kadının sesi nağmeli olursa, ya da fitneye sebep olacağından korkulursa haram olur. Çünkü Allah kadınların seslerini kadınsı biçimde inceltmelerini yasaklamıştır4331 demektedirler.
Bu anlatılanlardan şu ortak sonuca varılabilir: Kadın her şeyiyle olduğu gibi sesiyle de çekici, büyüleyici ve tahrik edicidir ve aslında bu onun çirkin olduğunu değil, güzel olduğunu gösterir. Birer nimet demek olan çekici yönlerini, bu arada sesini, fitneye sebep olmak ve tahrik etmek için kullanırsa, yani konuşmasını kırıla döküle ve kadınsı biçimde yaparsa, ya da nağmeli sözlerle, normal konuşurken zaten tahrik edici olan sesini daha da etkileyici hale getirirse, sesi avret olduğundan değil de, fitneye sebep olacağından haram olur. Bu konuda da ölçü, kadının dişiliğiyle değil, kişiliğiyle konuşmasıdır. Kahkaha atmak, iffetli bir hanıma yakışmayacak tarzda şuh ifade veya yapay çekicilikler oluşturarak konuşmak, şarkı gibi yabancı erkeklerin hoşuna gideceği makamlı terennümler, cıvık tavır ve edâlı sözler haram olur. Normal şekilde konuşmanın ise sakıncası yoktur.
Kadının yüzü veya vücudunun başka bir tarafı aynadan görünse ona bakmak câiz midir? Aynaya akseden kadının yüzü veya vücudunun başka bir tarafına bakmak dinen caizdir. Çünkü o hakiki değil hayalidir. Ancak fitneye vesile olduğu taktirde hayali de olsa haram olur. Kadın fotoğrafı ile televizyonda görünen kadın da böyledir. Yani hayal olduğu için fitneye vesile olmadıkça ona bakmak. İslâm dininde söz konusu olan haram nazar sayılmaz. Ama fitneye ve
4328] Buhârî, Sehv 9; Nesâî, İmâmet 7
4329] bk. Ibn Âbidîn I/406
4330] 33/Ahzâb, 53
4331] bk. 33/Âhzâb, 32; Ibn Âbidîn, Mahlûf, el-Fetâvâ'ş-Şer'iyye I/342
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1069 -
ahlakın bozulmasına vesile olursa haram olur. 4332
Giyecek ve Süslenmede Haramlar
a- Giyinmekten Maksat: İslâm giyinmekten iki maksat güdüyor: Örtünmek (tesettür) ve güzel görünmek (ziynet). “Ey Âdemoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giysi ve sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takvâ örtüsü ise bundan daha hayırlıdır. Allah’ın bu âyetleri öğüt almanız içindir. Ey insanoğulları! Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı, babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın...“ 4333; “Ey Âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin...“ 4334
Bu âyetler örtünme ve kendine çeki-düzen verme konularında itidal sınırlarını çiziyor; açılıp saçılmayı da yakışıksız, rüküş giyinmeyi de mahkûm ediyor.
b- Kıyafet Temizliği: Kılık kıyafetin tesettüre uygun (örtücü) ve güzel olması yanında temizliği de İslâm’ın tâlîmâtı arasındadır: “Temizlenin, çünkü İslâm temizdir.“4335 Müslüman toza toprağa karşı açıkta kalan el, kol, yüz, ayak gibi uzuvlarını günde birkaç kere yıkamaya mecbur edilmiştir (abdest). Haftada bir iki kere bütün vücudunu yıkayacaktır (gusül).
Bir adam saçı, sakalı dağınık bir şekilde Rasûlullah’a gelmişti. Peygamberimiz (s.a.s.) düzeltmesini isteyen bir işarette bulundu, o da düzeltti. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Birinizin şeytan gibi saçı başı dağınık gelmesinden bu (şekil) daha iyi değil midir?“4336 Bir başkasını pasaklı bir elbise içinde görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Bu adam, elbisesini yıkayacak bir şey bulamamış mıdır?“4337 Düşük kaliteli bir elbise içinde kendisine gelen bir adamla aralarında şu konuşma geçmiştir: Rasûlullah (s.a.s.): “Malın var mı?“ Adam: ‘Evet’ “Hangi çeşit mal?“ ‘Allah bana her çeşit maldan verdi.’ “Madem ki Allah sana mal verdi, şu halde nimet ve ikrâmının eserini/izini üzerinde görsün!“ 4338
c- Altın ve Hâlis İpek Erkeğe Haramdır: Hâlis/saf ipek veya malzemesinin çoğu ipek olan giyecekler ile altını erkeğin giyecek, süs ve eşya olarak kullanması haramdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ipeği sağ eline ve altını sol eline alarak: “bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır“
Altın ve gümüşü kadının yalnızca ziynet eşyası olarak kullanmasına izin veren İslâm’ın erkeklere bunu haram kılmasının hikmetleri olarak şunları söyleyebiliriz:
Bu iki maden ve özellikle altın, asırlar boyu ya doğrudan doğruya para olarak, yahut da para karşılığı teminat olarak kullanılmış, ekonomide büyük rol oynamıştır. Bunların ziynet ya da eşya olarak kullanılması ekonomiyi menfî yönde etkileyecektir. Yine, bunların ziynet ve eşya olarak kullanılması, toplama faydalar sağlayacak olan büyük bir sermayenin âtıl kalmasına sebep olmaktadır. Yine, Allah’ın erkekler için takdir ve tensîb buyurduğu fıtrat ve karakter altın ve ipekle
4332] Âlim İslâm Ansiklopedisi
4333] 7/A’râf, 26-27
4334] 7/A’râf, 31
4335] Tirmizî, Edeb 41
4336] Muvattâ, Şa’r 7
4337] Ebû Dâvud, Libâs 14; Ahmed bin Hanbel, 7/357
4338] Ebû Dâvud, Libâs 14; Tirmizî, Birr 63, Edeb 45
- 1070 -
KUR’AN KAVRAMLARI
süslenmeye muhtaç ve uygun değildir. Bunlarla birlikte, üste, başa; ele ayağa; eve barka serilmiş servetler dikkat, gıpta ve haset celbederler; sosyal adâlet duygusunu rencide ederler, fesâda sebep olurlar. İslâm, insanın maddî hayatı ile rûhî ve mânevî hayatı arasında ideal bir dengeyi hedef almıştır. Dışa bu ölçüde ihtimam rûhî hayatı zedelemekte, tekâmülü engellemektedir.
Kadına gelince: Onun fıtratı süse ve ziynete daha elverişlidir; diğer vasıflar yanında erkekte yiğitlik, kadında güzellik aranır. Kadına ziyneti tümüyle yasaklamak onun fıtratına ters düşer ve ağır gelir. Şâri’ onlara bu konuda ruhsat vermiş, fakat yabancı erkeklerden sakınmalarını emretmiş, ziynetlerini yoksullara iyreti/karşılıksız vermelerini tavsiye buyurmuştur.
d- Kadının Elbisesi: İslâm kadının, nâmahrem olanlara karşı örtünmesini emretmiştir. Kadın kıyafetinin şu üç ölçüye uygun olması şarttır:
1) Kadının elbisesi, vücudunu göstermeyecek kadar kalın olacaktır.
2) Göğüs, bel, kalçalar gibi şehvet çekici uzuvları teşhir edecek kadar sıkı ve dar olmayacaktır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki ben onları (dünyada) görmedim: Birincisi, yanlarında bulunan öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimseler. İkincisi, giyinmiş çıplak, (kalçasını) oynatan, salınarak yürüyen, başları, salınan deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler, onun kokusunu da alamazlar; hâlbuki onun kokusu mesâfelerin ötesinden alınır.“4339 Bu hadiste geçen “giyinmiş çıplak“ ifadesi “bazı yerlerini örtüp bazı yerlerini açan veya ince/şeffaf veya dar elbise giyen kadınlardır“ şeklinde açıklanmıştır. Bu ifadeyi, “örtülü olmalarına rağmen davranışları ile karşı cinsin cinsî duygularını tahrik eden kadınlar“ şeklinde anlamak da mümkündür.
3) Kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye özenmeyecektir. Her iki cinsin kendilerine âit özellikleri ve buna uygun kıyafetleri vardır. Karşı cinse özenti bir ruh bozukluğu ve ahlâkî sapıklıktır. Bu sebeple Peygamberimiz erkeğin kadın, kadının da erkek elbisesi giymesini men etmiş,4340 karşı cinse benzeme özentisini lânetlemiştir. 4341
e- Süslenme: İ’tidâl dini olan İslâm, insanların yaratılıştan mevcut özellik ve güzelliklerini belirli hale getiren süsü, boyamayı, takınma ve giyinmeyi -bazı şartlarla- mubah kılmıştır. Ancak fıtratı, yaratılışın verilmiş özellik ve şekilleri değiştirme mânâsında süs, makyaj ve değiştirmeleri yasaklamış, bunları şeytanî saymıştır; çünkü şeytan şöyle demişti: “Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler.“4342 Yaygın olan bazı süsleme ve değiştirme çeşitlerini sıralayalım:
1) Dövme yaptırmak ve dişlerin şeklini değiştirmek: Hz. Peygamber (s.a.s.) vücuduna dövme yaptıran ve yapana, (normal) dişleri yontarak şeklini değiştiren ve bunu yaptırana lânet etmiştir4343. Tıbbî ve estetik bakımlardan normal olan dişleri, moda olan şekle uydurmak için söktürüp yaptırmak câiz değildir. Gerek iğne batırıp açılan deliklere boyalı maddeler dökerek yapılan dövme ve gerekse
4339] Müslim, Libâs 125
4340] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
4341] Buhârî, Libâs 61; Ebû Dâvud, Libâs 27; Tirmizî, Edeb 34
4342] 4/Nisâ, 119
4343] Müslim, Libâs 119; Buhârî, Libâs 82-87
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1071 -
diş minelerini mahveden dişleri seyrekleştirme/yontma işinin sağlık yönünden de zararlı olduğu bilinmektedir.
2) Estetik ameliyat: Büyük paralar sarfıyla burun, çene, göğüsler gibi uzuvların şeklini değiştirmekten ibâret olan estetik ameliyatın da yukarıdaki âyet ve hadislerde belirtilen haram kapsamına girdiği anlaşılmaktadır. Ancak, insanı aşağılık kompleksine iten, toplum içinde mânen işkence çekmesine sebep olan bir anormallik veya fazlalık olursa bunun izâlesi tedâvi mâhiyetindedir. Peygamberimiz (s.a.s.) güzellik için dişlerini seyrekleştirenleri lânetlemiştir.4344 Burada geçen “güzellik için“ kaydı, bir ihtiyaç sebebiyle yapılan ameliyeleri istisnâ etmektedir.
3) Kaş aldırmak: Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) lânetine kaş aldıran ve alanlar da dâhildir.4345 Kaş aldırmak, kaşın kıllarını yolarak iyice inceltmek ve kaşı yukarıya almak sûretiyle yapılmaktadır. Bu, hilkati değiştirme mâhiyetindedir. Ancak, kadının yüzünde biten kılları aldırmasını birkısım İslâm ulemâsı câiz görür.
4) Peruk takmak: Rasûlullah'ın menettiği ve lânetlediği şeylerden biri de saçı dökülen veya dökülmeyen kimselerin başlarına başkalarının saçlarını koymaları veya bunları eklemeleridir. Saç takma ve eklemede hem tabii şekli değiştirmek, hem de karşısındakini yanıltmak, ona genç görünmek vardır ki, İslâm bunları hoş görmemiştir.
5) Saç ve sakalı boyamak: Peygamberimiz’in (s.a.s.) çağında yahûdi ve hristiyan ihtiyarları ağaran saç ve sakallarını boyamazlardı; onlara benzemesinler diye yaşlı sahâbiler boyamaya teşvik edilmişlerdir.4346 Boyanın rengi üzerinde durulmuş, siyaha boyamanın cevazı tartışılmıştır. Kına kırmızısı ve kırmızı-siyah karışımı bitkisel boyalarla boyamak ittifakla câizdir. Kadınların siyaha boyamaları genellikle câiz görülmüştür. Rasûl-i Ekrem'in, kâfirlere benzememek için saç ve sakal boyama emri “teşvik emri“ olarak telâkki edilmiş, bu sebeple Ebû Bekir, Ömer (r. anhumâ) gibi sahâbiler boyamış, Ali, Ubey, Enes (r. anhum) gibi sahâbiler ise boyamamışlardır.
6) Sakal bırakmak: Rasûlullah: “Müşriklere muhâlefet edin (benzemeyin); sakalları bırakın, bıyıkları kırpın.“4347 buyurmuştur. Bu ve benzeri hadisler ile tatbikata bakan cumhûr sakalı tıraş etmenin haram olduğu neticesine varmışlardır. Kadı Iyâd, bunun mekruh olduğunu söylemiştir. Aynı mâhiyette olan boyama emrini yerine getirmenin farz ve terkinin haram sayılmaması bu görüşü destekler. Bazı çağdaş âlimler bunun bir âdet meselesi olduğunu düşünerek mubah olduğunu söylemektedirler. Karadavî, sakalı tıraş etmenin mekruh olduğu görüşündedir. 4348
Ziynet: Yukarıda mealini verdiğimiz Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- kimseye ziynetlerini göstermemelerini emrediyordu. Ziynet, kadını güzel gösteren yüz, saç, makyaj, takı ve mücevherât, elbise gibi şeyleri içine almaktadır. Âyette bunlardan hangisi kastedilmiştir? “Kendiliğinden açılan, açılması, gösterilmesi doğal olan“ ziynet nedir? Cumhûra göre elbise,
4344] Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
4345] Ebû Dâvud, Teraccül 5; Buhârî, Libâs 82, 84; Müslim, Libâs 120
4346] Buhârî, Enbiyâ 50, Libâs 67; Müslim, Libâs 80
4347] Buhârî, Libâs 63, 64
4348] Yusuf el-Karadavî, İslâm'da Helâl ve Haram, Hilâl Y., s. 98-100
- 1072 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kapanması gereken ziynete dâhil değildir. Buradaki ziynetten maksad; el, boyun, baş, kol, ayak gibi ziynet takılan yerlerdir. Peki, bunlardan hangisi “kendiliğinden açılan“a dâhildir? Eski müfessir ve fakîhler arasında “dış elbiseden başka her taraf örtülmelidir“, “eller ve yüz hâriç“, “eller, bilek ve yüz hâriç her taraf“ diyenler olmuştur. Eller ve yüzün istisnâ edilmesi görüşü ağır basmaktadır.
Örtü ve Elbise: Zikredilen âyet ve hadisler kadın ve erkeğin avret yerlerini örtmelerini emrediyor ve açmalarını haram kılıyor; fakat örtmek için yeni bir elbise modeli getirmiyor; “hımâr: Baş örtüsü“, “cilbâb: Dış giysi“ gibi eskiden beri giydikleri elbise ile Şârî tarafından istenildiği gibi örtünmeleri emrediliyor. Bazı kimseler Kur'an'daki: “Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine örtü almalarını (cilbâblarını bürünmelerini) söyle; bu onların tanınmalarını ve bundan dolayı incitilmemelerini sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.“4349 âyetinde geçen “cilbâb“ kelimesine “çarşaf“ mânâsı vererek kadının ancak çarşafla dışarı çıkabileceğini, başka elbise ile örtünmenin câiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu iddiânın isâbetsiz olduğunu ve İslâm'ın istediği örtünmenin eşarp, pardesü, geniş ve kalın giysiler ile de, daha başka ülkelerdeki meşrû farklı giysilerle de olabileceğini gösteren deliller vardır:
1- Nûr sûresindeki âyette4350 başörtüsünden (hımâr) söz edilmektedir. Hımâr, başı ve yakayı örten başörtüsüdür, çarşaf değildir. Aynı âyette geçen “cüyûb“ ise gömlek ve entârinin yakasıdır. Şu halde kadınlar geniş entâri ve başörtüsü ile örtünebileceklerdir. Âyet, o zaman kadınların böyle giyindiklerine delâlet etmektedir.
2- “Cilbâb“ kelimesine tefsir ve lügatlerin verdiği mânâ şunlardan ibârettir: Başörtüsü, tepeden tırnağa örten örtü, dış elbise, örtü, başörtüsü ile ridâ arası bir elbise. Bu kadar mânâ içinden yalnız çarşafı almak ve diğerlerini reddetmek için bir delil yoktur.
3- Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre cilbâb âyeti gelince, ensâr kadınları etekliklerini ortadan yırtarak başörtüsü yapmış ve kargaları andıran siyah başlıkları ile Rasûlullah'ın arkasında namaz kılmışlardır. Bu rivâyet, cilbâba çarşaf değil; başörtüsü mânâsı verildiğini göstermektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, önemli olan usûlünce örtünmedir; elbisenin adı ve modeli muayyen değildir. Her kadın ve erkek, şart ve imkânlarına göre elsisesini seçer ve örtmesi gereken yerlerini örter. Avret yerlerini gösterecek kadar ince veya şehvet çeken yerlerini belirtecek kadar dar elbise giymekten sakınır. İnce, şeffaf elbiselerin giyilmemesi hakkında hadisler vardır.
Başörtüsü: Kadınlar için Allah'ın emirlerine uygun olarak örtünme, iman alâmetidir, İslâm şiarıdır. Ruhumuz gibi, vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin, belgesi olan bir ibâdettir tesettür. Örtünme; çağımızın zulüm egemenliğine karşı cihadı, başörtüsü de hürriyet bayrağıdır. Başörtüsü ve onunla beraber İslâmî tesettür, hicap ve iffet/haya, müslüman bayanların şiarıdır. Başörtüsü, Allah’ın emri olması yanında, nice hikmetleri de olan, müslümanın vazgeçemeyeceği bir semboldür. Bunu bilen İslâm düşmanları başörtüsüne, al görmüş boğa gibi saldırmaktan vazgeçmiyor, onu kamusal alanlardan
4349] 33/Ahzâb, 59
4350] 24/31
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1073 -
uzaklaştırmak için bütün güçlerini kullanıyorlar.
Erkek ve Kadında İslâmî Görüntü
Bir hanımın müslüman olup olmadığı, ya da İslâm’a teslimiyeti, dışarıdaki davranış ve kıyafetinden aşağı yukarı belli olur/olmalıdır. Aynen bu durum gibi, bir erkeğin de müslüman olup olmadığı, İslâmî bir kimliğe sahip olma durumu da dış görünüşüyla az çok belli olmalıdır. İşte müslüman erkek için kendi kimliğini belli edecek dışa yansıyan özellikleri, müslümanın şiarıdır. Bu da, başta sakal olmak üzere, sakalla beraber (veya ciddi bir gerekçe varsa, sakalsız olarak) müslümanca bir görünümdür.
Âtıf Hoca gibi nice İslâm âlimleri ve müslüman halktan binlerce kişi, kâfirlerin şiarı olduğu gerekçesiyle şapka giymeyi reddettikleri için idam sehpasında şehid edilmişlerdir. Günümüzde şapkanın kâfirlerin şiarı olmaktan çıktığı söylenebilir. Bunun yanında günümüzde papyon ve kravatın batıcılar tarafından ve batı uygarlığının sembolü/şiarı olduğu gerekçesiyle nice müslümanın kravat ve papyon takmadıkları bilinmektedir. “Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.“4351 Bu âyetin tefsirinde Elmalılı Hamdi Yazır, âyette geçen “ağlâl“ kelimesini kravata benzeterek şunları söyler: “Biz onların boyunlarında birtakım bağlar, kelepçeler yapmışızdır. Çünkü tomruk ve kelepçe gibi bağlar, ceza ve ukubat âletlerinden olmak itibarıyla cebrî olan fıtriyâtı değil; iktisap ile istihkaka terettüp eden cezâî bir ilzâm ifade eder. İlk nazarda, asrî medeniyetin boyun bağlarını ihtar eder gibi görünen bu “ağlâl“ hem ferdin kabiliyet-i fıtriyyesini yanlış hedeflere sevkeden bir cemiyetin sultasının fena tazyıklarını, hem de itikadlar, çirkin itiyadlar, kötü huylar, taklit, taassup, hevâ gibi küfr ü ma'siyeti hoşlandırıp imandan sakındıran fena melekelere ve keyfiyetlere nefislerin alıştıra alıştıra değişmez hale getirilmiş olmasını temsildir.“ 4352
Kılık kıyafette bâtıl din ve ideoloji bağlılarına benzememek, İslâm'ın üzerinde hassâsiyetle durduğu bir mevzûdur. Zira zâhirî benzemeler, kaynaşmalara ve rûhen yakınlaşmalara sebep olmaktadır. Meselâ; askerler ve polisler gibi aynı meslekten olup, aynı tip elbise içinde görülen insanlarda rûhî bir yakınlaşma kaçınılmazdır. Kezâ, saç, sakal, bıyık şekilleri bir olan ve bu birlikleri hususuyla bir kaynaktan kaynaklanan ve bir gâyeye yönelik olan kişilerde de aynı rûhî yakınlaşmaları müşâhede ediyoruz. İslâm, mü'minlerin bâtıl din ve ideoloji mensuplarıyla kaynaşmasını câiz görmediği içindir ki, kılık kıyafet mevzuunda müslümanları bağlayıcı emirler ve yasaklar koymuştur.
Sakal ve bıyık: Sakal ve bıyık şeklinde İslâm'ın dışındaki yabancı ümmetlere; bâtıl din ve ideoloji mensuplarına benzenilmemesi konusuna dinimizde çok büyük bir önem verilmiş, sözlü ve fiilî sünnette açıkça belirlenmiş şekliyle sakal ve bıyık, dinin şiarlarından kabul olunmuştur. Değişik lafızlarla bize intikal eden emirlerinde Peygamberimiz (s.a.s.); “Sakalınızı uzatın; bıyıklarınızı kısaltın“ buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.s.) bu emirlerini verirken, çok defa “Müşriklere, mecûsilere, yahûdilere muhâlefet edin“ buyurmuş, bu konudaki emrinin yabancı ümmetlere benzenilmemesi hikmetine dayandığını açıklamıştır. Bu hikmetin
4351] 36/Yâsin, 8
4352] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 6, s. 4010
- 1074 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yanısıra Peygamberimiz'in sakal ve bıyığı, fıtratın gereği ve erkeklerin ziyneti olarak vasıflandırması, bu konuda ümmetine bilfiil örnek olması da sakal ve bıyığı İslâmî kılığın değiştirelemez bir özelliği kılmıştır. Nitekim dört mezhepte bu konudaki nebevî hassâsiyeti tesbit etmiş ve üç mezhep imamı (Hanefî, Mâlikî, Hanbelî), Peygamberin emrini, vücûba (vâcip olduğuna) hamlederek sakal kesmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir. Beyhakî'nin bu konudaki hadis rivâyetini özetleyelim:
İran kisrâsı, Peygamberimiz'in mektupla kendisini İslâm'a dâvet etmesinden ötürü gazaplanmış, imparatorluğuna bağlı Yemen valisi Bazen'a Peygamberimizle ilgili emirler vermişti. Kisrânın emri üzerine Bazen'ın gönderdiği İran'lı elçiler Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzuruna çıktıklarında Peygamberimiz onların sakalsız suratlarına ve uzun bıyıklarına bakmış ve şöyle buyurmuştur: “Size yazıklar olsun. Bu ne biçim sakal ve bıyık şekli?“ Onların “efendimiz Kisrâmız bize böyle emrediyor“ demeleri üzerine de Peygamberimiz şöye buyurmuştur: “Bana da Rabbim sakalımı uzatmamı, bıyığımı kısaltmamı emretti.“ 4353
Söyleniş gâyesi itibarıyla bâtıl din ve ideoloji mensuplarının bütününe şâmil kılabileceğimiz bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Râhiplerin elbiseleri (gibi yabancı ümmetlere has elbiseler) giymekten sakının. Kim onların şekillerine bürünür ve onlara benzemek isterse Benden değildir.“4354 Bu konuya ilgili diğer bir rivâyette ise Abdullah bin Amr bin Âs şöyle diyor: Hz. Peygamber, üzerimde rengi sapsarı bir elbise gördüğünde şöyle buyurdu: “Bu elbise (renk ve şekil itibarıyla) kâfirlerin elbisesidir; onu giyme!“ 4355
İslâm âlimleri; haç takınmak, zünnar bağlamak, haham, râhip, râhibe elbiselerini giymek gibi giyimdeki benzemeleri alâmet-i küfür (küfür alâmet ve şiarları) olarak görmüştür. Burada üzerinde hassâsiyetle durulması gereken husus, giyilecek elbiselerin ve takılacak rozet ve süs eşyasının yabancı ümmetlere, bâtıl din ve ideoloji mensuplarına has olup olmadıkları keyfiyetidir. Mü'minin bâtıl din ve sistemlerden birinin mensubu gibi görülmesine sebep olacak tarzda giyinmesi kesinlikle haramdır. Zira bu tarzdaki bir giyim, yabancı bir milletin bayrağını iltizam eden kişinin işlediği “hıyânet-i vataniyye“ suçu gibi, bir “hıyânet-i İslâmîyye“ suçudur.
Yakın tarihimizdeki şapka devriminin İslâm âlimleri arasında infial uyandırmasının sebebi, devrin şartları içerisinde şapkanın küfür alâmeti ve şiarı olarak değerlendirilmesi, kâfirlere benzemekten korunma gayret-i diniyyesidir. Giyimdeki benzeme, duygu ve düşüncelerin kaynaşmasına medar olması bakımından önem taşıdığı gibi, mü'minlerle bâtılperestlerin iç içe yaşadığı toplumlarda, sosyal karmaşaya sebep olması bakımından da önem taşır.
Bu konuyu akaid meselesi olarak gören ve kâfirlere has kıyafeti giyenlerin küfürlerine hükmeden âlimler de vardır. Bu konuda eski ve yeni bazı âlimlerin fetvâlarından bir-iki örnek verelim: Ebûssud Efendi'den fetvâlar: Mes'ele: “Zeyd'e sıla vâcip oldukta, yerlerine yakın yerde bir dâru'l-harp olup kefere libâsını (kâfirlere has kıyafeti) giymeyince oradan geçilmese, giydiği takdirde
4353] Hadislerin kaynakları ve bu konuda geniş bilgi için bkz. A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 166-237
4354] Taberânî, Evsat
4355] Ahmed bin Hanbel, 2/164
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1075 -
zevcesi boş olur mu?“ El-cevap: “Kefereye mahsus libâs ise bâin olur. (Kâfirlere mahsus kıyâfet ise bâin talâkla karısı boş düşer. Talâk-ı bâin, kadının yeniden evleniyorlarmış gibi rızâsı ile tekrar nikâh edilmedikçe geri alınamayacağı talâk, boşamadır. Kadın istemezse erkek zorla alamaz.) Mes'le: “Zeyd, bi-gayrı zarûretin (zarûret olmaksızın) başına yahûdi şapkası giyse, şe'an Zeyd'e ne lâzım olur?“ El-cevap: “Küfür lâzımdır.“ 4356
“Bele Zünnar (papazların bellerine bağladıkları kuşak) bağlamak gibi bazı günahlar vardır ki Kur'an ve Sünnet onları alâmet (şiar) ve dini yalanlamadan saymış, bu da şer'î deliller ile bilinmiş olduğundan, o gibi günahları işleyenlerin kâfir olduğunda nizâ (ihtilâf) yoktur.“4357; “Kâfirlere mahsus olup onlara ait bir alâmet (şiar) olarak kökleşip yaygınlaşan giysi ve rozetleri giyip takınmak; Havra ve kiliselerine girilmemiş olsa da, yahûdi ve hristiyan zünnarı takmak; Zarûret yokken mecûsi (veya müslüman olmayan herhangi bir bâtıl din mensuplarına ait) başlığı giyme... müslümanı kâfirliğe sürükleyip onlardan kılar.“ 4358
Ali Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzeme'nin Hükmü adlı kitabında, teşebbühü yasaklayıcı genel özellikteki düsturlara aykırı olan benzeme çeşitlerine örnek olarak şunları da sayar: Tâzim maksadıyla ölü veya diri siyâset vs. adamlarının fotoğraflarının evlere, resmî dairelere asılması; bandolu, resimli ve çelenkli cenâze merâsimleri; tarihî şahsiyetlerin ölümleri sebebiyle veya ölüm yıldönümleri nedeniyle toplumda yas ilân edilmesi; yılbaşı gecesi eğlenceleri; falcılık, İslâmî ölçülere riâyet edilmeden ve tesettürlü olmayan kadınlarla erkeklerin karışık olarak bulundukları düğün; misafirlere alkollü içkiler ikram edilmesi; kravat veya papyon takmak; kabirlere mum yakmak gibi şiarlardan ve bunların kesin haramlığından bahseder. 4359
Yine, kâfirler için kutsal kabul edilen şiarlardan herhangi birini kabul etmek, dinimizde kesin olarak haram kabul edilmiştir. Haç işareti, papaz kıyafeti, orak-çekiç işareti, gamalı haç, altı köşeli yahûdi yıldızı, siyonizm vb. bâtıl ideolojilerin her çeşit simgeleri/şiarları, kâfirlere ait devlet marşları, bayrak, flama ve armalar, rozetler, kâfirlere ait âyine benzeyen törenler, küfür imam ve önderlerine saygı duruşu...
Örtü İtaatin Simgesi, Hanımların İffet ve Cihad Bayrağıdır
Örtü fıtratın neticesidir. Saklı duyguların kanalize edilip İlâhî motiflere göre bezendiği desenin adıdır. Bu İlâhî motifleri, üzerinde bir elbise gibi giyip, hayatına yön ve şekil verenler vardır. Birçok insan daha vardır bu toplum içinde azımsanamayacak kadar çok olan. En az takanlar kadar takmayı arzulayanlar. Ama engellere takılanlar. Neden’i, niçin’i aşamayanlar. Fıtratın veya saklı duyguların “nârin baş tacı, başörtüsü“nün izahını yapamayanlar.
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun mantığını kabullenmeyi zorlaştıran en önemli sebeplerden biridir. Başörtüsü dinin
4356] M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhul-İslâm Ebûssuud Efendi Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, s. 118
4357] Sırrı Paşa, Nakdü'l-Kelâm fî Akaidi'l-İslâm, s. 248
4358] A. Ziyâeddin Gümüşhanevî, Câmiu'l-Mütûn, s. 76) (Naklen; A. Rıza Demircan, İslâm'da Bâtıla Benzemenin Hükmü, s. 56-65
4359] Bkz. A.g.e. s. 92-100
- 1076 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî vazifenin yapılması ile takılması bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen bir insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Allah, Kuran, Peygamber hakkında bilgi azlığı veya onlar hakkında bir şüphe varsa onu takan “kafa“ takmasının mantığını iyi izah edemeyecek, ona karşı olan “kafa“ da takılmasının mantığını kavrayamayacaktır.
Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arazinin toprağı gevşekse, yağan yağmur esen rüzgar onun toprağını ondan alıp götürüyorsa; bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine yansıyacaktır.
Bir başka misali yine evden verelim: İçinde hiçbir eşya olmayan ev için ilk önce ne lâzımdır? Biri çıksa dese ki, “vazo lâzımdır.“ Bir başkası “ayna lâzımdır“ dese; Biz bunlara lâzım olması yönü ile katılırız ama ilk olarak bunların lâzım olmadığını da söyleriz. Yani “bunlar bir evde olmazsa o ev yine olur“ deriz. Bir ev için, olmazsa olmaz şeyler ilk olarak lâzımdır. Meselâ ocak, buzdolabı, halı, koltuk, yatak ilk olarak lâzım olan şeylerdir. Bunlar olmadan diğer ufak tefek şeyler olsa da bir anlamı olmayacaktır.
Evet, aynen bunun gibi başörtüsü de lâzım olan şeyler arasında kendisini anlamlı kılacak ve olmazsa olmaz olan birtakım iman esaslarından sonra olursa bir anlamı olur. İnsanın vücudunu bir ev olarak kabul edersek ona ilk lâzım olan şey, herkesin kabul edeceği gibi sağlam bir imandır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecektir.
İçinde olması gereken iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek“ kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o bir bez parçasıdır. Olmasa da olur. Belki olmasa daha iyi olur. Tabii onlara göre...
Buraya kadar yaptığımız bir tespittir.
Başörtüsünün bi’setin 17. yılında farz olmasının hikmeti: Başörtüsünün farz oluşundaki sıralamaya baktığımızda tespitimizi haklı çıkaracak bir durum karşımıza çıkıyor. Efendimiz’in (s.a.s.) 23 yıllık peygamberlik hayatındaki misyonunu, kendi devrinde ve kendinden sonra gelecek ümmeti için İslâm evinin dekarasyonunu tamamlamak olarak görürsek, başörtüsü bi’setin 17. senesinde farz olmuştur. Bu sıralama bizlere, insanlara dinimizi anlatmada takip edeceğimiz sıralamayı da gösterirken, takmayan insanlarda da nelerin eksik olduğunu ve bizim onlara karşı anlatmaya nereden başlamamız gerektiğini de gösterir.
Örtü itaatin simgesidir: Örtü emre itaatin simgesidir. Allah karşısındaki içteki teslimiyetin dıştaki göstergesidir. Onu takmanın hiçbir hikmeti olmasa bile biz yine onu Allah emrettiği için takarız. İtaatte hikmetten ziyâde emr-i İlâhîye bakarız. Bu bakış, sadece başörtüsüne has değildir. Diğer iman esasları ve İslâmî hükümler (emir ve yasaklar) için de bu geçerlidir. Bizim dine ait her şeyi yapmamızda asıl olan sebep, Allah’ın emretmesidir. Onun fayda ve hikmetlerini anlatmamızdaki gâye, kişiyi teşvik ederek tercih etmesini kolaylaştırma amacına
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1077 -
mâtuftur.
Biz burada, hikmetleri ve faydaları öne çıkararak imanı zayıf kişileri veya imanî meselelere dışarıdan bakıp anlamayan kimseleri “neden başörtüsü“, “niçin başörtüsü“ gibi sorularda takılıp kalan veya “neden“ ve “niçin“e cevap bulamadığı için başörtüsü takmayan kimselerle başörtüsü arasında bir mantık ve hikmet köprüsü kurmak istiyoruz. Bununla amacımız şuurla takanın şuurunu arttırmak, şuursuz takana şuur kazandırmak, ona uzaktan bakanın da daha saygılı ve insaflı bakmasını sağlamaktır.
Bizim, bir insan olarak her şeyden önce bir “kul“ olduğumuz, yani “bir“inin kayıtsız şartsız emrinde olduğumuz şuurunu kendimizde geliştirmemiz gerekiyor. Bir insan şöyle düşünmelidir: Benim üzerimde kim hâkim, ben mi, başkası mı? Bir kere ben başıboş değilim, yani tamamen bağımsız veya özgür değilim. Vücudum benim değildir. Bir başkası tarafından bana verilmiştir. Ben onda muvakkaten duran bir kiracıyım diye düşünmeli. Hayatım üzerinde biri hâkim ben de mahkûmum, hayata gelme kararını ben vermediğim gibi, gitme kararını da ben veremiyorum. Boyum, rengim, annem-babam ve daha birçok şey benim dışımda bir güç tarafından bana sorulmadan belirleniyor.
Dünyaya baktığımızda, olan hiçbir şeyin tek sebebi ben değilim; belki sebepler zincirinde son sebep benim. Güneşin sıcaklığına, gece ve gündüzün uzunluğuna, havadaki gazlarının oranına, canlıların ömrüne ben müdâhale edemiyorum. Etrafımda ve üzerimde hissettiğim öyle bir güç var ki, nefes alış verişimi bile o ayarlıyor. Nefesimi alırken, geri vermeye, verirken de geri almaya bir garantim yok. Her an verdiğim nefes son veya aldığım nefes son olabilir. Hele vücudumun içinde olan hâdiseler tamamen benim dışımda gelişiyor. Vücudum benim zannederken, onda olan hiçbir şeyin benim yönlendirmemle olmadığını görüyorum. Kalbimin çalışmasını ben ayarlamadığım gibi kanımın içinde milyonlarca sayıdaki kan hücrelerine de vazifelerini ben öğretmiş değilim.
Kısaca içte ve dışta nereye bakarsam bakayım; bana hâkim olan ben değil, benim dışımda bir güç. Bu gücü bana Kur’an ve onun mübelliği Hz. Muhammed (s.a.s.) “Allah“ olarak tanıtıyor. Allah, içte ve dışta bana hâkimiyetini gösterirken, yine aynı noktalarda müthiş bir rahmâniyet ve şefkat de gösteriyor. Benim hiç hakkım olmadığı halde, kendisine bir şey vermediğim halde bana sonsuz lütuflarda bulunuyor.
Bir kilogram domates için bir bedel ödemem gerekirken iki gözüm için, bir kalbim ve beynim için hiçbir şey ödemiş değilim. Tamamen lutuf olarak bana verilmiş. Böyle bir ikram karşısında, onu yapana karşı duyarsız kalmak saygısızlık olur diye düşünmeli insan. Ve yine düşünmeli insan eğer insansa; sevdiklerimin bana verdiklerini severken ve onlardan dolayı sevinirken, sevdiklerimi bana vereni sevmemem ve onu saymamam ve onun isteklerine karşı kayıtsız kalmam düşünülebilir mi?
Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiçbir hakkım yokken bana verilmiş. Meselâ gözüme bir değer biçeyim, acaba milyarlar verseler onu verir miyim? Hayır vermem ve ona bir değer biçemem. İşte bu kadar değerli şeyler bana tamamen bir ikram olarak verilmiştir. Onlardan daha değersizini elde etmek için aylarca günlerce
- 1078 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışırken, onların bana bir ikram olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu saygısızlık olur diye düşünmeli insan.
Bu kadar lütuftan sonra... Evet benim üzerimde hâkimiyeti ve rahîmiyeti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken vazife onun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan Zat, baş örtüsünde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır demeli ve itaat etmeli.
Başını örtmek ağır bir iş mi acaba? Eğer insan başörtüsünün hikmetlerini göremeyip, ondan uzak duruyor, onu yapılması ağır bir iş gibi görüyorsa şöyle düşünmeli:
Dünyada çok ufak değerler elde etme karşılığında, çeşitli meşakkatlere katlanıyor insan. Bir yerde saatlerce durma, bir şeyleri taşıma, birinin dediklerini yapma, bir yerleri süpürme, yani kısaca alınacak bir ücret karşılığında, ücreti verene günün 24 saatinin bir kısmını, verilen ücret miktarınca ücreti verene verme. Bunlar, dünyada bir bedel karşılığında herkesin yaptığı şeylerdir. Ve herkesçe de makul ve mantıklı görülen bir durumdur.
Düşünmeye devam ediyoruz. Ücreti veren, ücret karşılığı aldığı zaman dilimi içersinde, yapmam gereken işleri bana bırakmıyor. Neler yapmam nasıl yapmam gerektiği konusunda beni yönlendirip işin durumuna göre emir bile verebiliyor. Hatta işin türüne göre giyeceğim elbise, başıma bağlayacağım kask, ayağıma giyeceğim ayakkabı bile işin şartlarına göre belirleniyor. Bunlar insanî sınırlar içinde kaldığı ve bir de işe uygun ücret verildiği müddetçe hiçbir problem olmadan işçi ve işverenin rızâsı ile gerçekleşen ve dünyada yaşamanın bir sonucu olarak herkesin benimsediği bir hâdisedir. Kimse çıkıp da birinin ücret karşılığı günümüzün, ayımızın, yılımızın bir parçasını alıp o zaman diliminde ne yapmamız gerektiğini belirlemesi olayına mantıksız diyemez, demiyor da. Bu olaya mantıksız diyen dünyadaki bütün mantık kurallarını ve uygulamada olan fiilî durumları karşısına almış olur. Evet, bir de bu açıdan bakalım:
Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki rahîmiyet ve hâkimiyetine bu açıdan bakacak olursak şunları diyebiliriz: Bize verdiği ücret, dünyada ücret veren herkesin verdiğinden daha fazla. Bize, bizi verdiği gibi, dünyadaki her şeyi de bizim istifademize sunmuştur. Bunun yanında hayatın bittiği noktada bitmeyen bir hayata giden yolu, bizlere peygamberleri ile göstermiştir. Ölümün kesintiye uğrattığı hayatı kesintisiz ve daha güzel bir şekilde vereceğini vaad etmiştir. Bizlere bu kadar lutuflarda bulunan Rabbimiz, bu lutuflarına karşılık bizden çok şeyler istemiyor.
Bu noktada insan şöyle düşünmeli; Ben, bana ayda sözgelimi 500-1000 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana 1000 dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim varsa ve ben
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1079 -
bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. 1000 doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.
Başörtüsü takmak Kuran’da yok diyenler bile var! Bu konudaki âyetlere geçmeden önce, maalesef din adamı ve ilâhiyatçı denen bazı kimselerin bile sosyete müftülüğü yaparak “Kuran’da başörtüsü yoktur“ dediğini dikkate alarak âyetlere bakılması gerektiği kanaatindeyiz. Cenâb-ı Hak 33/Ahzâb sûresinin 59. âyeti ve 24/Nûr sûresinin 31. âyetinde başörtüsünü, tersini anlamaya imkân vermeyecek bir açıklıkta anlatıyor.
Başörtüsünü çok açık bir şekilde ele alan Nur süresinin 31. âyetinin meali: “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini esirgeyip korusunlar. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler...“4360 Bu âyette geçen “ziynet“ nedir? Örfte, yani halk arasında ziynet denince akla gelen; taç, küpe, gerdanlık, kolye, sürme, kına ve elbise süsleri gibi bazı şeylerdir. Ziynet daha da güzelleşmek için takılır. Kur’an “ziynetlerinizi göstermeyin!“ derken, “onların takıldığı yer olan vücudu öncelikle göstermeyin“ diyor. Zaten bunu başka türlü de anlamak mümkün değildir.
Meselâ bir baba çocuğuna şöyle dese; “Bak bu 100 dolardır. Bunu kaybetme!“ Artık, bu babanın 1000 dolar verdiğinde “bunu kaybedebilirsin“ demesi, yukarıdaki sözden bunun anlaşılması mümkün değildir. Aynen bunun gibi, Kur’an, insanları cezb etmede, câzibe yönüyle kadının bazı noktalarına göre daha az câzip olan şeyleri “göstermeyin!“ derse, daha câzip noktalar için ne diyeceği mâlumdur. Yani vücudu açmak şöyle dursun, üzerlerindeki süsleri bile açmayın. Kadının vücudu ise başlı başına bir ziynettir.
El ve yüz ziynet mi? Bu âyetteki “görünen kısımları müstesnâ olmak üzere“ ifadesi “elin ve yüzün gösterilmesi câizdir“ diyen müfessirlere küçük bir delil verdiği gibi, “gösterilmemesi gerekir“ diyenlere de bir delil veriyor. Bu âyete farklı yaklaşımlar, âyetin rûhundaki esneklikten ve Kur’an’ı tefsir eden müfessirlerin yaşadıkları çağın etkisinde kalmalarından kaynaklanıyor. Âyetin rûhundaki esnekliğin mezheplerin görüşlerine de yansıdığını görüyoruz. Hanbelî ve Şafî mezheblerine göre el ve yüz avrettir, örtülmesi gerekir. Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise el, yüz avret değildir, açılabilir.
Âyetin rûhundaki esneklik: İlk önce, âyetin rûhundaki esneklik üzerinde duralım: Kadın, hayatın değişik pozisyonlarından geçiyor. Her durumda tesettürünü aynı şekilde koruması mümkün değil. Bu noktada hayatın esnekliği tesettüre de yansıyor. O noktalar şunlar olabilir: Kadın mahkemede tanık veya sanık olduğunda, namaz esnâsında, nikâh masasında ve nikâh öncesi eşi olacak kimse ile üçüncü bir şahıs yanında görüşmesinde, hac esnasında, tarlada, bağda, bahçede çalışırken işini rahat yapmak için kollarını bilekle dirsek arası sıvaması ve bunların benzeri yer ve durumlarda kadın ellerini ve yüzünü bu durumlarının gerektirdiği kadar açabilir. Bu, ona verilen bir ruhsattır, olması gereken tabiî bir
4360] 24/Nûr, 31
- 1080 -
KUR’AN KAVRAMLARI
durumdur.
Çağın etkisinde kalmak: Müfessirlerin bulundukları çağın etkisinde kalması noktasına gelince; günümüze kadar gelen müfessirlerin tefsirlerinin birçoğunda örtünme, tepeden tırnağa eli de yüzü de içine alan şekliyle anlaşılıp öyle anlatılmış ve yakın asırlara kadar uygulama bu şekilde yapılmıştır. Âyetin rûhundaki esneklik hayatın yukarıda belirttiğimiz istisnaî noktalarında kendini göstere gelmiştir. Müslümanların son üç asırda dünya genelinde ekonomik, siyasî ve kültürel yönden hâkim durumdan mahkûm duruma geçmesi ve bunun sonucunda dünyayı kuşatan uydulardan medya bombardımanına tutulmaları, Batı emperyalizmi tarafından kafa ve kalp olarak yabancı moda ve düşünce akımlarının işgaline uğramaları müslüman aydınların fikir ve düşünce dünyaları üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Ve bu etkiler de yazılan eserlerde kendini göstermiştir.
Yakın devirlere kadar yazılan tefsirlerde ve uygulamalarda neden “görünen kısımların“ bile gösterilmemesi gerektiği şeklinde bir anlayış hâkim olmuş? Bu anlayış, yine âyetin rûhundan kaynaklanıyor. Zira âyet “Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler“ diyor. Biz görünen kısımların da ziynet olduğunu bu âyetten anlıyoruz. Yani âyetin mânâsı şu oluyor: “(ziynetlerinizin) görünen kısımları müstesnâ.“ Kur’an ziynetlerinizi göstermeyin diyor. Görünen kısımlar da ziynet olunca, takvâ sahibi bir mü’min anlayışı ile onun da gösterilmemesi gerektiği kanaatine varıyoruz.
Ama fetvâ sınırları içerisinde de şöyle anlayabiliriz: Yani konuşmaya yarayan dudaklarınız, bakmaya yarayan gözleriniz, koklamaya yarayan burnunuz, yani kısaca yüzünüz ve tuttuğunuz eliniz; bunlar her ne kadar ziynet olsa da, “(ziynetlerinizin) görünen kısımları müstesnâ“ ifâdesince istisnâ edilen ziynetler kısmından olduğu anlaşılıp, bunların dışında kalan “ziynetlerini teşhir etmesinler“ denebilir.
Bu, çoğunluk müfessirlerin kanaati, yani örtünün eli ve yüzü de içine alacak şekilde olması yönündeki kanaat. Böyle bir kanaate varılmasının en büyük nedeni, elin ve yüzün, görünmeyen ziynetler kadar, karşı taraf üzerinde ilgi uyandırdığı içindir. Gözler, yanaklar, dudaklar ve parmaklar görünmeyen ziynetler kadar karşı taraf üzerinde çekici bir etki meydana getiriyorsa, görünmeyen ziynetlerin hükmüne tâbi olurlar. Görünen ziynetler, görünmeyen ziynetler kadar karşı tarafı tahrik ettiği için onların da görünmemesi gerektiği sonucu azıcık mantığı olan herkes tarafından çıkarılacak bir sonuçtur.
Böyle bir sonucun çıkmasında gözün, kaşın, yanağın, dudakların birer ziynet olduğu noktasının kabulü önemli bir rol oynuyor. Evet göz, kaş, yanak ve dudak birer ziynettir. Bu ziynetler daha büyük gönül ilişkilerine giden yolda küçük gönül ilişkilerinin başlangıç noktasıdır. Bir bakış, bir göz kırpma nice gönüllerin fitilini ateşlemiş, nice nefisleri hoplatıp zıplatmıştır. Bir tebessüm birçok beklentiye “evet“ sayılmıştır. Ellerin bir tutması, parmakların bir dokunması çok içleri yakmıştır. Yanaklar ve dudaklar nice erkeğin ağızlarının suyunu akıtmıştır. Edebimiz bu konunun daha fazla tafsiline izin vermiyor. Ama buraya kadarki açıklamalardan herkes ne denmek istendiğini anlamıştır.
Müsbet veya menfî başlamış ve devam eden bütün gönül ilişkilerinde
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1081 -
bakışların, dudakların, kaşların ve yanakların, gönül ilişkilerinin ilerlemesinde tercih ve tahrik ettirici yönü mutlaka vardır. Bu durumlar, kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Bunu inkâr eden, kendi içindeki birtakım duyguları da inkâr etmiş olur. Siz hiç şarkı ve türkülere dikkat ettiniz mi? Şarkı, türkü ve şiirlere kulak verenler gözün, yanağın ve dudağın insanları ne kadar tahrik ettiğini oradan anlayabilir. Meselâ bazıları “gözlerin bir içim su, içim yandı doğrusu“; “bir bakış baktı, içimi yaktı“; “o pembe yanakların, o güzelim dudakların“; “kirpiklerin ok ok oldu“ gibi daha birçok yanaklı, dudaklı, bakışlı şarkılar dinleyenlerin içlerinde hangi duyguları kamçılıyor, hayallerinde hangi şekilleri meydana getiriyor, hangi güdüleri okşuyor? Bu kadar tahrik unsuru olan âzâların ziynet sayılmaması mümkün değildir.
Bunlar takılan süs eşyalarından daha çok, karşı tarafa çekici gelebiliyor. Bizatihi ziynet olan bilezik, küpe, yüzük, kolye ve benzerleri çok az türkü ve şarkının konusu olurken, ziynetlerle daha da güzelleşen, ziynet yerleri birçok şarkı ve türkünün konusu olabiliyor. Sonuç olarak yukarıdaki tefsir ve ifâdeyi bir kez daha tekrar ediyoruz: “Görünen ziynetler (göz, dudak, yanak vs.) görünmeyen ziynetler kadar karşı tarafı tahrik ettiği için onların da görünmemesi gerektiği, özellikle fitneye müsait ortamlarda bundan sakınılması gereklidir.“
24/Nûr sûresindeki başörtü âyetinden sonra, aynı konuyla alâkalı olarak Ahzâb sûresinin 59. âyetinin yorumu ile devam edelim: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.“ 4361
Âyetin “dış örtülerini üstlerine almalarını söyle“ kısmındaki kelimeleri lügat yönünden ele alalım: Kullanılan fiil “idnâ“ fiili. Bu fiilin mânâsını merhum Elmalı Hamdi Yazır “Hak Dini Kuran Dili“ adlı tefsirinde şöyle açıklıyor: İdna; alâ harf-i ceri ile kullanıldığında, bütün vücudu kapsamak sûretiyle sarkıtmak mânâsını ifade ettiği gibi, sıkıca örtünmek mânâsına da gelir. Cilbab: Tepeden tırnağa örten giysidir. Baştan aşağı örten çarşaf vb. giysi. Başka mânâlar da verilmiştir, ama bütün verilen mânâlar ilk iki anlamın etrafında gelişmektedir. “Min“ harf-i ceri ile mânâsı, “cilbabtan bir parçayla“ örtmek tâbirinde iki şekil vardır. Birisi cilbabla bütün bedeni örtmek; diğeri de, cilbabla başından yüzüne doğru örtmek.
Tesettürde tercih edilmesi gereken belli bir renk var mı? Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim’de erkek elbisesi konusunda detaylı açıklama bulunmadığı halde, kadın giysisi konusunda detaylı sayılacak açıklama vardır. Bu detay içinde şekil belirlenirken renkten bahsedilmemiştir. Rengin nasıl olacağı ve bugün giyilen pardösülerin çarşaf yerini tutup tutmayacağı konusunda birkaç noktanın üzerinde durmak istiyoruz.
Evet, Kuran renkten bahsetmemiştir. Ama yine örtünün rengini Kuran’ın örtü konusundaki yaklaşımından çıkarabiliriz. Kur’an’ın anlatımında (işaret yoluyla) sadeliğin ve karşı tarafın ilgisini en az çekecek örtü şeklinin tavsiye edildiğini görüyoruz. Bir pembe rengin, bir koyu kırmızının böyle bir anlatıma uymayacağı kesindir. Böyle bir anlatıma uyan sade ve tonları koyu olan renklerdir. Renk seçiminde bu ölçüler dikkate alınırsa, kişi beğendiği değişik renkleri seçebilir.
4361] 33/Ahzâb, 59
- 1082 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mutlaka siyah olması gerekmez. Siyahın dışında renkler de olabilir.
Pardösü, çarşafın yerini tutar mı? Pardösüye gelince, çarşaftan yani baştan aşağıya sarkıtılan ve vücudun hemen hemen tamamını kaplayan giysinin yerini tutabiliyor ve karşı cinsi tahrik etmeyecek bir biçimde vücut hatlarını belli etmeden örtebiliyorsa neden câiz olmasın? Vücudu örten bolca bir pardösü ve baştan aşağıya bele kadar sarkıtılan uzunca bir başörtüsü çarşafın fonksiyonunu yerine getirebilir. Bu fonksiyon yerine geldikten sonra ille çarşafta ısrar etmek anlamsız olur. Hatta başörtüsünü ve pardösüyü giyim şekli olarak çarşafa karşı alternatif olarak sunma, çarşafa karşı önyargılı bakanları az da olsa yumuşatacağı gibi, örtünmek isteyenleri de teşvik edip özendirecektir.
Buraya kadarki değerlendirmeler, Kuran’da örtünmenin emredildiğini bize gösterdi. Şimdi de diğer semâvî dinlerde örtünmeye kısaca bakalım:
Diğer dinlerde örtünme: Bu konuda Kitab-ı Mukaddes’te şöyle denilmektedir: “Başı örtüsüz olarak dua eden başını küçük düşürür. Eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.“4362 “…Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.“4363 İncil’de de örtü önemlidir. “Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün.“4364 “Zina etmeyeceksin’ denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at; çünkü senin için âzandan birinin yok olması, bütün bedeninin cehenneme atılmasından iyidir.“4365 Bir kadının kiliseye başörtüsüz gelmesi, insanlar içine başı tıraş edilmiş gibi çıkmasına benzetilir. Katolik mezhebinin tatbikatını araştırdığımızda bu mezhepte örtünme esastır. İster kilise içinde, ister toplum içinde olsun kadının örtünmesi esastır. Avrupa’da birçok katolik köyde kadınların önemli bir kesimi hâlâ örtülüdür. İtalya, Almanya, Hollanda gibi tüm Avrupa ülkelerinde birçok köyde kadınların başları örtülü ve dinsel geleneklerini hayata hâkim kılarak yaşadıklarını görüyoruz. Sakat doğan bir çocuğu tedavi ettirmeme, aşı vurulmama, pazar günleri hiçbir iş yapmama ve yapana hoş bakmama örtü ile birlikte göze çarpan ve modern dayatmalara direnen Batıdaki dinsel geleneklerden bazılarıdır.
Bu açıklamaları şu ifadelerimize güç kazandırsın diye yaptık: “Kitab-ı Mukades’teki bu durum, bize örtünmenin fıtrî olduğunu, zamana ve mekâna göre değişmediğini, dinlerin menşeinin bir olduğu gösterir.“
Haramın doğası: Bu noktada nâmahreme bakmanın haram olduğu noktasından hareketle, “haram“ konusunda biraz durmak ve bunun mantığını izah etmek istiyoruz. İslâm harama bakılmasını, haramın duyulmasını, tadılmasını, tutulmasını ve tabii ki yapılmasını yasaklamıştır. İslâm’a göre “azı haram olanın çoğu da haramdır.“ Bunun sebebi haramın doğasındaki çekicilikten ileri gelir. Bu
4362] Tekvin, Bap 24
4363] Tekvin, Bap 24, cümle 65. (Yine bakınız İşaya, Bap 3, cümle 16-26)
4364] I. Korintoslulara, Bap 11; cümle 4-6
4365] Matta, Bap 5, cümle 27-29
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1083 -
çekicilik, azıcık tadılan şeylerin verdiği tadın insanı çokça tatmaya çekmesindendir. Ve nefis, ruha rağmen şunu der; “azı tatlı olan şeyin, çoğu daha çok tatlıdır.“ Haram insanda tiryakilik meydana getirebilir.
Haramın doğasındaki insan ruhunu tahrip edici özellikten dolayı İslâm, onun çoğuna getirdiği her tenkidi azı için de getirir. Tâ ki azdan çoğa gidilmesin, haramın manyetik sahasına girilmesin. Harama yol açan sebepleri de haram sayar. Harama yaklaşılmasını da yasaklar.
Her haram bir değildir. Haramların değişik özellikleri vardır. Bazı haramlar vardır ki; ona dokunmak da, bakmak da haramdır; kadının vücudu gibi. Ama bazıları da vardır ki, ona bakmak haram değildir, ama tatmak haramdır; içki gibi. Burada kadın bizzat haram değildir. O fıkıh ifadesi ile haramın “ligayrihî“ grubuna girer. Yani zâtında haram değildir. Nikâhlı bir kadına kocasının bakması, tutması, dokunması bir-iki nokta (aybaşı, lohusa gibi haller ve makattan temas) hâriç, her tarafı içine alacak şekilde helâldir. Bir erkek, karısı ile yaptığını bir başkası ile aynı şekilde, aynı zevki alarak yapsa, nikâhlı eşi ile yaptığı her şey helâl oluyor; ama nikâhsız biriyle yaptığında haram, yani zinâ oluyor. Bu haramın huyu, diğer haramlardan farklı. Meselâ içki, kumar, fâiz, hırsızlık ve daha birçok haram her yönüyle ve her şekliyle haramken, kadının haramlığı ufak bir değişiklik gösteriyor; arada nikâh olmazsa haram oluyor.
Cinsel konulardaki bu haram; lezzetinin peşin olması, resimlerini ve hayaldeki sahnelerini elde etmedeki kolaylığı yönüyle, diğer haramlardan ayrılır. Diğer haramlara bakma, hatta dokunma ve düşünme insana bir zarar vermez ve bir yerlerini tahrik etmezken, bu haram, bırakın dokunmayı ve fiili yapmayı, düşünme ve bakma ile bile insanı günaha sokar. İnsan bu haramı bizzat yapmasa bile dokunma ve düşünme bizzat yapmaya yakın lezzet verdiği gibi, tahribat yönüyle bizzat yapma gibi zarar verebilir.
Bu açıklamaları şunları demek için yaptık: Haramın hepsi haramdır. Ama nâmahreme (yabancı kadına) bakma, huyu değişik bir haramdır. Diğer bazı haramların yanında durma, onlara bakma, hatta onları düşünme; yabancı kadına bakmanın, onun yanında olmanın, onu tutmanın ve düşünmenin verdiği zararı vermeyecektir. İşte türlerinden böyle bir ayrıcalığı olan yabancı kadana bakma, onunla ilişki kurma şeklinde karşımıza çıkan haram türüne, Kur’an diğer haram türlerine getirdiği yasaktan daha kapsamlı, daha teferruatlı ve daha caydırıcı yasaklar getiriyor.
Biz bu noktada erkeğin yabancı bir kadına bakması veya kadının yabancı bir erkeğe bakması hususunu ele alarak konumuzu bu yönde detaylandıracağız. Çünkü örtünmenin bakışlara perde olmayla yakından alâkası vardır. Bakışlar zehirli oklar gibidir. Genelde erkekler bakma ile kadınlar da dokunma ile tahrik olur.
Bunun izahını “neden kadınlara örtü farz da, erkeklere aynı şekilde farz değil“ diye sorulan bir soruya cevapta ele alacağız. Örtünün karşı cinsin bakıp bakmamasında ve bakan kişinin iç duruluğu ile çok yakından alâkası vardır.
İslâm iç duruluğuna çok önem verir. İç duruluğunun ölçüsü, her şeyin lâyık olduğu yerde durması ve lâyık olduğu kadar ilgi görmesidir. Bu ifâdeler iç duruluğundaki dekora baktığımızda daha net anlaşılacaktır. Bu dekorda en hâkim
- 1084 -
KUR’AN KAVRAMLARI
unsur, Allah’a iman ve O’nun her şeyden çok sevilip sayılmasıdır. Bu dekoru tamamlayan unsurlar bundan sonra gelir. Peygamber (s.a.s.)’in Allah’tan sonra sevileceklerin başında yer alması ve model insan olması da bu dekorda öne çıkar. Bir dekorda öne çıkan bir diğer iman esası ise âhirete imandır. Allah için her yapılan işte teşvik ve terğîb edici yönüyle kendini hissettirir.
İnsanın içerisinde imanın aksiyoner, yani yaptırım gücü olan bir iman haline gelmesinde, bu dekordaki motiflerin, bütün canlılığı ile kendilerini belli etmeleri önemlidir. Aksi halde kişinin içindeki iman, yaptırım gücü olmayan sembolik bir iman şeklinde tezâhür eder ki, bu imanın sahibini koruması ve kurtarması zor olduğu gibi, böyle bir imanın uzun süre varlığını sürdürmesi de zordur. İmanın içte sembolleşip zayıf bir hale gelmesinin büyük sebebi günah unsurudur. Bir başka ifade ile fıtrat sınırlarının aşılmasıdır. Fıtrat sınırlarını aşmada ilk adım olan “bakışlar“ üzerinde konumuzu yoğunlaştıralım:
Yabancı kadın veya erkeğe bakma ya da ateşle barut: “(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.“4366 Hemen bu âyetin arkasından gelen âyette de aynı emir erkekler yerine kadınlar denilerek tekrar ediliyor: “Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini korusunlar...“ 4367
Bu konuda Peygamber buyruklarına da bakalım: “Gözler de zinâ eder; onların zinâsı bakıştır.“4368 Peygamberimiz, Hz. Ali’ye şöyle demiştir: “Ali! Arka arkaya bakma; birinci bakış hakkındır, ama ikinci bakışa hakkın yoktur.“4369 Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!“ buyurdu.4370 “Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz. Bir erkek başka bir erkekle; bir kadın da başka bir kadınla bir örtü altında yatamaz.“4371; “Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla başbaşa kalmasın.“4372; “(Yanında mahremi bulunmayan) Kadınların yanına girmekten sakının!“ Bunun üzerine ensârdan birisi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Kocanın erkek akrabası hakkında ne dersiniz?’ diye sordu. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Onlarla halvet, ölüm demektir.“ 4373
Gözler hayal odasının duvarlarını süsleyen resimleri çeken fotoğraf makinesidir. Hayalde tasarlanan iyi veya kötü şeyler hep bu yolla hâfızaya/belleğe kaydedilir. Sonra da içteki bazı güdülerin dıştan veya içten tahrikler sonucunda harekete geçmesiyle hayal odasında çoğunlukla irâdî (isteğe bağlı), bazen de gayr-ı irâdî seyredilir. Bu bakışlarla alınan pozlar, o pozu irâdî veya gayr-ı irâdî olarak verenin kontrolü dışında o pozları alan kişi tarafından pozu verene hiçbir telif ücreti ödenmeden istenen sahnede, istenilen her pozisyonda oda sahibince istenildiği kadar kullanılır.
4366] 24/Nûr, 30
4367] 24/Nûr, 31
4368] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
4369] Tirmizî, Edeb 28; Müslim, Edeb 45; Ebû Dâvud, Nikâh 43
4370] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
4371] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
4372] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hac 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
4373] Buhârî, Nikâh 111; Müslim, Selâm 20; Tirmizî, Radâ’ 16
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1085 -
Bakışların insana bir de “nazar“a benzer tesiri olabilir. Şu sözlere bakalım: “Bakışları aklımı başımdan aldı“; “Bakışları kalbime bir ok gibi saplandı.“ Ve bakışların anlamına ait şu sözler: “Nefret dolu bakışlar“; “sevgi dolu bakışlar“; “ içi yakan bakışlar“ vb. Sonu tatlı veya acı biten çoğu gönül ilişkisi, gözlerin konuşması ile başlar. Onlar aynı frekanstan bakan insanlara dilin anlattığından çok şey anlatır. İşte, insanda böylesine derin izler bırakan bakma, basit bir olay değildir.
Uykusuz ibâdet ve tâatle geçen bir gecenin sabahında, gözün bir harama bakması, sonra bir kez daha bakması o kişiden, o gecenin bütün vâridâtını götürebilir. Yabancı kadına bakma, bir söz dinlememedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi her şeye sahip, her şeye hâkim ve her şeyi her an yönlendiren bir otoritenin emri dışına çıkarak itaatsizlik yapmış olur kişi bu hareketiyle. Böyle bir itaatsizlik her şeyi kendine veren Zâta karşı bir saygısızlıktır. İnsanın böyle bir saygısızlığa düşmemesi için, günahın giriş yollarından en önemlisi olan gözlerine hâkim olmasını bizzat Kur’an bize emrediyor.
İnsanın gözlerine hâkim olamadığı an, içindeki imanın ona hâkim olamadığı âna rastlar. Bu iki hâkimiyet yan yana olmaz. Yani iman hâkimken bayağı duygular mahkûm, bayağı duygular hâkimken iman mahkûm olur. Hâkim, mahkûma yön verir. Bazen duygular ve karşı tarafın câzibesi, baskın gelir. İnsan birtakım şeylerin sonuçlarını kötü netice itibarı ile bilse bile o anda duygularına yenik düşebilir. Bu mağlûbiyet her zaman oluyor ve başlangıçta acı, sonra sonra alışkanlık ve lezzet vermeye başlıyorsa, bu durum, imanın zayıfladığına ve fonksiyonlarını yerine getiremediğine işarettir. Bu işaretler geri dönüşü zor olan bir turnikeye girişte sarıdan kırmızıya giden sinyallerdir. Yanlış ve hatalı bakışlar, verdikleri mânevî zararla insanı, ibâdetten haz almaz hale getirir. Yani bir bakış deyip geçmemeli. Çünkü arkasından sürekli bakışları ve sürekli batışları getirebilir. Harama bakılmama konusundaki hassâsiyete İncil’de de rastlıyoruz: “Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir…“ 4374
Başörtüsü takmayan bayanlar genelde şöyle diyorlar: “Ben özgürüm, kendimi bir örtü ile kafes içine koyamam, kendi güzelliğimi kime, nasıl ve ne şekilde göstereceğime kim karışabilir ki? Açık olmakla kendimi başkalarına beğendirme arzusu taşımıyorum. Hem saçımı veya bazı yerlerimi göstermemde ne mahzur var? Vücut benim değil mi? Başkası bana bakıp, başka şeyler düşünüyorsa o, onu ilgilendirir. Benim kalbim temiz. Ben, başkaları, başka düşünecek diye, özgürlüğümü sınırlayamam…“
Bu ifâdelerin görünüşte haklılık payı var gibi olsa bile temelinde büyük yanlışlıklar var. Bir kere insan özgür mü? En çok özgürüm diyene sormalı; “saçlarının rengini, boyunu, yüz şeklini, dünyaya ne zaman gelip ne zaman gideceğini ve senin dışında gelişen daha birçok şeyi sen mi belirliyorsun, yoksa üzerinde ve kâinatta sana otoritesini hissettiren Zat mı? Sen şu vücut evine ne zaman geldiğin belli, ama ne zaman, ne şekilde gideceğin meçhul bir mahkûm değil misin? Eğer değilsen, neden çok sevdiğin çocukluğa ya da ilk gençliğe dönüp bir kez daha yaşamıyorsun? Beğendiğin, sevdiğin, dahası saatlerce ayna karşısında seyredip keyiflendiğin gençliğinin ihtiyarlığa gitmesini neden engelleyemiyorsun? Eğer ihtiyarsan neden gençliğe, özlemiyle yanıp tutuştuğun ve her aklına geldiğinde aaah çektiğin gençliğe neden dönemiyorsun? Hele, bütün güzellikleri
4374] Matta, Bap 5, cümle 28
- 1086 -
KUR’AN KAVRAMLARI
solduran, bütün lezzetlere bir nokta koyan ölüme neden karşı çıkamıyorsun?
Hani sen özgürdün? Hani sen kendini kafese koyamazdın? Sen dünya kafesine konmuş bir insan, sen vücut kafesine konmuş bir “can“sın. Oraya konurken de sana sorulmadı, alırken de sana sorulmayacak. Sen özgür değilsin. Sen % 99 kontrolü başka birinin elinde olan şu vücut ülkende nasıl özgür olabilirsin ki, hemen her şey senin dışında ve kontrolün hâricinde gelişiyor. Senin eline % 1 verilmiş, onu veren de % 99’un sahibi. Sana düşen eline verilen kumandayı zaten % 99 hâkimiyeti altında bulunduğun Zâtın istekleri doğrultusunda kullanmak olmalı.
Ama yine de buna mecbur değilsin. Yine de sen bilirsin. (Herkesin Cennet yolunu seçmeye veya Cehennemi tercih etme özgürlüğü vardır.) Ama şunları da sorup seni düşündürmek isteriz: Neden hayatının tamamına yakınını belirleyen Zâtın isteklerine uymuyorsun ki? Onun yarattığı ve hâkimiyeti sahasında olan evrene bir bak bakalım bir noksanlık veya eksiklik var mı? Bir bak, güneşin sımsıcak seni saran güzelliğine, göğün maviliğine ve yerin yeşilliğine, bak ne kadar güzel! Bir bak, gökler ötesine, yıldızlara, galaksilere, nebülözlere, ne hârika! Sonra indir başını, kendine bak; gözüne, kaşına, saçına, daha içerilerdeki kalbine, ciğerlerine, daha minik noktalardaki hücrelerine, alyuvarlara, akyuvarlara bir bak!
Ne müthiş! En ufağından en büyüğüne kadar insanı ve onun mekânı olan kâinatı güzellikleri ile süsleyen Zâtın, zâten hâkimiyeti altındasın. Neden hayatını ve evreni güzellikleri ile süsleyen Zâtın emri altına girmiyorsun? % 99 oranındaki alanda kendi içinde ve dışında takdir ettiğin güzelliklerin ve hikmetlerin sahibi Zâtın isteklerini özgür irâdene verilen % 1’lik alanda da niye seyretmek istemiyorsun?
Güzelliğe karşı çıkmak güzel mi? Senin mantığın bunu alıyor mu? Seni anlamıyorum. Hayır hayır, anlıyorum. Sen duygularına (hevâna) mağlûp oluyorsun. Neden aklın duygularına yön vermiyor ki, neden aklınla duyguların üzerinde hâkimiyet kurmuyorsun? % 99’u başkasının elinde olan bir ülkenin özgür olamayacağı gibi, sen de özgür değilsin.
Evet vücut/mal senin değil, sana ait zannettiğin % 99’un da, başkasının hâkimiyeti altında olduğu gibi, senin malınmış gibi görünen % 1’i veren de, o başkası olunca, yani Allah olunca, mal O’nun olduğu gibi, mal üzerinde söz sahibi de O oluyor. Hepsi O’nun oluyor. Sana ‘kimin malını kime satıyorsun?’ demezler mi? Belki asıl özgürlük böyle hâkim bir otoriteyi tanıdıktan sonra başlıyor. Dikkat, böyle bir gerçek karşısında insan özgür olayım derken isyankâr olabilir! Özgür derken köle, başkalarının ve nefsinin/hevâsının kölesi…“
Bu grubun ifadeleri içinde şunlar da var: “Ben kendimi başkasına beğendirmek için açılmıyorum.“ Bu ifade üzerinde de biraz duralım. İnsan yaratılış itibarı ile kendi güzelliğini hem görmek, hem de göstermek ister. Bir elbise giyer aynaya bakar, belki dakikalarca kendini seyreder. Bir de yakınındakilere sorar “nasıl, yakıştı mı?“ diye. Yani, kendi güzelliğini hem kendi görmek ister, hem de başkalarına göstermek ister ve başkalarının kendini nasıl gördüğünü öğrenmek ister.
Acaba insan dünyada tek başına olsaydı nasıl giyinirdi? Yani, giyiminde başkalarına kendini beğendirme noktası olmasaydı? Güzel-çirkin, çok hoş veya nâhoş diyen birileri bulunmasa idi, nasıl olurdu? Herhalde hızla değişen bir
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1087 -
moda olmaz, farklı farklı takılar hiç yapılmaz, ojeye ruja, saçı her gün bir başka biçimde yaptırmaya hiç gerek kalmaz, ihtiyaç duyulmazdı; eğer insan dünyada yalnız, tek başına yaşasaydı.
Demek, insanlarla yaşama, yani birilerinin beğenip beğenmemesi, güzel deyip dememesinin bizim üzerimizde biz kabul etmesek de etkileri var. “Ben kendimi başkasına beğendirmek için açılmıyorum“ diyenler bir daha düşünsün!
“Utanacak ne var canım! İnsan, kendi bedeninden utanır mı, saçın başın gösterilmesi ayıp olur mu?“ Böyle diyor başörtüsüzlerin bir kısmı. İnsan dışındaki diğer canlılara, özellikle cinsiyetleri belli olan hayvanlara baktığımızda onlarda utanma ve sıkılma duygusu olmadığını görüyoruz. Ama bunun yerine, bulundukları ortama göre vücutlarına doğuştan doğal elbiselerinin giydirildiğini de görüyoruz. Öyle bir elbise ki, canlı vücudunun tamamını örtüyor. Canlının normal duruş pozisyonunda cinsel organları genellikle doğal örtünün altında kalıyor. Normal duruş pozisyonunun dışındaki hallerde de, hayvanda utanma ve sıkılma duygusu olmadığından yine hayvan için farkeden bir şey olmuyor.
İnsanın da doğuştan kendisine giydirilmiş bir giysisi var; derisi. Bu giysinin özelliği, üzerine başka giysi giyilmesini gerektiriyor olması; o da elbise. Bugün dünya geneline baktığımızda, bütün dillerde, utanma kelimesinin karşılığı olan bir kelime bulabiliriz. Hem de şu anki yaşayan dilin içinde.
“Utanacak hiçbir şey yok!“ diyen insanın bile mutlaka utandığı yerler vardır. Bir de yine bütün milletlerde utanan insanlar, utanmazlardan her zaman fazladır. Bu, aslında fıtratın gâlibiyetidir. Din, doğal olanı teklif eder. Utanma, nihâyetinde bir duygudur. İnsanı örtmez ama insanı örtünmeye iter.
İşte, İslâm’ın öngördüğü örtünme şeklinde İslâm doğal olanı, doğal sınırları içinde, insana teklif eder. Doğal olanın teklif edilmesini yanlış anlamamalı. İslâm’ın doğal olanı teklif etmesi, iklim değişiklerinden korunmak için yapılan örtünme teklifinden daha çok, kadının eziyet görmemesi, cinsî tâcize uğramaması, ahlâkî değerlerin pratikte hâkim olduğu bir toplum meydana getirme gibi hedefleri amaçlar. Doğal olanı tavsiye etmekle İslâm’ın nasıl bir toplum hedeflediğini ve toplumu ne gibi tehlikelerden korumak istediğini Merhum Seyyid Kutub’un ifadelerinde takip edelim:
“İslâm, şehevî duyguların tahrik olmadığı bir toplum ister. Çünkü sürekli baştan çıkarmanın ve tahribin olduğu toplumlarda, giderilemeyen ve hiçbir şekilde tatmin edilemeyen şehevî doyumsuzluklar ortaya çıkar. Dâvetkâr bakışlar, baştan çıkarıcı hareketler, gösterişli takılar ve çıplak bir beden… Bütün bunlar çılgın hayvanî doyumsuzluğu azdıran ve bunun sonucunda his ve irâde dizgininin elden çıkmasına neden olan hareketlerdir. Bundan sonrası ya hiçbir şekilde tatmin edilmeyen cinsel anarşizm, ya da tahrik edilmesine rağmen bir türlü tatmin olmayan veya olamayanların karşılarına çıkan engellerden dolayı ortaya çıkan sinirsel hastalıklar ve psikolojik anormallikler. Bu ise hiç kuşkusuz işkence kadar acı verir insana. Her türlü pislikten arınmış temiz bir toplum kurmayı hedefleyen İslâm, bu fitrî arzuyu tahrik ortamından ve baştan çıkarıcı davranışlardan uzak tutup, iki cins arasında yapay kışkırtmalara sebep olmadan güvenilir ve temiz bir ortamda bu arzunun tatminini ister.“
Örtü, soğuktan koruduğu kadar, cinsî tâcizden de korur. Kur’an, “Ey
- 1088 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle.“4375 diye buyururken, bunun hikmeti makamında aynı âyetin devamında şöyle buyuruyor: “Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur.“ Âyet, burada “iklim değişmelerinden etkilenmemeleri için en elverişli budur“ demiyor. Örtünmede asıl olan hikmeti öne çıkarıyor. Bunun üzerinde biraz duralım:
Örtülü kadın, örtüsüyle kendini tanıtıyor. Örtüsünü kendine bakan gözlerin kendisini tanımaları için kartvizit olarak kullanıyor. Bu “tanınma“ kartvizitinin ön tarafında kısaca şunlar yazıyor: “Bu örtünün arkasındaki insan, yani ben örtünmekle kendini yaratan Allah’a itaatimi ilân ediyorum. Ben bir kulum, üzerimde her şeyi ile ve her şeyimle bana hâkim olan bir otorite var. Onun emirlerinde benim bildiğim ve bilemediğim birçok hikmetler var. Bildiğim hikmetlerin güzellikleri bilemediklerime karşı merakımı arttırıyor. Hem, bana bu güzelliği veren O değil mi? Ben, nasıl benim olmayan bir şeyi dilediğim gibi kullanabilirim? Güzelliği veren O olunca, o güzelliği kime ne kadar ve nasıl göstermem gerektiğini belirleyenin de O, yani Allah olması kadar doğal ne olabilir ki?“
Şu Kur’an âyeti, o kartvizitin çerçevesini belirler; “De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın... Gerçekten Sen her şeye kadirsin.“4376 Mülkün yegâne sahibi Sensin, mülk sahibinin, kendi mülkünde istediği gibi tasarruf etmesi sırrınca, benim üzerimdeki tasarruf hakkı sadece Senindir.
Bu kartviziti okuyan da şöyle düşünür: “Örtülü bayan, demek ki, örtü arkasındaki ziynetlerini başkası ile paylaşmak istemiyor. Başkalarının kendinden gözle dahi olsa cinsî yönden faydalanmasına hoş bakmıyor. Onları sadece meşrû şekilde hayat arkadaşı ile paylaşmak istiyor. Medenî bir insan olarak bu durumu saygıyla karşılıyorum. Zâten bundan doğal da bir şey olamaz. İnsanın kendini ait malı istediği gibi kullanma yetkisi varken, kendisini istediği gibi kullanma yetkisi haydi haydi vardır. Bu en ilkel demokrasilerin bile kendi halkına vermede cimrilik göstermediği bir haktır. Böyle bir hakka saygı ile bakmalı.“
Âyetteki “incitilme“nin tanınma ile ilgisi üzerinde duralım: “Cilbâblarını/örtülerini (dış giysilerini) üstlerine almalarını (vücutlarını örtmelerini) söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur…“4377 Tanındıkları zaman incitilmeyecekler. Ama tanınmazlarsa incitilebilirler. Tanınma ile incitilme arasındaki alâka nedir acaba? Dünya istatistiklerine bir bakmak, bu konuda örtünün kadına yapılacak sözlü veya fiilî saldırılarda ne kadar caydırıcı olduğunu gösterecektir. Tesettürlü/örtülü kadınlar, yani birilerinde birtakım arzuları tahrik etmeyen hanımlar, sözlü ve fiilî saldırılardan kendilerini, açık bayanlardan daha fazla koruyabiliyor. Açıklık nedeni ile açıkta kalan kısımlar, birilerinin içinde birtakım arzuları tahrik ediyor.
Bu arada biri çıkıp dese; “hayır, ben kimseyi tahrik etmiyorum!“ Biz ondan şu sorulara cevap vermesini isteyeceğiz: “Neden reklamlarda kadın, kadın tüketim malzemesiyle hiç ilgisi olmayan malların tanıtımında bile kullanılıyor? Ve neden
4375] 33/Ahzâb, 59
4376] 3/Âl-i İmrân, 26
4377] 33/Ahzâb, 59
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1089 -
erkek değil de kadın? Niçin bu reklamlarda örtülü kadınlar kullanılmıyor?“ Bunun nedeni açık: Açık bir bayan, karşı tarafın ilgisini daha fazla üzerinde toplayabilir. Böyle bir alâka, daha fazla ilgilenme yönünde karşı tarafı tahrik edebilir ve ediyor da.
Tahrikin eziyet boyutu: Böyle bir tahrik, eziyete dönüşebiliyor. Bu noktada Alman Quick dergisinin 8 Mart 1990 tarihli bir haberini vermek istiyoruz: Derginin baş sayfasında şu haber yer alıyor. “Batıda çocuk anneler“ Yani çocuk yaşta çocuk sahibi olanlar. Derginin iç sayfalarında şu çarpıcı haberi görüyoruz: “Her yıl 250 000’i kız olmak üzere 300 000 çocuk yakınları tarafından tecâvüze uğruyor. Yine bir yıl içerisinde 30 000 kadar çocuk yaştaki anneler kürtaj yaptırıyor.“ Bu haber ve daha benzeri birçok haberler, cinsî tahrikler karşısında yaydan çıkan okların ne büyük yaralar açtığını gösteriyor.
Yine bu konuda Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir araştırma, karşımıza ilginç sonuçlar çıkarıyor: Bu araştırmaya göre dünyada cinsî suçların en fazla işlendiği ülkelerin başında Almanya geliyor. İkinci Danimarka, üçüncü Hollanda, dördüncü de İsveç. Neden bu ülkelerde kadınlara karşı cinsî tecâvüz fazladır? Ve neden ahlâkî değerlere önem veren ülkeler, cinsî suçlarda son sıralarda yer alıyor?
Bu durum, Kur’an ifadesi ile bir eziyet değil midir? Evet sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, örtünmemekle ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmekle gelen bir eziyettir. Cinsel tâciz elbette bir eziyettir, ama buna sebep olan cinsel tahrik de özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyettir. Evet, cinsî tecâvüz ve tâciz bir eziyettir. Hem yapılırken eziyet, hem de hayat boyu kalan derin izleriyle devam eden bir eziyettir. Acaba bu ülkelerdeki bayanlar İlâhî yasalara uysalar ve örtünselerdi bu kadar tâcize uğrarlar mıydı? Böyle bir tâcize uğramayacaklarının en büyük delili, bütün eksikliklerine rağmen İslâm ahlâkının az-çok yaşandığı ülke ve yerleşim yerleridir. Bu yerlerde cinsel tâciz, Batı ortalamalarının çok altındadır.
Demek ki, örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor.
Örtüsüzlükle gelen ruhsal karakter bozuklukları: Örtünün, cinsel güdüleri tahrik etmeden onu kendi sınırları içinde tatmin edecek sağlıklı bir ortam meydana getirmede çok önemli bir işlevi vardır. Örtünün olmadığı yerde bazı ahlâkî duyguların da olmadığını görüyoruz. Hem erkeğin, hem de kadının rûhî durumu ve karakteri üzerinde olumsuz etkiler meydana getiriyor.
Mestûre olmayan kadın şu sorulara cevap vermeli: Tanımadığım kimselere vücudumun bazı yerlerini neden göstereyim ki? Ben insanlar arasında değerimi ahlâkımla mı, yoksa solup gidecek deri güzelliğimle mi elde edeceğim? Hangisi daha kalıcı? Ben, olduğum gibi sevilmek istemiyor muyum? Eğer makyaj yaparak olduğumdan başka görünmeye çalışıyorsam, acaba kendi halimi kendimde mi beğenmiyorum? Yoksa olduğum gibi olursam sevilmeyeceğimden mi korkuyorum? Başkasının bana cinsî tâcizde bulunmasını istemiyorsam, neden bana ait güzellikleri allayıp pullayıp başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartıyorum ki? Acaba...
- 1090 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Onun tessettür emrinin terk edilmesi, terk edende, terk edene koca olanda ve terk edene bakanda, birçok ruhsal bozukluklar ve akıl yönüyle mantıksızlıklar meydana getiriyor.
Neden kadınlara bütün vücutlarını örtme emrediliyor da, erkeklere emredilmiyor? Bu soru, insanı tanımamanın veya sorana göre kendini tanımamanın sonucudur. Bin doları muhâfazadaki hassâsiyetimizle bir milyon doları korumadaki hassâsiyetimiz elbette farklı olur. Elbette bir milyon, bin dolardan daha çok hırsızların ilgisini çeker. Kadınla erkek işte böyledir. Cinsel câzibe yerleri iki cinste eşit olmadığından elbette kapatılan yerler de eşit olmayacak. Kim karşı tarafa daha câzip geliyorsa, kime bakılması karşı tarafı daha çok tahrik ediyorsa onun daha çok kapanması gerekir.
Erkeğin dudağı, yanağı, kirpikleri, gözleri, boynu, göğüsleri, baldırı ve bacakları aşk dolu veya bir başka tabirle vıcık vıcık kötü duyguların doldurduğu şarkılara konu olmazken; bu tür şiir ve şarkılardaki temanın kadının organları olması herhalde “neden kadın daha çok örtünmeli?“ diyenleri düşündürür. Kadını tahrik eden unsurlarla erkeği tahrik eden unsurlar değişiktir. Erkek çıplak bir bacak görünce tahrik olurken, kadının erkeğin çıplak bacağını veya göğüslerini görmesi onu tahrik etmiyor. Kadın “dokunma“dan, erkek de “görüntü“den daha çok etkilenir. Bir kız yurdunda kızlara soruluyor: Şortlu bir erkeğin bacak bacak üzerine atmış pozu sizi ona karşı tahrik eder mi? Çok azı “evet“ diyor. Bacak bacak üzerine atmış şortlu bir kız sizi tahrik eder mi? Sorusu erkek yurdundaki öğrencilere sorulduğunda, çok azı “hayır“ diyor. Herhalde bu kadarı, “neden kadın daha çok tesettürlü olmalı?“ diyenlere yeterli olur.
Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Korunmayı yukarıda açıkladık. Peki, kimi neden koruyoruz? Karşı cinsi günaha girmekten koruyoruz.. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Kadın toplumun bir parçasıdır. Hayatın onu dışarı çeken noktalarında toplum içinde bulunacaktır. Kimi zaman erkeklerin oldukları mekânlarda sesini onun duyacağı kadar ona yakın olacak, kimi zaman da görüş alanına girecek kadar yakın...
Bu noktada örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur.
Sınırı belirlenmeyen cinselliğin insana tıbbî zararları: Tıbbî zarar daha çok ruhî yönde ortaya çıkıyor. Bedensel etkiler daha çok ruhî etkilerin yansıması şeklinde kendini gösteriyor. Yani ruhun içi, dışa vurabiliyor. Cinsellik içeren görüntülere bakan insanların nasıl etkileneceği şarkılarda anlatılıyor ve filmlerde de gösteriliyor. İnsan tahrik olunca, yani cinsî dürtüleri hayalden veya dıştan kaynaklanan etkilerle harekete geçtiğinde, imkân bulursa kendini tahrik edenle tatmin oluyor. Eğer bu mümkün olmazsa ki, genelde mümkün olmuyor, daha değişik tatmin yollarına başvuruyor. Bu tatmin yollarından en aşırısı başkasına saldırmak olabileceği gibi, en hafif gibi gözüken yönü de elle tatmin şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Tatminsizlik veya gayr-ı meşrû yollarla tatminin, AIDS’e kadar varan tıbbî hastalıklara, intiharlara kadar varan rûhî bunalımlara yol açtığını
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1091 -
bilmeyen var mı?
Cinsel tahrikle harekete geçen insanların şöyle dediği çok duyulur: Meselâ “Çarpılmıştan beter oldum be âbi“; “Aklımı başımdan aldı“ “öyle bir baktı ki, içimi yaktı…“ Bu argo ifadeler içten geçen duyguların kabaca itirafı da oluyor. Birine karşı çok ilgi duyan, sonra da ona karşı ilgisini onunla bire bir temas yoluyla sonuçlandıramayan kimse, hayalî tatmin yollarına girer. Bu yollar insanda özellikle ruhsal bozukluklar meydana getirir.
Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen rejimler, bir yandan tahriki ortaya çıkaran yayınlara, giysi(sizlik)lere ve çirkin durumlara izin verirken; tahrikle harekete geçmiş insanları frenlemek için, yani onlarda uyanan duyguları kimseye zarar vermeden sâkinleştirmek için “genelevler“ açıyor. Bu su isteyene deniz suyu vermekten, yangına körükle gitmekten farklı bir şey değil.
Makyaj veya daha gerçekçi ismiyle maske: Maskeyi insan, olduğundan farklı görünmek, kendini başka türlü göstermek için takar. Makyajla hedeflenen, maskeden beklenen sonuçlarla benzeşince makyaja, maske dedik. Maskede iki değişik aldanma var. Birisi takanın aldanması, yani maskeli yüzün sahibi, muhâtaplarına karşı, kendini gizleyip, maske ile şekillendirdiği yüzünü gösteriyor. Yani gözüken kendisi değil. Diğeri, maskeli yüze bakan da maskenin arkasındakini görmediğinden maskede gördüğü yüzü karşısındakinin asıl yüzü zannediyor. Yani maskeli şahıs, karşısındakini aldattığını zannederek aldanıyor. Ona bakan şahıs da, maskenin gerçek yüz olduğunu zannederek aldanıyor. İkisi de hoş değil.
İşte doğal olanın terk edilmesi, böyle hoş olmayan şeyleri karşımıza çıkarıyor. Fıtrat sınırlarını aşınca insanın ruh güzelliği, sahte maskeyle yer değiştiriyor. Fıtratı, yani doğal sınırları aşmak insanların gözünü döndürüyor. Güzel görünme uğruna yapılan katliamları öğrenince insanın insan olduğundan utanası geliyor. Makyaj malzemelerinin hazırlanmasında değişik türden hayvanların yağları da kullanılıyor. Sadece Amerika’da bir yılda 50 bin kedi, 61 bin maymun, 180 bin köpek, 554 bin tavşan ve milyonlarca fare kadınların güzelleşmesi için katlediliyor. Deneyler ve kozmetik üretimi için her yıl 300 milyon hayvanın katledildiğini söylersek herhalde cinâyetin boyutları hakkında biraz bilgi vermiş oluruz. Güzel gözükmek için yapılan vahşet, sadece bunlarla sınırlı kalmayıp insanın tüylerini ürpertecek noktaya gelebiliyor.
Kozmetik firmalarında üretilen güzellik kremlerinde hayvan ve kürtaj plesentaları kullanılıyor. Plesanta, ana rahmindeki ceninin korunup gelişmesi için İlâhî program gereği konan özel muhâfaza edici maddeye verilen addır. Kürtajla rahimden kazınan plesantaların tonlarcası Rusya’dan getiriliyor. Rusya’daki bir klinikten Fransa’ya 34.400 kilogram kürtaj plesentası satıldığını 12.11.1992 tarihli gazetelerden öğreniyoruz. O günkü gazetelerde ayrıca şu bilgiler de yer alıyor: “Kürtaj sonrası alınan plesantaların kozmetik sanayiinde kullanıldığını bizzat kozmetik firmaları itiraf ediyor ve afişlerinde şu ifadeleri kullanıyorlar: ‘Cildinizi genç ve yaşayan hücrelerle gençleştirin’ Yani doğmamış bebeklerin yaşayan hücreleri ile...
Batılı ülkelerde estetik ameliyatlarda kullanılacak 5 aylık bir bebek 50 bin dolara alıcı bulurken Moskova’da aynı durumdaki bir bebek 8 bin dolara
- 1092 -
KUR’AN KAVRAMLARI
alınabiliyor. Bu katliam derecesindeki zulmün mazlumlarının âhı, makyaj yapan yüzlere ilerleyen yaşlarda bir tokat gibi iniyor. Kırışıklığı kapatmak için yapılan makyaj, ileride kırışıklıkları makyajla bile kapanmayacak kadar çoğalan bir cildi sahibinin başına belâ ediyor. Makyaj yapan Batılı kadınlarda ihtiyarlıkta kırışıklık daha fazla olmaktadır. Genelde, makyaj yapmayan ve tabii güzelliği ile yetinen Doğulu 70 yaşındaki bir kadının yüzündeki kırışık, Batılı 35-40 yaşındaki bir kadının yüzündeki kırışıktan daha azdır. Bir başka kıyaslama da cilt kanserinin Batılı toplumlarda fazla, Doğulu toplumlarda ise yok denecek kadar az olması noktasındadır. Amerika’da her yıl milyonlarca kişi cilt (deri) kanserine yakalanmakta.
“Bakma örtünmediğime, benim kalbim temiz...“ İyi ve temiz olmak için, konulan kurallara uyulup uyulmaması belirleyici olur. Kalbinin temiz olduğundan bahseden bu insanın bir lokantacı olduğunu düşündüğümüzde, para ödemeyip, sonra da “bakma benim para ödemediğime, sen asıl benim kalbime bak, o çok temiz“ diyen müşterisinden para almaması gerekir. Ama alıyor. Hatta vermezse hak sahibi olduğu için ısrar ediyor. Belki zorla alıyor.
Acaba Allah’a karşı bizim bir borcumuz yok mu? Bize şu dünya salonunun, bahar ve yaz mutfağında ikram ettiği leziz yiyecekler karşılığında bir hesap ödememiz gerekmeyecek mi? Dünyaya göre küçücük lokantandan, kalbi temiz olduğunu iddia ettiği halde, hesap ödemek zorunda kalarak çıkan insan, o lokantadan milyonlar defa büyük şu dünya lokantasından yediği, tattığı, baktığı, hoşlandığı, binlerce nimete karşılık, bir hesap ödemeden çıkacağını mı zannediyor? Kalbinin temizliği lokantada bir şey ifade etmeyen insan, acaba Allah karşısında, onca saygısızlığına rağmen kalbim temiz deyip kendini kurtaracağını mı zannediyor? Borcunu ödemeden lokantacının elinden kendini kurtaramayan insan, Allah’ın elinden kendini kurtaracağını mı düşünüyor?
Kalbin temizliğinin ölçüsü iman ve sâlih amellerdir. “Vücutta bir et parçası vardır. O sağlamsa, bütün vücut sağlam olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.“ 4378
“Bu devirde, bu zamanda böyle giyinilir mi? Zaman sana uymazsa, sen zamana uyacaksın!“ Böyle diyenler de var. Bunlar kolayı benimsiyorlar ve uydu oluyorlar. “Zaman sana uymazsa sen zamanı sana uydur“ demek bence daha şahsiyetli olur. Diğerinde teslimiyetçi bir yaklaşım varken, ikinci ifadede zamanı teslim alma, ona yön verme gayreti var. Yani uydu olmak yerine, başkalarını bizlere uydurmak önemli.
Bir de böyle diyenlere şunu sormalı: Bir gün gelir de bayanlar tepeden tırnağa örtünürse, bunlar bu sözün gereği olarak tesettüre uyacak mı? Bu soruyu soranlara sormak lâzım.
“Yaşım genç, ihtiyarlayınca kapanırım.“ Bu sözün altında bu sözü söyleyen kişinin yarını yaşama garantisi var gibi geliyor insana. Oysa ki şimdiye kadar ölenlerin hep yarını da yaşama şansları vardı. İnsan bazı şeyleri yarın (ertesi gün) yapmayı planlarken ölümle bugünden, ebedî bir yarına, yani bir daha yarınların olmadığı bir mekâna göçüyor. Bazı görevlerimizi yarına bırakma, o görevlerimizi yapma fırsatı bulamayacağımız ebedî yarınlarda bizlerde pişmanlık ve hasret olarak karşımıza çıkabilir.
4378] Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; İbn Mâce, Fiten 14
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1093 -
Belki ihtiyarlayınca örtündüğünde, örtünme emrinin gereğini yerine getirmiş olacaksın, ama örtünmenin bazı hikmetleri o gün olmayacak. Belki de, o ihtiyarlık günlerinde kaybolan güzelliğini göstermemek için kendin örtünmek isteyeceksin.
“O benim oğlum yerinde veya kızım yerinde. Kardeşim yerinde, anam veya babam yerinde; onun hakkında nasıl kötülük düşünürüm?“ Bazıları da böyle diyor. Böyle diyenlerin sözleri ile işin pratiği birbirini hiç tutmuyor. Bu iddiayı dile getirenlerin gazetelerin üçüncü sayfalarına bakmaları bizim cevabımız olarak yeter. Gelinin kaynı ile eniştenin baldızı ile ne yaptığını hemen hemen her güne yakın bir sıklıkta okuyabilirler.
“Onun hakkında nasıl kötülük düşünebilirim?“ diye açılan kapıdan açık-saçık yan yana geçenler, rakının bardakta durduğu gibi durmamasıyla benzerlik göstererek, yan yana geldiklerinde kimse yokken hiç de akraba gibi durmayabiliyorlar. Bir de öylesi duyguların insan içinden geçmeyeceğini kimse garanti edemez. O türlü süflî duyguların gelme ortamı olarak nâmüsait şartlar olan namazda bile insanın içine gelebildiğini dikkate aldığımızda, gelmesi için uygun bir ortamda haydi haydi gelebilir. Geliyor da ve geldiğinde hiç silinmeyecek izleri bıraktığını gazetelerden de görüyoruz.
Bu sözleri söyleyenler, hatta daha da ileri gidip, “gel kardeşim, bakmayla tutmayla çocuk olmaz“ diyebiliyorlar. Nur sûresi 31. âyette, insanları yaratan ve onların kalplerinden geçeni herkesten çok iyi bilen Allah’ın, kadınların hangi akrabalar yanında tesettüre uyma zorunluluğu getirip hangileri yanında kısmî serbestlik verdiği görülür. İnsanlar, sınırı kendilerini yaratan Allah’ın çizmesinin hakkı olduğunu, kendilerinin de O’na teslim olan O’nun kulları olduğunu iyi bilmelidirler.
Tesettürün, yani Allah’ın kâinata koyduğu bir yasayı çiğnemenin sonuçlarını çarpıcı bir şekilde gösteren bir gazete haberi verelim: 11 Nisan 1992 günü Sabah gazetesinde çıkan haberde şöyle deniyor. “Almanya’da her yıl kayıtlara geçen yaklaşık 10 000 tecavüz olayı meydana geliyor. Gerçekte bu rakamın 200 000 dolayında olduğu tahmin ediliyor. Bu saldırılara birkaç kez mâruz kalan Alman sosyal demokrat parlamenterlerden biri olan Bayan milletvekili Ressel meclise bir önerge veriyor. Önergede aynen şu ifadeler yer alıyor: “Erkeklerin saat 22.00’den sonra sokağa çıkmasına izin verilmemeli, kadınlar sokakta rahat yürüyemiyorlar.“ Bu olay bir şaka değil, açılan kapıdan gelen felâketin boyutlarını gösteriyor.
Yine fıtrî yolu terk etmenin acı sonuna bir başka misal de Amerika’dan: Amerika’daki her yeni evlilikten biri boşanmayla bitiyor. Boşanma nedeninin üçte ikisi zinadan, yani eşlerin birbirlerini aldatmalarından kaynaklanıyor. İsveç’teki manzara daha korkunç; her on çocuktan birinin aile içinde cinsel ilişkide bulunduğu belirtiliyor. Bu işi yapan % 95 baba, bu çirkin işe âlet olan da % 97 kız çocuğu.
Bütün bunlar İlâhî yasaları çiğnemenin acı sonuçları. Musîbetler bir noktaya gelince, binlerce nasihatten daha tesirli olmalıdır, ama oluyor mu? Öyleyse günümüz insanı için daha büyük musîbetler kapıda…
Örtünme konusu tebliğ edilirken nasıl bir yol izlenmeli? Başlangıçta
- 1094 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlattığımız şeyler hatırdan çıkarılmamalı, başörtüsü takmayan bir vatandaşa ilk önce başörtüsünü anlatarak başlamamalı. İlk önce onun durumu (imanı, teslimiyeti, düşünceleri, kültürü…) dikkate alınmalı. Nasıl, bir ev kurulacağında veya eve eşya alınacağında, evin bastığı toprak, temelin taşıma kapasitesi, kullanılan malzeminin kalitesi ve evin dar veya geniş olması önemli oluyorsa, anlatmada da muhâtabın imanı hangi zemin üzerinde ve neleri ne kadar kaldırabilir gibi konular da, tebliğ öncesi bilinip değerlendirilmeli.
Nasıl ki, üzerinde hiçbir duvar ve çatı olmayan arazide, sanki ortada bir ev varmış gibi, halı sererek işe başlamak ne kadar yanlışsa, İslâmî temel bilgilerden ve tevhidî iman ve bilinçten yoksun bir insana da konuyu başörtüden başlayarak anlatmak yanlış olur. Haydi arazi üzerinde duvar var, çatı var. Ama duvarlar çatlak, kiremitler kırık, tavan delik, yine böyle bir evde masanın üzerine örtü koymak ne kadar yanlışsa, imanı olduğu halde, İslâm’ı bildiği halde, birçok bilgi eksiği olan ve İslâm’ı yalan-yanlış bilen şuursuz insanlara da, yine başörtüsünden başlamak yanlış olacaktır.
Ev tamir olmadığı müddetçe eve konan her şey güzel olsa bile evin kötü, bakımsız ve dışarıdaki soğuğu ve sıcağı aynen içeriye alıyor olmasından dolayı güzellikler solan ve kaybolan güzellik olacaktır.
Bunlar dikkate alındıktan sonra; önce şahsımızda müslümanları sevdirmeli. Müslümanların örtünmekle örümcek kafalı olmadıkları, konuşmamızın muhtevâsında, davranışlarımızın âhenginde, yaşayışımızın örnekliğinde göstermemiz lâzım.
Hiçbir insanın kendini cehennem mahkûmu gibi potansiyel suçlu gören bir insandan hoşnut olmayacağını da unutmamak lâzım. Örtü âyetlerini ele alırken âyetin rûhundaki esneklikten bahsettik. Bu esnekliğin bir ucu fetvâ sınırlarını gösterirken diğer ucu da, takvâ sınırlarını gösteriyor. Yeni örtünecek insanların durumları dikkate alınmalı, örtünmenin onların içinden gelmesini sağlamalı, içten gelmeden, dıştan zorlanarak örtünmelerin istenmeyen sonuçlar verebileceği hatırdan çıkarılmamalı. Bu tür insanlara örtüyü bir şekil olarak dayatmaktan ziyade, güzel bir halin neticesi olarak takdim etmeli.
Yukarıda her ne kadar, mantık, hikmet, akıl ve pisikolojik faktörler denilip “saklı duygular“ altında bir şeyler ortaya konsa da, örtünmede esas olan “Allah’ın emretmesidir.“ Müslüman, her şeyde olduğu gibi, her şeyin kendisine verdiği faydayı ve hikmetlerini sadece teşvik ve tercih ettirici faktörler olarak ele almalı ve bir davranışı asıl yapma sebebinin “Allah emrettiği için“ olması gerektiğini unutmamalıdır.
Gündemden Düşmeyen Konu: Başörtüsü
Yıllardır müslümanlar, kendi gündemlerini bile tesbit edemiyorlar. İslâm topraklarını işgalleri altında tutan tâğûtî güçler, her taraflarından kuşattıkları müslümanlara kendi konumlarını ciddiyetle değerlendirip çözüm yolları aramaları için bırakın eylemi, fikrî zemin bile bırakmamak için var güçleriyle çalışıyor ve başarıyorlar. Kur'ânî gerçeklik ışığında düşündüğümüzde bu, onlardan beklenen olağan bir davranış. Elbette onlar insanları hidâyetten dalâlete, nurdan zulmete çıkarmaya çalışacaklardır. Müslüman için anormal olan bir durum varsa, o da şu: Onun bir delikten iki kere de değil, yüzlerce defadır ısırıldığı halde, yine
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1095 -
o ve benzeri deliği kapatmaya, deliğin içindeki zararlının haddini bildirmeye gayret etmemesi.
Hep müdâfa halinde müslüman. O müdâfa da, kendisine verilen sınırlı yetki ve dar çerçeve içinde. Unutuyor ki o, bu şartlarla müdâfaya çekildikçe düşman saldırıları artacak ve o daima mağlup olacaktır. Unutuyor ki, en iyi müdâfa hücumdur ve ancak hücum etmekle savaş kazanılır.
Evet, devamlı hücuma geçen, istedikleri an, diledikleri şekilde ve canları çektiği yerlere olanca güç ve imkânlarıyla saldıran kâfirler, müslümanların yaşadığı ama İslâm’ın hükmetmediği ülkelerde devlet başkanından küçük bir memuruna, gazetelerden okullarına kadar, “irtica ve başörtüsü“ne sık sık toplu hücuma geçerler. Müslüman gazeteler ve dergiler de kendilerine çizilen yasal sınırlar içerisinde (biraz da yasaları hafiften zorlayarak) Avrupa'daki hak isteme ve tartışma zeminine has entelektüellikte müdâfaalara girişirler. Artık müslümanların gündemlerinin ilk sırasını önceleri irtica, sonra başörtüsü almaya başlar.
Özellikle Birinci Dünya Savaşının akabinde başlayan İslâm topraklarındaki işgal, öylesine büyüktü ki, müdâfacıların kafalarında ve kalplerinde de büyük çapta izler ve derin yaralar bırakmıştı. Câmii, dinî mektep ve benzerlerinin işgalden aldığı yara, tahribat ve tahrifat, tabiî olarak elbette oralardan yetişen müslümanlarda da görülecekti. Bundan dolayıdır ki, yıllardır müslümanlar, bütüncü değil; parçacı, inkılâpçı değil; ıslahatçı, radikal değil; uzlaşmacı olarak bazı müdâfa ve isteklerde bulunmuşlar, bu özelliklere kesinlikle uymak kaydıyla küçük hücumlara geçmekle avunmuşlardı.
Müslüman, İmam-Hatiplerde ve üniversitelerde fazla bir şey değil, sadece başörtüsü istiyordu artık. Başörtüsüne kesin yasak gelince, zâten gerilemeye baştan râzıydı, demokratik istek bunu gerektiriyordu: Düzenin kanunu türbana müsâade ediyordu ancak. Şimdi türban istiyordu. Evet daha dün denilecek kadar yakın mâzîde, dininden ve hayâsından gelen yaptırım gücüyle çarşafıyla, peçesiyle bile olsa, erkeklerin içinde gayr-ı İslâmî ortam içinde okumaya râzı olmayan, böyle okumayı dinine ve canına okuma kabul eden müslüman kızı, keferenin lütfen müsâadesine terketmişti her şeyini. Toptan reddetmiyordu kimse artık İslâm düşmanı düzeni, böyle bir düzenin tüm kurumlarını. Toptan ve tümüyle istemiyor veya istemiyor görünüyordu kimse İslâm nizamını. Okul kitaplarından, geyik muhabbeti denilen basit tartışma ve konuşmalardan, gazete ve dergi sayfalarından vakit kalmıyordu. Onun için okumuyordu artık Kur'an'ı: “Yoksa siz, Kitab'ın bir kısmına iman edip, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz? O halde, sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatlarında büyük rüsvaylık ve bayağılıktır (rezilliktir). Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir. Bunlar, âhireti dünya karşılığında satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine yardım da edilmez.“ 4379
Hakkını, hem de insan ve müslüman olmanın gerektirdiği binlerce haktan küçük bir hakkını, müslüman; mücâhide has bir üslûpla değil; demokratik yollardan, sadece telgraf çekerek, protesto ederek, yürüyüş yaparak istiyordu. Kâfirler de canları isterse, bir lütuf ve bağış olarak, karşılığında, müslümanlardan nicelerini kendi saflarına çekme ve nice tâvizler alıp, müslümanları iğdiş etme pahasına
4379] 2/Bakara, 85-86
- 1096 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lütfen kabul edeceklerdi. Etmeseler ne olacak? Hiiiç! Bugüne kadar yüzlerce defa, müslümana yakışır bir tepki geldi mi ki, bu sefer gelecek? Gerçi, bugünkü düzen içinde ve bu eğitim sisteminde başörtüsü tümüyle serbest olsa ne yazardı?
Müslüman, nelere rızâ gösteriyor, neleri savunma durumuna geliyor, ne için çırpınıyor, ne istiyor, kimin rızâsı için ne yapıyor... Kur'an ışığında bunları iyi düşünmesi lâzımdır. İslâm dışı düzenin kurumlarını, okullarını, eğitimini, kitaplarını, hoca denilen kefereleri, ders denilen küfür-bilim yutturmacalarını, bilgi kirliliğini, merâsim, ders vs. adı altındaki şirk ve tapınmalarını, diploma ve makamlarını, memurluk ve yöneticiliklerini... can atarak, nice şeylerini fedâ ederek istiyor, istiyor müslüman. “Onlar, hâlâ o câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm veren, hüküm koyan? Fakat bunu, gerçekten anlayış sahibi olan toplum bilir.“ 4380
Tesettür anlayışı konusunda İslâm'la bugünkü müslüman arasında dağlar kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyordu elbette. Tesettür bununla bitmiyordu. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, fikir ve saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Sahi, evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen bu müslüman kızlar, okullara hangi araçlarla ve kimlerle beraber gelip gidiyorlar, okullarda kimlerle beraber oturup konuşup eğlenip ders(!) işliyorlar? Otobüs ve dolmuşlardaki kalabalık içinde yanında mahremi olmadan okullara gidişlerindeki durumu gören bir insanın, okul kantinlerini, koridor, bahçe ve sınıflarını hayal etmesine gerek bile yoktur.
Başörtülü olarak mezun olsa ne olacaktı yani, müslüman kızımız? Niçin okuyordu, beklediği neydi? Bir devlet dairesinde memurelik vb. bir görev. Daha büyük şer'î problemlerle karşılaşmayacak mıydı o zaman? Yok, görev almayacak, zâten kocası da onun geçimini karşılayacaksa, müslümanca görev yapılamıyorsa ilim için mi okuyordu gerçekten? Âhirete ne kadar faydası olurdu okuduklarının? Peki dünyaya? “Faydasız ilimden“ Allah'a sığınıyordu o Örnek insan. “Câhil mi kalsındı?“ Yok, öyle demiyoruz; okusundu ama Allah'ın ismiyle okunacakları ve Allah'ın istediği şekilde okusundu, onu diyoruz ve ilâve ediyoruz: Cehennemden yeşillik ve güzellik nasıl beklenmezse, küfür düzenlerinin okullarından da Allah'ın râzı olacağı bir ilim beklenmez, beklenmemelidir.
Ve ey erkek öğrenci! “Bana baş örtme farz değil, bu mesele direkt benimle ilgili değil!“ diyemezsin. Mesele, bir bez parçasına düşmanlık değil, İslâm'ın, açığa çıkan en basit görüntüsüne bile müsâmaha gösterilmeyip düşmanlık yapılması ise -ki öyledir- senin de müslümanlara benzer bir görünümüne yasak konuyor, şeklini kefereye benzetmek için zorluyorlarsa; ruhunu da, daha fazla zorluyorlar; bunu bilmelisin. Bir müslüman kızın başörtüsüne, hayâ ve nâmusuna Alman gâvurundan da fazlaca saldıran bir zihniyet; senin imanına, ahlâkına... zarar vermiyor, saldırmıyor mu dersin?
“Bir kızın üniversitede başının açılması basit bir olay mıdır, tepki gösterilmesin mi yani?“ denebilir. Evet, bu büyük bir haram, vahşî bir cinâyettir. Fakat ondan daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin işgaline uğramış olan Müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü'minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar
4380] 5/Mâide, 50
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1097 -
ister istemez sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, türban denilen tesettür ve hicab görevi yaptığı da şüpheli olan el kadar bez parçasına hücum mu tepki gösterilmesi gereken? Din ve imandan daha mı önemli bu?
Düşünmeli ve ona göre davranmalıyız ki: Resmî nüfusa göre çoğunluk olduğu halde müslümanlara azınlıklara verilen hak kadar olsun hakları verilmeyip en büyük zulümlerle zulmedilirken, dinimize irtica adı altında alabildiğine hücum edilir, okullarda ve düzenin tüm kurumlarında küfür, şirk, irtidat kabul edilen durumlarla imanlara bombardıman edilir, putların ve küfrün hâkimiyeti tescil edilirken... hep sustuk veya susmaya benzer demokratik ve küçük tepkiler gösterdik. Kurtuluş (nasıl ve hangi zihniyetten kurtulmaysa?!) Savaşında Fransız askerinin Maraş'ta bir müslüman kadınının peçesine ve örtüsüne el uzattığından dolayı kıyâma kalkan müslümanların döktükleri şehid kanlarının lânetine uğramamak için hangi olay karşısında tavır alacağız?
Evet, İslâm topraklarını işgal eden kâfirlerin kuduz köpek misali, müslümanların en mukaddes değerlerine saldırmalarına rağmen (taşlar bağlı ve köpekler salıverilmiş de olsa) tavrını koyamayan insan daha nelerin olmasını bekliyor?
Hayır, reddediyoruz gündemimize zorakî sokulan konuları. Gündemimizde sadece İslâmlaşma, İslâmî değişim ve dönüşüm var.
Devrim kanunları da denilen Atatürk ilke ve inkılâpları arasında yer alan ve günümüzde de uymayanlara ceza getirilmesi konusunda tartışılan “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun“ hakkında çok şeyler söylenebilir. Ama biz olayın bir diğer yönüne temas edelim. II. Mahmut’tan bugüne yöneticiler, baş olduklarını halkın başlarında kendilerini görmek isteyen tavırlarıyla ispatlamak istemişlerdir. Kendisine halk tarafından “Gâvur Padişah“ denilmesi pahasına ve Batılılaşmak, Avrupa kriterleriyle uyum sağlamak için Batı tarzı kıyâfeti kanunlar çıkartarak dayatan II. Mahmut, sadist ruhunu kendi otoritesini insanların başında görerek tatmin etmeye çalışıyordu: Herkes fes giyecek. Batı medeniyetine kaynaklık etmiş Yunanlıların giydiği başlık olan ve müslümanların örfüne ters olan fes, yönetime bağlı olan medreselerden de fetvâ alıyor, ilim adamları ise kefere fesinin üstüne sarık sararak onu güya İslâmlaştırma uzlaşmasına gidiyordu. Sonra bir başkası aynı anlayışla insanların kafasına şapka geçirerek kendi otoritesini görmek istedi. Sonra yine aynı çizginin devamı olarak bayanların kafalarında kendi güçlerinin görünmesi için başörtülere yasak kondu. Bu tavırlar, ancak sadist bir diktatörlükle izah edilebilir. Müslüman ise, ancak Allah’ın emrine “baş üstüne!“ diyerek O’nun hükmünü ve istediği kıyâfeti başına taç edinmeye çalışır.
Çeyrek Tesettür Gerçek Tesettüre Karşı ya da Başörtülü Çıplaklar
Biraz da etki-tepki meselesi olsa gerek. Egemen güçlerin bunca saldırısı ve zulmüne rağmen çarşılara, pazarlara baktığımızda başörtülü kızlardan geçilmiyor. Bardağın neresine bakalım? Hiç yoktan başı örtülü bayanların sayısı hâlâ çok sayıda diye sevinelim mi; yoksa başörtüsü, rûhundan giderek soyutlandı, çarşılar başörtülü mankenlerin boy gösterdiği podyuma döndü, örtü sokağa (ayağa) düştü diye üzülelim mi?
- 1098 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sürpriz olan hangisi? Az-çok kültürlü kızların başörtülü olabilmesi mi, yoksa her yönden gayrı İslâmî yaşama biçiminin kuşattığı ve modern Batı standartlarını içselleştirmiş, özgürlük putunun kurbanı ve sosyal hayatın, sokak ve çarşının tutsağı olmuş başörtülü kızların her aklı başında müslümana “bu kadar da yozlaşma olmaz!“ dedirtecek anormallikleri mi? Okullarda karma eğitimin tezgâhından geçmiş, televizyon dizileriyle büyümüş, kadın-erkek eşitliğini ve kadın özgürlüğünü bayraklaştırmış, dünyevileşmiş, İslâm’ı yeterince bilmeyen, bildiklerini tümüyle yaşamanın getirdiği bedellere hazır olmayan kızların çeyrek tesettürü mü?
Şuurlu müslümanların başörtüsü mücâdelesini önemli bir cihad gibi görmelerinin sebebi, onun Kur’an’ın bir emri, tesettürün ayrılmaz bir parçası, İslâmî inanç ve yaşama biçiminin dışa yansıyan bir göstergesi, müslüman hanımın hayâ ve iffetinin bir işareti olduğu içindi.
Müslüman hanımın başörtüsüyle birlikte dış kıyafetinin özelliklerini özetin özeti mâhiyette hatırlatalım: Müslüman bir kadının yabancı erkeklere ve müslüman olmayan bayanlara karşı yüzü, bileklere kadar elleri dışında vücudunun tamamı avrettir, örtmeleri gerekir. Hanımların, ev dışında veya yabancı erkeklerin yanında normal ev içi elbisesinin üstüne bir dış elbise daha giymeleri gerekir. Âyette şöyle buyrulur: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.“ 4381
Örtünün sık dokunmuş ve altını göstermeyen kalınlıkta olması gerekir. Cildin rengini gösterecek derecede ince olan elbise ile avret yeri örtülmüş sayılmaz. Elbise şeffaf ve çok ince olmamasına rağmen uzuvları belli edecek şekilde darsa ve organların şeklini ortaya koyarsa yine tesettür gerçekleşmemiş olur. Giyilen kıyafetin, örtünen başörtüsünün, erkeklerin dikkatini çekecek şekillerde olmaması, cinsel câzibeyi ortaya çıkarmaması gerekmektedir. 4382
Kim ne yorum yaparsa yapsın; başörtüsü Kur’an’ın emridir: “Mü’min hanımlara söyle: Gözlerini korusunlar, nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısmı müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini (süslerini ve süs taktıkları organlarını) teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…“4383 Başörtüsü teferruat değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiği bir farz teferruat, ayrıntı kabul edilemez. Bu mantık(sızlık)la, eğer başı örtmek teferruat ise, meselâ göğsü örtmek de teferruattır; çünkü o da aynı şekilde farzdır. Başörtüsü, çarpık yorumlarla önemsiz ve hizmet(!) için tâviz verilecek basitlikte görülemez, olmazsa da olur denilecek bir husus kabul edilemez.
Müslüman hanım, Ahzâb sûresi 59. âyete göre sadece vücudunu ve başını örtmekle emrolunmamış, aynı zamanda yabancı erkeklerden eziyet görmeyecek ölçüde ve iffetli olduklarını gösterecek biçimde cilbab (çekici olmayan ve baştan ayağa örten geniş ve kalın bir dış giysi) ile örtüneceklerdir. Bu özellik, başörtüsünün şeklini de, başörtüsü dışında dış giyimin nasıl olması gerektiğini ve bunun hikmetlerini de içermektedir. Vücudu örttüğü halde dış giysinin (cilbabın)
4381] 33/Ahzâb, 59
4382] O yüzden şekil ve renk olarak sade, daha çok koyu -siyah- renkte giysi ve örtü, yirminci asra kadar bütün dünya müslümanlarının riâyet ettiği ölçü kabul edilmiştir.
4383] 24/Nûr, 31
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1099 -
içindeki bol elbise, -cilbabsız olarak- nasıl dışarıda tesettür için yeterli görülmüyorsa, aynı şekilde elbise desenlerinden daha çekici, allı güllü, bol süslü eşarplar ve kadını câzip gösteren kıyafetlerin de tesettürdeki temel espri ve hikmeti taşımayacağı bilinmelidir.
Bilindiği gibi, Nur sûresi 31. âyeti, kadınlara -istisnâ edilen şahıslar dışında- hiçbir erkeğe ziynetlerini göstermemelerini emretmekte. Ziynet, kadını güzel gösteren saç, makyaj, parfüm, takı, mücevherât ve elbise gibi şeyleri içine almaktadır.
Güzel kokudan (parfümden) kaçınmak şarttır: “Bir kadın, güzel koku sürerek bir topluluktan geçer, onlar da ‘onun kokusu şöyle şöyleydi’ diye konuşurlar. Böyle (koku sürünmesi ve) söylenmesi çirkindir.“4384 Konuşurken ciddî olma mecbûriyeti vardır: “...Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır...“4385 Müslüman hanımın davranışı, yürüyüşü ağırbaşlı olmalı, dişiliğini, cinselliğini öne çıkarmamalıdır: “... Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar (dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümesinler).“ 4386
Tesettürdeki gâye ve hikmet, ulemânın ittifakı ve ümmetin icmâı ile kadının yabancı erkeklere karşı cinsî câzibesini gizlemektir. O yüzden, kadının bileğindeki altın bileziğin gözükmesine izin vermeyen din, kadını daha süslü gösteren bir eşyanın, bir aksesuar veya başörtüsü ya da giysinin kullanımına da izin vermez. Nûr Sûresi, 31. âyet, kadının yabancı erkeklere ziynetlerini/süslerini (ve ziynet yerlerini) göstermesini yasaklar. Hâlbuki şimdiki başörtülerin ve dış giysilerin büyük oranda ziynet/süs unsuru olması, aranacak ilk vasıf sayılabiliyor, ziyneti örtmesi gereken şeyin kendisi tümüyle ziynet özelliğine uyuyorsa bu nasıl tesettür olabilir? Tuz yiyeceği kokmaktan korur; tuz kokarsa o yiyeceğin hali ne olur?
Başörtüsü, mü’min hanımlara sadece üniversitede farz olmamakta, bulûğa erdiği andan itibaren farz olmaktadır. Ayrıca üniversite gibi resmî kurumlarda ve erkeklerle kızların karma eğitim yaptıkları ya da içli dışlı oldukları yerde sadece başörtüsü değildir farz olan; onu tamamlayan diğer giysiler ve cinsî özellik ve câzibelerin tümünden arınmış, fitne ortamına hiç yer vermeyecek davranışlar da şarttır.
Müslüman bayan, erkeklerin de bulunduğu sosyal hareketlere katılır veya yabancı erkeklerle meşrû ölçüler içinde konuşurken, her şeyden önce dişiliğiyle değil; kişiliğiyle bulunmalıdır. Bir kadın için, sosyal hayatta tesettür her şey değil; bir şeydir. Onsuz olmaz ama onunla da her şey tamamlanmış değildir. Kahkaha gibi aşırı ve sesli gülme, yabancı erkeklerle şakalaşma, gereksiz samimi tavırlar, kadınsı işveler, yapmacık edâ ve sesin güzelleştirilmesi için doğal olmayan çabalar vb. iffetli müslüman bir hanıma yakışmayacak ve müslümanlarca yadırganacak ya da farklı gözle değerlendirilecek her türlü tavırdan kaçınılması gerekir. Müslüman hanımın bu ölçülere riâyet etmeden sosyal hayatta yer alması ya da erkeklerle konuşması, hem kendine, hem dâvâsına, hem tesettürlü hanımlara, hem İslâm’a ve hem de müslüman kadınların toplumda müslümanca yer etmesi
4384] Ebû Dâvud, hadis no: 351
4385] 33/Ahzâb, 32
4386] 24/Nûr, 31
- 1100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için gereken ortamın ve örfün oluşması önündeki zincirlerin kırılma çabalarına çok büyük zararlar verecektir.
Bugün çarşıda, pazarda, tezgâhta, masa ve kasa başında, başörtülü bayanların “örtülü çıplak“ diye tanımlanabilecek başörtülü yozlaşmanın görüntülerini de şöyle özetleyelim: Çarşaf ya da bol ve uzun pardösü benzeri bir dış giysinin tamamlamadığı bir kıyâfet. Dış giysi cinsinden bir şey olmaksızın sadece başörtü, altına etek veya pantolon, üstüne bluz, elbise cinsinden bir şey giyerek çarşı pazarda dolaşma veya işyerlerinde ya da okullarda bu kıyafetle yabancı erkeklere (iş arkadaşlarına, sınıf arkadaşlarına, müşterilere…) gözükmek.
Yasak savma cinsinden bile kabul edilemeyecek tarzda, çok ince veya çok kısa ya da çok dar pardösümsü bir dış giysi.
Başörtünün altından sırıtan çirkinlik: Yüzde makyaj, dudaklarda ruj, yanaklarda allık, gözlerde boya ve hatta başörtüsünün rengine uygun özel lens, kaşlarda inceltme ve vücutta ağır parfüm kokusu gibi acâyiplikler.
Yani, başörtülü sekreter ve başörtülü tezgâhtar bayanların büyük çoğunluğu başta olmak üzere ev hanımı veya ev kızı olmadıkları imajını her haliyle yansıtmaya çalışarak entel takılan genç bayanların da önemli bir kesiminin çarşıda, okulda, işte… başörtülü mankenlere benzeme gayreti. Üstü kapalı altı havalı, uygunsuz etek üstü türban, altta dar kot pantolon üstte başörtüsü, bacakları açık ama başı kapalı tipler; Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtecek şekilde, altı kaval üstü şişhane görüntüsü…
Süslü kubbesi olan bir câminin alt katının tapınak olarak kullanıma açılması gibi bir şey. Başında sarık, ayağında mayo olan imam kıyâfeti ne ise onun gibi. Ne var bunda demeyin, sarıklı imamın giydiği mayonun HaŞeMa yani, Hakiki Şeriat Mayosu değil; Batılıların giydiği cinsten iki parmaklık mayo olduğunu düşünün. Sakallı ve başında sarığı olan genç bir imamın sosyete plajında bakınarak gezinmesi ne ise, aynı ve belki daha ağır değil midir, çarşı ve pazarda (hal diliyle “şişşt, baksana bana!“ diye konuşan giysi içinde) kendine baktırarak gezinen başörtülü kız.
İkişer kelimelik kısa tanımlarla özetlersek: “Başörtülü açıklık“; “örtülü çıplaklık“; “tesettürsüz örtü.“ Şunlar da üçer kelimelik: “Cilâlı baş devri“; “cennetle cehennem koalisyonu“; “sulandırılmış İslâm’ın görüntüsü“; “zakkum aşılanmış çiçek“; “zehir karıştırılmış bal.“
Konserlerde alkış ve ıslıkla da yetinmeyip dans eder gibi hareketlerle tempo tutup sanatçının ezgisine/şarkısına koro elemanı gibi katılan başörtülü kızlar kimse tarafından yadırganmıyor artık. Çarşılarda özgürce gezmekle tatmin olmayan başörtülü bayanların bir kısmı, deniz kenarlarında, park ve pastanelerde özgür takılıyorlar, herkesin içinde şuh kahkahalar atabiliyor, çarşıda (şimdilik) kız arkadaşlarıyla öpüşebiliyor, çok rahat tavır ve cıvık cinsellik kokan davranışlardan, bazen kol kola bir yabancı erkekle fingirdeşmekten bile çekinmiyorlar.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in “giyinik olduğu halde çıplak gibi görünen kadınları, Cehennem ehlinden“ saymasının4387 sebebi üzerinde düşünülüyor mu dersiniz? Hz. Peygamber, bunların Cennete giremeyeceği gibi, Cennetin kokusunu dahi
4387] Müslim, Libâs 125, hadis no: 2128
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1101 -
alamayacağını belirtmiştir. Kimdir bu örtülü çıplaklar? Bunlar şeriatın koyduğu ölçülere uymayan, yani ince, dar ve uzuvları gösteren elbiseler giyen ya da vücudunda örtmesi gereken yerleri örtmeyen kadınlardır. Kadınların bu şekilde giyinmesi, küçük günahlardan olsaydı, Hz. Peygamber, onları Cehennem ehlinden saymaz, Cennetin kokusunu dahi alamayacaklarını söylemezdi. Farzedelim ki, sözkonusu şekilde giyinmek, küçük günahlardandır. Bu durumda küçük günahlarda ısrar etmenin, günahı büyüteceğini bilmiyorlar mı? Bilinmelidir ki, “sürekli yapılan hiçbir günah, küçük; tevbe edilen hiçbir günah da büyük değildir.“
Hasan Basri gibi: “Siz sahâbeyi görseydiniz deli (öcü) derdiniz, onlar da sizi görseydi müslüman (tesettürlü) demezdi“ demeyeceğim; daha hafifini tercih edeceğim: Günümüz Mekke ve Medine’sinde, hatta Tahran’ında, Afrika’nın nice ülkesinde, Malezya’da… erkek ve hanım müslümanlar, bu giysi ve davranış sahiplerine hiç duraksamadan kötü kadın damgası vurabilirler, kendilerinden saymayacakları gibi, hicaplı/tesettürlü sınıfı küçük düşürdükleri için ajan muâmelesi yaparlar. Ama Batı ülkelerinde bu kıyafet ve tavrın, tepki almadan kabul göreceğinden emin olabilirsiniz. Başörtüsü dışındaki bu giysi ve davranışı kendi standartlarında gördüklerinden, “herhalde başı keldir de kapatma ihtiyacı duyuyordur veya başına bir bez bağlamaktan zevk alıyordur, imaj anlayışıdır, bu tür değişiklikle dikkat çekmek istiyordur“ şeklinde değerlendirmeler yaparlar. Türkiye’deki fanatik laikler ve Kemalistler gibi (çoğunluğun tavrı ve çoğu özelliğiyle) âhı gitmiş vâhı kalmış başörtümsü cicili bez karşısında katı ve uzlaşmaz tavır takınmazlar.
“Bunlar (iki inanç, iki grup) arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanıyorlar, benziyorlar) ne bunlara. Allah’ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.“4388 Hem Allah’ı, hem şeytanı râzı etmeye çalışmak, sadece şeytanı râzı edecek gülünç tavırlara, aldatış ve aldanışlara götürür insanı. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı ancak dünya hayatında rezillik, rüsvaylıktır; Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.“4389; “Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri şeriat (dinî kaide) kılan şirk koştukları ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.“4390 Hakla bâtılın koalisyonu, güzel bir içeceğin zehirle karıştırılmışı gibidir. Altısı içinden, altısı dışından tavırlar dinle alay etme gibi değerlendirilebilir. Müslümanlığı çok kötü temsil eden kimselerin zararları, müslüman olmayanlarınkinden daha büyük olur çoğu zaman; akılsız dost ve akıllı düşman misali. İslâm’a en büyük zarar, tarih boyunca hep içeridekilerden gelmiştir. Dini yanlış temsil ile “müslümanlar işte böyle!“ dedirtecek tavizci anlayışa ve kötü örnek olarak dini de küçük düşüren tavırlara kimsenin hakkı yoktur.
Bütün bunların yanında saçının tekinin bile gözükmemesine ciddi özen gösterilerek takınılan ve çoğunlukla “bone“li başörtüsü; rengârenk, bin bir desen, cıvıl cıvıl. Anadolu’daki fazla kültürlü olmayan bayanların kıyafetinin diğer bölümlerinde bu denli yozlaşma olmamasına rağmen, başörtü bağlama konusunda biraz ihmalkârlık biraz alışkanlık gereği, yer yer saçlarından bir kısmının bazen
4388] 4/Nisâ, 143
4389] 2/Bakara, 85
4390] 42/Şûrâ, 21
- 1102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veya devamlı gözükebilecek şekilde başörtüsünde gevşek davranmalarına tam ters bir uygulamayı andırıyor, büyük şehirlerdeki bu fotoğraf. Çok kültürlü olmayan halk sınıfından geleneksel örtünmeyi sürdüren bayanlar, başörtü örtme biçimine kadar örfleştirip âdetleştirdikleri şuursuzca örtünme görüntüsü sergilerken, onlardan ayrıldığını gösterme ihtiyacı duyan ve kültürlü olduğunu düşünen modern örtülü bayanlar da, saçlarını örtme konusunda gösterdikleri titizliği; başörtüsünün süslü câzibiyetinden kaçınma hususunda, başörtüsü dışındaki giysi ve tavır konusunda (sanki bilinçli ve kasıtlı bir tavırla) göstermekten kaçınıyorlar.
Renk-renk, moda moda başörtüler, atlası, ipeği, yerlisi, ithali, bin bir çeşit… Ama, farklı etiketlere, değişik firma isimlerine aldanmayın; hepsinin markası tek: “Bak bana!“ marka.
Dışı kâfirleri hâlâ yakmayı sürdüren başörtüsü, içi müslümanları yakmaya başladı. Bâtıl cephesinde yeni bir şey yok; ilkeli de çağdaşı da aynı. Batının ve her çeşit bâtılın geleneksel tavrı değişmiyor: Zorla hakkından gelemediği hakkı, hile ile yozlaştırıp tahrif etmek. Yaşadığımız coğrafyada da bu filmin başörtülü versiyonu vizyona kondu; kanun ve baskılarla alt edemedikleri, önünü alamadıkları başörtüsünü cıvıklaştırarak yozlaştırdılar. Light İslâm, sulandırılmış, kitabına uydurulmuş, ılımlı müslümanlık diye dillendirilen İslâmîzasyon anlayışının ne ölçüde tutacağını başörtülüler üzerinde test etti global ifsat çeteleri ve maalesef umutlanacakları netice aldılar.
İmanla, tevhidle bağı koparılan, hiç değilse zayıflatılan ibâdetler, âdetlere dönüşür. Başörtüsü de öyle oldu. Kültürsüz halk kesiminde ninelerin, hizmetçilerin, temizlikçilerin ya da köylü kadınların geleneksel başörtüsü, âdet kabilinden değerlendirildiği için egemen güçlerin bunu hoşgörüyle (en azından düşman olunmaya gerekli olmayan, tahammül edilebilir şekilde) karşıladıkları bilinen husus. Şehirli bayanların, kültürlü kesimin de başörtüsü, çok yönlü yönlendirmelerle âdete dönüştürülüyor. Böylece derin egemen güçler, onu irtica (yeni adıyla siyasal/İslâmî) simge görmeyecek, âdete dönüşen başörtüsüyle uzlaşacaklar. Yeter ki imanın yansıması olarak örtülmesin örtü, yoksa bir kimlik alâmeti ve müslümanlık sembolü olmaktan çık(arıl)mış bir bez parçasıyla kimsenin bir alıp veremediği olmaz. Bizim açımızdan, yukarıda resmedilen şekliyle sorun ne kadar büyürse, zâlimler için de o oranda sorun olmaktan çıkacaktır başörtüsü. Bu değerlendirme ışığında, çok yakın bir zamanda başörtüsü meselesi çözülmüş olacak. Az kaldı, yozlaşmanın çapı ve şümûlü tamamlansın; başörtüsü AB standartları ve Batılı modern bayanların tüm olumsuz imajlarıyla arasında çok az kalan farklılıkları kaldırsın, başörtüsü sorun olmaktan çıkacaktır. Derin devlet, yani formalite icabı hükümette olanlar değil; devleti fiilen yöneten iktidar gücü her ne kadar şimdiye kadar hiç taviz vermiyor görünse, on yıl sonrasına bile yeşil ışık yakmayacak izlenimi verse de, tek taraflı olarak başörtülülerin kaahir ekseriyeti, her çeşit tavizi vermeye hazır olduğunu gösterdi. Ruhu soyutlanmış, tesettür görevi yaptığı çok şüpheli hale gelmiş başörtüsüne İslâm düşmanları niye taviz vermesin ki!? Hele o verecekleri taviz, bundan sonra alacakları muhtemel taviz yanında çok az kalıyorsa. Ama dejenerasyonun yeterli olmadığını düşünüyor o çevreler besbelli. Taviz tavizi doğurur, “du bakalim n’olicek?“ diye bekliyor sadece başörtüsü vurgusu yapan çevreler. Öteki taraf, başörtüsüzlerin her türlü olumsuz giyim ve tavırlarına bulaştırdıkları başörtülüleri “bu müslümancıklar, açık göbek modasına ve başörtüsü altına mayo ya da mini etek garâbetine kadar işi vardıracaklar
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1103 -
mı“ diye test etmeye devam ediyor ve sebep oldukları bu tablodan sadistçe zevk alıyorlar. Başörtüsü, modern giyim(sizlik) tarzıyla, Batılı modern tavırla, vücudun diğer giysilerdeki cinselliği açığa vuran çağdaş özelliklerle uyuştuğu oranda modern güçler ve düzen de başörtüsüyle uyuşacak. Başörtülü; Kur’ânî çizgi, takvâ giysisi ve yaşama biçiminden ne kadar taviz verip uzaklaşırsa, kendini doğuran bağla irtibatını koparırsa, o oranda İslâm düşmanı çevrelerin tavizini görecek. Görünen maalesef o ki; başörtülülerin kaahir ekseriyeti, bugünkü halleri ve gelecekte sergileyecekleri daha büyük yozlaşma sürecine girmeleriyle kendilerine taviz verilmeyi hak ettiler. Ama yine de Kenan Evren’in tabiriyle “sinek küçük ama mide bulandırır“ diye düşünüyorlar. Kur’an bu güçlerin portresini şöyle çiziyor: “Sen onların dinine uyuncaya kadar Yahûdiler de Hristiyanlar da (onların izinden giden müşrikler de) senden asla râzı olmazlar.“4391 Başörtüsünün imanla irtibatının çoğu kızımızda çözüldüğünü gören âyette belirtilen sınıflar, başörtüsü problemini çözmek için girişimlerine başlama sinyalleri verdi biliyorsunuz. İktidar değişimlerini finanse eden dolar milyarderi Amerikalı yahûdi Soros, kendi emir kulları olan radikal laik çevrelere “yeter artık, bu kadarı kâfi“ demeye başladı; ve ekledi: “Başörtüsü sorununu ben çözeceğim.“ Bu sözü, tabii ki, kendi adına değil, Batı, Amerika adına, yani çoğunluğu Hristiyan olduğu değerlendirilen kesim adına, Hristiyan Batıyı temsilen dillendirdi. Ve, üstüne üstlük; kısa zaman önce, başörtüsü sorununun çözümünün İsrail’den geçtiği yetkili ve etkili çevrelerin ağzından dökülmeye başladı. Demek ki, başörtülülerin bu yozlaşmasından râzı oldular, neticesi alındığı için artık baskının kalkması gerektiğine karar verdiler. Bakara 120’nin ışığında bu durumu yorumladığımızda, işin vehâmeti daha iyi anlaşılacaktır. Bu demektir ki, kendini tesettürde zannedenlerin çok önemli bir bölümünün taktığı başörtüsü, Allah’ın râzı olmayacağı şekle geldi. İsrail’in, ABD’nin râzı olduğu başörtüsü, artık Avrupa Birliği’ne girmek üzere. Onlardan yeşil ışık yakılmaya başlandığına göre, onların emir kulları egemen güçler de kamusal alan dedikleri etkin yerlerde değilse de, sözgelimi bazı üniversitelerdeki kırmızı ışıkların bir bölümünü söndürecekler. Yoksa radikaller “İslâm’ın en önemli emirlerine bile yasak koyan üniversite, diğer okul ve resmî kurumlar ve de buraları bu hale getiren düzen olmaz olsun!“ deyip uzlaşmayı tümüyle reddedebilirler; küçük de olsa böyle bir ihtimali hesap eden Batılı güçler, büyük tâvizler alındığına emin olduğu için küçük tâviz vermekten yana.
Amerika’lardan fetvâlar veren “teferruat“çılar, hizmetin (kime, neye ve nasıl hizmetse?!) Allah’ın emrinden daha önemli olduğunu bağlılarına ve sempatizanlarına duyurdular. Üniversitelerdeki öğrenciler veya eğitim kurumları başta olmak üzere kimi alanlarda çalışan bayanlar başörtüsünü çözerek problemi çözmüş oldular. Yirmi sekiz şubat sonrası psikolojik baskılar başörtüsü bedelinin hafif olmadığını gösterdiği için bazı başörtülüler kolay yolu tercih etti. Hemen açılmakta zorlananlar, büyük bir buluşa imza atarak bere ile peruk ile tesettür olabileceğini icat ettiler. Derken çığır açıldı, iş çığırından çıktı. Hâlâ başörtüsünü çıkarmayanlar da başörtüsündeki rûhu çıkardı. Bunun yanında, özellikle büyük şehirlerdeki “ben de müslümanım“ diyenlerin en az yarısı zâten ne başörtüsünü, ne de başörtüsünü emreden İlâhî emir ve yasakları takıyor. Eh, tâvizi hâlâ hak etmesinler mi Batılıların gözünde.
Evet, üç vakte kadar (bu üç vakit, üç ay mı olur, üç yıl mı, başörtülülerin
4391] 2/Bakara, 120
- 1104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dejenerasyonunun ve düzene uygun yaşam tarzının yeterli görülmesine bağlı) başörtüsü sorunu çözülecek. Rûhundan soyutlanmış, aksesuara dönüşmüş modern başörtüsü artık kamusal alanda tümüyle değilse, yavaş yavaş müsaade edilir hale gelecek. Bu ülkedeki hayranları tarafından yadırgansa da, Avrupa Birliği veya Kirliliği denilen İslâm düşmanı birlik standartları da zâten bunu gerektirmektedir. Buna rağmen, bunun çok kısa zamanda gerçekleşeceğini de düşünmüyorum. Çünkü bu coğrafyadaki örtü düşmanı egemen çevreler, kendi dinlerine tavizsiz bağlı fanatik İslâm düşmanı oldukları ve müslümanların dışa yansıyan en basit, en mâsum, şirk düzenine de hiç zararı olmayan görüntülerine karşı bile acımasızlar. Evet, er-geç başörtüsü sorunu çözülecek, çözülüyor; sevinin müslümanlar, sevinebilirseniz! Bu, başörtüsü mücâdelesinin bir zaferi midir, 28 Şubat süreciyle hızlanan light İslâm’ın Kur’an ve Sünnet İslâm’ına -şimdilik- bir galebesi mi, değerlendirin. Müslümanlar başörtüsünü şeklen değilse rûhen çözdüler, sıra örtü düşmanlarının lütfedip çözmesine kaldı. İktidarda olduğu sanılan sanal hükümet mi? Güldürmeyin adamı, onlar kendi karılarının başörtülerini bile savunamıyorlar; İslâm’ın İ’sini ağızlarına alamıyorlar (Eee n’apsınlar canım, yoksa gerginlik çıkar…). “Biraz daha zamanı var, zamanı geldiğinde gerginlik çıkmadan, konsensusla bu sorunu çözeceğiz“ diyen hükümetin başının bu sözünün anlamı, bu açıklamalar ışığında daha iyi anlaşılmıştır herhalde.
Gazinoda, pavyon veya plajda, yani en azından gözlerin haramlarla meşgul olduğu bir mekânda başında “imam sarığı“ ile dolaşmanın durumuna benziyor; çarşı pazardaki dikkat çekici tavırlarıyla başörtülü kızın tavrı. İmamın sarığı beyaz olduğundan, en küçük bir leke kaldırmadığı ve hemen göze battığı gibi, taç gibi başlara yerleşen ve sarık kadar simgesel ve ulvî değeri olan başörtüsü de, takılan başı baştan aşağı güzelleştirmeli. Yoksa sarığı ve başörtüsünü kirletenler, farkında olmadan da olsa “din“e düşman kazandırmanın vebâlini taşımış olurlar başlarında örtü yerine. İslâm’ı yanlış tanıtıp kötü örnek olarak bu modern başörtülü kızlar, bilmeden ve istemeden de olsa İslâm’a zarar veriyorlar. Buna rağmen, “Ne biçim “müslüman kız“ bunlar, müslüman “kız bunlara!“ diyemiyoruz. Kendimiz kız(a)mıyoruz, acıyoruz, bu kızlarımıza. Bunların konumu, müslümanlığın bu ülkede ne hale getirildiğini gösteriyor. Câhil bağlılarının ya da kendini bağlı zanneden mensuplarının dine bakışını ele veriyor. Yozlaştırılmış, sulandırılmış, ılımlılaştırılmış dinin başörtü versiyonu da böyle oluyor demek ki. Amerikancı müslümanlığın, düzene uygun demokrat müslümanlığın, fri takılmanın, özgürleşmenin yansıması bunlar. Dine karşı din, başörtüsüne karşı başörtüsü. İçi boşaltılmış tesettür. Vitrinci, slogancı tavrın neticesi. Modern muharref müslümanlığın göstergesi, hakla bâtılın giysideki koalisyonu.
Çeyrek tesettür anlayışı, çeyrek din anlayışı demektir. Aslında, kadınıyla erkeğiyle günümüz Türkiye müslümanı, çoğunlukla diğer dinî algılayış ve yaşayış konularında da benzer tavır içinde. Başörtüsü, başların üstünde olduğu ve sokakta çarşıda (sevinemiyoruz maalesef) çokça başörtülü boşta gezen (ya da görücüye çıkıp bir şeyler arayan) kız olduğu için göze batıyor da ondan. Hani bir zamanlar yetkili bir Türk büyüğü(!), öyle diyordu ya: “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz.“ Bu sözdeki komünizm kelimesini başörtüsüyle değiştirerek aynı sözü söylüyor şimdiki etkili ve yetkililer. Ve getirdikleri başörtüsü de bu. “Olmaz olsun böyle başörtüsü!“ dedirtmek istiyorlar topluma. Önceleri sosyete çıplakları şöyle diyordu: “Biz ne çarşaflılar gördük, ne haltlar ediyorlar…“ Bu
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1105 -
cümleden sonraki ifadeleriyle % 99,9 yalan söylüyorlardı. Ama şimdi artık sadece sosyeteler değil, halkıyla elitiyle, her kesimden insan hem de nice gerçek olaylar ve gerçek görüntülerle delillendirerek “biz ne başörtülüler gördük, ne haltlar ediyor…“ diyebiliyor, hiçbir müslümanın onaylayamayacağı cinsten aşırı özgür tavırları, yanındaki erkekle fingirdeşen başörtülüleri ve cıvık davranış ve başörtüsüyle taban tabana zıt giysi veya giysisizlikleri, makyajlı rujlu, allıklı pudralı, manken yürüyüşlü başörtülüleri gösteriyor.
Güler misiniz, ağlar mısınız? Ben ağlanılması gerektiğini, ama ağlamaya bile vaktimizin olmadığını, bunların bizim insanımız, en azından bizim mesajımıza düşman olmayan, bize yakın insanlar olduğunu değerlendirmekten yanayım. Bütün bu yanlış/çirkin tavırlar gösteriyor ki, şuurlu müslümanlara, hepimize çok iş düşüyor. Eğer biz yeterince İslâm’ı, tevhidi, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını, bütüncül olarak doğru bir şekilde anlatabilseydik, söylediklerimizi yaşayabilseydik, çevremizdeki çirkinlikleri nehy edebilseydik bu anormal manzaralarla kesinlikle karşılaşmazdık. Nitekim, din eğitimi yönüyle temeli sağlam atılmış olan köklü ve sahih din/tevhid öğretimi ve eğitimi/terbiyesi alan kızlarda savrulma daha az olmakta.
İçinde bulunulan mekânın inanca ve yaşayışa büyük tesiri vardır. Câhilî eğitim veren kurumlara, câhiliyye köle pazarlarını andıran çarşı ve pazarlara salıverilen insanların da bulunduğu ortamdan etkilenmemesi için çok ama çok sağlam bir tevhidî şuura, her bedelini ödemeye hazır güçlü bir imana ihtiyaçları vardır. Meyve veren her bitkinin her toprakta yetişmediğini, bazı yerlerin ayrık otlarına, kaktüs ve zehirli bitkilere çok müsait olduğunu hatırlayalım. Başında güzel meyve cinsinden başörtüsü bulunduran kızlarımız birer fidandır. O fidanın herbir yanını ahtapot kollarıyla zehirli sarmaşıklar sarıyor ve meyve verecek özünü vampir dişleriyle emmeye çalışıyorsa, öyle bir genç ağaçtan güzel bir meyve bekleme şansımız pek olmayacaktır. Balık için su ne ise, tesettür de müslüman hanım için odur. Su, balığın, içinde yaşayamayacağı oranda pislenmiş, zehirli atıklarla bulanmış ise balığın hali ne olur? Tâğûtî düzeni ve kurumları reddetmeden, çocukların aldıkları çarpık eğitimi hatta onaylayan bir tavır içinde, televizyonun yetiştirmesine açık şekilde ve nefsânî tarzda özgürce, yani başıboş tarzda caddelerde, sokaklarda gezip tozmayı, bakıp baktırmayı ihtiyaç sayan kızlarımız yetişirken sonucun böyle olacağını hesap etmemiz gerekiyordu. Uzun da olmayan etekleriyle diz altlarını, hele yırtmaçlı etekleriyle bacaklarını, kot ve benzeri pantolonla vücut hatlarını, bluz veya tişörtle göğüs çıkıntılarını, üstünde hâlâ duruyorsa pardösü demeye bin şâhit isteyen mont türünden ve daracık dış giysisiyle belinin inceliğini göstermekten çekinmeyen başörtülü kızlarımız, başı açıklara geç de olsa uyarak düşük pantolon ve açık göbek modasına da uyar ve teşhirciliğin bu kadar rezilcesine de atılırsa şaşmamak lâzım. Başında başörtüsü var ya yeter, o kendini kapalı sayıyor. Zaten yozlaşma ve dejenerasyon yavaş yavaş büyüdüğünden toplum şaşmıyor, yadırgamıyor, doğal karşılıyor bütün bunları.
Hicabın, tesettürün içi boşaltılmış, sadece başörtüsü, varsa yoksa türban kalmış. Onun da suyunu çıkartarak cıvıttılar; örtüsüz örtü gibi zıtlık ve tuhaflıklar ortalığı kapladı. Her şeye rağmen başörtülü kızlar bu ülkenin gülleri, fidanları, meyve vermesi beklenen ağaçları. Kökü kuruyan ağacın yaprakları da tabii kısa zaman sonra kuruyacaktır. Ağacın kökü iman idi, sulanmadı, beslenmedi, gıdasız bırakıldı bu ağaç. Hatta su diye kurutacak zehir verildi özellikle resmî
- 1106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurumlarca. Kuruyan kökün başörtüsü şeklindeki yaprakları döküldü. Sulanması gereken bazı fidanlar ise sulanmadı, ama sulandırıldı; câhiliyye kültürünün hormonlu bilgi kirliliğiyle yetişen körpe fidanlar çürümeye başladı. Hormonla ve yanlış aşılarla özü kaybettirilen, genlerine/fıtratına müdâhale edilen ağaçların meyveleri durumundaki başörtüleri de kanserojen özellikler taşımaya başladı. Çöplükte gül bitebilir, ama gübrelikte gül bitmez; bitse bile kokusu da aldığı gıda cinsinden olur; başörtüsü gibi açan goncası/çiçeği huzur vermek yerine, çirkin görüntüsü ve kocaman dikenleri göze batar.
Türkiye’de İslâm’la savaşan laik putperestler, İslâm’ın hayata yansıyan ve kimlik görüntüsü veren özelliğinden dolayı başörtüsüne tavizsiz bir düşmanlık göstermektedir. Bu topraklarda hakla bâtıl arasındaki savaş, bazı simgesel alanlarda yapılıyor. O alanlardan biri de başörtüsü denilen savaş alanı. Başörtüsünü teferruat gören ve açmanın en fazla küçük bir günah olduğunu düşünenler, başörtüsünün simgesel konumunu, yani İslâm’ın günümüzdeki önemli bir sembolü olduğunu görmezden geliyorlar. Sancağın/bayrağın basit bir bez parçası olmadığını, onun çok önemli bir misyonu temsil ettiğini kabul eden kimseler, başörtüsünün de dâvâ açısından bundan farksız olduğunu unutuyorlar. Bu topraklarda her müslüman, başörtüsünü, belki normal ülkelerde ve normal zamanlarda olduğundan daha fazla (râyet/sancak gibi) önemsemek zorundadır. Tamam da, bu simgesel özelliğin abartılıp putlaştırılmasına da olumlu bakmamız herhalde beklenilmemelidir. Tevhidî bağlamından koparılmış dinî özelliklerin insanı ve toplumu kurtarması beklenemez. İbâdetlerin âdetleşmesi, ya da modern seküler hayatın bir parçası, kapitalizmin işleyen bir çarkı konumuna girmesi, insanı da yozlaştıracak ve yobazlaştıracaktır. Olan da budur. Sanıldığının aksine; yozluk yobazlık da modern insana geleneksel kişilerden çok daha yakındır.
İfrat ve tefrit hemen bütün insanımızı kuşatmış. Herkes başörtüsünün bir tarafını çekiştirdi. Başörtüsünün abartılı düşmanlarına karşı, bizim mahallede bazıları onu teferruat sayarken, bazıları da onu fazla abarttı ve sloganlarının başına çıkardı. Giderek başörtüsü putlaştırılmadan da yakasını kurtaramadı. Sanki başka zulüm yokmuş, daha önemli başka farzlara baskı yokmuş gibi bir tavırla, başörtüsüne gereğinden fazla vurgu yapıldı. Üniversitelerden istenilen tek istek o idi. Altyapıya önem vermeden, iman ve tevhid vurgusu yapılmadan, takvânın gereği olarak hayâ ve edebe atıfta bulunulmadan; tam tersine “demokratik hak“, “insan hak ve özgürlüğü“, “anayasanın verdiği onay“, “Zübeyde Hanım’ın da yaptığı/taktığı gibi“ referanslarla ve onu doğuran temel değerden yalıtılmış şekilde ve sloganlaştırılarak yalnızlaştırılan “başörtüsü“ evet, itiraf edilip dillendirilmesi zor olsa da putlaştırmış oldu. Allah’tan bağımsız peygamber sevgisi dâhil, her çeşit aşırılık putlaştırma olur da başörtüsü gibi baş tâcı putlaştırılmaz mı? Varsa yoksa başörtüsü diyen ve başka hiçbir talebi olmayanlara cevap da hak ettikleri cinsten oldu: Öyleyse alın size başörtüsü; sosyal alanlardaki sulandırılmış şekliyle alın başınıza çalın!
Parçacı yaklaşım, uzlaşmacı yaklaşımdır. Parçayı bütün sanan, bütünü asla aramayacak, bütünü hepten yitirecek, bütünle bağlarını koparacaktır. Bu, hikmetin yitirilmesi değildir sadece; dinin de yitirilmesine giden yoldur aynı zamanda. Parça, bütünden koparılınca bütünün değerlerini kaybeder. Ağaçtan koparılan bir dal, bitkiden koparılan bir çiçek, insandan koparılan bir el, göz, kulak veya baş kısa zamanda ne duruma düşerse, tesettür ve takvâ örtüsünden, ona alt
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1107 -
yapı olan iman ve Allah korkusundan koparılan başörtüsü de o duruma düşer/düştü. Başörtüsü, diğer İslâmî kıyafetle birlikte ve imana dayanan bir davranış/yaşayış biçimiyle değerini alır; bunlardan bağımsız başörtüsünün Hindistan’ın millî kıyâfetinden farkı olmaz. Şuurlu ümmete “bu şekliyle başörtüsü, uğrunda can verilecek bir değer değildir“ dedirtir, sahibine Allah indinde rızâ ödülü kazandırmaz.
Hakları kalmasın, bu manzarada yeşil sermayenin, “başörtülü tezgâhtar aranıyor“ diye kapısına yazı yazan yeşil holdingden hacı amca tuhafiyecisine kadar esnafın, manken tipli başörtülü eleman arayanların, başörtülüleri plajlara alıştıran Kapris Oteli ve benzerlerinin, tesettür mayolarının, bu sektörden geçinen çeşitli alandaki iş piyasasının, özellikle tekstil firmalarının, ha bir de Tekbir(!) giyim ve benzerlerin, onların icadı başörtü defilelerinin büyük rolü var. Ama bu roller içinde en önemlisi, başörtüsüz ve başka örtüsüz resimlerin yer aldığı boyalı basında bile eleştiri almadan iki-üç günde bir farklı bir giysi ile boy resmi çıkan först leydi Emine Hanım’ın rolü ve çeşitli belediye kuruluşlarında boy gösteren başörtülü kızların figüranlığı. Olumsuz değişim rüzgârı bu konuda da iktidar cephesinden esti. Avrupa Birliği araştırıp öğrense başörtüsünü Avrupa kriterlerine uydurdukları için bunlara ne tür ödül vereceğini şaşırır.
Giysisiyle kültürlü olduğunu göstermek istiyor kızlarımız; tabii bu kültürün İslâmî bir kültür olmadığını önemsemeden. Kimlere benzemeye çalışıyorsa onlardan sayılacağını unutuyor. Genç ve özellikle güzel gözükmek istiyor sokaktaki ve iş hayatındaki bayanlar. “Örtülü isek, bizim de güzel gözükme hakkımız yok mu?“ diyorlar; müslüman hanımın cehenneme gitme (erkekleri de itme) hakkı araması gibi bir şey bu. Şeytânî düzenlerin oyununa geldi insanımız. “Başörtülü bayanlar yeter ki çarşıya pazara dökülsünler, zarûret olmaksızın ve uygun ortam aranmaksızın çalışma hayatına girsinler, lisesi üniversitesi ve diğer kurumlarıyla düzenin çarkları arasına sıkışsınlar, moda oltasına takılsınlar… gerisi kendiliğinden gelir“ hesabıyla tuzaklar kuruldu ve kolay avlandı kızlarımız. Cennetin bedelini unuttular, ellerindeki Paris biletiyle Mekke’ye gideceklerini umdular.
Müslüman, İmam Hatiplerde ve üniversitelerde fazla bir şey değil, sadece başörtüsü istiyor artık. Kitabın tümüne inanması, İlâhî hükümlerin hepsine teslim olması gereken müslüman, imandan da önce gelen tâğutun kurum ve kurallarını, câhiliyye anlayış ve uygulamalarını tümüyle reddetmiyor, tam tersine içselleştiriyor.
Hakkını, hem de insan ve müslüman olmanın gerektirdiği binlerce haktan küçük bir hakkını, müslüman; mücâhide has bir üslûpla değil; demokratik yollardan, sadece imza toplayarak, telgraf çekerek, yürüyüş yaparak istemeyi tercih ediyor. Kâfirler de canları isterse, bir lütuf ve bağış olarak, karşılığında, müslümanlardan nicelerini kendi saflarına çekme ve nice tâvizler alıp, müslümanları iğdiş etme pahasına lütfen kabul edecekler. Etmeseler ne olacak? Hiiiç! Ayrıca, bugünkü düzen içinde ve bu eğitim sisteminde başörtüsü tümüyle serbest olsa iş bitecek, sorumluluk gidecek, istekler sona erecek, din tamamlanacak mıdır? Müslüman, nelere rızâ gösteriyor, neleri savunma durumuna geliyor, ne için çırpınıyor, ne isteyip nelerle yetiniyor, kimin rızâsı için ne yapıyor... Kur'an ışığında bunları iyi düşünmesi lâzımdır.
Tesettür anlayışı konusunda İslâm'la bugünkü müslüman arasında dağlar
- 1108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadar fark oluşmuş durumda. İslâm, sadece başörtüsünü, sadece türbanı emretmiyor elbette. Tesettür bununla bitmiyor. Sınıflarda pardösü çıkarılarak etek-bluzla oturan; kanı kaynayan genç erkeklerin ve öğretmenlerin her türlü bakış ve tavırlarına, sözle ve gözle saldırılarına muhâtap korumasız bir kızcağız. Evinde erkek misâfirlere bile gözükmeyen hacı, hoca çocuğu bu müslüman kızların, amfi ve sınıflardaki, kantinlerdeki kızlı erkekli karma eğitim ve eritim içinde bulunmasının nasıl bir tezat teşkil ettiği kimsenin eleştirisini bile almıyor.
Bir müslüman kızın başörtüsüne, hayâ ve nâmusuna Alman gâvurundan da fazlaca saldıran bir zihniyet; özellikle eğitim adına gencin imanına, ahlâkına... zarar vermiyor, saldırmıyor mu dersiniz? “Bir kızın üniversitede başının açılması basit bir olay mıdır, tepki gösterilmesin mi yani?“ denebilir. Evet, bu büyük bir haram, vahşî bir cinâyettir. Fakat ondan daha önemlisi odur ki: Kâfirlerin işgaline uğramış olan müslümanların yaşadığı hemen tüm ülkelerde mü'minlerin okullarda imanına müsâade edilmiyor. Putlar ister istemez sevdiriliyor, övdürülüyor. Ders diye nice terslikler oluyor, küfür kelimeleri söylettiriliyor, en azından dinlettiriliyor, puta tapma törenleri icrâ ettiriliyor... Bunlara normal gözle bakılır, ses çıkarılmaz, tepki gösterilmezken, tesettür ve hicab görevini ne kadar yaptığı da şüpheli olan salt türbana hücum mu sadece tepki gösterilmesi gereken? Din ve imandan daha mı önemli bu?
İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, insan üzerindeki elbisenin de bir dili vardır, o da konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır. İnsanın temizliği, pejmürdeliği, düzeni, zevki, kültürü, muhâtaplarına verdiği değer ve saygısı da giysisinden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi dini tercih ettiğini, ya da diniyle ne tür bir ilişki içinde olduğunu da belirtir. Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.
Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Tesettür/örtme, koruma ve süs. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme özelliğidir, yani tesettür. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olmasına fırsat vermektir. Şeytan Cennette Hz. Âdem ve eşinin çıplak olması için bütün planlarını kurmuş ve onların cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu. Onlar da birlikte Rablerine yönelip af talebinde bulundular, örtündüler ve Allah da onları affetti. “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana ve babanızı (Âdem ve Havvâ’yı), çirkin yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir fitneye/belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.“4392 Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.
4392] 7/A’râf, 27
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1109 -
Bir başörtüsü sektörü oluştu; kapitalizmin örtülü versiyonu olarak türban rantı ortaya çıktı. Bin bir çeşit desen ve renk cümbüşüyle Doğu zevkine hitap edip başörtüsü üreten yüzlerce yerli ve yabancı firma, ithâlatçılar, sadece başörtüsü satan mağazalar, başörtü modaları, başörtü defileleri, başörtülüler için özel mayolar… İçinde müslümanların da yaşadığı kapitalist düzenlerde finans kurumları nasıl bir görüntüyle, hangi görevi yerine getirmek için kurulmuş ve düzen açısından nasıl sakıncasız (hatta faydalı) görülmüşse; başörtülü kızlar da o amaç için “Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler olan“4393 çarşı ve pazarlara çıkarılmıştır. Kapitalizmin nimetlerinden(!) mahrum olmadan fâizden kaçmak isteyen kimselerin paralarını piyasaya, dolayısıyla kendi kasalarına çekmek isteyenlerin finans kurumları aracılığıyla bu işi yaptıkları gibi; açık saçıklardan biraz rahatsız olanların paralarını ve ilgisini çekmenin kapitalistçe yolu oldu başörtülü tezgâhtarlar, başörtülü sekreterler. Bunca işsiz erkek varken, bu kızlar, hangi özellikleriyle tercih ediliyor dersiniz? Ya da ille bayan gerekiyorsa, niye özürlü bir bayan, yaşlı bir bayan değil de; manken ölçülerine uygun yapıda genç bayanlar isteniyor? Telefona bakmak, ya da müşteriyle ilgilenmek için manken gibi olmanın avantajını insanî akıl ve İslâmî kültür mü, yoksa şeytânî düzen ve sömürücü görüş mü söylüyor? Kime ve neye hizmet ettiğini, neyi âlet edip sömürdüğünü para denilen câzip şeytan haydi işverene düşündürtmüyor; ya siz başörtülü kızlar, bunların sizi sömürüp kullanmasına, bundan da kötüsü sizin örtünüzü istismar etmesine, güzelim örtüyü sizin elinizle katran kazanına koymalarına, dünyada izzetinizin, âhirette cennetinizin çalınmasına nasıl rızâ gösteriyorsunuz? Değer mi üç kuruş para veya meymenetsiz insanların keyfi/beğenisi için bunlar? Özgürlük mü zannediyorsunuz bu köleliği, bu kullanılmayı, bu metâ ve nesne haline getirilmeyi; hâlâ akletmiyor musunuz? Başörtüsünü başınıza aldığınız gibi aklınızı da başınıza alın, şeytanın ve şeytanlaşanların oyuncağı, kölesi olmayın.
Düşünebiliyor musunuz, İslâm’ın cihad bayrağını dalgalandırma şerefi gibi hanımlara üstünlük verdiren o başların tâcı, kapitalizmin hizmetinde, daha kötüsü (söylemesi zor da olsa söyleyelim:) cinselliğin, göz zinâsının hizmetinde.
Kapitalist ve materyalist dünya her şeyi o denge(sizlik)de tutuyor: Arz talep. Üretim ve tüketim için bu böyle olduğu gibi, çeyrek tesettürlü bayanlar konusunda da bu böyle: Çıplaklardan hoşlanmayan, hele onlarla asla evlenmek istemeyen çok sayıda muhâfazakâr genç erkek var; bunlar için de çarşıda pazarda delikanlıların ilgisini kendisine çekmeye çalışan ve bu erkeklerin zevkle bakıp (tabii iyi niyetle canım, ona ne şüphe!) hoşlanacağı tipler gerekli. Piyasa şartları böyle oluşacak, bir taraftan fitne kazanı kaynarken, bir taraftan başörtüsü sektörü piyasaları canlandıracak, her çeşidiyle sömürü artmış olacak. “Günün hatta akşamın her saatinde bunca başörtülü kızın çarşıda sokakta ne işi var?“ diyen bile artık yok. Evi hapishane gibi gören kızlar ve genç kadınlar artık sokaklarda göz hapsinde yaşadıklarını, özgürlük adına erkeklerin göz zevklerine gönüllü kölelik yaptıklarını ya düşünmüyor, ya da bundan şeytânî şekilde zevk alıyorlar. İslâmî ahlâkın sokaklara hâkim olmadığı bugünkü çarşı ve pazarlar, hanımıyla erkeğiyle müslümanların, özellikle gençlerin ancak çok zarûrî bir işleri varsa, zarûret miktarı çıkıp dönecekleri (benzetme yerinde ise tuvalet gibi) mekânlardır. Kapitalistleşen ve Allah korkusundan sıyrılan insanların mâbedi ve köle pazarı haline gelen, kapitalizmin can damarı çarşı ve pazarların Allah
4393] Müslim, Mesâcid 288
- 1110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nazarındaki yerini Peygamberimiz belirtiyor: “Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.“ 4394
Makyajın rengine uygun başörtüsü ya da başörtüsüne uygun renk ve biçimde kıyafet; başörtüsü modası denilen yeni moda türedi. Her dışarıya çıkmadan önce ütüden geçirilen, ayna karşısında yarım saat uğraşılarak takılan, kendisine verilen para ile Afrika’da bir kadının hayat boyu kendini tümüyle örtecek giysi alabileceği bir aksesuar.
Bu tavırlara bakarak “bu hanımlar kapanmak, Allah rızâsına uygun şekilde örtünmek için, nâmahrem bakışlara dur demek için başörtüsü takıyorlar“ diyenler beri gelsin; Allah sorarsa bu tavırlara olumlu şâhitlik yapabilecek kaç kişi çıkar dersiniz? Cinsel çekiciliği/câzibeyi kitabına/eşarba uydurup gözü (haramlara) açık safları kandırmak isteyen şeytan, insana sağdan yaklaşırken başörtüsü şeklinde flama kullanıyor olmasın? Yoksa bu yozlaşmış acınası başörtülüler, erkeklerin dikkatini bu şekilde daha çok çekmek için başörtüsünü yem ve istismar aracı mı görüyorlar? Hayır, başörtüsü erkek alıkları avlamak için volta atanların oltaya taktıkları av olamaz, olmamalıdır!
Hayır, bin kere hayır! Medine’de Kaynuka Oğullarından yahûdilerin, yüzünü açmak istedikleri ve onu savunan müslümanın bu zulmü yapanı öldürüp sonra şehid edilmesine sebep olan ve Rasûlullah’ın bu olay akabinde uğrunda savaş verdiği hanımın örtüsü böyle değildi.
Maraş’ta savaş pahasına savunulan başörtüsü bu tip başörtüsü değildi.
Nur sûresi 31. âyette mü’min hanımlarının yakalarının üstüne örtmeleri emredilen ‘humur/hımâr’ bu başörtüsü değildir.
Ahzâb sûresi, 59. âyette mü’min hanımlara emredilen cilbâb; üstlerine giymeleri gereken dış elbise, şu çarşı pazarda boy gösteren bayanların giydiği pardösümsü giysi değildir, hayır!
Hz. Âişe annemizin, ensar kadınlarının özelliği olarak anlattığı, başörtüsü emrinin hemen ertesi sabahı, sanki başları üstünde karga var gibi örtüler içinde sabah namazına gelen kadınların örtüleri değildir bu başörtüsü.
Yirminci asrın ortalarına kadar dünyanın hiçbir yerinde ve Osmanlı’da mü’mine hanımların örtülerinin benzeri değildir bu çeyrek örtüler, namaz örtüsüne benzemiyor bu başörtüler.
Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetip kendi kültürünü dayatarak farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılıklar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin müslüman beldesi mi, hristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi; elbise de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini gösterebilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında zannedildiğinden çok fazla ilişki
4394] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1111 -
vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinin zâhiri ile dinin emirlerine şeklen teslimiyet ve fetvâ ile değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edep, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, “giysili çıplak“ olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı şeytanî güzellikleri, yani çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.
Takvâ giysisi, edep, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede ve özellikle okullarda çocukluğundan beri veril(e)mediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz“ kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü“ vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin fıkhen câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!“ dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı, caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir.
Elbise de konuşur. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğum sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum“ şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak! Ha, nasıl olmuşum, güzel miyim, bu giysilerimle daha da güzelleşmiş miyim? Cevabını şimdilik
- 1112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gözlerinle ver, e mi?“
Örtünmenin amacı başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı meşrû olmayan cinsel isteklerden ve ona yaklaştıran olumsuzluklardan sakınmak ve sakındırmaktır. Erkeklerin gözlerini sakınması, hem kendilerinin ve hem hanımların iffetini korumak içindir. Bugünkü çeyrek tesettürün bunları hakkıyla yerine getirdiğine bin şahit lâzım. Bir şey, maksadından soyutlanarak algılanırsa işte böyle sulandırılır, yozlaştırılır.
Tesettür, kadının kimliğini öne çıkaran bir onurdur. Müslüman hanımın, toplumda dişiliğiyle değil, kişiliğiyle yer edinmesini sağlayan, kadının sömürülmesine ve eziyet edilmesine karşı, koruyucu bir kalkandır. Kadının teniyle, derisiyle değil; insanî özellikleriyle topluma katılma arzusudur. Bir bilinçtir, bir cihaddır, bir ibâdettir tesettür. İzzetine, iffetine, şeref ve namusuna düşkün müslüman kızlarımızın bu erdemi bazı iki ayaklı şeytanların gözüne batıyor. Hanımların dişiliğiyle değil; kişiliğiyle toplumda yer alma isteklerine karşı kırmızı başörtüsü görmüş boğa gibi saldıracak yer arıyorlar. Özellikle İmam Hatip'te, üniversitede okuyan ve okumak isteyen müslüman kızın dünya âhiret tercihi ve cihadı da başörtüsü bayrağında ve onunla bütünleşen tesettür ve müslümanca kişilikte düğümleniyor. İslâmî örtünme iman alâmetidir. Ruhumuz gibi vücudumuz üzerinde de Allah'ın hâkimiyetini kabul edişin belgesi olan bir ibâdettir. Örtünme, çağımızın zulüm egemenliğine karşı kadınımızın cihadı, örtü de gerçek özgürlük bayrağıdır. Materyalist modern insan; imajı, vitrini, kaportayı, yani madde cinsinden ve göz boyayacak şeyleri özün yerine koydu. Bunun kadın açısından durumu da şu: Fark edilip beğenilmek isteyen bir kadın; teniyle, çekici kıyâfetiyle, dişiliğiyle bunu gerçekleştirecek, toplumda bu özelliklerle yer edinecektir. İnsanî erdemlerle, hizmet ve hayırlı çalışmalarla kendini ispatlamak, ancak kulluk şuuruyla, İslâm kimliğiyle ve gerçekten hür kadınlar için sözkonusu olabilir. Kadın edilgenlikten, sömürüden, metâlaşmaktan, nesneleşmekten, kendi nefsine köle olmaktan veya kendi nefsine köle olanlara kölelikten kurtulmak ve erkek egemen dünyada hak ettiği saygın yeri almak istiyorsa, bunun yolunun kesinlikle tesettürden, hicaptan, Allah korkusuna dayalı bir yaşayıştan, İslâmî bir aileden geçtiğini unutmamalıdır. Kadının huzur ve mutluluğuna giden yol, çarşı ve pazardan geçmemektedir. Sokakta bulunanlar veya bulunduğu sanılanlar, yine bir sokakta kaybedilecek şeylerdir. O olmadan tesettürün de olmayacağı, ama sadece kendisiyle işin bitmediği bir başlangıç olan baş tâcı başörtüsü, dişiliğin örtülmesi olarak görüleceği yerde, dişiliği öne çıkarmanın çarpık bir aracı haline d(ön)üşmüşse, artık tesettürün bir cüzü bile olmayan bu bez parçasını başına koyan örtülü çıplak, Allah’ın değil; hevâsının/hevesinin, ins ve cin şeytanlarının kulu olmuştur.
Sağduyu sahibi her insanın kabul edeceği gibi, İslâm’ın istediği gibi örtünmemek ve bunun sonucunda karşı tarafı tahrik etmek bir eziyettir. Bayanlara yönelik cinsel tâciz elbette bir eziyettir, zulümdür; ama buna sebep olan cinsel tahrik de erkeklere yönelik bir eziyet ve zulümdür. İslâm’ın istediği gibi tesettüre, hayâ ve edebe, takvâ giysisine özen göstermeden toplum içine çıkan bayanlar, özellikle nâmuslu müslüman erkeklere yönelik bir eziyet yapmakta, onların vebalini almakta, günahlarına vesile olmaktadır. Gereği gibi tesettür ve edep içinde olmayan bayanlar, kendilerini ister istemez gören erkeklerin haklarını gasp etmektedirler; en doğal hakları olan namuslu olma, Allah’a kulluk yapma, haram
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1113 -
işlemeden yaşama hakkını çiğnemektedirler. O yüzden tesettüre ve hayâya tam dikkat etmeyen bayan, kendisine gözüktüğü tüm erkekleri taciz ederek kul hakkı suçu işlemektedir.
Örtü bir kalkan oluyor. Karşı tarafı tahrik edecek unsurları perdeliyor. Karşı tarafa karşı caydırıcı bir özellik taşıyor. Ve örtülü bir kadın böylece çok yönlü bir eziyetten de kurtuluyor. Tâciz gibi eziyetlerden, çirkin bakış ve düşüncelerden, teklif ve sataşmalardan korunmak isteyen bir bayanın şöyle düşünmesi gerekir: “Başkasının bana cinsel tâcizde bulunmasını istemiyorsam, bana ait güzellikleri allayıp pullayarak teşhir etmemeliyim. Tahrik ederek başkalarının bana cinsî tâciz yapmasına sebep olacak duygularını kabartmamalıyım.“ Halk da, bu konuda biraz kabaca şöyle şey eder: “Şey, şeyini şey yapmazsa, şey de şey yapmaz.“
Örtünmeden amaç korumak ve korunmaktır. Görüntü ile harekete geçen söz dinlemez erkek duygularına karşı yine erkeği koruyoruz. Tabii dolaysıyla erkeğin tahrik olup saldırmasına karşı kadın kendini de koruyor. Örtü, erkeğe İlâhî sınırları hatırlatma ve onun günaha girmesine engel olma fonksiyonunu yerine getirir. Erkeğin içindeki söz dinlemez duygular, örtü karşısında sessiz kalıp tahrik olmadan yuvalarına dönerler. Örtü erkeği kötü düşünceden korurken, kadını da kötü düşüncenin fiile dönüşmesinden korur. Yani örtü, kadını ve erkeği günahlardan, şeytanî dürtülerden, fitnelerden, dolayısıyla cehennemden korur.
Günümüzde cilbâb, yani pardösü benzeri dış elbise önemsenmez hale geldiği gibi, “başörtüsü zulmü“ farklı bir tepkiyi aşırılaştırdı; tesettür denince sadece başörtüsü akla gelmeye başladı. Bazı genç bayanlar da sadece başörtüsüyle yetinmeye başladı. Giderek artan bir ucûbe olarak boneli, başörtülü, fakat makyajlı; başörtülü, ama eteği dizlerine kadar yırtmaçlı; başörtülü fakat üstünde sadece tişörtlü etekli kıyafetler boy göstermeye başladı. İslâm kadınının sadece tesettürü bile yeterli görmesi mümkün değilken, yani aynı zamanda takvâ elbisesi olan iffet, hayâ, saygın kişilik özelliklerini kuşanmak; tavır, yürüyüş, konuşma, gülme, aşırı serbest hareket vb. davranışlarda fitne unsuru olabilecek tüm hususlardan sakınmak mecbûriyetinde olduğu halde, sadece giysi olarak tesettür konusu bile uygulamada büyük çapta dejenereye uğramaya başladı. Kala kala sadece bir başörtüsü kaldı; o da zora gelinince, sözgelimi üniversite uğruna, öğretmenlik vb. amaçlar için çıkarılabilecek; pazarlık ve tâviz konusu olabilecek; türbanla, şapkayla, perukla... değiştirilebilecek bir ucuzluğa düştü. “Artık televizyonlarda ve halka açık salonlarda tesettür defileleri yapılıyor’ deyin, gerisini onlar anlar“ diyecek Bekri Mustafa’lara kaldı iş. Biraz alaylı, biraz da gerçeğin düşmanları tarafından müslümanların yüzüne tokat gibi vurulması kabilinden, boyalı basın buna “çeyrek tesettür“ adını taktı. “Tesettür ya vardır, ya yoktur; bunun yarımı, çeyreği, ekmekarası olur mu?“ demeyin, uygulamaya bakarsanız oluyormuş...
Başörtüsü, bir aksesuar gibi değerlendiriliyor bazı kızlarımızın gözünde. Kadınsı çekiciliği yabancılar karşısında en aza indirmesi gereken tesettür, bir moda olarak düşünülüyor artık. “Tesettür(!) defilesi“ denilen ucûbeler, bir taraftan talebe/isteğe cevap verirken, daha çok da arzı körüklüyor. Dışarıya çıkarken erkek bakışlarını üzerine çekmemeye gayret etmesi gereken müslüman bayan, (kocasının karşısında belki bu kadar süslenip kıyâfetine özen göstermezken) en az yarım saat ayna karşısında kendine çeki düzen vermeye çabalıyor, başörtüsünün rengine uygun olmayan pardösü ve ayakkabıyı giysiden saymıyor... Akşam
- 1114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olunca da evindeki televizyonda, Filistin'li kızların dramını, Irak’taki kadınlara yapılan zulmü gözünden yaşlar akıtarak seyrediyor.
Bütün bunlar, câhil bırakılmış ve okullar başta olmak üzere düzen ve onun tüm kurumlarıyla, gayr-ı İslâmî çevre şartlarıyla yozlaştırılıp bilinçsizleştirilen, çok kimliklileştirilen/kimliksizleştirilen, Batının ve bâtılın değersiz değerlerine özendirilmeye çalışılan toplum kurbanı şuursuz müslüman kızlarımıza kızmamıza ve suçu sadece onlara yüklememize sebep olmamalı. Zaten onlar da erkeklerin aynası, elmanın diğer yarısı. Müslüman erkeklerdeki dünyevîleşme, takvâyı hatta haram-helâl sınırlarını geri planlara atmayı dışarıdan hemen tespit etmek mümkün olmuyor; eğer kadındaki tesettür gibi dıştan hemen belli olan bir ölçüt olsaydı veya varsa, hemen bu diğer yarımda da benzer dejenerasyon aynı oranda sergilenecektir. Zaten bu bayanların da çoğu, bu çeşit şuursuz müslümanların eşleri, kızları, kardeşleri değil mi? Bunlara kızmaktan, hatta acımaktan da önce, kadın ve erkek hepimize bu yozlaşmanın sebeplerini doğru teşhis edip çareler üretmek için gece gündüz çalışmamız, fedâkârlıklarda bulunmamız, güzel örnek olmamız, fesat ortamını salâh ortamına çevirmek ve insanları ıslah için hilâfet görevimizi yerine getirme gayretiyle ha bire koşturmamız gerekiyor.
Eğer başörtülüler, gerçekten Allah rızâsı için ve O’nun emri olduğundan dolayı başörtüsü örtüyorlarsa, Peygamber ihtarları; modadan, yabancı erkekler tarafından beğenilme arzusundan ve hevâya uymaktan, şeytanı ve şeytanlaşanları râzı etme çabasından daha etkili olacaktır. O yüzden insanımıza, özellikle başörtülü tesettürsüzlere şu hadis-i şerifleri hatırlatalım:
“Cehennemliklerden kendilerini dünyada henüz görmediğim iki grup vardır: Biri, sığır kuyrukları gibi kırbaçlarla (coplarla) insanları döven bir topluluk. Diğeri, giyinmiş oldukları halde çıplak görünen (örtülü çıplak) ve öteki kadınları kendileri gibi giyinmeye zorlayan ve başları deve hörgücüne benzeyen kadınlardır. İşte bu kadınlar cennete giremedikleri gibi, şu kadar uzak mesâfeden hissedilen kokusunu bile alamazlar.“ 4395
“Ümmetimin son zamanlarında açık ve çıplak kadınlar bulunacaktır. Başlarındaki saçlarının kıvrımları develerin hörgücü gibi olacaktır. Siz onları lânetleyin. Çünkü onlar mel’un kadınlardır.“ 4396
“Rasûlullah (s.a.s.), hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen kadınlara “Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar“ buyurmuştur. 4397
“Kadın, örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker.“ 4398
Âişe (r.a.)'den rivâyete göre, bir gün Ebû Bekir’in (r.a.) kızı Esmâ (ki, Peygamberimiz’in baldızıdır) ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ondan yüzünü çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esmâ! Şüphesiz kadın ergenlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.“ Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.“ 4399
Yüce Peygamberimiz, zevceleri Ümmü Seleme ve Meymûne vâlidelerimizle
4395] Müslim, Cennet 52, 53, h. no: 2857, Libâs 125, hadis no: 2128
4396] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağîr
4397] Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s. 103
4398] Tirmizî, Radâ 18
4399] Ebû Davûd, Libâs 31, 34, h. no: 4104
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1115 -
oturuyorlarken ashâb-ı kirâmdan görme özürlü Abdullah ibn Ümm-i Mektûm çıkagelince Peygamberimiz eşlerine: “Bu zâttan korunun, ona karşı örtünün“ buyurdu. Ümmü Seleme annemiz de: “Yâ Rasûlallah! Bu zât a’mâ değil midir? O bizi görmez, tanımaz ki (ondan sakınalım)!“ deyiverdi. Bu söz üzerine Peygamberimiz mü’min kadınlara ölçü olan şu cevabı verdi: “Evet (o a’mâdır, görmüyor), ama siz de mi körsünüz? Siz de mi onu görmüyorsunuz? (Gözlerinizi koruyun ve tesettüre uyun).“ 4400
“Allah, peruk takana ve taktıran kadına lânet etsin!“ 4401
“Rasûlullah (s.a.s.) kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.“ 4402
“Allah’ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah’ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır.“ 4403
“Gözler de zinâ eder; onların zinâsı (bakılması haram olan kimselere şehvetle) bakmaktır.“ 4404
Cerîr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.)’a ansızın görmenin hükmünü sordum. “Hemen gözünü başka tarafa çevir!“ buyurdu. 4405
“Erkek, erkeğin avret yerine, kadın da kadının avret yerine bakamaz...“ 4406
“Hiçbiriniz, yanında mahremi bulunmayan bir kadınla baş başa kalmasın.“ 4407
“Kim dünyada şöhret için elbise giyerse Allah ona kıyâmet gününde zillet elbisesi giydirir. Sonra da onu cehennemin alevli ateşlerinde yakar.“4408 Şöhret elbisesinden maksat, başkalarına câzip görünmek ve fors satmak için giyilen elbisedir.4409 İbnü’l Esir ise şöhret elbisesinden maksat insanların arasında göz alıcı elbiseler giyerek büyüklük taslamak, kibirli tavra bürünmektir diye belirtir.
“Kim (dünyada, dikkatleri üzerine çeken) şöhret elbisesi giyerse, Allah, alçaltacağı gün alçaltıncaya kadar, o kimseden yüz çevirir (rahmet nazarıyla bakmaz).“ 4410
“Cennette bir kadının nasifı, dünyadan ve bir o kadar daha şeyden daha hayırlıdır.“ Dedim ki: ‘Ya Rasûlallah, nasif nedir?’ “Başörtüsüdür“ buyurdular. 4411
Ve bir âyet-i kerime: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi (takvâ ile kuşanıp donanmak) ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).“4412 Daha hayırlı olan “takvâ elbisesi“ nedir? Takvâ (din örtüsü) ile kişi, kendini korumaya, dinî hayatına zarar verecek şeylerden sakınmaya çalışır. O örtü ile korunur, o örtü
4400] Ebû Dâvud, Libas 37, hadis no: 4112; İbn Kesir, Tefsîr, 3/283
4401] Buhârî, Libâs 86, Tıbb 36; Müslim, Libâs 119, hadis no: 2124; Nesâî, Ziynet 25
4402] Ebû Dâvud, Libâs 28; Ahmed bin Hanbel, II/325
4403] Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671
4404] Buhârî, İsti’zân 12; Müslim, Kader 20
4405] Müslim, Âdâb 4; Ebû Dâvud, Nikâh 43; Tirmizî, Edeb 28
4406] Müslim, Hayz 74; Tirmizî, Edeb 38; İbn Mâce, Tahâret 137
4407] Buhârî, Nikâh 11, Cihâd 140; Müslim, Hacc 424; Tirmizî, Radâ’ 1; Fiten 7
4408] Ebû Dâvud, Libas 5, h. No: 4029, 4030
4409] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c. 2, s. 94
4410] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İ. Canan, c. 17, s. 465
4411] Ahmed bin Hanbel, II/483
4412] 7/A’râf, 26
- 1116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile temiz fıtratını savunur, o örtü ile edep dışı işlerden kendini muhâfaza eder. O örtü onun için zırh gibidir, sağlam bir kale gibidir, çevresinde onu tehlikelerden saklayan nöbetçiler gibidir. İşte takvâ elbisesi budur. İnsanın rûhunu giydiren ve doyuran elbise. İnsanın mânevî dünyasını kollayan, yüzünü kızartacak bütün yanlış hareketlerden koruyan bir mânevî giysi, bir örtünüş ve davranış biçimi. Mü’minin onuruna, kişiliğine, inancı, ahlâkı ve namusuna zarar verecek davranışlardan onu koruyan bir giysidir takvâ elbisesi. Takvâ elbisesi, sırf Allah rızâsı için ve emredildiği gibi, şuurla sevgi dolu teslimiyetle örtünmektir. Takvâ elbisesi, takvâ hissi veya takvâ duygusu ile giyim, yani hayâ duygusu ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci ile giyilen ve Allah'ın izniyle maddî - mânevî ayıptan, çirkinlikten, zarar ve tehlikeden koruyacak olan bu elbise daha güzeldir, sırf faydadır. Takvâ duygusu olmayanlar ne kadar kalın giyseler de çıplaklıktan kurtulamazlar. Asıl hayır takvâ elbisesidir ki, örtülmesi gereken yerlerin örtünmesini sağlar, kişiyi maddî ve mânevî hayâsızlıklardan korur.
Vahye dayalı gerçek ilimden uzaklaştırılmış, tefekkür nedir bilmez hale getirilmiş, Kur’an’ı okuyup anlamayı ve ona göre yaşamayı tek çıkar yol olarak düşünemeyen, imanı çalınarak ibâdet zevkinden mahrum bırakılmış, kısacası çağdaşlaştırılmış insanın şu veya bu oranda cinselliğinin ya da cinsî isteğinin istismârına yönelik kapitalist tuzaklara kapılmaması imkânsız gibi bir şeydir. Bunlara ahlâkî nasihatlerin pek bir fayda vereceği düşünülmemelidir. İman olmadan ahlâkın da olmayacağını, gerçek ahlâkın Kur’an’ı yaşamak olduğunu bu çevre ve düzen kurbanlarına anlatmak, inandırmak, benimsetmekten başka çıkar yol gözükmüyor. Tevhidî anlamda gerçek bir iman olmadan insanın ahlâklı, nâmuslu ve şerefli olması mümkün değildir. Çünkü izzet; ancak Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerindir. 4413
Bazı bayanların aşırı serbest hareketler içinde, müslüman bir hanıma yakışmayacak basit tavır ve başörtülerine uymayacak çirkinlikte kıyafetle toplum içine çıktıkları giderek çokça görülen bir şahsiyet problemidir. Bu davranışların hem kendilerini küçülttükleri, hem örtülü bayanlar hakkında yanlış ve kasıtlı yargıda bulunanlara koz verdikleri ve hem de dini yanlış tanıttıkları yönüyle fitneye sebep olan bu çeyrek tesettürlü bayanlar, her geçen gün daha da artmaktadır. Ama bunu toplumdaki tüm müslüman bayanlara şâmil kılmak veya böyle davrananlar yüzünden diğerlerini de toplumdan tümüyle uzaklaştırmak doğru olmasa gerektir.
Başörtüsünün tek başına ele alınıp öyle anlatılması ve anlaşılması, onun yozlaştırılmasına sebep olabilmektedir. Başörtüsü dinin emirlerinden bir emirdir. Birçok dinî görevin yerine getirilmesiyle başörtüsü İslâmî bir anlam kazanır. Dinin emirlerini yerine getirmeyen ya da diğer giysi ve davranışları başörtüsünün ruhuyla bağdaşmayan insanının başında ise o sadece bir bez parçasıdır. Bir ev düşünün onun üzerinde bulunduğu arâzinin toprağı gevşekse, yağan yağmur, esen rüzgâr onun toprağını oradan alıp götürüyorsa; bu durum, ev içinde oturanlara güven vermeyecektir. Sağlam bir ev, ancak sağlam bir zemin ve güçlü temel üzerine inşâ edilebilir. İşte aynen bunun gibi, iman da sağlam bir zemindir. Ameller ise bu zemin üzerinde yükselen binadır; başörtüsü ise bu binanın çatısı, tesettür/örtü ise onun dış cephesidir. Temeldeki çürüklük binanın her yerine
4413] 63/Münâfıkun, 8
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1117 -
yansıyacaktır. Sağlam bir iman olmadan, başta duran başörtüsü ne kadar sıkı bağlanırsa bağlansın, temsil ettiği değerler; nefis, şeytan veya onların dıştaki temsilcilerinden gelen en ufak bir rüzgârda uçup gidecek veya başörtülü ama çıplak denilecek tip oluşacaktır.
İçinde, olması gerektiği şekilde iman esaslarını taşıyanlar için başörtüsü, “başı gitmeden başından gitmeyecek“ kadar değer ifâde ederken, içinde olması gereken imanî değerleri olmayan veya zayıf olanlar için ise, o hizmet için, üniversite için tâviz verilebilecek bir teferruattır, olmasa da olur; ya da haram bakışları uzaklaştırmak yerine çekiciliği artıracak şekilde istismar edilebilecek bir oyuncak haline gelir.
Örtü Allah’a itaatin simgesidir. “Ben, vücudumda geçici bir süre duracak olan bir kiracıyım, emânetçiyim“ diye düşünmeli insan. Vücuduma ait hangi organ olursa olsun o bana O’nun tarafından bir hediyedir. Hem de öyle değerlidir ki, hiçbir hakkım yokken bana verilmiş. Bunun bana bir lütuf olarak verilmesi karşısında ikram sahibine karşı kayıtsız kalamam. Bu, saygısızlık olur“ diye düşünmeli insan.
“Bu kadar lütuftan sonra... Evet, benim üzerimde hâkimiyeti ve merhameti bu denli açık olan Zâta karşı yapmam gereken görev O’nun emir ve yasaklarına uymak olmalı. Zira O beni benden iyi tanıyor. Bana neyin faydalı, neyin zararlı olacağını benden iyi biliyor. Benim için her yaptığı şeyde bana yönelik faydaları o işlerin arkasına takan Zat, tesettürde de benim bilemediğim ve göremediğim faydaları onun arkasına takmıştır“ demeli ve itaat etmeli.
İnsan şöyle düşünmeli; “Ben, bana ayda sözgelimi 500 dolar verene günümden şu kadarını, şartlarını onun belirlediği işleri yapmak için veriyorum, hatta aldığım ücret yüksekse bunu seve seve yapıyorum. Rabbim bana yığın yığın nimetler veriyor. Bir gözümü milyarlarca dolara değişmiyorum, hayatıma değerler biçemiyorum. Bana bu kadar nimetleri hiç liyâkatim olmadığı halde veren Zâta karşı, değil günümün, ömrümün bütün zaman dilimlerini, şartlarını Onun belirlediği kulluk için seve seve veririm. Bana bin dolar maaş veren işverenimin bana emretme hakkı, benim de emredileni yapma görevim varsa ve ben bunu aldığım ücretin doğal bir sonucu olarak yapıyorsam ve işimi yapmaz veya aksatırsam bütün sonuçlarına katlanıyorsam; şunu da iyi bilmem lâzım: Bana her şeyi veren Allah da bana emrediyor. Bin doları veren, hayatımın bir bölümünü şekillendirme hakkına sahipse, Allah (c.c.) verdiği şeylerle hayatımın tamamını istediği biçimde şekillendirme hakkına öncelikle sahiptir.“
Sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Dış, için aynasıdır. Dışı İslâm’ın anladığı anlamda temiz olmayanın içinin de çok temiz olmasına imkân yoktur. Kıyâfetin insan rûhuna etki ettiği de bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de. İşte giysinin insan rûhuna bu etkisi, İslâm’ın uygun görmediği tarzdaki kıyâfetin imana da zarar vermesine sebep olabilecektir. Aynen gerçek imanın tam tesettürü, takvâ giysisini zorunlu kıldığı gibi.
18 ilâ 20. Yüzyıl Türk tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâyip ve hızlı değişimin
- 1118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle, kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. II. Mahmut zamanında başlamış olan bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde zorunlu hale getirip “modern kâtip“ giysisini dayatma ile yetinilmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfet olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime, câhile giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de “gâvur padişah“ adını takmıştır. Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği halde ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmilerdeki namaz kıldırma memurları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmak istemişlerdir. Adı geçen padişah, kafalara fes geçirip kendi egemenliğini başlarda görüp herkese gösterdiği gibi; aynı tavır, ilk cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra egemenlik ve etkinliklerini başörtüsü yasağı şeklinde halkı sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını Batılılaştırma/çağdaşlaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.
Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. Global dünya dini olarak dayatılan bu emperyalist dünya görüşü, insanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm şeklinde ortaya çıkan çağdaş Batı yaşama biçimi ve ideolojisi olan materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten, deriden ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme nice erkekleri de sürüklüyor olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne isterse onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…
II. Mahmut’la birlikte müslüman halkın kıyafetine müdâhale edilmeye ve resmî kıyâfet dayatılmaya başlanmış, TC kurulur kurulmaz da daha net ve sert kıyafet devrimi uygulamaya konulmuş bir coğrafya, müslüman hanımların modernleşmesi konusunda diğer ülkelere karşı ilk kötü örneklere de sahne olmuştu. 20. Asırda devrimlerle devrilen değerlerle ilgili olarak, önce bin senedir giyilen çarşaf çıkar(t)ılmış, sonra peçeler at(tır)ılmış, zarûret olmaksızın yani çarşıda pazarda yüzlerin açılması yaygınlaşmıştı. Bilenler ya da hatırlayanlar ne kadar kaldı bilmem, hâlâ bazı kitaplarda ve mahfillerde “bol pardösü çarşafın yerini tutar
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1119 -
mı?“ tartışmaları yapılır(dı). Hanbelî, Şâfiî ve Selefîlerin câiz görmediğinden de yola çıkılarak özellikle fitnenin kol gezdiği günümüz ortamı gibi durumlarda ihtiyar olmayan bayanların diğer tarafları kapalı olsa da, yüzlerini ulu orta açmalarının câiz olup olmadığı gündeme gelirdi. Nereden nereye? Bugünkü entel takılan kültürlü bir bayana bunları anlatmak, hele takvâ ve azîmeti tavsiye etmek bile ne kadar mümkündür? Bu gidişle, korkarım birkaç sene sonraki bu dergiye benzer bir dergide bu yazara benzer bir yazarın makalesinin başlığı şöyle olacak: “Şeffaf Başörtüsü Tesettüre Uygun mudur?“ Ya da “Açık Göbek Modası Başörtülü Bayanlar Arasında Niye Hızla Yayılıyor?“ “Başörtülü Kızlardan Oluşan Dans Grubu Nasıl Ortaya Çıktı?“ Gazete haber başlıklarından bazıları da şöyle olacak: “Güzellik Yarışmasına Katılmak İsteyen Başörtülüler“, “Başörtülü Şarkıcı ve Sanatçılar Dernek Kuruyor.“
Bu anlatılanlardan, “bütün başörtülü bayanlar böyle“ gibi bir yargı çıkmaz elbette. Haya ve iffet sembolü, tam tesettürlü, ihtiyaç için çıktığı sosyal hayatta dişiliğiyle değil, kişiliğiyle hanım hanımcık yer alan ve Allah rızâsı için örtündüğü her davranışından belli olan şuurlu kızlarımızı ve kız kardeşlerimizi tenzih ederiz. Üzüldüğümüz şey; bu mücâhidelerin sayılarının giderek azalması ve kopmaların, karşı sınıfa transferlerin özellikle okuyan ve hele hele çalışan bayanlar arasında hızla artış eğilimi göstermesi.
Kraliçe Çıplak: Andersen’in meşhur masalındaki çıplak kralın çıplaklığını göre göre kabullenip dile getirmekten çekinenler gibi oldu insanımız. Başlarındaki taç kabul ettiğimiz başörtüsü ile kral değilse bile bizim mahallenin kraliçeleri durumundaki başörtülülerin örtüyü istismar edip yozlaştırmasından dolayı “kraliçe çıplak!“ diye bağırmayı göze alanlar olmazsa bu çıplaklık tüm toplumu mahvedecektir. “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (herkese yayılır ve hepinizi perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.“ 4414
İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada, kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz.
Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip, takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere!
Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların izi ve lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
Elbise, Giyinme ve Günümüz
Dil, konuşma yeteneği, bilindiği gibi Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük nimetlerden biridir. İnsan, bu kabiliyeti sâyesinde diğer insanlarla iletişime girerek ihtiyaçlarını daha kolay karşılar. Diğer taraftan yaratıcısı ve bütün nimetleri kendisine ihsân eden Allah’la diyologunu yerine getirmede de araçtan büyük oranda yararlanır. O’na inandığını tevhid kelimesini dillendirerek belirtir. Diliyle, konuşma yeteneği sâyesinde O’na duâ eder, O’nu dille zikreder, O’na diliyle de ibâdet eder…
4414] 8/Enfâl, 25
- 1120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan sadece diliyle konuşmaz. Eskilerin hâl dili dediği iç lisânı da vardır. Beden dili denilen, vücudun aldığı şekille, organlarının gösterdiği özel tavırla da konuşur. Araştırmaların gösterdiği çarpıcı bir sonuç; beden dilinin, konuşma dilinden çok daha etkili olduğu şeklindedir. Beden dili, sadece organların değil, aynı zamanda organların örtüldüğü giysi ile de yakından ilgilidir. Yani, elbise de konuşur. Dâvet eder, mesâfe koyar, karşısındaki ile samimiyet veya resmiyeti ifâde eder. Elbise, aynı zamanda bir kimliktir, şahsiyet belirtisidir, örfün tercümanıdır, iklimin belirtisidir. İnsanın temizliği, pejmürdeliği, düzeni, muhâtaplarına verdiği değer, saygı da bir giysiden anlaşılabilir. Her şeyden önemlisi, elbise bazen insanın hangi dini tercih ettiğini, ya da diniyle ne tür bir ilişkiyi tercih ettiğini de belirtir. Mesajdır giysi, çağrıdır, ya da korunmadır.
Giysinin temel olarak üç özelliği vardır: Örtme/tesettür, koruma ve süs. İnsan, çirkin yerlerini ve dininin gösterilmesini yasakladığı organlarını giysi ile örter. İnsanı sıcaktan, soğuktan, kirden-pasdan, bazı dış etkilerden elbise korur. İnsanın içinde barındığı en yakın evidir elbise. Bunun yanında ziynettir, her insan giysisini seçerken, zevkini ortaya koymuş olur, hangi renkten, hangi şekilden, hangi türden ve nasıl bir giysi tercih ettiği, onun sadece zevkini açığa çıkarmaz, aynı zamanda kültürünü, zenginliğini, bazen nereli olduğunu, dış dünyaya karşı nasıl yaklaştığını da gösterdiği olur. Bunlar içinde en önemlisi, giysinin insanı örtme/tesettür özelliğidir. Giysiden mahrum kalmak, çıplaklık, insanı cennetten çıkaran isyanın görüntüsü olduğu gibi, şeytanın bu yolla insanı belâya uğratıp cennete girmesine engel olması, yani cennete engel de olmaktadır. Hz. Âdem ve Havvâ’da isyanın sonucu, Cennetten çıkarılmanın alâmeti olarak ortaya çıkan çıplaklık, bu kişilerin nesillerinde Cennete girmeye engel sebeplerden biri, isyanın görüntüsü, şeytana uymanın özelliğidir.
Doğuda, insanlar geniş/bol, uzun elbise giyerler, başlarını örterler iken; Batıda tam tersi dar, kısa giyerler ve başları açıktır. Günümüz dünyasında Batı ile Doğu özellikleri kaybolup dünya globalleşir/küreselleşirken, Batı Doğuyu her konuda kendine benzetir, kendi kültürünü dayatıp farklılıkları imhâ ettiği halde, yine de giysilerdeki bu farklılar kısmen korunmakta, özellikle dinin bu farklılıkları korumada özel konumu hâlâ direnci canlı tutmaktadır. Bir köyün, bir şehrin Müslüman beldesi mi, Hristiyan yerleşim yeri mi olduğu daha uzaktan görünen minâresinden ya da çan kulesinden belli olduğu gibi, elbise de bir kimsenin mü’min mi, kâfir mi olduğunu zâhiren yansıtma özelliğini yansıtabilir. Zâhirle bâtın, dış ile iç, kalıp ile kalp arasında, zannedildiğinden çok fazla ilişki vardır. Bu ilişki, eğer uyum içinde değilse; birinin tümüyle ötekine baskın çıkıp aradaki uzlaşmazlığı kaldırıncaya kadar sürer. Elbisenin sadece dinle, dinin emirlerine teslimiyetle değil; aynı zamanda dinin özü olan takvâ ile de yakın irtibatı vardır. İnsan, takvâ adlı elbiseye bürünmemiş ise, her tarafını çok kalın giysilerle tümüyle örtse bile bu giysi ona yeterli gelmeyecek, kendisini ve muhâtaplarını haramlardan korumaya yetmeyecektir. Edeb, hayâ, iffet gibi kelimelerle de ifâde edilen bu durum, Arapça’da hicab kelimesiyle de ifâde edilir. Bu özellik, giyinmenin arka planını ortaya koyduğu için, giysili çıplak olmaya giden yolu tıkayacak, sözgelimi kadının cinsel tahrik unsuru olarak ayakkabı veya terliklerini kadınsı bir edâ ile tahrik edecek şekilde ses çıkararak kullanmasına, tahrik edici parfümler kullanmasına engel olacaktır. Haramlara dâvet edici şuh kahkahalar, kadınsı cilve, kırıtma ve aşırı rahat/özgür tavırlar ile sadece dış giysinin kapatamadığı
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1121 -
çirkinlikleri ancak takvâ giysisi kapatır.
Takvâ giysisi, edeb, iffet ve hayâ günümüzün gençlerine doğal ortamda, evde, çevrede çocukluğundan beri verilemediği için çeyrek tesettürlüler, yani “örtülü ama tesettürsüz“ kimseler ortalığı kaplamaya başladı. Takvâ giysisinin önemsenmemesine, biraz da diğer tamamlayıcı unsurlardan yalıtılmış şekilde, sadece “başörtüsü“ vurgusunun sebep olduğu değerlendirilmelidir. İş, bırakın takvâ giysisini, fetvâ boyutunu bile hiçe sayan, sanki İslâm’ın tesettür ve hicap emriyle dalgasını geçen bir tuhaflığa, hatta maskaralığa bile dönüşebilmektedir. İşin sadece fıkhî/şekilsel boyutunu ele alan, ama takvâ giysisinden soyunmuş bir bayan sözgelimi parmağını göstermenin câiz olduğundan yola çıkarak yabancı bir erkeğe parmağıyla işaret ederek parmağına “haydi gel!“ dedirtebilir, gözünü göstermenin câizliğinden yola çıkarak göz kırpabilir. Bu tür problemlerin ne kadar yaygın olduğunu belki sokağı-caddeyi, okulu, gezinti yerlerini tanımayan kişiler bilmeyebilir, ama iş gerçekten çığırından çıkmış vaziyettedir. Sadece başörtülü olan, diğer giysileri ve tavırlarıyla takvâ giysisine hatta düşman olan, ya da şeklen tesettürlü olduğu halde İslâmî edebe, hayâ ve iffete yeterli derecede sahip olmadığı hemen belli olan kişinin kapalı kıyâfeti de artık yadırganmamakta, her iki farklı, hatta birbirine düşman tavır normal görülebilmektedir. “Elbise de konuşur“ demiştim. Evet, kişi, dili aracılığıyla konuştuğu gibi, elbisesi aracılığıyla da konuşur. “Bana, benim dişiliğime bakma, ben Allah’tan korkan bir müslümanım. Toplumun ve/veya kendimin ihtiyacından dolayı bulunduğun sosyal hayatta şu anda ben bir dişi olarak değil, kişi olarak varım. Sahip olduğumu düşündüğüm her şey gibi kendi vücudum da bana emânettir, Allah’ın emâneti. Onu nasıl kullanmam, nasıl örtmem gerektiğini de Sahibi bilir. Yanlış kıyafetim ve hatalı davranışım yüzünden de başka erkekleri günaha dâvet ederek mülkün sahibine ihânet edemem! Kıyâfet tercihimle ilân ediyorum ki, yabancı erkeklerin bana bakmasını istemiyorum“ şeklinde kibarca mesaj vermesi gereken başörtüsü, bugün göz alıcı renk ve desenleri, diğer tamamlayıcı giysi ve tavırlarıyla cıyak cıyak bağırıyor: “Hey erkekler, ben buradayım, baksanıza! Sizin dikkatinizi ve ilginizi çekip kendime baktırmak için ben ne paralar sarfettim, kaç mağaza gezdim, ne uğraşlar verdim. Nasıl, yakışmış mı başörtüm, uyum sağlamış değil mi diğer giysilerimle. Karar veremedinse tekrar bak, bir daha bak, ha nasıl olmuşum?“
Tesettür modası, başörtünün aksesuar görevi gibi kullanılması, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur ve takvâ elbisesini bürünmeyen bayan, tesettürü de bazen istismar edip kirletebilmekte, düşmanlardan daha zararlı olabilmektedir.
Giysinin insanın yürüyüşüne, kibir ya da tevâzusuna bile katkısı vardır. Hadis-i şeriflerde “kibir elbisesi“ denilen ve kadın-erkek her mü’mine yasaklanan giysi çeşidi ve giyme tarzı vardır. Bu, tür giysi, ancak takvâ gözlüğü ile net bir şekilde tesbit edilebilir. İnsan sözgelimi bir pijama giydiğinde, meselâ ayağında takunya varken yürüyüşü ile takım elbise, ya da lüks bir giysi içinde yürüyüşü, oturuşu ve bazı tavırları da farklılaşacaktır. Yani sadece insan elbise giymez, giysi de insanı giyer, yönetir, yönlendirir. Böyle bir giysi artık açılan bir kapıdır. Bu, elbisenin bile putlaştırılmasına, ya da kişiyi Allah’tan uzaklaştırıp şeytana yaklaştırmaya götüren kapıdır. Sözgelimi erkeklerin hemen hepsinin giydiği ceket denilen giysinin omuzlarına özel sünger cinsinden birkaç parça konması, omuzları kalkık tutarak kibirli görünmeyi sağlar. Kimi erkeklerin boyunlarına taktıkları kravatın
- 1122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da insanın kafasını daha dik tutarak, gururlu gözükmesi dışında hemen hiçbir amacı yoktur. 4415
Giysi, bir yönüyle, iyi bir tavsiye mektubu olur; insanlar, diline göre uğurlansa da giysisine göre karşılanırlar. Bazıları da giysiye, onu giyenden daha fazla değer verirler. Sadece Nasreddin Hoca’nın Timurlenk’e biçtiği pahada bu yansımaz; aynı zamanda onun giysiye göre davrananları eleştirdiği unutulmaz vecîzede de kendini gösterir: “Ye kürküm ye!“ Günümüz insanı, motora önem vermez; onun için varsa yoksa kaportadır. Çağdaş insan, vizyonu, imajı, görünümü putlaştırabilmektedir. Reklamı, ne olursa olsun tüketimi öne çıkaran zihniyet, ambalajı da kandırma vesilesi görmüş, bir taraftan başkasını aldatırken, diğer yönden kendisi de aldatılmıştır. Artık en kötü/kalitesiz bir mal, güzel bir ambalajla çok rahat alıcı bulmaktadır. Kıyâfetin de bu değerlendirmelerle yakından ilgisi kurulmalıdır. Adamlığını sadece elbiseyle göstermeye çalışanlara mukabil; bayan olduğunu elbisesinin metrelerce uzaktakilere “bana bak!“ diye bağırması karşılar.
Bir üniformanın çok büyük etkisi vardır; giyene de muhâtaplarına da karşı. Hâkim kürsüsündeki kişinin, kışladaki subay ve askerlerin, karakoldaki ve çarşıdaki polisin, hastahanedeki hemşirenin, hapishanedeki gardiyanın… üniformalarından soyutlanmış, sivil giysiler içinde olduğunu düşünün. İnsanlara karşı güç göstermenin, farklı ve baskın olmanın özel giysi ile ne kadar yakından ilgili olduğu değerlendirilmelidir.
Kıyâfetin insan rûhuna da etki ettiği bir vâkıadır. O yüzden kadın giysisi giyen erkek artık kadın gibi tavırlar takınır. Bunun tersi de geçerlidir. O yüzden Peygamberimiz, çok küçük yaştaki çocukların bile karşı cinsin elbiselerini giyinmelerini yasaklar, hatta karşı cinsi çağrıştıracak renklerdeki giysileri de.
Marka giymek, kapitalizmin sömürü çarklarına dolanan, çağımızın gençlerinin kaptığı Batı virüsünün getirdiği hastalıklardan biridir. Hem israf, hem moda, hem reklâmlardan aşırı etkilenme, hem bedava reklâmını yapma, hem de düşmanları güçlendirme yönleriyle incelenebilir; aynı zamanda ekonomik, psikolojik ve klinik açılardan da.
Eski gelenekte “bir lokma, bir hırka“ anlayışını topluma mal etmeye çalışan tasavvufun ve özellikle Melâmîliğin tefrîtine (aşırılığına), günümüz kapitalizmi, giysiyi olduğundan çok önemsetip öne çıkartan ifrâtıyla (karşı aşırılıkla) pahalı bir cevap vermiştir. Dünya tarihi, günümüzdeki kadar giysiye/kıyafete yatırım yapıldığına şâhit olmamıştır. Artık insanlar örtünmek için giyinmiyor. Fakirler bile kullanılmış giysi bağışını kabul etmiyor, dilenciler bile artık yamalı elbise giymiyor. Orta direk denilen fakirlik sınırının altında yaşayan insanların giysilerini bir-iki kapılı gardroplar almıyor, çarşı ve pazarlar içinde insan olan ve olmayan giysilerden geçilmiyor, giysi satan yerlerin vitrinlerinden özellikle bayanlar ayrılamıyor. Bir taraftan nasıl şık giyileceği, nasıl modaya uyulup pahalı markaların tercih edileceği öğretilip özendirilir, hatta dayatılırken, diğer taraftan sağlam kot pantolonun yırtılması, ya da eski görünümü verilip beyazlatılması da bu tuhaflıklardan nasip almaktadır. Bu tür modalarla Batılılar ve Batıyı taklit edenler oyuna getirilmekte, kendileriyle oynanılmaktadır. Özgürlük, bu çağın en büyük
4415] Tabii, bunun Batılı bir kimliği belirtmesi veya Batı uygarlığını benimsemeyi göstermesi, Batı taklitçiliği, Batılılara benzeme konusu ayrı bir husustur.
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1123 -
putu olduğu ve her gencin mutlaka bu puta toz kondurmamak birinci görevi olarak sunulmasına rağmen, insan moda denilen ne idüğü belirsiz ve sık değişen bir başka putun kölesi edilmek istenmekte, modaya uyma zorunluluğunu hisseden Batılı(laşmış) kişi kendi giysisini bile özgürce seçememekte, moda onu serbest bırakmamaktadır. Kot pantolon modası pek geçmeyen bir giysi oldu, uniseks özelliği ile kadın-erkek giymekte, sabah erken kalkan bacağına geçirmektedir. Ütü istememesi, tozu-kiri belli etmemesi çağdaş insanın tercihine moda ile birlikte sebep olmaktadır. En önemli özelliği daracık olmasıdır. Özellikle kadınların kotları, çıkıntıları ve girintileri rahat gösterecek derecede dar olmakta, “giyinik çıplak“ olmak isteyen zengin-fakir herkesin tercihi olmaktadır. Bluejean yanında, kravat, Batı tarzı giyim tarzının, dolayısıyla dünya görüşünü kabullenmenin ve uygarlık tercihini Batıdan yana kullanmanın erkeklerdeki göstergesi olmaktadır. Âtıf Hoca zamanlarındaki şapka ne ise günümüzde de kravat odur, denilse bilmem hüküm ağır mı kaçar? Günümüzde şapka kâfirlerin (günümüz ifâdesiyle Batılıların) giysisi olmaktan çoktan çıkmış, kravat ise onun yerini almıştır, denilmesi yanlış mıdır? Müslümanların, başka din mensuplarına benzemesini Kur’an ve Sünnet yasaklamıştır. Bu yasak, özellikle bir din ve dünya görüşünü gösteren kıyâfetleri de kapsamaktadır.
18-20. Yüzyıl Osmanlı tarihi, biraz da kıyâfetlerdeki acâip ve hızlı değişimin tarihidir. Tanzimat denilen Batıya entegre olma, yönetimi ve halkı Batılılaştırma çabası, hayatın her alanında olduğu gibi, kıyâfetlerde de büyük kırılmanın başlangıcı olmuştur. Bu kırılma, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devrimlerle kop(arıl)ma noktasına getirilmiştir. En önemli devrimlerin kıyâfetle ilgili olması, giysinin sadece bir görüntüden ibâret olmayıp oradaki değişimin kişinin inanç dâhil, tüm dünyasını değiştireceği gerçeğinden yola çıkılarak yapılmıştır. Tanzimat’la birlikte halkın giysi özgürlüğü baskı altına alınmış, devlet zoruyla kişiler Batılı giysilere mecbur edilmiştir. Bu faşizan, baskıcı, ceberut tavır, II. Mahmut zamanında başlamış, günümüzde de hâlâ sürdürülmektedir. Pantolon, ceket ve kravatı devlet dairelerinde uygulatmaya çalışıp modern kâtip giysisini dayatma ile yetinmemiş, Yunanlıların başlarına geçirdiği kıyâfeti olan fes, II. Mahmut tarafından zorla âlime-câhile giydirilmiştir. Müslüman halk, bu Batılı kıyâfetlere gâvur kıyâfeti demiş, bu giysileri zorla giydiren yöneticiye de gâvur padişah adı takmıştır. Bununla birlikte devlet güç kullanarak bu devrimi uygulamış, ardından nice zaman geçtiği ve fesin Cumhuriyetle birlikte terk edilmesine rağmen câmi imamları (üzerine sarık sararak) hâlâ bu köhne devrimi canlı tutmakta devam edegelmiştir. II. Mahmut’tan beri yöneticiler kendi güçlerini insanların başlarında görmeyi en büyük hedef saymışlar, baş üstünde yer edinemeseler de başın üstünde kendi devrimlerine yer bulmanın sadistçe mutluluğunu tatmışlar. Adı geçen padişah, kafalarda fes görüp kendi egemenliğini görüp gösterdiği gibi, aynı tavır, ilk Cumhurbaşkanı tarafından da kafalarda şapka görülmek istenmesiyle ortaya konmuştur. Sonra başörtüsü yasağı şeklinde hâlâ yönetimin egemenlik ve etkinliğini, halkı sürüleştirme zevkini tadarak görmeyi sürdüren zihniyet, bütün bu yaptıklarını Batılaştırma adına yaptıklarını ifade etmeyi görev bilmişlerdir.
Sarık ve Sarıksız Takke:
İmamların, sünnet olmadığı ve daha ilerisi kâfirlerin özel giysisi olduğu halde hâlâ Yunan fesini namaz kıldırırken başlarına geçirmeleri gibi bir tuhaflık cemaatte de gözlenmektedir. İster câmide, isterse evlerinde olsun; namaz kılarken
- 1124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nice Müslüman başına takke giymektedir. Bunun sünnet mi olduğu, yoksa dinen yasaklanan bir tavır mı olduğu, sünnet ise Peygamberimizin sünneti mi, yoksa Yahûdilerin sünneti, onların dinî kisvesi mi olduğu konusu, pek gündeme gelmemiş bir konudur. Yozlaşan gelenekle, bid’at ve hurâfelerle yüzleşme cesâreti, bedel isteyen bir tavırdır. Ödenmesi gereken bu bedel de, dini ketmeden kimsenin bedeline göre aslında çok hafif olduğu halde, bu tavırların gündeme geldiğine pek rastlanmamaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Bizimle müşrikler arasındaki fark, kalansuveler (takke ve benzeri başlıklar) üzerindeki sarıklardır.“ 4416
Bu hadisi, İbrahim Canan, Kütüb-i Site Şerhinde şöyle açıklamaktadır: Hadis, müslümanlarla müşrikler arasında bâriz farkın baş kıyafetinde bulunmasını ifade etmektedir. Baş kıyafetinin İslâmî şekli, kalansuve üzerine sarıktır. Kalansuve fes, takke nevinden başı örten serpuştur. Bazı âlimler, kalansuveyi müşriklerin de giydiğine, buna sarık ilâvesinin İslâmî kıyafet olduğuna işaret ederler.
Şârihler, Rasûlullah’ın (s.a.s.), sarığın altına kalansuve giydiğini, kalansuve olmadan da tek başına sarığı başına koyduğunu, ama sarıksız kalansuve giydiğinin hiç görülmediğini; bu durumun da, kalansuvenin tek başına olması halinde müşriklere mahsus bir kıyafet olduğunun tescili bulunduğunu kaydederler. Kalansuve için “fes“dir, “takke“dir, “külah“dır, “şapka“dır diye tek bir şeyle ifade etmek muvâfık düşmemektedir. “Sarık sarılmasına engel olmayan bir serpuş“ diye tarif etmek daha uygun gözükmektedir. 4417
Yahûdilerin kippa denilen takke cinsinden giysiyi başlarına giymeleri, bunu özellikle dinî âyinde ihmal etmemelerinden yola çıkarak, müslümanların, üzerine sarık sarmadan takke giymelerinin onlara benzemek olduğunu bilmeleri gerekmektedir. Yine, Peygamberimizin sarıksız şekilde hiç takke cinsinden bir şey giymediğini değerlendirerek, sarıksız bir namaz takkesinin kesinlikle sünnet olmadığı bilinmelidir. Bir adım daha giderek, İbrahim Canan’ın da belirttiği gibi, hadis şârihi âlimler tarafından; tek başına takke cinsinden başa bir şey giymenin müşriklere (günümüzde Yahûdilere) mahsus bir kıyafet olduğunun tescil edildiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca, sadece namaz için özel bir kıyâfetin sünnette olmadığını ve bunun hoş görülmediğini de hatırlatalım. Yani, Müslüman laik tavırlı olamaz, onun her şeyi namazdaki tavrı gibi olmalıdır. Namazda başka, namaz dışında başka olmamalıdır.
Sarık Sarmaya gelince; “Sarıkla kılınan namazın sarıksız kılınan namazdan şu kadar faziletlidir“ şeklindeki rivâyetler, Kütüb-i Sitte’de bulunamamıştır, sahih olmadığı değerlendirilmelidir. Sakalı ısrarla tavsiye eden Rasûlullah aynı tavrı sarık için göstermemiştir. Kendisi sarıklı idi, ama bu onun yaşadığı coğrafyanın ve oradaki örfün bir uzantısı olmalıdır. Çünkü sadece başta peygamberimiz olmak üzere Müslümanlar değildi sadece sarık saranlar. Ebû Cehiller de, Mekke müşrikleri de sarık sarıyorlardı. Çöl sıcağında yaşayan insanlar, başlarına mutlaka bir örtü sarmak zorunluluğunu hissediyorlardı. Bu ihtiyaç, hâlâ geçerlidir. Adana, Hatay, Diyarbakır gibi yörelerden tutun, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, mü’min-kâfir bu uygulamanın devam edegeldiğini görüyoruz. Hem hadis rivâyeti, hem Hz. Ali’nin sözü olarak rivâyet edilen “sarığın bir Arap tâcı“ olduğu ifâdesi de bu yorumu doğrulamaktadır. Peygamberimiz’in sarıklı olduğunu
4416] Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4078; Tirmizî, Libas 47, h. no: 1785
4417] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/45
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1125 -
belirten ifâdelere yer verildiği halde, sarığı emreden, ya da tavsiye eden bir ifâdeye Kütüb-i Sitte’de rastlamadım. Bununla birlikte, sarığı tavsiye eden bir ifâde Kütüb-i Sitte şerhinde şöyle yer alır: “Sarık sarın da hilminiz ziyâdeleşsin!“ Râvî devamla der ki: “Hz. Ali (r.a.) de: “Sarıklar Arapların taçlarıdır“ buyurdular.“ 4418
Câmiu’s-Sağîr adlı hadis kitabında rivâyet edilen bu hadisin şerhinde İbrahim Canan şunları söyler: Sarığın insandaki hilmi (hoşgörülü ve sabırlı olma halini) artırması meselesinde Münâvî şu açıklamayı sunar: “Sarıkla hilminiz artar, göğsünüz genişler. Çünkü kıyafetin güzelleşmesi kişiyi vakar ve ihtişama sevkeder; hafifliği, seviyesizliği ve düşük davranışları terke zorlar. Sünnette sarık sarıldığı zaman, sarığın bir ucunun omuz arasında serbest bırakılması irşad buyrulmuştur, bu müsneddir.“
Sarığın taç olarak ifadesi, yine Münâvî'ye göre, onda izzet, cemal, heybet ve vakar bulunması sebebiyledir. Nitekim krallar da taçlarıyla başkalarından ayrılmaktadırlar. Sarıksız olan diğer kalansuveler ise acemler ve hafifmeşrep insanlara aittir ve onları tefrik eden taçları durumundadır.
Bir başka hadiste: “Sarıklar Arapların taçlarıdır. Onu bıraktıkları vakit izzetlerini de bırakırlar“ denmektedir. Deylemî'nin bir rivâyetinde sarığın terkedilip kalansuvenin alınması kıyamet alâmeti olarak ifade edilmiştir. 4419
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) başına sarık sardığı zaman, ucunu iki omuzu arasından sarkıtırdı.“ 4420
Açıklama: Bu rivâyet, sarığın nasıl olacağı hususunda bir fikir vermektedir. Buna göre sarık sarılınca bir ucunun iki omuz arasında sarkıtılması mendub olmaktadır. Bununla ilgili birçok rivâyet gelmiştir. Bazısında sarkacak kısmın dört parmak uzunluğunda olacağı tasrih edilir. Çok zayıf bir rivâyette, Rasûlullah'ın taşraya vali tayin ederken, göndereceği kimselere sarık sardığı, sarığın ucunu kulağı hizasına inecek kadar sağ omuzundan sarkıttığı ifade edilir. Abdullah İbn Zübeyr'in sarığın ucundan bir zira'lık bir kısmı sarkıttığı rivâyet edildiği gibi, bir karış ve hatta daha az bir kısmı sarkıttığı da rivâyet edilmiştir. es-Sübülu's-Selâm'da: “Sarığın âdâbı, onun sarkan kısmını kısa tutmaktır, aşırı gitmemektir“ denir. Nevevî de: “Sarığın sarkıtılan kısmında ifrat etmek, tıpkı elbiseyi fazla uzatmak gibidir, kibirlenenlere haram, başkalarına da mekruhtur“ demiştir. Muhakkikler, Rasûlullah'ın sarığının boyu hakkında rivâyete rastlamadıklarını belirtirler. 4421
Amr İbnu Hureys (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) gördüm, üzerinde siyah bir sarık vardı. İki ucunu omuzları arasından sarkıtmıştı.“ 4422
Ebû Kebşe el-Enmârî anlatıyor: “Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbının kalansuveleri geniş idi.“ 4423
4418] Hadis, Teysir'de Ebû Dâvud'a nisbet edilmiş ise de, onda mevcut değildir. Câmiu's-Sağir'de mevcuttur -1, 555-
4419] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/46
4420] Tirmizî, Libas 12, h. No: 1736
4421] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/46-47
4422] Müslim, Hacc 453, h. no: 1359; Ebû Dâvud, Libas 24, h. no: 4077; Nesâî, Ziynet 109, h. no: 8, 211
4423] Tirmizî, Libas 40, h. no: 1783
- 1126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Açıklama: Hadiste geçen “kimâm“ kelimesi iki ayrı tefsire tâbi tutulmuştur. Birine göre kummenin cem'idir. Bu yuvarlak kalansuvenin adıdır, başı tam olarak örter. Bazıları küçük, dar kalansuve diye açıklamıştır. Bu durumda Ashâb'ın, üzerine sarık sardıkları serpuşun külâh gibi uzun olmayan takke gibi başlarına yapışık olduğu anlaşılmıştır. Ancak küm kelimesi ile ilgili bir başka yoruma göre, kalansuve geniştir ve yüksektir. Zira kim'in cem'idir. (Kim: Çiçek ve meyveyi örten kabuk mânâsına gelir. Bilâhare bu kabuk açılır.) Araplar kalansuveyi az giyerlerdi. Buth, geniş arazi mânâsına gelen batha'nın cem'idir. Hadis bu durumda kalansuvenin geniş olduğunu ifade etmelidir. Öyleyse, mezkür kalansuveler Rumî ve Hindî kalansuveler gibi dar olmayıp geniş olmalıdır, hatta genişliği (yüksekliği) bir karışa ulaşmalıdır. Aliyyu'l-Karî, birkısım Hanefî kitaplarında kalansuvenin bir karış kadar geniş tutulmasının müstehab olduğunun kayıtlı bulunduğunu zikreder. Ancak İbnu Hacer el-Heytemî yukarıda belirttiğimiz önceki görüşte cezmeder ve kimam'ın kim değil, kümmenin cem'i olduğunu söyler ve kalansuvelerin genişlemesini mezmum bid'atlardan sayar. Karî, bu ifadenin ifrata kaçan genişlik hakkında olabileceğini belirterek, sahâbeden nakledilen zâhiri, Heysemî'nin söylediğinin aksini te'yid ettiğini ilâve eder. Başta Tirmizî, ulemânın büyük çoğunluğu, hadisten ifarata kaçmayan genişliği anlamışlardır. 4424
Modernizm, günümüzde faşist bir din halini almıştır. İnsanı tek tip haline getirip sürüleştirmekte, onu her yönüyle köleleştirmektedir. Batılılaşan bayan, niye giysisini, giysisiyle dikkat çekmek istediği vücudunu teşhir etme ihtiyacı duymaktadır? Modernizm de denilen çağdaş Batı Dünya görüşü olan Materyalizm, insanın rûhunu, mânevî dinamiklerini hiçe saymakta, kişiyi sadece sahip olduğu giysiden, arabadan, paradan, maldan ibâret kabul etmektedir. Bayanları da etten ibâret, giysiden, kozmetik ürünlerden, süslenmeden ibâret görmektedir. Batılı(laşmış) insan da kendine biçilen rolden memnundur. Zinâya yaklaşma ve yaklaştırma olacakmış, toplum ifsâd edilecekmiş, erkekler tahrik edilip günahlara dâvetiye çıkarılacakmış, böylece kendisinin yolunu tuttuğu Cehenneme, diğer erkekleri de sürüklemiş olacakmış, çağdaş bayanın umurunda değildir. Nasıl olsa, memlekette demokrasi var; canı ne ister onu giyer, vücut onun değil mi, istediği gibi yapar…
İnsanın, özellikle bayanın giysilerinin belli bir ölçü ve kayıt altında bulunması gerekir. Örtü ve giysilerdeki kayıtsızlık, cinsel güdünün tahrikini, kayıtsızlığını getirir. Sınırsız tahrik, cinsel güdünün sınırsız tatminini gerektirir. Tatmine imkân bulunmadığı bir yerde bir güdünün tahrik edilmesi zulümdür, yasaklanmalıdır. Bu tavır, aynen şunun gibidir: Sözgelimi günümüz câhiliye düzenleri, görevlerini yapmadığı için açlara yemek veremiyor, bu zulüm yetmezmiş gibi, bir de insanın psikolojisini etkileyecek reklâmlarla, câzip kışkırtmalarla aç kimseleri iştahlandırıp ayaklandıracak yemek kokularıyla tahrik ediyor. Teşhircilik, erkeklere karşı üstünlük taslamaya çalışmanın bir yansıması olarak, cinden/insden/düzenden şeytanın teşvik ettiği bir hastalıktır/anormalliktir/sadistliktir. Vitrinlere sunulan mal gibi kadın vitrine/çarşıya çıkmış, bakıcılar, alıcılar bekliyor. Bu, insanın şerefini ayaklar altına almaktır. Erkek, görüntüden etkilenir, kadın dokunuştan. O yüzden bayanların tepeden tırnağa örtünmesini insan psikolojisini en iyi bilen Zât istediği halde; bayanların beğenilme, erkeklerin de gözleriyle tahrik olma dürtüsünü kullanarak şeytan da insanı cennetten mahrum etmek, dünyayı da
4424] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 15/48
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1127 -
cehenneme benzetmek için insan psikolojisini istismar etmektedir. Nefsin midesi yoktur, azdıkça azar, az günahla tatmin olmaz, daha büyüğünü ister durur.
Giysi Âdâbı
El-Hudrî (r.a.) anlatıyor: “Peygamber (s.a.s.) elbisesini yenilediği zaman şu duâyı okurdu: “Allahumme leke’l-hamdu ente kesevtenî hâzâ, Es’eluke hayrahû ve hayra mâ sunia lehû ve eûzu bike min şerrihî ve şerri mâ sunia leh (Allah’ım! Hamd Sanadır. -(Giydiği şey ne ise) ismen söyleyerek- Bunu bana Sen giydirdin. Bunun hayırlı olmasını, yapılış gâyesine uygun olmasını diliyor, şerrinden ve yapılış gâyesine uygun olmamasından da Sana sığınıyorum.)“ 4425
Ebû Ümâme (r. anhâ) anlatıyor: “İbn Ömer (r.a.) yeni bir elbise giymişti ve şöyle duâ etti: “Elhamdu lillâhi’llezî kesânî mâ üvârî bihî avratî ve etecemmelu bihî fî hayâtî (Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah’a hamdolsun).“ Sonra şunu söyledi: ‘Ben Rasûlullah’ı (s.a.s.) dinledim: “Kim yeni bir elbise giyer, böyle söyler, daha sonra da eskittiği elbiseyi tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah’ın himâyesi, hıfzı ve örtmesi altında olur.“ 4426
“Kim bir elbise giyer ve: ‘El-hamdu lillîhi’llezî kesânî hâzâ ve razekanîhi min ğayri havlin minî ve lâ kuvvetin (Bunu bana giydirip, tarafımdan bir güç ve kuvvet olmaksızın beni bununla rızıklandıran Allah’a hamdolsun)’ derse geçmiş ve gelecek günahları affedilir.“ 4427
Giyim kuşam, insanın çirkin yerlerini örterek onu güzelleştiren, çıplak hayvanlardan onu ayıran en önemli alâmettir. Rabbin deyişiyle aynı zamanda insanın süsüdür.4428 Kökü, insanın yaradılış zamanına ve cennete uzanan bir süs. Cennet de cennetlikler için özel olarak hazırlanmış cennet giysileri ile sürecektir bu. İlk insanın cennetten kovulmasının acı neticelerinden biri de, soyunma olmuştur.4429 Giyim-kuşamda kullandığımız tüm eşyalar Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerindendir.
Giysiler elde ettiğimiz hayvan, petrol gibi nimetleri hiç karşılıksız bizim emrimize sunan Allah Teâlâ’dır. Biz insanlara o hammaddeleri işleyip en güzel giysiler yapabilme özelliği veren; atamız Hz. Âdem ve eşine giydirdiği cennet giysileri ile âdeta elbise modelleri, giyinip örtünme yöntemi veren; giyinip kuşanma güç ve zevkini bize lutfeden hep Allah Teâlâ’dır. Tüm canlılarla birlikte, biz insanların rızkını üzerine alan da O’dur. O yüzden her giysi giyinirken O’nu hatırlamalı, O’nun üzerimizdeki bu sayısız nimetlerini düşünmeli ve hamdimizi O’na hasretmeliyiz. Dilimizle yapmamamız gereken bu hamdi, O’nun nimetlerini O’nun istek ve ölçüleri doğrultusunda elde edip sarfederek, O’nun peygamberinin giyim-kuşam sünnetini ihyâ ederek tamamlamalıyız. Allah, nimetlerinin eserini kulları üzerinde görmeyi sever, ama ölçülerine uygun bir şekilde tabii.
Bunun için çorap dâhil, her çeşit giysiyi giyerken sağdan başlamalı, çıkarırken önceliği sola vermelidir. Bir giysiyi giyerken besmele çekip hamdetmeyi ihmal etmemeli. Giysilerde helâl ölçülerine uymalı, haram lokma ve haram giysinin duânın kabulüne bile engel olduğunu hiç akıldan çıkarmamalı. “Bir kimse
4425] Ebû Dâvud, Libas 1, h. no: 4020; Tirmizî, Libas 29, h. no: 1767
4426] Tirmizî, Deavât 119, h. no: 3555; İbn Mâce, Libas 2, h. no: 3557
4427] Ebû Dâvud, Libas 1, h. no: 4023
4428] 7/A’râf, 26
4429] 7/A’râf, 27
- 1128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya kaldırarak: ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle birinin duâsı nasıl kabul edilir?“ 4430
Şeriat’ın kadın-erkek için çizdiği tesettür ölçülerine uymalı. Ne erkek kadına benzemeli, ne de kadın erkeğe. Erkekler ipek giysilerden, altın takılardan ve kulağa küpe gibi kadınsı süslerden sakınmalı. Kadını ile erkeği ile kılık kıyâfetimiz İslâm kimliğini taşımalı. Müslüman olmayanlarınkine benzememeli.
Kıyâfetimiz, bir Arap geleneğinin ötesinde, Ümmet birliğini sembolize eden sakal, saç-bıyık kesimi, bol, lüksten uzak, mütevâzî/sade ve aynı zamanda estetik görüntüler sergilemeli. İslâm düşmanlarının bile bu konunun önemini bilerek devrimler ve baskıcı uygulamalarla kendi giysilerini dayattıkları bir dünyada kendi kimliğimizi giysilerle de korumalı ve göstermeliyiz. Giyinirken, yukarıdaki hadis-i şeriflerde Peygamberimiz’in okuduğu ve okumamızı tavsiye ettiği bu konudaki duâlar, Allah’ı hatırlayarak O’nun bu konudaki ölçülerine uyacağımıza dair bir söz vermedir. 4431
Elbise ve Tesettür Konusunda Son Söz Yerine Bir Masal
Andersen’in bir masalı vardır. Bu meşhur masalı aktaralım: İki terzi, ülkenin başkentine gidip, terzilikte çok yetenekli oldukları ve ünlülerin giydiği vücuda en çok yakışan giysileri kendilerinin diktikleri husûsunda kralı iknâ edip kandırdılar. “Bizim asıl hünerimiz, krallara yalnız şereflilerin görebildiği ve onursuz ve erdemsizlerin göremediği giysiler dikebilmemizdir. Eğer izin buyurursanız size de böyle bir giysi hazırlayalım“ dediler. Kral, gâyet hoşnut bir şekilde kabul etti ve kendisine bu tür bir sihirli giysi dikmeleri için çok miktarda altın ve gümüşün terzilerin emrine verilmesini emrederek giysinin kumaşının altından ve süslemelerinin gümüş olmasını istedi.
Terziler, para, altın ve gümüşü aldılar, geniş ve uzun bir işyeri hazırlayıp iğ, çark, makas ve iğneleri kullanarak kumaşa, altına ve gümüşe dokunmadan güya kumaş örüp giysi dikiyormuş gibi ellerini mahâretle havada sallayıp durdular.
Derken kral bir gün sadrazamını, hazırlanmakta olan giysiyi görmeye gönderdi. Ne ki sadrazam ortalıkta hiçbir şey göremedi; ama başkalarının kendi şerefsizliğini anlamalarından çekinerek tam bir ciddiyetle giysiyi methedip terzileri övmeye başladı ve krala işin en güzel bir şekilde devam ettiğini rapor etti. Diğer yüksek rütbeli görevliler de terzileri ziyaret ettiklerinde hiçbir şey görmemelerine rağmen şerefsiz olduklarının anlaşılmaması için acı gerçeği gizleyip terzileri ve giysiyi övmekte birbirleriyle yarışmaya başladılar.
Derken sıra krala geldi ve o değerli ve garip giysisini giymek üzere krallık terzihanesine gitti. Tabii ki kendisi de hiçbir şey göremedi ama herkesin arasında tek şerefsizin kendisi olduğunun anlaşılmaması için inanmaya inanmaya ve tedirgin bir şekilde giysinin varlığını, güzellik ve zerafetini kabul etti ve provasını yapsınlar diye aynanın karşısına geçti. Hokkabaz terzilerse ileriye geçip, geriye gelerek aynanın karşısında çıplak duran ve korkudan biteviye giysiyi öven kralın
4430] Müslim, Zekât 65; Tirmizî, Tefsîrul’l-Kur’an 3, hadis no: 3173; Dârimî, Rikak 9, hadis no: 2720
4431] Ali Akpınar, Hz. Peygamber Dilinden Dualar ve Tefsiri, s.26-28
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1129 -
sırtında, olmayan giysiyi bir güzel prova ettiler.
Sonunda sıra halkın kralın giysisini görebilmesi için şehirde görkemli bir şenlik düzenlenmesine geldi. Şenlikte şehirliler alışılageldiği üzere caddenin iki yanına sıralandılar. Âdâba uyarak büyük bir gurur ve vakarla önlerinden geçen, yerde sürünmemesi için giysisinin eteklerini iki uşağın tuttuğu ve saraylılar, ileri gelenler, âmirler ve vezirlerin hürmet, hayret ve mutluluk içinde peşinde yürüdüğü çıplak kralı gören halkın tümü, giysiyi görmedikleri halde, şerefsiz sayılmamak endişesiyle hep bir ağızdan sevinç çığlıkları attılar ve kralı yeni giysisinden ötürü kutladılar.
Ama ansızın halkın arasından küçük bir çocuk bir çığlık attı: “Bu adam çıplak. Kral çıplak! Neden giysisi yok sırtında?“ Bîçare annesi bütün gayretine rağmen çocuğun bu sözleri tekrar etmesine engel olamadı. Çocuk bir kez daha ısrarla bağırdı: “Kral çıplak!“ Yavaş yavaş birkaç çocuk daha bu sözleri tekrarlayınca şehirliler arasında fısıldaşmalar başladı ve birdenbire hep bir ağızdan bastılar çığlığı; “Kral çıplak! Kral çıplak! Neden? Neden?... Neden?...“
İşte Batı medeniyeti de bu şekilde gösteriş yapıyor ve insan için bir giysi biçmek istediğini belirtiyor. Ama gerçekte sırtına giysi geçirmek yerine insanı çıplaklaştırmıştır o. Hiç kimsenin de ortada giysi diye bir şeyin bulunmadığını ve bütün bu moda, kumaş ve falan filanın insanın çıplaklığı olduğunu söylemeye cesareti yok. Hepsi de bütün altın ve gümüşü alıp götüren ve hâlâ da götürmekte olan hokkabaz terzilerin kendilerini şerefsizlikle itham etmelerinden korkmakta.
Acaba bu Batı propagandasının esiri ve âşığı dünyada bir halk olsun yok mudur ki o çocuğun yürek temizliğine sahip olsun ve Batıda insanın sırtına giysi diye geçirilen şeyin örtünme değil çıplaklık olduğunu söylesin? Çıplaklığı giysi olarak kabul eden bu dünyaya karşı cür’et edip feryat edebilecek çocuk dürüstlüğüne sahip bir toplum ortaya çıkacak mı acaba?
Neden o toplum, biz müslümanlar olmayalım?
Ne mutlu, tesettürünü bayraklaştırıp cihadını ilân eden, hicap bilincine sahip takvâ elbisesini hiç üzerinden çıkarmayan iffet ve hayâ timsali hanımlara! Kılık-kıyafet ve yaşayış prensiplerini İslâmî ölçülere göre tanzim edip nâmusunu muhâfaza eden edepli gençlere! Gözünde haram bakışların isi olmayan erkeklere ve yüzünde haram bakışların lekesi olmayan kızlarımıza selâm olsun!
- 1130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Elbise ve Tesettür Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Elbise ve Giyinmek (,Takmak ve Süslenmek) Anlamındaki “L-b-s“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler: 7/A’râf, 26, 26, 27; 16/Nahl, 14, 112; 18/Kehf, 31; 22/Hacc, 23; 25/Furkan, 47; 35/Fâtır, 12, 33; 44/Duhân, 53. Elbise ve Giyinmek Anlamının Dışındakiler: (2/Bakara, 42, 187, 187; 3/Âl-i İmrân, 71; 6/En’âm, 9, 9, 65, 82, 137; 21/Enbiyâ, 80; 50/Kaf, 15; 78/Nebe’, 10) Toplam 23 Yerde.
B- Tesettür Kelimesinin Kökü “S-t-r“ Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 45; 18/Kehf, 90; 41/Fussılet, 22.
C- Perde, Örtü Anlamındaki Hıcâb (h-c-b) Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 7/A’râf, 46; 17/İsrâ, 45; 19/Meryem, 17; 33/Ahzâb, 53; 38/Sâd, 32; 41/Fussılet, 5; 42/Şûrâ, 51; 83/Mutaffifîn, 15.
D- Tesettür (Örtü ve Örtünmek) Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a- Maddî Örtü ve Takvâ Örtüsü: 7/A'râf, 26, 32; 16/Nahl, 5, 81.
b- Kadınların Örtünmesi: 24/Nûr, 31, 60; 33/Ahzâb, 59.
c- Kadınlarda Örtünme Şekli: 24/Nûr, 31; 33/Ahzâb, 59.
d- Süs Yerlerini Göstermenin Haram Olmadığı Kimseler (Nâmahrem Olmayan Kimseler: 24/Nûr, 31.
e- Baş Örtüsü: 24/Nûr, 31.
f- Örtünen Erkek ve Kadınların Mükâfatı: 33/Ahzâb, 35.
g- Namazda Güzel Elbiseler Giymek: 7/A'râf, 31.
h- Süslenmek: 7/A'râf, 32; 16/Nahl, 14.
i- Kadınların Süslenmesi: 43/Zuhruf, 18.
j- Cennet Süsü: 18/Kehf, 31; 22/Hacc, 23; 76/İnsan, 15-16, 21.
k- Erkek, Kadın İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
l- Kadın, Erkek İçin Örtüdür: 2/Bakara, 187.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tanzimattan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar, Cihan Aktaş, Nehir Y., İst. 1989
2. Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, Olaylar/Belgeler/Anılar, Mazlumder İst. Şubesi Y., İst. 1997
3. On Üç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Nureddin Sevin, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Y., İst. 1973
4. Türk Giyim Kuşam ve Süslenme Sözlüğü, Reşat Ekrem Koçu, Sümerbank Kültür Y., Ank. 1969
5. Tarih Boyunca Türk Kadınının Hak ve Görevleri, A. Afet İnan, M.E.B. Y., İst. 1975
6. Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, Şefika Kurnaz, M.E.B. Y., İst. 1997
7. Tüketim Toplumu Bağlamında Türkiye’de Örtünme Pratiği ve Moda İlişkisi, Mutlu Binark-Barış Kılıçbay, Konrad Adenauer Vakfı Y., Ank. 2000
8. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, Erik Jan Zürcher, İletişim Y., İst. 1995
9. Çıplaklık Kültürü, Kültürel Çıplaklık, Gulam Ali Haddad Adil, Seçkin Y.
10. Tesettür ve Toplum, Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni üzerine Bir İnceleme, Cihan Aktaş, Nehir Y., İst. 1991
11. Devrim ve Kadın, İranlı Kadınlar Üzerine Bir İnceleme, Cihan Aktaş, Nehir Y., İst. 1996
12. Mahremiyetin Tükenişi, Cihan Aktaş, Nehir Y., İst. 1995
13. Hadislere Göre Yahudi ve Hristiyanlara Uymak, Mirza Tokpınar, insan Y., İst. 2003
14. İslâm’da Bâtıla Benzemenin Hükmü, Ali Rıza Demircan, Eymen Y., İst. 1979
15. Fıtratı Tağyir Risalesi, Ahmet Mahmut Ünlü, Şahsi Y., İst. 1998
16. Bacı’dan Bayan’a, İslâmcı Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi, Cihan Aktaş, Pınar Y., İst. 2001
17. Sömürü Odağında Kadın, Cihan Aktaş, Bir Y., İst. 1984
18. Kadının Serüveni, Cihan Aktaş, Girişim Y., İst. 1986
19. Sistem İçinde Kadın, Cihan Aktaş, Beyan Y., İst. 1988
20. Haklarımız, Heyet, Mazlumder İst. Şubesi Y., İst. 1999
TESETTÜR VE ELBİSE
- 1131 -
21. Başörtüsü Yasağı, Bir insanlık Dramı –Raporlar-, Tiyemder Y., İst. 2002
22. Direniş Güncesi
23. Üniversitelerde Disiplin Cezaları ve Hak Arama Yolları, Muharrem Balcı, Danışman Y., İst. 1999
24. Ülke Kızları, Mine Alpay Gün, Beyan Y.İst. 1993
25. Kadın ve Aile Ansiklopedisi (İslâm Kadın) (Tahrîru'l-Mer'e), 1-4, Abdülhalim Ebû Şakka, Denge Y.
26. Kadın ve Sosyal Adalet, Enis Ahmed, Murat Çetinkaya, Beyan Y.
27. Kadının Çalışması, Sosyal Güvenliği ve İslâm, Faruk Beşer, Nûn Y.
28. Kadın, Modernizm ve Örtünme, Abdurrahman Kasapoğlu, Esra Y.
29. Kadının Değeri, Ölçüsü, Örtüsü, Necdet Kutsal, Selâmet Y.
30. İslâm’da Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.
31. İslâm’da Tesettür ve Haya, Mustafa Uysal, Uysal Y.
32. İslâm’da Kılık Kıyafet ve Örtünme, Heyet, İlmî Neşriyat
33. Çalışan Kadın ve Problemli Çocuklar, Sefa Saygılı, Feza Y.
34. Modern ve Postmodern Feminizm, Zekiye Demir, İz Y.
35. Kendini Okuyan Kadın, Hülya Kartal, Nesil Basım Yayım
36. Hz. Muhammed (s.a.s.) Devrinde Kadın, Rıza, Savaş, Ravza Y.
37. Râşid Halifeler Devrinde Kadın, Rıza Savaş, Ravza Y.
38. Tarihte Kadın ve Cilbab, Fatma Temir, Şahsi Basım
39. Osmanlıda Kadın, Meral Altındal, Altın Kitaplar Y.
40. Dokunmayın Bacıma, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
41. Bacımın Gözyaşları Ne Zaman Dinecek, Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
42. Kur’an ve Sünnete Göre Tesettür, Lütfü Aydın, Nursan Y.
43. Sohbet ve Tesettürde Âdâb, İsmail Çetin, Dilara Y.
44. Sosyal Hayatta Kadın, Heyet, İSAV, Ensar Neşriyat
45. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar, M. Es’ad Coşan, Seha Neşriyat
46. Modern Mahrem, Medeniyet ve Örtünme, Nilüfer Göle, Metis Y.
47. Feminizm Nedir, Muhammed Emin, Türdav A.Ş. Y.
48. Başörtü Meselesi, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
49. Başörtülü Melek, Ertuğrul Düzdağ, İz Y.
50. Kadın Tesettür İzdivaç, Hüseyin S. Erdoğan, Çile Y.
51. Örtülü Olmayan Hanımlara, Abdülhamid Bilali, Çev. Fatma Zehra, Şafak Y./Buruc Y.
52. Örtünme ve Çıplaklık, Hasan Çalışkan, Esra Y./Rahman Y./Tekin Kitabevi Y.
53. Hicab, Mevdûdî, Hilâl Y.
54. Hicab, Muhammed Salih bin el-Useymin, Tevhid Y.
55. Tesettür-i Şer'î, İskilipli Âtıf Efendi, Bedir Y.
56. Kadın Tesettürü ve Zinanın Hükmü, Ekrem Doğanay,
57. Başörtüsü Ne Her Şey, Ne Hiçbir Şey, Bütün Yönleriyle Başörtüsü Sorunu, Mazlum-Der İst. Şb. Y.
58. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 11, s. 84-158
59. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. c. 24, s. 82-94 (M. Âkif Aydın)
60. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 270-277
61. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Y. (Mustafa Armağan), c. 2, s. 323-329
62. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 700-704
63. Takvâ Bilinci, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 118-121
64. Ömer Kara, Kur’an’da Cennet, Rağbet Y. s. 239-242
65. Başörtüsünün Kaynağı Kur'an ve Rasûlullah'ın Fiili Sünnetidir, Haksöz, sayı 45, Aralık 94
66. Gündemdeki Konu: Başörtüsü, Ahmed Kalkan, Qıyam, s. 4, Ocak 87
67. Nebevî Sünnet, Muhammed Gazâlî, İslâmî Araştırmalar Y. s. 59-95
68. Akaid ve Şeriat, Mahmud şeltut, Yöneliş Y. c. 2, s. 13-121
- 1132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
69. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 269-304
70. Kur'an'da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 59-112
71. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 121-131
72. Cahiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. s. 69-73, 109-112
73. İslâmîyât, Kadın Özel Sayısı, c. 3, s. 2, Nisan-Haziran 2000
74. İslâmî Araştırmalar, Kadın Özel Sayısı, V, 1989; c. 10, sayı. 4, 1997
75. Kur'an Çerçevesinde Kadın, Hülya Koç, Fatma Candan, Haksöz, 31-34, Ekim 93-Aralık 94
76. Tezkire, Kadın ve Beden Siyaseti Dosyası, yıl 10, sayı 19, Şubat-Mart 2001
77. Hadislere Göre Kadının Sosyal Durumuna Umumi Bir Bakış, Neda Armaner, A.Ü.İ.F.D. 1961/9
78. Kadının Toplumsallaşması ve Fitne, Cihan Aktaş, İslâmî Araştırmalar, V, 1989, 4, s. 251-259
79. Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, Hayrettin Karaman, İslâmî Araştırmalar, V (1989)
80. Günlük Hayâtımızda Helâller-Haramlar, Hayreddin Karaman, Yeni Şafak Y. s. 101-112
81. Kur’an’a Göre Dinde Zorlama ve Şiddet Sorunu, Abdurrahman Ateş, Beyan Y. s. 183-185, 201-226
82. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
83. İslâm'da Kadın, Bekir Topaloğlu, Yağmur Y.
84. İslâm Nizamı, A. Rıza Demircan, c. III, s.105-128
85. Hz. Peygamber (s.a.v.) Dilinden Dualar ve Tefsiri, Ali Akpınar, İttifak Kültür Serisi Y. s. 26-28
86. İstanbul'da Fuhuş ve Zührevî Hastalıklar, Zafer Toprak, İst. 1987
87. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y.
88. Osmanlı'da Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y.
89. Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977
90. İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Ahmed Refik, İstanbul 1927
91. Aşk Ahlâkı, Hilmi Ziya Ülken, İstanbul, 1981
92. Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi, Ebûbekir Sifil, Kayıhan Y. c. 1, s. 130-170
93. Hangi İslâm, Mustafa Varlı, Şahsi Y. s. 81-88
94. Gözün Zinâsı (Harama) Bakmaktır, Mustafa Özşimşekler, Beyan, Temmuz 2001
TEMİZLİK / TAHÂRET
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 941 -
Kavram no 177
Görevlerimiz 41
Su ve Yağmur; Namaz
TEMİZLİK / TAHÂRET
• Tahâret/Temizlik; Anlam ve Mâhiyeti
• Gönül Temizliği; Tezkiye
• Kur'ân-ı Kerim'de Temizlik Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Temizlik
• Temizlik İçin Büyük Nimet; Su
• Kâinattaki İlâhî Temizlik Kanunu
• Tuvaletten Sonra En İyi Temizlik Nasıl Yapılır?
• Dört Yüz Yıl Avrupa Pislik İçinde Yüzdü
• Temizliğin Zıddı; Necâset ve Necis
• Temizliğin Zıddı Olan Diğer Kavramlar; Hubs, Rics, Hades
• İbâdet Öncesi Temizlik; Abdest
• Tepeden Tırnağa Temizlik; Gusul/Boy Abdesti
• Abdest ve Guslün Faydaları
“Sana kadınların ay halini (hayızı) sorarlar. De ki: ‘O, bir ezâdır (bir çeşit hastalıktır). Ayhalinde olan kadınlardan uzak durun (onlarla cinsî temasta bulunmayın). Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri vakit, Allah’ın size emrettiği yerden onlara yaklaşın. Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever.“ 3799
Tahâret/Temizlik; Anlam ve Mâhiyeti
“Tahâret“, kelimenin tam anlamıyla temizlik demektir. Aynı kökten gelen ‘tuhr’ de yine temizlik anlamına gelir. ‘Tahera’ temizledi, ‘tatahhur’ temizlenme, ‘tahûr’ veya ‘tâhir’ temiz mânâlarına gelmektedir. Tahâret iki kısımdır: a- Cisim temizliği (maddî temizlik), b- Nefis temizliği (mânevî temizlik).
Allah (c.c.) peygamberliğin ilk yıllarında Hz. Muhammed’e (s.a.s.) şöyle söylüyor: “Ey bürünüp örtünen! Kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut, Rabbini tekbir et (yücelt). Elbiseni de temizle (tahhir). Pislikten (şirkten veya görünen pislikten) kaçınıp uzaklaş.“ 3800
Abdest ve gusül bir temizlenme fiilidir. Dolaysıyla mü’minler ibâdet etmek için abdest alırlar, gerekirse gusül yaparlar. Hayızlı kadınlar da hayızlarının sonunda temizlenirler, yani gusül abdesti alırlar. Kur’an, bütün bunları ‘tahâret’ ile veya bunun fiil şeklinde kullanımı ile anlatmaktadır. Kur’an, hayızdan temizleninceye kadar kadınlara yaklaşılmamasını,3801 namaz için abdest alınmasını,
3799] 2/Bakara, 222
3800] 74/Müdessir, 1-5
3801] 2/Bakara, 222
- 942 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cünüplük halinde yıkanılmasını emrediyor.3802 Bütün bunların sebebi Allah’ın mü’minleri temizlemek (tathir etmek) istemesidir.
Fıkıh ilminde her türlü maddî temizliğe ‘tahâret’ adı verilir. Tahâret, ibâdet yapabilmek için zorunlu bir faâliyettir.
Tahâret, aynı zamanda beden ve çevre temizliğidir. Allah (c.c.) hem maddî hem de mânevî olarak temiz olanları (mutahharûn’u) sever. İslâm temizlik (tahâret) dinidir denilse yanlış olmaz. Bütün hadis kitaplarında ve fıkıh kitaplarında bir tahâret bölümü vardır. Müslümanın ibâdet için veya normal bir şekilde nasıl temizleneceği uzun uzadıya anlatılır. Çünkü mânevî temizlenmeyi kazandıracak olan, maddî olarak temizliktir.
Şu hadis maddî anlamdaki tahâretin önemine yeterince işaret ediyor: “Temizlik (abdest) imanın bir parçasıdır. El-Hamdü lillâh sözü amel terazisini doldurur. Sübhanallahi ve’l hamdu lillâhi, (Allah’ın şânı pek yücedir, hamd O’na aittir) sözü göklerle yerin arasını doldurur. Namaz nûrdur. Sadaka (kurtarıcı bir) delildir. Sabır ışıktır. Kur’an senin lehine ve aleyhine bir delildir…“ 3803
İslâm ulemâsı hikmet'i “bir şeyin meşrû olmasını gerektiren nesne“ şeklinde târif etmiştir. Temizliğin meşhur olan hikmetlerinden bazıları şunlardır: Günahlara kefâret olması, şeytanı defetmesi, kızgınlık ve gadab sebebiyle meydana gelen hareketi gidermesi, dünyada vücûdun uzuvlarını yıkamakla âhirette de güzelleşmesi. Hz. Osman bin Affan (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte: “Her kim Allah Teâlâ'nın emrettiği gibi abdest alırsa, farz namazlar arasındaki günahlara keffâret olur.“ 3804 buyurduğu bilinmektedir.
Allah Teâlâ, insanlara elbiselerini temiz tutmalarını, pislikten arınmalarını ve tertemiz olmalarını teklif etmiş, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) bu konuda mü'minlere örnek olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de “...Orada tertemiz olmak isteyen kimseler vardır. Allah da tertemiz onları sever.“ 3805 hükmü beyan buyrulmuştur. İbn Kesir su ile temizlenmek hususunda aşırı titizlik gösteren ensârın (Medinelilerin) bu âyet-i kerîme ile övüldüğünü kaydeder.3806 Fakat âyetin hükmü umûmidir ve temizlik teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Temizlik, imânın yarısıdır.“ 3807 diyerek mü’minleri bu hususta uyarmıştır.
Allah Teâlâ'ya kulluk edebilmek ve O'nun rızâsını kazanabilmek için temizlik ilk şarttır. Çünkü tahâretsiz yapılması mümkün olmayan birçok ibâdet vardır. Her Müslüman bilir ki; gerek hakiki pisliği (necâseti), gerek hades denilen mânevî pisliği temizlemeden namaz kılınamaz. Tahâretin sebebi, namazın farz olmasıdır. Müslümanların tahâret hususunda titiz olmaları, ibâdet hayatıyla yakından alâkalıdır. Avret mahallindeki ve koltuk altındaki kılların tıraş edilmesi, tırnakların kesilmesi ve diğer temizlik hususunda hassas olmak vâciptir. Zira bu hususlarda sünnet vârid olmuştur. 3808
3802] 5/Mâide, 6
3803] Müslim, Tahâre 1, hadis no: 223; İbn Mâce, Tahâre 5, hadis no: 280; Tirmizî, Deavât 86, hadis no: 3517; Nesâî, Zekât 1; Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 655-658
3804] Müslim, Tahâre 4
3805] 9/Tevbe, 108
3806] Tefsir, II, 389
3807] Müslim, Tahâre, 1
3808] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 88
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 943 -
Temizlik: Bedenin ve ruhun maddî-mânevî pisliklerden uzak tutulmasına temizlik denir. İslâm, Müslümanları bazı görevleri yerine getirmekle mükellef tutmuştur. Bu görevlerden bir kısmı Müslümanın rûhî yönünü bir kısmı da maddî yönünü ilgilendirir. Dinin kesinlikle yerine getirilmesini istediği bedenî görevlerin aksatılması vücudun çeşitli rahatsızlıklara yakalanması ve dinî-ahlâkî görevlerin yapılabilme güçlüğünü ortaya çıkarır. Bunun için bedenî görevleri titizlikle yerine getirmek, sağlıklı ve her an her türlü görevleri eksiksiz yapabilecek bir beden yapısına sahip olmak, ahlâkî bir yükümlülüktür.
Bedenî görevlerin başında temizlik gelir. Nitekim bir âyet-i kerîmede Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Orada (takvâ mescidinde, Mescid-i Kuba'da) günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.“ 3809 Âyetten de anlaşılacağı gibi, sadece gözle görülen maddî kirler değil; günah ve kötülükler gibi mânevî kötülükler de pis sayılmış ve müslümanların bunlardan arınmaları istenmiştir. Peygamber’in (s.a.s.) “Temizlik imanın yarısıdır.“3810 buyurması da temizliğin önemini gösterir.
Temizlik, gerek maddî gerek manevî olsun bir müslümanın mutlaka riâyet etmesi gereken bir husustur. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Temizlik imanın yarısıdır“; “Namazın anahtarı temizliktir“ gibi beyanlarıyla temizliksiz dînî hayatın, dindârlığın mümkün olamayacağını mü'minlerin vicdanına yerleştirmeye çalışmıştır. “Temizlik“in dinin, dinî hayatın yarısını, hem de ikinci yarının tahakkuku için şart olan evvelki yarıyı teşkil ettiğini nasslardan anlıyoruz Tabiîdir ki bu durum, müslüman nazarında temizliğin ehemmiyetini fevkalâde artırmış oluyor, zira maddî manevî bütün amellerin makbul ve mûteber olması bunun varlığına bağlanmıştır. Nitekim hadiste: “Temizlik olmayınca namaz kabul edilmez.“ denmektedir.
Aslında kabul edilmesi için koşulan temizlik şartı sadece namaza has değildir. Allah için yapılan herbir şeyin kabul edilmesi, onun temiz olmasına bağlıdır. “İbâdet riyâ ile kirlenirse makbul değildir.“; “Sadaka, zekât meşru yoldan kazanılmış helâl maldan değilse makbul değil.“; “Yenilip içilen şeyler, alınan gıdalar temiz/helâl değilse yapılan duâların, edilen ibâdetlerin hiçbirisi makbul değildir.“; “Allah temizdir ve sadece temiz olanı kabul eder.“; “Sözün temiz olanı, amelin salih olanı O'na yükselir.“ 3811
Şu halde kişi müslüman olabilmek, Allah'a lâyık kul olabilmek için pek çok yönlerden, maddeten ve mânen temiz olmak zorundadır. Burada temizlik şartı mutlaktır. Maddî temizlik veya manevî temizlik diye tahsise imkân yoktur. Zira önce de söylediğimiz gibi İslâm ceset ve ruhu ayrı ayrı mütâlaa ederek, sadece birini üstün görüp diğerini ihmâl etmiyor, ikisinin de terbiye ve kemâlini istiyor, ikisinin de terbiyesinde temizliği ilk şart kılıyor. Ruhu kirleten şirk, kibir, ucub, yalan, gıybet, haset, gadab, dedikodu, mâlâyânî şeylerle iştigal, haram bakış, fısk, gaflet, kötü söz, yeis, fahr, israf, cimrilik, merhametsizlik... gibi mânevi kirlerden1 şiddetle nehyedildiği gibi, ibâdete mâni birkısım maddî pisliklerden de haber verip bunlardan da uzak durmayı emretmektedir.
Hattâ Kur'ân-ı Kerim'in bazı âyetleri, birçok dinî emirlerin, “temizlik“in gerçekleşmesi için konulmuş olduğunu ifade etmektedir. Meselâ namaz kılmak için
3809] 9/Tevbe, 108
3810] Müslim, Tahâre, 1
3811] bk. 35/Fâtır, 10; 2/Bakara 264; 107/Mâûn, 6
- 944 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şart olan gusül, abdest veya ihtiyaç durumunda her ikisinin yerini tutmak üzere teyemmüm gibi vâsıtalarla temizlik yapılmasını emreden âyetten sonra: “Allah (bu emirle) size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister“ 3812 dendiği gibi, zekâtla ilgili olarak da “Onların mallarından bir zekât al ki onunla kendilerini temizlemiş, tezkiye etmiş olasın“ 3813 denmektedir. Hz. Peygamberin: “Her şey için bir zekât (temizleyici) vardır, cesedin zekâtı da oruçtur“ sözü, orucun da bir başka temizlik için konduğunu ifade etmektedir. Bilindiği üzere, zekât lügatte nemâ (artma) ma'nâsına geldiği gibi tathîr/temizleme mânâsına da gelmekte ve şer'î örfte iki ma'nâda birlikte kullanılmaktadır.
Bu ifadeler az önce söylediklerimizin zıddına, insana farz kılınan amellerden esas maksadın “İnsanı hakîkî temizliğe kavuşturmak“ olduğunu göstermektedir. Yani temizlik, dinde hem vâsıta, hem gâye olmaktadır. İslâm'da temizliğe birinci plânda verilen bu ehemmiyetin bir ifadesi olarak hemen hemen bütün hadis ve fıkıh kitapları, tahâretle ilgili bölüme en başta yer verirler, ondan sonra diğer bölümlere geçerler. Meselâ Kütüb-i Sitte'nin, Buhârî dışında kalan beş kitabı böyledir. Buhârî en başa Kitâbu'l-İmân'ı koymuştur.
Gazalî, İslâm'ın mü'minlerden taleb ettiği maddî ve manevî temizliği dört mertebeye ayırır:
1- Zâhir'in temizliği: Bu hadesten, necâsetten ve fuzûliyattan temizliktir.
2- İnsan âzâlarının (cevârih) birkısım cürüm ve günahlardan temizliği.
3- Kalbin mezmum ahlâklardan, takbih edilen düşüklüklerden (rezâil) temizlenmesi.
4- Sırrın Allah'tan başka her şeyden temizlenmesi -ki bu Enbiyâ ve Sıddîkin'e has bir temizlik mertebesidir-.
İslâm'ın temizlik anlayışının sahip olduğu bu genişlik ve şümûlü belirttikten sonra hemen ilâve edelim ki biz burada daha ziyade bedenî terbiyeye taalluk eden “zâhir“in temizliği üzerinde duracağız.
Sünnette gelen beyanlara bakınca zâhirin temizliği deyince sadece insan bedeninin temizliği söz konusu değildir. Elbisenin, meskenin ve hatta yaşanan muhit ve çevrenin de temizliği söz konusudur. Zirâ insan bu söylenenlerin hepsiyle birlikte gerçek bütünlüğünü bulmaktadır ve bunların herbirisi insan üzerinde te'sir icra etmektedir. Bu sebeple bir müslümanın içinde yaşadığı fizik ve sosyal çevrenin de maddî ve manevî yönlerden kendi akîde iklimine uygun olması, imân şartlarına göre tanzim edilmiş bulunması gerekmektedir.
a- Beden Ve Elbise Temizliği: Biri hades denen ve gözle görülmeyen hükmi pislikten, diğeri de gözle görülen ve necâset denen maddî pislikten olmak üzere iki ayrı temizliği gerçekleştirmektir. Hades denen hükmî pislik sadece insan vücudu için mevzubahistir. İki çeşittir, birincisi cinsî münasebet veya ihtilâmla hâsıl olur, bundan temizlenmek için bütün vücudun yıkanması gerekir. Diğeri abdesti bozan hallerle hâsıl olur ve vücudun her an dışarı ile teması olan el, yüz, kol ve ayakların yıkanmasını gerektirir. Bu temizlikler olmayınca namaz kılınamaz.
3812] 5/Mâide, 6
3813] 9/Tevbe, 103
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 945 -
Bütün vücudun yıkanması, sâdece büyük hades (cünüplük) şartına bağlı değildir. Bunun dışında normal olarak bir müslümanın haftada en az bir defa yıkanması gerekmektedir. Hz. Peygamber: “Sizden cumaya gelen yıkansın“ demekle kalmaz, “Cuma günü yıkanmak bülûğa ermiş herkese vacibtir“ diyerek tekid eder. Hz. Ali ve Hz. Osman gibi Ashab'tan bazılarının cünüp olmadığı halde, soğuk bile olsa her gün yıkandıkları belirtilir.
Gerek abdest ve gerekse guslün nâkıs olmaması “Allah'ın emrettiği şekilde“ mükemmel olması gerekmektedir. Her ne kadar abdest âzâlarının ikişer ve hatta birer defa yıkanması yeterli ise de mükemmel olması için, hiçbir kuruluk kalmayacak şekilde üçer defa yıkanması lazımdır. Hz. Peygamber alelacele abdest alıp ökçelerini iyi yıkamayan kimseyi görünce “yazık ateşte yanacak olan ökçelere, (abdesti tam al)“ diye uyarmış, tırnak kadar kuru yer bırakan kimseyi “abdestini tam alması için“ geri çevirmiş, ihmâli mümkün olan parmak araları için de: “Su ile ovulmazsa Kıyamet günü Allah ateşle ovacaktır“ diye dikkat çekmiştir. Abdest bozulmadıkça aynı abdestle birkaç vaktin namazını kılmak caiz ise de her vakit için yeni bir abdest teşvik edilmiş, Selef bunu “nur üstüne nur (nûrun alâ nûr)“ olarak tavsif etmiştir. Hz. Peygamber'in Mekke' nin fethedildiği güne kadar her namaz için ayrı abdest aldığı, o gün aynı abdestle beş vakti kıldığı belirtilmiştir.
Hz. Peygamber günlük temizliğin mecburî vasıtası olan abdeste teşvik olarak, müslümanların Kıyamet günü adest uzuvlarında zuhur edecek nurdan bir parlaklıkla diğer ümmetler arasında temayüz edeceğini belirtmekten başka, abdest alan kimse uzuvlarını yıkadıkça o uzuvlarla işlenmiş olan günahların, (onlarda bulunması muhtemel maddî kirler gibi) su ile akıp gideceğini, böylece günahlardan arınmış olarak çıkacağını, abdestin iki vakit arasında işlenen günahlara kefâret olacağını belirtir.
Sünnet, bilhassa el ve ağız gibi hıfzıssıhha noktasından ehemmiyet taşıyan uzuvların yıkanmasını, sadece namaz vakitlerine hasretmemiştir. Uykudan kalkıldığı zaman, abdest almazdan önce, ilk iş ellerin yıkanması gerektiğine dikkat çeker ve: “El nerede geceledi bilemezsiniz“ der. Kezâ (el ve) parmakların yıkanmasında mübâlağalı davranarak iyice yıkanması, aksi takdirde (Kıyamet günü) ateşle yakılacağı bildirilir. Bu meyânda istincadan sonra ve gusül esnasında pislikler yıkandıktan sonra temizliğin tam olabilmesi için ayrıca toprağa sürtülmesi gerekmektedir.
Yemekten evvel ve sonraki yıkamalardan başka, süt gibi yağlı herhangi bir şey (yenilip) içilecek olsa arkadan “yağlı olduğu için“ yıkanması icâb etmektedir. Bilhassa yatma esnasında ellerin mutlaka temiz olması istenmektedir. Yatmadan önce, abdest alıp ayaklar da dâhil bütün abdest uzuvlarının yıkanmasını tavsiye etmekten başka, bilhassa ellerin mutlaka yıkanması gerektiğini belirtmek için Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Elinde bulaşık kokusu olduğu halde yıkamadan uyuyan kimseye herhangi bir rahatsızlık isabet ederse, kendisinden başkasında kabahat aramasın.“
Misvak; Dişleri Fırçalamak: Ağız temizliğinde mühim bir husus misvaktır. Hz. Peygamber her abdest alışında misvak kullanmakla yetinmez, bu vakitler dışında da sık sık misvak kullanırdı. “Ben dişlerimi o kadar misvaklarım ki (bazen) ön dişlerim sökülecek diye korkarım“ diyen Hz. Peygamber'in namaz için evden her çıkışında misvak kullandığı, eve her girişinde ilk yaptığı şeyinde dişlerini
- 946 -
KUR’AN KAVRAMLARI
misvaklamak olduğu, kezâ herhangi bir sebeple gece uyandığı zaman da dişlerini misvakladığı belirtilir. Misvakın ehemmiyetini belirtmek için “Eğer ümmetime müşkilat çıkarmış olmaktan (korkmasaydım) her namazda misvak emrederdim“; “Misvak kullanın! Zirâ o, ağız için temizlik vesilesi, Rabbülâlemîn içinde rıza ve hoşnutluk sebebidir. Cebrâil her gelişinde bana misvak tavsiye etti. O kadar ki bana ve ümmetime farz kılınacak diye korktum“ buyurur. Yine aynı maksatla: “Kirâmen kâtibîn meleklerini, sahibi bulundukları kimseyi, dişlerinin arasında yemek kırıntısı olduğu halde namaza durur görmek kadar hiçbir şey rahatsız etmez“ der ve misvak kullanılarak kılınan namazın misvaksız kılınana nazaran 70 defa üstün olduğunu söyler.
Sünnete göre, dişleri temizlemenin en pratik ve en müessir vâsıtası misvaktır. Sünnete uygun olan misvâk, erâk ağacından yapılan çubuklardan ibârettir; ince lifleri, kendine has kokusu vardır. Kullanılacak çubuğun müstehab şekli şöyledir. Kullanan kişinin serçe parmağı kalınlığında, karışı uzunluğunda ve kuru olmalıdır. Ucu suda ıslatılınca yumuşar.
Su değmeden dişlere vurulur, sürtme işi yukarıdan aşağı değil enlemesine yapılır. Sadece dişlere değil, diş etlerine, dile ve hatta damağa da misvak yapılır, üç su verilir. Hadîsler, misvaklarken, çubuğun sertçe kullanılmasını tavsiye eder. Müstehab olan her abdest alışta, yatarken, yataktan kalkınca kullanılmasıdır. Misvaktan gâye sadece dişlerdeki kırıntıların, artıkların temizliği değildir.
Âlimler misvakın pek çok faydasını sayarlar. Bazılarını şöyle hatırlatabiliriz:
* Rasûlullah'ın mühim bir sünneti yerine gelmiş olur.
* Allah'ın rızasına vesîledir.
* Ağız temizliğini sağlar.
* Dişleri parlatır, diş etlerini kırmızı kılar.
* Ağız sağlığını sağlar, ağız kokusunu giderir.
* Dişlerin sağlamlığını artırır, diş taşlarını önler.
* Diş etlerini kuvvetlendirir.
* Diş çürümelerini önler.
* Zekâyı artırır.
* Sesi güzelleştirir, konuşmayı kolaylaştırır.
* Göze kuvvet verir.
* Son nefeste kelime-i şehâdeti hatırlattırır.
* İhtiyarlığı geciktirir.
* Mideyi takviye edip, mide hastalıklarını önler.
* Hazmın kolaylaşmasını sağlar.
* Can çekişmeyi kolaylaştırır.
* Bedenin rutubetini keser.
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 947 -
* Sevabı artırarak ömrü bereketli kılar.
Pek çok hastalığın sindirim sistemi ve bilhassa mideden kaynaklandığı gözönüne alınınca mide sağlığına fevkalâde te'sir edecek olan ağız temizliği ve onun yegane vâsıtası misvakın faydaları saymakla bitmez. Sadece “Mideyi takviye etmesi'nin hâsıl edeceği neticeler bütün organlarımıza, dolayısıyla hayatımızın seyrine müessirdir.
Rasûlullah misvakın olmadığı durumlarda parmakla da olsa dişlerin ovulmasını tavsiye etmiştir. Fakihlerimiz, erâk ağacından yapılanı sünnete muvafık bulur ise de başkaca sert ağaçtan da misvak yapılabileceğini söylemiş ve hatta bezle de dişlerin ovulabileceğini belirtmiştir. Bazı yörelerimizde geven kökünden bile misvak yapılmaktadır. Erâk ağacından yapılanın yerini tutmasa da naylon fırçalar da kullanılabilir. Şu halde dinimiz diş temizliğini esas almış olmakta, bunun en güzel vasıtasının da erâk ağacından imâl edilen misvakın olduğunu söylemekte, fakat “illa da bu ağaçtan mamul olanla“ diye bir ısrarda bulunmamaktadır. Dindar doktorlarımızın tavsiye ve rehberliğinde imkânımız dâhilinde olan vâsıtalarla behemahal dişlerimizi temiz tutmalıyız.
Rasûlullah'tan ağız temizliği ile alakalı olarak kitaplarımızın kaydettiği bazı tavsiyeler: “Ağızlarınız Kur'an yoludur, onları misvak ile temizleyin.“ “Misvak kullandıktan sonra kılınan bir namaz, misvak kullanmadan kılınan namazdan sevab yönüyle yetmişbeş kat üstündür.“ “Niye sararmış dişlerinizle yanıma giriyorsunuz? Dişlerinizi misvaklayın.“
Rasûlullah (s.a.s.), gece gündüz, mukim ve sefer halinde misvak kullanmayı hiç ihmâl etmemiştir. Buhârî'nin bir rivâyeti, ölüm döşeğinde iken bile misvakı ihmâl etmediğini belirtir. Ashab-ı Kiram da misvaka gereken ehemmiyeti vermiştir. Rivâyetler, kulaklarının arkasında misvak taşıdıkları halde yola çıktıklarını belirtir.
Buhâri şârihi Aynî, misvakın sünnet-i müekkede olduğunu, mendubiyeti husûsunda icmâ vâki olduğunu; Evzâî“nin: “O, abdestin yarısıdır“ dediğini kaydeder. Misvak hususunda ulemânın ihtilâfı var: Bu neyin sünnetidir? Bazıları, “Abdestin sünnetidir“ demiştir. Bazıları, “Namazın sünnetidir“ demiştir. Bazıları da, “Dinin sünnetidir“ demiştir. Ebû Hanîfe rahimehullah “Dinin sünnetidir“ diyenlerdendir. Rasûlullah (s.a.s.) pekçok kereler abdeste mukârin olmaksızın da misvak kullandığı için, misvağı, dinin sünneti olarak değerlendiren görüş daha kuvvetli ve isabetli gözükmektedir. Hidâye'de müstehab olduğu ifâde edilir. İmam Şâfiî de böyle hükmetmiştir. İbnu Hazm: “O, sünnettir, her namazda yapılabilirse efdaldir. Cuma günü ise gerekli bir farzdır“ der. Ehl-i Zâhirin “vacib“ dediği, İshak İbnu Râhûye'nin: “O vâcibtir, kişi kasden terkederse namaz bâtıldır“ dediği rivâyet edilmiştir. Nevevî, İshak'tan yapılan bu rivâyeti yanlış bulur.
Tuvaletten Sonraki Temizlik: Beden ve elbise temizliğinin diğer bir şartı istincâ ve istibrâdır. Yani gerek büyük abdest gerekse küçük abdest bozduktan sonra bunların bedene ve elbiseye bulaşmasına meydan vermemektir. Bu maksadla def-i hacetten sonra su kullanmak gerekmektedir. Su olmadığı takdirde taşla en az üç kere silmek şarttır. Hz. Peygamber'in önce taş, sonra da su kullanmak suretiyle her ikisiyle temizlik yaptığı, helâda su kullandığı gibi, helâdan çıktıktan sonra da mutlaka her defasında ellerini yıkadığı Hz. Enes ve Hz. Âişe tarafından bildirilmektedir. Büyük abdestten sonraki temizliği su ile yapmanın
- 948 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ehemmiyetine bir âyetle Kur'an-ı Kerim de işaret ederek teşvikte bulunur. Mezkûr âyet Medine yakınında bulunan Kuba köyü hakkında gelmiştir ve şöyle der: “... Orada (pisliklerden) iyice temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da böyle çok temizlenenleri sever.“3814 Bu âyet üzerine Hz. Peygamber, Kubalılara Allah tarafından övülen temizliklerinin ne olduğunu sorunca, helâda su kullandıklarını söylerler.
Hz. Peygamber ehemmiyet verilmeyip ihmâl edilmesi mümkün olan idrar bulaşmalarına ayrı bir ağırlık vererek dikkati çekmekte, ehemmiyetini nazara arzetmektedir: “Sidikten temizlenin. Zira kabir azabının çoğu sidik yüzündendir.“ Diğer bazı hadislerde de kabir azabının sidik ve gıybet yüzünden olduğu belirtilir ki böylece idrar bulaşmaları bizzat Kur'an-ı Kerim'de “ölmüş kardeşinin etini yemek“ olarak tavsif edilen gıybet kadar kötülenmiş, aynı derekede olduğu ifade edilmiş oluyor. Ayakta küçük abdest bozulabileceğine dair rivâyetler mevcut ise de, sıçramalardan emin olunmayan hallerde oturarak yapılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Allah Teâlâ belli durumlarda müslümanlara abdest ve boy abdesti almalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın. Eğer cünüp iseniz tam temizlenin.“ 3815 Peygamber’in (s.a.s.) de hiç olmazsa haftada bir kere vücudun tamamen yıkanmasını ve her türlü kirden ve pis kokulardan arındırılmasını tavsiye ettiğini bilinmektedir. Namaz kılmak için abdest alınması, belli zaman ve durumlarda boy abdestinin alınması mecbûriyetinin olması, Müslümanların, ister istemez her an temiz olmaları sonucunu ortaya çıkaracaktır. Kaldı ki, bir Müslümanın bedenini temizlemesi sadece abdest ve boy abdesti ile sınırlı kalmaz; gerekli gördüğü her yerde yıkanmak, yemeklerden önce ve sonra kesinlikle elleri yıkamak, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat etmek icap eder. Peygamber efendimiz: “Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler.“3816; “Eğer mü’minlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim.“3817; “Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir.“3818 buyurmakla el, ağız ve diş temizliğine verdiği önemi göstermiştir. Bu sebeple misvak veya fırça kullanarak dişleri temizlemenin önemli bir sağlık kuralı olduğu unutulmamalıdır.
Beden temizliği konusunda Hz. Peygamber gusül, abdest, istincâ, istibrâ, misvak gibi buraya kadar belirtmiş olduğumuz temizliklerin yapılmasını emretmekle kalmaz, başka hususlara da temas eder. Bu meyanda bıyıkların, tırnakların kesilmesi, koltuk altı ve etek traşlarının yapılmasını da emretmiş, bu fazlalıkların atılmasında en çok kırk günün geçilmemesini istemiştir.
Fazla uzadıkları zaman ve bakımsız, pis bırakıldıkları zaman birer mikrop yuvası olan tırnaklarla, vücudun belli yerlerindeki kılların kesilip temizlenmesine de dikkat edilmeli, saç, sakal, bıyık her zaman taranıp düzeltilmeli ve temiz tutulmalıdır. İbâdetlerle elde etmek istediğimiz gönül temizliğine giden yolun, beden temizliğinden geçtiği unutulmamalıdır.
3814] 9/Tevbe, 108
3815] 5/Mâide, 6
3816] Buharî, Savm, 27
3817] Buharî, Cum'a 8; Müslim, Tahâre, 42
3818] Tirmizî, Et'ime, 29
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 949 -
Sağ ve Sol Ellerin Kullanılışı: Sünnetin temizlik hususundaki hassasiyetinin bir başka tezahürü sağ ve sol ellerin yapacağı işlerde kendini gösterir. Zira ayakkabı, elbise giyme, baş tarama, temizlik vs. bütün işlerde “sağdan başlamayı“ prensip edinen Hz. Peygamber, pisliklerin temizlenmesi, zaruret halinde temiz olmayan bir şeye dokunma gibi kirletici işlerin daima sol elle yapılmasını; yemek yemek, yiyeceklere dokunmak gibi temiz olması istenen işlerin de dâima sağ elle yapılmasını emretmektedir. Bu cümleden olarak istincânın, abdest alırken burun temizliğinin gusül esnasında vücuttaki pis yerlerin ve vücuda bulaşan pisliklerin temizlenmesinin daima sol elle yapılması prensip kılınmış, küçük abdest bozma sırasında bile sağ elle zekere dokunulmaması emredilmiştir.
Buna karşılık yemeğin sağ elle yenmesi emredilmiştir. Hz. Peygamber'in bu hususa verdiği ehemmiyeti göstermek için soluyla yiyen bir kimseye “Sağınla ye“ dediği zaman, berikisi kibirlenerek “sağımla yiyemiyorum“ deyince, “yiyemez ol“ diye beddua etmiş olmasını hatırlatmamız kâfidir.
b- Yiyecek ve giyecek temizliği: insan yaşayabilmek için yer ve içer. Yiyecek ve içecekleri temiz ve helâl olanlardan seçmek İslâm'ın emirlerindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler; size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin, şâyet sadece Allah'a ibâdet ediyorsanız O’na şükredin.“3819 Başka bir âyet-i kerimede de: “Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı, aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah 'tan korkun.“ 3820 buyurmuştur.
Besin maddelerinde iki türlü temizlik aranması gerektiğini yukarıdaki âyetler ortaya koymaktadır. Bunlar maddî ve manevî temizliktir. Maddî temizlikten maksat, yenilen şeylerin kirli olmamasıdır. Kirli olanlar temizlendikten sonra yenilebilir. İçeceklerin de pis olmamasına özen gösterilir. Kirli ve mikroplu besinlerin vücut için ne büyük tehlike teşkil ettiğini, pek çok hastalığın bu yolla vücuda girdiği bilinmektedir.
Yiyecek ve içeceklerde aranan ikinci temizlik, mânevî temizliktir. Allah Teâlâ, helâl olan şeyleri temiz, haram olan şeyleri pis saymıştır. Öyleyse, nasıl yıkamak, kaynatmak, pişirmek yolu ile yiyecek ve içeceklerde maddî yönden temizlenmeye çalışılıyorsa, helâl olanlarını seçmek sûretiyle, de onlardaki mânevî temizliğe dikkat edilmesi gerekmektedir. İslâm içki ve domuz etini haram oldukları için pis saydığı gibi; aynı şekilde, hırsızlıkla veya haksız kazanç yoluyla elde edilen yiyecek ve içecekleri de pis kabul etmiştir.
Yiyeceklerde olduğu kadar giyeceklerde de temizliğe dikkat edilmelidir. Vücut ne kadar temiz tutulursa tutulsun, elbiseler temiz olmazsa, bu temizliğin bir kıymeti kalmaz. Allah Teâlâ'nın Peygamber’e (s.a.s.) ilk emirlerinden biri “Elbiseni de daima temiz tut“ 3821 emridir. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size çirkin (avret) yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar.“3822; “Ey Âdemoğullar! Her mescide gidişinizde, süslü, güzel elbiselerinizi giyin, yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: ‘Allah'ın kulları için çıkardığı
3819] 2/Bakara, 72
3820] 5/Mâide, 87-88
3821] 74/Müddessir, 4
3822] 7/A’râf, 26
- 950 -
KUR’AN KAVRAMLARI
süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki, ‘O dünya hayatında inananlarındır, kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.“3823 Âyetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah Teâlâ örtünmek ve süslenmek için giyecekleri insanlara bir nimet olarak vermiştir. İsrafa ve gösterişe kaçmadan, temiz ve sade giyinmek her Müslümanın görevidir. Ayrıca Peygamberimiz, giyim kuşamı ile başkalarına karşı böbürlenenlerin Allah'ın rahmetinden uzaklaşacaklarını haber vermiştir. 3824
Şu halde Müslüman, giyiminde temiz ve derli toplu olmaya çalışmalıdır. Pis ve pejmürde bir kıyafet yalnız giyinen için değil, çevresindekileri de rahatsız eder. Peygamber (s.a.s)'in her konuda olduğu gibi, üst-baş ve giyim kuşam konusunda da, temizliği ve derli toplu olmasıyla, Müslümanlara örnektir.
c- Çevre ve Mekân Temizliği: Müslüman, yediği, içtiği ve giyindikleri kadar içinde yaşadığı çevrenin de temiz olmasına dikkat eder. Bu önemli bir ahlakî sorumluluktur. Başta evler olmak üzere, sokaklar, mahalleler, köy ve kasabalar mutlaka temiz tutulmalıdır. Eğitim kurumları, fabrikalar, dükkanlar, camiler temiz tutulmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “İbrâhim ve İsmâil'e: ‘Tavaf edenler, orada ibâdet amacıyla oturanlar, rüku ve secde edenler için Evimi (Kabe'yi) temizleyin!’ diye emretmiştik.“3825; “Şüphesiz Allah çok tevbe edenleri ve pisliklerden temizlenenleri sever.“ 3826
Namaz kılınan ve zikir yapılan yerler de her çeşit necâsetten uzak olmalıdır. Pis kokulardan meleklerin hoşlanmadığı ve pislik bulunan yerlere meleklerin girmediği belirtilir. “Necaset sebebiyle“ mezbele, mezbaha, hamam ... da namaz“ yasaklanmıştır. Bu cümleden olarak necis ilan edilmiş olan köpeğin bulunduğu eve, bekletilmiş idrâkın bulunduğu eve (rahmet) meleklerinin girmeyeceği haber verilmiştir. Kezâ meskenin bir parçası olan gusül yapılan yerinde temiz tutulması istenmiş, bilhassa küçük abdest bozulmaması emredilmiştir.
Diğer birkısım rivâyetler beden ve meskenden başka, çevrenin de temiz tutulmasını emretmektedir. Bu cümleden olarak Müslim'in bir tahricinde Hz. Peygamber: “Lânete uğrayanlar olmayın“ der. Yanındakiler bunların kim olduğunu sorunca: “Herkesin gelip geçtiği yolla, gölgelendikleri (kuytu) yerlere abdest bozanlar“ cevabını verir. Bir başka rivâyette lânet vesilesi olan bu yerlere bir üçüncüsü ilave edilmektedir: “Su yolları“ Yani buralara da abdest bozulması yasaklanmıştır. Bazı rivâyetlerde “meyveli ağacın altı“ da aynı yasağa dâhil edilmiştir. Hemen belirtelim ki şârihlerin de belirttiği gibi kirletilmesi yasaklanan gölgeden murad, sadece ağaç gölgesi değil, halkın dinlenme ve tenezzüh için oturdukları bütün gölgelere şâmildir. Yine birkısım rivâyetlerde, kirlendiği takdirde temizlenme ümidi olmayan “durgun suya abdest bozulması“ da yasaklanmıştır.
Rivâyetlerin bir kısmında lâneti gerektiren husus, abdest bozmakla kayıtlanmayıp “eza vermek“ şeklinde ifade edilmiştir: “Müslümanları yollarında rahatsız edenlere, lanetleri vacib olmuştur“ gibi. Bilhassa rahatsızlık veren her şeyin kastedildiği “ezâ“nın uğrak yerlerinden kaldırılmasına ayrı bir ehemmiyet verilmiştir. Bu durumda herkesin istifadesine açık yerlerin şu veya bu şekilde rahatsız
3823] 7/A'râf, 31-32
3824] Müslim, Libas, 42-80
3825] 2/Bakara, 135
3826] 2/Bakara, 222
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 951 -
edici atıklar, lüzumsuz eşyalar, döküntüler vs. ile kirletilmemesi istenmektedir.
Şu halde “Müslümanları yollarında rahatsız edenlere, lanetleri vacib olmuştur“ tehdidinin şümûlüne çevre kirletenlerin hepsi dâhildir. Hatta birkısım hayvanların toprakta açmış olduğu deliklere akıtmanın yasaklandığına dair rivâyetler de nazara alınırsa, sünnetin sadece insanları değil, hayvanları bile rahatsız edici çevre kirletmelerinden kaçınılmasını emrettiği anlaşılır.
Çevre temizliği sadece kişileri ilgilendirmez, toplumsal bir konudur. Burada fertlerin karşılıklı hak ve görevleri söz konusudur. Meselâ; yola çöp atan veya çekinmeden tükürüp geçen; dinlenmek için gittiği gezinti yerlerinde yiyip içtiklerinin artıklarını çevreye saçan; işyerinin etrafını artık maddelerle kirleten bir kişi, yalnız çevresini kirletmiş olmakla kalmaz, kirlettiği yerlerde yaşayan veya o yerlerden yararlanan insanlara karşı da haksızlık yapmış, terbiyesizlikte bulunmuş olur. Bunun için çevre temizliğini aynı zamanda toplumsal bir görev olarak değerlendirmek ve bu konuda çok titiz davranmak Müslümanlar için bir yükümlülüktür.
Rasûlullah (s.a.s): insanların çoğunun aldandığı (yani değerini bilmediği) iki nimet vardır: Sağlık ve boş vakit.“3827 buyurmuştur. Gerçekten de çoğu zaman insan ancak hastalandığında sağlığın kıymetini anlar. Buna meydan vermemek, sonunda pişman olmamak için hastalık gelmeden tedbirinin alınması gerekir. Sağlığın ilk şartı hastalıklara karşı en önemli tedbir olan temizliğe riâyet etmektir.
Mekân Temizliği
Mekân temizliği deyince, her müslümanın iyi bildiği bir husus, namaz kılınan yerin maddi yönden de temiz olması gereğidir. Herhangi bir maddî necasetle kirlenmiş bulunan yerde namaz kılınmadığı gibi, umumiyet itibariyle pis olan yerlerde Allah'ın zikri de yasaklanmıştır. Hadislerde “mezbele, hamam, mezbaha, makbere, deve ağılı“ hususen belirtilir, buralarda ibâdet yapılamaz.
Ev temizliğinde ısrar eden Hz. Peygamber (s.a.s.), necis olduğu beyan edilen köpeğin, bekletilmiş idrarın bulunduğu eve rahmet meleklerinin girmeyeceğini belirterek, bu çeşit mekân ve havayı kirletici şeylerden evin korunmasını emretmiş oluyor. Cemaate gelenin, sarımsak, soğan gibi başkalarını rahatsız edici kerih kokulardan da kaçınmasını emreden Hz. Peygamber bu vesile ile insanları rahatsız eden her şeyin, melekleri de rahatsız ettiğini belirtir.
Şu halde mü'min, insanları rahatsız eden her çeşit durumlardan kaçınarak, çevresinde bunlara imkân vermemesi gerekmektedir. Herkese açık olan yerlerin her yönden temizliği ayrı bir önem taşır. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.), uzak kabilelere bile yolladığı tamimlerle “mescidlerin temiz tutulmasını“ tenbih eder. Mescid-i Nebevî'nin temizliğinde hassasiyet gösteren Ümmü Mihcen'e gösterilen hususi alaka bu vesile ile kayda değer: Ümmü Mihcen öldüğü zaman, kendisine haber verilmeden defnedilmiş olduğunu duyunca, duruma üzülür ve telâfi için, cemaati toplayarak yeniden “cenaze namazı“ kıldırır.
Avlu ve Meydanların Temizliği
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), sadece beden ve ev temizliği
3827] Buhârî, Rikak, 1
- 952 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerinde durmaz. Âlimlerce, “evin dışa uzantısı“ kabul edilerek ayrılmaz bir parçası bilinmiş olan “avlular“ın temiz tutulmasına da ayrıca dikkat çeker: Bezzâr'ın Müsned'inde yer alan bir rivâyette şöyle buyurur: “Allah pâk ve nazîftir, pâklık ve nezâfeti sever; kerîm ve cömerttir, kerem ve cömertliği sever. Öyle ise, avlularınızı ve boş sahalarınızı temiz tutun. Yahudilere de benzemeyin onlar çöplerini evlerde toplarlar.“
Mesire/Piknik Yerlerinin Temizliği
Çevre sağlığı deyince hatıra gelen mühim mevzulardan biri “mesîre“dir. Buna yenilerde piknik denmektedir. Mesîreye çıkmak, günümüzde bilhassa şehirlerde yaşayanlar için normal hayatın bir parçası, hem de kolay kolay vazgeçilemeyen, nerdeyse zarurî bir parçası halini almış durumdadır. Hafta sonlarında, bir haftalık çalışma hayatının sıkıntılarına karşı bir ferahlama, bir dinlenme fırsatı elde etmek üzere, imkan nisbetinde kırlara, suyu, havası ve manzarası daha değişik, daha sakin yerlere gidilmektedir.
Mesîre yerlerinde en ziyade aranan husus güzellik, temizlik ve sukûnettir. Ancak ne var ki, çoğu kere buraların daha önce gelenler tarafından çeşitli artıklarla kirletilmiş, koku ve manzarasının bozulmuş olduğunu üzülerek görürüz. Bilhassa yatıp yuvarlanarak oynamayı seven çocuk tâifesi için tehlikeli bir hal arzeden şişe kırıklarından hâlî bir köşeyi beyhûde arar dururuz.
Hz. Peygamber'in hadislerinde uzak çevrenin de her çeşit rahatsızlık verici kirletmelerden korunmasıyla ilgili emirler gelmiştir. Müslim'in bir rivâyetinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Lânete uğramışlardan olmaktan sakının!“ Ashab: “Bunlar da kim, ey Allah'ın Rasûlü?“ diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) açıklar: “Halkın gelip geçtiği yolla, gölgelendikleri (kuytu) yerlerde abdest bozanlardır.“ Bazı rivâyetlerde “halkın gölgelendiği“ kaydı konmaksızın “meyveli ağaçların diplerine“ abdest bozmak da yasaklanmıştır.
Şârihlerin de belirttiği gibi, kirletilmesi yasaklanan gölgeden murad, sadece meyveli ağaçların gölgesi değildir. Halkın tenezzüh ve dinlenmek için oturduğu bütün gölgeler yasağa dâhildir. Ağaç gölgesi, duvar gölgesi, kaya vs. gölgesi hepsi birdir. Yeter ki, insanların şu veya bu maksadla iltica ve istifadeleri bilinir ve görülür olsun. Ayrıca bir mü'min hadiste ifade edilen yasağı sadece “abdest bozma“ olarak anlamaz, her çeşit kirlenmelere teşmîl eder. Zira o devir için şişe, konserve kutusu, kağıt paket artığı gibi kirleticiler mevzubahis değildi. Diğer yandan, gelip geçene rahatsızlık veren bir diken, bir dal parçasının tek kelime ile “ezâ“nın bertaraf edilmesinin ehemmiyeti ifade edilmiştir. Bu çeşit hadislerin mânâ-yı muhâliflerini arayacak olursak, mesîre yerlerini insanlara -ve hatta hayvanlara- rahatsızlık verecek şeylerle kirletmenin dinen ne kadar büyük bir hata olduğunu anlarız.
Yolların Temizliği
Hadislerde yollarla ilgili talimat daha çok yer alır. Yolların genişliğinden inşâsına, temiz tutulmasına, başkalarını rahatsız edecek işgallerden korunmasına kadar pek çok teferruata Hz. Peygamber (s.a.s.) temas etmiştir. Biz bunlardan sadece, mevzumuzu ilgilendirenlere kısaca temas edeceğiz: Hadiste ısrarla üzerinde durulan hususlardan özellikle yolların temizliği ve muhâfazası, konumuzu yakından ilgilendirir. Bir hadiste, rahatsızlık veren şeylerin -ki ezâ diye ifade edilir- yollardan kaldırılması “imandan bir şûbe“ olarak tavsif edilmiştir: “İman yetmiş
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 953 -
küsür şubedir. En üst şubesi ‘lâ ilâhe illâllah’ sözü, en aşağısı da yoldan “ezâ“yı (rahatsız edici şeyi) kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şûbedir.“ Bu hadis farklı tariklerle birçok hadis kitaplarında yer alır.
Yine bazı hadis kitaplarında yer alan bir rivâyette; “yoldan ‘ezâ’yı kaldırmak, “sadaka“ olarak târif edilir. Bu sadakanın ehemmiyetini belirtmek için Hz. Peygamber aynı değerde olan başka “sadaka“ları da zikreder: “İki kişi arasında adaletli iş yapmak“, “hayvanını yüklemede bir kimseye yardımcı olmak“, “güzel söz“, “namaz için atılacak her adım“ gibi.
Bir hadislerinde, yolda rastladığı bir ağaç dalını, insanlara zarar veriyor diye kesip kaldıran kimsenin, bu ameli sebebiyle cennete gittiğini haber veren Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir başka hadislerinde şöyle buyurur: “Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana arzedilip gösterildi. İyi amelleri arasında, yoldan atılmış olan ‘ezâ’yı da gördüm. Kötü amelleri arasında ise, (herkesin gözüne çarpan) yere gömülmemiş tükürük de vardı.“
Yine, Müslim'de kaydedilen bir rivâyette Hz. Peygamber'in, kendisini (cennete götürecek) faydalı bir amel soran kimseye, şu cevabı verdiğini görmekteyiz: “Müslümanların yolundan ‘ezâ’yı kaldır.“
Yolda Kaldırılması Gereken Ezâ Nedir?
Yukarıda kaydedilen hadislerde dikkatimizi çeken bir husus ezâ kelimesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yoldan temizlenecek şeyin cinsini belirterek “taş“, “diken“, “pislik“ vs. demiyor, hepsinin yerine geçecek “ezâ“ kelimesini kullanıyor. Bu kelime lügat açısından büyük olmayan zarar ve ayıp (kusur) ma'nâsına gelir. Ancak yukarıdaki hadislerde bununla yoldan gelip geçenlere rahatsızlık veren her şey kastedilmektedir. Bu kelime Kur'an ve hadiste “rahatsızlık veren“ şeyler hakkında sıkça kullanılmıştır.
Yolu Kirletenlere Lânet
Yoldan “ezâ“yı temizlemek ne kadar ehemmiyetli, ne kadar değerli sevaplı bir amel ise, onu kirletmek de o kadar kötü ve mezmum bir amel olmaktadır. Yukarıda kaydedilen hadislerde bu mânâ mevcuttur. Ancak, Hz. Peygamber (s.a.s.), “kirletilmemesi“ için de müslümanları uyarmıştır. “Müslümanları yollarında rahatsız edenlere, onların lânetleri vâcip olmuştur.“ “Ezâ“nın sadece kirletmelerden ileri gelmeyip, haksız işgallerden de ileri gelebileceğini görüyoruz. Yol dâhil her yerde, her durumda her halde mü'minleri rahatsız edici şeylerden, yâni “ezâ“dan ümmetini uzaklaştırmak maksadıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allah mü'mine eziyet edilmesini sevmez.“ Bir mü'min, elbette bilerek Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri yapmaz. Yapsa ısrar etmez, tevbe edip terkeder.
Özetle Müslüman; üstü-başı, çevresi, yiyeceği ve giyeceği ile temiz, derli-toplu, intizamlı olmaya ve böylece Allah Teâlâ'nın rızasını kazanarak O'nun sevgili kulları arasına girmeye çalışır. Bu onun en önemli ahlakî görevidir. Bu görevini kesinlikle aksatmamalı ve dikkatli bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. 3828
İslâm, bütün beşerî sistemler ve diğer dinî nizamlar arasında temizliğe en
3828] Osman Çetin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 178-180; İ. Cânân, Kütüb-i Sitte, c. 10, s.309-314
- 954 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok yer veren bir dindir. Bütün ibâdetler ve her çeşit dinî hayat temizlik üzerine kurulur. Hadis ve Fıkıh kitapları önce temizlik bahisleriyle başlar. İslâm'ın yarısı temizlik kabul edilir.
Gönül Temizliği; Tezkiye
Tezkiye, zekât kelimesinin de aslı olan “zekâ“ fiilinden gelir. Zekâ, sözlükte temizlik, paklık, artıp büyümek mânâsında nemâ, feyiz ve bereket anlamlarına gelir. Tezkiye ise temizlemek, geliştirmek, feyizlendirmek, büyütmek ve temize çıkarmak demektir. Aynı kökten gelen “zekât“, Allah'ın bereketlendirmesinden meydana gelen nemâdır, artıştır ve temizliktir. Bu, dünyalık ve âhiretlik işler hakkında kullanılmaktadır. Zekât, aynı zamanda zengin müslümanların, Allah'ın hakkı olarak fakirler için ayırdıkları paydır. Bununla onlar, mallarının bereketinin artmasını isterler. Ya da zekât ibâdetiyle nefislerini tezkiye etmeyi/temizlemeyi arzu ederler.
Yine aynı kökten gelen “ezkâ“, daha temiz, daha iyi ve daha feyizli anlamındadır.3829 Zekiyy kelimesi de aynı kökten türemiştir. Tertemiz, günahsız demektir ki Hz. İsa'nın bir özelliğidir. Cebrâil, Meryem’e (a.s.) zekiy/tertemiz bir çocuk müjdelemek için görevlendirilmişti.3830 Bir başka âyette ise, suçsuz, mâsum, tertemiz anlamında geçmektedir. 3831
Tezkiye, kavram olarak, nefsini temizlemek, onu şirk, günah, nifak, rics, cehâlet, kötü duygular ve benzeri şeylerden temizlemek, ona itaati ve takvâyı öğretmek demektir. Allah nefsi, insana ait iç benliği düzene koydu ve ona hem takvâsını hem de fücurunu (isyan etmeyi) öğretti. Nefis, isyan veya itaat edebilecek bir yapıda yaratıldı. Bundan sonra kim nefsini tezkiye ederse (temizlerse) kurtulur, onu günahla örtüp saran da yıkıma uğrar.3832 Allah, bunun yanında neyin doğru, neyin yanlış olduğunu, rüşd ve sapıklık yollarını göstermiştir.3833 İnsan nasıl hareket ederse doğru yola gider, nasıl inanır ve yaşarsa sapıtır, zarara uğrar; hepsini göstermiştir. İnsanlara bunları açıklayacak elçiler ve elçilerle beraber apaçık beyyineler (belgeler/İlâhî kitaplar) gönderilmiştir.
İnsan nefsine, itaat etme veya isyan etme yeteneği verilmiş ve bunlardan hangisini seçeceği kendi irâdesine bırakılmıştır. İnsan fücur (günaha girme) yollarına girmez, takvâ elbisesini yırtıp atmazsa nefsini tezkiye etmiş olur. İnsanları mutlak anlamda yalnızca Allah tezkiye edebilir. Çünkü mutlak yaratıcı meydana getirici O'dur. Nefsin hangi yolla ve nasıl tezkiye edileceğini ancak O bilir. Fücurdan, günahtan, isyandan sakınabilmenin, doğru yola (hidâyete) girebilmenin yöntemini O bildirir.
Rabbimizin bildirdiği tezkiye yollarına uymayıp da kendini temize çıkaranlar, bir anlamda kendilerini üstün görenler (kitap ehli olanlar) yanılıyorlar. “Nefislerini tezkiye edenleri görmedin mi? Hayır! Allah, dilediğini tezkiye eder/arındırır. Onlar bir hurma çekirdeğindeki ince iplik kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.“3834 Allah'ın insan3829]
2/Bakara, 232; 18/Kehf, 19, 28, 30
3830] 19/Meryem, 19
3831] 18/Kehf, 74
3832] 91/Şems, 7-10
3833] 2/Bakara, 256
3834] 4/Nisâ, 49
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 955 -
ları tezkiye etmesine aracı olanlar şerefli elçilerdir. Onlar, Rabbimizin bildirdiği emir ve hikmetlerle insanların nefislerini her türlü İslâm dışı şeylerden temizlerler. “Öyle ki, içinizden kendinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir peygamber gönderdik.“3835 Allah gönderdiği Kitabı gözardı edenleri ve onu az bir para karşılığı satanları âhirette tezkiye etmeyecek, onları temize çıkarmayacak.3836 Allah'a verdiği sözden dönenlerin durumu da bundan farklı değildir.3837 insanlardan kim nefsini tezkiye ederse, bu kendi lehinedir, bunun kazancı kendisinindir.3838 Nefislerini tezkiye edip arınanlar için öldükten sonra şüphesiz Adn cennetleri vardır. Onlar orada temelli kalacaklardır.3839 “Kim tezkiye yaparsa (arınırsa) o elbette kurtulmuştur.“ 3840
Görüldüğü gibi tezkiye, Kur'an'ın bir emri ve bir ibâdet eylemidir. Bu anlamda tezkiye, takvâya ulaşmak için bir çaba, insanı Allah'tan uzaklaştıracak her şeyden kaçma, nefsi fücur sayılan şeylerden alıkoymaya gayret göstermektir. Kelime anlamından hareketle, temizlenmek, arı olmak, pak olmak, aydınlanmak, nemâlanmak ve hayır yönünden çoğalmak demek olan tezkiye, bir diğer deyişle İslâm'ın bir başka adıdır. Nefsin tezkiyesi, mü'minin hayatında başlı başına bir faâliyettir. Bunun nasıl olacağı Kur'an'da anlatılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) de bunu yaşayarak bize öğretmiştir.
Nefis Tezkiyesinin Anlamı: Nefis tezkiyesi, başlıca üç anlamda kullanılmaktadır:
1- Onu kirletecek her türlü küfür, cehâlet, yanlış inançlar, kötü duygular ve kötü huylardan temizlenmek.
Bu gibi kötü şeylerden temizlendikten sonra ona; iman, irfan, güzel ahlâk, iyilik duygusu, takvâ gibi güzel şeyleri aşılayıp çevresine hayır ve bereket yayacak duruma getirmektir.
Bu iki anlamda nefis tezkiyesi, Allah'ın insan üzerinde bir hakkı olmakla beraber insanın faydasınadır. Bu tezkiye işi, yapması yönüyle kişiye, sebep olması yönüyle irşad ve terbiye ediciye (Rasûle), yaratma yönüyle de Allah'a nisbet edilir.
3- Nefsin temiz olduğuna, gerekli feyzi alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek ve onu hep temize çıkarmak. (Nitekim, şâhitlik yapanı tezkiye etmek bu anlamdadır.) Ancak, bu şekilde nefsi temize çıkarmak yanlıştır. Yaptığı amelin sonucunu bilmeden, kaderin sırlarına ulaşmadan nefsi temize çıkarmak bir böbürlenme ve gurura kapılmadır.
Kur'an şöyle buyuruyor: “Nefsinizi tezkiye etmeyin (temize çıkarmayın). Allah takvâ sahibini (günahlardan korunanı) daha iyi bilir.“3841 Takvâ sahibi olmadan, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmeden “kalbim temiz“ diyenlerin yanlış yaptıkları açıkça görülmektedir. Nefsi temizlemenin en kestirme yolu, takvâ sahibi olmaktır.
3835] 2/Bakara, 151; ayrıca bkz. 2/Bakara, 129; 3/Âl-i İmrân, 164; 62/Cum'a, 2
3836] 2/Bakara, 174
3837] 3/Âl-i İmrân, 77
3838] 35/Fâtır, 18
3839] 20/Tâhâ, 76
3840] 87/A'lâ, 14
3841] 53/Necm, 32
- 956 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Takvânın kapsamı, bunun en geçerli yol olduğunu gösterir. Zâten insanın nefsine fücuru ve takvâyı öğreten Rabbimizdir. Nefsi temizleyip kurtuluşa ermek, şüphesiz fücuru terk edip takvâya sarılmakla mümkün olabilir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: “Allah'ım! Benim nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve mevlâsısın.“ 3842
Takvâ sahibi mü'minler, nefislerini şirkle, isyanla, kötü ahlâk ve kötü düşüncelerle, Rabbe karşı câhillikle, yüz kızartıcı hatalarla kirletmezler. İslâm'ın açık ölçülerine uyanlar, Allah'ın koyduğu sınırlara dikkat edenler, helâli bilip haramdan uzaklaşanlar; şüphesiz temiz bir kalbe sahip olurlar. Bu, nefis tezkiyesidir. Mü'minler, dininin kötü dediği ve haram saydığı şeyleri yanılma veya hata etme sonucu yaparlarsa; bütün bunlara tevbe ederler, pişman olurlar, itaat ve duâ ile nefislerini arındırırlar.
Nefis tezkiyesi için özel törenlere, uzun uzun şartlara, yedek yardımcılara ihtiyaç yoktur. İslâm'ın her şeyi ve onu hakkıyla yaşamanın yolları bellidir. İnsanın kendi kafasından yeni, bağlayıcı ve hatta işi zorlaştırıcı kurallar koyması gereksizdir. Tarih boyunca tarikat geleneğinde “nefis tezkiyesi“ en önemli bir hedeftir. Pek çok tarikat anlayışı, bu iddia çerçevesinde şekillenmiştir. Bu her müslümanın yerine getirmesi gereken bir ibâdet olmasına rağmen, sanki belli akımların önem verdiği, ya da yapabildiği bir uğraşı haline gelmiştir. Nefis tezkiyesi gayretlerinde Kur'an'ın ve sünnetin terbiyesi, irşadları, öğütleri yanında, bir kitabın, bir ilim adamının, güzel ahlaklı bir kimsenin, bir cemaat eğitiminin, ibret verici olayların ve örneklerin, tefekkür ve zikrin faydaları inkâr edilemez. Ancak, bilinmeli ki, “tezkiye“, başlı başına bir ibâdettir ve her müslüman, Kur'an'ın irşâdıyla bunu yapmakla yükümlüdür.“ 3843
Kur'ân-ı Kerim'de Temizlik Kavramı
T-h-r kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de 31 yerde geçer. Mânevî temizlik, arınma ve doğruluk mânâsında tezkiye kelimesi ve türevleri ise 27 yerde zikredilir (32 yerde geçen aynı kelimenin türevi olan zekât kelimesi de buna ilâve edilebilir; zekât da parayı yüceltip onu Allah için toplum menfaatine harcamaya engel olan mânevî pisliklerden insanı arındırdığı gibi, malı farkında olmadan işlenen haramlardan da temizler). Daha çok mânevî pislik/murdarlık anlamındaki “rics“ kelimesi 10 yerde, maddî ve mânevî pislik anlamında müşrikler için kullanılan “neces“ kelimesi de 1 yerde kullanılır.
Temizliği; beden temizliği, yiyecek giyecek temizliği ve çevre temizliği olarak ele almak gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu üç çeşit temizliğe işaret eden âyetler vardır. “Tahâret“, maddî kirlerden arınmayı anlattığı gibi, Allah’ın yasakladığı günahlardan kaçınıp emirleri yerine getirmek yoluyla temizlenmeyi de ifade eder. Kur’an, bu kavramı her iki anlamda da kullanmaktadır. Ancak nefis temizliği anlamının daha çok kullanıldığını görmekteyiz. Bazen de aynı kelime ile iki anlam birden kastedilmektedir. Sözgelimi, gökten indirilen yağmur hem temizdir (tahûr), hem de yeryüzünü kirlerden arıtan bir temizleyicidir 3844. Bütün
3842] Müslim, Zikir ve Duâ 18, hadis no: 2722; Nesâî, İstiâze 13; Ahmed bin Hanbel IV/371
3843] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 724-727
3844] 25/Furkan, 78
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 957 -
mü’minler tahâreti/temizlenmeyi seven kimselerdir 3845. Allah da, bu şekilde arınan kullarını sever 3846.
Kur’an, ‘tahâret’ kelimesinin farklı türevlerini kullanmaktadır. Şimdi onlara birkaç örnek verelim: İsa’nın (a.s.) annesi Hz. Meryem, son derece iffetli ve temiz bir kadındı. Çünkü Allah (c.c.) onu özellikle seçmiş ve onu tathîr etmiş/temizlemişti. Onun temiz oluşu, her türlü düşük ahlâktan, iffetsizlikten, şirk ve günah pisliklerinden, isyan ve itaatsizlik hatalarından uzak olmasıdır 3847. İslâm’ın temellerinden biri olan zekât, malı temizlediği gibi, kalbi aşırı mal sevgisinden arıtır, hem de malın bereketlenmesi ummayı öğretir. “Onların mallarından sadaka (zekât) al, bununla onları temizlemiş ve arındırmış olursun…“3848 Bu âyette “tahâret“ ile yakın anlamı olan “tezkiye“ kelimesinin yan yana kullanılması oldukça dikkat çekicidir.
Kalpleri inanmadığı halde, ağızlarıyla inandık diyenler, küfür içerisinde bocalarlar. Onlar yalana kulak verirler, kelimeleri konuldukları yerden yanlış yere taşırlar. İşte Allah böyle kimselerin kalbini tathir etmek/temizlemek istememektedir. Şüphesiz kalpteki küfür, nifak ve fesat bir ricstir/pisliktir. Kalplerdeki bu pislik ancak iman ve teslimiyetle temizlenir 3849. Allah (c.c.) gökten su indirir ve bu su ile hem görünen maddî kirleri temizler, hem de mânevî kirleri giderir. Gökten indirilen bu su, aynı zamanda Allah’ın vahyi anlamına da gelmiş olabilir. Bu su ile Allah, mü’minleri tathir etmek/temizlemek, şeytanın kalplere bırakacağı kötü düşünceleri ve fesatları silmek, onların kalplerini birbirine bağlamak istemektedir 3850.
Her türlü günah ve rics kalbi kirletir, onun saflığını bozar, onu karartır. Allah (c.c.) bazı kullarını bu ricsten temizlemek ve onları arındırmak istiyor. Tıpkı özel olarak Hz. Meryem’i ve onun oğlu Hz. İsa’yı tathir ettiği/temizlediği gibi. “Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin ev halkı); gerçekten Allah (c.c.) sizden kiri (ricsi/günahı) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“3851 Allah’ın evi sayılan Beytullah’ı tathir etmek/temizlemek için İbrâhim ve İsmâil’den (a.s.) söz alınmıştı. Onlar, tavaf yapmak isteyenler için o Beyt’i temizleyeceklerdi. Bu temizlik her türlü şirk unsurlarından temizlenmeyi anlattığı gibi, maddî olarak temizlemeyi de anlatır 3852
Temeli takvâ üzerine kurulan mescidlere devam eden mü’minler, ibâdet, duâ ve yakarış ile günah, hata ve benzeri kötülüklerden arınmak isterler. Allah da arınanları sever 3853. Her türlü fuhuştan kaçınma da bir temizliktir. Nitekim hayatı boyunca fuhşa gitmeyen, zina etmeyen kimselere halk arasında ‘temiz kaldı, temiz insan’ gibi övücü sözler söylenmektedir. Lût (a.s.) kavmi, kendileri gibi çirkin bir fiili yapmayanlara “bunlar çokça temizlenen, çokça temiz kalmaya çalışanlar“ diyerek, günahta ve pislikte kendileri gibi olmayan bu temiz insanları sürgün
3845] 9/Tevbe, 108
3846] 2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108
3847] 3/Âl-i İmrân, 42
3848] 9/Tevbe, 103
3849] 5/Mâide, 41
3850] 8/Enfâl, 11
3851] 33/Ahzâb, 33
3852] 2/Bakara, 125
3853] 9/Tevbe, 108
- 958 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmek istedi.3854 Cennetlikler hafif ipek ve işlenmiş atlastan elbiseler içerisinde, gümüşten bilezikler takarak tahûr/temiz bir içecekten içeceklerdir.3855 Yine cennetliklere mutahhara/tertemiz eşler verilecektir. 3856
İnsanların her türlü şirk, küfür, fesat, günah, itaatsizlik ve hata gibi kirlerini temizleyip, onları ‘mutahhar’ kılmak isteyen Kur’an, esasen; şerefli/üstün sayfalardadır. Yüceltilmiş, mutahhar/tertemiz kılınmış (sayfalarda).3857 İnsanları tezkiye etmek/temizlemek için gönderilmiş3858 Rasûl, onlara bu yüce Kur’an’ı tertemiz (mutahhar) sayfalardan okur ve onları, kalbi kirleten insanı rezil eden her türlü kötü ahlâktan temizler.3859 Kur’an ve onun mesajı, deyim yerinde ise, içinde kir ve leke bulunmayan bir ‘su’ gibidir ve mutahhar/temizdir. Onu temiz olan ve seçilmiş bulunan elçi insanlara tebliğ etti. Bu temiz su bütün kalpleri temizler, onları diriltir, onlara hayat bağışlar. Bu suyun başkalarına aktarılması için de temiz kaplara ihtiyaç vardır. Kalpleri vahy ile temizlenenler bu ‘su’yu kirletmeden ve bulandırmadan başkalarına aktarmalıdır. Kalbinde rics/pislik olanlar o ‘mutahhar-tertemiz’ sahifelere dokunmamalıdır. O’na ancak mutahhar/tertemiz olanlar el sürebilir. 3860
Görüldüğü gibi Kur’an tahâreti/temizliği, çeşitli varyantlarıyla ve daha çok kalp temizliği, şirk, küfür ve günah gibi mânevî pisliklerden temizlenme, arınma ve şerefli kalma anlamında kullanmaktadır. Bu tahâreti iman edip, İslâm’ın emir ve yasaklarını yerine getiren, kendini isyan ve hatalardan uzak tutanlar ancak yapabilirler. Şüphesiz bu, mü’min bir insanın şerefi ve üstünlük makamıdır.
“İman edip sâlih amel işleyenler için, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! ... Onlar için cennette tertemiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.“ 3861
“Biz, Beyt’i (Kâbe’yi) insanlara (sevap için) toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de İbrâhim’in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrâhim ve İsmâil’e ‘Tavaf edenler, ibâdete kapananlar, rukû ve secde edenler için Evim’i temizleyin’ diye emretmiştik.“ 3862
“Ey Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden Senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir Rasûl/elçi gönder. Azîz; her zaman üstün gelen, Hakîm; her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin.“ 3863
“Kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl/elçi gönderdik.“ 3864
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip onu az bir paha ile değişenler (onu maddî karşılıkla satanlar) var ya, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allah ne onlarla konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada
3854] 7/A’râf, 82; 27/Neml, 56
3855] 76/İnsan, 21
3856] 2/Bakara, 25; 4/Nisâ, 57; 3/Âl-i İmrân, 15
3857] 80/Abese, 13-14
3858] 3/Âl-i İmrân, 164
3859] 98/Beyyine, 2
3860] 56/Vâkıa, 79
3861] 2/Bakara, 25
3862] 2/Bakara, 125
3863] 2/Bakara, 129
3864] 2/Bakara, 151; Benzeri âyet için bkz. 3/Âl-i İmrân, 164
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 959 -
onlar için acıtıcı bir azap vardır.“ 3865
“Kadınları boşadığınız ve onlar da iddetlerini/ bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, aralarında iyilikle anlaştıkları takdirde, onların (eski) kocalarıyla evlenmelerine engel olmayın. İşte o, sizden Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere verilen öğüttür. Sizin o öğüdü tutmanız kendiniz için daha parlak ve daha temizdir. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.“ 3866
(Rasûlüm!) De ki: ‘Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızâsı vardır. Allah kullarını çok iyi görür.“ 3867
“Hani melekler demişlerdi: ‘Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına tercih etti (üstün kıldı).“ 3868
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden temizleyeceğim/arındıracağım ve sana uyanları kıyâmete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.“ 3869
“Kendilerini temize çıkaranları gördün mü? Hayır! Allah dilediğini tezkiye eder/temize çıkarır ve hiç kimse kıl kadar haksızlık görmez.“ 3870
“İman edip sâlih işler yapanları da, içinde ebediyyen kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.“ 3871
“Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi ve başlarınıza meshedip topuklara kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsî birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak istiyor; umulur ki şükredersiniz.“ 3872
“Ey Rasûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahûdilerden küfür içinde koşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri, yerlerinden sonrasına kaydırıp değiştirirler. ‘Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!’ derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse Allah’a karşı sen, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.“ 3873
“Ey iman edenler! Şarap (içki), kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan
3865] 2/Bakara, 174; yine bk. benzeri âyet için 3/Âl-i İmrân, 77
3866] 2/Bakara, 232
3867] 3/Âl-i İmrân, 15
3868] 3/Âl-i İmrân, 42
3869] 3/Âl-i İmrân, 55
3870] 4/Nisâ, 49
3871] 4/Nisâ, 57
3872] 5/Mâide, 6
3873] 5/Mâide, 41
- 960 -
KUR’AN KAVRAMLARI
işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.“ 3874
“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah iman etmeyenlerin üstünü işte böyle rics/pislik/murdarlık indirir.“ 3875
“De ki: ‘Bana vahy olunanda (Kur’an’da) onu yiyecek kimse için, leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki, ricstir/pisliğin kendisidir-, ya da Allah’tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka haram edilmiş bir şey bulamıyorum...“ 3876
“(Hûd) Dedi ki: ‘Artık size Rabbinizden bir rics/azap ve bir gazap/hışım inmiştir...“ 3877
“(Lût) Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.“ 3878
“O zaman (Bedir Savaşında) katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek; kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu.“ 3879
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necestir/pisliktir...“ 3880
“Onların (münâfıkların) yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezalandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. İşte o zaman onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar ricstir/murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık ceza olarak varacakları yer cehennemdir.“ 3881
“Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) arttırıp yüceltesin. Ve onlara duâ et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (onların ızdıraplarını yatıştırır). Allah çok iyi işiten ve her şeyi bilendir.“ 3882
“Onun (Mescid-i Dırar’ın) içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever.“ 3883
“Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münâfıklık) olanlara gelince; (bu sûre) onların ricsine/murdarlığına rics/murdarlık katar. Onlar artık kâfirler olarak ölürler.“ 3884
“Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, rics/murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.“ 3885
“(Delikanlı şeklindeki melekleri gören Lût’un) Kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût,) ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır, sizin
3874] 5/Mâide, 90
3875] 6/En’âm, 125
3876] 6/En’âm, 145
3877] 7/A’râf, 71
3878] 7/A’râf, 82
3879] 8/Enfâl, 11
3880] 9/Tevbe, 28
3881] 9/Tevbe, 95
3882] 9/Tevbe, 103
3883] 9/Tevbe, 108
3884] 9/Tevbe, 125
3885] 10/Yûnus, 100
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 961 -
için bunlar (evlenmek yönüyle) daha temizdir, Allah’tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde (sizi bu kötülükten alıkoyacak) aklı başında bir adam yok mu?’ dedi.“ 3886
“Yine (Mûsâ (a.s.) ile kendisine ilim ve hikmet verilen kul) yürüdüler. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladıklarında, o (Mûsâ’nın arkadaşı) hemen o çocuğu öldürdü. Mûsâ dedi ki: ‘Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın (kimseyi öldürmediği halde) katlettin ha! Gerçekten sen fenâ bir şey yaptın!“ 3887
“Ruh (Cebrâil); ‘Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin bir elçisiyim’ dedi.“ 3888
“İçinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tezkiye olanların/tertemiz arınanların mükâfatı budur.“ 3889
“Bir zamanlar İbrâhim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): ‘Bana hiçbir şeyi şirk/eş koşma; tavaf edenler, ayakta ibâdet edenler, rukû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.“ 3890
“Durum böyle. Her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin yanında kendisi için daha hayırlıdır. (Dinde, haram olduğu) size okunanların dışında kalan hayvanlar size helâl kılındı. O halde, pislikten, putlardan sakının; yalan sözden sakının.“ 3891
“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin. Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse, şunu iyi bilsin ki o, fahşâyı/edepsizlikleri ve münkeri/kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini tezkiye eder/arındırır. Allah işitir ve bilir.“ 3892
“Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.“ 3893
“Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Biz, ölü toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlamak için gökten tertemiz su indirdik.“ 3894
“Kavminin cevabı sadece ‘Lût ailesini memleketinden çıkarın; baksanıza onlar (bizim yaptıklarımızdan) temiz kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibâret oldu.“ 3895
“(Ey Peygamber hanımları!) Evlerinizde vakarınızla oturun. İlk câhiliyye (devri kadınları)nın açılıp saçılarak, ziynetlerini göstererek yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece şek ve şüpheyi (kötü huyları) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.“ 3896
3886] 11/Hûd, 78
3887] 18/Kehf, 74
3888] 19/Meryem, 19
3889] 20/Tâhâ, 76
3890] 22/Hacc, 26
3891] 22/Hacc, 30
3892] 24/Nûr, 21
3893] 24/Nûr, 30
3894] 25/Furkan, 48
3895] 27/Neml, 56
3896] 33/Ahzâb, 33
- 962 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey iman edenler! Bir yemek için size izin verilmiş olması hâli müstesnâ, Peygamber’in evlerine girmeyin. (Yemeğe çağrılıp da girdiğiniz vakit de) yemek kabını gözetlemeyin. Dâvet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın. (Yemekten sonra) Sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzüyor, fakat o (size bunu söylemekten) utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Rasûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.“ 3897
“Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekemez. Eğer yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabâsı da olsa, bir şey (alıp) taşımaz. Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın. Kim (günahlardan) temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah’adır.“ 3898
“Ufak tefek kusurları dışında, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınanlara gelince, şüphesiz Rabbin, affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğumuz sırada, sizi en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.“ 3899
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır. Ona ancak temizlenenler dokunabilir.“ 3900
“Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şâyet bir şey bulamazsanız, bilin ki Allah bağışlayandır, rahîmdir.“ 3901
“Çünkü ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Hâlbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.“ 3902
“Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm)! Kalk ve (İnsanları) uyar. Sadece Rabbini tekbîr et/büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terk et.“ 3903
“Üzerlerinde yeşil ipekten ince ve kalın elbiseler vardır; gümüş bilezikler takınmışlardır. Rableri onlara tertemiz bir içki (şerâben tahûr) içirir.“ 3904
“(Ey Mûsâ, Firavun’a) De ki: Tezkiyeye/Arınmaya gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de, O’ndan kork.“ 3905
“Hayır! Şüphesiz bunlar (âyetler), değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür, dileyen ondan (Kur'an'dan) öğüt alır.“ 3906
3897] 33/Ahzâb, 53
3898] 35/Fâtır, 18
3899] 53/Necm, 32
3900] 56/Vâkıa, 77-79
3901] 58/Mücâdele, 12
3902] 62/Cum’a, 2
3903] 74/Müddessir, 1-5
3904] 76/İnsan, 21
3905] 79/Nâziât, 18
3906] 80/Abese, 14
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 963 -
“Temizlenen, Rabbinin adını zikredip anan, O’na kulluk edip namaz kılan kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.“ 3907
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere daldıran da ziyan etmiştir.“ 3908
“Temizlenerek malını hayra veren takvâ sahipleri/iyiler ondan (cehennem ateşinden) uzak dururlar.“ 3909
“Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi. (İşte o apaçık delil,) Allah tarafından gönderilen ve en doğru hükümleri içeren tertemiz sahifeleri okuyan bir Rasûldür/elçidir.“ 3910
Hadis-i Şeriflerde Temizlik
İslâm dini, temizliği imanın şartlarından biri kılmıştır. İbâdetlerin kabul edilmesinin ilk şartı, maddî ve manevî temizlik olduğu gibi, imanda kemâlin şartı da temizliktir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir hadislerinde: “Temizlik imanın yarısıdır“ buyurur. Burada önemi belirtilen temizlik, mutlaktır. Yani hem maddî, hem manevî temizlikler buna dâhildir. Konumuz açısından maddî temizliği açıklamamız gerekirse, bunun başlıca dört kısımda ele alındığı görülür: a- Beden, b- Elbise, c- Mekân/çevre, d- Gıda temizliği. Bu dört tür maddî temizliğe riâyet edilmediği takdirde ibâdetlerin kabul edilmeyeceği hadislerde beyan edilmiştir.
“Temizlik, imânın yarısıdır.“ 3911
“Allah temizdir, temizliği sever.“ 3912
“Temizlik (abdest) imanın bir parçasıdır. El-Hamdü lillâh sözü amel terazisini doldurur. Sübhanallahi ve’l hamdu lillâhi, (Allah’ın şânı pek yücedir, hamd O’na aittir) sözü göklerle yerin arasını doldurur. Namaz nûrdur. Sadaka (kurtarıcı bir) delildir. Sabır ışıktır. Kur’an senin lehine ve aleyhine bir delildir… “ 3913
“Namazın anahtarı temizliktir.“ 3914
“Her kim Allah Teâlâ'nın emrettiği gibi abdest alırsa, farz namazlar arasındaki günahlara keffâret olur.“ 3915
“Misvak kullanın, çünkü misvak ağzı temizler.“ 3916
“Eğer mü’minlere güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz için misvak kullanmayı emrederdim.“ 3917
3907] 87/A’lâ, 14-15
3908] 91/Şems, 9-10
3909] 92/Leyl, 17-18
3910] 98/Beyyine, 1-2
3911] Müslim, Tahâret, 1; Tirmizî, Deavât 86; Dârimî, Vudû’ 2; Ahmed bin Hanbel, IV/260
3912] Tirmizî, Edeb 41
3913] Müslim, Tahâre 1, hadis no: 223; İbn Mâce, Tahâre 5, hadis no: 280; Tirmizî, Deavât 86, hadis no: 3517; Nesâî, Zekât 1
3914] Ebû Dâvud, Salât 73; Tirmizî, Tahâret 3
3915] Müslim, Tahâre 4
3916] Buharî, Savm, 27
3917] Buharî, Cum'a 8; Müslim, Tahâre, 42
- 964 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe bereket getirir.“ 3918
“Su, temizdir. Onu tadı, rengi veya kokusu değişmedikçe dışarıdan bir şey kirletmez“ 3919
“Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyin. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayın.“ 3920
“Allah'ım! Benim nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve mevlâsısın.“ 3921
“İdrardan sakının; kabir azâbının çoğu, idrarı sakınmamaktandır.“ 3922
“Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer.“ 3923
“Bir kimse, bir şey içerken kabın içine hohlamasın.“ 3924
Selmân (r.a.) anlatıyor: ‘Tevrat’ta okudum: ‘yemeğin bereketi, yemekten sonra (el ve ağzı) yıkamadadır’ diyordu. Bunu Rasûlullah’a (s.a.s.) söyledim. “Yemeğin bereketi, yemekten önce ve sonraki yıkamalardadır!“ buyurdu.’ 3925
“Şeytan muhakkak ki hassastır, cidden pek hassastır. Kendinizi ondan sakındırın. Kim elinde et kokusu olduğu halde geceler, sonra da kendisine bir fenalık ulaşırsa, sakın ha kendisinden başkasını suçlamasın.“ 3926
“Kim evinde Allah'ın bereketini arttırmasını istiyorsa, yemek hazırlandığı ve kaldırıldığı zaman abdest alsın (ellerini yıkasın)“ 3927
“Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altındaki kılları yolmak ve bıyıkları kısaltmak.“ 3928
“Her kim kasık tıraşı yapmaz, tırnaklarını kesmez ve bıyığını da kısaltmazsa bizim sünnetimize uyanlardan değildir!“ 3929
“Ellerinde et ve yağ kokusu olduğu halde yatan kimse, hastalandığı takdirde suçu kendisinden başkasında aramasın!“ 3930
“İman yetmiş şûbedir. Onun en yükseği ‘lâ ilâhe illâllah’, en aşağı mertebesi de, yoldan ezâ/eziyet (rahatsızlık) veren şeyleri kaldırmaktır.“ 3931
3918] Tirmizî, Et'ıme, 29
3919] Buhârî, Vüdû', 67
3920] Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100
3921] Müslim, Zikir ve Duâ 18, hadis no: 2722; Nesâî, İstiâze 13; Ahmed bin Hanbel IV/371
3922] Buhârî, Vudû' 55; İbn Mâce, Tahâret 26
3923] Müslim, Eşribe 106, -2020-; Ebû Dâvud, Et’ıme 20, -3776-; Tirmizî, Et’ıme 9, -1801-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 5, -2, 922, 923-; K. Sitte, 11/102
3924] Buhârî, Eşribe 25, Vudû 18; Müslim, Tahâret 63
3925] Ebû Dâvud, Et’ıme 12, -3761-; Tirmizî, Et’ıme 39 –1847-; K. Sitte, 11/118
3926] Tirmizî, Et’ıme 48 –1861-; Ebû Dâvud, Et’ıme 54, 3852-; K. Sitte, 11/118
3927] Tirmizî, Et'ıme 39, 45
3928] Buhârî, Libas 51, 63, 64; Müslim, Tahâret 49, 50; Ebû Dâvud, Teraccül 16; Tirmizî, Edeb 14; Nesâî, Tahâret 8, 10, Ziynet 1, 55; İbn Mâce, Tahâret 8
3929] Ahmed bin Hanbel, V/140
3930] Ebû Dâvud, Et’ıme 53; Tirmizî, Et’ıme 48; İbn Mâce, Et’ıme 22
3931] Buhârî, İman 3; Müslim, İman 57, 58; Ebû Dâvud, Sünne 14; Tirmizî, İman 6; Nesâî, İman 16; İbn Mâce, Mukaddime 9
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 965 -
“Müslümanların yollarındaki eziyet veren maddeleri kaldır!“ 3932
“Sizden birisine ne oluyor da, Rabbine yönelmiş olduğu bir yerde önüne tükürüyor? Sizden biri, yüzünü çevirdiğinde kendisine tükürülmesini ister mi? Eğer biriniz tükürmek zorunda kalırsa, sol tarafına ve ayağının altına tükürsün; Şâyet bu mümkün değilse, o zaman mendiline tükürsün!“ 3933
Hz. Âişe (r. Anhâ)’den rivâyet edildiğine göre; “Medine civarında oturan müslümanlar Cuma namazı kılmak için nöbetleşe Mescid-i Nebevî’ye gelirlerdi. Temizlenmeden, tozlu iş elbiseleriyle geldikleri için de üzerlerinden etrafa bazen ter kokuları yayılırdı. İşte böyle sahâbilerden biri, Hz. Peygamber’in yanına uğramıştı. Allah Rasûlü ona: “Hiç olmazsa bugün için yıkanıp temlizlenseniz!“ diye ikazda bulundu.“ 3934
“Allah, haramdan verilen hiçbir sadakayı ve abdestsiz (su veya toprakla temizlenmeden) de hiçbir namazı kabul etmez.“ 3935
“Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?“ “Evet ey Allah'ın Rasûlü, söyleyin!“ dediler. Bunun üzerine saydı: “Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır, işte bu ribâttır. (sulh zamanında cihad gibidir).“ 3936
“Güzelce abdest alıp, sonra iki rekât namaz kılan ve namaza bütün ruhu ve benliği ile yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib olmasın! Sizden kim abdestini alır ve bunu en güzel şekilde yapar, sonra da: ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûlühü. (Şehâdet ederimki Allah'tan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür)’ derse, kendisine cennetin sekiz kapısı da açılır; hangisinden isterse oradan cennete girer.“ (Ebû Dâvud'un rivâyetinde “abdesti güzel yaparsa...“ denmiştir. Tirmizî'nin rivâyetinde “...Rasûlühü (Allah'ın ...Rasûlü)“ kelimesinden sonra “Allahumme’c’alnî minettevvâbîn ve’c’alnî mine’l-mutahhirîn -Allah'ım, beni tevbe edenlerden kıl, temizlenenlerden kıl-“ duâsı da vardır.) 3937
“Mü'min -veya müslüman- bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su ile -veya suyun son damlasıyla- yüzünden dökülür iner. Ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile birlikte- veya suyun son damlasıyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği bütün günahları su ile- veya suyun son damlasıyla- dökülür iner. (Öyle ki abdest tamamlanınca) günahlardan arınmış olarak tertemiz çıkar.“ 3938
“Hz. Osman (radıyallahu anh) abdest aldı ve dedi ki: “Ben Rasûlullah
3932] Müslim, Birr 131, 132
3933] Buhârî, Salât 33-39, Ezan 94, Edeb 75; Müslim, Mesâcid 50-53, Zühd 74; Ebû Dâvud, Salât 22; Nesâî, Mesâcid 32, 35; İbn Mâce, Mesâcid 10, İkame 61
3934] Buhârî, Cum’a 15; Müslim, Cum’a 5
3935] Ebû Dâvud, Tahâre 31, hadis no: 59; Nesâî, Zekât 104, hadis no: 139; İbn Mâce, Tahâre 2, hadis no: 271-274; Dârimî, Tahâre 21, hadis no: 692
3936] Müslim, Tahâret 41, hadis no: 251; Muvattâ, Sefer 55, hadis no: 1, 161; Tirmizî, Tahâret: 39, h. No: 52; Nesâî, Tahâret: 106
3937] Ebû Dâvud, Tahâret 65, hadis no: 169; Tirmizî, Tahâret 41, h. no: 55
3938] Müslim, Tahâret 32, hadis no: 244; Muvattâ, Tahâret 31, hadis no: 1, 32; Tirmizî, Tahâret 2, hadis no: 2
- 966 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın şu benim abdestim gibi abdest aldığını, sonra da şöyle söylediğini gördüm: “Kim bu şekilde abdest alırsa geçmiş günahları affedilir, namazı ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibâdet) olur.“ 3939
“Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları, parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, Allah'a hamd ve senâda bulunur. Ona layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden Allah'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu gündeki gibi bütün günahlarından arınır.“ 3940
“Mü'min kul abdest aldıkta mazmaza yaptı mı (ağzını yıkadı mı) günahlar ağzından çıkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan çıkar, yüzünü yıkadı mı günahlar göz kapaklarının altına varıncaya kadar yüzünden çıkar. Ellerini yıkadı mı günahlar tırnak diplerine varıncaya kadar ellerinden çıkar. Başını meshetti mi, günahlar kulaklarına varıncaya kadar başından çıkar. Ayaklarını yıkadı mı, günahlar ayak tırnaklarının altına varıncaya kadar ayaklarından çıkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kılacağı namaz nafile (bir ibâdet) olur.“ 3941
“Ümmetime zahmet vermeyecek olsam, her namazda misvak kullanmalarını emrederdim ve yatsı namazını da gecenin üçte birine kadar te'hir ederdim.“ 3942
“Misvak ağız için temizlik vasıtasıdır. Rab Teâlâ için de rıza vesîlesidir.“ 3943
“Sizden kimse hamam yaptığı yere akıtmasın. Zira vesveselerin çoğu bu yüzden hâsıl olur.“ (Ebû Dâvud'un rivâyetinde şu ziyade var: “...sonra dönüp içinde yıkanacaktır.“ 3944
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)'dan rivâyete göre şöyle derdi: “Size kim, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ayakta bevlettiğini söylerse, sakın onu tasdik etmeyin. O, daima çömelerek abdest bozardı.“ 3945
Hz. Selmân (r.a.)'ın anlattığına göre, müşrikler kendisine: “Sizin arkadaşınızın (Aleyhissalâtu vesselâm) sizlere helâda abdest bozmayı bile öğrettiğini görüyoruz“ demişlerdir. O da onlara şöyle cevap vermiştir: “Evet, doğrudur. Rasûlümüz (s.a.s.), bizi sağ elimizle istinca yapmaktan nehyetti, büyük veya küçük abdest bozarken, kıbleye yönelmekten de nehyetti. Abdest bozduktan sonra istinca ederken kurumuş hayvan mayısını veya kemiği kullanmamızı da nehyetti ve dedi ki: “Sizden kimse, üçtaştan daha azı ile istincâ etmesin.“ 3946
3939] Buhârî, Vudû 25; Müslim, Tahâret: 8, hadis no: 229
3940] Müslim, Müsâfirîn 294, hadis no: 832
3941] Muvattâ, Tahâret 30, hadis no: 1, 31; Nesâî, Tahâret 35, h. no: 1, 74; İbn Mâce, Tahâret 6, h. no: 283
3942] Ebû Dâvud, Tahâret 25, hadis no: 47; Tirmizî, Tahâret 18, h. no: 23
3943] Nesâî, Tahâret 5, hadis no: 1, 10; Nesâî, Tahâret 5, hadis no: 1, 10
3944] Ebû Dâvud, Tahâret 15 -27-); Tirmizî, Tahâret 17 -1-; Nesâî, Tahâret 32, -1, 34
3945] Tirmizî, Tahâret 8 -12-; Nesâî, Tahâret 25 -1, 26
3946] Müslim, Tahâret 57, hadis no: 262; Tirmizî, Tahâret 12, hadis no: 16; Ebû Dâvud, Tahâret 4,
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 967 -
“Biriniz bevlederken zekerini sağ eliyle tutmasın, sağ eliyle istinca etmesin, (su içerken) kabın içine solumasın.“ 3947
Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) helâya girince: “Allahumme innî eûzü bike mine'lhubsi ve'lhabâis, (Ya Rabbi! Pislikten ve pislenmekten sana sığınırım)“ derdi.“ 3948
Süfyan İbnu'l-Hakem veya Hakem İbnu Süfyan es-Sakafî anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevledince abdest alır ve (istincâda) su kullanırdı.“ 3949
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevletti. Hz. Ömer de arkasında, elinde su kabı olduğu halde durdu. Rasûlullah onu görünce: “Bu da ne, ey Ömer?“ buyurdular. Hz. Ömer: “Sudur, yıkanırsın (abdest alırsın)!“ dedi. Rasûlullah: “Ben her bevledişimde abdest almakla emrolunmadım, bunu yapacak olsam bu, (ümmete vâcip) bir sünnet olur“ buyurdular.“ 3950
İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.) anlatıyor: “Beraber olduğumuz bir sefer sırasında, bir ara Rasûlullah (s.a.s.) bizden geride kaldı, sonra tekrar kavuştu. Bu sırada namaz vakti girmişti. Bizler de abdest alıyor, ayaklarımıza meshediyorduk. (Rasûlullah s.a.s.) yüksek sesle nidâ etti: “Ökçelerin ateşte vay hâline!“ Bunu iki veya üç kere tekrarladı.“ 3951
“Ökçe ve ayak çukurlarının ateşte vay haline.“ 3952
Lakît İbn Sâbira (r.a.) anlatıyor: “Dedim ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Bana abdestten haber ver!“ Aleyhissalâtu vesselâm: “Abdesti tam al, parmaklar arasını hilâlle, istinşak'da mübâlağa yap, oruçlu olursan mübalâğa yapma!“ buyurdu.“ 3953
“Ümmetim Kıyâmet günü çağırıldıkları vakit abdestin izi olarak (nurdan) bir parlaklıkları olduğu halde gelirler. Öyleyse kimin imkânı varsa parlaklığını artırsın.“ 3954
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuba ahalisine: “Allah, temizlik hususunda sizi övmektedir. Bu neden ileri geliyor?“ diye sordular. Onlar: “Biz dediler, istincâda taşla suyu birleştiriyoruz (Önce taşla silip arkadan da su ile yıkıyoruz).“ 3955 3956, o zaman için Medine'nin banliyösü durumunda olan Kuba köyü ahalisi hakkında nâzil olmuştu. Âyet meâlen şöyledir: “...Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri sever.“ İşte bu âyet üzerine, yukarıdaki rivâyette görüldüğü üzere, Rasûlullah, “bu övgünün sebebi nedir?“ diye Kubalılara sormuştur. Onlar da, abdest bozunca önce taşla temizlenip arkadan su ile hadis no: 7; Nesâî, Tahâret 37, 42, hadis no: 1, 38, 39, 43
3947] Buhârî, Vudû 18, 19, 25; Müslim, Tahâret 63, hadis no: 267; Ebû Dâvud, Tahâret 18, hadis no: 31; Tirmizî, Tahâret 11, hadis no: 15; Nesâî, Tahâret 23, 42, hadis no: 1, 25, 43
3948] Ebû Dâvud, Tahâret: 3, hadis no: 4
3949] Ebû Dâvud, Tahâret 64, hadis no: 166, 167, 168; Nesâî, Tahâret 102, hadis no: 1, 86
3950] Ebû Dâvud, Tahâret 22, hadis no: 42; İbn Mâce, Tahâret 20, hadis no: 327
3951] Buhârî, İlm 3, 30, Vudû: 27, 29; Müslim, Tahâret 25-28, hadis no: 240-242; Muvattâ, Tahâret 5, h. no: 1, 19; Ebû Dâvud, Tahâret 46, h. no: 97; Nesâî, Tahâret 89, h. no: 1, 77, 78
3952] Tirmizî, Tahâret 31, hadis no: 41
3953] Ebû Dâvud, Tahâret 55, 142, 143, 144; Tirmizî, Tahâret 30, hadis no: 38; Nesâî, Tahâret 71, 92, h. no: 1, 66, 79
3954] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/434-435
3955] Rezîn tahrîc etmiştir. İbn Kesir, c. 3, s. 456; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. 10/385
3956] Tevbe sûresinin 108. âyeti
- 968 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tahâretlendiklerini söylerler.)
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Biriniz helâya giderken beraberinde üç tane de taş götürüp onlarla temizliğini yapsın. Bunlar ona yeterlidir.“ 3957
“Abdest (sırasında) vesvese veren bir şeytan vardır. Adı da el-Velehân'dır. Öyleyse suyun vesvesesinden kaçının..“ 3958
“Herbir kılın dibinde cünüplük vardır. Saçları yıkayın, deriyi paklayın.“ 3959
Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim, yıkamadan tek bir saç kılının dibini kuru bırakırsa, ateşte nice nice azablara dûçar olacaktır.“ Hz. Ali (r.a.) der ki: “Bu(nu işitmem) sebebiyle başıma düşman oldum. Bu sebeple başıma düşman oldum. Bu sebeple başıma düşman oldum.“ Nitekim Hz. Ali saçlarını keserdi. 3960
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “(Bir gün) ey Allah'ın Resulü! dedim. Ben saç örgüsü çok olan bir kadınım. Hayız ve cenâbetten yıkanırken örgüleri çözeyim mi?“ “Hayır! buyurdular başının üzerine, ellerine üç kere su avuçlayıp dökmen, sonra da bedenine su döküp yıkanman sana yeterlidir.“ 3961
Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine sokaklarından birinde kendisine rastlamıştır. Ebû Hüreyre bu sırada cünüp olduğu için, Aleyhissalâtu vesselâm'ın nazarından sıvışarak gidip yıkanır gelir. Gelince Aleyhissalâtu vesselâm: “Ey Ebû Hüreyre neredeydin?“ diye sorar. “Ben cünübtüm, pis pis sizinle oturmak istemedim“ cevabında bulunur. Rasûlullah (s.a.s.): “Sübhânallah! (bilmez misin ki) müslüman pis olmaz!“ buyurur.“ 3962
Tirmizî ve Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde de şöyle gelmiştir: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünübken uyur ve hiç suya dokunmazdı.“ Nesâî'nin bir riveyetinde: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemek veya içmek istediği zaman ellerini yıkar sonra yer içerdi“ denmiştir. 3963
Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cünübken uyumak istediği takdirde ön tarafını yıkar ve namaz abdestiyle abdest alırdı. Müslim'in bir rivâyetinde: “...Yemek veya uyumak istediği zaman namaz abdestiyle abdest alırdı“ denmiştir. 3964
3957] Ebû Dâvud, Tahâret 21 hadis no: 40; Nesâî, Tahâret 40 h. no: 1, 41, 42
3958] Tirmizî, Tahâret: 43, hadis no: 57
3959] Ebû Dâvud, Tahâret 98, hadis no: 48; Tirmizî, Tahâret 78, h. no: 106
3960] Ebû Dâvud, Tahâret 98, hadis no: 249
3961] Müslim, Hayz: 58, hadis no: 330; Ebû Dâvud, Tahâret 100, h. no: 51, 252; Tirmizî, Tahâret 77, h. no: 105; Nesâî, Tahâret 150, h. no: 1, 131
3962] Buhârî, Gusl: 23, 24; Müslim, Hayz: 115, hadis no: 371; Ebû Dâvud, Tahâret 97, h. no: 231; Tirmizî, Tahâret 89, h. no: 121; Nesâî, Tahâret 172, h. no: 1, 145, 146
3963] Buhârî, Gusl 27, 25; Müslim, Hayz: 21, hadis no: 305, 307; Muvattâ, Tahâret 77, hadis no: 1, 47, 48; Ebû Dâvud, Tahâret: 88, 90 h. no: 222, 223, 224, 226, 228; Salât 343, h. no: 1437; Tirmizî, Tahâret 87, h. no: 118, 119; Nesâî, Tahâret 163, 164, 165, 166, h. no: 1, 138-139, Gusl 4, 5, h. no: 1, 199; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/552
3964] Buhârî, Hayz 7; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları 10/550
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 969 -
Temizlik İçin Büyük Nimet; Su
Sadece insan değil, bütün canlılar açısından, suyun arzettiği hayatî ehemmiyet, tâ ilk çağlardan beri insanların dikkatini çekmiştir. Bundandır ki eski hikmet, hayatın dört ana unsurundan biri olarak suyu görmüştür. Toprak, Ateş, Hava, Su. Kur'ân-ı Kerim de bir âyetinde: “Biz her şeyi sudan canlı kıldık“ 3965 buyurur. İbn-u Kayyîm, et-Tıbbu'n-Nebevî adlı kitabında geçmiş nesillerin su hakkındaki telâkkilerini şöyle hülâsa eder: “Su, hayatın (ana) maddesidir, içeceklerin de efendisi. Kainatı teşkil eden unsurlardan biridir, daha doğrusu aslî unsurudur. Zira gökler onun buharından arz da köpüğünden yaratıldı. Allah her şeyi onunla hayattâr ve canlı kıldı.“
Sudaki Temizlik İçin Aranan On Özellik
İnsan için suyun ehemmiyeti, sadece içeceğimiz olmasından veya yiyeceklerimizin hazırlanmasındaki rolünden ileri gelmez; sıhhatimiz için zarurî olan temizlik vasıtasıdır da... Öyle ise suyun hem temizliğe, hem de içilmeye elverişli olması, bu maksadlarla bazı vasıfları taşıması gerekmektedir. Bizden önce yaşayan insanlar, suyun “cevdet“ yâni “iyi“ olması için onda on vasıf aramışlardır. Bu on özellik şunlardır:
1- Renk: Su, saf olmalı, her çeşit renklilikten ârî bulunmalıdır.
2- Koku: Su kokusuz olmalıdır.
3- Tad: Tadı hoş olmalı, Fırat ve Nil nehirlerinin tadında olmalıdır.
4- Ağırlık: Hafif ve akıcı olmalıdır.
5- Mecrâsı: Suyun aktığı yatak temiz olmalıdır.
6- Menbâ: Su, uzak bir menbâdan gelmelidir.
7- Güneş ve rüzgâr isâbet etmelidir. Menba uzak olmadığı takdirde güneş ve rüzgar te'sir icra edemez.
8- Kıvam: Suyun kıvamı akıcı olmalıdır.
9- Miktar: Su çok olmalıdır. Bu takdirde karışan yabancı maddeleri dışarı atar.
10- Mansab: Akış istikameti kuzeyden güneye veya batıdan doğuya doğru olmalıdır.
Bu açıklamaları kaydeden kaynağımız ilâve eder: “Sayılan vasıflar kâmil mânâda, şu dört nehirde bulunur: Nil, Fırat, Ceyhan, Seyhan.“ Şu halde suyun sağlığımıza elverişli olması, kirlenmelerinden korunması için dinimiz, bazı tahdidler koymuş, tedbirler emretmiş olmalıdır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hadislerinde suların kirletilmesi meselesini de ele alarak birkısım beyanlarda bulunur. Bazen çevre ile ilgili olarak yukarıda kaydettiğimiz yasaklar meyanında bazende müstakillen bu meseleyi ele alır. Hz. Muaz ve Hz. Câbir (radıyallâhu anhümâ) tarafından iki ayrı tarîkten nakledilen bir hadiste, “gölge ve yol“ ile birlikte “mevârid“ yani su mecraları da zikredilerek, büyük abdest bozulması yasaklanır. İbnu Ömer (radıyallâhu anh)'in
3965] 21/Enbiya, 30
- 970 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rivâyetinde Rasûlullah nehir kenarlarına büyük abdest bozmayı yasaklar. Hz. Câbir’den (r.a.) gelen bir rivâyet akarsuya küçük abdest bozmayı yasaklar. Yine Hz. Câbir ve Hz. Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen hadislerde istifade edilecek olan durgun suya bevl edilmesi yasaklanmaktadır. Bazen “istifade edilecek“ kaydı olmaksızın, mutlak şekilde “birikmiş su“ya bevl edilmemesi emredilmiştir.
Suların kirlenmelerden korunması ile ilgili nebevî alâkadan bahsederken, kuyularla ilgili olarak Hz. Peygamber’den (s.a.s.) vârid olan tâlimata da dikkat çekmemiz gerekir. Zira bunlardan bir kısmı kuyu sularının pislikten korunmasına râcidir. Bu tâlimâtlardan birine göre, eskiden kalma kuyuların etrafında (yarı çapı) elli, yeni açılan kuyuların etrafında ise, yirmibeş zirâ'lık bir dairenin harim olarak boş bırakılması gerekmektedir. Bir diğer talimât da, hayvan ağıllarının kuyuya kırk zirâdan daha yakına yapılmamasını emreder.
Hz. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “İki lânetten korkun!“ buyurdular. Ashâb: “İki lânet de nedir?“ diye sorunca, açıkladılar: “İnsanların yollarına abdest bozanla, gölgelerine (gölgesinden yararlanılıp oturulacak ve uyunulacak yerlere) abdest bozanlardır!“ 3966 “Lânete sebep olan üç yere abdest bozmaktan kaçının: Su yollarına, işlek yollara ve gölgeliklere.“ 3967
Kâinattaki İlâhî Temizlik Kanunu
Cenâb-ı Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna itaat etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşlere, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıklarda, bu temizlik kanununun hükmettiğini görürüz.
Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alıp verdiğimiz nefes de kanı temizleyerek aynı kanuna tâbi olduğunu gösterir. Göz kapakları, gözleri siler. Sinekler, kanatlarını süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ıslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra kendisi de (âdetâ) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayıp intizam içinde çekilir, gider. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş, süpürülmüş parıl parıl parlar halde bırakır. (Akbabalar, leş kargaları, canavarlar da ölmüş hayvanların cesetlerini temizler, bu temizlik benzer şekilde denizlerde de hükmünü sürdürür.)
Bütün bunlar, Allah'ın kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde işlediğinin örnekleridir. Kâinattaki bu genel temizlik gerçeği, Cenâb-ı Hakk'ın Kuddûs isminin bir cilvesidir.
Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, Allah'ın Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itaat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanın bu genel kanundan, Sünnetullah'tan/İlâhî âdetten uzak kalması düşünülemez. Nitekim Yüce Allah, kâinata koyduğu temizlik emrine, mahlûkatın en eşrefi ve en mükerremi olan insanı da muhâtap
3966] Müslim, Tahâret: 68, -269-; Ebû Dâvud, Tahâret: 14, -25
3967] Ebû Dâvud, Tahâret 14, -26; Geniş bilgi için bkz. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. Ve Şerhi, c. 10, s. 309-392
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 971 -
kılmış, onu maddî ve mânevî temizlikle mükellef tutmuştur. Canlı-cansız bütün varlıkların boyun eğdiği böyle ulvî bir kanuna, insanın kayıtsız kalması, yerler ve gökler Rabbinin emrine karşı gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandır. Hem Allah'ın, hem de mahlûkatın hukukuna karşı işlenmiş büyük bir zulümdür.
İşte temizlik gerçeği, İlâhî Sünnetin/âdetin özelliği olduğu içindir ki, hadis-i şerifte temizlik, imanın nûrundan ve kemâlinden sayılmıştır. Âyetlerde de maddî ve mânevî temizlikler, Allah'ın sevgisini ve rızâsını kazanmaya vesîle gösterilmiştir. 3968
Tuvaletten Sonra En İyi Temizlik Nasıl Yapılır?
İnsan Avucunun İçinde, Koruyucu Bakteriyeler Var... İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji İnfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı profesörlerinden Yaşar Bağdatlı, İslâmî tahâretlenmenin en uygun yol olduğunu kaydederek, “en iyi temizlenme el ve su ile olur. İnsanın avucunun içinde, cildinde koruyucu bakteriler vardır“ dedi. Son günlerde el temizliği konusunun gündemde bulunduğunu hatırlattığımız Prof. Bağdatlı tahâretlenme konusundaki sorularımızı şöyle cevapladı: “El temizliği ile ilgili olarak bazı endişelerden sıkça bahsediliyor. El temizliği hakkında bizi aydınlatır mısınız?“
“Elimiz dış dünya ile alâkamızı sağlayan en önemli organlarımızdan birisi. Dış âlemle ilgisi deyince, yiyecek içecek ilişkisinden tutun, yazışma ilişkisine, tokalaşmalara, tuvalet sonra temizlik gibi bütün faâliyetlerde eller ön planda. Dolayısıyla hastalıkların yayılmasında da en önemli uzuv olarak eli görüyoruz. Çünkü yiyecek içeceklerle temas halinde. Hastalık etkenleriyle temas ile hastalık etkenlerini alabiliyor, yine elimizi yüzümüze gözümüze sürmek sûretiyle elimizdeki mikropların vücudun değişik bölgelerine geçişi sağlanıyor. Netice olarak görüyoruz ki, hayatın yüzde 60-70 oranını dolduran bir faâliyet organı. Bu kadar işleri gören bu kadar mikroplara bulaşan ellerimiz, aynı zamanda hasta olmadan yaşayan bir organizma. Bu nasıl oluyor, bunu açıklığa kavuşturmak lâzım. Ehliyetsiz insanların konuşmasının da temelinde bu yatıyor.
İnsan vücudunda öyle bir sistem var ki, yani Allah böyle yaratmış, her sisteme bir bekçi koymuş. Meselâ insanın elinde, avucunun içinde, cildinde ve diğer organlarında koruyucu bir bakteri var. Kendi sistemi içinde var ve biz buna tıbbî adıyla flora diyoruz. Flora bakterileri yerleşik ve oranın sakinidirler. Görevleri de diğer hastalık yapan mikroplara karşı vücudu korumaktır. Herkes zannediyor ki, “ben bir mikroplu şeye dokunursam, mikroplu bir şey yersem hasta olacağım.“ Bu yersiz bir düşünce. Düşününüz ki, insan vücudu hem içinden hem dışından sayılamayacak kadar mikroplarla haşir neşir her gün. Ve bizler sağlıklı olarak hayatımıza devam ediyoruz.
Ayrıca, bağışıklık diye bir sistem var, bu da muhtelif şekilde işler ve vücuda giren bir yabancı maddeye karşı vücut bizden habersiz bir savaş veriyor, daha enteresanı bir yabancı mikropla, bir cisimle vücut karşılaşınca, o hâtıra hücreleri, bellek hücreleri de dediğimiz hücreler onları tanıyor ve geldiğinde vücudu hemen harekete geçiriyor. Bir de sistemin belirli bir ısısı var ve bunlar da ayrıca koruyuculuk yapıyorlar. Bu kadar koruyucu sistem varken, bazıları hemen bir
3968] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, s. 448-449
- 972 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mikropla karşılaşınca “hasta olacağız“ diye yaygarayı koparıyorlar. Eğer onların dediği doğru olsa, hiçbirimizin sağlıklı olmamamız lâzım. Eğer içtiğiniz suyu, yediğiniz bir meyveyi alıp mikroskobun altına koysam o kadar mikrop göreceksiniz ki, kaynıyor. Ama hasta olmuyoruz elhamdü lillâh. Çünkü bunun mekanizması var. Bu kadar olumlu işleyen mekanizmayı yok gibi göstermek, tedirginlikten başka bir şey değil. Yani insanların huzurunu ve rahatını kaçırmaktır. Bir de psiko-nevroz dediğimiz, insanların hastalık psikolojisi içine girmesine sebep oluyor. İnsan huzursuzluk içine girince de bir stres oluşuyor. Stres sonucu oluşan bazı maddeler var ki bu bağışıklık sisteminin çalışmasını engeller, yavaşlatır. Günümüz insanında en çok gördüğümüz hastalık sebebi stresler.
1987'de uluslararası kongrede bir Fransız bu meseleyi gündeme getirerek, Müslümanların elle tahâretlenmelerini tenkit etti. Ben cevap verdim, ama tatmin edici değildi. Bunun üzerine bir araştırmaya giriştik. Hastanede 70 kişilik bir araştırma grubu aldık. Alınan grup içinde toplumun bütün seviyelerinden insan vardı. Bunların, tuvalet öncesi ve sonrası ellerini kontrol ettik. Bu kontrolde de temizlenme şekillerini de dikkate aldık. Baktık, elle temizlendikten sonra, yıkamadan önce ellerinde dışkıya ait mikroplar bol miktarda var. Eller yalnız su ile ama ovuşturarak üç dakika yıkandığında, hastalık yapmayacak kadar az mikrop kalıyor ellerde.
“Peki sabunla yıkayınca...“ “Sabun kullanılırsa, eller biraz daha temizleniyor, ama yine mikroplar tamamen yok edilemiyor. Ancak, dediğim gibi bu mikroplar hastalık yapacak kadar değiller. Bu kalan mikroplar da ellerdeki biraz önce bahsettiğimiz flora bakterileri tarafından temizleniyor. “Üç dakika su altında yıkanılması gerekir, dediniz; bu biraz uzun değil mi?“ “Öyle ama, en idealini üç dakika olarak tesbit ettik. Yoksa bir buçuk, üç, beş dakikalarla da denemeler yaptırdık, ancak, sıhhatlisini üç dakikada bulduk. Bizim görevimiz faydalı ve zararlı olan yanları açıklamaktır, bunu herkes bilsin.
“Diğer temizleme maddelerinin üzerinde de araştırmanız oldu mu?“ Tabii, piyasada temizlik için kullanılan bütün maddeleri tesbit ettik. Bizim en çok kullandığımız alkol var ki, bunun da yan tesirleri oluyor. Meselâ, eldeki yağ tabakasını eritiyor, yine elin korumasını yapan flora bakterilerini yok ediyor, bu da tabii mikroplara zemin teşkil ediyor. Yine alkolü el temizliğinde kullanırken bunun devamlı olması gerekiyor. Ancak devamlı kullanımda da egzama tipinde elde yaralar oluşuyor. Alkolden sonra zefiran, savlon, lizol dediğimiz maddeleri denedik ve ilginçtir, bazılarının mikropları uzaklaştırmak yerine mikrop ürettiklerini gördük...
Şu anda biz ameliyathanelerde temizlik aracı olarak “hipiserup“ diye bir maddeyi alkol yerine kullanmaya başladık. Sabunlarla yaptığımız tesbiti de söylemem gerekir ki, mikrop bulaşmasında bunların nasıl bir rolü oluyor diye araştırdığımızda, sabunların kendini temizleme özelliği ve mikrobun bir başkasına sabun aracılığı ile bulaşmanın olmadığı tesbit edildi. Sabunlar arasında da sıvı sabunların daha başarılı olduğunu farkettik. Mikropları uzaklaştırma bakımından sıvı sabunların terkibine eğer hepseklorefen, kloran gibi maddeler konmuş ise sıvı sabunlar daha başarılı oluyor temizlemede. Bizim ameliyat öncesinde temizlemek için kullanmaya başladığımız hipiscrupta da bu maddeler var.
Ancak, bir insan su ve sabunla temizlendiğinde hastalıklara karşı korunmuş olacaktır... Biz temizleyici olarak hep suya yükleniyoruz, ancak suyun da temiz
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 973 -
olması lâzım; suyun kendisi bulaştırma aracı ise, bu ayrı mesele...
“Tuvaletlerin yapısı da mikrop bulaşmasında önemli olmuyor mu?“ Alafranga tuvalet dediğimiz klozet tipi oturaklı tuvaletlerden çok hastalık bulaşıyor. Bilhassa insanların genital bölgesi dediğimiz yani edep bölgesi ile ilgili hastalıklar, mantar hastalıkları, parazitler, varsa yaralar onların mikrobu o oturağa bulaşıyor, sonra da oraya oturanlara geçiyor. Bunu Batılılar da gördü. Meselâ Hutchinson isminde bir bilim adamı, basilli dizanterinin etkenini oturakta üretmiş. Yine Nevton adlı bir başka bilim adamı da, tifo bakterilerinin 11 gün klozetlerde kaldığını tesbit etmiş. Şimdi Avrupa ev ve otellerinde alafranga tuvaletlerinden kaçmaya başladılar. Bizde hayrettir alafranga sokulmaya çalışılıyor. Çok özel durumlar için portatifleri var ama bir kişiye mahsus. Biz “umuma açık olan yerler için zararlıdır“ diyoruz. Bir de fışkırtma su ile makat civarını temizleme şeklinin mahzurları var. Yaptığımız araştırmada bu şekilde temizlemenin olmadığını tesbit ettik. En sıhhatli temizlik ise önce kâğıt, sonra su ile temizlenilmesi. Zaten hadis-i şerifte de taş artı su ile temizliği makbul olarak tutuyor Peygamberimiz.
Biz burada taşı denemedik. Arabistan'daki taşın özelliği vardır. Sıcak taşın hem radyasyon, hem ısı, hem mekanik etkisi var. Dolayısıyla taşla temizlik, sadece taşı sürmekle değil. Bez ile kurulanmayı da ben tasvip etmiyorum. Çünkü bez ince liflerden meydana geliyor ve artıklar örgülerin arasında kalabilir ve onları temizlemek zordur. En iyisi tuvalet kâğıdıdır. Tuvalet kâğıdının üzerine yazı yazılamadığı için, fıkhî bakımdan da câizdir. 3969
Bir paragraf öncesinde bahsedilen konuyla ilgili hadis-i şerif şu şekildedir: Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s. Kuba ahalisine: “Allah, temizlik hususunda sizi övmektedir. Bu neden ileri geliyor?“ diye sordular. Onlar: “Biz dediler, istincada taşla suyu birleştiriyoruz: (önce taşla silip arkadan da su ile yıkıyoruz).“ 3970 O zaman için Medine'nin banliyösü durumunda olan Kuba köyü ahalisi hakkında nâzil olmuştu. Âyet meâlen şöyledir: “...Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri sever.“ İşte bu âyet üzerine, yukarıdaki rivâyette görüldüğü üzere, Rasûlullah, “bu övgünün sebebi nedir?“ diye Kubalılara sormuştur. Onlar da, abdest bozunca önce taşla temizlenip arkadan su ile tahâretlendiklerini söylerler.
Bilindiği gibi, Muhammed Hamidullah, Paris'te yaşayan 20. yüzyılın büyük İslâm âlimlerinden biridir. Bu zât ile içlerinde Hristiyan ve farklı inançlara mensup bir grup bilim adamı, İslâm Dini hakkında tartışma için yemekli bir toplantıda bir araya gelirler. Tartışma, yemekten sonra yapılacak olmasına rağmen, katılımcılardan biri, bir sataşma ile Hamidullah'ı ve müslümanları aklı sıra tahkir etmek için şöyle der: “Hz. Muhammed, yemeği elleriyle yediği için Müslümanlar da bunu sünnet kabul ederler, değil mi? Bu medeniyet çağında bu anlayışın yeri olabilir mi?“ Hamidullah da, bunun üzerine der ki: “İsterseniz, tartışmayı bu konu üzerinde başlatalım. İlmî temellerle ve laboratuar deneyleriyle bu konuyu değerlendirelim!“ Hep birlikte sevinerek bu teklifi kabul ederler. Hamidullah, yemeğe oturmadan ellerini sünnet üzere yıkamıştır. Sofrada da temiz kabul
3969] Mehmet Ali Eren'in Prof. Dr. Yaşar Bağdatlı ile Zaman Gazetesinde yayınlanan röportajından, Merak Ettiklerimiz, s. 365-369
3970] Tevbe sûresinin 108. âyeti; Rezîn tahrîc etmiştir. İbn Kesir, c. 3, s. 456; İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. 10/385
- 974 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilen kaşıklar vardır. Elini göstererek; “Beyler! der, Allah'ın yarattığı bu sağ kaşık, benim dışımda hiç kimsenin ağzına girmedi. Vücuttan çıkan doğal pisliklere de hiç değmez; her namaz öncesi olduğu gibi, her yemek öncesi ve sonrası sünnet usûlüyle yıkanır. Sizin kaşıklarınız ise, kimlerin ağzına girmedi ki... Yıkanması ve kurulanması bir Müslümanın eli gibi hijyen kurallarına uygun değildir. Metal olduğu için üzerinde çok sayıda mikrop barındırır, benim elimin derisinde olduğu gibi koruyucu ve hastalık yapan mikroplara karşı savaşçı flora maddesi de taşımaz. Masadaki kaşıkları ve benim sağ elimi tahlil ettirelim, hangisinde zararlı ve hastalık saçan mikroplar ne kadar çıkacak? Elimdeki mikroplar daha çok çıkarsa tartışmayı siz kazanmış olacaksınız“ der. İncelettirirler, netice İslâm'ın, sünnetin ve dolayısıyla Hamidullah'ın kesin zaferiyle sonuçlanır; Hamidullah'ın eli, en temiz kaşıktaki mikroplarla mukayese götürmeyecek oranda çok az ve zararsız mikroba sahiptir.
Dört Yüz Yıl Avrupa Pislik İçinde Yüzdü
Rönesans'la birlikte Avrupa'da her şeyin iyiye gittiği düşüncesi yaygın bir kanaattir. Aslında her konuda durum böyle değildir. Nitekim Batılılar, 15. Yüzyıldan itibaren, geçmiş asırlara göre daha pis ve pasaklı olmuşlar, bu hal onlarda 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.
Avrupa'nın 400 Yıllık Pislik Dönemi: Yaklaşık 400 yıl süren Avrupa'nın bu pislik dönemi meşhurdur. Bu dönemde halka açık banyolar kapatıldığı gibi, evlerde temizliğe ayrılan bölümler de başka işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Yıkanma bütünüyle unutulup gitmiş, yemekten önce el yıkama âdeti bile ortadan kalkmıştır. Yıkanma unutuldukça pislik artmış, pislik arttıkça da kötü kokular çoğalmış; bütün bunlara çare olarak da, Avrupalı, yıkanıp temizlenmeyi düşünme yerine, güzel kokular ve parfüm imali yoluna gitmiştir.
Pislik zamanla öylesine fecî bir hal almıştı ki, büyük ölçüde çocuk ölümleri oluyor; sık sık çıkan salgınlar binlerce insanı birden imhâ ediyordu. Meselâ 1501 yılında Fransa'nın Bordeux şehrinde çıkan bir kolera salgınında 17 000 kişi ölmüştü. Ve bu rakam, şehrin nüfusunun yarıdan fazlasını teşkil ediyordu. 17. yüzyılda Paris gibi büyük şehirlerde su, son derece az bulunur bir nesne olmuştu. Şehrin nüfusu gittikçe artıyor, fakat kullanılan su miktarı çoğalmıyordu. Bütün şehirde 40 çeşme, bir o kadar da kuyu vardı. Kullanımı zarûrî olan su, sokaklardaki sakalardan sağlanır veya çeşmelerde uzayan kuyruğa girilerek temin edilirdi.
Halk temizlik anlayışından öylesine uzaklaşmıştı ki, evler bir yana, sarayların bile tuvaleti yoktu. Halkın toplu olarak bulunduğu tiyatrolarda dahi, tuvalet mevcut değildi. Herkes ihtiyacını kapı arkalarına, merdiven diplerine giderirdi. Mark Kemmerich'in “Tarihteki Garip Vak'alar“ isimli kitabında, bu konuda şunlar anlatılır:
“Paris'te On Dördüncü Louis zamanında hiç kimse sokakta giderken tepesine pis bir şey dökülmeyeceğinden emin olamazdı. Ancak geniş caddeler biraz emniyette idi. Her an bir pencere açılarak sür’atle söylenen bir “Gare L’eau“ seslenişinden sonra bir lâzımlık veya leğen muhteviyâtı aktarılırdı. Şehrin hiçbir sokağında bundan ve korkunç bir kokudan kurtulma mümkün değildi. Umumî helâlar olmadığı için sokak köşeleri, sarayların ve kiliselerin civarı, bu hizmetleri görürdü. Aynı şeylere bugün Napoli’de de tesadüf edilmektedir. Paris’te Palais
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 975 -
de Justice’de ve hatta Louvre’da bu nevi kirletmelere rastlanırdı.
Bu sarayın avlusunda, salonlarında, kapı arkalarında güpegündüz bu çeşit doğal ihtiyaçlar görülür ve kimse bir şey demezdi. Yalnız Üçüncü Henri biraz titizlenmiş ve 1587 senesi Ağustosunda bir tebliğ ile her sabah kendisi kalkmadan önce, bahçedeki ve salonlardaki bütün pisliklerin temizlenmesini emretmişti. Buna rağmen, İspanya ve Fransa kral sarayları, hatta 14. Louis devrinde şiddetli ve fena bir koku yayar ve bunu ıtriyat/parfüm kokuları bile bastıramazdı. Bunun için 17. asırda birisi lâzımlığı keşfetmiş, bu buluş, saraylara kabul edilerek kokunun biraz önü alınmıştır.“
Aynı eserde pencerelerden sokağa lâzımlık dökme âdetinin ancak 1780 tarihinde yasaklanabildiğinden; İngiltere’de helânın 17. asırda icad edildiğinden ve İsveç sarayında ise 20. yüzyılın başlarında henüz helâ mevcut olmadığı için herkesin, hatta misafir krallarla prenslerin bile koridorlardaki paravanların arkasına gidip def-i hâcet ederlerken paravanın alt tarafından ayaklarının göründüğünden bahsedilmektedir.
Müslümanlarda Temizlik
Avrupa, böylesine pislik içinde yüzerken müslümanlarda durum ne idir? Aynı dönemlerde Müslümanların ülkelerinde; Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde tuvalet kültürü, su ile temizlenme ve her evin bahçesinde veya holünde tuvaletler vardı. İslâm medeniyeti, aynı zamanda su medeniyetidir, temizliği ve suyu öne çıkaran bir uygarlıktır. Selçuklu devrinde Konya, Kayseri gibi önemli şehirlerde halk için yapılmış tertemiz hamamlar vardı. Müslüman Türkler, Malazgirt zaferinden sonra Anadolu’yu ele geçirdiklerinde, Bizans’tan kalma hamamları bazı değişikliklerle kullanmaya devam ettiler, bunlara yenilerini eklediler. Özellikle şifâlı su kaynaklarına büyük önem verdiler. Ilıca ve kaplıcalar yaptılar. Bunları sağlık amacıyla kullanmaya başladılar.
Selçuklular gibi, Osmanlılar da temizliğe çok önem vermişlerdir. Sultan I. Murad, 14. yüzyılın ikinci yarısında, başkent Bursa’da çeşitli hamamlar yaptırdı. Asıl büyük hamamlar, Sultan Fâtih zamanında yapılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra Ağa Hamamı, Ebû Vefâ Hamamı, Çukur Hamam gibi meşhur hamamlar inşâ edilmiştir. Bu dönemde, Bursa sular şehri haline gelmiş, evlerde bile kaplıca suları akıtılmıştır. 15. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ülkesinde her eve su sağlanmışken, Avrupa dizboyu pisliğe gömülmüş haldeydi.
Fatih, hamamların yanısıra İstanbul’da 200 çeşme yaptırdı. II. Beyazıt 70 çeşme daha ilâve etti. Kanuni, 700 çeşme ile İstanbul’u suya kandırdı. İstanbul’da 17. yüzyıl ortalarında 302 hamam faâliyette idi. Bunun dışında saray, konak ve evlerdeki hamam sayısı 15.000’e ulaşıyordu.
Batılı Gezginlerin İtirafı
16. yüzyıldan itibaren Avrupalıların doğuya, müslümanların ülkelerine geliş-gidişleri artmıştı. Bunlardan eli kalem tutanlar, Osmanlı ülkesinde gördükleri güzellikleri, özellikle hârikulâde temizliği, neşrettikleri hâtıralarında anlata anlata bitirememektedirler.
Osmanlı ülkesine gelen Pierre Belon 1553’te müslümanlar hakkında bir kitap yayınlamış, bu eserinde temizlik için ayrı bahis açmıştı. Hamamlarla birlikte
- 976 -
KUR’AN KAVRAMLARI
genel temizlik kurallarını ele alan Belon, bebeklerin temizliğine ne kadar dikkat edildiğini, altlarının ne büyük bir itinayla temizlendiğini de özene bezene yazmaktaydı. Yabancı gezginlerin ilgi çekicilerinden biri de Paolo Giovio adlı İtalyandır. İstanbul’da uzun süre kalmış ve incelemelerde bulunmuş olan yazar, normal temizlik kurallarından başka, askerin temizliğini de anlata anlata bitiremez: “İslâm askeri sıhhatli ve temizdir. Avrupa ülkelerinde askerlerin bulunduğu yerlerde kokudan geçilmezken, müslüman askerler tam aksine pırıl pırıl... Avrupa’dakilerin pisliğini, kokusunu bir yana bırakın. Sebep oldukları hastalıklar da cabası. Burada ise askerlerin yüzünden sanki sağlık akıyor...“
Kanuni devrinde İstanbul’a gelmiş olan bir İspanyol gezgininin yazdıkları, Avrupa’nın o asırdaki durumunu açıkça dile getirmektedir: “Müslümanlar, biz Hristiyanların pis olduğunu ileri sürüyor. Hâlbuki yıkanmak zararlıdır. İspanya’da hayatı boyunca iki defa yıkanmış erkek veya kadın yoktur. Yıkanmanın pek çok kişiye zararı dokunduğu görülmüştür. Hele biz Hristiyanlar, alışık olmadığımız için bize iyi gelmez.“
Buradaki birinci yıkanış, vaftiz yıkanışı, yani vaftiz suyunun dökülmesidir. Avrupalıların bundan sonra “kutsal su“dan mahrum olmamak için, yeniden yıkanmayı akıllarından bile geçirmedikleri anlaşılıyor. Yıkanmanın zararlı olduğunu yazan sadece bu yazar değildir. Meselâ, 17. yüzyılda Osmanlı ülkesine gelmiş olan bir başka yazar Grelot, bu konuda 1680’de yayınladığı kitabında şunları yazıyor: “Müslümanlar, yıkanmada mübâlağaya kaçarlar; bu kadar sık yıkanmasalar, muhakkak ki daha az hasta olurlar(!) Hemen her gün yıkandıkları için de beyinleri sulanmaktadır(!) Ne var ki Müslümanların umûmî helâları da çok temizdir. Bizdeki gibi mâbetlerin civarına ve duvarlarının dibine küçük ya da büyük abdest bozanlarını hiç görmedim... Müslümanların kendi yemek takımları ayrı, kedilere ve köpeklere yiyecek verdikleri kaplar ayrıdır. Köpekler, bizdeki gibi, insanın tabağında arta kalanını tabaktan yemez. Müslümanlar bu âdetimize çok sinirleniyor. Hatta sırf bu yüzden bize köpek diyenleri bile işittim.“
1665’te İstanbul’a gelen Jean da Thevenot şöyle yazar: “Fransızcadaki ‘Türk gibi kuvvetli’ meseli boşuna söylenmemiştir. Çünkü Müslüman Türklerin çoğunluğu sıhhatli ve kuvvetlidir. Temizlik ve sağlık için Müslümanlar sık sık hamama gider. Şehirlerinde çok güzel hamamlar olduğu gibi, hiç değilse bir hamamı olmayan köy de yoktur. Türkler çok yaşarlar, az hasta olurlar. Bizdeki böbrek rahatsızlıklarını, daha başka birçok hastalığı bilmezler. Bunun başlıca sebebi sık sık banyo yapmaları, hamama gitmeleri ve az yiyip içmeleridir.“
Dr. A. Brager’in, 1836’da basılan “Neu Annees a Constantinople“ adlı eserinde de şunlar kayıtlıdır: “Müslüman Türkler’de yıkanma işi hayrete değer. Paris’te ancak yarım yüzyıldan beri birkaç banyo var. Londra, Berlin, Viyana gibi şehirlerde ise o da yok. Gerçi elli yıldır Avrupa’da temizliğe önem verilmektedir. Fakat Müslüman Türklerin yüzlerce yıldan bu yana, temizlik konusunda vardıkları yere ulaşmaktan henüz uzağız. Bugün bir Avrupalı, en fakir bir Türk köylüsü kadar temizlik kurallarına uymaz. 12. yüzyılın ortalarına kadar Paris’in ne derece pis bir şehir olduğunu herkes bilir. O zamandan beri, bu konuda ilerlemekle övünürüz ama Müslüman Türklerin bugünkü temizlik seviyesine gelmemiz için daha en az elli yıla ihtiyacımız vardır.“
Günümüzde Bizde ve Batıda Temizlik: Batının o meşhur pislik dönemleri
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 977 -
artık çok gerilerde kaldı. Şehirleri, caddeleri, her tarafı pırıl pırıl, tertemiz. Görünüşteki bu imrenilecek temizliğin yanısıra, yine de Avrupalının, Müslümanın temizlik anlayışından uzak yönleri, tiksinilecek halleri vardır.
Özellikle Avrupalıların akmayan suda yıkanma âdetleri vardır ki, bu tarz temizlik, her devirde bize ters gelmiştir. Avrupalılar, Amerikalılar banyo küvetini doldurup içine girerler. Lavaboyu kapatıp içine doldurduğu su ile elini yüzünü yıkar. Bizim anlayışımızda bu, tek kelime ile pisliktir.
Bu konuda Hacettepe Hastanesi eski Âcil Servis şeflerinden Op. Dr. Timuç in Altuğ’un şu tesbitlleri de mânidardır: “Batılıların elbiseleri ve görünüşleri belki bizi aldatabilir ama, onların içyüzleri korkunç denecek kadar kirlidir. Bunu Avrupa’da 5,5 sene Hristiyanlar arasında yaşamış bir Türk hekimi olaraka söylüyorum. Avrupadaki Türk işçisi, ameliyata gelirken mutlaka iyice yıkanır. Gusül abdesti alır. Tertemiz çamaşırlarını giyer, ameliyat sonu ne olur ne olmaz diye pırıl pırıl ameliyat masasına çıkardı. Alman hastalar ise, Hıristayan dininden oldukları için, Türk usûlü yıkanmadan, gusül abdesti almadan, etek tıraşından ve tahâretten habersiz, bütün pislikleri ile ameliyat masasına çıkarlardı. Bazen bir Türk hastası geldiğinde, yanımdaki Alman hemşirelere göğsüm kabararak işçimizin temizliğini gösterirdim. Biraz sonra ameliyathaneye giren bir Alman’ın abdestten, tahâretten nasibini almadığı için iğrenç durumunu işaret ederdim. Hayatında Türk usûlü yıkanmamış, eteğini tıraş etmemiş, gusül abdesti veya namaz abdesti almamış, tırnaklarını kesmemiş, sünnet olmamış ve tuvaletten çıkarken kâğıtla silinen, tahâretten nasibini almayan bir Hristiyanla, İslâm dininin bütün kaidelerine harfiyyen riâyet ederek tertemiz olan bir Türk işçisinin bir olmayacağı, gün gibi âşikârdır.“ 3971
Temizliğin Zıddı; Necâset ve Necis
Necâset/Necis:
Şeriate göre murdar ve pis olan şeylere ‘necâset’ denir. Bunun kökü ‘necis’ kelimesidir ki, pis olan, temiz olmayan şey demektir. Necis kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi, hislerle (duygularla) anlaşılan, ikincisi de gözle görülebilen, maddî olan necâset/pislik.
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de müşrikler için ‘necis’ kelimesini kullanıyor: “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir (neces)...“ 3972 Bu âyette “pis (necis)“ tâbiri değil de; “pislik (neces)“ kavramı kullanılmıştır. Bu, hayli önemlidir. Pis bir şeyin temizlenmesi, çok zor değildir; ama pislik öyle değildir ve ilişkide olduğu başkalarına da kolaylıkla pisliği bulaşabilir. Şirk, mânevî bir pisliktir. Bu pisliği/necâseti gönlünde taşıyan, murdar sayılmaktadır. Bu hüküm, elbette onların insan olmaları yönünden değildir. Allah (c.c.) bütün insanları temiz ve en güzel şekilde yaratmıştır. Hiç kimse doğuştan necis değildir. Ancak, müşrikler, şirk gibi çirkin ve pis bir yola girmişlerdir. Girmekle kalmamaktalar, şirklerini savunmaktalar, bu inançları uğruna İslâm'la savaşmaya kalkışmaktalar.
Müşrikler ayrıca müslümanlar gibi istincâ yapmazlar (tahâretlenmezler), abdest almazlar, gusül bilmezler, İslâm'ın necâset dediği pisliklerden sakınmazlar.
3971] Mehmet Dikmen, a.g.e. s. 202-208
3972] 9/Tevbe, 28
- 978 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yaşadıkları yerler dışarıdan temiz görünse bile hükmen temiz sayılmaz. Müşrikler, ancak İslâm'a iman ederek ve imanın gereği olan tahâreti (temizliği) yaparak temiz olabilirler. O yüzden İslâm'ı kabul eden birisi, tevhid inancını söyleyerek mânevî kirlerden arındığı gibi, ikinci iş olarak gusül abdesti alarak maddî temizlikle de yükümlü tutulur.
Fıkıhta Necâset: Necâset, tahâretsizliğin (temiz olmayışın) adıdır. Fıkıh dilinde iki türlü necâset vardır: 1- Hakikî (gerçek) necâset; bunlar maddî pisliklerdir. 2- Hükmen necâset sayılan mânevî pislik (hades) ise, abdestsizlik veya cünüplük durumudur.
Gerçek necâset; ağır-hafif, katı-sıvı, görülen-görülmeyen diye üç gruba ayrılır. Necâseti temizlemek, ibâdet yapmaya başlamadan önce temizlenmek, cünüplüğü gidermek için yıkanmak İslâm'ın emridir. Ağır necâsetlerden bazıları şunlardır: insandan çıkan dışkı, sidik, kan, irin, meni, cinsel organdan gelen her çeşit sıvı, kusuntu, bedenden kesilen parçalar, kadınların aybaşı ve lohusalık kanları, eti yenmeyen hayvanların sidikleri, salyaları, bütün hayvanların kanları, kuşların dışındakilerin dışkıları, kümes hayvanlarının dışkıları, kesilmeden ölen hayvanın eti ve derisi, domuz eti, kılı ve derisi, içki gibi şeyler.
Hafif necâsetlere örnek: Yük hayvanlarının sidikleri, eti yenen hayvanların dışkıları ve idrarları, pençesiyle avlanan kuşların dışkıları (tersleri), hayvanların ödleri. Ölü hayvan eti, dışkı, pis deri gibi necâsetler katı; kan, irin, içki gibi necâsetler ise sıvıdır. Bazı necâsetler gözle açıkça görülür, ama sidik, içki kuruduktan sonra görülmeyebilir.
Dinimize göre necis olan şeyleri temizlemek gerekir. Necis sayılan bazı şeyleri yemek, içmek veya kullanmak helâl değildir. Bazılarını ise kullanmak câizdir. Meselâ; kan, domuz eti, domuz derisi kullanılmaz, içki içilmez. Kümes hayvanlarının dışkısı pistir, ama tarlada gübre olarak kullanmak caizdir. Necâsetler; su ile yıkamak, silmek, ateşe sokmak, kazımak, ovmak, yapı değişikliği (suların temizlenmesi gibi), boğazlama veya tabaklamak yollarından biriyle giderilir. (Bunların ayrıntılı açıklaması fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.)
Mü’minler, necis şeylerden uzak dururlar. Elbiselerini, bedenlerini, namaz kılacakları yerleri, evlerini, eşyalarını, çevrelerini... necâsetten temizlerler. Bilirler ki Allah, temiz kullarını sever.3973 Mü’minler, en önemli ibâdet olan namaza kalktıkları zaman tertemiz olurlar. Bedenlerini, elbiselerini temizlerler, namaz kılacakları yeri ‘mescid, secde yeri’ haline getirirler. En güzel bir temizlik olan abdest ibâdetini yerine getirirler. Abdest, namaz için önemli bir hazırlıktır. Kişi, en yüce makam olan Allah’ın huzuruna çıkacaktır. O’na kulluğunu, ibâdetini, zelil oluşunu, duâsını ve yakarışını sunacaktır. Namaz kılma, bu Yüce Huzura çıkış; namaz kılma yeri, bu Yüce Makamın dünyadaki sembolik yeridir. Âciz kul ile Aziz olan Yüce Allah’ın sembolik buluşması olan bu kulluk hazırlıksız, rastgele olmaz.
Abdest alırken yıkanan organlar, mânevî necâsetten de temizlenmiş sayılır. Yani mü’min, abdest organlarını yıkarken onları mânevî pislik sayılan günah, hata ve özellikle şirke bulaştırmayacağına söz verir. Bir taraftan da geçmişte yaptıklarını bu yıkayış/temizleyiş ile mânen temizlemeye çalışır, arınır.
3973] 2/Bakara, 222
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 979 -
Mü’min, insan olması dolayısıyla cünüplük (meninin gelmesi durumu) halde olabilir. Bu duruma düştüğü zaman bilir ki, bu durum, gerçek bir pislik değildir; Allah’ın emrettiği gibi yıkanır, temizlenir, cünüp iken yapamadığı ibâdetleri yapmaya koşar.
Mü’min, Kur’an’ın necis dediği3974 müşriklikten, müşriklere benzemekten, onların ahlâkını almaktan şiddetle kaçınır. Şeytanın pis işleri sayılan3975 içki, kumar, puta tapma hatalarına düşmez. Kalbini her türlü kirletici düşünce ve niyetlerden arındırır. Necâset sayılan şeylerden kendini korur. Necâsetten ve necis yerlerden uzak durur. 3976
Necâset: Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey. Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır. Necis, şer'an pis olan şeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanılır. Hakikî necise “habes“, hükmî olanına ise “hades“ denir. Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır.
Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır. Hakikî necâset üçe ayrılır: Ağır ve hafif; katı ve sıvı; görülen ve görülmeyen pislik.
Ağır Pislik – Hafif Pislik: Buna galîza veya muğallaza pislik de denir. Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pislikten, katı ise yaklaşık 3 gr. kadarı; sıvı ise avuç içinden fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur. Bunların necisliği kesin delille sabittir. Kan, sidik, dışkı... gibi. “Elbiseni de temiz tut.“3977 âyeti uyarınca bunları temizlemek farzdır.
Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir. Bunların bulaştığı elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarı namaza engel olmaz. Eti yenenin sidiği ve yenmeyen kuşun pisliği... gibi.
Ağır olan necâsetler şunlardır:
1. İnsandan çıkan veya ondan kopup ayrılan şeylerden kan, sidik, dışkı, menî; küçük su döktükten veya ağır bir şey kaldırdıktan sonra cinsel organdan gelebilen beyaz renkli “vediy“ denilen sıvı; sevişme veya karşı cinsi düşünme sırasında yine cinsel organdan gelebilen beyaz renkti yapışkan “meziy“ denilen sıvı; ağız dolusu kusuntu; bedenden kesilip ayrılan et, deri parçası ve kadınlardan gelen âdet veya lohusalık kanı ağır pislik çeşidine girer.
2. Eti yenmeyen hayvanların sidikleri, ağızlarının salyaları, kuşların dışındakilerin dışkıları ve bütün hayvanların akan kanları.
3. Eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeklerin dışkıları.
4. Boğazlanmadan kendi kendine ölen hayvanın eti ve tabaklanmamış derisi
3974] 9/Tevbe, 28
3975] 5/Mâide, 90
3976] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 489-491
3977] 74/Müddessir, 4
- 980 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pistir. Mâlikîlere göre murdar ölmüş hayvanın eti gibi derisi, kemiği ve sinirleri de temiz değildir. Kıl, yün ve tüyleri ise temizdir. Şâfiîlere göre, ölü hayvanın kıl, tüy, yün ve tırnakları dâhil bütün cüzleri temiz sayılmaz.
5. Domuz eti! Usûlüne göre kesilse de necistir. Eti, kılı, kemikleri, tabaklansa bile derisi necistir. 3978
6. İçki: Cenab-ı Hakkın; İçki, kumar, dikili taşlar, şans okları Şeytan işi birer pisliktir.“ 3979 âyeti uyarınca çoğunluk fakihlere göre necistir. Bu yüzden elbise veya bedene şarap dökülürse yıkanmadıkça namaz kılınmaz. Tercih edilen görüşe göre, diğer sarhoşluk veren içkiler de şarap hükmündedir. Şâfiîlere göre de bütün sarhoşluk veren içki çeşitleri az olsun çok olsun temiz değildir.
Hafif sayılan ve temiz olmayan şeyler şunlardır:
1. At, katır ve eşeklerin sidikleri ile eti yenen koyun, keçi, geyik ve karaca gibi evcil ya da yabanî hayvanların sidikleri ve bunların tersleri, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre hafif pisliktir. Fetvaya esas olan bu görüştür. Ebû Hanîfe'ye göre ise bunlar ağır pislik çeşidine girer.
2. Etleri yenmeyen hayvanlardan, doğan, atmaca, şahin, çaylak, kartal gibi havada terleyen hayvanların dışkıları.
3. Her hayvanın öd kesesi, bu hayvanın dışkısı hükmündedir.
Hafif pisliğin namazda bağışlanan miktarı, bulaştığı yer elbise ise, elbisenin tamamının dörtte biri; kol ve ayak gibi bedenin bir organı ise bulaştığı organın dörtte biridir. Bununla, kaçınılması güç olan, mesleği ve içinde bulunduğu kültür ortamı bakımından temizliğe tam dikkat edemeyen veya hayvancılıkla uğraşanların farkında olmadan karşılaştığı hafif pislikler için kolaylık getirilmiştir. 3980
Katı ve Sıvı Pislikler: Katı pislik ölü hayvan eti ve dışkı; sıvı ise akan kan, meziy ve vediy gibi pisliklerdir.
Görülen ve Görülmeyen Pislikler: Görülen; dışkı ve kan gibi gözle görülen ve aynî varlığı olan pisliklerdir. Bir defa da olsa kendisinin yok edilmesi ile temizlenmiş olur.
Görülmeyen pislik ise sidik gibi kuruduktan sonra varlığı gözle görülemeyen pisliktir. Temizlenmesi yıkayanın temizlendiğine kanaat getirinceye kadar yıkaması ile olur. Vesveseli kimse için yıkama sayısı üçtür. Zahiru'r-rivayeye göre her defasında sıkmak da gerekir. Çünkü pisliği çıkaracak olan sıkmadır.
Temizleme Şekil ve Yolları: Temiz olmayan şeyler: temizlemek için özelliklerine göre çeşitli yollar vardır:
1. Su ile yıkamak: Su, hem pisliği temizleme ve hem de abdest ve gusülde kullanılma bakımından asıl temizleyicidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
3978] 16/Nahl, 15
3979] 5/Mâide, 90
3980] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I,135 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 55; İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, I, 73; eş-Şîrâzi, el-Mühezzeb, I, 46; İbn Kudâme, el-Muğnî; I, .52; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 115 vd
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 981 -
(el-“Sizi temizlemek için Allah gökten su indiriyor.“ 3981; “Biz gökten temizleyici su indirdik.“ 3982 Temizlik için kullanılacak su, yağmur, kar, nehir, göl, deniz, kuyu, pınar ve sel sularının toplandığı gölet suları olabilir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Su, temizdir. Onu tadı, rengi veya kokusu değişmedikçe dışarıdan bir şey kirletmez.“3983 Yine Allah elçisi, Esmâ binti Ebî Bekir'e elbisesini hayızdan nasıl temizleyeceği konusunda; “Ovalar sonra da su ile çitiler“ buyurmuştur. 3984
Hanefilerde tercih edilen görüşe göre hakikî pislikler gül suyu, sirke, meyve ve bitki suyu gibi normal su dışındaki sıvılarla da temizlenebilir. Hanefîler su dışındaki temizleyici sayısını yirmibire kadar çıkarmışlardır. Diğer mezhepler bunların bazılarında Hanefilerden farklı görüşe sahiptirler. Ancak su dışındaki sıvılarla abdest alınmaz, gusül yapılmaz. Bu konuda görüş birliği vardır. 3985
Su ile temizlemenin şekli:
1. Necâset, sidik, köpek salyasının eseri gibi görünmeyen nitelikte ise, temizlendiğine kanaat getirinceye kadar yıkanır. Bu da üç defadır. Delil şu hadislerdir: “Sizden birinizin kabına köpek ağzını soksa, onu üç defa yıkasın.“ Başka bazı rivâyetlerde “yedi defa yıkasın“ ifadesi vardır.3986 “Sizden biriniz uykusundan uyandığında, kaba sokmadan önce elini üç defa yıkasın.“3987 Köpeklerin ağzını sokmasından dolayı yedi defa yıkama emri İslâm'ın ilk dönemlerinde zorunlu olmadıkça evde köpek beslemeyi sınırlamak amacına yönelik idi.
Necâset, kan ve dışkı gibi gözle görülen çeşitten ise, bunların temizliği bir defa da olsa pisliğin kendisini gidermekle olur. Ancak, yıkanmasına rağmen renk ve koku gibi giderilmesi güç bir eseri kalırsa, bu zarar vermez. Tercih edilen görüşe göre su saf bir hal alıncaya kadar yıkanır. Nitekim Havle binti Yesâr dedi ki: “Ey Allah'ın Rasûlü! Benim bir tek elbisem var ve onda hayız oluyorum.“ Hz. Peygamber buyurdu ki: “Temizlendiğin zaman kan bulunan yeri yıka ve onunla namaz kıl.“ Havle dedi ki: “Yâ Rasûlallah! İzi kalırsa?“ Buyurdu ki: “Su sana yeter, kanın eseri ise zarar vermez.“ 3988
İçine sabun, toprak, deterjan gibi maddeler karışmış olan sular, karışım aş olduğu takdirde temizleyicidir. Abdest ve gusülde kullanılan sular temizdir, fakat temizleyici değildir. Bunlara “müsta'mel (kullanılmış) sular“ denir. Bunlarla pislik temizlenebilir, fakat abdest, ya da gusül abdesti alınamaz. Ancak içine pislik karışan veya kendisiyle pislik yıkanan kullanılmış sular temiz olmaktan çıkar.
2. Silmek yolu ile temizleme: Bıçak, cam, cilâlı tahta, mermer, fayans gibi pisliği içine emmeyen şeylere bir pislik bulaşınca, yaş bir bez, sünger veya toprak, ya da deterjanlı ıslak bezle pisliğin izi kalmadığına galip zan meydana gelecek şekilde silinirse temizlenmiş olur. Meselâ; kurban kesilen bıçak temiz bir bezle veya toprakla iyice silinince temiz olur ve böyle bir bıçak üzerinde iken kılınacak
3981] 7/A'râf, 11
3982] 25/Furkân, 48
3983] Buhârî, Vüdû', 67
3984] Buhârî, Vüdû', 63; Müslim, Tahâre, 110; Ahmed bin Hanbel, VI/134, 346
3985] el-Kâsânî, a.g.e., I, 83-87; İbnül-Hümâm, a.g.e., I, 133-138; İbn Âbidin, a.g.e., I, 284 vd.; ez-Zeylaî, Tebyînül-Hakâik, I, 60 vd.; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 24 vd.
3986] Buhârî, Vüdû', 33; Müslim, Tahâre, 89, 91, 92, 93; Ahmed b. Hanbel, II, 314, 427
3987] Buhârî, Vüdû', 26; Mâlik, Muvatta', Tahâre, 9; Ahmed b. Hanbel, II, 465
3988] Ahmed bin Hanbel, II/364, 380; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, I/40
- 982 -
KUR’AN KAVRAMLARI
namaz sahih olur. Çünkü Ashab-ı kiram düşmanla savaşıyor, kılıçlarını silerek, bunlar üzerlerinde iken namaz kılıyorlardı.
3. Ateşe sokmak yolu ile temizleme: Ateşe dayanıklı maden parçası üzerindeki kan ve benzeri necis şeyler, madenin ateşe sokulması ile yanar ve yok olur. Nitekim yağlı, paslı, üzerinde necis kan ve et kalıntıları bulunan şiş veya ızgaralar ateşte yakılınca temiz hale gelir.
4. Kazımak, ovmak veya silmek yoluyla temizlemek: Mest ve ayakkabı gibi pisliği emmeyen şeylere hayvan dışkısı gibi görünür bir pislik bulaşsa, bunlar su ile temizleneceği gibi, bıçak gibi bir şeyle kazınarak veya toprak ya da kuma sürterek de temizlenebilir. Ancak mest veya ayakkabıya sidik gibi görünmeyen bir pislik dokunursa, bu yerin yıkanması gerekir. Nitekim elbiseye veya bedene dokunan pisliği kazımak veya toprağa sürtmek de yeterli değildir.
İnsana ait kurumuş meni ovalamakla temizlenebilir. Ancak yaş olan meninin su ile yıkanması gereklidir. Diğer yandan kuru bir meni ovalamakla temizlendikten sonra, bu elbise ile namaz kılınabilirse de, yeri yeniden ıslanırsa, sağlam görüşe göre pislik yeniden döner. Bu yüzden yeniden kurutup ovalamak veya yıkamak gerekli olur.
Hz. Âişe'den (r.a) şöyle dediği nakledilmiştir: “Allah Resulünün elbisesindeki meniyi kuru ise ovalıyor, yaş ise yıkıyordum.“ 3989
Hanefi ve Mâlikîler meniyi necis kabul ederken, Şâfiî ve Hanbelîler insan menisini temiz sayarlar. Bu görüş ayrılığının dayandığı delil; yukarıdaki hadisin farklı yorumu yanında İbn Abbas’dan (r.a) rivâyet edilen şu sözdür: “Üzerinden meniyi ot veya bir parçası ile sil. Çünkü o tükürük ve sümük gibidir.“3990 Soğuk ve yolculuk gibi hallerde bu ikinci görüş müslümanlara kolaylık sağlar.
Meziy ve vediy de necistir. Meziy; cinsel istek veya bunu düşünme anında şehvetsiz olarak çıkan ince beyaz sudur. Mezî yıkanır ve yeniden abdest alınır. Hz. Ali şöyle der: “Mezîsi çok akan bir kimse idim. Allah elçisine sormaya da utandım. Mikdad b. Esved’e (r.a) söyledim, o sordu “Bundan dolayı abdest gerekir“ buyurdu. Müslim'in rivâyetinde; “Cinsel uzvunu yıkar ve abdest alır“ ilâvesi vardır.3991 Vedî ise idrardan sonra veya ağır bir şey kaldırma hâlinde çıkan koyu süt gibi beyaz bir sıvıdır, pistir. Çünkü sidikle birlikte veya ondan sonra çıktığı için sidiğin hükmünü alır.
Donmuş yağ, pekmez ve benzeri şeylerin içine pis bir şey düşse, bu madde çevresiyle birlikte ovulup çıkarılınca temizlenmiş olur. Hz. Peygamber'in eşi Meymune (r.anhâ) şöyle demiştir: “Bir fare yağa düşmüştü, içinde öldü. Hz. Peygamber'e soruldu: “Onu ve çevresini atın, yağı da yiyin“ buyurdu.“ 3992
Eğer necâset sıvı haldeki yemek veya zeytinyağı içine düşmüşse, bunlar bir
3989] Ebû Dâvud, Tahâre 134; Ahmed bin Hanbel, VI/125,132, 213, 239, 263
3990] Dârekutnî bu hadîsi merfû olarak nakletmiştir. ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî, Dimaşk 1405/1985, I, 98
3991] Buhârî, İlm 51, Vüdû' 34, Gusl 13; Müslim, Hayz 17; Ebû Dâvud, Tahâre 82; Nesâî, Tahâre 111, 129, Gusl, 28; Ahmed bin Hanbel, I/80, 82, 87, 107-111
3992] Buhârî, Vüdû' 67, Zebâih 34; Ahmed bin Hanbel ve Nesâî'nin rivâyetinde "donmuş yağa" ilâvesi vardır. as-San'ânî, Sübülü's-Selâm, III, 8; Nesâî, Fer' 10; Ahmed bin Hanbel, VI/329, 330, 335
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 983 -
kap içinde üç defa üzerine su döküp çalkalandıktan sonra alınmakla temizlenmiş olur. Hanefiler dışındaki çoğunluk bu gibi sıvıların artık temizlenemeyeceği görüşündedir. Çok miktardaki yağı veya yemeği bu sebeple telef etmek yerine burada bir kolaylık gösterilmektedir. Ancak günümüzde bu işlemden sonra bir gıda laboratuarında tahlil yaptırarak zararlı unsurun kalıp kalmadığı kontrol ettirilmelidir. Bu, ihtiyat gereğidir.
Katı maddeler, necaseti içine sızdırmadığı sürece su ile temizlenir. Et, tavuk ve buğday gibi pişirilenlerden ise, çiğken yıkanarak temizlenir. Pislendikten sonra, pisliği ile birlikte ateşte kaynatılırsa, içine pislik nüfuz edeceği için artık temizlenemez. Bu yüzden işkembe, bağırsak veya hayvan kellesi temizlenmeden kaynatılırsa artık temizlenme imkânı bulunmaz. Yine, içine temiz olmayan bir şey karışan süt, pekmez ve bal gibi sıvılar temiz su içinde üç defa asıl kendi miktarlarında kalıncaya kadar kaynatılmakla temiz olur. Çünkü bu durumda temiz olmayan şeyin niteliği değişmiş sayılır.
5. Yapı değişikliği yolu ile temizleme: Temiz olmayan bir şeyin niteliği değişirse temiz hale gelir. Meselâ; bir domuz veya eşek bir tuzlaya düşerek tuz kesilse temizlenmiş olur. Yine, geyik kanının misk olması, içkinin kendiliğinden veya bir katkı maddesi ile sirkeleşmesi, tezeğin yanarak kül olması lâğım suyu karışan toprağın kuruyup eserinin kaybolması bunları temiz hale getirir.
6. Boğazlama veya tabaklama yolu ile temizleme: Domuz dışında, başka bir hayvanın usûlüne göre kesilmesi hâlinde derisi temiz olur. Artık böyle bir derinin üstünde namaz kılınabilir. Bu hayvan eti yenen cinsten ise eti de temiz olur. Fakat eti yenmeyen hayvanlardan ise, fetvaya esas olan görüşe göre eti temiz sayılmaz. Bununla birlikte meşrû kesimle eti temiz sayılsa bile yenilmesi caiz olmaz. Bu konuda görüş birliği vardır.
Yine, domuz dışında, murdar ölmüş bir hayvanın derisi tabaklanmakla temiz olur. Hz. Peygamber; “Bir deri tabaklanmakla temiz olur“ buyurmuştur.3993 Allah elçisi Tebük yolculuğunda bazı evlerin yanından geçerken kadınlardan su istedi. Bir kadının; “ölmüş hayvan derisinden yapılmış bir kırbada su var“ deyince, Allah Resulü; “Onu tabaklamamış mıydın?“ diye sordu. “Evet tabaklamıştım“ deyince de; “Tabaklanması temizlenmesidir“ buyurdu. 3994
7. Necis olmuş kuyunun suyunu boşaltma veya gereken kadar su çıkararak kuyuyu temizleme: Küçük bir hayvanın kuyuya düşüp ölmesi hâlinde bütün suyu çıkarmak büyük zorluklara yol açacağı için düşen canlının durumuna göre bütün suyu veya suyun bir bölümünü çıkarma esası benimsenmiştir.
Kuyuya domuz gibi aynı ile necis bir hayvan düşmüşse suyun tümü çıkarılır. Eti yenen bir hayvan düşer, şişmiş ve dağılmış olursa yine tüm su çıkarılır. Ancak şişip dağılmamışsa, zahiru'r-rivâye'de bunlar üç sınıfta incelenir.
a. Fare, serçe veya bu büyüklükte bir hayvan düşüp ölmüşse, yirmi ilâ otuz kova;
b. Kedi, tavuk, güvercin veya bu büyüklükte bir hayvan düşmüş ölmüşse, kırk
3993] Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvud, Libâs 38; Nesâî, Fer' 20, 30, 31; Dârimî, Edâhî 20; Ahmed bin Hanbel, I/219, 227, 237, 270, VI/73
3994] Nesâî, Fer' 4; Ahmed bin Hanbel, IV/254, V/67, VI/329, 336
- 984 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilâ elli kova;
c. İnsan düşüp, üzerinde pislik olduğu biliniyorsa su necis hale gelir; tümünü çıkarmak gerekir.
Ancak günümüzde kuyuyu tam olarak boşaltmak mümkün olmayan durumlarda, kanaat verecek miktar çıkarıldıktan sonra laboratuar tahlili yaptırarak kuyu suyunda zararlı bir maddenin bulunup bulunmadığını belirlemek ihtiyata daha uygundur. 3995
Temizliğin Zıddı Olan Diğer Kavramlar; Hubs, Rics, Hades
Hubs:
Hubs, çirkin, pis, değersiz anlamlarına gelir. Habîs: Tayyibin zıddı olan habîs, hubs ve habâset kökünden olup “değersizlik ve bayağılığı yüzünden hoşa gitmeyen somut veya soyut varlık veya durum“ anlamına gelir. Sözgelimi cinsel suçlarla3996 birlikte, insanın tab'an nefret ettiği kan, leş, domuz eti gibi bizzat murdar olan (somut) şeylerin yanında; hükmen murdar olan (soyut) ribâ, rüşvet vb. kazançlar da bu kapsama dâhildir. Haksız yollarla yenen “yetim malı“nı habîs olarak nitelendiren3997 Kur'an, inançsızlık ifade eden kelimeleri de bu kavramla ifade eder.3998 Livâtadan habâis diye bahseden 21/Enbiyâ sûresinin 74. âyetinde olduğu gibi habîs bazen fâhişe ve fahşâ ile eşanlamlı kullanılır. Tayyib-habîs şeklinde ikili kullanıldığında da haram-helâl3999; iman-küfür 4000; mü'min-kâfir 4001; ahlâklı-ahlâksız 4002; verimli-verimsiz 4003 anlamlarına gelir.
Rics:
Rics, sözlükte, pislik demektir. Rics, ayrıca pis, çirkin ve murdar şeyler, azabı gerektiren iş, ceza, haram, lânet ve küfür gibi anlamlara da gelmektedir. Rics, kalbi bir kir tabakası gibi örten pisliklerin yanısıra, kendisi bizzat kir ve pis olan şeylere denilir.
Kur’ân-ı Kerim insanların yaptıkları yanlış fiillere çeşitli isimler vermektedir. Bunlar ‘ism, tuğyân, zulm, zenb, hatâ, isyan’ ve benzerleridir. Kişi bu yanlışları yapmaya devam ettikçe kalbinde karartılar meydana gelir. Artık Kur’an nurunun giremez hale geldiği kalp ‘mühürlenmiş’ bir kalptir. İşte böylesine bir kalbi örten günah kirlerine ve paslarına da ‘rics’ denmektedir. İslâm, insanları ‘câhiliyye’ anlayışının her türlü zulüm ve pisliklerinden temizleyip onları tertemiz ‘mutahhar’ kılmak istemektedir. Câhiliyye anlayışına uygun olan şirk, küfr, günah, haram fiilleri yapma, içki, kumar, putlara tapma, isyan, tuğyan etme ve benzeri bütün işler ‘rics’tir. İslâm bu kirlerden insanları temizlemek için gönderilen bir dindir.
Bu bağlamda Kur’an, câhiliyye hayatının getirdiği ve ‘rics’ diye tanımladığı
3995] Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 66-68
3996] 21/Enbiyâ, 74; 24/Nûr, 26
3997] 4/Nisâ, 2
3998] 14/İbrâhim, 26
3999] 4/Nisâ, 2; 7/A'râf, 157
4000] 14/İbrâhim, 24, 26
4001] 3/Âl-i İmrân, 179; 5/Mâide, 100; 8/Enfâl, 37; 16/Nahl, 32
4002] 24/Nûr, 26
4003] 7/A'râf, 58
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 985 -
fiilleri yasaklamıştır: “Ey iman edenler! Alkollü içkiler (hamr), kumar, (tapınmak için) dikili taşlar ve şans okları şeytanın işlerinden birer pislik (rics)tir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.“ 4004
‘Rics’ dört türlü olabilir: 1- Yaratılış yönünden, 2- Akıl yönünden, 3- Şeriat (din) yönünden, 4- Bunların tümü yönünden olabilir. Örneğin, ölü hayvan eti, doğasından pis olduğu gibi, akıl ve din yönünden de pis sayılmıştır. İslâm, akıl ve din yönünden ‘rics-pis’ olan içkiyi ve kumarı, müslümanlara kesinlikle yasaklamıştır.4005 O, bunları, mutahhar (temiz) olarak ve temiz işler, güzel ameller yapmak için yaratılan insanın fıtratına uygun görmemektedir. Bütün bu çirkin ve murdar işlerle onun temizliğine zarar geleceğini bildirmektedir. Kur’an, domuz etine özellikle ‘rics’ (murdar) demektedir.4006 Domuz eti ve şarap gibi maddî şeyler ricstir. Bunun yanında bazı insanların işledikleri kötülükler de tıpkı bunlar gibi mânevî pisliktirler. Müşrik ve kâfirler hem tâkip ettikleri yolun yanlış olması, hem de işledikleri ameller sebebiyle bu murdarlık derecesine düşerler.
İnsanların, Allah’ı bırakıp da tanrı diye tapındıkları putlar, Kur’an diliyle ‘rics’ olduğu gibi,4007 bu putlara tapınan akılsız müşrikler de birer ‘rics’tirler.4008 Kur’an’ın âyetleri indikçe, bununla mü’minlerin imanları kat kat artar. Ancak kalplerinde hastalık bulunanlar Kur’an’a şüphe ile baktıkları için, o âyetler onların ‘ricslerine rics katar, murdarlıklarını fazlalaştırır. Çünkü onlar isyancı olarak zaten kalplerini rics ile örtmüşlerdir. Allah’ın âyetlerine karşı inatçılık yaptıkça murdarlıkları artar. 4009
Kur’an ‘rics’ kelimesini birkaç yerde sıkıntı veya azap anlamında kullanmaktadır: “Allah kimi doğru yoldan saptırmak isterse, onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üzerine işte böyle rics (sıkıntı) verir.“4010 Allah (c.c.) o iğrenç murdarlığı bazen aklını kullanmayan inkârcılara verir. Onlar, akıllı oldukları halde, var olan akıllarını kullanmadıklarından (akletmediklerinden) iman etmezler, Allah’ın âyetlerini yalanlamaya, kendi hevâlarına uymaya devam ederler. Onlar taşkınlık yaptıkça, yeryüzünde fitne çıkardıkça, insanlara zulmettikçe Allah (c.c.) da onlara rics/murdarlık veya azap göndermeye devam edecektir.4011 Allah, öncelikli olarak Peygamberimizin ehl-i beytini (ev halkını) ‘rics’ten/pislikten temizlemek istemektedir. Bu nedenle Peygamber'in ev halkı her türlü maddî ve mânevî ricsten, pislik, murdarlık, sıkıntı ve azaptan uzaktır. 4012
Mü’minlere düşen Allah’ın rics/murdar diye nitelediği yiyecek ve içeceklerden uzak kalmak, rics dediği şirk, küfr, puta tapmak, kumar oynamak, içki içmek, fala bakmak gibi şeylerden korunmaktır. Bunun yanında kalbi karartan her türlü günâhtan (rics’ten) kaçınmak ve güzel ameller sonunda da Allah’ın isyancılara verdiği ‘rics’ten kurtulmaktır. 4013
4004] 5/Mâide, 91
4005] 5/Mâide, 90-91
4006] 6/En’âm, 145
4007] 22/Hacc, 30
4008] 9/Tevbe, 95
4009] 9/Tevbe, 124-125
4010] 6/En’âm, 125; 7/A’râf, 71
4011] 10/Yûnus, 99-100
4012] 33/Ahzâb, 32-33
4013] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 539-540
- 986 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hades
Sonradan meydana gelme; pislik, necâset; abdestin bozulması anlamında fıkhî bir terim. Abdest, boy abdesti veya teyemmümle giderilen ve varlığı hükmen kabul edile“ pislik. Ayrıca buna “necâset-i hükmiyye“ de denir. Namazın altı şartından birincisi hadesten tahârettir.
Hades; hades-i asğar (küçük hades) ve hades-i ekber (büyük hades) diye ikiye ayrılır. Küçük hades; abdestsizliktir. Büyük hades (hades-i ekber), boy abdestidir; yani guslü gerektiren hallerdir. Bunlar cünüblük, aybaşı (hayız) ve lohusalık halleridir.
Kendisinde büyük hades meydana gelen kimse; namaz kılamaz, camiye giremez, Kur'ân-ı Kerîm okuyamaz. Kur'ân-ı Kerîm'i tutamaz. Kur'ân âyetlerine el süremez, hayızlı ve lohusa ise eşiyle çiftleşemez.
Hades-i asğar (küçük hades): yalnız namaz kılmaya, Kur'ân-ı Kerîm'i tutmaya ve Kur'ân âyetlerine el sürmeye engeldir. Küçük hades, abdest ile giderilir. Büyük hades ise boy abdesti (gusül) ile giderilir.
Su bulunmadığı yerlerde; gerek hades-i asğar, gerekse hades-i ekber için teyemmüm yapılır.
İbâdet Öncesi Temizlik; Abdest
Abdest; İslâm'da bazı ibâdetlerin yerine getirilmesi için yapılan ve bizzat kendisi ibâdet olan temizlenme demektir. Abdest kelimesi Farsça'da su anlamına gelen “âb“ ile el anlamına gelen “dest“ kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isimdir. Arapça karşılığı olan “vudû“ kelimesi hadislerde kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de ise temizlik anlamında “tahâret“ ve “zekâ“ kelimeleri geçmektedir. Vudû' kelimesi güzellik ve temizlik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ibâdete başlanmadan önce insanın iç dünyasını güzelleştirmesi ve dışını da iyice temizlemesi gerekir.
İslâm'da abdestin farziyetine “Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinizle birlikte ellerinizi yıkayın. Başınıza meshedin. Her iki topuğunuzla birlikte ayaklarınızı da (yıkayın)...“4014 âyeti delâlet etmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) abdest almadan hiçbir iş yapmadığını görüyoruz.4015 Ancak abdest her amel ve ibâdet için değil başta namaz olmak üzere bazı ibâdetler için farz kılınmıştır. Fakat müslümanın sürekli abdestli bulunması sünnettir.
Abdest her şeyden önce her türlü pislik ve kirlilikten kurtulmak, yani maddî ve manevî bütün pislik ve mikroplardan uzak kalmak için İslâm'ın emrettiği önemli bir ibâdettir. Mikrobun en kolay ürediği yer ağızdır. Ağızdan başlayarak el, yüz ve ayakların günde beş defa temizlenmesi İslâm'ın temizliğe verdiği önemi gösterir. Böylelikle İslâm yüzyıllar önce temizliğin üzerinde durup insanoğlunu maddî-mânevî her türlü pislik ve mikroptan korumayı hedeflemiştir. Bunun yanında abdest alan bir insan, kendini manen temiz ve rahat hisseder ve bu güzel his ve temiz duyguyla Allah'a ibâdete durur. Bu da ruhun temizliğini sağlamaktadır. İnsanın yaratılış gayesi olan Allah'a kulluk böyle bir temizleme
4014] 5/Mâide, 6
4015] Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1583
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 987 -
ameliyesi ile başlayınca insanoğluna vereceği zevk ve rahatlığın değeri sonsuzdur.
İnsan abdestle bedenen ve mânen temizlendikten sonra Allah'ın huzuruna çıkar. Böyle bir temizlenme ile günlük bütün yorgunlukları ve yükleri geride bırakır. Abdest almakla, dünyevî ve uhrevî birçok fazilet ve güzellikler elde edilir. Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestle ilgili olarak şöyle buyururlar: “Bir müslüman abdest alıp yüzünü yıkadığında, yüzündeki âzaların işlediği bütün günahları; el ve ayaklarını yıkadığında el ve ayaklarıyla işlediği bütün hata ve günahları, su damlalarıyla beraber akıp gider ve kendisi de tertemiz olur. Hatta kirpik ve tırnak diplerindeki günahlarından eser kalmaz. Âdâp ve erkânına uymak suretiyle abdest alıp kıbleye dönerek: “Eşhedü en lâ ilâhe illAllahu vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü“ diyen bu kul için cennetin kapıları açılmıştır; o, cennet kapılarının dilediğinden içeri girer.“ 4016
Abdestin Farzları
1- Yüzü Yıkamak: Yüzün bir defa yıkanması farzdır. Yüzün sınırları, saçın bittiği yerden sakal veya çene altına, kulakların köklerine kadar olan bölümdür. Gözlerin içine suyun ulaştırılması gerekmez. Ancak abdest alırken gözler sıkılmaz, tamamen açık bırakılmaz. Normal bir şekilde yüz yıkanır. Dudaklar yumulduğu zaman, dışarda kalan kısımlar yüzün sınırlarıdır. Sakal, bıyık ve kaşın altına suyu ulaştırmak gereklidir.
2- Kolları Yıkamak: Parmak uçlarından kol dirseklerine kadar -dirsekler de dâhil- olan kısmı bir defa yıkamak farzdır. Eğer iğne ucu kadar kuru bir yer kalırsa veya tırnağının altına suyu geçirmeyecek (hamur, boya, çamur vb.) bir madde bulunursa, abdest alınmış sayılmaz. Ancak boyacıların tırnaklarındaki boyalardan kaçınmanın mümkün olmamasından dolayı bunlar abdeste zarar vermez. Tırnaklar parmak uçlarından dışarı taşacak kadar uzamış olursa o fazlalığı da yıkamak gerekir. Bir kimse abdest aldıktan sonra bu uzamış tırnağı keserse abdestini yenilemesi gerekmez. Parmakta yüzük var ve bu geniş ise abdest alırken bunu oynatmak sünnet, eğer yüzük dar ve altına su geçirmeyecek kadar parmağa oturmuşsa onu oynatmak farzdır.
3- Başı Meshetmek: Mesh, sözlükte eli bir şeyin üzerinden geçirmek demektir. İbâdet hukukunda ise suyun bir vücut organına isâbet etmesidir. Başın meshedilmesindeki farz oranı alın miktarıdır. Bu miktar ise başın dörtte biridir. Meshederken üç veya daha fazla parmağı kullanmak gerekir. İki parmakla yapılan mesh câiz değildir. Başa giyilen sarık veya takke üzerine meshetmek geçerli değildir. Kadınlar da baş örtüleri üzerine meshedemezler.
4- Ayakları Yıkamak: Sağlam ve çıplak ayakları topuklarıyla birlikte bir defa yıkamak farzdır. Yaralı veya mestle örtülü ayakları yıkamaya gerek olmayıp sadece meshetmek yeterlidir. Mâide Sûresi 6. âyette geçen topuk = kâ'b, ayağın iki tarafından inak kemiğine bitişik kemiktir. Rasûlullah (s.a.s.): “Vay ateşten o topukların haline...“4017 buyurduğu ve ayakların tamamen yıkanmasını emrettiği bilinmektedir.
4016] Müslim, Tahâre 32, 33; Tirmizî, Tahâre 2
4017] Buhârı, İlim 30, Vudû' 27, 29; Müslim, Tahâre 25-28, 30; Ebû Dâvud, Tahâre 46
- 988 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kimsenin ayağında yarık varsa ve o yarığa su sızdırmayan bir ilaç sürülmüşse, o kimse ayağını yıkadığı zaman, su yarığın altına geçmezse bu durumda su, ayağa zarar verecekse abdest yerine getirilmiş sayılır ve bu câizdir. Ancak su zarar vermiyorsa abdest tam olarak alınmış sayılmaz. Dolayısıyla zarar vermediği takdirde yarıklara su ulaşacak şekilde yıkamak gereklidir.
Abdestin Sünnetleri
1- Niyetle Başlamak: Niyet, bir şeyi yapmayı kalbinden geçirmektir. Kalpden niyet etmeden, yalnız dil ile niyeti söylemek yeterli değildir. Abdest için niyet müstehap bir sünnettir. Ancak Şâfiî mezhebine göre niyet, başlı başına bir ibâdet olduğundan abdeste niyet de farzdır. Bu sebeple niyetsiz abdest olamaz.
2-Abdeste Besmele ile Başlamak: Abdeste başlarken Allah'u Teâlâ'nın ismiyle yani besmele ile başlamak sünnettir. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah'u Teâlâ'nın ismini zikretmeyen kimsenin abdesti yoktur.“ 4018 buyurarak besmelenin faziletini belirtmiş olmaktadır. Besmeleyi abdeste başlarken okumak esastır. Çıplak bir hâlde iken veya tuvalette besmele okunmaz. Bir kimse abdestin başında “Lâ ilâhe illâllah“ veya “Elhamdü lillâh“ dese besmele yerine geçer. 4019
3-Önce Bileklere Kadar Elleri Yıkamak: Rasûlullah (s.a.s.): “Sizden birisi uykusundan uyandığı zaman, kat'iyyen elini yıkamadıkça su kabına daldırmasın. Çünkü o, eli nerede gecelemiştir bilemez.“ 4020 buyurmuştur. Ayrıca insanın eli, temizleme hususunda bir araçtır. Dolayısıyla ilkin onu temizlemeye başlamak sünnettir. Bilindiği üzere, elleri, dirseklere kadar yıkamak (dirsekler dâhil) farzdır. Fakat önce bileklere kadar yıkamak tertip olarak sünnettir.
4-Misvak Kullanmak: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Eğer ümmetime zorluk vereceğinden çekinmeseydim, her namazdan önce onlara misvak kullanmayı mutlaka emrederdim.“4021 buyurmaktadır. Dişleri parmakla yıkamak misvağın yerini tutmaz. Ancak misvak bulunmazsa sağ elin bir parmağı ile dişleri temizlemek misvak yerine geçerli olabilir.
5- Ağzı Yıkamak: Abdest alırken Rasûlullah’ın (s.a.s.) ağzını üç defa yıkadığı (mazmaza yaptığı) bize ulaşan bilgiler arasındadır. Bunun sınırı, suyun ağzın tamamını kaplamasıdır. Ayrıca her seferinde suyu yenilemek de sünnettir.
6- Burnu Yıkamak: Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) abdest alırken burnuna da üç defa su çektiği bilinmektedir. Burna su çekerek sol eli ile suyu dışarıya verip yeniden su çekerek burnu sol el ile temizlemek sünnettir.
7- Kulakların Meshedilmesi: Başa meshedilirken kulakların da aynı şekilde sayılarak meshedilmesi sünnettir. Ayrı bir su ile meshedilmesini sünnet olarak kabul edenler de vardır.
8- Yıkanması Gereken Uzuvları Üçer Defa Yıkamak: Yıkanması farz olan yüz, eller ve ayaklar gibi organlarımızı üçer kere yıkamak sünnettir. Bu organlarımızdan herbirini yıkamaya başlayınca ilk yıkama farzdır. En sağlam ve geçerli görüşe göre ikinci yıkama ise sünnettir. Abdest alırken, yıkanmakta olan organa
4018] Ebû Davud, Tahâre, 48; Tirmizî, Tahâre, 20; İbn Mâce, Tahâre, 41
4019] Fetevâ-yı Hinddyye, I/7
4020] Buhârî, Vudû', 26; Müslim, Tahâre, 87-88; Ebu Davud, Tahâre, 49
4021] Müslim, Tahâre 15; Ahmed İbn Hanbel, II/250, 400
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 989 -
su ulaşır ve ondan damla damla dökülüp akarsa, yıkamanın tamam olduğu tam anlamıyla anlaşılır.
9- Parmakların Arasını Yıkamak: “Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki onların arasına Cehennem ateşi girmesin ve onları hilâllemesin.“4022 buyuran Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu buyruklarıyla belirtilen işi yapmak sünnet olmaktadır. Bu aynı zamanda, farz olan yıkamanın da kâmil anlamda gerçekleşmesini sağlar.
10- Sakalı Ovmak: Abdest alırken sakalı bulunanların sakallarını, parmaklarını sakalın içine sokarak alt taraftan üst tarafa doğru hareket ettirmesi hilâllemek olarak tanımlanmaktadır. Rasûlullah (s.a.s.): “Müşriklere muhâlefet edin, bıyıkları kısaltın, sakalı uzatın.“4023 buyurarak mü'minler için sakalın gerekçe ve önemini belirtmiş olmaktadır. Dolayısıyla mü'minler sakallarını sünnete göre uzatmak ve sakal bırakmak konusunda duyarlı olmalıdırlar.
11- Abdest Almaya Sağ Taraftan Başlamak: “Şüphesiz ki Allah Teâlâ, her şeye sağdan başlanmasını sever. Hattâ ayakkabılar giyilirken ve çıkarılırken dahi.“4024 buyuran Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uyarısına göre de abdeste sağdan başlamak sünnettir.
12- Tertibe Uymak: Abdest alırken, Mâide Sûresinde beyan buyrulan sıraya uymak ve bu sıraya göre abdest almak da sünnettir. Yani önce elleri ve akabinde yüzü yıkamak, ardından da başı meshetmek ve en son olarak da ayakları yıkamaktır. İmam Şâfiî (rh.a) bu sıraya uymanın farz olduğu kanaatindedir. Şâfiî'nin bu içtihadı ile âlimler abdestin farzının altı olduğunu tesbit etmişlerdir ki bunlar şöylece sıralanmaktadır: Niyet, ellerin yıkanması, yüzün yıkanması, başa meshedilmesi, ayakların yıkanması ve tertibe uymaktır.
13- Başın Tamamını Bir Defada Meshetmek: Abdest alan bir kimse, iki avucunu ve parmaklarını başının ön kısmından başlayarak arka kısmına kadar, başın tamamını kaplayacak bir şekilde arkaya doğru çekerek mesheder. Bu sünnettir. Başın tamamını devamlı olarak meshetmek ve özürsüz bir şekilde terk etmek günah olur.
Muvalât ise, organları ara vermeden birbiri ardında yıkamak demektir. Öyle ki ılıman bir havada ilk yıkanan organ, abdest tamamlanmadan kurumamalıdır.
Abdestin Çeşitleri
1- Farz Olan Abdest: Namaz kılmak ve tilâvet secdesi yapmak için abdest almak farzdır.
2- Vâcip Olan Abdest: Kâbe-i Muazzama'yı tavaf etmek için abdest almak vaciptir. Bir kimsenin Kâbe'yi abdestsiz tavaf etmesi vacibi terk ettiğinden dolayı sorumlu olmakla beraber yaptığı bu tavaf câiz ve geçerlidir. Ancak bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Tavaf, namaz gibidir. Fakat tavaf sırasında konuşmak câizdir. Tavafta konuşan kimse hayırlı söz söylesin.“ 4025
Farz olan tavaf abdestsiz olarak yapıldığı takdirde bir küçükbaş hayvan
4022] Ebû Dâvud, Tahâre 56, 59; Tirmizî, Tahâre 30, Savm 68; Nesâî, Tahâre 91
4023] Müslim, Tahâre 56; Ebû Dâvud, Tahâre 29; Tirmîzî, Edeb 14; Nesâi Ziynet, 1, 56
4024] Buhârî, Vudû' 31
4025] Tirmîzî, Hacc 112; Nesâî, Menasik 126
- 990 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kurban etmek gerekir. Cünüb olan kimsenin ise böyle bir farz tavafı yapması hâlinde bir büyükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır. Ancak bu farz tavaf, abdest alınarak yeniden yapılırsa böyle bir kurbana gerek kalmaz. Fakat farz günler dışında tekrar yapılması hâlinde geciktirilmiş olduğundan dolayı kurban kesmek gerekmektedir. Yapılması vâcip olan vedâ tavafını abdestsiz olarak yapan kimse bir miktar sadaka vermelidir. Fakat vacip olan tavafı cünüb olarak yapanın bir küçükbaş hayvan kurban etmesi lâzımdır.
3- Mendup Olan Abdest: Uykudan önce veya uykudan kalktıktan sonra, cenâze yıkamak, cenâze taşımak, cenâzeyi yıkadıktan sonra, cinsel temastan önce, ezberden Kur'ân okumak, hadîs okumak, Cenâb-ı Allah'ı ta'zim veya tesbih etmek için veya kızgınlık sırasında kızgınlığını gidermek gayesiyle abdest almak ve sürekli abdestli olmak niyetiyle abdest almak menduptur.
Abdestin Mekruhları
1- Abdest alırken gereğinden fazla suyu boş yere tüketmek.
2- Gereği yokken suyu âdetâ âzaları mesheder gibi çok az kullanmak.
3- Suyu abdest âzalarına hızlı çarpmak, etrafa su sıçratmak.
4- Abdest alırken gereksiz yere konuşmak.
5- İhtiyacı olmadığı halde abdest almak için başkasından yardım ve su dökmesini istemek.
6- Temiz olmayan pis ve kirli bir yerde abdest almak.
7- Abdestin sünnetlerini bilerek terk etmek.
Abdestsiz Olarak Yapılması Yasak Olan Hususlar
1- Namaz kılmak.
2- Tilâvet secdesi yapmak.
3- Cenâze namazı kılmak.
4- Kâbe'yi tavaf etmektir.
Abdestin Edepleri (Âdâbı)
Edeb; nezâket, zarâfet, insanlara sözle ve davranışla yardımda bulunmak, gönüllerini okşamak demektir. Abdestin edepleri ise yapılması halinde sahibine sevap kazandıran hususlardır. Yapılmamaları halinde ise kişiye günah yazılmaz. Abdestin edepleri şunlardır:
1- Abdest alırken başkasından yardım istememek.
2- Abdest alırken suyun sıçramaması için dikkatli davranmak.
3- Kıbleye doğru yönelmek.
4- Gereksiz yere konuşmamak.
5- Niyet ederken dil ile niyet etmek.
6- Her uzvu iyice ovmak.
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 991 -
7- Abdest dualarını okumak.
8- Kullanılmış bir su ile abdest almamaya dikkat etmek.
9- Her uzvu yıkarken niyeti korumakla birlikte “Bismillâh“ demek.
10- Kulağını meshederken serçe parmaklarının uçlarıyla kulak deliklerini meshetmek.
11- Burna ve ağıza suyu alırken sağ eli kullanmak.
12- Sol el ile sümkürmek.
13- Özür sahibi olmayan kimsenin namaz vaktinden önce abdest alması.
14- Abdest bittikten sonra kıbleye karşı ayakta kelime-i şehâdet getirmek ve dua yapmak, biraz su içmek.
15- Durgun veya akarak yer değiştiren sular ile birikinti hâlindeki sulara ve Kıble'ye karşı abdest bozulmaz.
Abdest Namazı
Abdest namazı abdest aldıktan sonra abdest âzaları henüz yaş iken iki rek'at nâfile namaz kılmaktan ibârettir.
Abdesti Bozan Durumlar
1- İdrar veya dışkı yollarından yani ön ve arkadan herhangi bir şeyin çıkması. Mâide sûresi 6. âyetinde “...sizden birisi abdest bozmaktan geri dönmüşse...“ ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e “Hades nedir?“ diye sorulduğunda; “Her iki yoldan çıkandır“ cevabını vermeleri, ön ve arka yollardan birinden çıkan idrar, dışkı, yel, vedi, mezi, meni, kurt ve diğer hususların abdesti bozduğunu ifâde eder.
2- Aklın idrak gücünü gideren hususlar; uyumak, bayılmak, delirmek, sarhoş olmak vs.'dir. Ancak oturduğu yerde kıpırdamadan uyuyan kimsenin abdesti bozulmaz. 4026
3- Vücudun herhangi bir yerinden kan, irin veya sarı su çıkması ve etrafına yayılması. Ağızdan akan kana bakılır, şâyet bu kan tükürük kadar veya tükürükten fazla ise abdesti bozulur.
4- Ağız dolusu kusmak. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) “Kusuntu abdesti bozar“ 4027 buyurmaktadır. Kusma ağız dolusu değilse abdest bozulmaz.
5- Cinsî münasebette bulunmak.
6- Tam olarak cinsî ilişki olmasa bile kadın ve erkeğin çıplak veya ince bir elbise ile vücutlarının veya tenâsül uzuvlarının birbirine değmesi.
7- Teyemmüm yapan kimsenin su bulması.
8- Namazda sesli olarak gülmek. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden biriniz namazdayken kahkaha ile gülerse abdesti ve namazı birlikte iade etsin.“ Kahkaha namazın dışında olursa abdesti bozmaz.
4026] Müslim, Vudû' 2; Ahmed bin Hanbel, I/256
4027] Tirmizî, Tahâre 64
- 992 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bir kimse abdest alırken bazı organlarını yıkayıp yıkamadığı konusunda endişe ederse, şâyet bu ilk defa karşılaştığı bir şüphe ise o organını yeniden yıkar, yok eğer sürekli şüpheye düşüp duruyorsa bu şüphesinin önemi yoktur. Abdestini tam almış sayılır. Abdestinin bozulup bozulmadığını tam hatırlayamayan kişi kesin olarak abdest aldığını hatırlıyorsa abdestli demektir. Çünkü kesin olarak bilinen bir husus şüphelerle yok olmaz.
Ayrıca namaz haricinde abdestinden şüpheye düşenin abdest almasının takvâya daha yakın olduğu; fakat namaz içinde bulunan kimsenin ise abdestinden şüpheye düşmesi hâlinde namazını bozup abdest alması gerekmediği âlimler tarafından ifâde edilmiştir.
Abdesti Bozmayan Durumlar
1- Kişinin ön veya arka yollarından başka vücudunun herhangi bir yerinden kan çıkıp, bir damla halinde kalması.
2- Kabuk bağlamış bir yaranın kan çıkmadan kabuğunun düşmesi.
3- Yaradan, burundan yahut kulaktan bir vücud kurdunun düşmesi.
4- Tenâsül uzvuna (cinsî organına) el sürmek.
5- Kadın vücudunun herhangi bir yerine dokunmak.
6- Ağız dolusu olmayan kusuntu.
7- Ağızdan çıkan balgam.
8- Oturduğu yerde veya namazda uyumak .
9- Ağlamak.
Abdest Nasıl Alınır?
Farz, sünnet ve edeplerini yukarıdaki maddelerde verdiğimiz abdesti tertip ve usûlüne göre, şöyle alabiliriz:
Abdeste başlarken şu duâ yapılabilir: “Bismillâhilazîm ve'l hamdülillâhi alâ dini'l İslâm“ (Yüce Allah'ın ismini anarak başlarım. Beni İslâm dini ve akidesi üzere yarattığı için hamd ederim.)
Abdest almaya niyetlendikten sonra, eûzü besmele çekilerek eller bileklere kadar yıkanır. Parmakta yüzük varsa, kımıldatılır. Altına suyun geçmesi sağlanır. Uzuvların yıkanması sırasında bizden öncekilerden nakledilen şu duâları okumak abdestin edeplerindendir.
A- Mazmaza=Ağıza su verme sırasında: “Allahumme einnî alâ tilâveti'l Kur'ân ve zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike.“ (Allah'ım, Kur'ân-ı Kerimi okumada, seni zikretme, sana şükretme ve sana güzel şekilde kulluk etmede yardımını isterim.)
B- İstinşak = Buruna su verme sırasında: “Allahumme, erihnî râyihate'l Cenneti verzuknî min neîmihâ.“ (Allah'ım, bana Cennetin kokusunu koklat. Cennet nimetlerinden beni rızıklandır.)
C- Yüzü Yıkama Sırasında: “Allahumme, beyyid vechî binûrike yevme
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 993 -
tebyaddu vücûhun ve tesveddü vücûh.“ (Allah'ım, birkısım yüzlerin ağarıp nurlandığı, birkısım yüzlerin ise karardığı gün, benim yüzümü nurlandır, ağart.)
D- Sağ Eli Yıkama Sırasında: “Allahumme, a'tınî kitâbî biyemînî ve hâsibnî hisâben yesîrâ.“ (Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sağ elime ver ve hesabımı kolaylaştır.)
E- Sol Eli Dirseklere Kadar Yıkama Sırasında: “Allahumme, lâ tu'tinî kitâbî bişimâlî velâ min verâi zahfi.“ (Allah'ım, kitabımı -amel defterimi- sol elimden ve arkamdan verme.)
Sonra sıra başı meshetmeye gelir. Kaplama mesh için, eller ıslatılır, küçük parmakla üç parmak uç uca getirilir. Önden başlayarak başın üstü sıvazlanıp arka ve yan taraflarda böylece meshedilir.
F- Kulakları Yıkarken: “Allahummec'alnî minellezîne yestemîune'l-kavle feyettebiûne ahseneh.“ (Allah'ım, beni hak sözü dinleyenlerden ve onun en güzeline uyanlardan eyle) denilir ve kulaklar yıkanır.
G- Boyuna Mesh Etme Sırasında: “Allahumme a'tik unuki (veya rakabeti) mine'n-nâri.“ (Allah'ım, boynumu Cehennem ateşinden âzâd buyur.)
H- Ayakları Yıkama Sırasında: “Allahumme, sebbit kademeyye ales'sırâtı yevme tezûlü fîhi'l-akdâm.“ (Allah'ım, Sırat köprüsünde ayakların kaydığı günde ayaklarımı kaydırma, sâbit eyle.)
Abdest alıp bittikten sonra Rasûlullah’a (s.a.s.) salavât getirilmeli ve şu duâ okunmalıdır: “Allahummec'alnî minettevvâbîne vec'alnî mine'l-mütetahhirîn.“ (Allah'ım, beni, tevbe eden ve günahlarından temizlenen kullarından eyle). 4028
Not: Bu duâların Peygamberimiz tarafından okunduğuna dair sahih bir rivayet yoktur. O yüzden bu duaları dille okumayıp içinden geçirmek daha uygundur.
Tepeden Tırnağa Temizlik; Gusül/Boy Abdesti
Gusül: Tepeden tırnağa kadar vücudun her tarafını hiçbir yer kuru kalmayacak şekilde yıkamak demektir. Fiil kökünden isim olan gusl, sözlükte; yıkanmak ve temizlenmek mânâsına gelir. “Gasele“ fiili de, kirin suyla giderilmesi ve temizlenmesini ifade eder.
Bülûğ/erginlik çağına gelmiş her müslüman erkeğin ve kadının şu durumlarda boy abdesti alması gerekir.
1) Cünüplük; yani cinsî münâsebet, ihtilâm ve ne şekilde olursa olsun meninin (sperm) şehvetle vücut dışına çıkması.
2) Hayız (kadının âdet görmesi) ve nifâs (lohusalık) hâlinin sona ermesi.
Bu hallerde gusletmek farzdır. Bazı durumlarda da gusletmek, sünnet veya müstehabdır. Meselâ; Hac ve Umre yapmak maksadıyla Mekke ve Medine'ye girmeden önce, hac mevsiminde Mina ve Müzdelife'de bulunmadan önce; yağmur duasından önce; herhangi bir hayırlı iş için müslümanlarla bir araya gelmeden ve mübarek gecelerde gusletmek sünnet ve müstehabdır.
4028] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c.1, s. 5-9
- 994 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz için alınan abdest “küçük abdest“ kabul edilerek, gusle “büyük abdest“ veya “boy abdesti“ adı da verilmektedir.
Guslün farzları üçtür: 1) Ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak, 2) Burna su çekmek ve yıkamak, 3) Tepeden tırnağa bütün vücudu yıkamak. Vücut yıkanırken en ufak bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilmelidir. Aksi taktirde gusül yerine gelmemiş olur. Onun için kulaklar, göbek çukuru, saç, sakal ve bıyıkların dipleri iyice yıkanır.
Guslün sünnetlerine gelince: 1) Gusle besmele ve niyet ile başlamak, 2) Avret yerini yıkamak ve bedenin herhangi bir yerinde pislik varsa onu temizlemek, 3) Gusülden evvel abdest almak, 4) Abdestten sonra, önce üç defa başa, sonra üç defa sağ, üç defa da sol omuza su dökerek her defasında bedeni iyice ovuşturmak, 5) Guslederken çok fazla veya çok az su kullanmaktan kaçınmak, 6) Kimsenin göremeyeceği bir yerde yıkanmak, 7) Tenha bir yerde yıkanılsa bile avret yerini açmamak, 8) Guslederken konuşmamak, 9) Gusl bitince bedeni bir havlu ile kurutmak, 10) Gusulden sonra çabucak giyinmektir.
Guslün âdâbı aynen abdest adabı gibidir. Gusletmek isteyen kimse önce besmele çekerek gusle niyet eder. Ellerini bileklerine kadar yıkar ve üzerinde yapışıp kurumuş bir şey varsa onları temizler. Sonra herhangi bir pislik olmasa bile avret yerlerini ve uyluklarını yıkar. Sonra sağ avucu ile ağzına bolca su alarak iyice çalkalar; bunu üç defa tekrar eder; oruçlu değilse suyun boğazına ulaşmasını sağlar. Sonra yine sağ eli ile burnuna üç defa su çekerek iyice temizler. Bundan sonra namaz abdesti gibi bir abdest alır. Şâyet yıkandığı yere su toplanıyorsa, ayaklan, abdest alırken değil gusülden çıkarken yıkar. Abdest aldıktan sonra, önce başına, sonra sırayla sağ ve sol omuzlarına üçer defa su döker. Her defasında vücudun her tarafını iyice ovuşturur. Hiçbir yerinin kuru kalmaması için dikkat eder. Bunun için saçlarının, sakallarının diplerine, göbeğinin içine suyun ulaşmasını sağlar. Eğer vücudunun bir yerinde, herhangi bir yaradan dolayı ilaç veya sargı varsa ve fazla su bunlara zarar verecekse, bunların üzerinden suyu hafifçe geçirmekle yetinir; bu da zarar verirse sadece eliyle üzerini mesheder.
Cünüp bir kimsenin veya hayız ve nifâs hâlindeki bir kadının bu durumdayken yapması haram olan hususlar, şunlardır: Namaz kılmak; Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmek.
Guslü gerektirmeyen hallere gelince; Henüz şehvet duygusu oluşmamış ve bulûğa ermemiş çocuğun cinsî yakınlaşmada bulunması. Tenâsül uzvundan şehvetle açık bir sıvı hâlinde meni akması. Cinsî bir şehvet duyulmasına rağmen meninin dışarıya çıkmaması. Şehvetten, başka bir şeyden (hastalık, heyecan vs.) dolayı meninin akması, kızın bekâretini gidermeyen cinsî bir yakınlaşma (çünkü kızlık zarı haşefenin sünnet yerine kadar girişini engeller). Bu gibi durumlarda gusül farz değildir.
Gusletmeleri farz olanların, gusülsüz olarak yapmaları câiz olan hususlar da şunlardır: Zikretmek; tesbih etmek; salât ve selâm getirmek; Kur'an âyetlerini kelime kelime öğretmek; dua maksadıyla Kur'an'dan âyetler okumak: Kelime-i şehâdet getirmek; Kur'an'a bakmak; bitişik olmayan bir kap içerisinde bulunan mushafa dokunmak; uyumak (Cünübün abdest aldıktan sonra uyuması daha iyidir). Cünüp iken yemek yeneceği veya içileceği zaman elleri yıkamak ve ağzı
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 995 -
çalkalamak gerekir. Bunların yanısıra, Ramazan'da cünüp olarak sabahlayan kimse veya gündüz uyuyarak ihtilam olan kimsenin orucu bozulmaz.
Cünüb olan kimsenin ise; Dinî kitaplardan herhangi birini elle tutması ve okuması; elini ve ağzını yıkamadan yiyip içmesi ve eliyle tutmadığı bir kağıda Kur'an âyetleri yazması mekruhtur.
Gusl, Allah'u Teâlâ'nın müslümanlar için emrettiği en önemli maddî-manevî temizlik biçimidir. Cenâb-ı Hak, “Eğer cünüb iseniz yıkanıp temizlenin“ 4029 buyurmaktadır. Bu yıkanmanın şeklini de Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi tatbikatıyla bize öğretmiştir. Guslün daha çok manevî bir temizleme aracı olduğu unutulmamalıdır. Çünkü vücudumuzun herhangi bir yerinde görünür bir pislik veya kir-pas olmasa bile cünüb olan kimsenin ibâdetlerini yerine getirebilmesi için mutlaka gusletmesi gerekir. Ayrıca gerekli şartları yerine getirilmeyen yıkanma, ne kadar itinalı yapılırsa yapılsın guslün yerine geçmez ve bununla cünüblükten kurtulmak mümkün olmaz. Cünüb olan kimse ilk fırsatta gusletmeye çalışmalıdır. Bu durumda ancak, içinde bulunduğu namaz vaktinin çıkmasına kadar müsaade vardır; daha fazla geciktirnıesi günâh kazanmasına sebep olur.
Guslün vücut için faydalarına işaret eden doktorlar bu hususta şunları söylemektedir: insanın başına gusletmesi gerektiren bir hal gelince bütün damarlarda büyük bir sarsıntı olur. Vücutta bir yorgunluk ve gevşeklik meydana gelir. Bu yorgunluk ve sarsıntıyı gidermek için vücudun her tarafını yıkamak lâzımdır. Demek ki; guslü gerektiren hallerde sadece bazı organlar değil, vücudun tamamı yıkanma ihtiyacı hissetmektedir. Çünkü gerek cünüblükte, gerekse hayız ve nifâs hâlinde, başta kalp olmak üzere bütün organlar ve kan dolaşımı, yorgunluklarını, ancak güzel bir boy abdesti ile tertemiz bir zindeliğe terkedeceklerdir. Allah'ın her emrinde olduğu gibi gusül abdestinde de bizim bildiğimiz ve bilemediğimiz daha birçok hikmet ve faydalar bulunmaktadır. 4030
Abdest ve Guslün Faydaları
Öncelikle şunu bilmeli ve unutmamalıyız ki, ibâdetler sadece Allah için yapılır. Yapılmasının yegâne sebebi, Allah’a itaat, O’na şükür ve O’nun rızâsını kazanmaktır. O yüzden dünyevî bir amaçtan dolayı yapılan bir ibâdet, ibâdet olmaktan çıkar. Ama, her ibâdetin dünyevî faydaları, hikmetleri, ekstra olarak dünyada kula kazandırdıkları vardır. Zekâtın sosyal faydaları, orucun beden ve sıhhat için yararları gibi, her ibâdetin bilebildiğimiz veya bilemediğimiz nice faydaları da vardır. Abdest ve guslün, tahâret ve her çeşit temizliğin de sağlığımız açısından yararları da küçümsenemeyecek kadar çoktur. Başlı başına bir ibâdet olan ve namaz gibi temel ibâdetler için gerekli ve onsuz bazı ibâdetlerin yapılamayacağı ibâdet aracı olduğu için abdest ve guslü de böyle değerlendirmek, dünyevî faydalarından ötürü değil; sadece Allah rızâsı için yerine getirirsek ibâdet sevâbına erişeceğimizi bilmek zorundayız. Bu anlayış için içinde, tesbit edilebildiği kadarıyla bunların faydalarını öğrenelim ki, imanımız güçlensin, ibâdetlerin derin hikmetlerinin bir kısmı bizim için ortaya çıksın. Kim bilir, bilimin gelişmesiyle bu ve diğer ibâdetlerin bilinmeyen daha nice yönleri açığa çıkacak, bilim de anlamak isteyenlere İslâm’ı gösterecek ve O’na hizmet etmeye devam edecektir.
4029] 5/Mâide, 6
4030] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c.2, s. 238-240
- 996 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Abdestin, guslün, tahâretlenmenin, tırnakları kesmenin ve temizlenmenin, bıyıkları kısaltmanın, etek ve koltukaltı tıraş ve temizliğinin hikmeti, özellikle Batılılarca uzun zaman bilinememişti. Hatta Endülüs’teki (İspanya) engizisyon mahkemeleri gusleden, yahut su ile temizlenen veya abdest alan kimseleri araştırarak eline geçirince, ölüm de içinde bulunmak üzere en ağır cezalara çarptırırdı. Fakat mikrobun keşfiyle bu büyük olayın bilimde meydana getirdiği müthiş devrim üzerine artık İslâm dininin derin hikmetleri, muazzam sırları birer birer göründü ve asırlardan, kuşaklardan sonra bütün inceleme ve araştırma dünyasının şaşkın bakışları önünde inkişâfa başladı.
Hz. Peygamber Efendimiz ortaya çıkışından beridir ki İslâmîyet bedenin yöresinin temizliğini emrediyor. Oysaki mikrobun keşfinden önce, “niye temizlik bu kadar sıkı tutuluyor, neden tekrar tekrar temizlenmek farz oluyor ve terk eden kimse Allah tarafından azarlanıyor?“ bundaki sır anlaşılmış değildi. Ancak tıp ve koruyucu hekimlik bilgilerinin ilerlemesi dolayısıyla kavrayış alanımıza giren birtakım gizli gerçekler sâyesinde anlaşıldı ki, İslâmîyetin tahâret ve temizlik hakkındaki hükümleri öyle gayrı müslimlerin sandıkları gibi iklim şartlarından veya Hicaz şehirlerinin sıcaklığından değilmiş; bu hükümlerin tümü “Yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükselenleri bilen“4031 Yüce Yaratıcı’nın hikmetli tebliğiymiş.
İslâm dini elleri ve ağzın, burnun içini yıkamayı; başa, kulaklara meshetmeyi, ayakları yıkamayı emrediyor. Bundan başka bazen vâcip, bazen de sünnet olarak bütün vücudun yıkanmasını emrediyor. Bir de dişleri ovmayı ve gerek dilin üzerindeki pasları gidermek için misvak kullanmayı ve ağzı çalkalamayı tavsiyede bulunuyor. Efendimiz (s.a.s.), saçı olanlara yıkamalarını, taramalarını, emrederdi. Ve kendileri gün aşırı bunu yaparlardı. Sonra seferde ve hazarda; ayna, tarak gibi şeyleri yanlarından eksik etmezlerdi. Büyük Peygamber (s.a.s.): “Kimin saçı varsa ona hürmet etsin, yani temiz tutsun“ buyurmuşlardı. Yine, ayrı bir hadis-i şerifteki tavsiye şöyledir: “Saçlarınızı, sakallarınızı, parmaklarınızla hilâlleyin/parmak aralarını ovarak temizleyin, kılların arasını ve diplerini temiz tutmaya çalışın. Tırnaklarını da kesin. Çünkü şeytan etle tırnak arasına girip orada faâliyet gösterir.“
Bilinmektedir ki, mikroplar, dünyada var adını alan ne varsa hemen hepsinin üzerine yayılmış bir halde bulunuyor. Şimdi temaslar, el sıkışmalar, almalar, yiyip içmeler, tutmalar el vâsıtasıyla olduğu gibi, yenilip içilecek şeyleri hazırlamak, göz gibi, ağız gibi organları ovalamak, silmek için de yine el kullanılıyor. Bu sebepten sağlığı koruma ile ilgilenen bilginler elleri, mikroplarla en çok temasta bulunup onları en çok aktaran bir organ kabul ediyor. Sonra ellerde ufacık bazı yaralar, çatlaklar olur ki, oralardan birtakım mikroplar duran kana karışarak iltihap yaparlar veya öldürücü bir hastalığa sebep olurlar. Günümüzdeki laboratuar araştırmalarından tırnakla et arasında mikropların barındığı, özellikle koli basilinin orada kümelendiğini öğrenmekteyiz. İşte Peygamberimiz (s.a.s.) asırlarca önce insanların dikkatini temizlik ve mikroplar üzerine çekip uyarmıştır.
Şu halde modern tıp, İslâmîyet’in elleri sık sık yıkamak husûsundaki emirlerine uygun geliyor. Yine ellerin, ağzı yıkamak için ağza götürülmezden önce yıkanmasındaki sır ile kullanılacak suyun temiz; tadı, kokusu ve rengi değişmemiş olmasındaki gerekliliğin hikmeti böylece ortaya çıkmış oluyor. Ağza gelince; bu
4031] 57/Hadîd, 4
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 997 -
organ, tükürük bezlerini, dişleri ve dili içermektedir. Yemeği çiğnemek, ilk sindirim sayılır. Ağızda bulunan mikropların hepsi yemek ve tükürükle beraber mideye gideren âhengini bozar ve onu, sindirimi gereği gibi yapamaz hale getirir. Bundan başka artıklarının da sürekli tükürükle beraber mideye inerek sindirimi bozan mikropların çoğalmasına büyük yardımı dokunur.
İstibrâ ve İstincâ: Küçük abdest bozduktan sonra idrar kesilinceye kadar bekleyip temizlenme tam yapılmazsa, idrar bulaşıkları sebebiyle zarardan geri değildir; amonyak ve fena koku meydana getirir; iltihap da meydana getirebilir. İdrar yolunun bir mikrop sakası olmaması için, istibrâya dikkat etmek tavsiye olunur. İstibrâdan sonra idrar âzâsını yıkamak çok faydalıdır.
Büyük abdest bozduktan sonra su ile tahâret sâyesinde def-i hâcet âzâsında pislik eseri kalmaması temin edilmiş olur. Kazuratta milyonlarca mikrop olduğundan su ile tahâret yapılmazsa, bu mikroplar bazı iltihaplara ve özellikle basur memesi taşıyanlarda bunların iltihaplanması kan zehirlenmesine kadar varan hastalıklara sebep olur. Su ile tahâretlenmek oksiür denilen ve makatta kaşıntı yapan iplik gibi kurtlardan kurtulmaya, def-i hâcette genişlemiş olan kalın barsağın toplanmasına, ıkınma ile kalın bağırsağa hücum eden kanın geri çekilmesine; tenâsül organının damarlarının kuvvet bulmasına, idrar kesesi, karaciğer ve bağırsakların faydalanmasına, hazımsızlığın düzelmesine, kabızlığın giderilmesine ve kanın deverânını tanzime sebep olur. Su ile tahâretlendikten sonra tuvalet kâğıdı ile kurulanmalıdır. Parmaklarda ve tırnakların arasında mikrop kalmamasını temin için su ile tahâretlendikten sonra elleri sabunla iki-üç defa iyice yıkamak gerekir. Tırnakları kesmek de hadislerde tavsiye edilmiştir. Altlarında zararlı şeylerin (mikropların) gizlendiği ifade edilmiştir.
Abdest: Abdest öyle bir lokal yıkamadır ki, onda soğuk su kullanılmasıyla derideki kılcal damarlar toplanır, sonra tekrar eski haline gelmek, vücuda büyük bir fayda temin eder. Evvelâ kan durgunlukları ortadan kalkar, kalp atışları artar, kandaki alyuvar sayısı çoğalır, vücuttaki değişmeler hareketlenir, solunum hareketlenerek kuvvet kazanır. Alınan oksijen miktarı artarak verilen karbondioksit miktarı fazlalaşır. Açıkta bulunan organları yıkamanın da, vücut üzerinde idrar ifrâzı, zehirli maddeleri çokça boşaltma, yemek iştahını açma, hazmı kolaylaştırma, cilt ve hareket sinirlerini uyarma gibi genel bir etkisi vardır. Bu uyarma, bütün boyun, ciğer ve mide damarlarına, oradan da bütün organlara ve bezlere intikal eder.
Ağır temizliği, su ile gargara yaparak teneffüs yolları ve ağız vâsıtasıyla bulaşan hastalıklardan koruyucudur. Aynı şekilde ağız ve burun içlerini her gün soğuk su ile birkaç defa yıkamak, damak ve boğaz iltihaplar ile nezleden, gripten en önemli koruyucudur.
Yüz, el ve ayakları yıkamak cilt hastalıkları ve iltihaplar için en güzel bir korumadır. Zira mikroplardan birçoğu, insana deride yerleşmek sûretiyle bulaşır. Aynı şekilde parazit bakteriler de vücuda deri yolu ile girer. Şüphesiz tekrar tekrar yıkamak, basit ve yapıcı bir koruyuculuktur. Çünkü cildin dış tabakası, deride bir kabuklaşma veya çatlama meydana gelmedikçe mikropların bedene girmesini engeller. Bu çatlama gibi problemler ise temizlik eksikliği neticesinde meydana gelir. Deri, vücut için önemli bir görev yapmaktadır. O da, kendisinde bulunan binlerce bezden ter ifraz etmesidir. Ter ise, yağlı ve tuzlu maddeleri ihtivâ eder.
- 998 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Su, buharlaşınca, yağlı tuzlar geriye kalıp deri üzerinde birikir. Bu tuzlu ve yağlı maddelerle deri kirlenince ter gözenekleri kapanmış oluyor. Bunun neticesinde terleme olayı gerektiği tarzda cereyan ediyor. Yine de deri kirlenmesi, yavaş yavaş zehirlenme yaptığından mide rahatsızlıkları doğurur. Şüphesiz deri ve tırnak temizliği, beden sağlığımızın en önemli gereklerindendir.
Böylece el ve yüzü günde birkaç defa, özellikle yatmadan, uyandıktan sonra ve tuvalet akabinde iyice yıkamak şarttır. Aynı şekilde insanın idrar vs. ifrâzat yerlerinin yıkanmasına özen göstermesi lüzumludur. Ağız temizliği ise çok önemli bir zarûret arzeder. Çünkü ağız temizliğini ihmal, yemek artıklarından ağızda mikropların çoğalmasını ve diş etlerinin bozulmasını netice verir. Böylece dişlerin ve diş etlerinin cerahati vücut için ciddi bir tehlike kaynağı olur. Bu sebeple günde en az iki defa dişleri yıkamak ve fırçalamak gerekir.
Mide rahatsızlıklarına tutulan hastalara doktorlar ağızlarını temizlemeyi, dişlerine iyi bakmayı daima tavsiye ederler ve ağzın bütün bölümlerini temiz tutmaktaki ihmalin mide için en zararlı ve tehlikeli bir âfet olduğunu tekrar edip dururlar. Bundan dolayıdır ki, İslâmîyet işi gâyet sıkı tutarak her yemekten sonra ağzı yıkamayı, dişlerin arasını temizlemeyi ve üzerlerini misvakla ovmayı ısrarlı bir şekilde tavsiye ediyor. Abdestin her alınışında kullanılan misvakın zararlı mikropları öldürmesinden dolayıdır ki, Efendimiz (s.a.s.) “Ümmetime zahmet vermekten çekinmeseydim her namazda kendilerine misvak kullanmalarını emrederdim“ buyuruyor. Buradaki emir, farz ifâde eden emirdir. Bir de su ile ağzı yıkamak, misvakla yahut parmaklarla dişleri ovmak sâyesinde ağzın şurasında, burasında dişlerin arasında kalarak kokuşmuş yemek artıklarını bulup çıkarmak imkânı doğduğu gibi, bu sûretle ağız içindeki tükürük bezleri ve kılcal damarlar ve kan damarları takviye edilmiş olur.
Burun, koklamak ve nefes alıp vermek için yaratılmış bir organdır. Bunun için hava; toz, toprak ve fezâda yayılmış bir durumda bulunan tozlar ve mikrobik asalakları bu organdan içeri sokar. İşte insanı bundan korumak için Allah’ın hikmeti, burunda bu organın iç duvarlarını kaplayan birtakım kıllarla incecik tüyler yaratmış ki, hizmetleri o zararlı mikropların akciğerlere yol bulabilmesini yahut kan kanallarından birine girmesini engellemektir. Dışarıdan burna giren cisimlerin mikroskopla muâyyenesinden bu gerçek ortaya çıkar ve o zaman İslâm’ın su ile burnu iyice yıkama emrindeki hikmet anlaşılır. Zira bu zararlı cisimler kendilerini taşıyan hava ile birlikte ciğerlere giremediği takdirde burnun cidarlarına yapışır ve orada uzun müddet kaldıkça burun içi zarının ifrâzâtıyla birlikte içeriye doğru inmeye başlar. Bundan dolayı ağzı yıkamadan önce insanı bunların vereceği rahatsızlıktan kurtarmak, sonra da burna çekilerek dışarıya verilen su vâsıtasıyla dışarı atılan bu mikrop yığınlarının bedenin içine girmelerini önlemek faydası vardır. Bunun içindir ki su, ağzın ve burnun ta sonlarına kadar giderek oralarda, şimdi söylediğimiz zararlı cisimlerden bir şey bırakmamak için ağza, burna su vermenin kuvvetle yapılması, Peygamberimiz (s.a.s.)’in emri icabıdır. Bu sûretle burna su alıp vermek de her abdest ve gusülde tekrarlanır durur.
Her abdest ve gusülde yüzün yıkanmasına gelince; bunun da birçok faydası ve hikmeti vardır. Bir kere el ile ovarak yıkamak, cildi kuvvetlendirir; baştaki ağırlığı ve yorgunluğu hafifletir; duran kanı düzenlemeye yardımı olur. Çünkü kan kanallarını uyararak durgun kanları harekete getirir. Sonra, çıkan teri ve
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 999 -
yüzün delikçiklerindeki birikmiş ifrazları gidererek deriye solunum yaptırır. Ter bezlerini gereğiyle görev yapmaya çağırır. O zaman vücut bir çeviklik, bir zindelik duymaya başlar. Koruyucu hekimlik hakkında yeni yazılan eserler yüzü yıkamaya, yüzdeki bütün uzuvların, özellikle gözlerin temizliğine itina göstermeye son derece teşvik ediyor.
Abdest alırken başa mesh edilmesinde de büyük bir hikmet vardır. Beyin daima birtakım düşüncelerle yoruluyor, zayıf düşüyor, kan hücumuna uğruyor. Bunun için biraz su ile mesholunması bunu engellediği gibi, beyni dinlendirir ve faâliyete geçirir. Kulakların içine, dışına, kıvrık yerlerine ve boynun iki tarafına su ile mesh edilmesi de derini üzerindeki pislikleri giderir ve gribi engellemeye çok faydalı olur. Ayrıca beyne giden sinir ve damarlara bu meshin çok faydası vardır.
Ayakların yıkanması, evvelâ temizlik içindir. Sonra da parmakların arasındaki deri temizlenmeyecek olursa birçok iltihaplı hastalıkları çabucak kapar. Bilimsel tetkiklerden tetenoz denilen öldürücü hastalığın mikroplarını ayaktaki derinin çabucak kaptığı anlaşılmıştır. Bunun içindir ki ayakların yıkanması, uyulması gerekli sağlık tedbirlerinin en önemlilerindendir.
İslâmîyet, müslümanlara her namaz için abdesti yoksa almayı farz olarak, varsa tazelemeyi müstehap olarak emrettiği gibi, guslü de sebepleri gerçekleşince farz olarak emretmiş, Cuma ve Bayram günlerinde yıkanmayı sünnet kılmıştır. Evet İslâmîyet, abdest gibi guslün sık sık tekrarlanmasını emretmiyor. Zira bir kere güçlük gerektirir; sonra, bedenin abdest alınırken yıkanması gereken bölümlerinden başkası örtülü bulunduğu için, öteki bölümlerin karşılaştığı şeylerden korunmuştur. Sıhhî şartlarına uyularak yapılan guslün faydaları pek çoktur. Tıpta bunun değeri önemle vurgulanır. Bedenin kirlerini giderir, cilde yumuşaklık verir, yorgun sinirleri dinlendirir, uyku getirir; vücudun, beynin gevşekliğini alır; ter çıkaran bezleri çalıştırır.
Boy abdesti, guslü gerektiren hallerde sarsılan sinirlerin neticesinde vücutta meydana gelen gevşeklik ve uyuşukluğu gidermekte en etkili bir ilâçtır. Boy abdesti vücutta genel bir uyanıklık meydana getirerek onu, sükûnete kavuşturur ve insanı bedenen ve rûhen dinlendirir. Ayrıca gusül, cildi harekete geçirerek kan dolaşımını kolaylaştırır, iştahı açar, sinirliliği giderir ve kılcal damarları faâliyete geçirdiğinden soğuğa karşı vücudun direncini arttırarak soğuk algınlığını önler. 4032
Misvak ve Diş Temizliği: Dişler, sağlam yapıları ile sahibinin ölümünden uzun yıllar sonrasına kadar dayanabilmelerine rağmen bakımsızlık sebebiyle ilk kaybedilen organ sırasını da alabilir. Düzgün konuşmanın ilk şartı olan dişler, yokluğunda psikolojik olumsuz etkisiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Ön ve köpek dişleri kesip parçalamaya yararlar. Yokluğunda yüz estetiğinde korkunç uyumsuzluk oluşur. Azıların olmaması ise, öğütme işleminin eksikliğini neticelendirir ki; hazımsızlıkta başlayan ve çeşitli sindirim yolu bozukluklarına sebep olan durumlara yol açtığı gibi, yanakların içe çökmesiyle neticelenen bir görünüm bozukluğu tablosunu da verir. Genel olarak bütün dişler besinleri parçalaması
4032] Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap; A. Aymaz, Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbâdet, s. 63-70
- 1000 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açısından lezzet almamızı sağlar. Çiğnemeden yuttuğumuz yiyeceklerden aldığımız lezzet çok azdır.
Dişlerin en büyük düşmanları ağızda kalan yiyecek parçalarında çoğalan bakterilerdir. Bunlar besinleri mayalandırıp ürettikleri asitle dişi deler ve derine inerler. Diş çürüğü adını verdiğimiz bu olay mine üzerindeki çatlaklardan bakterilerin direkt girişi ile de olabilir. Bu patolojik durumu önlemek, ihmali halinde çabuk müdâhale (dolgu) diş kaybına nazaran daha ucuz, ağrısız ve daha tutarlı bir yoldur. Ağız, diş ve diş eti sağlığı bakımında diş paslarının da ehemmiyeti büyüktür. Bakımsız ağızlarda dişlerin çiğnemeye katılmaya bölgelerinde beyaz sarımtrak renkteki yumuşak diş pasları, uzun zaman ağızda kalırlarsa pis koku ve kötü lezzet verirler. Bakımlı dişlerde sabah temizliğinden önce görünüp 24-48 saat içinde bir mm. Kalınlık kazanabilir. Eski paslar mine için tehlikeli olduğu gibi, diş etine de zararlıdır. Tükrüğün etkisinin yanında, paslar; diş taşları için bir başlangıçtır. Genellikle iki sınıf altında toplanan diş taşları diş ile diş eti arasına birikerek irtibatı keser ve buralarını bakteri yuvasına döndürür. İltihaplara, kanamalara, harâbiyetlere, dolayısıyla dişin kısa zamanda göçüne sebebiyet verir.
Salvadora Persika adı verilen, “Erak“ ağacının kök ve dallarından elde edilen misvak, Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından tavsiye edilmiştir. Bu fırça, adı geçen ağaçtan kesilen parçanın, kabuğu 1-2 cm. sıyrılıp suda yumuşatılarak liflerinin açığa çıkması ile elde edilmiş olur. Doğu Afrika’dan Hindistan’a kadar olan bölgelerde yetişen bu step bitkisi; bol, ekonomik ve pratiktir. Taşınması kolay, formalitesi azdır. İnsana faydalı bir alışkanlık olan devamlı fırçalamayı kazandırır. Meyvesi yenen güzel kokulu bu bitkinin şu tıbbî faydalarından söz edilir ki; diş fırçalarına nisbeten bir kıyaslama yapabiliriz:
Antiseptik bir özelliği vardır.
Kokusu tükrük salgısını arttırdığından diş etlerinin kurumasını önler.
3) PH’ı tükrük PH’ ile aynıdır. Dolayısıyla yabancı cisim reaksiyonu göstermez. (Diş fırçalarında ise PH’tan bahsedilemez. Ağız için tamamen yabancı bir cisimdir.)
4) Ege Üniversitesinde yapılan bir araştırmada, liflerinde baklava dilimi şeklinde anizotrop basit prizmatik billûr kristallerinin varlığı tesbit edilmiş, bunların kalsiyum oxalat olduğu anlaşılmıştır. Bunu ise mekanik temizliğe etkisi büyüktür.
5) Yine aynı araştırmada tesbit edilen saprofit gram (-) bakterilerinin de faydalarından bahsedilmiştir.
6) Bu nebâtî fırçanın aktif kısmı haftada bir değiştirilerek yeni bir fırça kullanma avantajı kazandırır.
7) Toz haline getirilmiş köklerinden macun yapılır. Kökleri kaynatılıp içilirse bel soğukluğu hastalığını önler. Dalak bölgesi ağrıları için çorba kıvamında içmek gerekir.
8) Diş macunları ileri derecede bazik olduğundan ağız içi dengesini bozar. Misvakta ise yüksek konsantrasyonlarda asit veya bazik tabiatta maddeler yoktur.
9) Bütün fırçalama metodlarına uygulanabilmesi, ağaçtan elde edildiğinden
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 1001 -
istenilen boy, kalınlık ve şekilde temini, fırçalama ânında liflerinin elektrikli diş fırçalarında olduğu gibi rotasyon yapması, kuvvet fırçaya dik uygulandığından mumlu diş iplikleriyle yapılan temizliğin elde edilmesi, onu kıyas yapılamaz bir üstünlüğe eriştiriyor. 4033
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Ebû Derdâ’ya: “Temizliğe itinâ göster ki, ömrün uzun olsun“ buyurmuşlardır. İşte bu Hz. Peygamber’in irşâdındaki hikmet, son zamanlarda tıp ve koruyucu hekimlik ilerledikten sonra anlaşılmıştır ki, şartlarına uyulmak sûretiyle yıkanma ömrü artırır.
Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, abdest almak kadar sağlığa yararlı bir formül bulmak mümkün değildir. Kur’an mûcizelerinden muhteşem bir hayat reçetesi 15 asırdır farkına bile varmadan yaşadığımız, abdest alma nimetini bir gün gelecek, inanmayanlar bile taklit edecekler, sırf dünyevî faydası için de olsa sık sık abdest alacaklar.
Bütün dünya, yıkanma nimetini, Kur’an’ın gusul ve abdestle ilgili âyetinden yeni yeni öğrenmeye başladı. Kendini uygar sayan tüm toplumlar ancak 20. asrın başlarından bu yana yüzünü yıkıyor, banyo yapıyor. Ne var ki, abdestin hârika hikmetini 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra yaşayan biyolojik bilginlerinden öğrenebiliyoruz. Önce, abdest alınca insan sağlığı neler kazanıyor, bunu inceleyelim. Abdestin 3 temel yararı vardır.
a) Abdestin Dolaşım Sistemine Etkisi: Dolaşım sistemi, iki temel biyolojik ilkeye dayanır. Bunlardan biri, kalbin temiz kanı vücudun her yerine; dokulara, daha doğrusu hücrelere ulaştırması görevidir. İkincisi ise, dokulardaki kullanılmış biyolojik açıdan kirlenmiş kanın kalbe ulaşmasıdır. Bu son işlem, vücudun en önemli meselesidir. Bu ters dolaşım bozulunca küçük tansiyon dediğimiz basınç artar, yaşlanma ve hatta ölüme yaklaşma başlar. Acaba dolaşımın bu iki yönlü işleyişinde en önemli olay nedir? Bunun cevabı uzun yıllardan beri bilinmektedir: Damarların sağlıklı çalışması.
Damarlar kalpten uzaklaştıkça küçük dallara ayrılan elastikî borulara benzer. Özellikle incelmiş borular sertleşir, esnekliğini yitirirse kalbe karşı bir zorlama olur. Hayatın çeşitli yönleri bu damarların sertleşip daralmasına sebep olur. İhtiyarlığa, yıpranmaya temel sayılan bu konu, başlı başına bir bilim dalıdır. Kötü beslenme ve asabî tepkiler damarlarda ciddi etkiler yapar. Acaba ince bir damarda böyle bir olayı izlesek onun yıpranmasını pratik bir yoldan geciktirebilir miyiz? Damarlarda sertleşme ve daralmalar birden teşekkül etmez. Aksine yavaş yavaş gelişir. Kalpten uzak damarlar beyin, ayak, el damarları daha zor şartlar altındadır. Burada yavaş başlayan sertleşmeler, daralmalar zaman içinde sürer gider. Günlük hayatımızda bir uygulama vardır ki, damarları genişletip büzerek ona bir anlamda jimnastik yaptırır ve esnek kalmasını sağlar. Bu olay ısı farkı olan sudur. Su sıcaksa damarı genişleterek, soğuksa daraltarak, özellikle kalpten uzak damarların esnekliğini, zindeliğini sağlar. Su, bu arada yine ısı farkı nedeniyle dokularda yavaşlamış dolaşımdan ortaya çıkan besin birikimlerini de genel dolaşıma katmış olur. Şimdi bu gerçekler karşısında, âyet-i kerîmenin abdest alma formülünde el, ayak ve yüzün yıkanmasındaki tarzı mûcize saymamak mümkün mü?
4033] Dr. M. Ayvalı, Sızıntı Dergisi, sayı 3
- 1002 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Üstelik âyetin son bölümünde “Biz size verdiğimiz nimetleri tamamlamak istiyoruz“ 4034 beyanını sırrını anlamamak mümkün mü? Allah dolaşım nimetini vermiştir. Sanki bu âyet-i kerîmeden “Abdest alın ki o nimet tamamlansın, dolaşımınız tam sağlığa kavuşsun“ buyruluyor.
Küçük yaştan itibaren abdest alan insanın hem damar sertliğine, hem de bu olayın beyin dolaşımına yansıması demek olan bunamaya karşı ne denli koruduğunu görmezlikten gelmek mümkün mü?
b) Abdestin Korunma Sistemine (Lenf Dolaşımına) Etkisi: Vücudumuzda bildiğimiz kırmızı kan dolaşımı dışında; bir de beyaz kan dolaşımı vardır. Onun damarları kırmızı kan damarlarından on kat daha incedir. Bazı ufak sıyrıklarda ya da yaraların kenarından bu renksiz sıvının çıktığını fark ederiz. İşte bu lenf dolaşımı, vücudun her noktasını eksiksiz bir korunma nizamı içinde tutar. Vücuda giren bir mikrop, bir yabancı cisim, sebebi bilinmeyen kanser hücresi işte bu lenf dolaşımındaki savaşçı hücreler tarafından yok edilir. Vücutta mikroplu bir hastalığın baş göstermesi, kanser hastalığı, hep bu korunma sistemindeki bir aksamadan ortaya çıkar. Bu sistemin sağlıklı işlerliği kıldan daha ince, beyaz kan damarlarının düzgün çalışmasına bağlıdır.
Bu damar sisteminin nasıl genişleyip daraldığı ise henüz açıklığa kavuşmamıştır. Sıcak ve soğuğun bu sistemi etkilediği bilinmektedir. Özellikle üşütünce mikroplu hastalıklara yakalanma; bu damarların büzüşüp savaşçı hücreleri yeterince o bölgeye gönderememesine bağlanmaktadır. İşte bu sistemin, bu ince damarların sağlıklı görev yapması da, yine abdest almanın genel dolaşımda olduğu gibi, jimnastik etkisi ile yakından ilgilidir. Hastalıklara karşı koymamızı sağlayan koruma sistemi, abdest ile güçlenmekte ve âyetin son cümlesinde vurgulandığı gibi, İlâhî nimet tamamlanmaktadır. Şöyle ki:
Lenf sisteminin düzenli çalışması için bunların uyarılması gerekir.
Lenf sisteminin uyarılmasında en önemli merkez, burun arkası (nazo farinx) ve bademciklerdir ki, abdest almada bu iki noktanın yıkanması özellikle gerekli görülmüştür.
3- Boyun yanlarının uyarılması lenf sisteminde çok etkilidir. Abdestte bu da mevcuttur. Abdest alırken boyun da meshedilir. Abdestin vücudun korunmasına zindelik vermesi açısından İlâhî nimeti nasıl tamamladığını bir örnekle anlatmak istiyorum: Vücudun en savaşçı hücreleri olan lenfositler, çok uzun biyolojik eğitimlerden geçtikten sonra bu lenf dolaşımı ile vücudun en ücra köşelerine giderek vücudun her noktasını günde on kez dolaşır. Bir mikrop, bir kanser hücresi ile karşılaşınca, derhal onu etkisiz hale getirirler. Bu bir İlâhî nimet değil midir? Bazen bir dolaşım ârızası olursa ve siz abdest alma alışkanlığı içinde bu ârızayı giderirseniz abdest İlâhî nimetin tamamlanması olmaz da ne olur?
4- Vücuttaki statik elektriği dengelemede de abdestin olumlu etkisi vardır. Normalde vücudun tümüne ait statik bir elektrik dengesi vardır ve sağlıklı vücudun temel yapısı bu elektriğin dengeli olması ile yakından ilgilidir. Gerek havadaki özellikler, gerekse günümüzde sentetik ve plastik eşya kullanımı, bu dengeye olumsuz etkiler yapmaktadır. Ağrılı hastalıklar, sinirlilik ve de yüzün kırışması,
4034] 5/Mâide, 6
TEMİZLİK / TAHÂRET
- 1003 -
bu olayın en yakın tanıdığımız sonuçlarıdır.
Otomobilden inince veya bir plastik sandalyede oturunca bu elektriği çoğumuz farketmiştir. Şimşekli havalar da buna benzer bir etkiye sahiptir. Akupunkturla tedavi, hatta fizik tedavi bir yönüyle bu statik elektrik artmasına karşı tedbirlerdir. Günde birkaç kez abdest alarak bu etkiden tamamen sıyrılabiliriz. Statik elektrikten doğan birçok psikosomatik hastalıklar vardır. Statik elktriğin en olumsuz etkisi, deri altındaki minik kaslaradır. Statik elektrik bu kasları, gere gere sonunda işlemez hale sokar. Yüzdeki erken kırışmaların sebebi budur. Tabii bu durum, tüm vücut için geçerlidir. Ömür boyu abdest alanların nur yüzlü oluşlarının sebebi de budur. Devamlı abdest alma alışkanlığına sahip olanlar, mutlaka daha sağlıklı deriye, dolayısıyla güzelliğe sahip olurlar. Güzellik için milyarların harcandığı günümüzde, bu ne büyük nimettir ki, harcananın on katı harcansa abdestin yerini tutmaz!
Acaba abdestte statik elektriğe ait bir hikmet var mı? Elbette var. Âyetin teyemmümde ilgili kısmı bu statik elektriğe karşı nimetin tamamlanması gerçeğini vurguluyor. Zira teyemmüm de büyük ölçüde statik elektriği yok eder. İşte yine bir Kur'an mûcizesi! Yüz yıllar boyu teyemmümün hikmeti anlaşılamamış, nasıl olup da yıkanma yerine geçtiği izah edilmemişti. Âyette açıkça bildirildiği gibi, abdestin temizlik yönü de bir nimettir. Elbette günümüz insanı “ben zâten elimi yüzümü yıkıyorum“ diyebilir. Ancak, bu alışkanlığın en uygar uluslarda bile mâzisi çok uzun değildir. 19. asrın sonlarına kadar böyle bir değerden mahrumdu Batılı insan. Üstelik hiçbir zaman öğütle temizlik ibâdet disiplini gibi sürekli ve geçerli olamaz. Elbette abdest almanın nimet ve hikmeti bu tıbbî geçeklerden ibâret değildir. 4035
Ne mutlu, maddî-mânevî temizliklerini ihmal etmeyip beden ve gönüllerini her çeşit pislik ve günahlardan arındırmaya çalışan tertemiz müslümanlara!
4035] Halûk Nurbaki, İslâm Dininin İnsan Sağlığına Verdiği Önem, s. 60-66
- 1004 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de Temizlik Konusuyla İlgili Âyetler
A- T-h-r kelimesi ve türevleri nin Geçtiği Âyetler (31 Yerde): 2/Bakara, 25, 125, 222, 222, 222, 232; 3/Âl-i İmrân, 15, 42, 55; 4/Nisâ, 57; 5/Mâide, 6, 6, 41; 7/A’râf, 82; 8/Enfâl, 11; 9/Tevbe, 103, 108, 108; 11/Hûd, 78; 22/Hacc, 26; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 56; 33/Ahzâb, 33, 33, 53; 58/Mücâdele, 12; 56/Vâkıa, 79; 74/Müddessir, 4; 76/İnsan, 21; 80/Abese, 14; 98/Beyyine, 2.
B- Temizlik Mânâsında Tezkiye Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (27 Yerde) (+Zekât: 32): 2/Bakara, 129, 151, 174, 232; 3/Âl-i İmrân, 77, 164; 4/Nisâ, 49, 49; 9/Tevbe, 103; 18/Kehf, 19, 74; 19/Meryem, 19; 20/Tâhâ, 76; 24/Nûr, 21, 21, 28, 30; 35/Fâtır, 18, 18; 53/Necm, 32; 62/Cum’a, 2; 79/Nâziât, 18; 80/Abese, 3, 7; 87/A’lâ, 14; 91/Şems, 9; 92/Leyl, 18.
C- Neces/Pislik kelimesi: 1 Yerde: 9/Tevbe, 28
D- Rics/Pislik kelimesi 10 Yerde: 5/Mâide, 90; 6/En’âm, 125, 145; 7/A’râf, 71; 9/Tevbe, 95, 125, 125; 10/Yûnus, 100; 22/Hacc, 30; 33/Ahzâb, 33.
E- Temizlik ve Temizlenmek Konusu
a- Elbise Temizliği: 74/Müddessir, 4.
b- Necâsetten (Pislikten) Temizlenmek: 74/Müddessir, 4.
c- Allah Mü’minlerin Temizlenmesini İster: 5/Mâide, 6.
d- Allah Çok Temizlenenleri Sever: 2/Bakara, 222; 9/Tevbe, 108.
F- Abdest
a- Abdestin Farziyeti ve Farzları: 5/Mâide, 6.
G- Gusül (Boy Abdesti)
a- Guslün Farziyeti
b- Cünüp İken Namaza Yaklaşmamak: 4/Nisâ, 43.
H- Teyemmüm
a- Teyemmümün Farziyeti ve Farzları: 4/Nisâ, 43; 5/Mâide, 6.
İ- Hayız ve Nifas
a- Hayız Nedir? 2/Bakara, 222.
b- Hayızlı Kadına Yaklaşmaktan Sakınmak: 2/Bakara, 222.
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Temizlik, Yunus Vehbi Yavuz, Aksa Yayın Paz.
2. Temizlik Doğudan Gelir, Hüseyin Çelik, T. Diyanet Vakfı Y.
3. Temizlik, Gusül, Abdest, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
4. İslâmî Hayatta Temizlik, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
5. Zâhirî ve Bâtınî Temizlik, Mehmed Fahreddin Dinçkol, Ebrar Y.
6. Tahâret, Gusül, Namaz, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
7. Tatbikli Tahâret Rehberi, Heyet, Osmanlı Y.
8. Sünnet-i Seniyyeye Göre Tuvalet Âdâbı, Yaşar Bozyiğit, Şahsî Y.
9. Gusül Abdestinin Alınışı ve Hikmetleri, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
10. Abdest, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
11. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c.18, s.
12. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s. 5-9; c. 2, s. 238-240, 284; c. 5, s. 66-68; c. 6, s. 88, 178-180
13. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
14. Merak Ettiklerimiz, Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Cihan Y. s. 195-197, 201-207, 250-254,267-271, 365-369, 439-443, 448-449, 450-451
15. İslâm Dininin insan Sağlığına Verdiği Önem, Halûk Nurbaki, s. 60-66
16. Peygamberimiz ve Tıp (Tıbb-ı Nebevî), Mahmud Denizkuşları, Marifet Y.
17. Hadislerle Koruyucu Hekimlik, Ahmet Turhanoğlu, Rağbet Y.
18. Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 893 -
Kavram no 176
Görevlerimiz 40
Namaz; İbâdet
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
• Teheccüd; Anlam ve Mâhiyeti
• Nâfile ve Nâfile Namazlar
• Hz. Peygamber ve Ashâbının Nâfile İbâdetleri
• Kur’ân-ı Kerim’de Teheccüd ve Nâfile Namaz
• Hadis-i Şeriflerde Teheccüd ve Nâfile Namaz
• Bazı Nâfile Namazlar: Evvâbîn, Duhâ (Kuşluk), Tahiyyetü’l-Mescid,
• Hâcet, Tesbih, Teravih, Küsûf, Husûf ve İstihâre Namazı
• Gece ve İhyâsı
• Kıyâmu’l-Leyl, Nâşietu’l-Leyl: Gece Neşesi
“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit bir nâfile olarak onunla (Kur'an'la) teheccüd et/namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama (makam-ı mahmûda) ulaştırır.“ 3587
Teheccüd; Anlam ve Mâhiyeti
Teheccüd, geceleyin uyanıp kılınan namaz demektir. Teheccüd sözlükte, uyumak ve uyanmak mânâsında olup, zıt anlamlı kelimelerdendir. Daha sonra gece uyanıp namaz kılan kimseye, bu kökten türetilmiş “hücûd“ denilmiş ve böylece teheccüd, terim olarak namaz ve Allah'ı zikir için gece uyanmak mânâsında kullanılmıştır. Genellikle yatsı namazından sonra, daha uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra kılınan namaza gece namazı (salâtü'l-leyl) denir. Gece uykusu bölünerek kalkıp kılınan namazlara ise teheccüd namazı denir.
Tâbiînin büyüklerinden Esved ile Alkame: “Teheccüd uykudan sonradır“ demişlerdir. Hatta hiç uyumaksızın bütün geceyi ibâdetle geçirmeyi âdet edinmek mekruh sayılmıştır.3588 Buhârî'nin Amr b. el-As (r.a.)'dan rivâyetine göre bir kere Rasûlullah (s.a.s.) Abdullah b. Amr'e “Ey Abdullah! Senin her gün oruç tuttuğun ve her gece baştanbaşa namaz kıldığın haberi bana ulaşmadı mı sanırsın?“ buyurmuşlardır. Abdullah da, “Evet öyledir, ya Rasûlallah! Bütün gece namaz kılarım“ demiştir. Rasûl-i Ekrem, “Sakın öyle yapma. Kâh oruç tut, kâh iftar et; gecenin bir kısmında namaz kıl, bir kısmında uyu“ buyurmuştur. 3589
Kur’ân-ı Kerim'de Peygamber Efendimize hitaben: “Gecenin bir kısmında sadece sana mahsus, fazla (bir ibâdet) olmak üzere namaz kıl. Muhakkak Rabbin seni övülmüş bir makama erdirecektir“3590 buyrulmuştur. Âyet-i kerimenin tefsirinde teheccüd namazının Hz. Peygamber için farz veya fazilet olduğu, ümmeti için ise nâfile olduğu belirtilmiştir. Peygamber Efendimiz teheccüd namazını kılmaya devam
3587] 17/İsrâ, 79
3588] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 13
3589] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 13
3590] 17/İsrâ, 79
- 894 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eder, bu namaz için kalktığında da şöyle duâ ederdi: “Yâ Rab! Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki her şeyin daimi müdebbirisin. Yine her hamd senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki her şeyin nûrusun, (bunları aydınlatırsın). Yine her hamd senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlarda bulunan her şeyin sahibisin. Yine her hamd senin içindir. Sen haksın, senin vaadin de haktır. (Âhirette) seni görmek de haktır. Sözün haktır. Cennetin de haktır, Cehennemin de haktır. Peygamberin de haktır, Muhammed de haktır. Kıyâmet günü de haktır. Ya Rab! Ancak sana itaat ettim. Sana inandım, sana güvendim, sana yöneldim, yalnız senin (burhanlarına) dayanarak (düşmanlarla) mücadele ettim. Aramızda yalnız seni hakem kıldım. Ya Rab! Önce işlediğim ve sonra işlerim sandığım, gizli yaptığım ve âşikâra işlediğim (bütün) günahlarımı bağışla! (Âhiret hayatımda beni) takdim eden, (dünya tarihinde nübüvvetimi) tehir eden ancak sensin. (Allahım!) ibâdete lâyık ilâh yoktur, yalnız sen varsın, yahut, senden başka ibâdete lâyık ilâh yoktur. Hakîmâne tasarruf da, tam kuvvet de Allah ile kaimdir.“ 3591
Teheccüd namazı menduptur. İki ilâ on iki rekât arasında kılınabilir. En azı iki rekât, en çoğu on iki, ortası ise sekiz rekâttır. Her iki rekâtta selâm verilmesi daha faziletlidir.
Teheccüdün en faziletli vakti: Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Sahih-i Müslim'de Ebû Hureyre (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte teheccüd namazının en faziletli vaktini şöyle belirtmiştir: “Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece namazıdır. Geceyi iki kısma bölersen son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen ortası en faziletli vakittir.“ 3592
Teheccüd namazı çok faziletli bir namazdır. Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde teheccüd namazı kılmaya teşvik edilmiş ve bu namazı kılanlar övülmüştür. Yüce Rabbimiz geceleyin kalkıp teheccüd namazı kılanlar hakkında şöyle buyurur: “Onların yanları yataklarından uzaklaşır (teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkarlar), korkarak ve umarak Rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için gözlerini aydınlatıcı ne güzel (nimetlerin) saklandığını hiç kimse bilmez.“ 3593
Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Geceleyin kalkıp namaz kılan ve karısını uyandırarak ona da kıldıran, şâyet kalkmak istemezse yüzüne su serpen erkeğe Allah rahmet eder, (günahlarını bağışlar). Yine geceleyin kalkıp namaz kılan ve kocasını uyandıran, kalkmak istemezse yüzüne su serpen kadına da Allah rahmet eder (günahını bağışlar)“3594 Hadis-i şerif insanı teheccüd namazı kılmaya teşvik ettiği gibi, aile fertlerini kaldırıp onlara da bu faziletli namazı kıldırmaya teşvik etmektedir.
Yine Ebû Hureyre ve Ebû Saîd el-Hudrî, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivâyet etmişlerdir: “Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekât namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.“3595 Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlar ise Allah'ın mağfiret ve mükâfatına nâil olacaklardır. Kur’ân-ı Kerimde onlar hakkında “Allah'ı çok zikreden erkekler ve
3591] Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, 12
3592] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. IV, 16
3593] 32/Secde, 16-17
3594] Ebû Davûd, Salâtü't-Tatavvu' 18
3595] Ebû Davûd, Vitr 13
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 895 -
zikreden kadınlar, işte Allah bunlar için bağış ve büyük mükâfat hazırlamıştır“3596 buyrulmuştur.
Bir kimse itiyat haline getirdiği teheccüd namazını özürsüz yere terketmemelidir. Hz. Âişe validemizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Gece namazını terketme. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) onu terketmezdi. Hasta ve yorgun olduğu zaman oturarak kılardı“3597 Yine Hz. Âişe vâlidemiz, “Rasûlullah’a (s.a.s.) namazın en sevimlisi az da olsa devam edileni idi. Rasûlullah (s.a.s.) bir namazı kılmaya başladığı zaman ona devam ederdi“ demiştir.3598
“Teheccüd“, kelime anlamıyla, uykuyu gidermek, birini uyandırmak demektir. Din dilinde teheccüd, uykuyu fedâ ederek ibâdet ve Kur'an'la meşgul olmak için uyanmak, kalkmak demektir. Bu anlamda teheccüd, Kur'an okuyarak geceyi değerlendirmektir. Peygamberimiz, teheccüdü genellikle namaz kılarak yerine getirdiği için, gece namazına teheccüd namazı denilmiştir. Teheccüd denilince de artık bu namaz hatırlanmaktadır.
Kur'an şöyle diyor: “Gecenin bir kısmında kalk, sana âit bir nâfile olarak onunla (Kur'an'la) namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama (makam-ı mahmûda) ulaştırır.’’3599 Buradaki emir Peygamberimizedir. Peygamberimiz de bu namazı veya gece ibâdetini vefat edinceye kadar hiç terketmemek üzere yerine getirmişti. Hatta hasta olsa bile bu namazı kıldığı rivâyet ediliyor.3600 İslâm âlimleri gece ibâdetinin Peygamberimiz için farz, diğer müslümanlar için nâfile olduğunu söylemişlerdir. Gece ibâdetinin 'teheccüd' olabilmesi için, biraz uyuduktan sonra kalkılması gerekir. Bu, uykuyu Allah'ı zikir, Kur'an okuma ve namaz için fedâ etmektir.
Gecenin sessizliği içerisinde Rabb ile kul ilişkisini yakalamak 'teheccüd' ile mümkün olabilir. Herkesin uyuduğu bir saat, uyanık bir mü'min için Allah'a yakınlaşma, O'na içten duâ etme, O'ndan af isteme fırsatıdır. 'Teheccüd', bütün gösterişlerden uzak, günlük uğraşıların çok çok uzağında, samimi bir şekilde, ihlâs anlayışı ile Allah'a bağlılığın gösterildiği özel bir ibâdettir. Şüphesiz bu ibâdet, insan ruhunun yücelmesinde önemli bir rol oynar. Bir başka âyette “Namaz için yanlarını yataklarından uzaklaştıranlar, Allah'tan korkup sakınarak duâ edenler“ övülmektedirler. 3601
Peygamberimiz buyuruyor ki: “Ramazan ayından sonra en faziletli oruç (ayı), Allah'ın ayı olan Muharrem'dir. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da, gece namazıdır.“ 3602
“Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan ve hanımını da uyandıran, hanımı kalkmak istemediği zaman yüzüne su serpen kula rahmetini bol kılsın. Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, kocası kalkmak istemediği zaman yüzüne su serpen kadına
3596] 33/Ahzâb, 35
3597] Ebû Davûd, Salâtu't-Tatavvu' 18
3598] Buharî, Savm 52; Durak Pusmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 6, s. 162
3599] 17/İsrâ, 79
3600] Ebû Dâvud, Kıyâmu'l-Leyl 2, hadis no: 1307, 2/32
3601] 32/Secde, 16-17
3602] Müslim, Sıyâm 38, hadis no: 1163; Ebû Dâvud, Savm 55, hadis no: 2429; Tirmizî, Salât 324, hadis no: 438; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 7
- 896 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da rahmetini bol kılsın.“ 3603
“Size geceleyin kalkmayı tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti idi; Rabbinize yakınlık, günahlardan koruyucu, kötülüklere keffâret, bedenden hastalığı kovucudur.“ 3604
Birkaç rivâyette Peygamberimizin teheccüd namazlarını uzun kıldığını ve ayakları şişinceye kadar ayakta (kıyamda) durduğunu, “Allah senin gelmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir, niçin böyle yapıyorsun?“ sorularına; 'şükreden bir kul olmayayım mı?' cevabını verdiğini okumaktayız. 3605
Teheccüd namazı iki rekât kılındığı gibi, güç yeterse daha fazla da kılınabilir. Gecenin yarısından sonra uyanılması ve teheccüd yapılması daha uygun görülmüştür.
Peygamberimizin teheccüd namazında şöyle duâ ettiği rivâyet ediliyor: “Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökleri, yeri ve içinde olanları ayakta tutan Sensin. Hamd Sanadır. Sen göklerin, yerin ve bunların içinde olanların nûrusun. Hamd Sanadır. Sen Hakk'sın, va'din (verdiğin söz) gerçektir. Cehennem gerçektir, Cennet gerçektir. Peygamberler gerçektir, Muhammed gerçektir. Kıyâmet saati gerçektir. Ey Allah'ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim. Sana dayanarak (düşmanlara) karşı geldim. Senin hükmüne uydum. Benim şimdiye kadar geçmiş günahlarımı da bundan sonrakileri de, açığa vurduklarımı da, gizlediklerimi de bağışla...“ 3606
Süleyman Ateş, âlimlerin cumhûruna göre sünnet kabul edilen teheccüdün Peygamberimizle birlikte bütün ümmete farz kılındığı görüşündedir ve ilgili âyetleri şöyle açıklar:
“Güneşin sarkmasından (aşağı kaymasından) alacakaranlığa kadar namaz kıl ve sabahın Kur'ân’ını (duâ ve namazını) da yerine getir. Çünkü sabah Kur'ân (okuması) görülecek şeydir. Ayrıca sen, gecenin bir kısmında da Kur'ân oku(yup namaz kıl)mak üzere uyanmalısın. Böylece Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştırması umulur.“ 3607
17/İsrâ, 78-79. âyetlerde, Peygamber'e, güneşin sarkmasından, alacakaranlığa kadar namaz kılması, sabah vaktinin okuma ve duâsını da yapması; ayrıca gecenin bir bölümünde yine okuyup ibâdet etmek üzere teheccüd etmesi emredilmektedir.
Teheccüd uyku anlamındaki hücûd kökündendir. Hâcid uyuyan, tehcîd uykuyu gidermek (uyandırmak), teheccüd de uyanmak demektir. Âyette zamîr (fetehecced bihî), 78. âyetin sonundaki Kur'ân'a gider. “Kur'ân ile uyan“ yani namaz kılıp Kur'ân okumak için geceleyin uykudan uyan, demektir. Teheccüd kelimesi artık gece namazının adı olmuştur. Geceleyin uyanıp namaz kılan kimseye müteheccid denilir.
Hasan-ı Basrî'ye göre teheccüd, yatsıdan sonra kılınan namazdır ki yine biraz
3603] Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1308; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5
3604] Tirmizî, Deavât 102, hadis no: 3549, 5/552
3605] Müslim, Sıfatü'l-Münâfıkîn 18, hadis no: 2820, 4/2172; Buhârî, Tefsir 485 (Feth), 6/169
3606] Buhârî, Teheccüd 1, Deavât 9; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 36, hadis no: 769; Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 771; Muvattâ, Salât; Tirmizî, Deavât 29, hadis no: 3418; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 9; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 691-693
3607] 17/İsrâ; 78-79
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 897 -
uyuduktan sonra kılınır. Gecenin bir kısmında uyanıp namaz kılmanın, özel olarak Peygamber'in kendisine farzolup ümmetine farz olmadığı söylenir. Âyette “nâfileten (nâfile olarak)“; Ayrıca, “leke (senin için)“ söyleminden bu anlam çıkarılmıştır.
Fakat bize göre gece namazının önemini vurgulamayı amaçlayan bu söylemden böyle bir anlam çıkmaz. Bu, tıpkı “Ey örtüsüne bürünen, Geceleyin kalk, (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu). Gecenin yarısında (kalk) yahut bundan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır Kur'ân oku. Doğrusu biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten gece kalk(ıp ibâdet et)mek daha oturaklı ve (geceleyin) söz (duâ) daha etkilidir. Çünkü gündüzün, senin, uzun sûre uğraşacağın şeyler vardır. Rabbinin adını zikret ve bütün gönlünle O'na yönel.“3608 âyetleri gibi, gece ibâdetinin asla ihmal edilmemesi gereken huzurlu bir ibâdet olduğunu vurgulamaktadır. Buradaki “nâfile“ deyimi, farzın altında olan nâfile anlamında değil, “üstelik, ayrıca“ demektir. Bu emir, Peygamber'in kişiliğinde bütün ümmet bireylerine de yöneliktir. Nasıl ki “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. “3609 âyetinde Peygamber'e olan, gündüzün iki ucunda namaz kıl emri, aynı zamanda bütün ümmet bireylerini bağlıyorsa, Peygamber'e gece kalkıp namaz kılmasını emreden âyetler de ümmet bireylerini bağlar ve gece ibâdetini yalnız Peygamber'e değil, bütün mü’minlere farz kılar, “Çünkü gündüzün, senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.“3610 âyetinde de gündüzün uğraşları olanlar da yalnız Peygamber değil, bütün mü'minlerdir. Kur'ân'da Peygamber'e olan hitaplar -özel olduğuna dair delîl yoksa- bütün ümmet bireylerini kapsar. Bundan dolayı teheccüd, gücü olan her mü'mine farzdır.
“Kuşkusuz gece kalkıp ibâdet etmek daha oturaklı, ve geceleyin okumak (duâ etmek) daha etkilidir“ âyetinin belirttiği üzere gece ibâdeti, ruha daha etkili ve gece, herkesin uyuduğu o sâkin saatlerde yapılan duâlar daha duygusaldır. İnsan o zaman okuduğu duâları, söylediği sözleri daha içten duyar. “Gündüzün senin uzun bir sebhin vardır.“ Yani gündüzün gezip dolaşman, çalışman, yapacağın işler vardır. Gündüzün onları yapman gerekir. Bütün vaktini ibâdete ayıramazsın. Gecenin bazı saatlerini ibâdete ayırırsan yeter. Rabbinin adını an ve O'na tebettül et.“
Tebettül, kesmek demektir! Kendisini yalnız Allah'a ibâdete verdiği için Meryem'e “Betûl“ denmiştir. Tebettül, her şey ile ilgiyi kesip tamamen Allah'a yönelmektir. İşte bu âyette Hz. Peygamber'e, geceleyin, dünya meşgaleleriyle ilgisini kesip gönülden Allah'a yönelmesi emredilmektedir. Daha sonra Allah'ın, doğunun ve batının rabbi olduğu, O'ndan başka ilâh/tanrı bulunmadığı ve yalnız O'na dayanmak gerektiği vurgulanmaktadır.
Müzzemmil Sûresi'nin birinci âyetindeki “Geceleyin kalk!“ emrinin, vücûb (gereklilik) mi, yoksa nedb (iyiye teşvîk) mi ifâde ettiği hususunda görüş ayrılığı vardır. Nedb ifâde ettiğini söyleyenlere göre âyet muhkemdir, neshedilmemiştir. Vücûb ifâde ettiği takdirde âyet üzerinde üç görüş vardır:
Birine göre gece namazı, yalnız Hz. Peygamber (s.a.s.)’e farzdır. Onun hakkındaki bu farz, vefatına kadar sürmüştür. Diğerine göre gece namazı, hem
3608] 73/Müzzemmil, 1-8
3609] 11/Hûd, 114
3610] 73/Müzzemmil, 7
- 898 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisine, hem de ümmetine farz kılınmış, kendileri, kalkıp ayaklan şişinceye kadar namaz kılmışlar, sonra Cenâb-ı Hak sûrenin son âyeti ile bu farzı neshetmiştir. Üçüncü görüşe göre gece namazı hem Allah'ın Elçisi'ne, hem de ümmetine farz kılınmış ve neshedilmemiştir. Ne kadar mümkün ise gecenin o kadar kısmında ibâdet etmek farzdır. Hasan-ı Basrî ve İbn Şîrîn bu görüştedirler. 3611
Bizce birinci ile üçüncü görüş doğrudur, ikinci görüşün bir değeri yoktur. Çünkü âyetler arasında çelişki yoktur, mevcut bir âyetin neshedilmesi de söz konusu olamaz. Her âyetin uygulanır hükmü vardır. Müzzemmil Sûresi'nin son âyeti, ilk âyetlerinin hükmünü kaldırmıyor. Uygulayanlar için elbette bu daha iyidir. Ancak uygulayamayanlar için bunu biraz hafifletiyor, işi olup yorgun argın olanlara gece biraz ibâdet etmekle yetinme ruhsatı veriyor. Bu nesh değil, hükmü kaldırma değil, sadece uygulamada güçlük çekecek olanlara hafifletmedir. Zaten “Gücün üstünde teklîf olmayacağı“ Kur'ân'ın temel ilkelerindendir. İbn Atıyye, cumhûra göre âyetin ibâhe bildirdiğini söylemiştir. Fakat Hasan-ı Basrî ve İbn Şîrîn, bir miktar gece ibâdetinin, yapılması gereken bir farz olduğu kanısındadırlar. Ancak, geceleyin vitri kılan, bu emri yerine getirmiş olur. 3612
Sûrenin son âyeti, sahâbîlerden bir bölümünün de Hz. Peygamber'in kendisi gibi gecenin kâh üçte ikisini, kâh yarısını, kâh üçte birini ibâdetle geçirdiklerini anlatmaktadır. Rivâyetler, onların geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kıldıklarını anlatır ki bu, gece ibâdetinin, onlara ne denli tatlı geldiğini, bundan ne derece büyük zevk aldıklarını ve huzur duyduklarını gösterir. Son âyette Yüce Allah'ın, gece ibâdetini hafiflettiği ve bu hafiflfl etmenin sebebi anlatılmaktadır: “Allah, İçinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar bulunacağını bilmiştir“ buyrulmaktadır. Âyetin sonunda mü'mînlere, Kur'ân'dan ne kadar okuyabilirlerse o kadar okumaları, namazı kılmaları, zekât ve Allah'a güzel borç vermeleri, Allah'tan mağfiret dilemeleri emrediliyor ve Allah için yapılan iyi işlerin zâyi olmayacağı; Allah'ın, onların karşılığını fazlasıyla vereceği vurgulanıyor.
Hz. Peygamber, farz namazlardan sonra en makbul namazın, gece namazı olduğunu söylemiştir: “Kendisine farz namazlardan sonra hangi namazın daha makbul olduğu soruldu, 'Gece namazı' dedi.“ 3613
“Rabbin, senin gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde kalk(ıp namaz kıl)dığını biliyor. Seninle beraber bulunanlardan bir topluluk da (böyle yapıyor)’’3614 âyetinde bazı sahâbîlerin de gece namazı kıldıklarını öğreniyoruz. İnsanın uğraşlarını atmış olduğu o sakin saatlerde yapılan ibâdet ruhu çok etkiler. “Gerçekten gece kalkıp ibâdet etmek, oturaklı ve geceleyin okumak daha etkilidir“ 3615 âyetinin bildirdiği üzere gece ibâdeti insan ruhuna bambaşka bir huzur ve lezzet verir, insanı ma'nevî derecelere yükseltir. İşte âyetin sonunda bu gerçeğe işaret buyrularak Allah'ın, gece ibâdetine devam eden Peygamber'i, yüce bir makama ulaştıracağı bildirilmektedir.
Bu Makam-ı Mahmûd üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır: Kimine göre
3611] et-Teshîl: 4/156
3612] et-Teshîl: 4/159
3613] Müslim, Sıyâm 203; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/303, 329
3614] 73/Müzzemmil, 20
3615] 73/Müzzemmil, 6
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 899 -
Makam-ı mahmûd, şefaat makamıdır. Allah, Muhammed Aleyhisselâm'ı, Kıyâmet gününde şefaat edecek bir makama ulaştıracaktır. Hiç şüphesiz Peygamber Aleyhisselâm'ın, Allah katında derecesi büyüktür ama Makam-ı mahmûd'un, şefaat makamı olduğuna dair âyette en küçük bir delîl yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin abartıldığını ve zamanla oluşturulduğunu sanıyoruz. Birkısım müfessirlere göre de Makam-ı mahmûd, Allah'ın, Peygamber'i, kendisiyle birlikte Arşta oturtacağı makamdır.3616 Bu konuda da bazı haberler zikredilir ki bunlar da şefaat haberleri gibi sonraki zamanlarda üretilmiş şeylerdir. Hattâ bu motifin, Kıyâmette İsa'nın, Allah'ın sağ yanında oturup insanları muhakeme edeceği şeklindeki Hristiyan inancından adapte edildiğinde kuşku görmüyoruz. Bir kulun Allah ile beraber tahta oturması muhaldir. Allah, insan gibi olmaktan münezzehtir. Cenâb-ı Hak Kur'ân'da müteaddid defa kendisi izin vermeden huzurunda kimsenin şefaate cesaret edemeyeceğini vurgularken bu şefaat haberleri, sanki Kur'ân âyetlerine meydan okumaktadır. Âhiret halini de Allah'tan başka kimse bilmez. Âyette, Peygamber'e, gece ibâdetinin faziletiyle Allah'ın, kendisini yüksek ma'nevî dereceye ulaştıracağı buyrulmaktadır. Ma'nevî mertebeler pek çoktur. Peygamber Aleyhisselâm bu derecelerin en yükseğine çıkarılmıştır. Kıyâmette değil, kendi hayatlarında ve vefatından sonra da onun ruhu ma'nevî derecelerin zirvesindedir.
Özellikle teheccüd namazı son derece önemlidir. Çünkü biraz uyuyunca dinlenmiş olan fikirle kalkıp gönül sadece Allah'a verilerek, yani tam ihlâs ile kılınan namazın ruh üzerindeki etkisi büyüktür. Bunun içindir ki Yüce Allah: “Gerçekten gece kalkıp ibâdet etmek daha oturaklı ve etkilidir.“3617 buyurmuştur. 3618
Nâfile ve Nâfile Namazlar
‘Nâfile’nin aslı ‘nefl’dir ki bu da gerekli olanın (farz olanın) üzerine yapılan bir fazlalıktır. Aynı kelime, ganimet malı, yani savaştan sonra ele geçen mal hakkında da kullanılır. Bunun çoğulu ‘enfâl’dir ki, Kur’ân-ı Kerim’de bu adı taşıyan bir sûre bulunmaktadır. 3619
Mecbûrî olmaksızın yapılan fazla işe, ‘nâfile’ demek daha yaygın bir söyleyiştir. Nâfile aynı zamanda, bağış, hibe anlamlarına da gelmektedir (21/Enbiyâ, 72’de fazladan bir bağış anlamındadır).
Fıkıh ilminde ‘nâfile’; farz ve vâcib dışında, sevap amacıyla yapılan, Peygamberimizin de kıldığı bilinen namazların tümüne ve diğer ibâdetlere verilen bir isimdir. Nâfile namazlara, tatavvu, müstehab, mendup gibi isimler de verilmiştir.
Nâfilenin Önemi
Farz ve vâcib diye nitelenen emirleri yerine getirmek müslümanların görevidir. Bu görev iman etmenin, imanın tadını almanın, İslâm’ı yaşanır kılmanın ve İslâm’la ulaşılması mümkün olan iki dünya mutluluğuna kavuşabilmenin yoludur. İman, bilindiği gibi soyut bir şekilde ‘inanıyorum’ demek değildir. İman, aynı zamanda bir din, bir hayat şekli seçmenin adıdır. İslâmî hayatı seçen mü’minler,
3616] Câmi'u'l-beyân, 15/145-148
3617] 73/Müzzemmil, 6
3618] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yayınları, c. 20, s. 202-208
3619] Bakınız: 8. sûre
- 900 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inandıkları dinin bütün emir ve yasaklarına uyarlar. Özellikle farz, vâcib, haram diye isim verilen emir ve yasaklar konusunda titizdirler.
Bunların dışında imanı olgunlaştıracak birtakım mendup, yani güzel görünen, teşvik edilen ibâdetler de vardır. Mü’min, bu ibâdetleri farzlara ve vâciblere bir hazırlık yapmak, onları tamamlamak için yerine getirir. Bu gibi ibâdetler Allah’a hakkıyla şükretmenin yollarını açar. İmanı sağlamlaştırır, farzlar konusundaki bilinci artırır.
Nâfile ibâdetler, kullukta yapılan eksikliklere, işlenilen günahlara bir karşılıktır. Şüphesiz mü’min ne kadar gayret ederse etsin Allah’a, O’nun istediği gibi ibâdet edemez. Ama bunun için çaba gösterir. Mü’min kulluk noktasındaki eksiğini nâfile ibâdetlerle tamamlar.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) şöyle buyuruyor: Kim benim veli (dost) kuluma düşmanlık ederse, ben de ona savaş ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyi yerine getirmesidir. Kulum Bana nâfile ibâdetlerle yaklaşır, sonunda sevgime ulaşır…“3620
Peygamberimize ait nâfileler ‘Revâtib’ ve ‘Regâib’ olmak üzere iki kısma ayrılır. Bunlara Rasûlullah’ın sünnetleri de denir. Revâtib sünnet; Peygamberimizin, tertipli bir şekilde, belli zamanlarda, bazen de farz ibâdetlere bağlı olarak yaptığı nâfile ibâdetlerdir. Regâib sünnet ise; belli bir zamana ve farz ibâdete bağlı olmaksızın arada sırada yaptığı nâfile kulluklardır. Revâtib sünnete örnek: Sabah namazının sünneti, öğlenin ilk ve son sünneti, akşamın sünneti, yatsının son sünneti, teheccüd namazı, belli günlerde tuttuğu oruçlar gibi. Peygamberimiz bunları pek az terkeder, çoğunlukla yapardı.
Mendub ya da Regâib olanlara örnek: Kuşluk, abdest, mescid, yolculuk, güneş ve ay tutulması, yağmur ve tesbih namazları; bazen tuttuğu nâfile oruçlar. 3621
Nâfile; Bağış, hibe, ganimet malı, zorunlu olmaksızın yapılan iş demektir. Farz veya vâcib namazlar dışında kalan ve Rasûlullah (s.a.s.)'ın kıldığına dair rivâyet bulunan namazlar demektir. Bunlar da sünnet olan nâfileler ve mendup olan nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Sünnet olan nâfile Allah elçisinin yapmağa devam ettiği ve ancak nâdir olarak yapmadığı kuvvetli işlerdir. Kimi zaman bu işleri yapmamasının sebebi insanlara farz olmadığını göstermektir. Mendup olan nâfile ise, Hz. Peygamber'in bazen yapıp, bazen yapmadığı, kuvvetli olmayan sünnetlerdir. Menduba müstehap da denir.
Fıkıh usûlünde nâfile sünnet, tatavvu, müstehap ve ihsan terimleri “mendup“la eş anlamda kullanılır.
Nâfile ibâdetleri aşağıdaki şekilde tasnif etmek mümkündür:
A. Müekked olan sünnetler: Beş vakit namaza ve cuma namazına bağlı olarak kılınan namazların bir bölümü müekked sünnettir. Bir hadiste bu nitelikteki sünnetler şöyle belirlenmiştir: “Kim bir gün ve gecede, farz namazlar dışında on iki rekât namaz kılarsa, Allah Teâlâ ona cennette bir ev bina edecektir. Bunlar şu namazlardır: Sabah namazından önce iki rekât, öğleden önce dört rekât, öğleden sonra iki rekât,
3620] Buharî, Rikak 38
3621] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 481-482
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 901 -
akşamdan sonra iki rekât ve yatsıdan sonra iki rekât.“3622
Namazlara bağlı olan müekked sünnetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Sabah namazının farzından önce kılınan iki rekâtlık sünnet: Bu namaz en kuvvetli bir sünnettir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizi atlar kovalasa da sabah namazının iki rekât sünnetini terketmeyin“3623; “Sabah namazının iki rekâtı sünneti dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır“3624 Hz. Âişe şöyle demiştir: “Hz. Peygamber, sabah namazının iki rekâtı gibi başka hiçbir nâfile namaza devam etmemiştir.“ 3625
Başka bir sünnet kaza edilmezken, yukarıdaki hadisler sebebiyle, sabah namazını kılamayan kişi aynı gün zevalden önce onu kaza ederken sünnetini de birlikte kılar. Diğer yandan ikinci rekâtta bile imama yetişebileceğini anlayan kimse önce sünneti kılar, daha sonra imama uyar.
2. Öğle veya cuma namazından önce kılınan dört rekât namaz. Hz. Âişe şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) öğleden önce dört, sabah namazından önce de iki rekât namaz kılmayı terk etmezdi.“ 3626
3. Öğle namazından sonraki iki rekât namaz. Bu iki rekât, müekked sünnet olup, bunun dörde tamamlanması ise menduptur. Cuma namazından sonra tek selâmla kılınan dört rekât nâfile namaz da müekked sünnetlerdendir. Hadiste şöyle buyrulur: “Hz. Peygamber cuma namazından önce dört, cuma namazından sonra dört rekât namaz kılar, rekâtlar arasını selâm ile ayırmazdı.“ 3627
4. Akşam namazından sonra iki rekât. Bu da Allah elçisinin devam ettiği sünnetlerdendir.
5. Yatsı namazından sonra iki rekât. Bunun delili; Gün ve gecede on iki rekât nâfile namaza devam eden için Allah Teâlâ'nın cennette bir köşk bina edeceğini bildiren hadistir. 3628
6. Terâvih namazı: Bu namaz erkek ve kadın için müekked sünnettir. Çünkü terâvih namazına hem Hz. Peygamber, hem de ondan sonra raşid halîfeler ve ashâb-ı kirâm devam etmişlerdir. Terâvih namazını cemaatle kılmak sünnettir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.), Ramazanın üçüncü, beşinci, yedinci ve yirminci gecelerinde bu namazı mescitte cemaatle kılmıştır. Sonra mü’minlere farz olur endişesiyle mescide çıkıp kıldırmamıştır. 3629
Terâvih namazı Ramazan ayına mahsus olup, yatsı namazından sonra ve vitirden önce kılınır. Bu namazın gece yarısından veya gecenin üçte birinden sonraya bırakılması müstehaptır. Terâvih namazı tek başına kılınabilir, fakat cemaatle
3622] Tirmizi; Salât 189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl 66; İbn Mâce, İkame 100
3623] Ahmed b. Hanbel, II, 405
3624] Müslim, Misâfirîn 96, 97; Tirmizî, Salât 190
3625] Buhâri, Teheccüd 27; Müslim, Misâfirîn 94; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 43, 54, 170
3626] Nesâî, Kıyâmü'l-Leyl 56
3627] Zeylaî, Nasbur-Râye, II, 206
3628] Tirmizî, Salât 189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl 66; İbn Mâce, İkame 100
3629] Zeylaî, a.g.e., II, 152; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, III, 50 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 43
- 902 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılınması daha faziletlidir.
Hanefîlere göre, terâvih namazının rekât sayısı yirmi olup bu sayı Hz. Ömer'in uygulamasına dayanır. Çünkü Hz. Ömer halîfeliğinin sonuna doğru bu namazı Mescid-i Nebevî'de Devlet başkanı olarak yirmi rekât kıldırmıştır. Bu miktara sahâbeden karşı çıkan olmamıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden sonra, benim sünnetimden ve râşid halîfelerimin yolundan ayrılmayın.“3630 Ebû Hanîfe'ye, Hz. Ömer'in yaptığı uygulama sorulunca şöyle demiştir: “Terâvih kuvvetli bir sünnettir. Hz. Ömer onu kendiliğinden çıkarmış değildir. O, bu konuda yeni bir şey de icad etmedi. O, bunu ancak kendi bildiği bir delile dayanarak yapmıştır. Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir ahid olarak yapmıştır.“ 3631
Bazı hadis bilginleri ise Allah elçisinin Ramazanda terâvihi sekiz rekât olarak kıldığını tesbit etmişlerdir. Bunun delili, Buhârî'nin ve başkalarının Hz. Âişe'den naklettikleri şu hadistir: “Hz. Peygamber Ramazanda da Ramazan dışında da on bir rekâttan fazla nâfile namaz kılmamıştır.“3632 Yine İbn Hibbân, Sahîh'inde Câbir’den (r.a.) şu hadisi rivâyet etmiştir: “Hz. Peygamber kendilerine sekiz rekât namaz kıldırdıktan sonra vitir namazını kıldırmıştır.“3633 Bu duruma göre, terâvih namazının sekiz rekâtının müekked sünnet olduğunda şüphe yoktur. İbnül-Hümâm gibi bazı bilginler ise sekiz rekâttan fazlasının müstehap olduğunu söylemişlerdir. Bu durum yatsı namazının farzından sonra dört rekât nâfile namaz kılmaya benzer ki, bunun da ilk iki rekâtı müekked sünnet, iki rekâtı da müstehap olur.3634
B. Gayri Müekked Sünnetler: Hz. Peygamber'in kesintisiz devam etmediği ve bazen terkettiği sünnetler olup bunlara mendup da denir. Bu namazlar şunlardır:
1. İkindi namazından önce tek selâmla kılınan dört rekât namaz. Rasûlullah (s.a.s.) bu namaz hakkında şöyle buyurmuştur: “İkindi namazından önce dört rekât namaz kılan kimseye Allah rahmet etsin.“3635
2. Yatsı namazından önce kılınan dört rekât namaz. Hz. Âişe’den (r.anhâ) şöyle dediği nakledilmiştir: “Hz. Peygamber, yatsıdan önce dört rekât namaz kılardı.“ 3636
3. Evvâbîn namazı: Evvâbîn, evvâb kelimesinin çoğulu olup, Allah Teâlâ'ya çokça yönelen kişi anlamına gelir. İki ilâ altı rekâta kadar kılınabilir. Bir, iki veya üç selâmla kılmak mümkündür. Hz. Peygamber, akşam namazından sonra altı rekât namaz kılanın “evvâbîn“den sayılacağını bildirmiş ve arkasından şu âyeti okumuştur: “Eğer siz iyi olursanız, şunu iyi bilin ki Allah kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri (evvâbîn) son derece bağışlayıcıdır.“ 3637
3630] Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16; İbn Mâce, Mukaddime 6; Dârimî, Mukaddime 16
3631] ez-Zühaylî, a.g.e., II, 44
3632] Buhârî, Teheccüd 16; Terâvih 1; Müslim, Misâfirîn 125; Tirmizî, Mevâkît 208
3633] eş-Şevkânî, a.g.e., III, 53
3634] İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, Mısır 1316/1898, I, 333, 334
3635] Tirmizî, Salât, 301
3636] Zeylaî, a.g.e., II, 145 vd.; eş-Şevkânî, a.g.e., III, 18
3637] 17/İsrâ, 25; İbn Kesîr, Tefsîr; İstanbul 1985, V, 64, 65; eş-Şürünbülâlî, Merâku’l-Felâh, İstanbul 1984, s. 74
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 903 -
Bunlar farz namazlara tâbi olan nâfile namazlardır.
C. Bağımsız Nâfile (Mendup) Namazlar:
Beş vakitteki farz namazların sünnetlerinden başka birtakım nâfile namazlar daha vardır ki bunlar, müstehap, mendup veya tatavvu' adı verilen nâfilelerdir:
1. Kuşluk namazı
En az iki rekât olup, sağlam görüşe göre, dört veya sekize kadar kılınabilir. Mendup bir namazdır. Vakti, güneşin bir mızrak boyu yükselmesi ile başlayıp, zeval vaktine yirmi dakika veya yarım saat kalıncaya kadar devam eder. Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) kuşluk namazını ikişer ikişer, dört rekât olarak kılar, birinci selâmdan sonra dünya sözleri konuşmazdı.“3638 Müslim'in rivâyeti ise şöyledir: “Hz. Peygamber kuşluk namazını dört rekât olarak ve Allah'ın dilediği kadar ilâvede bulunarak kılardı.“
2. Teheccüd namazı
Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya kısa bir uykudan sonra kalkıp kılınacak nâfile namaza “gece namazı (salâtül-leyl)“ denir. Bir süre uyuduktan sonra, gecenin yarısından imsak vaktine kadar kalkılıp kılınırsa “teheccüd“ adını alır. Teheccüd namazı iki rekâttan sekiz rekâta kadardır. Her iki rekâtta bir selâm verilmesi daha faziletlidir.
Teheccüd namazı Hz. Peygamber'e farzdır. Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: “Ey Muhammed! Gecenin bir bölümünde uyanıp, sırf sana mahsus fazla bir ibâdet olmak üzere, Kur'an'la gece namazı kıl. Rabbinin seni Makam-ı Mahmuda erdireceğini umabilirsin.“3639 Bu namaz diğer müslümanlara sünnet veya müstehap derecesindedir.
Teheccüd namazına diğer mü’minleri de teşvik eden âyet3640 ve hadisler vardır. Abdullah b. Ömer’in (r.a.) kendisini rüyada cehennemde görmesi ve bir meleğin yaklaşarak “korkma“ demesinin Rasûlullah’a (s.a.s.) anlatılması üzerine, Allah elçisi şöyle buyurmuştur:“ Abdullah ne iyi adamdır. Fakat kalkıp gece namazı kılmayı âdet edinseydi ne iyi olurdu.“ Abdullah b. Ömer, bundan sonra gece uykusunu azaltmıştır. Buradan teheccüd namazına devam eden her ferdin iyi olarak anılmaya lâyık olduğu anlaşılır.3641 Başka bir hadiste şöyle buyrulur: “Gece namazına devam edin. Çünkü gece namazı kılmak sizden önceki sâlih kulların âdetidir. Rabbinize karşı bir tâattir, kötülükleri örtücü ve günah işlemekten alıkoyucudur.“ 3642
3. Abdest namazı
Abdestten veya gusül abdestinden sonra vakit elverişli ise, yaşlık kuruyacak kadar bir süre geçmeden iki rekât namaz kılınması menduptur. Hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kim abdest alır, abdesti güzel yapar, sonra kalkıp iki rekât namaz kılarsa
3638] es-San'ânî, Sübülü's-Selâm, Kahire 1950, II, 16
3639] 17/İsrâ, 79
3640] bk. 73/Müzzemmil, 20; 32/Secde, 16; 25/Furkan, 63, 64; 51/Zâriyât, 17, 18; 3/Âl-i İmrân, 16, 17
3641] ez-Zebîdî, Sahîh-ı Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Ankara 1982, IV, 29, 30, H. No: 576
3642] Tirmizî, Deavât 101
- 904 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve bu iki rekâta kalbiyle yönelirse, o kimseye cennet vâcib olur.“ 3643
4. Tahiyyetül-Mescid namazı
Tahiyye, selâm vermek demektir. Tahiyyetül-Mescid de; mescide selâm vermek anlamına gelir. Mescide ilk giren kimsenin, Mescidin Rabbine selâm vermek ve O'nu yüceltmek amacıyla iki rekât namaz kılması menduptur. Bir günde, ta'lim, teallüm vb. sebeplerle birkaç kere mescide girmek zorunda olan kimselerin bu namazı ilk girişte bir kere kılması yeterlidir. Hadiste şöyle buyrulur: “Sizden kim mescide girerse iki rekât namaz kılmadan oturmasın.“ 3644
Bir mescide girip meşguliyetinden veya vaktin darlığından ya da kerâhetinden ötürü tahiyyetül-mescid yapamayacak kimsenin şu duâyı okuması yeterli ve müstehap görülmüştür: Sübhânellah ve’l-hamdû lillâh ve lâ ilâhe illâllahü vallahu ekber.“ Anlamı: “Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah her şeyden yücedir.“ Diğer yandan, bir mescidde herhangi bir namazı kılmak veya orada bir farzı kılmak için imama uymak niyetiyle girmek de tahiyyetül-mescid yerine geçer.
5. İstihâre namazı
İstihâre; bir şeyin hayırlı olanını istemek demektir. İstihâre namazı, nasıl hareket edileceği bilinemeyen mubah işlerde mânevî bir işarete nâil olmak için kılınan iki rekâtlık bir namazdır. Cabir b. Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber bütün işlerde bize Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi istihâreyi öğretir ve şöyle buyururdu: “Sizden biri bir iş yapmak istediği vakit, farz dışında iki rekât namaz kılsın ve istihâre duâsını okusun.“ 3645
6. Tesbih namazı
Dört rekâtlı bir namaz olup her rekâtta Fâtiha ve bir sûre okunur. Bir veya iki selâmla tamamlanır. Bu namazda üç yüz kere şu tesbih duâsı okunur: “Sübhânallahi ve’l-hamdu Lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil-aliyyi’l-azîm.“ Anlamı: “Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd Allah'a mahsustur. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah her şeyden yücedir. Büyük ve yüce olan Allah'tan başka hiçbir güç ve kudret sahibi yoktur.“
Hz. Peygamber, amcası Abbas’a (r.a.) kendisini Allah'a yaklaştıracak bir ameli bildirmek için tesbih namazını tâlim buyurmuş ve eğer bu namazı kılarsa, günahları kum yığınları kadar çok olsa bile Allah'ın bunları mağfiret edeceğini bildirmiştir. Bu namazı her gün, bu olmazsa cuma günü, bu olmazsa ayda veya yılda bir kere, başka rivâyette, ömründe bir defa kılmasını tavsiye etmiştir. 3646
7. Hâcet namazı
Dünyevî ve uhrevî isteği olan kimse abdest alır, yatsı namazından sonra iki veya dört rekât, başka bir görüşe göre on iki rekât namaz kılar, sonra Allah
3643] Buhârî, Vüdû 24; Müslim, Tahâre 5, 6, 17; Ebû Dâvûd, Tahâre 65
3644] Buhârî, Salât 60, Teheccüd 35; Müslim, Misâfirîn 69, 70; Tirmizî, Salât 118
3645] Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhîd 10; Tirmizî, Vitr 18; İbn Mâce, İkame I, 18; Ahmed bin Hanbel, III, 344
3646] Tirmizî, Vitr 19; İbn Mâce, İkame 190; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 14
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 905 -
Teâlâ'ya senâda ve Hz. Peygambere salâtü selâmda bulunur, bundan sonra hâcet duâsını okuyup, isteğinin gerçekleşmesini Yüce Allah'tan ister.
Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.)'dan nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kimin Allah'tan bir dileği olursa veya insanlardan bir isteği olursa, önce abdest alıp iki rekât namaz kılsın, sonra Allah’a hamd ve senâda bulunsun ve Hz. Peygambere salâtü selâm getirsin. Sonra şu duâyı okusun: “Lâ ilâhe illallahul-halîmül-kerîm. Sübhânellahi Rabbil-arşil-azîm. el-Hamdü lillâhi Rabbil-âlemin, nes'elüke mûcibâti rahmetike ve azâime mağfiretike vel-ganîmete min külli birrin ve's-selâmete min külli ismin. Lâ teda' lî zenben illâ gafertehû ve lâ hemmen illâ mezahtehû ve lâ hâcete hiye leke rizan illâ kadaytehâ yâ erhamerrâhimîn.“ Anlamı: “Halîm ve kerîm olan Allah'tan başka ilâh yoktur. Yüce arşın Rabbi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Allah'ım! Rahmetini gerektiren şeyleri, kesin affını, her iyiliği elde etmeyi, her günahtan uzak olmayı senden dilerim. Affetmediğin hiçbir günah, feraha çıkarmadığın hiçbir tasa, senin rızana uygun olan hiçbir ihtiyacı da karşılamadan bırakma. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ım.“ 3647
8. Yolculuk namazı
Bir müslümanın yola çıkacağı veya yoldan döndüğü zaman iki rekât namaz kılması menduptur. “Hz. Peygamber yolculuktan gündüz kuşluk vakti döner, Mescid-i Nebevî'ye giderek iki rekât namaz kılar, orada bir süre otururdu.“ 3648
9. İstiska (Yağmur İsteme) namazı
Şiddetli kuraklık hüküm süren zamanlarda yağmur duâsı yapılır. Çünkü Kur'an'da Nûh, Mûsâ ve Hûd peygamberlerin kavimlerine su verilmesi için yaptıkları duâlardan söz edilir. 3649
Enes bin Mâlik’ten (r.a.) rivâyete göre, Allah Rasûlü cuma hutbesi irad ederken, şiddetli kuraklığın hüküm sürdüğünü, ürünün ve hayvanların telef olduğunu söyleyen bir adamın isteği üzerine; “Allah’ım bize su ver, Allah’ım bize su ver!“ diye duâ etmiştir. Bunun üzerine gökte hiç bulut yokken, birden bulutlar belirmiş ve yağmur yağmaya başlamıştır. Bir hafta süren yağmurlar âfet halini almaya başlayınca, ertesi hafta aynı adamın yağmurun kesilmesini istemesi üzerine Allah'ın Rasûlü şöyle duâ etmiştir: “Allah'ım! Yağmuru üzerimize değil, çevremize, dağlara, tepelere, vadilere ve ağaçlı yerlere ver!“ Bu duâ ile yağmur kesilmiştir. 3650
Ebû Hanîfe'ye göre istiska; duâ ve istiğfardan ibarettir. Bu yüzden bu duâ özel bir namaz kılmadan ve hutbe okumadan yerine getirilebilir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, yağmur duâsı namazının, ihtiyaç varsa, hazarda veya seferde kılınması menduptur. Yağmur gecikirse bu duâ günler boyu tekrarlanır. Çünkü Allah Teâlâ duâda ısrarlı olanları sever. 3651
10. Küsûf namazı
Güneş tutulmasına “küsûf“, ay tutulmasına “husûf“ denir. Güneş tutulduğu
3647] Tirmizî, Vitr 17; İbn Mâce, 189
3648] Buhârî, Salât 59; Cihâd 198
3649] bk. 71/Nûh, 10-12; 2/Bakara, 60
3650] Buhârî, İstiska 6; Müslim, İstiska 8
3651] bk. el-Kasânî, el-Bedâyi', I, 282; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 437; İbn Abidîn, Reddül-Muhtar, I, 790 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 353 vd.
- 906 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman, bir beldede cuma namazını kıldıran imam, ezansız ve kametsiz olarak en az iki rekât namaz kıldırır. Ebû Hanife'ye göre bu namaz gizli, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre açıktan kıraatla kılınır.
Hz. Peygamber güneş tutulduğu zaman iki rekât namaz kıldırmış ve arkasından şöyle buyurmuştur: “Bu olaylar Allah'ın büyüklüğünü gösteren delillerdir. Allah Teâlâ bunlarla kullarını korkutmak istiyor. Bunları gördüğünüz zaman, en son kıldığınız farz namaz gibi namaz kılın.“ 3652
11. Husûf namazı
Ay tutulduğu zaman müslümanların evlerinde teker teker bir halde ve küsûf namazı gibi gizli veya açıktan iki ya da dört rekât namaz kılmaları menduptur. Ebû Hanîfe'ye göre, bu namazın camide cemaatle kılınması sünnette yoktur. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel ile bazı hadis bilginlerine göre, cemaatle kılınır.
Ay tutulması gece olabileceği için cemaatin camide toplanıp toplu namaz kılmasında güçlük vardır. 3653
Nâfile veya mendup sayılan amellerin amacını eş-Şâtıbî şöyle açıklar:
1. Hz. Peygamber'den sünnet olarak gelen her mendup, farz ve vâcib ibâdetlerin ikmali ve korunması için yardımcıdır. Çünkü nâfile ibâdetler insanı farzları edaya hazırlar. Nâfile ibâdetleri ihmal eden farzları da ihmale maruz kalır. Bazı mendupların kendi cinsinden farz ibâdet vardır. Beş vakit namazın sünnetleri, nâfile oruç, nâfile hac ve sadakalar gibi. Bazılarının da benzeri ibâdet bulunmaz. Namaz için güzel elbise giyinmek, iftarı acele yapmak, sahuru geciktirmek gibi. Bunların da farz ibâdeti desteklediği görülür. Sözgelimi, iftarı acele yapmak, sahuru geciktirmek orucu kolaylaştırır ve şahsın bu ibâdeti sürekli olarak yapmasını sağlar. Allah katında, az da olsa, ibâdetin sürekli olanı makbuldür.
2. Mendup tek tek değil, bütünüyle yapılması gereken bir sünnettir. Nitekim sünnet-i müekkedeleri Hz. Peygamber ara sıra terketmiştir. Bu yüzden insan bazı darlık zamanlarında terkedebilir. Kaza edilmemeleri de bunu gösterir. Ancak toptan terkedemez. Meselâ; ezanı sürekli olarak terketmek câiz değildir. Bir ülkenin insanları ezanı sürekli olarak bırakmışlarsa, onlara bunu zorla okutmak gerekir. Yine bir kimse tamamen cemaati terkedemez. Çünkü Hz. Peygamber; “Bir kimse üç günden fazla cemaati terk ederse kalbi mühürlenir.“3654 buyurmuştur. Evlenme de böyledir... Bazı hallerde fertler evlenmeyebilir, ancak toplum olarak bunu bırakamazlar, aksi takdirde toplum yok olur. 3655
Hz. Peygamber ve Ashâbının Nâfile İbâdetleri
Hz. Peygamber, henüz peygamberlikle görevlendirilmeden önce yalnız başına tefekküre dalmak, Rabbini anmak isterdi. Bu maksatla Hirâ Mağarasına çekilir, Rabbine ibâdet ederdi. Buhârî'nin ifadesiyle: “Peygamber’e (s.a.s.) yalnızlık sevdirildi. Hirâ Mağarasına çekilir, orada tehannüs ederdi. Tehannüs, ailesine dönmeden aldığı azıklâ yetinip birkaç gün ibâdet etmesidir. Sonra tekrar
3652] Buhârî, Küsûf 1, 17; Ebû Dâvûd, İstiska 4, 9, Sünnet 9; Nesâî, Küsûf 5, 12, 14, 16, 24
3653] el-Kâsânî, a.g.e., I, 282; eş-Şürünbülâlî, Merâku’l-Felâh, 92
3654] İbn Mâce, Mesâcid 17
3655] eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, Ticariye baskısı, Kahire, t.y., I, 132, 133, 151; M. Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, t.y., 40 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 6-9
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 907 -
Hadice'ye döner, bir o kadar gün için yine azık alırdı... 3656
İbn Hacer, tehannüs kelimesinin, tehannüf anlamında olduğunu söylüyor. Nitekim bu kelime İbn Hişâm'ın Sîretinde (yetehannefu) şeklinde geçmektedir. Tehannüf: hanîflik yapmaktır. Yani Hz. Peygamber, İbrâhîm dini olan tevhîd üzere Allah'a ibâdet ederdi, demektir. Yahut tehannüs günâh anlamındaki hinsı bırakmak demektir. Peygamber'in ibâdete çekildiği bu sayılı geceler, Ramazan geceleriydi. 3657
İbn Hacer'in, İbn İshâk'tan aldığı bu rivâyet, zühd hareketinin, Hz. Peygamber'in yetiştiği İslâm öncesi ortamda mevcudolduğunu, bazı kimselerin tenhaya çekilip ibâdetle meşgul olduklarını, halvete çekilip Allah'ı anma şeklindeki bu ibâdetin, özellikle Ramazan ayında yapıldığını, bunu yapanlara el-hantf, çoğulu el-hunefâ dendiğini, Ramazan ayının da îslâmdan önce de ibâdete hasredilen bir ay olarak değerlendirildiğini gösterir.
İşte Peygamber (s.a.s.), henüz peygamberlikle görevlendirilmeden önce o hanîfler gibi Rabbini anar, düşünür, İslâm'dan önceki şekliyle oruç ve namaz gibi İbrâhîm dininden kalma ibâdetlerle Rabbine yaklaşmağa çalışırdı. Onun bu zühdünü ve yoğun ibâdetini, derin Allah sevgisini görenler: “Muhammed Rabbine âşık oldu!“ demişlerdi.3658 Bu ibâdet ve tefekkürüdür ki kendisini melekten vahiy alma durumuna hazırlamıştır.
Rabbin vahyini almazdan önce bir hazırlık dönemi geçirmek, halvette Rabbe ibâdet ile O'nun vahyini duyacak bir olgunluk düzeyine yükselmek, ondan önceki peygamberlerin de geçirdiği haldir. Bunun en güzel örneği, Hz. Mûsâ'da görülmektedir. Yüce Allah, onun, Allah'ın konuşmasını dinlemek üzere Sina Dağı'na gelmeden Önce girdiği halvet ibâdetini şöyle anlatıyor: “Mûsâ ile otuz gece (Bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârun'a dedi ki: 'Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah et, bozguncuların yoluna uyma.“ 3659
Peygamber’in (s.a.s.), peygamberliğinden birkaç yıl önce başlayan tehannüs şeklindeki ibâdeti, biraz önce sunduğumuz âyetlerin belirttiği üzere bütün hayâtı boyunca devam etmiştir. Çünkü Rabbi ona, yatağından kalkıp ibâdete durmasını, gecenin üçte ikisini, yarısını, yahut üçte birini ibâdetle geçirmesini emretmiş; böylece kendisinin yüce bir makama ulaştırılacağını müjdelemiştir. Çünkü korunanlar, hep böyle gece vakitlerinde içten yapılan ibâdet ve duâlarla yüce makamlara ermişlerdir:
“Müttakîler/Korunanlar, cennetlerde, çeşme başlarındadırlar; Rab'lerinin, kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel davranırlardı. Geceleri pek az. Uyurlardı. Seherlerde istiğfar ederlerdi.“ 3660
Yüce Allah: “Rabbimiz, bizler inandık, bizim günâhlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!“3661 diye yalvaran, o sabır ile ve içtenlikle yalnız kendisine kulluk eden
3656] Buhârî, Bed'u'l-Vahy; Hz. Âişe'den rivâyet edilmiştir
3657] Fethu'1-Bârî, 1/24
3658] el-Munkizu mina'd-Dalâl, s. 50
3659] 7/A'râf, 142
3660] 51/Zâriyât, 15-18
3661] 3/Âl-i İmrân, 16
- 908 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sabreden, doğru olan, geceleri saygı ile ibâdet eden, mağfiret dileyen3662 kullarına, yaptıklarına karşılık olarak alt yanlarından ırmaklar akan, sürekli kalacakları cennetler va'detmiştir. Ve o sâdık mü'minleri: “Yanları yataklardan uzaklaşır, (gece teheccüd namazı kılmak için yataklardan ayrılıp kalkarlar), korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar“3663 sözüyle nitelendirmiştir.
Bu âyette geceleyin uyanıp korku ve umud içinde Rablerine niyaz eden, Allah'ın verdiği rızıktan harcayanlara, hayal edilemeyecek ni'metler verileceği müjdelenmektedİr. Âyette mü'minlerin, yanlarını yataklardan kaldırıp geceleyin, korku ve umud ile Rablerine yal vardıkları ve Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan, başkalarına da harcadıkları, Allah yoluna verdikleri anlatılmaktadır.
Madca'ın çoğulu olan madâci, yatacak yerler, yataklar demektir. “tetecâfâ“ yükselir anlamındadır. Yani mü'minlerin yanları yataklardan yüksek kalır, yatmazlar. Mücâhid ve Hasan-ı Basî'ye göre, “yanları yataklardan yükselir“ cümlesiyle mü'minlerin yatmayıp ibâdet ettikleri kastedilmiştir. Enes ve İkrime'den gelen rivâyete göre bununla akşamla yatsı arasında namaz kıldıkları kastedilir. Dahhâk'e göre bununla öğle namazını cemâatle kılmaları kastedilmiştir. 3664
Fakat Kur'ân'ın diğer âyetieriyle karşılaştırılınca bu deyim ile mü'minlerin, geceleri biraz uyuduktan sonra kalkıp namaz kıldıklarınının kasdedildiği anlaşılır: “Geceleri pek az uyurlardı,. Seherlerde istiğfar ederlerdi.“3665; “Rabbin, senin gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde kalk(ıp namaz kıl)dığını biliyor. Seninle beraber bulunanlardan bir topluluk da (böyle yapıyor).“3666 âyetleri, mü'minlerin geceleyin az uyuduktan sonra kalkıp Allah'a ibâdet ettiklerini gösterir.
Gecenin ortasında ibâdetlerini gizleyip sırf Allah rızâsı için ibâdet eden mü'minlerin ödülü, yaptıkları işlere uygun olarak gizlenmekte; onlara hayal edilemeyecek nimetlerin verileceği müjdelenmektedir: “Hiç kimse onlar için ne göz kamaştırıcı nimetlerin gizlenmiş olduğunu bilmez“3667 buyrulmaktadır. Ameller nasıl gece ortasında gizlice yapılmış ise onların ödülleri de öyle gizli tutulmuştur. Tâ ki verilen karşılık, yapılan eyleme denk olsun. Hasan-ı Basrî: “Bir kavim amellerini gizledi, Allah da onlara gözlerin görmediği, insanın hatırına gelmeyen nimetler gizledi“3668 demiştir.
Kalbi etkilemeyen, gönülde saygı, incelik, merhamet, sevgi, şefkat uyandırmayan, ahlâkı düzeltmeyen ibâdetler; Kur'ân'ın, yapanlarını övüp cennetle müjdelediği eylemlerden değildir. Çünkü ibâdet ve amelden maksat, bilinçsiz olarak bazı hareket ve sözleri yinelemek değil, Allah'ı anma ve takvâdır. Yüce Allah: Kurban edilen hayvanların ne etleri, ne de kanlan Allah'a ulaşır. “O'na ulaşan, sizin takvânızdır“3669 buyurmuştur. İslâm, güzel işlere, ibâdetlere, güzel
3662] 3/Âl-i İmrân, 17
3663] 32/Secde, 16
3664] İbnKesîr, Tefsîr 3/460
3665] 51/Zâriyât, 17-18
3666] 73/Müzzemmil, 20
3667] 32/Secde, 17
3668] İbn Kesir, Tefsîr 3/461
3669] 22/Hacc, 37
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 909 -
ahlâka götüren îmândır. “Namaz, fuhuştan ve çirkin işlerden meneder.“3670 Sahibinin ahlâkını düzeltmeyen, onu fuhuştan ve çirkin işlerden menetmeyen namaz, Kur'ân'ın tanımladığı namaz değildir.
Bu âyetlerin anlamında pek çok hadîs de vardır. Bir münâsebetle üç kez: “Takvâ ancak buradadır.“3671 deyip kalbini gösteren Peygamber (s.a.s.) “Dikkat edin, vücutta bir et parçası vardır ki o düzelince bütün vücut düzelir, o bozulunca bütün vücut bozulur. Dikkat edin, o kalptir.“3672 buyurmuştur. Gece namazını çok seven Allah'ın Elçisi: Fecr vakti kılınan iki rekât namaz, bana dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.3673 “Farzlardan sonra en üstün namaz, gece namazıdır.“3674 buyurmuştur.
Geceleri o kadar namaz kılardı ki ayakta dura dura ayaklan şişerdi. “Senin geçmiş ve gelecek günâhın bağışlanmadı mı?“ denildi de: “Şükreden bir kul olmayayım mı?“ dedi. 3675
Avf İbn Mâlik diyor ki: “Bir gece Allah'ın Elçisi ile beraberdim. Misvak kullandı, sonra abdest aldı, namaza durdu. Ben de kalkıp onunla beraber namaza durdum. Bakara Sûresi'ne başladı. Her rahmet âyeti geçince durup rahmet istedi. Azâb âyeti geçtikçe de durup Allah'a sığındı. Sonra rükû'a vardı. Ayakta durduğu kadar da rükû'da durdu. Diyordu ki:
Ceberut, melekût ve azamet sahibi Yüce Allah'ı tesbîh ederim.' Secdede de aynı şeyi söyledi. İkinci rekâtte Al-i İmrân Sûresi'ni okudu. Sonra her rekâtte sûre sûre devam etti.3676 Hz. Âişe (r.anhâ) Rasûl-i Ekrem'in gece namazı vaktini şöyle belirliyor: “Gecenin evvelinde uyurdu. Seher vakti olunca kalkar, vitir kılardı. Sonra yatağına gelirdi. İhtiyacı olursa ehline yaklaşırdı. Ezanı işitince sıçrardı. Eğer cünüp ise su dokunur, değilse abdest alıp namaza giderdi. 3677
Abdullah ibn Abbâs, bir gece Peygamber’in (s.a.s.) eşi, kendisinin de teyzesi bulunan Meymûne'nin yanında kalmıştı. Gördüklerini anlatıyor: “Yastığın enine başımı koydum, Allah'ın Elçisi de uzunluğuna başım koyup uyudu. Gece yarısı yahut biraz önce veya biraz sonra uyandı, gözlerini ovaladı, Âl-i İmrân Sûresi'nin son âyetini okudu. Sonra asılı bulunan kırba ile güzelce bir abdest aldı, namaza durdu. Ben de kalkıp yanında namaza durdum. Allah'ın Elçisi sağ elini başıma koydu, sağ kulağımı tutup büktü. İki rekât kıldı. Tekrar iki rekât, tekrar İki rekât, tekrar iki rekât, tekrar iki rekât ve tekrar iki rekât kıldı. Altı defa. Sonra tek bir rekât kılıp uzandı. Sonra müezzini gelip çağırdı. Kalkıp iki rekât kıldıktan sonra çıkıp sabah namazını kıldırdı.3678 Şâyet Peygamber (s.a.s.) uyku galebesiyle gece
3670] 29/Ankebût, 45
3671] Müslim, Birr 32; Tirmizî, Birr 18; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/277, 360, 3/135, 491, 4/66, 5/24, 25, 71, 379, 381
3672] Buhârî, İmân 39; Müslim, Müsâkat 107; İbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Buyü' 1
3673] Buhârî, Teheccüd 10; Müslim, Müsâfirîn 96; Ebû Dâvûd, Tetavvu' 26; Tirmizî, Salât 190
3674] Müslim, Sıyâm 202; Tirmizî, Mevâkît 207; Nesâî, Kıyâmu'l-leyl 6; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/344
3675] Buhârî, Teheccüd 6, Tefsîr, sûre 48/2; Müslim, Münâfikîn 79-81; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmu'1-ley 17; İbn Mâce, İkame 200; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/251, 255, 6/11
3676] Şifâ, s. 112
3677] Şemâil, s. 45
3678] Şemâil, s. 45
- 910 -
KUR’AN KAVRAMLARI
namazını kaçırmış olursa, gündüzün on iki rekât namaz kılardı. 3679
İbn Abbâs (r.a.)’ın rivâyetinde Hz. Peygamber'in teheccüd namazına kalktığı zaman şu duâyı okuduğu tesbit edilmiştir: “Yâ Rab! Her hamd senin içindir. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin sürekli yöneticisisin! Yine her hamd senin içindir. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nûrusun. Yine her hamd senin içindir, sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin pâdişâhısın. Yine her hamd senin içindir. Sen Haksin, senin va'din de haktır. (Âhirette) Seni görmek de haktır. Sözün haktır. Cennet de haktır, cehennem de haktır, âteş de haktır; peygamberler haktır, Muhammed haktır, (Kıyâmet) Sâ''at(i) de haktır. Allah’ım, ancak Sana teslim oldum, sana inandım, sana güvendim, sana yöneldim, yalnız senin için mücadele ettim, senin hükmüne başvurdum. Ya Rabbi, önce islediğim, sonra işleyebileceğim, gizli ve açık günâhlarımdan ötürü beni bağışla. Kulunu öne geçiren, geri bırakan (yükselten, alçaltan) sensin! Senden başka tanrı yoktur (yahut) senden başkası yoktur. Tasarruf ve kudret ancak Allah iledir!“ 3680
Peygamber (s.a.s.), sade namazda değil, yattığı yerde dahi tefekkür ve zikirden geri durmazdı: “Ayakta, otururken ve yattıkları yerde Allah'ı zikredenler; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünenler; ‘Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın. Senin şânın yücedir. Bizi âteş azabından koru’ (derler).“3681; “Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak, hafif bir sesle sabah akşam zikret, gâfillerden olma!“ 3682
Hz. Peygamber, kalp temizliğine çok önem vermiş, kalbden kötü düşünceleri silip yalnız Allah'ı düşünmeyi, ibâdetin ihsan derecesi olarak tanımlamıştır: “İhsan, görür gibi Allah'a ibâdet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan da O seni görüyor!“3683 buyurmuştur.
Bu hadîs, ibâdetin asıl amacını belirtmektedir ki o da ibâdetin, bilinçli olarak yapılmasıdır. Bu husus, ibâdetin biçiminden önemlidir. Bilinçsiz olarak yinelenen hareketler, söylenen sözler, duâlar gerçekte ibâdet olmaktan uzaktır. Yüce Allah: “Sarhoş iken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz.“3684 buyurmuş; ibâdetlerinin ruhunu kaybedip onu oyun, eğlence, gelenek haline getiren müşrikleri kınayarak: “Onların Kâbe huzurundaki namazları, ıslık çalma ve el çırpmadan ibârettir.“3685 buyurmuştur. Allah rızâsı için değil, gösteriş için, gaflet içinde namaz kılanları da: “Namazlarından sehveden (namazın rûhundan uzaklaşıp gaflet ile namaz kılan)lara, gösteriş yapanlara, iyiliği esirgeyenlere yazıklar olsun!“3686 demiştir.
Bu konuda Hz. İsa'nın şu sözü de çok anlamlıdır: “Herkes sizi görsün diye iyiliklerinizi halkın önünde yapmayınız. Yoksa göklerde olan babanızın (Rabbinizin) önünde karşılığınız olmaz. İmdi sen sadaka verdiğin zaman, ikiyüzlülerin yaptıkları gibi önünde boru öttürme. Doğrusu size derim: Onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sadaka verdiğin zaman, sol elin, sağ elinin ne yaptığını bilmesin de sadakan gizlide olsun; gizlide gören Baban 'Rabbin) da sana ödeyecektir. Duâ ettiğiniz zaman da ikiyüzlüler gibi olmayın; çünkü insanlar kendilerini görsünler
3679] Müslim, Salâtu'l-musâfirîn b. 18, h. 140, 141
3680] S. Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 4/7
3681] 3/Âl-i İmrân, 193
3682] 7/A'râf, 205
3683] Buhârî, Tefsîru sûreti Lokman 2; Müslim, İman 57; Ebû Dâvûd, Sünnet 16
3684] 4/Nisâ, 43
3685] 8/Enfâl, 35
3686] 107/Mâ'ûn, 4-7
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 911 -
diye, havralarda ve köşe-başlarında durup duâ etmeyi severler. Doğrusu size derim: Onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sen duâ ettiğin zaman, kendi iç odana gir ve kapını kapayarak gizlide olan Babana (Rabbine) duâ et; gizlide gören Baban (Rabbin) sana ödeyecektir. Duâ ederken putperestlerin ettiği gibi boş tekrarlar yapmayın; zira onlar sanırlar ki çok söylemekle işitilecekler. 3687
Hz. Peygamber de, hiçbir gölgenin olmadığı Kıyâmet gününde Allah'ın gölgelendireceği yedi kişiden birinin de “Allah’ı tenhâda zikredip de gözlerinden yaş akan kimse“ olduğunu söylemiştir. 3688
Mu'âz ibn Cebel'in şöyle dediği rivâyet edilir: “Ben bir seferde Peygamber (s.a.s.) ile beraberdim. Bir gün yanına yakın düştüm, yürüyorduk. Dedim ki: ‘Ey Allah'ın peygamberi, bana, beni cennete sokacak, cehennemden uzaklaştıracak bir eylem söyle.’ Buyurdu ki:“Sen büyük bir işten sordun. Ama Allah kolaylaştırırsa kolay olur. Allah'a kulluk edersin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namazı kılarsın, zekâtı verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beyt'i haccedersin. Sana hayır kapılarım göstereyim mi? Oruç kalkandır, sadaka günâhı söndürür, adamın gecenin ortasında namaz kılması (da bu hayır kapılarındandır)“ dedi ve: “Yanları yataklardan uzaklaşır, (gece teheccüd namazı kılmak için yataklardan ayırılıp kalkarlar), korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar. Hiç kimse onlar için ne göz kamaştırıcı nimetlerin gizlenmiş olduğunu bilmez.“3689 âyetini okudu. Sonra buyurdu ki: “Sana işin başını, direğini, bel kemiğini söyleyeyim mi? İşin başı İslâm'dır, direği namazdır, bel kemiği Allah yolunda cihâddır. Sana bunların hepsinin temelini söyleyeyim mi?“ ‘Evet, ey Allah 'in peygamberi’ dedim. Dilini (eliyle) tuttu: “Bunu tut!“ dedi. ‘Ey Allah 'in Elçisi, biz söylediğimiz sözlerden ötürü sorumlu muyuz?’ dedim. “Haline anan ağlasın ey Mu'âz dedi, insanların yüzükoyun ateşe düşmeleri, dillerinin ürünü değil de nedir?“ 3690
Kur’ân-ı Kerim’de Teheccüd ve Nâfile Namaz
“Öyle kullar ki, ‘ey Rabbimiz! İman ettik, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azâbından koru!’ derler. Sabrederler, sâdık/dürüst olurlar, kunut ederler (huzurda boyun bükerler), infak eder, hayırda harcarlar ve seher vakitlerinde istiğfar ederek Allah’tan bağışlanma dilerler.“ 3691
“Gecenin bir kısmında kalk, sana âit bir nâfile olarak onunla (Kur'an'la) teheccüd et/namaz kıl. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama (makam-ı mahmûda) ulaştırır.“ 3692
“O çok merhametli Allah’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhil/kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) ‘selâm!’ derler (geçerler). Onlar ki, gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.“ 3693
“Yanları yataklardan uzaklaşır, (gece teheccüd namazı kılmak için yataklardan ayrılıp
3687] Matta, 6/14-34
3688] Buhârî, Edeb 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 29; Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kadâ 2; Taberanî Şiir 14
3689] 32/Secde, 16-17
3690] Tirmizî, İman 8; İbn Mâce, Fiten 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/231237; Süleyman Ateş, a.g.e., c. 20, s. 208-216
3691] 3/Âl-i İmrân, 16-17
3692] 17/İsrâ, 79
3693] 25/Furkan, 63-64
- 912 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalkarlar), korkarak ve umarak Rab'lerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, hiç kimse onlar için ne göz kamaştırıcı nimetlerin gizlenmiş olduğunu bilmez.“ 3694
“Müttakîler/korunanlar, cennetlerde, çeşme başlarındadırlar. Rab'lerinin, kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan önce güzel davranırlardı. Geceleri pek az uyurlardı. Seherlerde istiğfar ederlerdi.“ 3695
“Ey örtüsüne bürünen! Birazı hâriç gece kalk! (Gecenin) Yarısı kadar ya da ondan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır (tertîl üzere) Kur’an oku! Doğrusu Biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz indireceğiz. Gerçekten gece neş’esi/kıyâmı (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir kırâate daha elverişlidir. Çünkü gündüz senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.“ 3696
“Rabbin, senin gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde kalk(ıp namaz kıl)dığını biliyor. Seninle beraber bulunanlardan bir topluluk da (böyle yapıyor).“ 3697
Hadis-i Şeriflerde Teheccüd ve Nâfile Namaz
“Farzlardan sonra en üstün namaz, gece namazıdır.“ 3698
“Ramazan ayından sonra en faziletli oruç (ayı), Allah'ın ayı olan Muharrem'dir. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da, gece namazıdır.“ 3699
“Allah (cc) şöyle buyuruyor: Kim benim veli (dost) kuluma düşmanlık ederse, ben de ona savaş ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyi yerine getirmesidir. Kulum Bana nâfile ibâdetlerle yaklaşır, sonunda sevgime ulaşır…“ 3700
“Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan ve hanımını da uyandıran, hanımı kalkmak istemediği zaman yüzüne su serpen kula rahmetini bol sılsın. Allah, geceleyin kalkıp namaz kılan, kocasını da uyandıran, kocası kalkmak istemediği zaman yüzüne su serpen kadına da rahmetini bol kılsın.“ 3701
“Farz namazdan sonra en faziletli namaz gece namazıdır. Geceyi iki kısma bölersen son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen ortası en faziletli vakittir.“ 3702
“Size geceleyin kalkmayı tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önceki sâlih kimselerin âdeti idi; Rabbinize yakınlık, günahlardan koruyucu, kötülüklere keffâret, bedenden hastalığı kovucudur.“ 3703
3694] 32/Secde, 16-17
3695] 51/Zâriyât, 15-18
3696] 73/Müzzemmil, 1-7
3697] 73/Müzzemmil, 20
3698] Müslim, Sıyâm 202; Tirmizî, Mevâkît 207; Nesâî, Kıyâmu'l-leyl 6; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/344
3699] Müslim, Sıyâm 38, hadis no: 1163, 2/821; Ebû Dâvud, Savm 55, hadis no: 2429, 2/323; Tirmizî, Salât 324, hadis no: 438,2/301; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 7
3700] Buharî, Rikak 38
3701] Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 1308, 2/33; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 5, Nak. Kütüb-i Sitte, 9/309, H. İbâdetler Ans. 4/280
3702] S. Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. IV, 16
3703] Tirmizî, Deavât 102, hadis no: 3549, 5/552
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 913 -
“Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekât namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.“ 3704
Peygamberimizin teheccüd namazında şöyle duâ ettiği rivâyet ediliyor: “Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Gökleri, yeri ve içinde olanları ayakta tutan Sensin. Hamd Sanadır. Sen göklerin, yerin ve bunların içinde olanların nûrusun. Hamd Sanadır. Sen Hakk'sın, va'din (verdiğin söz) gerçektir. Cehennem gerçektir, Cennet gerçektir. Peygamberler gerçektir, Muhammed gerçektir. Kıyâmet saati gerçektir. Ey Allah'ım! Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana güvendim, Sana yöneldim. Sana dayanarak (düşmanlara) karşı geldim. Senin hükmüne uydum. Benim şimdiye kadar geçmiş günahlarımı da bundan sonrakileri de, açığa vurduklarımı da, gizlediklerimi de bağışla...“ 3705
“Kim abdest alır, abdesti güzel yapar, sonra kalkıp iki rekât namaz kılarsa ve bu iki rekâta kalbiyle yönelirse, o kimseye cennet vâcib olur.“ 3706
“Sizden her kim mescide girerse iki rekât namaz kılmadan oturmasın.“ 3707
Bazı Nâfile Namazlar
a) Evvâbîn Namazı
Akşam namazının sünnetinden sonra kılınan altı rekâtlık gayr-i müekked namaz. Evvâb, faal vezninde ism-i fâildir, günâhları terk ve hayırlı işler yapmak sûretiyle Allah'a dönen demektir. Çoğulu Evvâbin'dir. Evvâbin namazı, Allah'a çok itaat edenlerin namazı demektir. Ashab-ı kirâmdan Zeyd b. Erkam, kuşluk vakti birtakım insanların namaz kıldıklarını görmüş de; “Bu adamlar pek âlâ bilir ki, bu saatten başka zamanda namaz kılmak, daha faziletlidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.), “Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zaman kılınır.“ buyurmuştur.“ 3708
Zeyd b. Erkam, başka bir rivâyetinde şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) Kûba'lıların yanına gitti. Vardığında, onlar namaz kılıyordu. Allah elçisi, onlara, “Evvâbin namazı, sıcaktan deve yavrularının ayakları yandığı zamandır“ buyurdu.“ 3709
Bu hadislerde, namazın kaç rekât kılınacağı belirtilmemiştir. İslâm âlimleri, sıcağın yükseldiği bu vaktin, kuşluk namazı için en elverişli ve faziletli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü kuşluk namazının vakti, günün evveli olup, daha erken saatlerde de kılınabilmektedir.
Hz. Sevbân'dan nakledilen şu hadis de, evvâbin namazının önemini belirtir: “Allah Rasûlü, günün yarısından sonra namaz kılmayı severdi. Hz. Âişe, Ya Rasûlullah, sen bu saatte de mi namaz kılmayı seviyorsun? dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Bu saatte gök kapıları açılır ve Hak Teâlâ hazretleri, bu saatte kullarına rahmetle bakar. Bu namaz Âdem, Nuh, İbrahim ve İsâ'nın devam ettikleri bir namazdır“ buyurdular.3710
3704] Ebû Davûd, Vitr 13
3705] Buhârî, Teheccüd 1, 2/60; Deavât 9; Müslim, Salâtu'l-Musâfirîn 36, hadis no: 769; Ebû Dâvud, Salât, hadis no: 771; Muvattâ, Salât, 1/217; Tirmizî, Deavât 29, hadis no: 3418; Nesâî, Kıyâmu'l-Leyl 9
3706] Buhârî, Vüdû 24; Müslim, Tahâre 5, 6, 17; Ebû Dâvûd, Tahâre 65
3707] Buhârî, Salât, 60, Teheccüd, 35; Müslim, Misâfirîn, 69, 70; Tirmizî, Salât, 118
3708] Müslim, Salât 19
3709] A. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi IV, 2132
3710] el-Askalânî, Bulûgu'l Merâm, Terc. A. Davudoğlu, II, 48
- 914 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Evvâbin namazının dört rekât olduğuna dâir çeşitli hadisler nakledilmiştir. Akşam namazından sonra ve altı rekât kılındığına dâir hadisler de nakledilir ve bunların uygulamada daha yaygın olduğu bilinmektedir. 3711
Akşam namazının sünnetinden sonra iki ilâ altı rekât arasında kılınan nafile namaza da “evvâbin“ denilmiştir. Hz. Peygamber, akşam namazından sonra altı rekât nâfile namaz kılanın evvâbinden (günah işleyip, arkasından hemen tevbe eden kimselerden) sayılacağını bildirmiş ve arkasından da şu âyeti okumuştur: “Rabbiniz, içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer salih kimseler olursanız, şüphesiz Allah tövbe edenleri affedicidir.“3712
b) Duhâ (Kuşluk) Namazı
Kuşluk vaktinde kılınan sünnet namaza duhâ namazı denir. Duhâ, Arapça bir kelime olarak lûğatte, “güneş isâbet etmek, terletmek, kuşluk yemeği yemek“ manalarına gelir. “Dahvetün“ kelimesi günün ilerlemesi, güneşin biraz yükselmesi mânâsına; duhâ kelimesi ise kuşluk vakti, gün aydınlığı manalarına gelir. Bu anlamıyla duhâ, aşağıda sıralayacağımız Kur'ân âyetlerinde de geçmektedir:
1- “Yahut kasabaların halkı Duhâ (kuşluk) vakti eğlenirken azabımızın kendilerine gelmesinden güvende miydiler?“ 3713
2- Hz. Mûsâ: “Buluşma zamanınız sizin bayram gününüzde insanların toplandığı Duhâ (kuşluk) vaktidir’ dedi.“ 3714
3- “Kuşluk vaktine andolsun“ 3715
4- “Kıyâmeti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir duhâ (kuşluk) vakti kalmış olduklarını sanırlar.“ 3716
Fıkhî ıstılâhta duhâ vakti güneşin doğuşundan takriben iki saat sonra giren zamana denir. Bu zaman güneşin batıya meyletmesinden az öncesine kadar devam eder. Bu zamana Türkçe'de kuşluk vakti denir. İslâm'da işte bu zaman dilimine mahsus mendup olan duhâ (kuşluk) namazı vardır. Kur'ân-ı Kerim'de duhâ namazı diye bir namazdan bahsedilmemektedir. Bu namaz bazı hadislerde konu edilmektedir. Taberânî Mu'cemü'l-Kebir adlı eserinde Ebu'd-Derdâ yoluyla Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) şöyle dediğini naklediyor: “Kim iki rekât duhâ namazı kılarsa o kimse gâfil kimselerden olmaz. Kim duhâ namazını dört rekât kılarsa Allah'a ibâdet eden kimselerden olur. Kim bu namazı altı rekât kılarsa o gün ona duhâ namazı olarak kâfi gelir. Kim yine bu namazı sekiz rekât kılarsa, Allah o kimseyi kendisine itaat eden kimselerden kabul eder. Ve kim ki bu duhâ namazını oniki rekât kılarsa Allah ona Cennet'te bir köşk yapar.“ 3717
Ayrıca yine duhâ namazı konusunda Ummu Hâni'den; “Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'nin fethi gününde sekiz rekât namaz kıldı. Bu namaz Duhâ namazıydı“
3711] Tirmizî, Salat 321
3712] 17/İsrâ, 25; bk. İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, V, 64, 65; Şürünbülâli, Şerhu Nûri'l-İzah, İstanbul 1984, s. 74; Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 131-132
3713] 7/A'râf, 98
3714] 20/Tâhâ, 59
3715] 93/Duhâ, 1
3716] 79/Nâziât, 46
3717] et-Tahtavî, 321
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 915 -
hadisiyle yine Ebu Hüreyre'den; “Dostum Rasûlullah (s.a.s.) bana üç şeyi tavsiye etti; onları ölünceye kadar bırakmam: Her aydan üç gün oruç tutmak, duhâ (kuşluk) namazı kılmak, vitir namazı kılıp da uyumak“3718 Ve Hz. Âişe'den “Rasûlullah (s.a.s.) duhâ namazını dört rekât kılar ve dilediği kadar da artırırdı“ şeklinde hadisler de vârid olmuştur.
Duhâ (kuşluk) namazının fıkhî hükümlerine gelince: Bu namazı dört rekât ve daha fazla kılmak menduptur. Bu namaz oniki rekâta kadar kılınabilir. Ayrıca en azı iki rekât, en fazlası on iki rekât, ortası ve en faziletli olanı sekiz rekâttır, diyen âlimler de vardır. Büyük muhaddis Hâkim bu konuda şöyle demiştir. “Ben hadis hafızı olan, kuvvetli ilim sahibi hadis imamlarıyla arkadaşlık ettim. Onların, bu konudaki haberlerinin sıhhatli olması sebebiyle duhâ namazını dört rekât kıldıklarını gördüm. Ben de aynı görüşteyim.’’3719 Öte yandan âlimler duhâ namazını devamlı kılmanın mı, yoksa zaman zaman kılmanın mı faziletli olduğu konusunda değişik görüşler beyan etmişlerse de, tercih edilen görüş, devamlı kılmanın faziletli olduğudur.
Duhâ (kuşluk) namazının vaktine gelince; bu vakit güneşin doğuşundan, yaklaşık iki saat sonra başlar ve güneşin semanın ortasından batıya hafif yönelmesinden az önceki zamana kadar devam eder. 3720
İşrak Namazı
İşrak, güneşin doğuşundan ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zamandır. Güneşin ufukta görünüşte bir mızrak yükselmesi astronomicilere göre beş derece yükselmesi demektir. Ebû Hanîfe'ye göre bu süre içinde namaz kılmak mekruhtur.
İşrak namazı, sabah namazından sonra güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra iki veya dört rekât olarak kılman nâfile bir namazdır. Diğer nâfile namazlar gibi işrak namazı kılanlar, bu namazı kuşluk namazından ayrı olarak ve ondan önce kılarlar. Aslında işrak namazı kılındığı sırada kuşluk namazının vakti de girmiş bulunmaktadır.
Hz. Peygamber'in güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra “Duhâ namazı“, sıcak şiddetlenince de “Evvâbîn namazı“ kıldığına dair çeşitli hadisler vardır. Ancak, Hz. Peygamber, devrinde öğleden önce bu namazların dışında “işrâk namazı“ adı ile bir namaz kılındığına dâir bir bilgiye rastlanmamıştır. 3721
c) Tahiyyetü’l-Mescid
Tahiyye, hürmet, selâmlama, saygı gösterme; tahiyyetü'l-mescid, mescide hürmet, daha doğrusu mescidin sahibi Allah'a saygı gösterme anlamınadır. Çünkü insanın gayesi mescide yaklaşmak değil onun sahibi Allah'a yaklaşmak ve onun rızasını elde etmektedir. Bu maksatla kılınan namaza da tahiyyetü'l-mescid denir.
Tahiyyetü'l-mescid namazı iki rekât olup müstehaptır. Bir cami veya mescide girildiğinde oturmadan kılınır. Oturulduktan sonra, namaz geçmiş olmayıp yine
3718] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 151
3719] Tahtavî, 321
3720] Halid Ünal, Şamil İ.A., c. 1, s. 419
3721] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 242
- 916 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kılınırsa da, faziletli olan, oturmadan önce kılınmasıdır. Nitekim Ebû Katâde’den (r.a.) rivâyet edilen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s.); “Sizden biri mescide gelince oturmadan önce iki rekât namaz kılsın.“ 3722 buyurmuştur.
Bir mescide ziyâret, ders okuma veya okutma gibi bir maksatla giren Müslüman tahiyyetü'l-mescid namazını kılar. Bir günde birkaç defa girilirse, bir defasında kılınması kafidir. Dilerse ilk girişinde, dilerse son girişinde kılar. Her girişinde kılması gerekmez.
Bir mescide her hangi bir namazı kılmak veya farzı eda ve imama uymak niyetiyle girmek de tahiyyetü'l-mescid yerine kaim olur. Buna göre bir mescide girince oturmadan önce kılınan her hangi bir namaz tahiyyetü'l-mescid yerine geçer.
Kerâhet vaktinde tahiyyetü'l-mescid namazı kılınmaz. Bir mescide girip de meşguliyetinden veya kerâhet vakti olması yahut abdestsiz olması gibi sebeplerden dolayı tahiyyetü'l-mescid namazını kılamayan kimse, “Sübbanallahi ve'l-hamdü li'llâhi ve lâ ilâhe illâllahu va'llahu ekber“ der. 3723
d) Hâcet Namazı
Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah'tan dilemeden önce kıldığı namaza hâcet namazı denilir. Kur'ân, “Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin“ 3724 buyurur. Mü'minler; yalnız Allah'a kulluk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemekle yükümlüdürler.3725 Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve duâ ile Allah'a yönelmesinden, O'ndan yardım dilemesinden daha mâkul bir şey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.
Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber'den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha'dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha'dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.
Hâcet namazı bitince Allah'a hamd ve senâ, Rasûlullah'a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duâsı okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duâları vardır. Bunlardan birisi, “Allah'ım, senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, senden gereği gibi korkayım. Allah'ım, senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan menetsin; tâ ki, sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla senin rızana ereyim; senden korkarak içtenlikle sana döneyim; sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte sana güvenip sana dayanayım; sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah'ı tesbih ederim“ anlamındaki “Allahumme innî es’eluke tevfîka ehlil-hudâ ve amele ehli'l-yakîni ve munâsehete ehli't-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli'l-haşyeti ve talebi ehli'r-rağbeti ve teabbude ehli'l-vera'i ve irfâne ehli'l-ilmi hattâ ehâfek. Allahume innî es'eluke mehâfeten tahcizuni an masiyetike hatta a'mele bi ta'atike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ unâsihake bi't-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlise leke'n-nasîhate
3722] Ebû Davûd, Salât 19
3723] Durak Pusmaz, Şamil İ.A., c. 6, s. 89
3724] 2/Bakara, 45
3725] 1/Fâtiha, 4
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 917 -
hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi'l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki'n-nûr“ duâsıdır. Hâcet duâsı okunduktan sonra Allah'tan ihtiyacın giderilmesi yolunda dilekte bulunulur. Hâcet namazı mendubdur.3726 Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen bir başka hâcet duâsı ise şöyledir: “Hiçbir ilâh yoktur (bütün putları ve tâğutları reddederim). Yalnız ve yalnız halîm ve kerîm olan Allahu Teâlâ vardır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ'ya mahsustur. Allah'ım, senden rahmetinin işlerini, mağfiretinin hasletlerini ve her iyiliğinin ihsânını taleb ederim. Her günahtan da selâmetimi, kurtuluşumu istirham ederim. Bağışlanmamış bir günah ve giderilmemiş bir kederi benden bırakma. Bir de kendisinde senin rızan olan bir işi yerine getirilmemiş bırakma, ey merhamet edenlerin merhametlisi...“3727 Mâlum olduğu üzere günümüzde mü'minlerin en büyük hâceti; İslâm ahkâmının yeryüzünde galip gelmesidir. 3728
e) Tesbih Namazı
Tesbih edilerek kılınan nâfile namazlardan biri. Tesbih namazı, mendup (sevabı çok) olan namazlardan biridir. Arapça bir kelime olan tesbih, Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etme ve ululama mânâsına gelir. Dört rekât olan bu namazda üçyüz defa “Suhhânallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber“ dendiği için bu adı almıştır.
Tesbih namazının belli bir vakti yoktur. Kerâhet vakitlerinin dışında her zaman kılınabilir. Bu namazı dört rekât olarak kılmak mümkün olduğu gibi, iki rekâtın sonunda selâm vermek sûretiyle, ayrı ayrı ikişer rekât halinde kılmak da mümkündür.3729
Tesbih namazı hakkında Kur'an'da geçen herhangi bir âyet yoktur. Ancak bu namaz hakkında hadis rivâyet edilmiştir. Rasûlullah (s.a.s.) amcası Hz. Abbas'a tesbih namazı hakkında bu tavsiyede bulunmuştur: “Ey Abbas! Amcacığım! Sana bir şey vereyim mi, sana bir bağışta bulunayım mı? Sana bir özellik tanıyayım mı? Sana on haslet ölçüsü vereyim mi? Sen bu on hasleti yerine getirdiğin zaman, Allah senin geçmiş ve gelecek, eski ve yeni, bilerek veya bilmeyerek yaptığın, gizli veya aşikâr yapılan, küçük büyük bütün günahlarını affeder, bağışlar. Bu on haslet şunlardır:
Dört rekât namaz kılarsın, her rekâtında Fatiha sûresini ve başka bir sûre okursun. Birinci rekâtta kıraatı bitirdikten sonra, ayakta iken on beş defa: “Sübhanellâhi velhamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallahu vellâhu ekber“ dedikten sonra rükûa varırsın ve aynı tesbihi on defa rükûda söylersin. Sonra başını kaldırıp, ayakta on defa söylersin. Sonra secdeye gider on defa orada söylersin. Birinci secdeden sonra iki secde arasındaki oturuşta on defa söylersin. İkinci secdeye vardığında yine on defa ve basını secdeden kaldırınca da on defa söylersin. Böylece bir rekâtta yetmiş bey defayı tamamlamış olursun.
Ey amcacığım! Eğer güç getirebilirsen, her gün bu namazı bir defa kılarsın. Buna güç getiremediğin takdirde, her cuma bir defa kılmaya çalışırsın. Bunu da yapamazsan, her sene bir defa kılmaya çalış. Bunu da yapamazsan hiç olmazsa ömründe bir defa olsun kıl.“ 3730
Tesbih namazında okunan tesbihlerin, namaz içindeki yeri hususunda iki
3726] Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 112
3727] Tirmizî, Sünen, Hadis No: 479
3728] Ahmet Özalp, Şamil İ.A., c. 2, s. 273-274
3729] Vehbe ez-Zuhavlî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühü, Dımaşk, 1984, II, 49
3730] Tirmizî, Vitir 19; İbn Mace, İkame 190; Ebû Dâvud, Tatavvu’ 14; et-Terğîb ve't-Terhîb, I, 467, 469
- 918 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüş vardır. Hanefî mezhebine göre tesbih namazını kılarken, Allah rızası için tesbih namazına veya nâfile namaza niyet edilir ve “Allahu Ekber“ diye namaza başlanır. Sübhanekeden sonra onbeş kere “Sübhanellahi velhamdu lillâhi...“ okunur. Sonra Eûzü Besmele, Fatiha ve bir sûre okunup tekrar on kere “Sübhânallah.. “ okunur. Ondan sonra rükûa varılır. Üç kere, “Subhâne rabbiye'lazim“ dendikten sonra, on defa Subhânellah...“ okunur. Rükûdan, “Semiallahu limen hamideh, Rabbenâ leke'l-hamd“ denilerek kalkılır. Doğrulduktan sonra yine on defa, Suhhânellah...“ okunur. Bundan sonra secdeye varır. Secdede üç defa “Suhhane rabbiye'l-a'lâ“ dan sonra on kere “Subhânellah...“ okunur. Secdeden tekbir ile kalkılır. İki secde arasındaki oturuşta yine on defa, “Subhânellah...“ okunur. İkinci secdeye tekbir ile varılıp üç defa, “Sübhane rabbiye'l-a'lâ“ dan sonra, tekrar on defa, “Subhânellah...“ okunur ki, bu fazla tesbihlerin toplamı yetmişbeşe ulaşmış olur.
Peşinden ikinci rekâta kalkılır. Yine önce onbeş kere Subhânellah...“ okunur. Sonra aynen birinci rekâttaki şekliyle hareket edilerek kılınır ve ikinci rekâtın sonunda oturulur. Tahiyyat ve salli-bârik duâları okunur. İlave tesbihlerin toplamı böylece 150 olmuş olur. Bundan sonra selâm vermeden veya selâmdan sonra ayağa kalkılır. Üçüncü ve dördüncü rekâtlar, aynen birinci ve ikinci rekâtlar gibi kılınır. Böylece dört rekâtte üçyüz defa tesbih duâsı okunmuş olur.
Tesbih namazının bu kılınma şekli, Tirmizî'nin el-Câmi'inde, Ebu Hanife'nin talebelerinden Abdullah b. Mübarek'ten rivâyet ettiği şekle göredir. İkinci görüşe göre ise, yukarıdaki hadiste tarif edildiği gibi kılınır.
Diğer bir rivâyete göre de, tesbih namazında okunan tesbih duâsı; “Subhanellâhi ve'l hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallahu va'llâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illa billahil aliyyi'l azim“ şeklinde uzatılır.
Tesbih namazında yanılma olursa, sehiv secdelerinde bu ilâve tesbihlerin okunması gerekmez. Namazı kılan kişi bu tesbihleri aklında tutabiliyorsa, parmaklarıyla saymaz. Tesbih namazı cemaat halinde kılındığı zaman imâm, açıktan okur ve tesbihleri de açıktan tekrar eder.3731
Bütün namazlarda olduğu gibi, tesbih namazında da, Kur'an'dan bir şey okunacağı zaman, Kur'an'ın herhangi bir yerinden okumak mümkündür. “Şu sûre okunmaz veya mutlaka şu sûreyi okumak gerekir“ diye bir şey yoktur. Ancak İbn Abbas'a: “Bu namaz için belirlenmiş bir sûre biliyor musun?“ diye sorulunca: “Evet, et-Tekâsur, el-Asr, el-Kâfirûn ve el-İhlâs“ diye cevap vermiştir. 3732
f) Teravih Namazı
Teravih; Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan namaza denilir. “Teravih“ kelimesi Arapça, “Terviha“nın çoğuludur ve “oturmak, istirahat etmek'“ anlamına gelmektedir. Teravih namazı her dört rekâtın sonunda oturulup biraz dinlenildiği için, bu adı almıştır. 3733
Teravih namazı, kadın-erkek her müslüman için sünnet-i müekkededir. Teravih, orucun sünneti değil, vaktin sünnetidir. Bir mazereti dolayısıyla oruç
3731] İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtar, Mısır 1966,II, 27
3732] Fetâva-yi Hindiyye, Mısır 1323, I, 119; Nureddin Turgay, Şamil İ.A., c. 6, s. 194
3733] el-Meydanı, el-Lubab, İstanbul, (t.y) I, 123
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 919 -
tutamayanlar da teravih namazı kılarlar. Ramazan gecelerini ihyâ etmek için kılınan Teravih namazı, Kur'an'da zikredilmemektedir. Fakat hakkında çok sayıda hadis rivâyet edilmiştir.3734 Ebû Hureyre'nin naklettiği bir hadise göre Rasûlullah (s.a.s.), Ramazan gecelerini ihyâ etmeyi teşvik etmiş, fakat bunu kesin olarak emretmemiştir. Bu konuda; “Her kim inanarak ve karşılığını Allah'tan bekleyerek Ramazan'ı ihyâ ederse, geçmiş günahları bağışlanır“3735 diye buyurmuştur. Hadis âlimlerinden en-Nevevî, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ashâbına Ramazanı ihyâ etmeyi vâcib kılmadığını, fakat mendup olarak emredip teşvik ettiğini, İslâm âlimlerinin de bunun mendup olduğunda ittifak ettiklerini kaydetmektedir. En-Nevevî, “Ramazanı ihyâ etmenin, teravih namazını kılmakla hasıl olduğunu“ da zikretmektedir. Bu açıdan Hz. Muhammed’in (s.a.s.), “her kim Ramazan'ı ihva ederse“ sözü, “her kim geceleri namaz kılarak Ramazan'ı ihyâ ederse“ şeklinde anlaşılmalıdır.3736 Nitekim Abdurrahman b. Avf'ın naklettiği bir hadiste Hz. Muhammed (s.a.s.): “Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerini ihyâ etmeyi sünnet kıldım. Her kim inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek Ramazan'ı oruçla, gecelerini namazla ihyâ ederse, anasından doğduğu gün gibi günahlarından temizlenmiş olur“ buyurmaktadır. 3737
“Rasûlullah (s.a.s.) Ramazanda mescitte gece bir namaz kıldı. Sahabenin çoğu da onunla birlikte o namazı kıldı. İkinci gece yine aynı namazı kıldı. Bu kez O'na tabi olarak aynı namazı kılan cemaat daha fazla oldu. Üçüncü gece Hz. Muhammed (s.a.s.) mescid'e gitmedi. Orayı dolduran cemaat onu bekledi. Rasûlullah (s.a.s.) ancak sabah olunca mescide çıktı ve cemaata şöyle buyurdu: “Sizin cemaatla teravih namazını kılmaya ne kadar arzulu olduğunuzu görüyorum. Benim çıkıp, size namazı kıldırmama engel olan bir husus da yoktu. Ancak ben size, teravih namazının farz olmasından korktuğum için çıkmadım.“ 3738
Ebû Zer (r.a.)'dan nakledildiğine göre, Rasûlullah (s.a.s.) Ramazan ayının sonuna doğru bazı gecelerde ahsabına, gecenin üçte birini geçinceye kadar teravih namazını kıldırmıştır.3739 Ebû Hureyre’nin naklettiği bir başka hadiste de Rasûlullah’ın (s.a.s.) Ramazan ayında, ashabtan bir grubu, Ubey b. Kâ’b’ın (r.a.) arkasında cemaatle namaz kılarken gördü ve “Doğru yapıyorlar, yaptıkları şey ne güzeldir“ diyerek tasvip ettikleri haber verilmiştir. 3740
Yine Hz. Âişe validemiz (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldığı teravih namazı hakkında şu bilgileri vermiştir: “Allah'ın elçisi ne Ramazanda, ne de diğer zamanlarda on bir rekâttan fazla namaz kılardı. Dört rekât namaz kılardı ki, güzelliği ve uzunluğunu anlatamam! Nihâyet üç rekât daha kılardı. Bir defasında, Ey Allah'ın Rasûlü! Vitir namazını kılmadan uyuyor musun? diye sorduğumda “Ey Âişe! Benim gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.“ buyurdu.“ 3741
Hanefîlere göre, teravih namazının rekât sayısı Hz. Ömer’in (r.a.) uygulamasına
3734] Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır, (t.y) III, 53
3735] Buharî, İman, 25, 27; Müslim, Mûsâfi'in, 173, 176; İbn Mace, İkametu's-Salâ, 173; Tirmizî, Savm, 83
3736] en-Nevevî, el-Minhâc, 1924, VI, 39, vd
3737] İbn Mâce, İkametu's-Salâh, 173; Ahmed bin Hanbel, I, 191, 195
3738] Buharî, Teheccud, 57
3739] İbn Mâce, İkametu's-Salâ, 173
3740] Ebû Dâvud, İkametu's-Salâh, 190
3741] Buharî, Teheccüd, 1 25
- 920 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dayanır. Hz. Ömer Mescid-i Nebevî'de halifeliğinin son zamanlarında teravih namazını yirmi rekât olarak kıldırdı. Dört halife devrinden sonra da kimse teravihin yirmi rekât olarak cemaatla kılınmasına karşı çıkmadı. Âlimler bu hususta Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şu hadisine göre hareket etmişlerdir: “Benden sonra benim sünnetimden ve raşit halifelerin sünnetinden ayrılmayın.“3742 Diğer yandan Abdullah b. Abbas’ın (r.a.) Ramazan ayında teravih namazını yirmi rekât olarak kıldığı ve arkasından da üç rekât vitir namazını kıldığı rivâyet edilmiştir. İmam Ebû Hanife'ye Hz. Ömer’in (r.a.) bu hususta yaptığı uygulama sorulunca, şöyle demiştir: Teravih namazı hiç şüphesiz müekked bir sünnettir. Hz. Ömer, bu namazın cemaatle ve yirmi rekât kılınmasını şahsi bir ictihadı ile yapmadığı gibi, bir bid'at olarak da emretmemiştir. O, kendisinin bildiği şer'î bir esasa ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir vasiyetine dayanarak böyle yapmıştır. 3743
Yukarıda işaret edildiği gibi, teravih namazı erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkede olarak kabul edilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste: “Allah size Ramazan orucunu farz kılmıştır, ben de size gece namazını (teravihi) sünnet kıldım“3744 diyerek buna işaret buyurmuştur.
Nakledilen bütün bu rivâyetlere göre teravih namazının sekiz rekâtının müekked sünnet olduğunda şüphe yoktur. İbnu'l-Humam gibi bazı âlimler, sekiz rekâttan fazlasının müstahap olduğunu söylemişlerdir. Bu durum, yatsı namazından sonra dört rekât nafile namaz kılmanın müstahap oluşuna benzer ki, bunun ilk iki rekâtı müekked sünnet olur. 3745
Teravih namazı, Ramazan ayına mahsustur; vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Vitir namazı teravih namazından sonra kılınır. Ancak teravih namazından önce kılınmasında da herhangi bir sakınca yoktur. Ancak teravih namazı yatsı namazından önce kılınmaz. Kılındığı takdirde, iâdesi gerekir. Bu namazın gece yarısından veya gecenin üçte birinden sonraya tehir edilmesi müstehaptır. En sağlam görüşe göre, teravihte cemaat olmak sünnet-i kifâyedir. Yani bir mescitte hiç kimse teravihi cemaatle kılmazsa, hepsi günahkâr olur. Teravih namazı tek başına kılınabilir. Fakat cemaatle kılınması daha faziletlidir. Teravih namazına, yarısında yetişen kimse, önce yatsı namazının farzını kılar ve daha sonra teravih namazını kılmak için imama uyar. Eksik kalan teravih rekâtlarını, daha sonra kendisi tamamlar. Hatim ile teravih namazını kılmak sünnettir.
Teravih namazının kazası yoktur. Bilindiği gibi farz ve vâcib namazlar kaza edilirler. Teravih namazını, her iki rekâtta bir selâm vererek on selâm ile bitirmek daha faziletlidir. Dört rekâtta bir selam vermek de câizdir. Fakat bu şekilde kılmak mekruhtur.
Teravih namazını kılarken, iki rekâtta bir selâm verilse, normal olarak akşam namazının iki rekât sünneti gibi ve dört rekâtta bir selâm verilse, yatsı namazının dört rekât sünneti gibi kılınır. Başlarken ve her iki rekâtın başında “Sübhâneke“, “Ezûzübesmele“ ve her oturuşta “et-Tahiyyat“ ile “Salli-barik“ duâları okunur. Cemaatle kılınınca, cemaat hem teravihe, hem de imama uymaya niyet eder.
3742] Tirmizî, İlim, 16; İbn Hanbel, IV, 126
3743] et-Tahtavî, Haşiye, 334
3744] İbn Mâce, İkametü's, Salâ, 173; İbn Hanbel, I,191 vd.
3745] İbnu'l-Humâm, Fethü'l-Kadîr, Mısır, 1315, I, 333 vd.
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 921 -
İmam teravih namazını sesli olarak kıldırır.3746
Teravih namazı, diğer namazlara nispetle biraz seri kılınır. Ama bu, harflerin mahreci anlaşılmayacak şekilde bozuk bir telaffuzla kılınabilir anlamına gelmez. Bu bakımdan teravih namazının normalin dışındaki bir şekilde acele kılınması mekruhtur. Namazın rükünlerini yerine getirirken de acele edilmez. Kelimeleri tane tane okumak, mahreçlere dikkat etmek ve rükünleri gerektiği gibi yerine getirmek gerekir.
Teravih namazı hatimle kılınmayan camilerde, herhangi bir yanlışlığa meydan vermemek ve cemaatın da kısa sureleri iyice ezberlemelerini sağlamak için, “Fil sûresi“nden sonraki sureleri okumakta yarar vardır. Bu durumda imam, rekât sayılarında da tereddüde düşmekten korunmuş olur. 3747
g) Küsûf ve Husûf Namazı
K-s-f Kökünden “küsûf“ ve H-s-f kökünden “husûf“ sözlükte; güneş ve ay tutulmasını ifâde eden iki masdardır. Küsûf; daha çok güneş tutulması, husûf ise, ay tutulması için kullanılır. Küsûf, astronomi ilmi bakımından; güneş ışıklarının tamamının veya bir bölümünün, gündüz, güneşle dünya arasına ay'ın gölgesinin girmesiyle dünyanın belli bir yöresine ulaşamamasıdır. Husûf ise, geceleyin ay ışığının tamamının veya bir bölümünün, dünyanın gölgesinin güneşle ay arasına girmesi yüzünden dünyaya ulaşamamasından ibarettir. Bu iki terim, birbirinin yerine de kullanılabildiği için, bunlara “iki küsûf“ veya “iki husûf“ da denilmiştir.
Küsûf ve husûf namazı İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre müekked sünnettir. Yalnız Hanefî ve Mâlikîler husûf namazım mendûb görürler. Kur'ân'da şöyle buyrulur: “Gece, gündüz güneş ve ay, O'nun varlığını gösteren âyetlerdendir. Güneşe veya ay'a secde etmeyin. Bütün bunları yoktan var eden Allah'a secde edin.“3748 Bu âyet-i kerîme, ay ve güneş tutulması sırasında, bunları yaratan Allah için namaz kılmaya işaret etmektedir.
Hz. Peygamber, (s.a.s.) oğlu İbrahim vefat ettiği zaman üzülmüştü. Aynı günde güneşin tutulması üzerine bazı. İnsanların, güneşin de Hz. Muhammed’in (s.a.s.) üzüntüsüne ortak olduğunu öne sürmesi üzerine, Allâh'ın elçisi şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz güneş ve ay, Allâh'ın âyetlerinden iki âyettir. Herhangi bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, tutulma sona erinceye kadar namaz kılınız ve duâ ediniz.“ 3749
Küsûf namazı, mukîm veya misafir olsun, beş vakit namazla yükümlü olan erkek ve kadınlar için meşrûdur. Çünkü küsûf ve husûf namazında Rasûlullah (s.a.s)'in uygulaması böyle olmuştur. Bu namaz ezan ve kametsiz kılınır. Bir münâdî sadece “essalâtü câmia= namaz toplayıcıdır“ diye seslenir.3750 Cemaatle veya tek tek, gizli veya açık okunarak, hutbeli veya hutbesiz kılınması mümkün ve câizdir. Ancak bu namazın mescidde ve cemaatle kılınması daha fazîletlidir.
3746] el-Kasânî, Bedai'us-Sanâyi', Beyrut, 1974, I, 288; Tahtavî, Haşiye, 335 vd
3747] İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtar, II, 44; vd., Vekbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dimaşk, 1989, II, 72; Turgay, Şamil İ.A., c. 6, s. 186-187
3748] 41/Fussilet, 37
3749] Buhârî, Küsûf 1, 3, 8, 13, 15, 17; Müslim, Küsûf 10; Ahmed b. Hanbel, IV, 249, 253; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, III, 326
3750] eş-Şevkânî, a.g.e., III, 325
- 922 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Deprem, fırtına, yıldırım düşmesi, şiddetli yağmur, dolu, kar ve salgın hastalık gibi felâket zamanlarında, cemaatsiz olarak, diğer namazlar gibi iki rekât namaz kılmak mendub'tur. Burada küsûf namazına kıyas yapılmıştır. 3751
Hanefîlere göre küsûf namazı, bayram, cum'a ve nâfile namazlar gibi iki rekâttan ibarettir. Ezansız, kametsiz, hutbesiz kılınır ve her rekât; bir rükû ve iki secdeli olur. Delil, Ebû Davud'un naklettiği şu hadistir: “Rasûlullah (s.a.s) iki rekât namaz kıldı ve rekâtlarda ayakta duruşları (kıyamı) uzun yaptı. Sonra geri döndü, güneş açılınca da şöyle buyurdu: “Bunlar, Allah'ın kendisiyle kullarını korkuttuğu belgelerdir. Bu gibi mûcizeleri gördüğünüz zaman, farz namazlardan en yeni kıldığınız namaz gibi namaz kılınız.“ 3752
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, küsûf namazı iki rekât olup, her rekâtte iki kıyâm, iki kırâat, iki rükû ve iki secde bulunur. Sünnet olan okuyuş şöyledir: İlk kıyamda Fâtiha'dan sonra, Bakara sûresi veya ona denk bir sûre, ikinci kıyamda Fâtiha'dan sonra, bundan daha az, üçüncü kıyamda Fatiha'dan sonra, daha da az, dördüncü kıyamda yine Fâtiha'dan sonra, bir öncekinden daha az miktarda Kur'ân okunur. Kıyamda ilk okuyuştan sonra rukûya varılır, sonra doğrulur ve ikinci okuyuşu yapar, sonra yine rukûya varılır ve secdeye gidilir. İlk rukûda yaklaşık yüz, ikincide seksen, üçüncüde yetmiş ve dördüncüde elli âyet okuyacak kadar “Sübhânallah = Allah'ım seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim“ der.3753 Çoğunluğun bir rekâtta iki rükû için dayandığı delil şu hadistir. Abdullah b. Amr şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında güneş tutulduğunda “namaz toplayıcıdır“ diye nidâ olundu. Rasûlullah (s.a.s) bir secdede iki rükû yaptı, sonra ayağa kalktı, tekrar bir secdede iki rükû yaptı. Sonra güneş açıldı. Hz. Aişe şöyle dedi: Bu namazın rükûundan daha uzun hiç rükû yapmadım. Secdesinden, daha uzun hiçbir secde de yapmadım.“ 3754
Ebû Hanîfe'ye göre, imam, küsûf namazında okuyuşu gizli yapar. İbn Abbas şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.s) ile küsûf namazı kıldım. O'nun kıraatinden bir harf bile işitmedim“3755 Husûf namazı ise, münferid olarak ve gizli okuyuşla kılınır. İmam Muhammed ve Ebû Yusuf'a göre ise İmam Küsûf namazında sesli okur. Çünkü Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.s)'in böyle bir namazda sesli okuduğunu söylemiştir. 3756
Hanefî ve Hanbelîlere göre, küsûf namazı için hutbe yoktur. Çünkü Hz. Peygamber hutbeyi değil, yalnız namazı emretmiştir. O'nun namazdan sonra hutbe irad etmesi, hükmü bildirmek içindir. O'nun bir küsûf namazından sonra yaptığı bir konuşma şöyledir: “Şüphesiz güneş ve ay Allah'ın mûcizelerinden bir mûcizedir. Bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Bunu görünce Allah'a duâ edin, namaz kılın ve sadaka verin. Şüphesiz şu makamımda size söz verilen her şeyi gördüm. Beni öne geçer gördüğünüzde ben de kendimi Cennet'ten bir salkım almayı arzu eder görüyordum. Beni biraz geri çekilirken gördüğünüzde ben Cehennem'in bir
3751] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 234, 235
3752] Buhârî, Küsûf 6, 14; Müslim, Küsûf 21, 24; Ebû Dâvud, İstiska 3, 4
3753] Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, 1405/1985, II, 399
3754] eş-Şevkânî, a.g.e., III, 325
3755] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, II, 232
3756] eş-Şevkânî, a.g.e., III, 331; Zeylaî, a.g.e., II, 232; bk. İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadir, 432-436; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi: I, 281-282, Meydânî, el-Lübâb, I, 121
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 923 -
kısmının diğer tarafını yediğini görüyordum.“3757 Hadîsin başka bir rivâyeti şöyledir: “Cehennemi gördüm. Bugünkünden daha korkunç bir manzarayı hiç görmemiştim. Cehennemliklerin çoğunun kadınlar olduğunu gördüm“. Bir sahâbînin, bunun sebebini sorması üzerine, de şöyle buyurdu: “Onlar kocalarına nankörlük ediyorlar. Hatta sen onlardan birine bütün ömür boyu iyilik yapsan, sonra sende küçük bir kötülük görse, şimdiye kadar senden zaten hiç iyilik görmedim, der.“ 3758
h) İstihâre Namazı ve Duâsı
İstihâre: Hayır dileme, yapmak istediği bir şeyin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını anlamak için iki rekât namaz kılıp duâ etmek demektir.
Bir iş yapılmak istenildiğinde istihâre yapmak menduptur. Hz. Peygamber, ashâb-ı kirâma önemli işlerinde istihâreye başvurmalarını telkin buyurdu. Câbir (r.a.)'den şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah (s.a.s.) bütün işlerinde, Kur'an'dan sûre öğretir gibi istihâreyi de öğreterek şöyle derdi: “Sizden biriniz bir işe niyetlendiği zaman farzın dışında iki rekât namaz kılsın ve şöyle desin:
“Allahumme innî estehîruke bi ilmike ve estakdiruke bi kudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîm. Fe inneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu ve ente allâmu'l ğuyûb. Allahumme in künte ta'lemu enne hâze'l-emre hayrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî. Fekdurhu lî ve yessirhu lî summe bârik lî fîhi. Ve in künte ta'lemu enne hâze'l-emre şerrun lî fî dînî ve meâşî ve âkıbeti emrî (ev kale:) âcili emrî ve âcilihî f'asrifhu annî va'srifni anhu ve'kdur lî el-hayra haysü kâne. Sümme raddınî bihî“ 3759
İstihâre duâsının anlamı: “Allah'ım yapmayı düşündüğüm şu işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. Senin büyük fazlından ihsan buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah'ım. Eğer bu işi dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu bakımından benim için hayırlı olduğunu bilirsen o işi bana takdir et, kolaylaştır ve onu bana mübarek kıl. Eğer bu işi; dinim, yaşayışım ve işimin sonucu veya dünya veya âhiretimin sonucu
3757] Müslim, Kusuf, 3901; Mâlik, Muvatta', I, 186; Beyhakî, III, 323, 324; Şevkânî, a.g.e., III, 325
3758] Buhârî, İbn Abbas'tan, II, 28; Mâlik, Muvatta', I, 186; İbn Huzeyme, 1379; Beyhakî, III, 321
3759] Buhârî, Teheccüd 25, Deavât 49, Tevhid 10; Tirmizî, Vitr 18; İbn Mâce, Akâme 188; Ahmed bin Hanbel, III/344
- 924 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından benim için şer olarak bilirsen, onu benden, beni de ondan uzak eyle. Nerede olursa olsun benim için hayır olanı takdir et. Sonra da beni bu hayırla hoşnut buyur.“
Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu rivâyet edilir: “Âdem oğlunun Allah'tan hayır dilemesi (istihâresi) saâdetindendir. Allah'ın hükmüne râzı olması da saâdetindendir. Allah'tan hayır istemeyi terk etmesi ise onun bedbaht olmasındandır. Allah'ın hükmüne râzı olmaması da, Âdemoğlunun bedbahtlığındandır.“ 3760
İstihâreden önce veya sonra, gerekli istişâreler yapılır ve o iş hakkında karar verilir Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: “İş konusunda onlarla istişâre yap. İstişâreden sonra o işi yapmaya tam olarak karar verince, artık Allah'a dayan ve güven.“3761 İstihâre hadisi İbn Mes'ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Ebû Bekir, Ebû Saîd, el-Hudrî, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Enes b. Mâlik gibi büyük sahâbîlerden nakledilmiş, bu rivâyetleri senetleriyle birlikte, Buhârî, şârihi Aynî, “Umdetu'l-Kâri“ adlı şerhinde tek tek zikredilmiştir. Rivâyetler arasında bazı metin farklılıkları vardır.
Enes b. Mâlik'ten gelen rivâyet istihâreyi teşvik eder. Bu hadîs şöyledir: “İstihâre yapan kimse hüsrâna uğramaz, istihâre eden pişman olmaz, iktisatlı davranan kimse de muhtaç duruma düşmez.“ 3762
İstihâre namazında nelerin okunacağı hadisle sâbit değilse de, birinci rekâtta Fâtiha'dan sonra Kâfirun, ikinci rekâtta ise, İhlâs sûrelerinin okunması güzel görülmüştür. Nevevî bunu müstehap görür. İmam Gazzalî de bu sûrelerin okunması gereğinden İhyâ'da söz etmiştir. İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasûlullah’ı (s.a.s.) bir ay süreyle izledim, sabah namazının sünnetinde, Kâfirun ve İhlâs sûrelerini okurlardı. Gazzâlî'nin bu gibi hadislerden mülhem olarak, istihâre namazında da benzer kıraati uyun gördüğü söylenebilir.
İstihâre namazından sonra, istihâre duâsı okunur ve istenilen şeye niyet edilerek, Kıbleye dönülmek suretiyle yatılır. Böylece istihâreye üç veya yedi geceye kadar devam edilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in bazı duâları üç defa tekrar ettiği, hatta Enes bin Malik'e istihâreyi yediye kadar tekrar etmeyi telkin buyurduğu nakledilir. 3763
İstihâre, iyiliği veya kötülüğü kestirilemeyen bir iş hakkında sözkonusu olur. Hayırlı ve sevaplı olduğu kesin olarak bilinen bir konuda istihâreye gerek kalmaz. İstihâre namazı, kerâhat vakitleri dışında her zaman kılınabilir. Çünkü hadiste vakit belirtilmemiştir. 3764
Sözlükte “hayırlı olanı isteme“ anlamına gelen istihâre, terim olarak “bir iş veya davranışta Allah katında hayırlı olanı, kılınan nâfile bir namaz ve duâ ile talep etme“ mânâsında kullanılır. “Hayr“ kelimesi ve çeşitli türevleri Kur’an’da 196 yerde geçmekle birlikte aynı kökten türeyen “istihâre“ yer almaz. Ancak, bir şey hayırlı olduğu halde ondan hoşlanmayabileceğini, şer olduğu halde onu
3760] Ahmed bin Hanbel, I/167; Tirmizî, Kader 15
3761] 3/Al-i İmrân, 159
3762] S. Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Ankara 1985, IV/135
3763] Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV/142, 143
3764] Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 425-426
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 925 -
sevebileceğini,3765 Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olup dilediğini yaratarak seçtiğini,3766 her türlü hayrın O’nun elinde bulunduğunu, her şeye gücünün yettiğini3767 bir işe girişirken başkalarına danışmak (istişâre etmek) ve karar verince de Allah’a güvenip dayanmak gerektiğini, böyle yapanlara Allah’ın yeteceğini3768 ifâde eden âyetler İslâm’da istihârenin dayandığı temel çerçeveyi oluşturur. Âlimlerin sünnet veya müstehap saydıkları istihârenin meşrûiyeti Câbir bin Abdullah’tan rivâyet edilen şu hadise dayandırılmaktadır: “Rasûlullah, Kur’an’dan bir sûre öğretir gibi işlerimizin tamamında bize istihâreyi öğretiyor ve şöyle diyordu: “Biriniz bir şey yapmaya niyet edince farz dışında iki rekât namaz kılsın ve arkasından şu duâyı yapsın...“ Hz. Peygamber sözüne devamla, “istihâreyi yapan kişi bu sırada işini de söylesin“ dedi. 3769
İstihâre duâsının, bu niyetle kılınacak iki rekât nâfile namazdan sonra okunmasının en uygun usûl olacağı konusunda dört mezhep görüş birliği içindedir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine göre herhangi bir namazdan sonra da sözkonusu duânın okunması câizdir. Hanbelîler’in dışında kalan üç mezhebe göre istihâre namazını kılmak mümkün değilse, sadece duâ ile yetinilebilir. İstihâre namazı kerâhet vakitleri hâriç her zaman kılınabilir. Bütün mezheplere göre istihâre namazının en fazîletlisi, iki rekât olarak kılınanıdır.
İstihâre duâsının, namazdan hemen sonra ve kıbleye dönülerek okunması, ellerin kaldırılması ve duâ âdâbına riâyet edilmesi, duânın kabul olma ihtimalini arttıran güzel davranışlar olarak telakki edilmiştir. Kişinin olumlu veya olumsuz bir karara varamaması halinde Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî âlimleri, Enes bin Mâlik’ten gelen bir rivâyete dayanarak3770 istihârenin yediye kadar tekrarlanabileceğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Mâlikî âlimleri, Hz. Peygamber’in bir rahatsızlık sebebiyle başkasını “okuyarak“ tedâviye izin vermesi ve bu vesîleyle söylediği, “Kardeşine faydalı olmaya gücü yeten bunu yapsın.“3771 Sözünden hareketle; başkası adına istihâre yapmanın câiz olduğunu ileri sürerken Mâlikî fakîhi Hattâb bu uygulamanın bir dayanağını bulamadığını belirtmiştir.
İstihâre, kişinin gerekli bütün çabayı sarfedip araştırma ve istişârelerini tamamladıktan sonra hakkında hayırlısını takdir etmesi için Allah’a duâ etme, kulluk şuurunu canlı tutma ve ortaya çıkacak sonuca rızâ göstererek ruh sağlığını koruma gibi çok amaçlı metafizik bir olaydır. Bu sebeple de iyi veya kötü olduğu açık şekilde bilinen bir şeyi yapıp yapmama konusunda değil, gerek dünyevî gerek uhrevî bakımdan kişi hakkında hayırlı olup olmayacağı kestirilemeyen işlerde sözkonusu olabilir. Dinen iyi ve hayırlı olduğu bilinen işlerin zamanı, şekli vb. hususunda da istihâre yapılabilir. İnsan, geleceği bilemediğinden bir şeyi ilk bakışta iyi zannetse de onun sonucundan emin olamaz. Bu sebeple bir iş yapacağı ve ileriye yönelik önemli bir karar vereceği zaman istihâre yoluyla her şeyi bilen Allah’ın kılavuzluğuna ve yönlendirmesine başvurması, O’ndan yardım istemesi, kişinin davranışlarındaki sorumluluğunu kaldırmamakla birlikte, onda bir güven
3765] 2/Bakara, 216
3766] 28/Kasas, 68
3767] 3/Âl-i İmrân, 26
3768] 3/Âl-i İmrân, 159; 65/Talâk, 3
3769] Ahmed bin Hanbel, Müsned III/, 344; Buhârî, Deavât 49, Tevhid 10; İbn Mâce, İkame 188
3770] Münâvî, I/450
3771] Ahmed bin Hanbel, III/302, 334, 382, 393; Müslim, Selâm, 61-63
- 926 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hissi doğuracağı ve takdire rızâ göstermesini sağlayacağından önem taşımaktadır. Dolayısıyla istihârenin dinî öğretideki kader, tevekkül ve sabır anlayışıyla yakın ilgisi bulunur.
Hz. Peygamber’in tavsiyesi doğrultusunda istihâre eskiden beri İslâm dünyasında âdet olmuş ve önemli önemsiz birçok hususta günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Kumandanlar sefere çıkmadan, sultanlar veliahtlarını belirlemeden önce istihâre yapar ve bunun sonucuna genellikle uyarlardı. Evlilik öncesinde ve çocukların isimlerinin konması esnâsında da istihâre yapmak âdet olmuştur. Ayrıca birtakım tartışmalı dinî meselelerde fetvâ verirken bazı âlimler ulaştıkları sonucu istihâreyle destekleme yoluna gitmişlerdir. 3772
İstihârenin Yozlaştırılıp Rüya Falına Dönüştürülmesi: İstihâre; aslında, Allah’tan hayır istemek, hayır duâsı demektir. İstişâre edilerek yapmaya karar verilen meşrû ve mubah bir eylemle ilgili olarak azmedip karar verdikten sonra, o işin sonucunun bilinmediği için, eğer hayırlı ise Allah tarafından kolaylaştırılıp nasip edilmesini, değilse zorlaştırılıp nasip edilmemesini istemek için duâdır. Klâsik uygulama şekli ise, bir çeşit rüya falıdır. Bir işin iyi ya da kötü sonucunu, önceden rüyada kestirme şeklinde kullanılarak sünnette olan bu duâ, dejenere edilmiş ve tahrife uğramıştır. Aslında rüya, bilgi kaynağı değildir; rüya ile amel edilmez. Rüyaların çoğu şeytânîdir veya arzuların simgeleşmiş şekli rüya halinde ortaya çıkar. Dolayısıyla istihâreye yatmak ve görülen rüya ile amel etmek, gayrı meşrû ve akıl dışı bir hurâfedir.
İnsanların, yapmak istedikleri bir işin kendileri hakkında iyi veya kötü sonuçlar doğuracağını anlamak için fal vb. uygulamalara çok eskiden beri başvurdukları bilinmektedir. Nitekim câhiliyye Arapları bir işe başlamadan önce, üzerine “evet“ veya “hayır“ yazılı “ezlâm“ denilen fal oklarıyla karar verirlerdi. Kur’ân-ı Kerim “şeytan işi“ olarak nitelendirdiği bu uygulamayı yasaklamış,3773 peygamberler dâhil hiç kimsenin gaybı ve dolayısıyla bir işin kendisi için hayırlı olup olmadığını bilemeyeceğini, Allah’ın dilemesi dışında kendisine fayda ve zarar verecek bir güce sahip bulunamayacağını bildirmiştir. 3774
Enes bin Mâlik’ten nakledilen istihâre hadisinin devamında Rasûl-i Ekrem, “Sonra kalbine ilk doğan duyguya/düşünceye bak, ona uygun davranman hayırlı olur“ demiştir.3775 Buna göre istihârenin sonucunda insanın içine ferahlık, genişlik ve iç huzuru gelirse o işi yapması; sıkıntı, huzursuzluk ve darlık hali doğarsa yapmaması daha hayırlı görülmüştür.
İbnü’l-Hâc el-Abderî, hadislerde ifâde edildiği şekliyle meşrû istihârenin bundan ibâret olduğunu, ayrıca bir işâret almak amacıyla kişinin veya bir başkasının onun adına rüya görmek üzere uyumasının, gün ve kişi adlarından uğur çıkarma gibi davranışlara başvurmasının bid’at olduğunu belirtir.3776 İbnü’l-Hâc ayrıca, istihâre ile birlikte istişâre etmesinin de sünnete uygun bulunduğunu söyleyerek
3772] Meselâ bk. İbnü’s-Salâh, Fetâvâ ve Mesâilü İbni’s-Salâh, I/293, 396; II/434, 484, 485, 507; Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 215
3773] 5/Mâide, 3, 90
3774] 7/A’râf, 188
3775] Münâvî, I/450
3776] el-Medhal, IV/37-38
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 927 -
kişinin her ikisini de ihmal etmemesi gerektiğini kaydeder.3777 Bazı kaynaklarda rüyada beyaz veya yeşil görülmesinin o işin hayırlı olduğuna, siyah veya kırmızı görülmesinin şer olduğuna delâlet ettiğine dair nakledilen görüşler3778 şahsî tecrübelere dayanmakta, dolayısıyla dinî bir mâhiyeti bulunmamaktadır. 3779
Zâlim yöneticileri halkın gözünde temize çıkarmak için onların istihâreye çok önem verdiği hakkında şâyialar yayılır, dolayısıyla halkın şer zannettiği nice yanlış uygulamanın aslında hayır olduğu, halk anlamasa da yöneticilerin bir bildiklerinin ve dayandıkları gerekçenin olduğu belirtilir. Böylece halkın zâlim yöneticilere tepki duyması önlenmeye çalışılır. Şâir Accâc, Haccâc’ı överken; onun istihâre etmeden hiçbir iş yapmadığını söyler.3780 Abdullah İbn Tâhir, Irak’a vali tayin edildiği zaman babası ona, idârî kararlarını verirken istihâre etmesini tavsiye etmiştir.3781 Ancak, yöneticilerin, tüm işlerini istihâre ile yaptıkları hakkındaki rivâyetlerin çoğu uydurmadır.
Gece ve İhyâsı
Gecesini diriltemeyenin gündüzü de ölmüştür. Gündüzün yiğidi olmak, gecenin âbidi olmaktan geçer. İç zenginliğin elde edilmesinde mekândan (kalpden) sonra ikinci önemli faktör zamandır. Elbet geceler de gündüzler de Allah’ındır. Ne ki, iç zenginliğin elde edilmesinde en müsâit zaman olan geceyi kazanmamız gerekiyor. Çünkü gökler gece vakti sıyırırlar duvaklarını. Gece, amellerin Allah katına arzedildiği müstesnâ zamandır.
Çağdaş zaman anlayışıyla İslâm’ın zaman anlayışı taban tabana zıt. Bu zıtlık, zamanı kullanmada da kendini gösteriyor. Allah Kur’an’da çeşitli zaman parçaları üzerine yemin eder: “Ve’l-asr, ve’l-leyl, ve’s-subh, ve’d-duhâ (Asra, geceye, sabaha, kuşluğa yemin olsun)“ gibi. Bu yeminler, zamanın izzetinin İlâhî dille tescilidir. Zaman azizdir, ne kadar çok olursa olsun değerinden bir şey kaybetmez. Aynen su gibi. Zaman hayattır, zamanı israf, hayatı israftır, yani intihardır. Hayatını bozuk para gibi harcayanlara Allah’tan umut kesmemelerini tavsiye eden âyet “esrefû alâ enfusihim (nefislerini israf edenler)“3782 tasvirini yapar.
Çağdaş zaman anlayışı, ünlü tâbirle akşamcıdır, yaratılışın doğasına aykırıdır. Allah’ın belli maksada mebnî olarak yarattığı geceyi amacının dışında hovardaca kullanmak, çağdaş insanın tabiatı haline getirildi. İslâmî anlayışta zaman, doğasına en elverişli biçimde kullanılır. Mü’min, üzerine güneşi doğdurmaz, güneşin üzerine kendisi doğar. Zamanı kullanmada İslâm, tâbir câizse sabahçıdır. Bu nedenle, sabahın diriltici dinginliğinden en çok Müslümanlar yararlanır. Ben Allah Rasûlünden gelen rivâyetlerde “yatsıdan sonra Rasûlullah’la oturup konuşurken…“ gibi rivâyetlere pek rastlamadım. Aksine Buhârî, Evkatu’s-Salât bâbında Ebû Berze’den, Allah Rasûlü’nün yatsıdan sonra mecbur kalmadıkça konuşmayıp istirahate çekildiğini, yatsıdan sonra oturmaktan hoşlanmadıklarını nakletmekte.
3777] a.g.e., IV/40
3778] İbn Âbidîn, II/27
3779] Semîr Karanî Muhammed Rızk, s. 42-43
3780] Divan, rakam 12, 83; Arâcîzu’l-Arab, s. 120
3781] Tayfûr, Kitâbu Bağdâd, s. 49
3782] 39/Zümer, 53
- 928 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gece ve Kur’an: “Kuşkusuz Biz onu mübârek bir gecede indirdik.“3783 Gece, Allah’ın, üzerine yemin ettiği vakitlerden biri. Kur’an, bir gece vakti indiğini ifşâ ediyor bizlere. “Kadir“ bir gecenin adıdır ki ad olduğu geceyi gecelerin efendisi yapmıştır. Mi’râc da gecenin armağanlarından, bir gece vakti (leylen) vuku bulmuştur, insan neslinin erebileceği en yüce rütbeye bir gece vakti ermişti ekrem Rasûl. Gecenin ümmete getirdiği hediyelerden biri de “Hicret.“
Kur’an; “Gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan topluluk.“3784 Bu grubu kitab ehli içerisinde ayrıca anmış, onların diğerleriyle bir olmadığını ifâde etmiştir. Rasûle de bu bağlamda bir emir indirilerek gecesinin bir kısmında uykusunu bölerek teheccüd namazı kılması istenmiştir.3785 Rasûlüne iç zenginliğin yollarını gösteren Allah’ın bir tavsiyesi daha: “Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında O’nu tesbih et ki, memnun olasın.“ 3786
Bu konuda Kur’an’da çok ilginç bir sûre var: Müzzemmil Sûresi. İlginçliği -hâşâ- garipliğinden değil, ilk nâzil olan sûrelerden olmasına rağmen ihtivâ ettiği iç zenginliğin elde edilmesine yönelik İlâhî emirlerden gelmekte. Bilinen bir şey var; bu sûre nâzil olduğunda bildiğimiz beş vakit namazın henüz farz olmadığı. Daha dâvetin esaslarının bile yeni yeni belirlendiği nübüvvetin ilk yıllarına ait bu sûrede, Rasûlullah’a ve ona ilk uyan bir avuç insana neyin emredildiği birlikte okuyalım: “Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu). Gecenin yarısında (kalk) ya da bundan biraz eksilt. Veya buna ekle. Ve Kur’an’ı tertîl üzere oku. Doğrusu Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. Gerçekten gece neş’esi (dinginliği, insanın iç evreninde uyandırdığı) etki açısından daha güçlü, okumak bakımından da daha etkilidir.“ 3787
Evet, henüz beş vakit namazın bile farz olmadığı, İslâm’ın gerçekten garîb olan ilk ve zor günlerinde bu âyetler oldukça anlamlı bir şeyin ifâdesiydi; gelecekte İslâm’ın tüm yükünü omuzlarında taşıyacak olan çekirdek kadronun şahsiyet eğitiminin. Onlar projesi Allah’a ait olan, mimarı Rasûlullah olan İslâm binasının temel taşlarıydılar. Temelin sağlam atılması gerekiyordu. İşte insanın iç dünyasını zenginleştirici mesajlar taşıyan bu gibi âyetler bu amaca mâtuf olarak iniyordu.
Adı geçen sûrenin son âyeti ininceye kadar Rasûlullah ve ashâbı gece namazını farz olarak kıldılar. Sûre-i Müzzemmil’in son âyetindeki “…O sizin (gece saatlerini) hesap edemeyeceğinizi bildiği için sizi affetti. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (ne kadar kolayınıza gelirse o kadar gece namazı kılın)“ ibâresiyle bu vecîbe hafifletildi. Kaldırılmadı; “fakra ûmâ teyessera mine’l-Kur’an“ ibâresinden de öyle anlaşılıyor. “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun“ anlamına gelen bu cümlede “parça“ ile “bütün“ kastedilmiş olup namazda Kur’an okunduğundan gece namazı, mecâzî olarak “Kur’an okuma“ ile ifâde edilmiştir.
Sûrenin sözkonusu son âyetinin, kendisinden önceki âyetlerden ne kadar sonra indiği hakkında farklı rivâyetler var. Bir yıl, iki yıl, on yıl diyenler olduğu gibi, son âyetin Medine’de nâzil olduğunu söyleyenler de var. Hz. Âişe bu âyeti
3783] 44/Duhân, 3
3784] 3/Âl-i İmrân, 113
3785] 17/İsrâ, 79
3786] 20/Tâhâ, 130
3787] 73/Müzzemmil, 1-6
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 929 -
kastederek “12 ay sonra indi, Rasûlullah ve ashâbı 12 ay gece namazını farz olarak kıldı“ demektedir. Abd İbn Humeyd’in Yakub ve Cafer yoluyla Saîd’den gelen rivâyetinde Allah Rasûlü ve ashâbı on yıl gece namazını bir vecîbe olarak edâ etmişler, on yıl sonra bu âyet nâzil olarak mü’minleri rahatlatmıştır.
Şöyle ya da böyle Allah Rasûlü ve ashâbı aylarca -belki de yıllarca- teheccüd için zorunlu olarak kalkmışlar, hatta bu vecîbeyi hafifleten âyet nâzil olduktan sonra bile bu namaz Rasûlullah için “Ve gecenin bir kısmında uykunu bölerek sana özgü bir nâfile namaz kıl“3788 emriyle farziyetini muhâfaza etmiştir.
En güzel örneğimiz olan Rasûlullah’ın gecesi bizim gecemize niçin örnek olmamaktadır? Onun iç dünyasının, Rabbi tarafından nasıl zenginleştirildiğinin delili olan bu âyetler niçin bizim iç dünyamızı da zenginleştirmesin? Rasûlün sünnetlerine sarılması gereken bizler ona has farzlara karşı niçin bu denli lâkayt davranabiliyoruz? Dahası insan, her şeyin olduğu gibi zamanın da yaratıcısı olan Allah tarafından “elverişli“ olarak nitelenen gece adlı serveti nasıl hovardaca harcayabiliyor?
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Nasıl dirilirseniz öylece haşrolunursunuz.“ Bu Nebevî uyarıdan alacağımız çok ders var. Uykuyu bir tür “ölüm“ olarak nitelemek gerekiyor. Kur’an’da Sûre-i En’âm’da, uykudan “ölüm“ olarak “yeteveffâküm bi’l-leyl“ diye söz edilir. Buradan yola çıkarsak, en azından yarı ölüm olan gecelerimiz için şunu söyleyebiliriz: Eğer gündüzünüz güzelse, geceniz de güzel olacak; geceniz güzelse sabahınız da (yeniden dirilişiniz) güzel olacaktır. Bunlar birbirine bağlı şeyler. Böylesi bir ortamda gecesinin hesabını veremeyenin gündüzünün hesabını verebilmesi ne mümkün? Her şeyin el ayak çektiği bir özge vakitte cansızlar, canlılar ve Sâlihlerle birlikte bu evrensel koroya eşlik etmenin insanın iç dünyasında ne ufuklar açacağını düşünebiliyor musunuz?
Gündüzleri imanlarımızı gevreten bireysel ve toplumsal ilişkilerin, tuğyan ırmağına dönen caddelerin, bulaşıcı bir biçimde ta yüreklere kadar sirâyet eden riddet, cehâlet ve inanç sefâletinin iç dünyamızdaki tahrîbâtını gecenin rahmetinden yararlanarak onaramıyorsak, kalbimizin kıyâmeti yakın demektir.
“Geceler tâ subh olunca inletir bu dert beni“ diyen sevgi eri gibi kırık-dökük halimizi Allah’a arzedelim. İçimizin sonsuz ülkesi için yapalım bunu. Oranın ruh gibi, iman gibi, iz’an gibi, irfan gibi, ihsan gibi sâkinleri için yapalım bunu; esir coğrafyamız için yapalım, göğsünde kalp yerine taş taşıyan zavallı insanımız için yapalım bunu. Geceyi yüreğimizin sarnıcında damıtarak ve gecenin dallarından derinlik yemişleri toplayarak erelim sabaha.
Geceleyin iç coğrafyamızda edindiğimiz tecrübeyi gündüzün dış dünyamıza aktaralım. Bilelim ki, gecenin bir vaktinde sıcak yataklarına elvedâ diyenler; kendi adına, toplum adına; kana, sömürüye ve zulme doymayan müstekbirler elinde oyuncak olan mazlum ümmet edina, her gün imanı kundaklanan sayısız insan adına, hâcet kapısının eşiğini aşındıranlar kuracaktır geleceği. Çünkü her toplumsal değişimin tohumu önce yüreklerde çimlenir ve baharın ilk goncaları göğüslerde açar. Sözü vardır Allah’ın;3789 “Sâlih“ olma liyâkatini elde eden kulla3788]
17/İsrâ, 79
3789] 7/A’râf, 128
- 930 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rına verecektir toprağın ve suyun emânetini. 3790
Kıyâmu’l-Leyl, Nâşietu’l-Leyl: Gece Neşesi
Türkçe’de anlam kaymasına uğrayarak “boşuna“ mânâsına kullanılır olan “nâfile“ kelimesinin, İslâm’daki nâfile ibâdetler ve namazlar için asla böyle anlaşılmaması gerektiğinin altını çizelim. İslâm fıkhında, “farzların dışındaki namazlar nâfile ise de, yaygın olarak; farz, vâcib ve sünnet namazların dışında kılınan ilâve namazlara “nâfile namazlar“ denilir ve bu namazlar, -hâşâ- boş yere kılınan değil; “zorunlu ve gerekli olana ilâve“ olarak ve Allah’a yak(ın)laşmak amacıyla kılınan, mü’mine mânevî derinlik kazandıran namazlardır. Beş vakte ilâve olarak, hayatın diğer anlarında da Allah’ı zikredip anmak, düşünmek, O’na şükretmek, ihtiyaçları O’na arzetmek için kılınan nâfile namazlar, kulluk bilincini sürekli diri tutar. Teheccüd namazı, tahiyyetü’l-mescid (mescid selâmlama), duhâ/kuşluk namazı, şükür, istihâre (hayırlı olanı isteme), istiâne/hâcet (Allah’tan yardım dileme), tesbih namazı, akşam namazından sonra kılınan altı rekât evvâbîn, güneş ve ay tutulduğunda kılınan küsûf ve husûf namazları, hatta deprem, şiddetli rüzgâr, sürekli yağmur, kuraklık, yıldırım ve salgın hastalık… anlarında Allah’ı zikredip anmak, O’na sığınmak ve O’ndan yardım dilemek için kılınan nâfile namazlar, hayatı tümüyle ibâdet haline getirir.
Nâfile namazların en güçlü olanı ve insanı Allah’a en çok yaklaştıranı, gece kalkılarak iki, dört, sekiz… rekât kılınan teheccüdün namazıdır. Rabbimiz “kıyâmu’l-leyl“i, yani gece kalkmayı Hz. Peygamber’in şahsında, onun misyonunu üstlenen tüm mü’minlere ve dâvetçilere emreder. Ve gece kıyâmı sadece teheccüd namazı için değil; daha çok ağır ağır, anlaya anlaya, düşüne düşüne Kur’an okumak içindir: “Ey örtüsüne bürünen! Birazı hâriç gece kalk! (Gecenin) Yarısı kadar ya da ondan biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır (tertîl üzere) Kur’an oku! Doğrusu Biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz indireceğiz. Gerçekten gece neş’esi/kıyâmı (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir kırâate daha elverişlidir. Çünkü gündüz senin uzun süre uğraşacağın şeyler vardır.“ 3791
Müzzemmil sûresinin 6. âyetinde gece kıyâmı için kullanılan tâbirçok ilginçtir: Nâşietü’l-leyl, yani gece neş’esi!... Gece kalkıp namaz kılarak, akleden kalple Kur’an okuyarak o riyâsız dinginlikte bir ulvî neş’e yaşamak…
Âyetin devamında; bu zaman diliminde, dil, göz ve kalp arasında tam bir harmoni/uyum sağlanarak, “sorumluluğu ağır bir söz“ün, yani Kur’an’ın daha iyi anlaşılacağı vurgulanır. Kuşkusuz, Kur’an’ı gereği gibi, yürekten okuyup âyetleri üzerinde düşünerek mesajlarını iyi kavrayabilmek için en uygun zaman, mekân ve ortam seçilmelidir. Tevhid mücâdelesinin en zor aşamasında, hakkı olanca kesinliği ve netliği ile anlatan Rasûlüne Rabbimizin “gece kıyâmını/neş’esini“ emretmesi hayli düşündürücüdür. Gün boyu zorlu bir mücâdeleye giren, bütün çabasını insanlara dâvâsını anlatmak için harcayan bir dâvetçinin gece ciddi bir zihinsel hazırlık yapması gerekir. İşte bu fikrî/kalbî hazırlığın yapılabileğceği en elverişli zaman; gece vaktidir. Herkesin uykuya daldığı, insan zihninin en uyanık ve zinde olduğu, sessiz, sâkin ve riyâsız bir ortamda kıyâmu’l-leyl’de bulunup huşû içinde ibâdet etmek ve uzun uzun, ağır ağır, yani tertîl üzere Kur’an okuyup tefekkür
3790] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Devleti, Denge Y., s. 73-78
3791] 73/Müzzemmil, 1-7
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 931 -
etmek… Gece kıyâmını nâşietü’l-leyl, yani gece neş’esi haline getirmek bu olsa gerektir. Müzzemmil sûresi, 6. âyetindeki “eşeddü vat’en“ ibâresinin anlamı da bunu işaret eder: Tam bir uyum! Üstad Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’an’da açıkladığı üzere; gerçekten de gece vakti, kalp ile dil arasında tam bir harmoni oluşturmak için çok elverişli bir ortamdır. Burada kul ile Allah arasına başka bir engel giremez; dolayısıyla kişi, diliyle ne söylüyorsa kalbinin sesi de aynı şeyi söyler. Kezâ, âyetteki “akvemu kıylen“ (sağlam bir kırâat) ifâdesi de şu anlama gelir: Gece vakti, Kur’an’ı sâkin, huşû içinde ve yüreğinde duya duya okumaya, dolayısıyla onu en iyi bir şekilde anlamaya çok uygun bir zamandır. Gündüz vakti ise, hem meşgûliyetlerin çokluğu ve hem de insanın dikkatini dağıtan, zihnî çabasını zayıflatan etkenlerin çeşitliliği sebebiyle okuma, anlama ve kavramaya pek uygun bir zaman dilimi değildir. İbn Abbas’a göre, “okumaya daha elverişlidir“den maksat, Kur’an’ı anlamaya, Kur’an’da fıkıh sahibi olmaya demektir.
Evet, var mıyız gece kıyâm edip o ulvî vakti gece neş’esine çevirmeye?! Huşû içinde ve riyâsız namaz kılıp düşüne düşüne, anlaya anlaya Kur’an okuyarak Kur’an’da fıkıh sahibi olmaya?! Ve de, gündüz vakitlerimizi de, öğrendiğimiz Kur’ânî hakikatler doğrultusunda ihyâ edip “yaşayan Kur’an“lar olmaya?! 3792
Bir müslümanın farzların dışında günün belirli vakitlerinde kılabileceği nâfile namazları vardır. Fakat bunlar arasında teheccüd namazı birçok yönüyle üzerinde durulması gereken bir namazdır. Peygamberî deyişle, bir süt sağımı kadar da olsa gece uyanık olup Allah Teâlâ’nın huzurunda bulunmalıyız. Diğer insanlardan farklı olarak, uykumuzu bölerek huzur’a varmalıyız.
Bilelim ki, gecesi olmayanın gündüzü yoktur. Gece sabaha kadar yatağa boylu boyuna uzanan birisinin gündüze vereceği önemli bir şeyi olamaz. Gece feyizle dolduğumuz, gündüz ise boşaldığımız vakittir.
Ne güzeldir gece! Yıldızların parlayıp kendisini gösterdiği, nurların tecellî ettiği zaman ve mekândır gece. Bin aydan daha hayırlı olan vakit, gündüz değil; gecedir. Rasûlullah (s.a.s.)’ın şu yalan dünyadaki en yüce ve mutlu ânı olanı Mi’râc, gece vuku bulmadı mı? Evet, gece gönül adamlarının akşama kadar bekleyip durduğu vakittir. Gece samimiyettir. Gecenin riyâsı yoktur. Herkes uyurken kalkmalı, güzel bir abdest alıp soğuk suyla, Rabbimizin huzuruna varmalı, boynumuzu bükmeli… Gecenin nasıl iletken olduğunu göreceğiz. Radyo dalgaları bile gece daha iyi çeker.
Gecenin bir kısmından sonra uyanmak, Allah Teâlâ’nın huzuruna varmak, bu ümmetin güzel özelliklerinden, hoş yükümlülüklerindendir: “Gecenin bir kısmında da uyanıp sırf sana mahsus fazla bir ibâdet olmak üzere onunla (Kur’an’la) gece namazı kıl. Ümit edebilirsin, Rabbin seni bir makam-ı mahmûda gönderecektir.“3793 Rasûlullah da şöyle buyurur: “Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı ezberleyenler ve gece ashâbıdır.“ 3794
Geceleri ihyâ etmenin, özellikle teheccüd namazının fazileti çok büyüktür. Biz, dizleri şişinceye kadar geceleri namaz kılan bir peygamberin ümmeti olarak bu vasfı kazanmak mecbûriyetindeyiz. Başka bir delil ve teşvik unsurunu aramak
3792] Abdullah Yıldız, Vakit, 17 Ocak 2006, s. 20
3793] 17/İsrâ, 79
3794] Taberânî, Beyhakî
- 932 -
KUR’AN KAVRAMLARI
niye, önümüzde böyle bir örnek varken?
Allah Teâlâ geceden ayrı olarak bir de seher vakitlerini de af dilemekle, istiğfarla geçirmemizi tavsiye etmektedir: “Onlar gecenin az bir vaktinde uyurlardı, seher vaktinde istiğfar ederlerdi.“3795; “(O takvâya erenler) ‘Ey Rabbimiz, biz iman ettik. Artık bizim günahlarımızı mağfiret et ve bizi ateşin azâbından koru’ diyenler, sâdıklar, itaatle boyun eğenler, infak edenler, seherlerde Allah’tan mağfiret dileyendir.“ 3796
Allah yolunda cihad edenler gecelerinin bir kısmını mutlaka ibâdetle geçirmişlerdir. Geceyi ihyâ etmek bütün mü’minler için güzel bir şeydir, fakat özellikle bir dâvâ adamı için, bir mücâhid için zarûrettir. Bizimle geçmişte savaşan düşmanlarımız bizi böyle bilmişlerdir. İbn Esir ve diğer tarihçilerin belirttiklerine göre, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbıyla ve daha sonra gelen müslümanlarla savaşan kâfirler, onlardan bahsederken “gündüz savaşan, geceleri ibâdet eden kişiler“ olarak söz etmişlerdir. Müslümanlarla savaşıp yenilince, cephe gerisinde yenilgilerinin sebebini anlatırlarken, “Biz öyle bir kavimle karşılaştık ki, gündüzleri savaşıyorlar, geceleri ibâdet ediyorlar. Bizim yaşamayı sevdiğimiz kadar onlar da ölümü seviyorlar“ şeklinde tanıtmışlardı bizi.
Gündüzleri Allah adına bir şeyler yapmak isteyenler, geceleri mutlaka Allah ile beraber olmak durumundadırlar. Dâvâ adamı için gece dolma, gündüz ise boşalma vaktidir. Geceleri boylu boyuna uzanarak deliksiz bir uyku uyuyanın gündüze vereceği pek bir şey yoktur.
Dikkat edelim, Allah Rasûlünün peygamberliğinin ilk yılları. Yeryüzünün en karanlık toplumuna, en zâlim ve en câhil toplumuna gönderiliyor. Bu karanlığı, bu zulmü ve cehâleti yok etmek, onlarla savaşmak için gönderiliyor. Rasûlullah, bütün bunlar karşısında kendisini ne ile donatıyor, ne ile kuvvetleniyor? İşte İlâhî emir, işte ilk inen sûrelerden Müzzemmil. “Ey örtüsüne bürünen! Gecenin birazı müstesnâ, kalk. Yarısında veya ondan biraz eksilt. Yahut biraz artır ve Kur’an’ı yavaş yavaş oku. Muhakkak ki Biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz. Muhakkak ki gece kıyâmı/kalkışı daha tesirli ve onda okumak daha elverişlidir. Muhakkak ki gündüzde seni uzun uzun alıkoyacak işler vardır. Rabbinin adını zikret, her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.“ 3797
İslâm tarihinde belirtildiğine göre bu sûre indikten sonra Allah’ın Rasûlü ve O’na iman edenler gecenin büyük bir bölümünü dizleri şişinceye kadar ibâdetle geçirmişlerdir. Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’indeki rivâyetlere göre Müzzemmil sûresinin başındaki bu âyetler gece ibâdetini farz kılmıştır. Daha sonra mü’minlerin bu durumunu gören Allah teâlâ, bir yıl sonra aynı sûrenin son âyetlerinde belirtildiği üzere bu farziyeti kaldırmış ve gece ibâdeti sünnet olarak kalmıştır. Tabii bundan sonra da Rasûlullah (s.a.s.) bu ibâdeti yine bırakmamış, devam ettirmiş, ümmetinin de farz olarak değil de sünnet olarak sürdürmelerini ısrarla istemiştir.
Şimdi iyi düşünelim; şu anda bizim her yanımız küfürle kuşatılmış, küfür ve şirk bizi bombardımana tutmuş. Özellikle günümüzün her saniyesinde, her ânında ve her noktasında küfrün ateş mevzii içerisindeyiz. Basını, yayını, sokağı, kitabı, çarşısı ve pazarıyla şeytanın, küfrün, tâğutların kesintisiz hücumuna
3795] 51/Zâriyât, 17-18
3796] 3/Âl-i İmrân, 16-17
3797] 73/Müzzemmil, 1-8
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 933 -
muhâtabız. Küfrün ve bâtılın ateş sağnağı altındayız. Bu alev ve ateşler içerisinden sıyrılıp kendimizi kurtarıp atabileceğimiz tek zaman ve tek mekân gecedir. Kendimizi küfrün bu alevlerinden kurtardıktan sonra yine küfrün üzerine dönerek, ona karşı duracak, onu söndürecek gücü temin edebileceğimiz tek yer, gece değil midir? Küfrün bu türlü amansız ve kesintisiz hücumları karşısında akşama kadar kaybettiğimiz enerjiyi alabileceğimiz başka bir zaman ve mekân var mıdır?
Kendisi bir yana, başka insanlara bir şey verme iddiâsında olanların, onları küfrün kesintisiz hücumlarından kurtarmak isteyenlerin bu güce, bu kuvvete, yani geceye ve gecede dolmaya ne kadar da ihtiyaçları var!
Allah yolunda cihad etmek arzusunda olanlar, Allah için çevresinde bir şeyler yapmak isteyenler, Allah adına kıpırdamak isteyenler bilmelidir ki, en büyük düşmanlarından birisi de sıcak yataklardır. Sıcak yatakları dost edinenler bütün cephelerde savaşı kaybetmeye mahkûmdurlar. 3798
3798] Mehmed Göktaş, Namaz Gözaydınlığım, İstişare Y., s. 99-103
- 934 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Teheccüd ve Namazla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Teheccüd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 17/İsrâ, 79.
B- Nâfile Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 17/İsrâ, 79; 21/Enbiyâ, 72.
C- Namaz Anlamındaki Salât (Sallâ) Kelimesi ve Türevlerini Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 99 Yerde; es-Salât 67 Yerde): 2/Bakara, 3, 43, 45, 83, 110, 125, 153, 157, 177, 238, 238, 277; 3/Âl-i İmrân, 39; 4/Nisâ, 43, 77, 101, 102, 102, 102, 103, 103, 142, 162; 5/Mâide, 6, 12, 55, 58, 91, 106; 6/En’âm, 72, 92, 162; 7/A’râf, 170; 8/enfâl, 3, 35; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 54, 71, 84, 99, 103, 103; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 87, 114; 13/Ra’d, 22; 14/İbrâhim, 31, 37, 40; 17/isrâ, 78, 110; 19/Meryem, 31, 55, 59; 20/Tâhâ, 14, 132; 21/Enbiyâ, 73; 22/Hacc, 35, 40, 41, 78; 23/Mü’minûn, 2, 9; 24/Nûr, 37, 41, 56, 58, 58; 27/Neml, 3; 29/Ankebût, 45, 45; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33, 43, 56, 56; 35/Fâtır, 18, 29; 42/Şûrâ, 38; 58/Mücâdele, 13; 62/Cum’a, 9, 10; 70/Meâric, 22, 23, 34; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 43; 75/Kıyâme, 31; 87/A’lâ, 15; 96/Alak, 10; 98/Beyyine, 5; 107/Mâun, 4, 5; 108/Kevser, 2. (Yukarıdaki âyetlerdeki salât kelimesi, birkaç yerde namaz dışında anlamda kullanılır. Duâ anlamında: 9/Tevbe, 99, 103, 103. Rahmet anlamında: 2/Bakara, 157; Allah’ın rahmeti, meleklerin duâsı anlamında: 33/Ahzâb, 43, 56; Rasûlullah’a salevat getirmek, duâ etmek: 33/Ahzâb, 56; Havra veya namaz: 22/Hacc, 40)
D- Namazların Dosdoğru Kılınması Anlamındaki İkame Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 60 Yerde): 2/Bakara, 3, 20, 43, 83, 110, 177, 238, 277; 3/Âl-i İmrân, 39; 4/Nisâ, 77, 102, 102, 103, 142, 142, 162; 5/Mâide, 6, 12, 55; 6/En’âm, 72; 7/A’râf, 29, 170; 8/Enfâl, 3; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 71, 84, 108, 108; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 114; 13/Ra’d, 22; 14/İbrâhim, 31, 37; 17/İsrâ, 78; 18/Kehf, 14; 20/Tâhâ, 14; 22/Hacc, 26, 35, 41, 78; 24/Nûr, 56; 25/Furkan, 64; 27/Neml, 3; 29/Ankebût, 45; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33; 35/Fâtır, 18, 29; 39/Zümer, 9; 42/Şûrâ, 13, 38; 52/Tûr, 48; 55/Rahmân, 9; 58/Mücâdele, 13; 72/Cinn, 19; 73/Müzzemmil, 2, 20, 20; 74/Müddessir, 2; 98/Beyine, 5.
E- Namaz ve Namaz Kılmak Hakkında Âyet-i Kerimeler
a- Namazın Farziyeti: Nisa, 103.
b- Namaz Kılmak: Bakara, 3, 43, 238; En'am, 72, 92; Hacc, 77, Mü'minun, 9; Lokman, 4; Meâric, 22-23; A'lâ, 15, 18-19.
c- Önceki Şeriatlarda Namaz: A'lâ, 15, 18-19.
d- Namaz İle Allah'tan Yardım İstemek: Bakara, 45, 153.
e- Namazı Dosdoğru Kılmak: Bakara, 83, 110, 177, 277; Nisa, 103; Maide, 55; Enfal, 3; Tevbe, 71; İbrahim, 31, Hacc, 35, 41, 78; Nur, 37, 56; Neml, 3; Ankebut, 45; Rûm, 31, Lokman, 17; Fâtır, 29-30; Şura, 38; Mücâdele, 13; Meâric, 34; Müzzemmil, 20.
f- Namaz, Allah İçindir: En'am, 162.
g- Namaz, Günahları Giderir: Hûd, 114.
h- Namaz Kılanların Mükâfatı: Tevbe, 112.
i- Namazı Emretmek: Taha, 132.
j- Namaz, Her Türlü Kötülükten Alıkor: Ankebut, 45.
k- Namaz, En Büyük Zikirdir: Ankebut, 45.
l- Namaza Engel Olanlar: Maide, 91.
m- Namazı Yasaklayanlar: Alak, 9-19.
n- Beş Vakit Namaz Kılmak: Hûd, 114; İsra, 78; Taha, 130; Rûm, 17-18.
F- Beş Vakit Namaz
a- Sabah Namazı: İsra, 78; Rûm, 17; Kaf, 39, Tûr, 49.
b- Öğle Namazı: Rûm, 18; Kaf, 39.
c- İkindi Namazı: Bakara, 238; Rûm, 18; Kaf, 39.
d- Akşam Namazı: Rûm, 17; Kaf, 40; Tûr, 49; insan, 26.
e- Yatsı Namazı: Rûm, 17; Kaf, 40; Tûr, 49; insan, 26.
G- Namaz Vakitleri
a- Sabah, Öğle, İkindi, Akşam ve Yatsı Namazlarının Vakti: Hûd, 111; İsra, 78; Taha, 130.
b- Cuma Namazının Vakti: Cum'a, 9
H- Namazın Farzları
a- Abdest ve Gusül Abdesti Almak: Maide, 6
b- Teyemmüm Yapmak: Nisa, 43; Maide, 6
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 935 -
c- Necasetten (Maddî Pisliklerden) Temizlenmek: Müddessir. 4
d- Setr-i Avret (Örtünmek): A'raf, 31
e- İstikbal-i Kıble (Kıbleye Dönmek): A'raf, 29; Bakara, 144
f- Vakit (Namazı Vaktinde Kılmak): Nisa, 103
g- İftitah (Başlangıç) Tekbiri: A'lâ, 15
h- Kıraat (Kur'an Okumak): İsra, 110; Müzzemmil, 20
i- Rükû: Bakara, 43; Al-i İmran, 43
I- Cemaat
a- Cemaata Devam Etmek: Bakara, 43; Al-i İmran, 43
b- İmamın Namazı Kısa Tutması: Müzzemmil, 20
J- Namaz Âdâbı
a- Namazı Dosdoğru Kılmak: Bakara, 83, 110, 177, 277; Nisa, 103; Maide, 55; Enfal, 3, Tevbe, 71; İbrahim, 31; Hacc, 35, 41, 78; Nur, 37, 56; Neml, 3; Ankebut, 45; Rûm, 31; Lokman, 17; Fâtır, 29-30; Şura, 38; Mücâdele, 13; Meâric, 34; Müzzemmil, 20.
b- Namazda Huşû (Kalp Huzuru ve Tevazu): Bakara, 238; Mü'minun, 2.
c- Namazda Gafil Bulunmaktan Sakınmak: Mâun, 4-6
d- Okuma Sırasında Ses Tonu: İsra, 110
e- Ta'dil-i Erkân: Meâric, 34
f- Münafıklar, Namaza Üşenerek Kalkarlar: Nisa, 142; Tevbe, 54; Mâun, 4-6
g- Namazda Sübhaneke Okumak: Tûr, 48
h- Namazdan Sonra Tesbih Etmek: Bakara, 45, 153.
K- Cuma Namazı
a- Cuma Namazının Farziyeti: Cum'a, 9
b- Cuma Vaktinde Alışverişi ve Her Türlü İşi Bırakmak: Cum'a, 9-11
c- Cum'a Gününün Fazileti: Bürûc, 3.
L- Diğer Namazlar
a- Teheccüd Namazı (Gece Namazı): İsra, 79-80; Furkan, 64; Secde, 16; Zâriyat, 17-18.
b- Korku Namazı (Savaşta Namaz): Bakara, 239; Nisa, 101-103.
c- Yolcu (Misafir) Namazı: Nisa, 101
d- Bayram Namazı: Kevser, 2
e- Cenaze Namazı: Tevbe, 84
f- Duhâ (Kuşluk) Namazı: Sâd, 18
Namazla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
1. Namaz Bölümü: 8, 206; 16, 623-624
2. Namaz Hakkında Umumi Açıklama: 8, 207; 9, 360
3. Namazın Fazileti: 8, 212
4. Namaz Ne Demek: 8, 207-208
5. Namazın Kadrinin Yüceliği: 13, 248-249; 17, 100
6. Namaz Allah İle Meşguliyettir: 8, 552
7. Namazda Kişi Allah İle Yüz Yüzedir: 17, 43
8. Namazın Bedene de Faydası Vardır: 17, 444
9. Namazın Göz Sağlığı Açısından Ehemmiyeti: 11, 396-397
10. Namaza Düşkünlük Misali: 8, 223
11. Namazın Ehemmiyeti ve Üstünlüğü: 12, 264
12. Namaz Beş Vakittir: 8, 229
13. Namaz Devletin Meselesidir: 8, 263
14. Namaz Dışındaki İbâdetleri Yerine Getirmemenin Cezası: 8, 252
- 936 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15. Namaz Elli Vakitten Beş Vakte Nasıl İnmiştir: 8, 225; 17, 101
16. Namaz Günaha Keffarettir: 17, 100
17. Namazı İnkâr Edenle Savaşmak: 7, 343
18. Namaz, İbâdet, insanı Dinlendirir: 9, 415
19. Namazları Makbul Olmayan Üç Kişi: 9, 129-131
20. Namaz, Önceki Peygamber ve Ümmetlerine de Farzdı: 8, 260
21. Namaz Şifadır: 17, 444
22. Aile Fertleri Namaz İçin Birbirlerini Uyandırır. İmtina Edenin Yüzüne Su Serpilir: 9, 309-310
23. Namazla Zekât Bir Bütündür, Ayrılmazlar: 7, 340-343
24. Ashab'ın Ok Darbelerine Galebe Çaldığı Namazdan Aldıkları Haz: 10, 456-458
25. Beş Vakit Namaza Devam Etmek: 8, 231
26. Beş Vakit Namazın Farz Oluşu: 17, 100
27. Beş Vakit Namaz Mirac'da Farz Kılınmıştı: 8, 229
28. Cibril (a.s.)'ın Namaz Vakitlerini Peygamber'e Tatbikî Olarak Öğretmesi: 8, 260; 444-446
29. Kişinin Allah'a Borçları Arasında En Mühimi Namazdır: 14, 372
30. Müşterilerine Güven Duygusu Vermek İçin Namaz Kılmak veya İbâdet Etmek: 7, 313
31. Şeytanın Namaz Kılana Mûsâllat Olması: 8, 320
32. Namazı Terkeden: 17, 48
33. Namazı Terketmenin Tehlikesi: 8, 249-251; 17, 48
34. Tadil-i Erkânın Hükmü: 8, 441
35. Namaz Vakitleri: 8, 256
36. Fatiha'sız Namaz Olur mu: 8, 404-406
37. Namazda Selâmdan Sonra Üç Kere Estağfirullah Demek: 7, 41
38. Namazı Bitirdikten Sonra Rasûlullah'ın Okuduğu Duâ: 7, 41
39. Namazların Herbirinin Arkasından Muavvizeteyn Okumak: 7, 44
40. Rükû ve Secdede Beli Tam Doğrultmak: 8, 441
41. Secdenin Hikmetleri: 8, 456
42. Yatsıdan Önce Yatılmaz, Sonra Konuşulmaz: 16, 625-626
43. Sabah ve Yatsıyı Cemaatle Kılan Geceyi İhya Etmiştir: 13, 232-233
44. Sabah Namazına Kalkamayan Kimsenin Kulağına Şeytan İşemiştir: 9, 313-314
45. Namazı İlk Giriş Vaktinde ve Son Çıkış Vaktinde Kılmak: 8, 256-257
46. Namazı Geciktirenin Durumu: 8, 314
47. Namaz Kılınan Yerler: 8, 532
48. Namaz Her Yerde Kılınabilir: 8, 544
49. Namaz Kılınan Yer Temiz Olmalıdır: 8, 532
50. Namaz, Kılındığı Yere Göre Sevabı Artar: 17, 104
51. Camide Namaz: 17, 103
52. İşyerinde Namaz Kılmak: 8, 548
53. Nafile Namazlar: 9, 257-258; 13, 229-230
54. Nafilenin Önemi: 13, 245-246
55. Evde Kılınan Nafile Namaz Nurdur: 17, 95-96
56. Gece Namazı İçin Rasûlullah Ne Zaman Kalkardı: 9, 316
57. Gece Namazı İçin Karı-Koca Birbirlerini Teşvik Etmelidirler: 9, 309-310
58. Gece Namazı İkişer İkişer Kılınır: 9, 278
59. Gece Namazının Üzerinde Niçin Çok Israr Ediliyor: 9, 325
60. Gece Namazını Peygamber'in Kılması ve Bunun Ümmete Farz Olmasından Korktuğu: 9, 161-162
61. Rasûlullah, Teheccüd Namazını Hiç Terketmedi: 9, 309
62. Rasûlullah'ın Teheccüd Namazının Uzunluğu: 8, 508
63. Rasûllah'ın Teheccüd Namazına Kalktığı Zaman Okuduğu Duâ: 7, 45
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 937 -
64. Kıyamu'l-Leyl: 17, 88
65. Kıyamu'l-Leyl'den Maksat: 9, 323
66. Kıyamu'l-Leylin Müddeti: 9, 321
67. Kıyamu'l-Leyl ve Aile: 9, 324
68. Kıyamu'l-Leyl ve Ehemmiyeti: 9, 318
69. Teravih Hz. Ömer Zamanında Cemaatle Kılınmaya Başlamıştır: 9, 334
70. Teravih Rasûlullah Zamanında Cemaatle Hiç Kılındı mı: 9, 338-339
71. Teravihi Rasûlullah'ın Cemaatle Kılmamasındaki Hikmet: 9, 336-337
72. Teravih Namazının Uzun Olması: 8, 399
73. Teravihi Rasûlullah kaç Rekât Kılardı: 9, 339-341
74. Yemek ve Abdest İhtiyaçlarının Namazdan Önceye Alınması: 9, 47-48
75. Namazda Bakınmak Helak Olmaktır: 9, 19
76. Namazda namazla İlgili Olmayan Şeyleri Tefekkür Etmek: 8, 10
77. Namazda Riâyet Edilmesi Gereken Hususlar: 8, 443-445
78. Namazda Sağa Sola ve Semaya Bakmak: 9, 18-20
79. Namazda, Şehadet Parmağını Kaldırmanın Hükmü: 8, 495
80. Namazda Uyanan Kimselerin Uyanamayanları Kaldırması: 8, 364
81. Namazdan Çalmak: 8, 442
82. Namazdan Sonra Cemaat Sesli Zikir Yapabilir mi: 9, 408
83. Namazı Alelacele Kılmak: 8, 392
84. Namazı Alelacele Kılan Kimseye Rasûlullah'ın Yaptığı İhtar: 8, 504-505
85. Namazı Çabuk Kılanların Teşbihi: 8, 314
86. Namazları Beklemenin Mükâfatı: 17, 16
87. Namazı Faydasız Olan Üç Kişi: 17, 36
88. Namazın Uzunluğu ve Kısalığı Hakkında: 8, 507
89. Namazı Uzun Kılmanın Fazileti: 8, 508
90. Namazı Fazla Uzatmak: 12, 300
91. Namazı Görsünler Diye Güzel Kılmak: 17, 587
92. Namazı Ta'dil-i Erkân İle Kılmak: 8, 451
93. Namazın Rekâtlarında Şüpheye Düşen Kimse İçin Taharri: 9, 57-58
94. Rasûlullah'ın Namazı Öğretme Şekli: 8. 454-455
95. Rasûllah, Araya Zikir Gibi Bir Şeyle Fâsıla Koymadan Peşpeşe Namazı Hoş Karşılamadı: 9, 408-409
96. Rasûlullah'ın Ashabını Namaza Kaldırma Şekli: 8, 364
97. Rasûlullah'ın Çok Namaz Kılması: 17, 105
98. Rasûlullah'ın Üzüldüğü Zaman Namaz Kılması: 8. 222
99. Rasûlullah'ın Namaz İle İlgili Üç Âdâbı ikaz Etmesi: 8, 453
100. Rasûlullah'ın Namaz Kılış Şekli: 8, 503
101. Rasûlullah'ın Namazının Uzunluğu: 8, 508-509
102. Rasûlullah'ın Namazını Kılmadığı Kimseleri Vasfı: 7, 336
103. Rasûlullah'ın Namaz ve Hutbesinin Vasatlığı: 9, 205-209
104. Önceden Namazını Kılan Birinin Cemaate Rastladığında Tekrar Kılmasının Mubahlığı: 9, 168-169
105. Fatihasız Namaz Olur mu: 8, 404-406
106. Namaz Esnasında Elbiseyi Bol Giymek: 8, 378-380
107. Tembellikle Namazı Terkedenlerin Tekfiri Mümkün müdür: 10, 456
108. Kul ile Küfür Arasında Namazın Terki Vardır Hadisinin Te'vili: 8, 252
109. Müslüman ile Şirk Arasındaki Fark, Namazı Terketmesidir: 8, 249
110. Namaz Kılmayan Küfre Düşer: 8, 250
111. Namaz Kılmayan Kâfir midir: 8, 251
- 938 -
KUR’AN KAVRAMLARI
112. Namaz Kılmayan Öldürülür mü: 8, 251
113. Namazı Terk Eden: 17, 48
114. Namazı Terk Etmenin Tehlikesi: 8, 249-251; 17, 48
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Gece İbadeti, Abdülhakim Yüce, Nil Y.
2. Gece Yolcuları, Seyyid bin Hüseyin el Affânî, Polen Y.
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı M. Hamdi Yazır, Azim Y. s. 175-179
4. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 80-81
5. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, c.1, s. 459-461
6. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. C. 2, s. 171-172
7. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1 s. 49
8. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 83-85
9. Min Vahyi'l Kur'an Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 44-45
10. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 5, s. 17-49
11. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırk Ambarlar y.455-459
12. İbâdetlerde Şekil ve Mana İlişkisi, Ruhi Özcan, Ravza Y. s. 23-64
13. Dört Rükûn (Namaz, Zekât, Oruç, Hac), Ebul Hasen En-Nedvi, İslâmî Neş. s. 9-101
14. İbâdet mi Ayin mi? Mustafa Karataş, Dersaadet Y. s. 65-107
15. İbadet, Yaşar İşcan, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
16. Hak Yolda Yürürken (Davet İçin Yol Azığı), Mustafa Meşhur, Fecr Y. s. 85-93
17. Akaid ve Şeriat, Mahmud Şeltut, Yöneliş Y. s. 186-204
18. Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 105-108
19. Emanet ve Ehliyet, Yusuf Kerimoğlu, Ölçü Y. c. 1 s. 191-193
20. İlmihal İSAM Y. c.1 s. 219-223
21. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 86-88
22. Akaid ve Şeriat, Mahmut Şeltut, Yöneliş Y. c. 1 s. 185-204
23. Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 91-116
24. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 185-193
25. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 50-55
26. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c1, s. 20-29; c. 3, s. 289-294
27. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 360-363
28. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 98-100
29. Hadislerle Hz. Peygamber’in Namaz Kılma Şekli, Muhammed Nâsıruddin el-Albânî, Beka Y.
30. Namazda Huşûya Götüren 33 Etken, M. Salih el-Müneccid, Karınca Y.
31. İslâm’da Namazı Terketmenin Hükmü, Muhammed Ebu Said el-Yarbuzi, S. Arabistan
32. Sabah Namazına Nasıl Kalkılır? Cemil Tokpınar, Nesil Y.
33. Namaz Gözaydınlığım, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
34. Namaz Duâları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 80-81
35. Namaz (Bir Tevhid Eylemi) Abdullah Yıldız, Pınar Y.
36. Namaz (Fert ve Toplum Hayâtındaki Etkileri) Hasan Turabi, Risale Y.
37. Namazın Maddi Manevi Faydaları, Mehmet Bayrak, Abdullah Işıklar Kitabevi
38. Namaz (Hikmeti, Mânâsı ve Kaideleriyle), Abdullah Büyük ve Heyet, Ribat Neşriyat
39. Namazı Dosdoğru Kılmak, Mehmed Şevket Eygi, Bedir Y.
40. Namazın Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Y.
41. Namaz Bilinci, İhsan Kebir, Denge Y.
42. Namaz, İzzetullah Radmeneş, Endişe Y.
43. Namaz, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
44. Namaz, Nûrullah Abalı, İklim Y.
45. Namaz Dinin Direğidir, Ahmed bin Zeyni Dahlan, Bedir Y.
TEHECCÜD VE NÂFİLE NAMAZ
- 939 -
46. Namaz Konusunda Müslümanlara Uyarı, Muhammed Raşid Halebi, Bedir Y.
47. Namaz Rehberi, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
48. Namazın Hikmeti, Muhsin Kıraati, Kevser Y.
49. Namaza İlk Adım, Feridun Fazıl Yüceler, Akçağ Y.
50. Namazın Fazileti, Heyet, Ankara Fazilet Y.
51. Namazın Fazileti ve Terk Etmenin Cezası, Yusuf bin İsmail Nebhani, Pamuk Y.
52. Namazla Dirilme, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
53. Namazla Kıyam Etmek, Abdullah Büyük, Suffe Y.
54. Namaz Konusunda Müslümanlara Uyarı, Muhammed Raşid Halebi, Bedir Y.
55. Niçin Namaz, Vehbi Karakaş, Timaş Y.
56. Niçin Namaz Kılıyoruz? M. Ahmed İsami el-Mukaten, Karınca Y.
57. Gençlik ve Namaz, Yusuf Özcan, Türdav A. Ş.
58. Gözümün Nûru Namaz, - Nurs Basım Yayın
59. Ruhu's-Salat ve Tercümesi, Yusuf bin Zeynüddin, Fazilet Neşriyat
60. Ruhun Miracı Namaz, Büşra Cırık, Miraç Y.
61. İslâm'a Göre Namazı Terketmenin Hükmü, Muhammed Fatih, Tevhidi Çekirdek Y.
62. Cemaat, İsmail Çetin, Dilara Y.
63. En Büyük Saadet Kaynağı Namaz, Ekrem Doğanay, Eminelbirliği Y.
64. Ezan, Cami ve Namaz, İsmail Mutlu, Mutlu Y.
65. Hadislerle Peygamberimiz'in Namaz Kılma Şekli, M. Nasıruddin El-Bani, Aksa Y.
66. İbâdet, Yaşar İşcan, D. İ. B. Y.
67. İbâdet, Yusuf El Kardavi,
68. Psikolojik ve Sıhhi Açıdan İbâdet, Abdullah Aymaz, Çağlayan Y.
69. Kur'an'da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz...
70. Kıble Şuuru, Mustafa Çelik, Fütüvvet Y.
71. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
72. Kulluk, İmam İbni Teymiyye, İhyâ Y.
73. Türkiye'de Cuma Namazı Sahih midir? Ahmet Yılmaz, Sivas Şura Y./ Furkan Kitabevi
TEFSİR VE TE’VİL
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TEFSİR VE TE’VİL
- 853 -
Kavram no 175
Bk. Görevlerimiz 39
Bk. Kur’an, Kur’an’ın İcazı
TEFSİR VE TE’VİL
• Tefsir; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’in Tefsiri
• Te’vil; Anlam ve Mâhiyeti
• Meal; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercümeleri
• Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilâf Sebepleri
• Kur'ân-ı Kerim'de Te’vil ve Tefsir Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Te’vîl ve Tefsîr Kavramı
• Tefsirlerden İktibaslar
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan birkısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde derinleşenler ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.“ 3448
“Onların sana karşı getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını (ahsenu tefsîr) getirmeyelim.“ 3449
Tefsir; Anlam ve Mâhiyeti
Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında “el-Fesr“ masdarından tef'il babında bir kelime. İstılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâlâ'nın muradına delâlet etmesi yönünden Kur'ân-ı Kerim'i inceleyen bir ilimdir.
Konusu, Kur'an âyetleridir. Gayesi, iki cihanda selamete ve mutluluğa ulaşmak için Allah Teâlâ'nın kitabını yine O'nun murâdına uygun bir şekilde anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.
Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ; “Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir“3450 buyurmuştur. İbn Abbas (r.a)'dan gelen bir rivâyete göre âyet-i kerimede geçen “hikmet“ kelimesi, Kur'an'ın nasihini, mensuhunu, muhkem ve müteşabihini, ilk ve son inen âyetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır. Âlimlerin İcma'ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir. Bu itibarla Tefsir ilmi Şer'i ilimlerin en yücelerindendir. Mevzu, gâye ve kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de
3448] 3/Âl-i İmrân, 7
3449] 25/Furkan, 33
3450] Bakara, 269
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilimlerin en şereflisidir. 3451
Tefsire olan ihtiyaç: Kur'an-ı Kerîm'in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır. Vakıa, Kur'an-ı Kerîm bir belâğat mucizesidir, birçok meseleleri, hükümleri pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî, sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.
Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir. Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir. Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda çok bilgi sahibi olurlar.
Bir de herkes, Kur'an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın, bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemeleri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli manalarını, işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede bilgi verirler. Böylece Kur'an'ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmış olur.
Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır:
1- Rivâyet tefsirleri: Bu tefsir, selefden nakledilegelen eserlere dayanan tefsir-i naklîdir ki, buna et-Tefsir bi'l-me'sur veya Bi-Tariki'r-Rivâye Tefsir de denir. Bu tefsirlerde âyetlerin manaları, nüzûl sebepleri, nâsıh ve mensuh olanları gösterilir. Böylece rivâyet yolu ile yapılan tefsirlerin başlıca kaynakları, Hadis-i Şerif kitapları ile Siyer ve Tarih kitaplarıdır. Bunlara muhalif, aklın hükmüne aykırı olan rivâyetlere itimat edilmez.
2- Dirâyet Tefsirleri: Buna rey ile tefsir de denir. Bu tefsirde müfessir, âyet hakkında açıklayıcı bir nakil bulamayınca reye başvurur. Yani ictihad eder, ve Lugat, Belâğat gibi lisan ilimlerinden yararlanır. Müfessir bunu yaparken, müfessirde aranan bazı şartları taşıması tabiidir.
Gerek rivâyet ve gerekse dirâyet sahasında oldukça faydalı birçok tefsir te'lif edilmiştir. 3452
Tefsîr, “Fe-se-ra“ veya değişim sûretiyle “se-fe-ra“dan tef’îl bâbında masdardır. “El-fesr“ lugatta, “doktorun hastalığı teşhis için bakmış olduğu mâyi’ye/sıvıya denir; bu mâyinin idrar olduğu da söylenmiştir; Tefsir, bu sıvıya bakarak hastalığı teşhis etmektir. Bu mânâdan başka, tefsir, “mânâsını ortaya koymak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak“ gibi mânâlara da gelir. “Es-sefr“ ise, kapalı bir şeyi açmak ve aydınlatmak demektir. “Seferati’l-mer’etü an vechihâ -kadın yüzünü açtı“ denilir. 3453
3451] Mennâ el-Kattan, Mebâhis-Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327
3452] Mennâ el-Kattan, a.g.e., s. 347-367; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 105-107; Abdülbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Tefsir Maddesi
3453] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 209-210
TEFSİR VE TE’VİL
- 855 -
Gerek “fe-se-ra“dan, gerekse “se-fe-ra“dan gelmiş olsun tefsir, maddî ve mânevî açıdan keşfetmek, açıklamak mânâlarına gelir. Terim olarak, “anlaşılması zor olan lafızdan, kastedilen mânâyı ortaya çıkarmak“ demektir. Kur’ân-ı Kerim’le ilgili olaraksa, “Kur’an’ın mânâsını açıklamak, içindeki müşkil ve garip lafızları çözmektir“ şeklinde târif olunur. 3454
İslâm tarihinde tefsir hareketi erken başlamıştır. Genellikle Hz. Peygamber’den ve sahâbeden gelen nakillere dayalı tefsirlere “rivâyet tefsirleri“ denilir. Bu tefsirlerin en ünlüleri, Taberî’nin Câmiu’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’an’ı, İbn Kesir’in, et-Tefsîru’l-Kebîr’i, Suyûtî’nin ed-Dürru’l-Mensûr fî Tefsîri’l-Me’sûr adlı tefsiridir. Rivâyet tefsirleri, bazı hususlarda tenkide tâbi tutulmuşsa da, kıymetli bilgiler ihtivâ ettikleri de bir vâkıadır.
Rey ile tefsir konusunda âlimler arasında büyük ihtilâflar çıkmıştır. Bazı âlimler bu tür tefsirlerin şiddetle karşısında olmuşlardır. Bu konuda hadisler de rivâyet edilmektedir. Tirmizî’de şöyle bir hadis-i şerif vardır: “Kim benim üzerime kasden yalan söylerse Cehennem’deki yerine hazırlansın. Kim reyiyle Kur’an’la ilgili bir şey söylerse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.“ Yine bir diğer hadis-i şerifte, “Kim Kur’an hakkında kendi görüşüne göre söylerse, isâbet de etmiş olsa, yine yanılmış olur“ buyrulmaktadır.3455 Buna karşılık, bazı âlimler, bu hadisleri yorumlamışlar ve Kur’an üzerinde düşünüp ibret almaya çağıran âyetlere dayanarak, rey tefsirine cevaz vermişlerdir. Aslında, tek bir dönem ve ilim, idrâk seviyesine değil, her zaman ve her seviyeye hitap eden Kur’an, özellikle ilimlerin gelişmesiyle mânâ tomurcukları sürekli açan bir gül gibidir. Her zamanın bir hükmü vardır. Zaman da bir müfessirdir. Şartlar ve olaylar, gizli kalmış pek çok gerçeği ortaya çıkarır. Kamuoyuna hocalık edecek olan ilmî kamuoyudur. Bu sebeple, büyük bir müfessir olan zamanın başkanlığı altında, herbir fende uzman ve hakikat ehli ve araştırmacı âlimlerden seçilmiş bir ilim meclisi teşkili ile bu meclis, meşverete dayalı bir tefsiri te’lif etmekle, diğer tefsirlere dağılmış bulunan güzellikleri daha da güzelleştirerek bir araya getirmelidirler.
Tabiatıyla, her müfessirin tefsiri, kendi kapasitesi ve zamanıyla sınırlı olacaktır. Ayrıca, Kur’an’da temel gâye, insanların büyük çoğunluğunu oluşturan avâmı irşad olduğundan, bununla birlikte, özellikle mecaz, istiâre gibi sanatlarla her seviyedeki ilim erbâbı da ihmal edilmediğinden, onda her türlü temel bilgi, en azından çekirdek halinde vardır. Bu çekirdeklerin çimlenip neşv ü nemâ bulması, zamana ve gelişen şartlara bağlıdır. Tıpkı Kur’an gibi, rivâyet tefsirlerinin dayanağı olan hadisler de, önce avâvı irşâdı esas aldığı ve zâhirî mânâsıyla kendi zamanına hitap ettiği için, ihtivâ ettikleri derin anlamların anlaşılması da yine zamana gerek duyar. Bu sebeple, her asır, hatta ilimlerin ve olayların çok süratli geliştiği günümüzde belki her çeyrek asır, ayrı bir tefsire ihtiyaç göstermektedir.
Dünyamızda izâfî gerçekler, mutlak hakikatlerden çok daha fazladır. Bir gerçeğin duruma göre her kişiye, her şarta, her olaya bakan yönleri vardır. Suyun, girdiği kabın rengini ve şeklini alması gibi, çoğu gerçekler zamana, şartlara ve kişilere göre farklı yüzleriyle azr-ı endâm eder. Bu noktada dikkat edilmesi gereken, hevâ, heves ve başka olumsuz niyetlerin işe karışmaması, âyetlerin tekellüflü/
3454] İ. Cerrahoğlu, s. 210; Abdurrahman Çetin, Kur’an İlimleri ve Kur’ân-ı Kerim Tarihi, Dergâh Y. s. 270
3455] Naklen, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Y. c. 1, s. 427
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorlama te’villere ve akla gelen ve o anda kişiye doğruymuş gibi görünen her düşünceye göre tefsire tâbi tutulmasıdır. Rey ile tefsiri men eden hadislerde dikkat çekilen nokta burası olsa gerektir. Bu noktada doğruyu işaret eden, Kur’an ve Sünnet’in muhkemâtı, Şeriat’ın kaideleri ve kesinleşmiş ilmî gerçeklerdir. Ayrıca, çok önemli bir husus olarak, Kur’an âyetleri birbirini tefsir etmektedir; iyi bir müfessir, bir âyeti tefsir ederken, bütün Kur’an’ı nazara alır.
Sünnetin Kur’an’ı tefsirde çok önemli bir yeri vardır. Ruhuna ve mânâsına nüfuz edilebildiği takdirde, Kur’an ve Sünnet, Kur’an’ın tefsiri için yetebilir. Sünnetin de, içerdiği gerçekler veya her zamana bakan mânâsı, zamanla veya o zaman ortaya çıkan müteşâbihâtı vardır. Dolayısıyla, Sünnet bütün zamanlara ve her seviyeye hitap ederken, kim olursa olsun, herkes zamanın çocuğu olduğundan, kimse, anlayamadığı, mânâsına nüfuz edemediği ve hatta o anda kesinleşmiş zannedilen ilmî gerçeklere ters gibi görünen hadisleri inkâr cihetine gitmemelidir. Bu konuda hadis âlimlerince tesbit edilen hadis kriterleri çok önemlidir. Kur’an’ı tefsir ederken, Sünnet kesinlikle ihmal edilmemelidir. Bu noktada, rivâyet tefsirlerinin hiçbir zaman eskimeyen bir önemi vardır. 3456
Kur’ân-ı Kerim’in Tefsiri
Mübârek ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanlığın muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi bütün hükümleri ihtiva etmektedir. Bu engin kaynaktan her fert ve her toplum imkan ve yetenekleri ölçüsünde istifade edip ihtiyaçlarını karşılama durumundadır. Kur’an-ı Kerim her probleme çözüm getiren, her meseleyi çözen ve her derde şifa olan bir ilâhi kitap olduğuna göre, onun çok iyi bilinmesi, değerinin takdir edilmesi, saygıda kusur gözetilmemesi gerekir.
Yaşadığımız yüzyılın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir. Materyalist anlayışın bertaraf edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi Kur’an’ı öğrenmek ve onun anlamını bilmekle mümkündür. Yani Kuran okunacak, anlamı kavranacak, ibâdet dili olması sebebiyle kısmen veya mümkünse tamamen ezberlenecektir. Aslında Kur’an bilinir, öğrenilir veya kavranırsa sözü edilen yanılmalar ve sapmalar da önlenmiş olur.
Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin başlangıçtan günümüze kadar geçirdiği tekâmül ve değişiklikleri bilmek gerçekten lüzumludur. Bu sayede Rasûlullah’ın, Sahâbenin, Tâbiîn ve Tebeu’t-tâbiîin tefsirdeki yerleri belirlendiği gibi sonraki dönemin tefsir faaliyetleri de gözden geçirilmiş olur. Bu anlamda Sahabenin Kur’an’ın ruhunu iyice anlayıp kavradıkları ve İslâm’ın yüce mesajını beldelere ulaştırmayı kendilerine gaye edindikleri görülmektedir. Fetihlerle birlikte İslâm’ın nurlu dairesine Arap-Arap dışı toplumların diğer ilimlerle birlikte Kur’an ve Kur’an ilimlerine özel bir önem verdikleri de bilinmektedir.
Hicrî 4. yüzyılda en verimli eserlerini vermeye başlayan tefsir ve Kur’ani ilimlerle ilgili çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda altın çağlarını yaşamıştır. Tefsirdeki farklı metod ve üsluplarıyla belirginleşen müfessirler yüzyıllarının unutulmayan büyük isimleri olmuşlardır. 3457
3456] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 43-47
3457] Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, s. 220-221
TEFSİR VE TE’VİL
- 857 -
Kur’an Tefsirine Duyulan İhtiyaç: Her zaman ve her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması lazım gelir. Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes, ne demek istediğini anlayamaz. Hele insanlığı dalâlet bataklığından kurtaracak esasları ihtiva eden İlâhî kitapların muhteviyatı, muhatabları tarafından daha iyi anlaşılması gerekir. O halde, ilâhi kitapların sonuncusu olan Kur’an’ın müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için, onun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icab ediyordu. Bütün insanlık için prensipler ihtiva eden bir kitabın, insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekânlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevasında derc etmesi mümkün değildi. Onda umumi esaslar vardır. Onda açıkça anlaşılabilen âyetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan âyetler de vardır. Yine onda yüksek edebi sanatlar da mevcuttur. Bunlar ancak onları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır. Ondaki dini hakikatler, ilmi kaide ve mantık prensipleriyle de çözülemez. Eğer bu hakikatler, ilmi kaidelerle çözülebilseydi, dinin ilâhi karakterine lüzum kalmaz, onları eğitim ve öğretim yoluyla öğrenir ve öğretirdik. Bu bakımdan dini eserlerin, diğer ilmi eserlere nisbetle tefsire daha çok ihtiyacı vardır. Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp atacak ve ileride sosyal hayat kanunlarını ortaya koyacak olan Kur’an’ı, Rasûlullah’ın tefsir etmesi lazım geliyordu.
Fütûhat devrinde Araplar yarımadalarının dışına çıkıp, harici alemle temas ettiklerinde, ellerinde Kur’an’dan başka kitab da yoktu. Onu okuyor ve onunla hükmediyorlardı. Kur’an’ın üslub ve belağatı onları hayrette bırakıyor, taaccübe sevkediyordu. Çünkü onlar, bu kitapdan evvel, kahinlerin secili nesirleriyle, şairlerin vezinli ve kafiyeli nazımlarından başka bir şey işitmemişlerdi. Hâlbuki Kur’an, bildikleri ne şiir ve ne de nesir idi. Onda, bildiklerinin dışında ibret verici bir üslub ve belağat vardı. Hele onun ihtiva ettiği hükümler ve kıssalar, onları teshir ediyordu. Elbette, onları bu kadar hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümlerini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı. Bundan dolayı, müslümanlar dini ve dünyevi işlerinde ve hatta günlük muamelelerinde ona müracaat ediyor ve onu iyi anlamaya çalışıyordu.
Yukarıda Kur’an-ı Kerim’in ilim ve felsefe kitabı olmadığını ve onun İlâhî bir kitap olduğunu söylemiştik. Ondaki hakikatları bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz şahıstır ki, o da Muhammed’dir (s.a.s.). O, Kur’an tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’an-ı Kerim ona indirilmiştir. O mutlak olarak, Kur’an’ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır. Yine bu bakımdan o, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir. Bu husus âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Bu bakımdan Kur’an, kendisinin bizzat tefsir edilmesini yine kendisi istemiştir. O halde ilk tefsir hareketi, İslâm’ın kendi bünyesinden doğmuştur. Elbette yeni harekete geçen bu faaliyete hız verecek veya onu frenleyecek bazı amiller zuhur edecektir ki, bunlara yeri geldikçe temas edilecektir.
Rasûlullah tebliğ ve tebyinle mükelleftir. Tebliğ, nübüvvetin esaslarından biridir. Tebliğsiz nebi olamaz. Tebliğ edeceği konuyu da en iyi bilen nebi ve Rasûllerdir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim’de gerek Muhammed’e (s.a.s.) ve gerekse diğer nebi ve Rasûllere ait tebliğ emirleri pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun.“ 3458
“(Hûd:) “Ey kavmim, bende akıl yetersizliği yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir elçiyim.“ dedi.“ 3459
“O (Salih) da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz.“ 3460
“Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.“ 3461
“Biz hiçbir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın.“ 3462
“Âyetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mubarek bir kitaptır.“ 3463
“Öyle olmasa Kur’an’ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa birtakım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?“ 3464
“Onlar yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?“ 3465
“Kur’an okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık. Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini bir ve tek andığın zaman, nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler.“ 3466
“Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar?“ 3467
Te’vil; Anlam ve Mâhiyeti
Te’vîl, “evl“ kökünden gelir. Evl, “kaynağa dönmek“, te’vîl ise, “kaynağa döndürmek“ demektir. Bir şeyi, kendisinden kastedilen mânâya ve gâyeye döndürmek şeklinde de târif edilmiştir. “Onun te’vîlini mi gözetiyorlar, onun te’vili geldiği gün...“3468 âyetinde te’vîl, “sonuç, varacağı nokta, döneceği durum“ mânâsındadır. Âyet, dünya hayatıyla aldanan kâfirlerin, “bakalım sonunda ne olacak?“ şeklindeki soruların cevabını vermektedir; “sonunda Kitab’ın ve işlerin varacağı nokta, Kıyâmet Gününde gelecek ve her şey ortaya çıkacaktır“ denmektedir. Yine, aynı konuda, “Bu hayırdır ve en güzel te’vildir.“3469 âyetinde de te’vil, “amellerin
3458] Maide: 5/67
3459] 7/A’râf, 67
3460] 7/A’râf, 79
3461] 16/Nahl, 44
3462] 14/İbrâhim, 4
3463] 38/Sâd, 29
3464] 47/Muhammed, 24
3465] 23/Mü’minûn, 68
3466] 17/İsrâ, 45-46
3467] 4/Nisâ, 78) (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 210-213
3468] 7/A’râf, 53
3469] 17/İsrâ, 35
TEFSİR VE TE’VİL
- 859 -
karşılığının görülmesi“ şeklinde yorumlanmıştır.3470 Âyet, ölçüyü ve tartıyı tam yapmanın sonucunu açıklamaktadır.
Kur’an’ın te’vili konusuna geçmeden önce, Kur’an’ın mânâ derinliği üzerinde biraz daha açıklamalarda bulunmak gerekmektedir. Ebû Hayyan, bâtınî tefsirler hakkında şöyle der: Bâtınîler ve aşırı sûfîler, İslâm milletinin içinde gizlenen zındıklardır. Allah’ın Kitabı apaçık Arapça olarak gelmiştir; onda remz de bâtın da yoktur. Felsefecilerin ve tabiatçıların bulmaya çalıştığı şeylere îma bile sözkonusu değildir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır bu sözü naklettikten sonra, özetle şu güzel açıklamada bulunur: Kuşkusuz, Allah’ın kelâmı apaçık Arapça ile inmiştir. Kur’an’ın dili muammâ gibi simgeden ibâret sembolik bir ifâde değildir. Ve, yine kuşkusuz, nasslarda aslolan, engel bir delil bulunmadıkça zâhir üzere olmaktır. Bununla birlikte, şu da muhakkaktır ki, Kur’an’ın, Kitabın anası olan muhkem âyetlerinin yanısıra, gizli, müşkil, mücmel ve müteşâbihâtı, gerçeği, mecâzı, açığı, kinâyesi, benzetmesi, istiâresi, temsili, îması, belâğatinin nükteleri, hatırlatmaları, remizleri de vardır. Bütün bunlar da, açık mânânın yanısıra, derece derece nice ifâdeler daha mevcuttur. Usûl ilminde de bilindiği üzere, zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhirin zâhir olması aynı zamanda te’vil, tahsis, mecaz ihtimallerini de kesmiş olmayı gerektirmeyeceğinden, zâhire aykırı düşmeyecek birtakım ikinci derecedeki ihtimallerin de anlaşılması, muhkem âyetlerin açıklanmasına aykırı olmayacağı gibi, tersine Arapçanın apaçık olmasının gereklerindendir. Bu sebeple, “Kur’an’da hiç bâtın, remz ve îma yoktur“ demek doğru olmaz. Sûre başlarındaki “Elif-lâm-mîm, Nûn“ gibi ibâreler nasıl tefsir edilirse edilsin, rümuz olmaktan öte geçemez. Doğrusu, bazı haberlerde de geldiği üzere, Kur’an’ın hem zâhiri vardır, hem de bâtını. Fakat Kur’an, ihtilâftan ve çelişkiden uzaktır.
Yine, zâhir ve bâtın denizlerinin birleşmesiyle beraber, birbirine tecâvüz edip karışmasını da önleyen engeli aşmamak şartıyla, ondan zaman zaman vehbî ve zevkî olarak alınan doğuş ve ilhamlara da bir son tasavvur olunamaz. Buna karşılık, gerek filozoflar ve hakîmler (bilgeler), gerek astronom ve diğer bilim adamları, akıl erbâbı, edipler, seçkinleri ve avâmıyla bütün insanların zihnine ve rûhuna temas eden ve edebilecek olan haller, fikirler ve konular hakkında Kur’an’da îma yoktur demek ve Râzî gibi o yolda fikirleri nurlandırmaya hizmet edenleri ayıplamak ve suçlamak doğru olmadığı gibi, nassların ve muhkemlerin zâhirini iptal etmeyecek biçimde, Kur’an’ın rûhî ve vicdânî zevklere doğabilen işaret ve te’villerinden sözedenlerin hepsini de, Karamita ve Hurufiyye bâtınîleri gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Zâhirî mânâları ve hükümleri açıklayıp tesbit ettikten sonra, bunlara ters düşmeyecek şekilde birtakım işaret ve te’villerden söz eden kişilerden yararlanmamak da mahrûmiyet olur. Çünkü Kur’an, bunda iman edenler için âyetler vardır; bunda akleden bir kavim için âyetler vardır; bilen bir kavim için, düşünen bir kavim için, zikreden bir kavim için, fıkheden bir kavim için, lübb erbâbı için demektedir ki, kendilerine has kabiliyetleri içinde çeşitli muhâtaplarına seslenmektedir. Herhalde, zâhirîlikte aşırı gitmek de, bâtınîlikte aşırı gitmek kadar zararlıdır. Kur’an’da tefsir de vardır, te’vil de...“ 3471
Merhum Elmalılı’nın kendine has üslûbuyla gâyet güzel şekilde açıkladığı
3470] Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, s. 31
3471] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 8, s. 561-563
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gibi, Kur’an’ı tek düze bir kitap saymak, onu inkâr etmekle eş mânâlıdır. Bir defa, bütün insanlar anlayışta bir değildir. Bir hadis-i şerifte: “İnsanlar mâdenler gibidir“ buyrulmuştur. Madenlerin içinde bakır da vardır, demir de; krom da vardır, kömür de; gümüş de vardır, altın da. Bunun gibi, insanlar da çeşit çeşittir. Kur’an, Allah’ın Kelâmıdır, Allah’ın Kitabıdır; onda bütün bir kâinat vardır. İnsanlar da, anlayış derecelerine göre Kur’an’dan paylarını alırlar. Kalplerini tathir eden, her türlü kirden temizleyenler Kur’an’ın derinliklerine dalarlar.
Aynı konuda Seyyid Hüseyin Nasr’dan da birtakım iktibaslar yapmak yerinde olacaktır: Kur’an’ın çeşitli türde sûreleri ve âyetleri vardır; bunların bazıları öğretici ve açıklayıcıdır; diğerleri ise şiir gibidir ve genellikle kısa ve özlüdür. Kur’an, bir ormandaki gibi birden geometri, simetri, madenler topluluğu, ışığa tutulmuş bir kristal berraklığıyla karışan iç içe gür bir bitki hayatından oluşur. İslâm san’atının anahtarı, işte bu özelliğiyle Kur’an’ın ifade biçiminin ilham ettiği bitki ve maden şekilleri bileşimidir. Bazı âyetler veya sûreler, Kur’an âyetleriyle bezeli câmi süslemeleri halinde fizikî bir dünyada şekillendirilmiş arabeskler örneği uzatılmıştır. Diğerleri ise, özellikle son sûrelerinde görüldüğü üzere, daha çok geometrik ve simetrik bir dille ifâde edilmiş, oldukça açık ve keskin bir fikrin ânî patlamalarıdır.
Kur’an’ın gücü tarihî gerçekleri veya olayları anlatmasından kaynaklanmaz; belli bir zamandaki belli bir olayla değil; eşyanın tabiatındaki sonsuz gerçeklerle ilgilendiği için mânâsının her zaman geçerli bir sembol oluşundan kaynaklanır. Bunun yanısıra, Kur’an kuşkusuz, Tevrat’ta da gördüğümüz üzere, bir kavmin Allah’a isyan edip Allah’ın da onları cezalandırması gibi belli olaylardan da söz eder. Fakat bu olaylar bile güçlerini, bizi her zaman var olan bir gerçeğin sembolleri olarak ilgilendirmelerinden alırlar. Kur’an mûcizesi, insanların ruhlarını, vahyedildikten on dört yüz yıl sonra bile aynen yeryüzünde indiği ilk günkü gibi hoplatmasında yatmaktadır. Bir müslüman, Kur’an’ın tek bir sesiyle harekete geçer ve öyle ki, bir kişinin imanının, her gün okunan ezanların ve Kur’an’ın kendisini harekete geçirip geçiremediğiyle ölçülebileceği söylenir.
Kur’an, İslâm’da bilginin kaynağıdır da, yalnızca metafizik ve mânevî alanda değil; belli bilgi alanlarında da. Hatta metafizik, ahlâk ve fıkıh bir yana, her ne kadar son zaman bilim adamlarınca göz ardı ediliyorsa da, Kur’an’ın İslâm düşüncesi ve biliminin gelişmesindeki rolü de küçümsenemez ölçülerdedir. Bütün İslâmî zihnî çabalara kaynaklık eden bir yol gösterici ve temel yapıdır Kur’an.
Kur’an, insan için temelde mesaj ihtivâ eder. Önce, akîdevî mesaj vardır Kur’an’da; hakikatin bilgisini ve insanın bu bilgideki yerini açıklayan akîdeler takımı. Bu yönüyle Kur’an, her boyutuyla insan hayatını ilgilendiren kutsal İslâm hukuku veya Şeriat’ın temelini oluşturan bir dizi ahlâkî ve fıkhî hükümleri ihtivâ eder. Öte yandan, Kur’an’da, Allah’ın sıfatlarıyla ilgili metafizikî âyetler, kâinatın yapısıyla ilgili bir kâinat bilim ve varlığın sayısız durumlarıyla insanın sonu, sonrası ve âhiret hakkında açıklamalar bulunur. İnsan hayatı hakkında, tarih hakkında, varlık ve mânâsı hakkında akîdevî izahlar vardır. İkinci olarak, Kur’an, ilk bakışta bir tarih kitabı izlenimini veren bir mesaj ihtivâ eder. Çağlar boyunca yaşayıp gelmiş kavimlerin, kabilelerin, kralların, peygamberlerin ve bazı zâtların kıssalarını, bunlar içinde bazılarının yargılanıp cezalandırılmalarını anlatır. Bu mesaj tarihî terimlerle sunulmaktadır ama insan ruhuna seslenmektedir. Mânâlı
TEFSİR VE TE’VİL
- 861 -
ve çarpıcı terimlerle yükseliş ve düşüşleri, insan ruhunun zikzaklarını ve kirliliklerini, geçmiş halkların hikâyeleri şeklinde tasvir eder. Üçüncü olarak, Kur’an’ın, modern dilde anlatılması güç bir husûsiyeti vardır. İlâhî büyü diyebilirsiniz ona; eğer bu deyimi metafizik mânâsıyla kavrayabilirseniz tabii. Kur’anî kaidelerin, Allah’tan geldikleri için, bizim kendilerinden yalnızca okuyarak aklî sahada öğrendiklerimizle özdeş olmayan bir gücü vardır. Kur’an’ın kâğıtlardan oluşan maddî varlığının bile büyük bir “bereket“e sahip oluşu bundandır. Bir müslüman, herhangi bir darlığa düştüğünde bir miktar Kur’an okur ve gerçekten rahatlar.
Kur’an’ı okuyan çokları, ondan, kelime kelime verdiği mesajı dışında hiçbir şey anlamazlar. Bu, hiçbir kutsal metnin kendisini insan aklına hemen açıvermemesinden ve gizlisini kolayca ortaya çıkarıvermemesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an, üzerinde varlıkların yaşadığı pek çok gezegenleri ve mânâ tabaları olan kâinat gibidir. Mânâsına nüfuz edebilmek için hazırlıklı olmak gerekmektedir.
Varlığımızın daha derin boyutlarına nüfuz edinceye kadar ve Allah’ın lutfu da olmadan, Kur’an’ın iç mânâsına ulaşamayacağımızı kavramak zorundayız. Eğer Kur’an’a sathî olarak yaklaşır, kendimiz, varlığımızın sathında yüzen sathî varlıklar olmakta devam eder ve derinlere uzanmış köklerimizden habersiz yaşarsak, Kur’an da bize yalnızca sathî mânâsı olan bir kitapmış gibi görünür. Gizliliklerini bizden gizler ve ona nüfuz edemeyiz. Rûhî sancılardır ki, nasıl tefsir Kur’an’ın zâhirini açıklıyorsa, onun gibi, adına te’vil veya sembolik ve yorumlu tefsir denilen bir işlemle insanı kutsal metnin bâtın mânâsına götürebilir.
Arapça te’vil kelimesi, etimolojik olarak, ilgili işlemin asıl mânâsını ihtivâ eder. Kelime mânâsı, “bir şeyi geri başlangıcına veya kaynağına götürmek“ demektir. Kur’an’ın iç gizliliklerine nüfuz etmek, geri onun kaynağına ulaşmaktan başka bir şey değildir; çünkü kaynak bâtın olandır ve vahy veya kutsal metnin ortaya çıkışı ilk bakışta bir iniş ve dışa vuruştur.3472
Birtakım âlimler, “... Onun te’vilini ancak Allah bilir; ilimde râsih olanlar, ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındadır’ derler.3473 âyetiyle ilgili olarak, te’vili ancak Allah’ın bilebileceğini savunurken, bazıları da: “...Onun te’vilini ancak Allah bilir ve ilimde râsih olanlar da (bilir) ve ‘ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler“ şeklinde okuyarak, ilimde râsih olanların da te’vili bilebileceğini kabul etmişlerdir.
Kur’an’da bu türden daha başka âyetler de vardır. Meselâ, “Allah’ın memleketler halkından Rasûlü’ne verdiği fey Allah ve Rasûlü içindir... Yurtlarından çıkarılmış, mallarından edilmiş ve Allah’tan fazl ve râzılık bekleyen muhâcirler içindir“ dendikten sonra, “onların ardından gelenler ise, ‘Rabbimiz bizi ve iman etmekte bizi geçen kardeşlerimizi bağışla’ derler.“3474 âyetlerinde gerek “sonra gelenler“, gerekse 9’uncu âyetteki “Onlardan önce o yurda yerleşip imana sarılanlar“ ibâresi kullanılmakta ve bununla Ensâr kastedilmekte, fakat hiçbiri için âidiyet belirten “lâm“ harf-i cerri kullanılmamaktadır. Oysa bütün rivâyetler ve müfessirler, feyin muhâcirlerin yanısıra, ensara ve sonradan gelenlere de verileceğinde ittifak etmiş ve “ellezîne“ ism-i mevsulleri “lillezîne“ takdirinde kabul edilmiştir. Bunun gibi, yukarıdaki âyette de Vav (ve) edatı hem “te’vil“i bilmeye, hem de “inandık“ demeye mâtuftur. Elmalılı
3472] S. Hüseyin Nasr, Ideals and Realites of Islam, Londra, 1966, 2. baskı, ikinci bölüm
3473] 3/Âl-i İmrân, 7
3474] 59/Haşr, 7, 8, 10
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hamdi Yazır, âyeti: “Onun te’vilini Allah’tan başka kimse bilmez ve ilimde râsih olanlar (da Allah’ın bildirdiği kadar bilir) ve ‘ona inandık, hepsi Rabbimiz’in katındandır’ derler.“ şeklinde tefsir ettikten sonra, âyetin bu şekilde gelmesinin, ilimde râsih olanların Kitab’ın te’vilini Allah kadar bilmediklerini ve mutlak bilginin Allah’a ait bulunduğunu belirtmeye yönelik olduğunu ifâde eder. 3475
“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah“taki “te’vîlehû“nun “hû“ zamirinin “müteşâbih olan“a değil de, “Kitab“a gittiğinini bazı müfessirler vurgulamış ve müteşâbihlerin muhkemlere ircâsıyla Kitab’ın bütününün muhkem olduğunu belirterek, te’vilin bütün Kitab’a şâmil bulunduğunu ihtar etmişlerdir. Müteşâbihlere inanmak ve muhkemlere ircâ ile muhkemlerle amel etmek gerekir. Ama kalplerinde eğrilik olanlar müteşâbihlere takılırlar, Kur’an’ın bir kısmını alıp kalan kısmını bırakırlar; âyeti âyete tefsir ettirmeyerek, Kur’an’da ihtilâf varmış gibi ondan çeşit çeşit ve birbirine zıt hükümler çıkarıp farklı sonuçlara varırlar. Oysa Kur’an’ın te’vilinin dayandığı hakikat birdir; te’vil, rastgele yorumlamak demek değildir. İkinci olarak, “Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah ve’r-râsihûne fi’l-ilmi yekuulûne âmennâ bihî küllün min ındi R’abbinâ“ ifâdesinde, ilimde râsih olanların te’vili bilmediklerine dâir bir işaret yoktur. “Ve mâ ya’lemu te’vîlehû ill’Allah“ ile “ve’r-râsihûne fi’l-ilm“ ibâreleri arasında bir zıtlıktan çok, bir devam ve olumluluk görünmektedir. İlimde râsih olanlar “Kitabın te’vilini bilir, müteşâbihlere inanır ve hepsinin Allah katından olduğunu kabul eder ve muhkemlere ittibâ ederler.“
Üçüncü olarak, Kur’an’da sık sık gaybın bilgisinin ancak Allah’a âit olduğu ısrarla vurgulanır. Bununla birlikte gaybı Allah’ın bildirdiği bazı Rasûllerin3476 bilmesi, bu bilginin yalnızca Allah’a âit olmasına zıtlık teşkil etmez. Bunun gibi, gayb ve te’vilin bilgisine Allah’ın bildirmesiyle ve bildirdiği kadarıyla bazı rüsuh sahibi kulların da sahip olmasıyla, bu bilgi yine mutlak mânâda Allah’a âittir ve O’ndandır. 3477
Te'vil, aslına dönmek, rücû etmek mânâsına gelir. Te'vil; Bir şeyi ilmen veya fiilen kendisinden murâd edilen gâyeye döndürmektir.3478 Niketim: “Âle'l-emru ilâ kezâ“ cümlesinde “âle“, “sâra ileyhi“, yani “iş şu şeye döndü“ şeklinde açıklanmıştır. Öte yandan, “evl“ keşf ve izhar mânâsına da kullanılmıştır. A'râf sûresinin 53. âyetinde geçen “te'vîl“in bu anlamda olduğu söylenmiştir. Tef'îl vezninde te'vîl kelimesi ise, “takdir etmek, tedebbür ve tefsir etmek, açıklamak ve beyan etmek anlamına gelmektedir.
Te'vil kelimesini, dinî bir ıstılah olarak tanımlamak güçtür. Bu güçlük, kelimeye çok farklı anlamların verilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Âlimlerimiz, selef ve halef bilginleri te'vili değişik şekillerde yorumlamışlardır. Selefe göre te'vil, tefsir ve beyan etmektir. Bu tefsir ve beyanın zâhire muvâfık olup olmaması önemli değildir. Tefsir ve te'vil, birbirine yakın ve müterâdiftirler. Mücâhid3479 ve İbn Cerîr et-Taberî'nin,3480 iki kelimeyi birbirinin yerine kullanmaları bundan
3475] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1047
3476] 72/Cinn, 27
3477] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Nil Y. s. 47-54
3478] el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 30
3479] v. 104/722
3480] v. 310/922
TEFSİR VE TE’VİL
- 863 -
dolayı olsa gerektir.3481 Gerçekten de İbn Cerîr et-Taberî, ünlü tefsiri Câmiu'l-Beyan an Te'vîli'l-Kur'an'da, bir âyetin tefsirine başlamadan önce, “el-kavlu fî te'vîli kavlihî Teâlâ“ (Allah Teâlâ'nın şu kavlinin te'vîli/yorumu şöyledir) veya “ihtelefe ehlu't-te'vîli fî hâzihi'lâyeti“ (Te'vil ehli şu âyet hakkında ihtilâf etmiştir) derken, te'vîli tefsir anlamında kullanmıştır.
Her ne kadar anlam itibarıyla birbirine çok benzeyen bu iki kelimeyi, selef âlimleri, İbn Teymiyye'nin,3482 ifâdesiyle, ashâb, tâbiûn, dört imam ve daha başkaları, yek diğerinin yerine kullanmış ve aralarına fark koymamışlarsa da, daha sonra gelen âlimler, bu kelimelere farklı mânâlar yüklemiş ve değişik anlamlarda kullanmışlardır.
Müteahhir fıkıh, kelâm, hadis ve tefsir âlimleri te'vili, “bitişik olan bir delilden dolayı, lafzın râcih ihtimalden mercuh ihtimale döndürülmesi“,3483 “âyetin, zâhiren muhtemel olduğu mânâlardan birine rücû ettirilmesi“3484 şeklinde tarif edilmiştir.
Te'vil kelimesinin tanımı üzerindeki ihtilâftan başka, kullanımı konusunda da ihtilâf çıkmış, bu yüzden bazı mezhep mensupları arasında kavgaya kadar varan münakaşalar zuhur etmiştir.3485 Aslında, çok değişik yönlere çekildiği ve farklı anlamlara hamledildiği için yavaş yavaş müstakil bir ilim haline gelmekte olan te'vilin, herkesin mutâbık olduğu yeknesak bir tarifi yapılamamıştır. Bununla beraber, Ehl-i sünnet âlimlerine ait çeşitli tarifler gözönünde bulundurularak, te'vil şu şekilde izah edilebilir: “Meşrû bir sebep veya delilden dolayı, âyeti zâhirî mânâsından alıp taşıdığı diğer mânâlardan, önündeki ve sonundaki âyete mutâbık, Kitab ve Sünnete muvâfık olanında kullanmaktır.“
Tefsir ve Te'vil Arasındaki Farklar
Yukarıda belirtildiği gibi, müteahhir bilginler, selef âlimlerinden farklı olarak tefsir ile te'vili ayrı anlamlarda kullanmışlar, birbirinin yerine kullanma geleneğini terk etmişlerdir. Her şeyden evvel tefsir kelimesi ıstılah olarak, te'vilden daha önce kullanılmıştır. İslâm'ın ilk asrında, Kur'an ile ilgili tüm ilimler “tefsir“ diye adlandırılıyordu. Zaten o dönemde tefsir ile hadisten başka ilim de yoktu. Daha sonraları, özellikle tercüme faâliyetlerinin büyük bir ivme kazanmasından sonra başlayan tedvin hareketiyle, tefsir kelimesi daha geniş bir anlam ifade eder olmuş ve başka ilimler için de kullanılmıştır. Te'vil ise, Kur'an'ın ve ondaki fikirlerin müdâfaa edilmeye başlanmasından sonra kullanılmıştır. 3486
Buna istinâden Râğıb el-İsfehânî, bu iki kelimenin farklı olduğunu söylemiş ve aralarında şöyle bir ayrım yapmıştır: Tefsir, te'vilden daha geneldir. Tefsir, daha ziyâde lafızlarda ve bunların müfredâtında, te'vil ise daha çok mânâlarda ve cümlelerde kullanılır. Meselâ, Kur'an'da da geçtiği gibi,3487 rüya te'vil edilir, fa3481]
İbn Teymiyye, Mecmeu Fetâvâ, 11/33
3482] v. 728/1327
3483] İbn Teymiyye, 13/289; Mehmet Sofuoğlu, Tefsire Giriş, s. 340
3484] ez-Zebidî, Tâcu'l-Arûs, III/470, VII/215; ez-Zerkeşî, el-Burhan fî Ulûmi'l-Kur'an, II/148; es-Süyûtî, el-İtkan, IV/167; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214
3485] İbn Teymiyye, 13/286-287
3486] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 214-215
3487] 12/Yusuf, 44, 100
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kat tefsir edilmez. Te'vil sadece İlâhî kitaplarda, tefsir ise bunlardan başka diğer eserlerde de kullanılır. 3488
Sa'lebî'nin (v. 427/1036) kavli üzere, müfessirler örfünde tefsir te'vil ile mürâdiftir (eşanlamlıdır). Nitekim buna daha önce temas edilmişti. Lâkin daha sonra gelen âlimler, tefsiri, müşkil olan lafızlardan murad edilen mânâyı keşfetmek ve beyan etmek, te'vili ise, iki muhtemel mânâdan birini, zâhir kelâma mutâbık olan mânâya yöneltmek şeklinde değerlendirmişlerdir. Tefsir, yalnız bir veche ihtimali olan lafız hakkında izahtır; te'vil ise, değişik mânâlara ihtimali bulunan bir lafzı, o mânâlardan birine tevcih etmektir. 3489
İmam Mâturidî (v. 333/944) de, tefsir ile te'vili gâyet güzel bir şekilde birbirinden ayırmıştır. Te'vîlâtu'l-Kur'an adlı meşhur eserinde, tefsirin sahâbeye, te'vilin ise fakîhlere âit olduğuna temas ettikten sonra, bu sözün şerhi meyanında şunları söylüyor: Sahâbe hâdiseleri görüyor, hakında âyet nâzil olan hususu yakînen biliyordu. Bu yüzden, onlara göre âyetin tefsiri demek, ondan murad edilen şeyin hakikati demekti. Mâturidî, te'vilin, sözün muhtemel olduğu mânâlardan birine ircâ ettirilmesi şeklindeki tanımını verdikten sonra, te'vilde Allah'ı şâhit gösterme gibi bir durumun olmadığını, dolayısıyla, tefsirdeki gibi bir zorluğun bulunmadığını belirtiyor. Zira diyor, te'vil eden, murad edilen şeyden haber vermemekte, “Allah bununla şunu murad etti“ diye kestirip atmamakta; fakat “bu söz, insanların konuşmalarında şu vecihlere yöneliyor. Ama yine de en iyisini Allah bilir“ demektedir. O halde tefsirde bir tek vecih, te'vilde ise müteaddit vecihler vardır.
Âlimlerin çoğunun ifâdesinden anlaşıldığına göre, tefsir rivâyete, te'vil ise dirâyete dayanmaktadır.3490 Çünkü tefsirin mânâsı, daha önce de geçtiği gibi, keşf etmek, beyan etmektir. “Allah'ın şu âyetten murâdı şudur“ diye, İlâhî irâdeyi kat'î olarak tâyin etmektir. Bu ise ancak, Hz. Peygamber'in beyanına ve tenzîli bizzat müşâhede eden sahâbenin nakline bağlıdır. Onun için yapılan tefsir, buna benzer kesin bir delile dayanıyorsa, sahih ve makbuldür, aksi takdirde rey ile tefsir olur ki, bu nehyedilmiştir.
Te'vilde ise, Allah'ın murâdını kat'iyetle ifâde etmek yoktur, sadece lafzın muhtemel olduğu mânâlardan birine tercih etmek söz konusudur. Tabii olarak bu tercihin bir ictihada dayanması lâzımdır. 3491
Ebu'l-Beka (v. 1094/1683) da, tefsir ile te'vil arasındaki farkı, şöyle bir örnekle de açıklamaktadır: Eğer, “yuhricu'l-hayye mine'l-meyyiti“ (-Allah- ölüden diriyi çıkartır)3492 âyetinden murâd, Alllah'ın yumurtadan kuşu çıkarmasıdır dersek, bu tefsir olur. Fakat, bununla kâfirden mü'min veya câhilden âlim çıkarmayı murâd ediyor dersek, bu da te'vil olur. 3493
İslâm'ın ilk asırlarında tefsir ve te'vil aynı mânâda kullanılıyordu. Ancak daha
3488] el-İsfehânî, Mukaddime, 402; ez-Zerkeşî, el-Burhxân, II/149
3489] M. Sofuoğlu, Tefsire Giriş, 241
3490] M. Sofuoğlu, a.g.e., s. 241
3491] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, I/22; Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 327; Suat Yıldırım, Peygamberimiz'in Kur'an'ı Tefsiri, s. 22; Sofuoğlu, 241, 248
3492] 3/Âl-i İmrân, 27; 6/En'âm, 95; 10/Yûnus, 31; 30/Rûm, 19
3493] Ebu'l-Beka, Külliyat, 106
TEFSİR VE TE’VİL
- 865 -
sonraları, bu iki kelime ayrı anlamlarda kullanılır olmuştur. 3494
Tefsir, Te'vil ve Tercüme Arasındaki Münâsebet: Buraya kadar verilen bilgilerden, bu üç lafzın birbiriyle sıkı bir ilişki içinde oldukları anlaşılmaktadır. Tabii ki bu ilişki, onların aynı mânâyı tazammun ettiğini ifâde etmez. Ne var ki, onları birbirinden ayrı düşünmek de mümkün değildir.
Tefsir, İlâhî muradı kesin olarak beyan ettiği için çok daha hassâsiyet ve itinâ gerektiriyor. Aynı zamanda tefsiri yapanı derin ve ağır bir sorumluluk altına sokmuş oluyor. Bu yüzden, Hz. Peygamber'den veya sahâbeden sahih bir rivâyetle menkul olmayan haber ve izahlara itibar edilmemelidir.
Te'vil, muhtemel mânâlardan birini tercih etmek olduğuna göre, burada te'vili yapanın tercihi önem kazanıyor. Şüphesiz ki, âyeti te'vil eden kişinin bilgi ve kabiliyeti, İlâhî kelâma ve Hz. Peygamber'in sünnetine vukufu, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik yapısı, kurumsal faktörler... onun tercihinde etkili olacaktır. Burada beşerî bir tercih söz konusu olduğu için, tercümesinin de daha rahat ve endişeden uzak olarak yapılabileceği söylenebilir.
Herbiri Kur'an ilimlerinin birer dalı olan Tefsir, Te'vil ve Tercüme; bunların üçü de, İlâhî mesajın insanlara en güzel şekilde anlatılıp kavratılmasını hedeflemektedir. 3495
Müteşâbihlerin Mâhiyeti Hakkında Anahtar Bir Kavram Olarak Te’vil: Te’vil kelimesi süreç içerisinde “anlamak/yorumlamak“ ve “lafzı, başka bir mânâya delâlet ettiğine dâir bir delilden dolayı, asıl mânâsından, gerektirmediği bir mânâya hamletmektir“ şeklinde de anlaşılmış olsa da, ilk dönem lügat kitaplarında bu kelimeye “âkıbet“ mânâsı verilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki kullanımında da te’vil kelimesinin bu çerçeveye oturmuş olduğu görülmektedir.
Kur’an’da te’vil kelimesi 17 yerde kullanılmaktadır ve “işlerin âkıbeti“, “varacağı yeri“ mânâsına gelmektedir. Nitekim Yûsuf Sûresinde Yusuf’a rüyada görülenlerin te’vilinin3496 öğretildiğinden bahsedilmesi3497 ona rüyada görülen şeylerin “âkıbetinin ne olacağını“ kestirmenin ve o görülen şeylerin “gelecekte yaşanacak vâkıa olarak“ neye tekabül edeceğini bilmenin öğretilmesi demektir. Zaten yine aynı sûrede anlatılan kralın bir rüya görmesi ve bunu Yusuf’un te’vil etmesi olayı da bu görüşü açıkça ortaya koymaktadır. Kral bir rüya görmüştür.3498 Ve kimse bu rüyayı te’vil edememiş,3499 dolayısıyla te’vil etme işi Yusuf’a bırakılmıştır.3500 Yusuf da bu rüyayı te’vil etmiş, onun âkıbetini bildirmiş, yani o rüyada görülenlerin ileride nasıl gerçekleşeceğini ve bu gerçekleşecek olanın nasıl olacağını onlara bildirerek tedbir almalarını söylemiştir. 3501
Kehf Sûresinde ise Mûsâ (a.s.) ile “Allah’ın katından rahmet verdiği ve bir
3494] Cerrahoğlu, Kur'an Tefsirinin Doğuşu, 15
3495] Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 69-73
3496] te’vîlu’l-ehâdîs
3497] 12/Yûsuff, 6
3498] 12/Yusuf, 43
3499] 12/44
3500] 12/45
3501] 12/46-48
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ilim öğrettiği kullarından bir kul“un kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssada o “kul“un birtakım olayları gerçekleştirdiği anlatılmakta ve Hz. Mûsâ’nın bu yapılan işleri anlamlandıramadığından şaşkına döndüğünden bahsedilmektedir.3502 Tüm yaşanan olaylardan sonra Hz. Mûsâ’nın sözel bir müdâhalede bulunmasının,3503 ardından o “kul“un şöyle dediğine şâhit olunmaktadır: “İşte, dedi; bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereceğim.“3504 Âyetlerin devamına bakıldığında o kulun te’vilini haber verdiği şeylerin gelecekte olacak olan hâdiselerle ilgili olduğu görülmektedir. Âyetler o kulun yaptığı işlerin ileride ne gibi bir sonuçla, âkıbetle bağlantılı olduğunu ortaya koyup anlattıktan sonra şöyle demektedir: “İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili (âkıbeti) budur.“3505 Görüldüğü gibi bu sûredeki te’vil kavramının da gelecekle ve gelecekteki âkıbet ve sonuçla yakın bir irtibâtı vardır.
4/Nisâ 59 ve 17/İsrâ, 35. âyetlerde de en güzel te’vilin (ahsenu te’vîlâ), yani en güzel âkıbet ve sonucun müslümanların olacağı kaydedilmektedir. 10/Yûnus 39. âyette ise inanmayanların “bilgisini kavrayamadıkları ve te’vili kendilerine gelmemiş olan şey“i yalanladıkları bildirilmektedir. Burada da inanmayanların Kur’an’ın bildirdiklerini (ilmi) yalanladıkları, bu bilgiyi kavramadıkları ve bundan da öte, bilgisi bildirilen şeylerin sonucu, gerçekleşmesi (te’vili) oluşmadığı halde, o kimselerin bunu yalanlamış olduğu ifâde edilmektedir ki, yine te’vili ile ileriye dönük, ileride sonuç bulacak şeyler arasındaki yakın alâka göze çarpmaktadır.
O halde, bu âyet-i kerimede iki olgudan söz edilmemektedir:
1. Bilgisi kavranılmayan şey, yani İlâhî bildirimler, âyetler,
2. Te’vili gelmeyen şey, yani İlâhî bildirimlerin âkıbeti, sonucu ile ilgili şeyler.
Gerek te’vil kavramına, gerekse te’vilin müteşâbih âyetlerle ilgisine doğrudan açıklık getirecek bir başka âyet ise şöyledir: “Gerçekten onlara bilgiye göre açıkladığımız, iman eden bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. İlle onun te’vilini mi gözetiyorlar? Onun te’vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki şefaat etsinler, yahut tekrar geri dönmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım?’ Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı.“3506 Görüldüğü gibi âyette Kitap unsuru ile te’vil unsuru ayrı ayrı zikredilmektedir. Âyet, bir bütün olarak ele alındığında te’vil ile Kitap’ta bildirilenlerin ya da Kitap ile bildirilen bazı bilgilerin kıyâmet gününde açığa çıkması olayını kasdettiği açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki burada da te’vil kelimesi, verilen bilgilerin ileride gerçekleşmesi, sonuçlanması ve ortaya çıkmasıdır ki, bu da ancak kıyâmetle vuku bulacaktır. Zâten âyette bahsedilen iman etmeyenlerin te’vil geldiğindeki pişmanlıkları Kur’an’da kıyâmetin kopmasıyla ilgili diğer âyetlerde de bildirilmektedir.
Te’vil kavramının Kur’an’da her şeyin âkıbeti ve sonucu, şu anda belirtilen şeylerin gelecekte neye tekabül edeceği ve dahası “Kitab’ın te’vilinin“ şu anda
3502] 18/Kehf, 65-77
3503] 18/77
3504] 18/Kehf, 78
3505] 18/Kehf, 82
3506] 7/A’râf, 52-53
TEFSİR VE TE’VİL
- 867 -
muhâtap olunan bazı İlâhî gerçeklerin ileride kıyâmetle birlikte aynen ortaya çıkıp kesinleşeceği olduğu anlaşıldıktan sonra, Âl-i İmrân, 7. âyete dönülebilir.
Yukarıda Kur’an’ın tümünün hem muhkem, hem de müteşâbih olduğu zikredilmişti. Oysa Âl-i İmrân, 7. âyette Kitab’ın bir kısmının muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu zikredilmektedir. Bu durum nasıl izah edilecektir? Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, müteşâbih âyetlerin “anlaşılıp anlaşılmaması“ sorunu ile hiçbir ilgisi sözkonusu değildir. Te’vil kelimesini “tefsir ve anlamın açıklanması“ olarak anlayan kimi müfessirler Kur’an’daki müteşâbih âyetlerin anlaşılamayacağı üzerinde durmuşlardır ki, bu iki açından yanlış bir anlayıştır.
Birincisi, te’vil kavramına yanlış bir anlam verilmesi sebebiyle Kur’ânî bir kavramın yerinden edilmesi; ikincisi ise Kur’an’ın kendisini ısrarla “apaçık ve anlaşılır“3507 diye ortaya koymasına rağmen, Kur’an’ın birkısım âyetlerinin anlaşılamayacağı iddiâsında ve zannında bulunulması nedeniyledir. O halde Kur’an’ın tamamı açık ve anlaşılır; yani muhkem kavramıyla irtibatlı olarak, lafzen ve mânen çarpıtılmaya, tahrif edilmeye ve sağa sola kaydırılmaya nihâî anlamda müsâit olmayan ve buna asla izin vermeyen bir Kitaptır. Kur’an’ın tamamının muhkem olması demek, böylece Kitab’ın tüm âyetlerinin lafzen ve mânen sağlam bir biçimde, açık ve kesin olarak yerli yerinde durması demektir ki, bu da onun anlaşılırlığı ile yakından alâkalıdır. Peki, bu durumda Kur’an’ın birkısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının ise müteşâbih olduğu gerçeği nereye oturacaktır? Burada hemen şunu kaydetmek gerekir ki, Kur’an’ın tamamı muhkem/apaçık anlaşılır olmakla birlikte, bazı muhkem âyetlerin gaybî boyutla bir ilişkisi sözkonusudur.
İşte gayble ilgili “bazı“ muhkem âyetler, anlaşıldığı kadarıyla müteşâbih olarak zikredilmektedir. Yani bir âyet, aynı zamanda hem muhkem, hem de müteşâbih olabilmektedir. Ama muhkem bir âyetin müteşâbih olması için gaybî bir boyutunun da olması gerekmektedir. Zira müteşâbih deyimi bir şey hakkında duyuların veri elde edememesi, yani gayb alanıyla ilgili olması sebebiyle ve o konuda kesin bir bilgiye sahip olamama sonucu o şey hakkındaki düşünce ve yorumların benzer olması ve neyin kesin doğru olduğunun bilinememesi dolayısıyladır. Başka bir ifâdeyle müteşâbih kelimesi, gaybî gerçeklere -kisin bilgimizin olmaması sonucu- zihnimizde bazı benzerlikler kurmamızı ifâde etmektedir. Bununla birlikte şunu da söylemek gereikir ki, muhkem âyetlerin gaybla ilgili olanların tümü müteşâbih kapsamına girmemektedir. Bunun böyle olması te'vil kavramının anlamıyla irtibatlıdır. Gerek Kur'an'ın diğer âyetlerinde, gerekse Âl-i İmrân, 7. âyetteki te'vil kavramının gelecekle ilgili bir içeriğinin olması, yani “gelecekte vâki olacak bir âkıbet ve sonuç“la ilişkilenmesi açıkça müteşâbihin gelecekle alâkalı olmasını gerekli kılmaktadır. Müteşâbih, muhkem âyetlerin gaybla ilgili boyutlarıdır ama, bu gaybî boyut da ileride sonuçlanacak ve gerçekleşecek bir yön taşımaktadır. Bu durumda, te'vil kavramından hareketle müteşâbihâtı, sonucu/âkıbeti ileride (kıyâmet gününde) açığa çıkacak ve gerçekleşecek olan âyetler olarak gerekecektir. Zâten Kur'ân-ı Kerim, “Kitab'ın te'vilinin gelmesini“, Kitab'ın önceden bildirdiklerinin kıyâmet gününde açıkça ortaya çıkması şeklinde tanımlamaktadır.3508 O halde müteşâbihât, Allah'ın kısmen bilgisini verdiği,
3507] Bkz. 2/Bakara, 118; 6/En’âm, 52, 126; 16/Nahl, 89; 54/Necm, 17; 57/Hadîd, 9 vd.
3508] 7/A'râf, 52-53
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ama tamamıyla kuşatamadığımız kıyâmet günü, cennet, cehennem ve bunların ahvâline dâir ileride vukuu gerçekleşip âkıbeti ortaya çıkacak âyetleri kapsamaktadır. Nitekim el-İsfehânî, müteşâbihâta giren konular arasında kıyâmet gününün niteliklerini zikretmiş, bunun nedeni olarak da “duyuların bu nitelikleri tasavvur etmedik çâresizliği“ni kaydetmiştir.3509 Yine, birtakım eksiklikler ve bulanıklık taşısa da vaad ve vaid (cennet ve cehennem) ile kıyâmet âyetlerini müteşâbihât kapsamında değerlendiren görüşlere İslâm tarihinde rastlanılmaktadır. 3510
Durum böyle olunca Âl-i İmrân, 7. âyette niçin müteşâbihâtın te'vilinin peşine düşmenin kınandığı ve niçin bu tutumun “kalplerinde eğrilik olanlar“ın tutumu olarak zikredildiği de anlaşılmış olmaktadır. Çünkü müteşâbihâtın te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini insan, bu sınırlı idrâkiyle bilememektedir. Onun te'vilini (nasıl sonuçlanacağını ve âkıbetini) ancak Allah bilebilir. O halde mü'minlere düşecek olan, müteşâbih âyetlerde bildirilen hakikatlerin âkıbetini bilmeseler de, hepsine birden iman etmiş olmaktır. Zira gerçek mü'min, gelecekteki vuku bulacak olayları tümüyle görmese ve bilmese de sırf “Allah'tan indirildiği“ için ona iman edendir. İşte bundan dolayı âyette “ilimde râsih olanlar ise, 'o kitaba inandık, onun tamamı Allah katındandır' derler“ buyrulmaktadır.
Konuyla ilgili bir başka tartışma da Âl-i İmrân, 7. âyetteki “durak“ın “lafza-i celâl“de mi, yoksa “el-ilm“de mi olacağı tartışmasıdır. “Te'vil“ kelimesinin “tefsir“ ve “mânânın açıklanması“ olarak anlaşılması sonucu ortaya çıktığını düşündüğümüz bu tartışmanın müteşâbihâtın anlaşılıp anlaşılamayacağı tartışmasıyla da yakın bir ilişkisi vardır. Selefin büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği (yani te'vili yalnızca Allah bilir, başkası değil) ve âyetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. İbn Abbas, Ubeyy ve İbn Mes'ud'dan rivâyet edilen kıraat budur. Durağın “ve'r-râsihûne fi'l-ılm“deki “ılm“ üzerinde olacağını söyleyenler (yani te'vili Allah ve ilimde râsih olanlar bilir); Mücâhid'den nakledilen rivâyete dayanmaktadırlar. Mücâhid'den başka, seleften bazılarının da bu görüşte olduğunu nakledenler var ise de, büyük çoğunluğun aksi görüşte olduğunu kabul etmeyen yoktur. 3511
Te'vil kelimesinin sonraki dönemlerde tefsir ve mânânın açıklanması olarak anlaşılması Kur'an'da “anlaşılmaz“ âyetlerin varlığı problemini ortaya çıkarmış ve bu nedenle buna karşı çıkan ulemâ, durağı “el-ilm“ kelimesine alarak “müteşâbihin yorumunun ve anlaşılmasının“ ilimde râsih olanlar tarafından gerçekleştirilebileceğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bizce bu bir zorlamadır. Zira te'vili, yani âkıbeti Allah'tan başka kimse bilmemektedir. Zâten te'vilin tefsir ve anlaşılmayla ilgili olmadığı bilindiğinde böyle bir zorlamaya da gerek kalmayacaktır. O halde mânâya uygun olarak durağın “Allah“ lafzında olması gerekmektedir. Zira gaybı yalnız O bilebilir.
Sonuç olarak denilebilir ki, Kur'ân-ı Kerim bütün âyetleriyle muhkem bir kitaptır. Kitabın muhkem olması lafzen ve mânen nihâî anlamda kendisine karşı herhangi bir dahlin, çarpıtmanın, tahrifin olamayacağı ve bu yüzden de Kitab'ın
3509] Râgıb el-İsfehânî, a. g. e. s. 44
3510] Reşid Rızâ, Tefsiru'l-Menâr, c. 3, s. 164, Beyrut, tarihsiz
3511] M. Said Şimşek, Kur'an'da İki Mesele, s. 43
TEFSİR VE TE’VİL
- 869 -
tümünün açık ve anlaşılır olduğu, kesin bir hüküm taşıdığı anlamına gelmektedir. Bu böyle olmakla birlikte muhkem âyetlerin gelecekle ilgili gaybî boyut taşımaları (kıyâmet gününün zamanı ve nitelikleri, cennet-cehennem ve bunların tam olarak keyfiyetleri gibi) insan idrâkinin bunları kavrayamaması nedeniyle bu âyetleri müteşâbihât kapsamına sokmaktadır. Müteşâbihâtın konusuna Allah'ın zâtı ve sıfatları ile Allah'ın eli, yüzü, istivâ etmesi gibi ifâdeleri sokmak doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir. Zira Allah'ın bu tür ifâdelerle nitelendirilmesi tamamen mecâzî ifâdeler olup hakiki mânâyla bir ilgisi sözkonusu olamaz. O halde bunlar mecazlı ifâdeler olup müteşâbih değildirler. Müteşâbihâtın konusunu tâyin etmede te'vil kavramı anahtar bir rol üstlenmektedir. Te'vil bir şeyin âkıbeti, sonucu ileride/gelecekte nasıl gerçekleşeceği ve neye tekabül edeceği gibi mânâlara geldiğinden müteşâbihâtın ileride gerçekleşecek ve sonuçlanacak esaslı bir yönünün olması gerekmektedir. Bu da genel olarak bu dünya hayatından sonraki dönemle ilgili âyetlere karşılık gelmektedir. 3512
Tefsir, Te’vil ve Tercüme Kelimelerinin Anlamı
Tefsir: Tefsir kelimesi “Fesera“ veya taklib tarikiyle “Sefera“ köklerinden gelmektedir. Tef’il babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür. Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır. Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da âlimler arasında yaygın anlamı, Kur’an-ı kerim’in manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir. 3513
Te’vil: “Evl“ kökünden gelen ve “Geri dönme“ anlamına gelen bir mastardır. Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir. Istılahta ise; görünürde birbiriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir. Yani âyete muhtemel mânâlardan birini vermektir.3514
Tefsir ve te’vil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardır. Tefsir kelimesi istılâh olarak te’vilden daha evvel kullanılmıştır. İslâmın ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şuyu bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu. Tercüme devri ile bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler İslâmîyete girince bu kelime diğer ilimlerde de kullanılmaya başlanmış, te’vil kelimesi ise Kur’an’ı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir. Et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır. Bu bir tevazuun ifadesi olabilir. Bazıları tefsir ile te’vil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir te’vilden daha umumidir. Zerkeşi’ye göre sahih olan bu ikisinin değişik mânâlarda kullanılmasıdır. Ragıp el-İsfehani, tefsir ile tevili şöyle ayırt etmektedir. “Tefsir te’vilden daha umumidir. Tefsir ekseriya lafızlarda, te’vil ise mânâlarda kullanılır. Meselâ rü’ya te’vili gibi. Te’vil ekseriya ilâhiyat kitaplarında, tefsir ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi,
3512] Ömer Mahir Alper, Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36
3513] Lisânu’l-Arab: 4/369; 5/55; Cevherî, Sıhah, 2/686, 781; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 3/470; el-Burhân, 2/147; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 213-214
3514] Lisânu’l-Arab, 11/32-33; Cevherî, Sıhah, 4/1627; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 3/470; 7/215; el-Burhan, 2/148; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunun gayrısında da kullanılır. Te’vil umumi ve hususi olarak da kullanılabilir. Meselâ küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkâr mânâsına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allah’ı inkâr mânâsına, iman kelimesi de mutlak tasdik mânâsına kullanıldığı gibi, hususi olarak ta hak dini tasdik etmek mânâsında kullanılır. Ragıp el-İsfehani, te’vili makbul olma veya olmama bakımından iki kısma ayırmaktadır. Makbul olmayan te’vil, kendisine bakıldığı vakit hoş olmayan, âyetin ileri ve gerisiyle mutabakat etmeyen ve delilleri çirkin olandır. Bu şartları havi olmayan te’vil ise makbul addolunur. 3515
Tercüme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) “Tercüme“ fiilidir. Cevheri bu kelimenin “Raceme“den geldiğini söylemektedir. Lügat mânâsı birçok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir. İstılâhi mânâsı ise, bir kelamın mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir. 3516
Tercüme iki kısımda incelenebilir:
1) Harfî veya lafzî tercüme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercümedir. Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir tercüme türüdür. Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an’ın belağat hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.
2) Mânevî veya tefsirî tercüme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercümedir. Bunda asıl gaye, mananın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercümeye tercih edilmiştir.
Kur’an’ın Tercümesi yapılabilir mi?: Bu hususta âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercümesinin yapılamıyacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercümenin yapılacağına izin verilmiştir. Çünkü bu tün tercüme, lafzın mânâsını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu tercüme aslının da aynı sayılmamaktadır. Yalnız yapılan tercümenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’an-ı Kerim’in zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile asıl mânâyı ifade etmekten çok âcizdir. 3517
Tefsir ile Tercüme Arasındaki Farklar
1) Tercüme sigası müstakil bir sigadır. Aslından müstağni olunup, tercümenin aslın yerine geçmesi düşünülebilir. Hâlbuki tefsir böyle değildir. Tefsir asl ile irtibatını kesmez. Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya batıl olurdu. Bu arada mânâ da doğru ifade edilmemiş olurdu.
2) Tercümede istidrat yapmak câiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak câizdir, hatta bazen vâcip bile olur. Bu da tercüme ile aslın birbirine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder. Tercüme fazlalıksız ve noksan olarak, tam bir vukufla aslına uygun olması bir zarurettir. Tefsir ise böyle değildir. Çünkü o, aslın
3515] el-Burhan, 2/149; Mukaddimetü’t-Tefsir, 402-403; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 214-215
3516] Cevherî, Sıhah, 5/1928; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 8/211; Menâhil, 2/16; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirîn, 1/23; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 215-216
3517] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217-218; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 222-223
TEFSİR VE TE’VİL
- 871 -
bir beyanı ve tavzihidir. Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli mezheplere sevketmeyi iktiza eder. Bu da vaz’ olunduğu mânâdan başkası kastedildiğinde lügatçıların şerhlerinde, ıstılâhların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür.
İşte Kur’an tefsirinin ekserisi, lügat âlimleri, akaid, fıkıh ve fıkıh usulü, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh, tabii ve ictimai ilimlerin çeşitli istidratları ihtiva etmelerindeki sır budur. Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine yapılan tembih, bu istidradın yönlerindendir. Keza bunu ilmi eserlerin şerhlerinde de mülahaza edebiliriz. Böyle bir şeyi tercümede görmemize imkan yoktur. Eğer tercümede böyle bir şey görseydik, emanetin vücubundan ve tercüme inceliğinden çıkılmış olurdu.
3) Tercüme, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk mânâsını tazammun eder. Tefsir için böyle bir durum yoktur. Yukarıda zikredildiği gibi tefsir ancak izah üzerinde durur. Bu izah ister icmali, ister tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını ihtisar etsin, müsavidir. Hâlbuki tercüme ne fazla ve ne de noksan aslın mânâsını aynen nakleder. Bu işe tefsir kifâyet etmeyebilir.
4) Tercüme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün medlûlü olduğuna ve söz sahibinin bunu kastettiğine itminan tazammun eder. Hâlbuki tefsir böyle değildir. Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir. Deliller az olursa susar ve bir tercihde de bulunamaz. Bazen bir kelime veya bir ibareyi anlamaktaki aczini bildirerek “Söz sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir.“ der. Bilhassa bunlar sure başlarında ve müteşâbih âyetlerde daha çok görülür. 3518
Tercüme aslın aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercümeler onların yerine kaim olmaktadır. Ekseriya aslın tercümesindeki tercüme lafzı hazfedilip, tercüme bir asılmış gibi gösteriliyor. Meselâ, muhtelif dillerdeki Tevrat ve İncil tercümeleri gibi. Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir. Burada tercümenin aksine asıl lafız düşebilir. Fakat tefsir lafzı asla düşmez. Taberî tefsiri, Râzî tefsiri, Celâleyn tefsiri gibi.
Meal; Anlam ve Mâhiyeti
Yaşadığımız ülkede Kur'ân-ı Kerim tercümesi yerine, daha çok “meal“ lafzı kullanılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan Kur'an tercümelerinin hemen hepsi “meal“ diye isimlendirilmişlerdir. Meal kelimesi, “döndü, aslına rucû etti“ anlamına gelen âle fiilinden türemiştir. Meâl; “Evl“ kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında ism-i mekân da olur.3519 Mânâsı ise, “bir şeyin hülâsası, zübdesi, neticesi“, âkıbeti ve dönüp varacağı yer (masîr) demektir. “İşte dayanamadığın işlerin te'vli/içyüzü budur.“3520 Bu âyette geçen te'vilin aslının “meal“ olduğu ve bu mânâda kullanıldığı da söylenmiştir. 3521
Meal kelimesi lügatte “evl“ kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine
3518] İbn Teymiyye, Meccmeu' Fetâvâ, 13/291); Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 325
3519] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I (Mukaddime, 30; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33
3520] 18/Kehf, 80
3521] Mennâ' el-Kattan, 326
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de meal denir. İstılâhta ise, bir sözün mânâsının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’an-ı Kerim’in tercümesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen tercüme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allah’ın kelamını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslâm’ı yaymak için Kur’an-ı Kerimin tercümesi zaruridir. Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercümelerde, fahiş hatalar yapıldığı gözönünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercümesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunun da selâhiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir. 3522
Meale Duyulan İhtiyaç: Mâlum olduğu üzere Kur'ân-ı Kerim'i aynen tercüme etmek mümkün değildir. Hadd-i zâtında insan sözünün bile bir dilden başka bir dile tıpatıp tercümesi fevkalâde zor, hatta imkânsızdır. Hal böyle iken, Allah'ın kelâmının bütün incelikleriyle, tüm mânâ ve maksadıyla aynen tercümesi nasıl mümkün olsun? Ama “harfiyyen tercüme imkânsızdır“ deyip, milyonlarca müslümanı Allah'ın kelâmını onun mânâ ve maksatlarını, muhtevâ ve mazmununu öğrenmekten mahrum bırakmak da elbette doğru değildir. Bu yüzden, mümkün olduğunca İlâhî mesajı doğru bir şekilde yansıtmaya çalışarak ve beşer tâkatının el verdiği bütün gayretleri bu uğurda bezlederek, Arapların dışındaki insanların da onu anlamalarını sağlamak gerekir.
Eğer bu esnâda, onun lafızlarındaki mûcizevî kudret, ifâdelerindeki zevk ve letâfet yansıtılamıyor, dolayısıyla bu tür özellik ve incelikleri kayboluyorsa, bunu da, “eksik de olsa, hiç olmamasından daha iyidir“ düşüncesiyle, kabul etmek lâzımdır. Aksi takdirde, pek çok müslüman ve bunların dışındaki diğer insanlar, Kur'an'ı anlamaktan mahrum kalabilirler. Ancak, yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğunu itiraf ve ifâde etmek için, “meal“ kelimesinin kullanılması da gereklidir. Zira tercüme aslın yerini tutar, “meal“ ise, aslın yerini tutmaz; o sözün, biraz eksiğiyle başka bir dile aktarılmasıdır. Mehmed Âkif de bundan dolayı yaptığına “tercüme“ değil; “meal“ denmesini şart koşmuştur.
O halde, yapılan tercümelerin tıpatıp aslın yerini tutmadığını, bazı yönlerden eksik kaldığını, onu aynen tercümeye imkân olmadığını belirtmek için, “meal“ kelimesi isim olarak kullanılmalıdır. 3523
Buraya kadar serdedilen mâlumattan, Kur'an'ın bütün özellik ve inceliklerini, mânâ ve maksatlarını edâ ederek tercümesinin mümkün olmadığı anlaşılıyor. Bu durumu ileri sürerek Kur'an'ın başka dillere çevrilmesine itiraz edenler olabilir. Nitekim böyle de olmuştur. Ancak, unutmamak gerekir ki, Kur'an sadece Araplara nâzil olmamıştır. Hz. Peygamber evrensel bir mesaj sunmuştur. Onun bu misyonu, Kur'ân-ı Kerim'de “âlemlere rahmet“3524 “tüm insanlara beşîr/müjdeleyici ve nezîr/uyarıcı“3525 olarak gönderilmiş olmak gibi ifâdelerle belirtilmektedir. Tebliğ ettiği Kur'an'ın da bütün beşeriye indirildiğini beyan eden pek çok âyet mevcuttur.3526
3522] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 220-221
3523] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33
3524] 21/Enbiyâ, 107
3525] 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28; 35/Fâtır, 24
3526] Bkz. 2/Bakara, 158; 6/En'âm, 19; 17/İsrâ, 82, 89; 18//Kehf, 54; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27; 41/
TEFSİR VE TE’VİL
- 873 -
Dolayısıyla, Kur'an'daki emir ve yasaklar, kural ve kaideler, hüküm ve hikmetler Araplar kadar, dilleri farklı olan diğer müslümanları da, hatta bütün insanları da ilgilendirmektedir. O halde Kur'an, Arapların dışındaki müslümanların onu anlayıp kavramaları, emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde uymaları, kıssa ve hikmetlerinden ibret almaları... diğer insanların da üzerinde düşünüp tedebbür etmeleri, tahkik ve tedkiklerde bulunmaları... için, eksik ve yetersiz de olsa onların dillerine tercüme edilmeli; ancak bunun “meal“ olduğu da belirtilmelidir.
Kur'ân-ı Kerim, sadece Türkçe değil; hiçbir dile aynen çevrilemez. Her ne kadar Farsça, Fransızca, İngilizce gibi bazı diller, kelime hazinesi açısından zengin iseler de, yine de Kur'an'ın tüm mânâ ve maksatlarıyla bu dillere tercüme edilmesi mümkün olmamakta, bu açıdan bu diller de yetersiz kalmaktadır. Buna rağmen, hemen hemen tüm bu dillere yapılan çevirilere “Kur'an tercümesi“ denmiş, sadece içinde yaşadığımız toplum, Kur'an'a duyduğu sevgi ve saygının bir gereği olarak tercümeye “meal“ deme nezâket ve inceliğini göstermiştir. 3527
Kur’an-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercümeleri
Kur’an-ı Kerim’in İslâm’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Prof. M. Hamidullah Le Saint Coran adlı Fransızca tercümesinin mukaddimesinde, Kur’an-ı Kerim’in tercüme tarihi adlı bölümünde3528 aslen İran’lı olan Selman el-Fârisî’nin, Fâtiha’yı farsçaya tercüme ettiğini, keza hicrî 127 senesinde Kur’an’ın berberîceye çevrildiği, el-Câhiz’in (255/869) beyanına göre, Mûsâ b. Seyyar el-Esvari’nin, Kur’an’ı talebelerine hem arapça, hem farsça tefsir ettiği, keza Buzurg b. Şehriyar’ın ifadesine göre, 270/883 senelerinde Kur’an’ın Hind diline tercüme edildiği bildiriliyor. Samanoğullarından Mansur b. Nuh devrinde (354/956) bir heyet Kur’an’ı farsçaya tercüme etmiş, bu esere Taberi tefsirini ek olarak ilave etmişlerdir. Bu heyetin, Kur’an’ı türkçeye de tercüme ettiği söylenmektedir. Aynı devreye ait, mütercimi belli olmayan bir tercümenin Cambridge’de olduğu söylenir. Bunlardan başka hicri 5. ve 6. asırlara ait Surabadi İsfaraini (471/1049), Zahidi (519/1125) ve Hoca Abdullah Ensari’nin tercümeleri günümüze kadar ulaşmıştır. Hoca Abdullah bu eserinin, 107 tefsirden istifade edilerek toplandığını kaydeder. Hatta müsteşrik Mingana, Kur’an’dan kısımlar ve reddiyeleri ihtiva eden süryanice bir eserin parçalarının el-Haccac b. Yusuf devrine ait olduğunu zikreder.
Kur’an-ı kerim’in ilk latince tercümesi 1143 tarihinde Robertus Ketenensiz (Robert of Retina) ile Dalmaçyalı Hermannus tarafından yapılmış ise de, bu tercüme ancak 1543 senesinde Luter’in tavsiyesi üzerine Theodor Bibliender tarafından neşredilmiştir. Bu neşir tarihinden bir asır kadar sonra Slezyalı rahip Dominicus, izahlı bir Kur’an tercümesi hazırlamış, fakat bu eser yazma olarak kalmış, basılmamıştı. Bunlardan başka 1698’de basılan tefsirli ve tenkidli bir Kur’an tercümesi, bu tercümelerin en iyisi addedilir. Bu tercüme Ludovicus Maraccius (Maracci) tarafından yapılmıştır.
Kur’an-ı Kerim hemen hemen bütün avrupa dillerine tercüme edilmiştir. İlk fransızca tercümesi 1647’de A. du Ryer tarafından yapılmıştır. Bundan sonra M. Fussılet, 44
3527] Hidayet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 73-75
3528] Le Saint Coran İntroduction, 36-38
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Savary, B. Kasimirski, R. Blachere, E. Montet ve M, Hamidullah’ın yapmış olduğu tercümeler meşhur olmuştur. Fransızcada bunlardan başka 30’a yakın tercüme vardır. İngilizcede de G. Sale, J. M. Rodwell, F. H. Palmer, A. J. Arberry, Muhammed Ali gibi şahısların tercümeleri yanında 50’den fazla tercüme bulunmaktadır. Diğer avrupa dillerinde de ur’an tercümeleri çok yaygındır. Bu hususta tafsilata girişmek istemiyoruz.3529 Batı dillerinde yaygın olan Kur’an tercümesi şark dillerinde de bol miktarda bulunmaktadır. Türk, İran, Çin, Urdu, Hindu, Malaya, Bengale, Cava ve Japon dillerinde de tercümeler vardır.
Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümelerine uygur, arap ve latin harfleriyle rastlamaktayız. Uygur harfleriyle Kur’an’ın tam bir tercümesi yoktur. Ancak bazı âyetlerin parçaları ele geçmiştir. Prof. Reşit Rahmati Arat 1951 senesinde İstanbul’da neşrettiği Edip Ahmed b. Mahmud Yükenki’nin, Atabetü’l-Hakayık’ında bazı âyetlerin tercümesine rastlandığını söylemektedir.3530 Arap harfleriyle, Kur’an’ın en eski tercümesi Ebu Ali el-Cubbai el-Huzistani’ye (303/915) ait olduğu söylenirse de bu tercümeye ait bir ize rastlanılamamıştır. Başka bir nüsha, 1914 senesinde Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın Türkistan’da bulduğu nüshadır ki, müellifi meçhuldür. Bu tercüme halen Leningrat’taki Asya müzesinde “Anonim tefsir“ adı ile korunmaktadır. Yine müellifi meçhul, fakat tam bir nüsha İstanbul Türk-İslâm Eserleri Müzesi 73 noda kayıtlı olan tercüme (734/1333) yılında Muhammed İbnu’l-hace Devletşah eş-Şirazi tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshayı Abdulkadir Erdoğan, Vakıflar Dergisi’nde tanıtmıştır. Keza 764/1363 senesinde istinsah edilen ve Hekim oğlu Ali Paşa Kütüphanesinde 951 no da bulunan nüsha da ilk tercümelerdendir.
Abdulkadir İnan’ın tetkikine göre, yukarıda zikredilen üç nüshanın, tercümeleri birbirine uygun ve çok yakın olduğunu söylemekte ve bunların hepsinin bir asıl nüshadan geldiğini ilave etmektedir. Yine bu zata göre, Kur’an’ın ilk tercümeleri miladi 11. asra kadar inmektedir. Fakat bugün elde mevcut en eski türkçe tercümeleri 14. asra ait bulunmaktadır. Asırlar boyunca latin harflerinin kabulüne kadar, yüzlerce tercüme yapılmış, bunların ekserisi hayır sahipleri tarafından çeşitli kütüphanelere ve camilere vakfedilmiştir. Şahısların elinde veya hususi kütüphanelerde de bol miktarda bulunmaktadır. Kur’an’ın türkçe tercümelerine ait bilbiyografyalar bu bakımdan daima eksik kalmaktadır. Her an Anadolu’nun çeşitli kütüphane ve camilerinden veya hususi kütüphanelerden yeni ve kıymetli tercümeler çıkma ihtimali kuvvetlidir. Eski Türkçe tercümelerin ekserisi kelime kelime yapılmıştır. Ord, Prof. Süheyl Ünver, Osmanlı Türkçesiyle yazılmış ve kelime kelime yapılmış olan tercümelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını söylemektedir. 3531
Latin Harfleriyle Yapılan Tercümeler: Latin harfleriyle yapılmış tercümelere gelince, sayıları hayli çoktur ve gittikçe artmaktadır. 3532
3529] M. Hamidullah, Macit Yaşaroğlu, Kur’an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bilbiyoğrafyası, 77-88; Le Saint Coran İntroduction, 36-38
3530] Kur’an-ı Kerim Tarihi, 72-73; Abdulkadir İnan, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tercemeleri Üzerinde Bir İnceleme
3531] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 221-223
3532] Bk. Son sayfa: Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar –Mealler-
TEFSİR VE TE’VİL
- 875 -
Kur’an-ı Kerim Tefsirinde İhtilâf Sebepleri
Kur’an-ı Kerim tefsirinde, sahâbi ve tâbîlerden itibaren birçok ihtilâlar olduğu sâbittir. “Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.“3533 Rasûlullah’ın ashâbına Kur’an lafızlarını beyan ettiği gibi, manalarını da açıkladığını bilmek vacip olur. Bu bakımdan ashâb, Rasûlullah’tan on âyeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmezlerdi.
İbn Teymiyye diyor ki:3534 Selef arasında tefsirde ihtilâf gâyet azdı. Onlar arasındaki ihtilâf tefsirden ziyade hükümlerde idi. Mevcud olan bu ihtilâf da bir zıtlık (tezat) ihtilâfından ziyade bir nevi ihtilâfı idi. Bu da iki kısımda mütalaa edilebilir:
1) Bir müsemmânın başka başka isimlerle çağrılmasından doğan ihtilâflar. Meselâ, kılıç için bir müsemmâ olduğu halde, buna “Sarim, seyf ve mühenned“ diye üç isim verilmesi gibi. Kezâ Kur’an-ı Kerim’de de Allah’ın el-esmâ-i hüsnâsı ve Rasûlullah’ın çeşitli isimleri olması gibi. Yine bu hususa örnek olarak Sırat-ı Mustakim’i verebiliriz. Bundan maksat, Kur’an’a ittiba etmektir, diyenler olduğu gibi, onun İslâm olduğunu söyleyenler de vardır. Buradaki iki tefsir tarzı zahiren ayrı görülmekte ise de, bu iki sözün maksadı ayrı ve zıd değil, bilakis aynıdır. Ayrı gibi görülen ifade ediliş tarzıdır. Zira İslâm demek Kur’an’a ittiba demektir. Bununla beraber, bu şekildeki nevi ihtilâfları sebebiyle, elde edilen izah tarzları, diğerinde bulunmayan bir vasfı ortaya koyar.
2) Tefsiri yapılması istenen bir şeyin, tamamı değil de temsil veya tembih tarikiyle o şeyin bazı nevilerini zikretmektir. Yani ihata ve hasır için muhataba temsil tarikiyle ismin bazı envaı zikredilir. Meselâ, yabancı biri ekmek sorsa da, ona bir ekmek dilimi gösterilse ve ona istediğin şu mu? denilse... işte bu işaret ekmeğin nevine işarettir, yoksa bir ekmek dilimine işaret değildir. Meselâ buna ait bir misal Kur’an’dan verelim: “Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir.“ 3535
Mâlûmdur ki bu âyette nefsine zulmedenler, vacip olanları terkedip haramları helal gibi işleyenlerdir. Muktesid ise orta yolda olanlardır ki, vacipleri işleyip, haramları terkedenlerdir. Es-Sabık ise; vaciplerle birlikte, hayırlarda da ileri gidenlerdir. Veyahut şunlardan herbiri taat nevilerinden biri olarak zikredilir. Vaktin evvelinde namaz kılana sabık, zamanında kılana muktesid, namazın vaktini geçirenlere (bilhassa ikindi namazını akşama doğru geç bırakana) zalim denilir. Keza Bakara suresinin sonlarında, sadaka verenlere muhsin, riba yiyenlere zalim denilir. Malı kullanma bakımından insanlar ya muhsin, ya adil, yahut ta zalim olurlar. O halde muhsin olan sabık vaciplerle beraber müstehapları da eda edendir. Zalim riba yiyen ve zekata mani olandır. Muktesid ise, farz olan zekatı eda eden ve riba yemeyendir.
Tefsirdeki ihtilâf iki nevidir: Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı ile bilinir. İlim ise ya muraddaki bir nakildir veya tahkik edilmiş bir
3533] 16/Nahl, 44
3534] Mukaddime fi Usûli’t-Tefsir, 6-13
3535] 35/Fâtır, 32
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istidlaldir. Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan. Birinci nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu taktirde yapılacak bir şey yoktur. Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz. O taktirde bunları tasdik etmek mümkün olmaz. Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur. Meselâ Ehli Kehf’in ahvali gibi, bu hususta Rasûlullah’dan sahih bir haber varsa makbuldür. Yoksa merduddur. Rasûlullah’dan tefsir, hadis, ahkam ve megazi hususunda nakledilmiş sahih haberler boldur. Burada bir ihtilâf bahis konusu değildir. Asıl ihtilâf, istidlal yoluyla gelen haberlerin bilinmemesindendir. Hataların ekserisi burada görülür. Daha sonra gelen müfessirlerden bir kısmı, evvela manalara inandılar sonra onun üzerine Kur’an’ın lafızlarını hamlettiler. Diğer bir kısmı ise ne konuşanın, ne inmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı dikkate almaksızın, mücerret Kur’an’ı kendi konuştukları arapçaya ve tabirlere, murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler. Birinciler delalet ve beyan bakımından Kur’an lafızlarının mustahak olup olmadıklarına bakmaksızın, sadece manayı sevkettiler. Diğerleri ise, kelamın siyakına ve mütekellimin muradına bakmaksızın, arabın indinde caiz görülen şeyi, caiz görüb mücerred lafza tabi oldular. Evvelkiler Kur’an’ı tefsir ederken mânâlarda hata yaptıkları gibi, bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar. Birincilerde mana, ikincilerde lafız önplandadır. Birinciler iki sınıftır. Onlar bazen bir şeye delalet eden Kur’an lafzını selbederler, bazen de ona delalet etmiyen veya murat edilmeyen şey üzerine hamlederler. Bu iki halde de mana batıl olmuş olur. Onlar delil ve medlulde hata etmişlerdir. Bid’at, heva ve heveslerine kapılmış taifeler gibi ki, onlar dalalet üzere ittifak etmiyenmutedil bir ümmete muhalif bir mezhep oldular. İşte bunlar, Kur’an’ı kendi görüşlerine göre te’vil etmeye kalkıştılar. Onlar bazen, âyetlerle mezheplerine delil getiriyorlar. Hâlbuki âyetlerin delaletle bir alakası yoktur. Bazen de mezheplerine muhalif olanları te’vil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar. Tefsirlerindeki butlan açık bir şekilde birçok yönlerde kendini gösterir.
Bazıları da medlulde değil de delilde hata ederler. Bunun misali de bazı sofilerde ve fakihlerde görülür. Kur’an’ı sahih bir mânâ ile tefsir ederler, fakat Kur’an vermek istedikleri bu manaya delalet etmez. Şu zikredilen umûmî ihtilâflardan sonra, müfessirler arasında mevcut ihtilâfın sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
1) Kıraat ihtilâfları: Bir âyet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir gelir ki, bu da ihtilâf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilâf yoktur. Meselâ: “Ev lâmestumu’n-Nisâ’: Yahut kadınlara dokunursanız...“3536 âyetindeki okunuşa, cima veya dokunma mânâları verilmesi gibi.
2) İ’rab yönlerindeki ihtilâf: Meselâ: “Fetelekka Âdemu min Rabbihi kelimatin: Âdem Rabbinden kelimeler belleyip aldı.“3537 Bu âyette Âdem merfû, kelimat ise nasb okunduğu gibi, aksi de mümkündür. Bu taktirde failler değiştiği için, mânâlarda da değişiklik olacaktır.
3) Kelimenin mânâsında dilcilerin ihtilâfı: Meselâ: “Yetûfu aleyhim vildânun muhalledun: Ebediliğe mazhar edilmiş evlatlar etraflarında dolanırlar.“3538 “Muhalledun“ kelimesinin mânâsı ebedi olarak onlar ihtiyarlamayacaklar, olabileceği gibi, onlar aynı yaşta oldukları ve yaşları değişmeyeceği gibi bir mânâ da verilebilir.
3536] 4/Nisâ, 43
3537] 2/Bakara, 37
3538] 56/Vâkıa, 17
TEFSİR VE TE’VİL
- 877 -
4) Lafzın iki veya daha fazla mânâda iştiraki: Meselâ: “Feasbahat ke’s-sarim: Bahçe simsiyah kesiliverdi.“3539 “Es-sarim“ kelimesi hakkında dört görüş vardır:
a) Gece gibi oldu, zira es-sarim lügatte gece mânâsına gelir.
b) Gündüz gibi oldu, es-sarîm kelimesi hem gece hem de gündüz mânâsına gelir.
c) Bazı arap lehçelerinde, yangından arta kalan siyahlıklar mânâsına gelir.
d) Kesilmiş ziraat gibi bir manaya da gelir.
5) Itlak ve takyit ihtimali: Meselâ: “Femen lem yecid fesıyâmu selâseti eyyâmin: Bulamayan kimse için üç gün oruç vardır.“3540 Ebû Hanife, Sevrî ve onlara tâbi olanlar takyidle hareket etmişler ve Ubeyy b. Kâ’b ile İbn Mes’ud bu âyeti “Fesıyâmu selâseti eyyâmin mutetâbiatin: Üç gün peşpeşe oruç tutar.“ şeklinde okuduğu için, bu iki imam da bu üç günlük orucun arka arkaya olacağını ileri sürmüşlerdir. İmam eş-Şâfii ise, bu görüşten ayrılarak, yukarıdaki şazz olan kıraatin hüccet olamayacağını ileri sürerek, âyeti ıtlaka hamleder.
6) Umum ve husus ihtilâfı: Meselâ: “Em yahsudûne’n-nâse alâ mâ âtâhumu’llahu min fadlihî: Yoksa onlar, Allah’ın kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar.“3541 Denildi ki, âyetteki en-nas’dan murad, Rasûlullah’dır. Çünkü Allah ona nübüvvet verdi, onlardan ona haset ettiler. Yine denildi ki, en-nâs’dan murad, Rasûlullah’ın âli ve ashabıdır. Birinci mânâ hâs (özel), ikincisi ise âm’dır (genel).
7) Hakikat ve mecaz ihtimali: Meselâ: “Ve ennehû huve edhake ve ebkâ: Şüphesiz ağlatan da güldüren de O’dur, O!“3542 Allah, insanoğlunu, mâruf olan gülüş ve ağlayışı ile yaratmıştır. Bu hakikattır. Veya arz, nebâtı vermekle güler, semâ da yağmurla ağlar, bu mânâ ise mecaz yönüdür. Sahih olan ferah ve hüzünden ibarettir. Zira gülme, sürur ve feraha, ağlama ise hüzne delâlet eder.
8) Kelimenin ziyadeliği ihtimali: Meselâ: “Lâ uksimu biyevmi’l-Kıyâmeti: Yoo, Kıyamet gününe yemin ederim.“3543 Bazı âlimlere göre bu âyetteki “Lâ“ fazladandır, kelâmı takviye eder. Bazı âlimlere göre ise aslîdir ve nefiydir. Zira kıyamet bizatihi o kadar muazzamdır ki, onu izah etmek için yemine ihtiyaç yoktur.
9) Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali: Meselâ: “Yâ eyyühe’l-lezîne âmenu’t-teku’llahe hakka tukatihi: Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öyle korkun.“3544 Bu âyet hakkında bazıları mensuhdur derken, bazıları da muhkem olduğunu söylemeleri gibi.
10) Rasûlullah ve seleften gelen tefsir rivâyetlerinin ihtilâfı: Meselâ: “Hâzâni hasmâni ihtesamû fi Rabbihim: İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri konusunda çekiştiler.“3545 Bazı âlimler şu iki fırkadan birine ehl-i iman, diğerine de ehli kitap demişlerdir. Diğer bir kısmı da, o iki fırkadan biri mü’minler, diğerleri ise, hangi
3539] 68/Kalem, 20
3540] 5/Mâide, 89
3541] 4/Nisâ, 54
3542] 53/Necm, 43
3543] 75/Kıyâme, 1
3544] 3/Al-i İmran, 102
3545] 22/Hacc, 19
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
milletten olursa olsun kâfir olanlardır, demişlerdir. Kezâ “Ve ezzin fi’n-nâsi bi’l-hacci: insanları hacca çağır“3546 âyetinde de olduğu gibi. Buradaki hitabın İbrahim’e ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Muhammed’e ait olduğunu zikredenler de vardır.
Bundan başka, takdim ve tehirler, izmarlar ve diğer birçok hususlardan dolayı ihtilâf konusu olabilecek meseleler eksik değildir. 3547
Rasûlullah’ın Zamanında Tefsir: Kur’an-ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları konuları, bu hususta en selahiyetli zat olan Rasûlullah’a sormuşlardı. Derin akaid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi bir tekellüften kurtarmıştı. Rasûlullah’ı Kur’an tefsirine sevkeden en mühim âmil, İslâmîyet’in kendisinden olan emridir. Bu risalet vazifesinin iktizasıdır. O tebyin ve tebliğle mükellefti. Buna tipik bir misal, Haccetü’l-Veda hutbesinde üç defa müslümanlara “tebliğ ettim mi?“ diye sormuş, müslümanlardan müsbet cevap alınca “Yâ Rabbi şahid ol.“ demişti. Kur’an-ı Kerim’den sonra onun en mühim tefsir kaynağının Rasûlullah’ın sünneti olduğunu söylemiştik. Sünnet Kur’an’ın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder. Mekhul’den rivâyete göre Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.3548 Bir hadiste: “Bana kitapla beraber, misli de verildi.“3549 denilmektedir. Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b. Ebi Kesir, sünnet Kur’an’a kadirdir, Kitab ise sünnete kadir değildir, demektedir. Bu söz Ahmed b. Hanbel’e söylendiğinde “Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet, kitabı tefsir ve tebyin eder derim“ demiştir.3550 Kurtubî Tefsirinin mukaddimesinde,3551 sünnetin Kur’an’ı beyanının iki şekilde olduğu anlatılmaktadır. Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır. Meselâ beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekatın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi. İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir. Meselâ, kadının nikâhını, hala ve teyze üzerine haram kılmak gibi. (Bu ikinci şık, yani Allah’ın kitabının hükmü üzerine fazlalık ve Rasûl’ün haram kılma yetkisi, ihtilâflı bir konudur.)
Rasûlullah konuşma yönünden arabın en fasihlerindendi. Çünkü ona arap edebiyatının meani, beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kur’an nazil olmuştu. Böyle bir kitabı ona müyesser kılan Allah, elbette onun lisanını en fasih ve en beliğ kılması icab ederdi. Nitekim o, öyle yetiştirilmişti. Daha evvelce söylediğimiz gibi, aAap dili yazı ile pek işlenmediğinden cümleler kısa ve mânâlar çok genişti. Kur’an-ı Kerim’de de bu ifade şekli mevcuttu.
Kur'ân-ı Kerim'de Te’vîl ve Tefsîr Kavramı
Kur’ân-ı Kerim’de “te’vil“ kelimesi on beş âyette 17 defa, “tefsir“ kelimesi de bir yerde geçer. Te’vil kelimesi, her yerde aynı anlamda kullanılmamıştır. Âyetler genel olarak gözönünde bulundurulduğunda, te'vil kelimesinin “sözlerin mânâlarını açıklamak, işlerin iç yüzünü haber vermek, neticelerinin nereye
3546] 22/Hacc, 27
3547] Cerrahoğlu-Tefsir Usulü: 226-227
3548] Tefsiru Kurtubî, 1/39
3549] Mukaddime fî Usûli’t-Tefsir, 25; Tefsiru Kurtubî, 1/39
3550] Tefsiru Kurtubî, 1/39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 215; Tefsiru Kasımî, 1/191
3551] Tefsiru Kurtubî, 1/38-39
TEFSİR VE TE’VİL
- 879 -
varacağını belirtmek, rüya ve anlam tâbir etmek...“ gibi anlamlarda kullanıldığı görülür.3552 Bu âyetlerden birinde3553 te'vilin Allah'a atfedildiğini ve O'na has kılındığını belirtelim.
Tefsir kelimesi ise, Kur'an'da sadece bir defa geçiyor.3554 Kâfirlerin Kur'an'ın iniş şekline yaptıkları itiraza değinilen ve onlara cevap verilen âyette şöyle deniliyor: “Onların sana getirdiği her misale (bâtıl soruya) karşı, mutlaka Biz sana (o bâtılı yok edecek) gerçeği ve en güzel tefsiri/açıklamayı getiririz.“3555 Buradaki tefsirin mânâsı ise tafsil ve beyandır. 3556
“Sana Kitabı indiren O'dur. O'ndan Kitabın anası (temeli) olan birkısım âyetler muhkemdir; diğerleri ise müteşabihtir/benzeşenlerdir. Kalplerinde bir eğrilik/kayma olanlar fitne çıkarmak ve olmadık te’vilini/yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun te’vilini Allah'tan başkası bilemez. İlimde râsih olanlar (derinleşenler) ise: ‘Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır’ derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşün(e)mez.“ 3557
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre/emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de te’vil/netice bakımından daha iyidir.“ 3558
“Gerçekten onlara (kâfirlere) ilim ile açıkladığımız, iman eden bir toplum için hidâyet/yol gösterici ve rahmet olarak bir Kitap getirdik. (Fakat onlar,) O’nun te’vilinden başka bir şey beklemiyorlar. Onun te’vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: ‘Doğrusu Rabbinizin elçileri gerçeği getirmişler...“ 3559
“Onlar (müşrikler) ilmini kavrayamadıkları ve te’vili/yorumu kendilerine asla gelmemiş olan bir şeyi (Kur’an’ı) yalanladılar...“ 3560
“İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana (rüyada görülen) olayların te’vilini/yorumunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya’kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.“ 3561
“... İşte böylece (Mısır’da adâletle hükmetmesi) ve kendisine (rüyadaki) olayların te’vilini/yorumunu öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik...“ 3562
“Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: ‘Ben (rüyada), şarap sıktığımı gördüm.’ Diğeri de: ‘Ben de başımın üstünde kuşların yediği ekmeği taşıdığımı gördüm. Onun te’vilini/yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni muhsinlerden/güzel davrananlardan görüyoruz’ dediler. (Yusuf) Dedi ki: ‘Size yedirilecek yemek size
3552] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/20
3553] 3/Âl-i İmrân, 7
3554] 25/Furkan, 33
3555] 25/Furkan, 33
3556] İbn Cerir et-Taberî, Câmiu'l-Beyan an Te'vîli'l-Kur'an, 19/8
3557] 3/Âl-i İmrân, 7
3558] 4/Nisâ, 59
3559] 7/A’râf, 52-53
3560] 10/Yûnus, 39
3561] 12/Yusuf, 6
3562] 12/Yusuf, 21
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gelmeden önce onun te’vilini/yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Çünkü ben Allah’a iman etmeyen bir kavmin dinini terk ettim. Onlar âhireti inkâr edenlerin kendileridir.“ 3563
“(Yorumcular) Dediler ki: ‘Bunlar karmakarışık, yalancı düşlerdir. Biz böyle yalancı rüyaların te’vilini/yorumunu bilenlerden değiliz.’ (Zindandaki) İki kişiden kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra (Yusuf’u) hatırlayarak dedi ki: ‘Ben size onun te’vilini/yorumunu haber veririm, beni hemen (zindana) gönderin.“ 3564
“Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için secdeye kapandılar. (Yusuf) Dedi ki: ‘Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın te’vilidir/yorumudur... Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların te’vilini/yorumunu da öğrettin...“ 3565
“(Kendisine rahmet ve ilim verilmiş kul) Şöyle dedi: ‘İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, hakkında sabredemediğin şeylerin te’vilini/iç yüzünü haber vereceğim.“ 3566
“... İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin te’vili/iç yüzü budur.“ 3567
“Onların sana karşı getirdikleri hiçbir temsil yoktur ki, (onun karşılığında) sana doğrusunu ve daha açığını (ahsenu tefsîr) getirmeyelim.“ 3568
Hadis-i Şeriflerde Te’vîl ve Tefsîr Kavramı
Cündeb (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kim Kitabullah hakkında şahsî re'yi ile söz ederse, isâbet bile etse hatâdadır.“3569 Rezîn şu ilâvede bulunmuştur: “Kim re'yi ile söz eder de hata ederse küfre düşer.“ 3570
Açıklama: Kur'ân'ın gerek lâfzı üzerine ve gerekse lâfzın ifade ettiği mâna üzerine, aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şerî bir ruhsatı olmadığı için hatâlı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazâlî şöyle der: “Şeriat koyucusunun (Allah) elfâzını Batınîlerin yaptığı gibi zâhirinden hareketle daha önce (Selef'in) zihnine inmemiş meseleleri yorumlamaya kalkmak büyük felâketlerden biridir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'i anlama işinde -bizzât şeriat koyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zâhire göre hareket edip yorum yapmak haramdır.“
Kur'ân'ı tefsir edebilmek için, başta Arapça ile alâkalı ilimlerden başka, bedî, beyan gibi edebiyata, tefsir, hadîs, fıkıh, nâsih mensuh gibi şeriata, Kur'ân'a müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir. (Burada kastedilen 15 adet ilim şunlardır. Lügat, nahv, tasrîf, iştikak, me'ânî, beyân, bedî, kıraât, asleyn, esbabu'n-nüzûl, kasas, nâsih-mensûh, fıkıh, ehâdîsu'l-mübeyyine, ilmu'l-mevhibe.)
3563] 12/Yusuf, 36-37
3564] 12/Yusuf, 44-45
3565] 12/Yusuf, 100-101
3566] 18/Kehf, 78
3567] 18/Kehf, 82
3568] 25/Furkan, 33
3569] Ebû Dâvud, İlm:, 5 (3652); Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2953
3570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218
TEFSİR VE TE’VİL
- 881 -
Esasen Kur'ân'ın re'yle tefsiri, tefsir metodları çerçevesinde düşünülünce en son sırada yer alır. Âlimler: 1- Kur'ân'ı Kur'ân'la, 2- Kur'ân'ı Sünnetle, 3- Başta Ashab olmak üzere selefin re'yi ile tefsiri esas alıp, en son sırada gerekli ilmî formasyona sâhip kişinin re'yine belli kayıtlarla cevaz verirler. Elbette Şia'nın yaptığı üzere bu metoda uymayan, hevaya göre yapılan tefsirler merduddur, kabul edilmez. Sözgelimi, Hz. Mûsâ ile Firavun kıssasında Hz. Mûsâ'yı kalb, Firavun'u nefis olarak yorumlayanlar olmuştur. Bunda naklî delile dayanmadıkları için merduddur.
Türbüştî, bunda reddedilen re'yden maksadın, Kur'an ve sünnetle ilgili ilimlere istinad etmeyip sırf aklına dayanarak söylediği sözler olduğunu belirttikten sonra der ki: “Tefsîr ilmi, ulemanın ağzından alınır. Nitekim Esbâbu'n-Nüzûl, Nâsih, Mensuh ilmi böyle alınmıştır. Tefsirin diğer bir kaynağı imamların -Arab dilinin hakikat, mecaz, mücmel, mufassal, âm, hâs gibi meselelerle ilgili kaidelerine dayanarak- ortaya koydukları te'vîl ve akvâllerdir. Bu iki temele dayanan müfessir, usûlü'ddinin iktiza ettiği çerçeve dâhilinde konuşmaya, te'vîle muhtaç âyetleri te'vîl etmeye tevessül eder. Ortaya koyduğu te'vîlin mûteber olması, Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirine muvafık düşmesine, bu zâhirden “sahihtir, doğrudur“ diye tasdik ve şehâdet görmesine bağlıdır. Bu şartları eksiksiz yerine getirmeyen kimselerin sözleri terkedilir. Şartları yerine getirmeden söyleyeceği sözde isabet etse bile Rasûlullah (s.a.s.) tarafından “hatalı“ olduğunun söylenmesi, yolunun yanlışlığını ifâdeye kâfidir. Müctehid ile mütekellif (müctehid taslağı), arasında ne büyük mesâfe var: Müctehid hata da etse me'cûr (sevâba mazhar) iken mütekellif isâbet bile etse müznibtir, günahkârdır.“
Âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'i şahsi re'yle tefsir etme yasağının şu iki gayeden birinden hâli olmayacağını belirtirler:
1- Bundan maksad, Kur'ân'la ilgili olarak seleften nakledilen ve otoritelerden işitilenler ile yetinip yeni istinbatta bulunmayı terketmek.
2- Bu yasaklamadan maksat: “Kur'an hakkında sadece ve sadece işitmiş olduğunu söylemek, bunlar dışında hiç konuşmamak. Bu ikincisi bâtıl bir iddiadır. Çünkü Ashâb-ı Kirâm, Kur'ân'ı tefsir ettiler ve tefsirlerinde ihtilâfa düştüler. Söylediklerinin hepsini Rasûlullah’tan (s.a.s.) işitmiş değillerdi. Hz. Peygamber İbn Abbas (r.a.) için: “Ey Allah'ım bunu dinde fakih kıl, Kur'ân'ın te'vilini de öğret“ diye duâ etmişken, nasıl olur da ‘Ashab'ın te'villerinin hepsi Rasûlullah’tan (s.a.s.) işitilmiş açıklamalardır’ diyebiliriz? Çünkü te'vil de tenzil (Kur'ân) gibi Hz. Peygamber'den işitilmiş olsaydı İbn Abbas’a (r.a.) yaptığı duâda “tevili öğret“ diye tahsisle zikretmesinde bir mânâ kalmazdı.
Öyle ise hadiste ifâde edilen yasağın başka maksadlarını aramakta gerek var. Müteakip hadisin açıklamasında bu hususta İbnu'l-Esir'in beyân ettiği iki te'vili kaydedeceğiz. 3571
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kim Kur'an hakkında ilme dayanmadan söz ederse ateşteki yerini hazırlasın.“ 3572
Açıklama: Münâvi buradaki tehdidin, Kur'an-ı Kerîm hakkında, gerçeğin
3571] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/218-220
3572] Tirmizî, Tefsir: 1, hadis no: 2951
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
başka şekilde olduğunu bildiği halde, yanlış söz edenle Kur'ân-ı Kerîm'in müşkil âyetleri üzerine Sâhabe ve Tâbiîn'den nakledilen dışında söz edenleri ilgilendirdiğini belirtir. İbnu'l-Esîr buradaki yasaklamanın iki vechi olduğuna dikkat çeker:
“Birincisi: Kişinin bir hususta peşin bir hükmü vardır. Bu hüküm o şeye duyduğu arz ve hevesden doğmuştur. Adam tutar Kur'ân'ı alır ve gâyesine uygun şekilde ondan delil çıkarır. Şâyet bu peşin arzu ve hevâsı olmasaydı Kur'ân'dan o mâna çıkmayacak idi. Bunu bazen bilerek yapar, tıpkı ehl-i bid'at gibi ortaya attığı sapık görüşünü doğru göstermek için bir âyetten te'vîl ederek delil çıkarır, hâlbuki pekâlâ bilmektedir ki âyetin asıl muradı bu değildir. Bunu bazen cehâletle yapar. Şöyle ki: Birçok mânâya muhtemel olan bir âyeti alır, onu gâyesine uygun mânada anlar ve bu mânayı şahsî re'y ve arzusuna dayanarak tercih eder ve böylece kendi re'yine dayanarak Kur'an'ı tefsir etmiş olma durumuna düşer. Çünkü bu olmasaydı, mezkûr ihtimal nezdinde tercihe mazhar olamayacaktı. Bazen da kişinin doğru bir gâyesi vardır. Buna Kur'ân'dan bir delil arar ve düşündüğü maksadla nâzil omadığını bildiği bir âyeti kendine delil yapar, şöyle ki: insanları kalpteki kasâvetle mücâdeleye çağırmak isteyen kimsenin “Firavun'a git doğrusu o azmıştır“3573 meâlindeki âyeti kullanması gibi. Âyeti okuyup kalbine işaret ederek Firavun'la kalbin kastedildiğine imâda bulunur. Bu çeşit davranışlara birkısım vâizler meşru ve doğru bir maksad için tevessül ederler. Böylece sözlerine güzellik katıp dâvet ettikleri meseleye cemaatin hevesini uyandırmak isterler. Gaye müsbet bile olsa bu davranış yasaktır, sorumluluğu büyüktür.
İkincisine gelince, bu âyetin, sırf zâhirine, Arapça elfâzına göre onu tefsir etmeye kalkmaktır. Burada Kur'an'ın garib ve mübhem kelimelerindeki ihtisar, hazf, izmâr, takdim, tehîr gibi durumlardaki incelikleri, nakle başvurarak, ehlini dinleyerek anlama, araştırma cihetine gitme yoktur. Şu halde kim tefsir için gerekli olan hâricî şartları gözetmeden, mücerret Arabça bilgisiyle Kur'ân'dan mâna çıkarma cihetine giderse çok hata yapar ve hadiste tehdid edilen: “İlme dayanmadan Kur'an tefsir edenler“ zümresine dâhil olur. Şu halde tefsir için nakl (yani selefin açıklamaları) ve semâ (yani ehil olanların dersini dinlemek) zaruri olan iki ön şarttır. Bu şartların gerçekleşmesinden sonra anlamak ve mâna istinbat etmek imkân dâhiline girer. Zâhirî şartları eksiksiz ikmal etmeden bâtinî mânaya nüfuz etme hevesine düşülmemelidir.“ 3574
“Benim hakkımda da bildiğiniz dışında sözden kaçının. Kim bana bile bile yalan nisbet ederse ateşteki yerini hazırlasın. Kim de Kur'an hakkında re'yi ile söz ederse ateşteki yerini hazırlasın.“ 3575
Açıklama: Bu rivâyette, Kur'ân mevzuunda olduğu ölçüde Rasûlullah (s.a.s.) hakkında da son derece dikkatli olmak emredilmektedir. Çünkü her ikisi de dinin iki temel kaynağını teşkil etmektedir. Bunlar istismar edilerek insanlar yanıltılabilir.
Münâvî, “bildiğiniz“ kelimesiyle “yakîn hasıl ettiğiniz“ yani “Rasûlullah’a (s.a.s.) nisbeti hususunda kesin bilgi sahibi olduğunuz“ denmek istendiğini
3573] 20/Tâhâ, 24
3574] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/220-221
3575] Tirmizi, Tefsir: 1, hadis no: 2952
TEFSİR VE TE’VİL
- 883 -
belirtir. Şârih Tîbî şunu söylemiştir: “Hadisle şu iki mânânın da kastedilmiş olması câizdir:
1- Benden hadis rivâyet etmekten kaçının.
2- Benden hadis rivâyetinden kaçının ancak bildiklerinizi rivâyetten kaçınmayın.“
“Ateşteki yerini hazırlasın“ ibâresi “inmek üzere, kendisine cehennemde bir yer edinsin“ demektir. Dikkat edersek emir sigasıyla gelmiştir, ama maksad haberdir, yani mutlaka cehenneme gideceğini haber vermektedir. Râfiî bunun beddua olduğunu söyler. Yâni: “Allah ona cehennemde bir yer hazırlasın! O da burayı ikametgah edinmeye hazırlansın demektir“ der. Hadisin emir sigasıyla gelmesi, “kim bile bile bana yalan nisbet ederse“ şartına cevaptır. Cevabın böyle emir sigasıyla gelmesi, yapılan işin mutlaka bu cezayı gerektirdiğini daha beliğ daha açık olarak ifade etme gayesine mâtuftur.
Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen yalan, felâkete atıcı en büyük günahlardan biridir. Çünkü dinde hâsıl edeceği zarar fazla, imanın temelinde meydana getireceği fesad büyüktür. Rasûlullah (s.a.s.) hakkında yalan söyleyenler pekçok sınıflara ayrılır: Siyasî, ticarî, ırkî, maddî, dinî vs. pekçok sebeplerle yalan uyduranlar türemiştir. Hadisin âm olan ifadesine bakan âlimler, tehdidin, hangi maksadla söylenmiş olursa olsun, Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında söylenen bütün yalanlara şâmil olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadiste dine müteallik yalanların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur. Ancak, her çeşit yalanın dâhil olduğu görüşü ekseriyetin re'yidir ve esah olan da budur. 3576
Hâris el-A'ver anlatıyor: “Mescide uğramıştım, gördüm ki halk, zikri terkedip malayanî konulara dalmış, konuşuyor. Hz. Ali’ye (r.a.) çıkıp durumdan haberdâr ettim. Bana:
- “Doğru mu söylüyorsun, öyle mi yapıyorlar?“ dedi, Ben:
- “Evet, dediğim doğrudur“ deyince:
- “Ben Rasûlullah’ın (s.as.) şöyle söylediğini işittim:
- “Haberiniz olsun bir fitne çıkacak!“ Ben hemen sordum:
- “Bundan kurtuluş yolu nedir Ey Allah'ın Rasûlü?“ Buyurdu ki:
- “Allah'ın Kitabı (na uymak)dır. O'nda sizden önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar) gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda (iman-küfür, taat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O'nda her şey ciddîdir, gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O'na inanmaz ve O'nunla amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O'nun dışında hidâyet ararsa Allah onu saptırır.O Allah'ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru yoldur. O, kendine uyan hevaları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri iltibastan korur. Âlimler ona doyamazlar. Onun çokca tekrarı usanç vermez, tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez, O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı
3576] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/221-223
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğuna) inandık.“3577 Kim ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru yola çağrılmış olur. Ey A'ver, bu güzel kelimeleri öğren.“ 3578
Açıklama: Mescidde zikir dışında yapılan konuşmalar ahbâr, hikâyât, kıssalar nevinden faydasız şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim mükerrer âyetlerinde bu çeşit malâyanî mevzulara dalmaktan yasaklamıştır: “...Onları daldıkları sapıklıkta bırak oynasınlar“3579 meâlindeki âyette olduğu gibi. Hz. Ali’nin (r.a.): “Öyle mi yapıyorlar?“ sözü, onların davranışının kötü karşılandığını ifade eder. Yani: “Gerçekten söylediğiniz şen'î işi yaptılar mı?“ demektir.
Hz. Peygamber'in haber verdiği “fitne“den maksadın Ashab arasında cereyan eden hâdiseler veya Tatarlar'ın çıkışı, Deccâl veya Dâbbetu'l-Arz'ın zuhûru gibi âhir zaman fitneleri olabileceği belirtilmiştir. Ancak, Aliyyu'l-Kârî: “Birincisi dışındakileri kastetmiş olması makam icâbı mümkün değildir“ der.
Kur'ân için “gâyesiz bir kelâm değildir“ diye tercüme edilen tavsifin metni “hezl değildir“ şeklindedir. Hezl, lügat olarak “arzu edilen mânâdan yoksun olan söz“e denir. Kur'ân'la ilgili bu tavsif şu mealdeki âyetten muktebestir: “Hakikaten o (Kur'ân) hak ile (bâtılı ayırt eden) kat'î bir sözdür, o hezl (gâyesiz bir söz) değildir“ 3580
Tîbî, “Kim akılsızlık edip Kur'ân'ı terkederse...“ ibaresini açıklama sadedinde der ki: “Kur'ân'dan, amel edilmesi vâcib olan bir âyet veya bir kelimeyi tekebbür sebebiyle kim amel dışı bırakır veya kıraatını terkederse küfre deşer. Kur'ân'ın yüceliğine inanmakla birlikte acz, tembellik veya zayıflık sebebiyle kıraatı terketmesinde günah yoktur, ancak sevaptan mahrum kalır.“
“O, kendine uyan hevâları kaymaktan korur“ ifâdesinden şârihler şu mânaları anlamışlardır:
1- Kişinin hevâsı Kur'ân'ın getirdiği hidâyete tâbi olursa, düşüklükten kendini korur.
2- Kur'an'a tâbi olan hevâ bid'ate düşmekten, sapıtmaktan kendini korur. Yâni Kur'ân'ın hidâyeti sebebiyle hevâ ehli onu meylettiremez.
3- Hevâ ehli Kur'ân'ı tebdil ve tağyir edemez (mânasını) saptıramaz. Anak bu mananın muhalifinde, gulât denen sapıklıkta aşırı gidenlerin tahrife, mubtıllerin bâtıl iddialara, câhillerin de yersiz te'villere tevessül edeceklerine işâret vardır.
4- Kaymak diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı izâğa'dır. Bunun metinde “meylettirme“ mânâsına olduğu, binaenaleyh ibâreyi şu şekilde anlatmanın mümkün olduğu söylenmiştir: “Kur'ân-ı Kerîm'i, doğru yoldan sapmış hevalar eğriliğe ve sapıklığa alet edemezler, Yahudilerin Tevrat'ı tahrif edip kelâmın yerlerini değiştirince yaptıkları gibi. Zira Cenâb-ı Hakk, onun hıfzını tekeffül etmiş, üzerine almıştır: “Zikri (Kitabı) biz indirdik, O'nun koruyucusu da biziz“3581 buyurmuştur.
3577] 72/Cin, 1
3578] Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'ân: 14, 2908; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/224-225
3579] 6/En'âm, 91
3580] 86/Târık, 13-14
3581] 15/Hicr, 9
TEFSİR VE TE’VİL
- 885 -
“Dillerin iltibastan korunması“, Kur'ân Arapça olmasına rağmen, Arap olmayan mü'minler de öğrenmekte, telâffuzda zorluk çekmezler. Zira Cenâb-ı Hakk: “Biz Kur'ân'ı senin dilinde indirerek kolaylaştırdık“3582 ve “Andolsun ki, Kur'ân'ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık...“3583 buyurmaktadır. Bundan, Kur'ân'dan başka bir sözün, teşvişe sebep olacak, hakla batıl karışacak şekilde araya sızıp karışmaya yol bulamayacağı, çünkü Kur'ân'ı Allah'ın korumakta olduğu mânası da anlaşılmıştır. Kur'ân'ı Kerim'e beşer sözü karışamaz çünkü onda i'câza delâlet eden ma'sumiyet (korunma) vardır.
“Âlimler ona doyamazlar“ ibâresi “onun künhüne eremezler, sonuna varıp “tamamen hallettik artık“ deyip araştırmaya devamdan geri duramazlar“ demektir. Yemek yiyenin doyup elini yemekten tamâmen çekme hâli, böylesi bir doygunluk Kur'ân âlimlerinde hâsıl olmaz. Onun hâiz olduğu hakikatlerden bir sonuncusunu keşfettikçe yenilerini aramaya öncekinden daha fazla bir iştiyak duyar. Bu böyle doymadan, usanmadan devam eder gider. 3584
“Bir grup, Kitâbullah'ı okuyup ondan ders almak üzere Allah'ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de kanatlarıyla sararlar. Allah, onları, yanında bulunan yüce cemaatte anar.“ 3585
Açıklama: Bu hadis, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Müslümanlar arasında Kur'an bilgisinin yayılması için yaptığı teşviklerden biridir. Allah'ın evi tâbiri öncelikle mescidleri ifâde ederse de ulema, bu fazileti elde etmek arzusuyla, han, kışla, medrese gibi başka yerlerde de toplanılabileceği görüşünü beyan etmişlerdir. Esas olan Kur'an'ın müzâkeresi olduğuna göre bu maksadla evlerde akdedilen meclislerin de aynı şekilde sevablı olacağı söylenebilir.
Sekînet, esas itibariyle vakar, itminan ve mehâbet mânasına gelir. Ancak Kadı Iyaz, burada rahmet mânasında kullanıldığını söyler. Ancak rahmet kelimesi hemen arkadan buna atfedildiğine göre, Nevevî'nin dediği gibi vakar ve tuma'nine şekline anlamak daha uygun düşüyor. Zikredenlerin anıldığı yüce cemaat büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir, buna Mele-i Â'la da denir. Allah'ın onların yanında anması, Kur' ân okudukları için teşrif etmek maksadıyla medh u senâda bulunmasıdır.
Müslim ve Tirmizî'nin rivâyetlerinde hadisin sonunda şu cümleye de yer verilir: “Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa nesebi hızlandırmaz.“ Bu şu demektir: “Her kim soy ve sopunun şerefine aldanarak hayır ameller işlemede kusurda bulunursa nesebi, onu, amel edenler seviyesine ulaştırmaz.“ 3586
3582] 19/Meryem, 97
3583] 54/Kamer, 22
3584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/225-226
3585] Ebû Dâvud, Salât: 349, 1455. H.; Tirmizî, Kırâ'at: 3, 2946 H.; Müslim, Zikir: 38, 2699 H; İbnu Mâce, Mukaddime: 17, 225. H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/227
3586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/227-228
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Te'vil ve Tefsir Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Te’vil Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (17 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 7, 7; 4/Nisâ, 59; 7/A’râf, 53, 53, 10/Yûnus, 39; 12/Yusuf, 6, 21, 36, 37, 44, 45, 100, 101; 17/İsrâ, 35; 18/Kehf, 78, 82.
B- Tefsîr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 25/Furkan, 33
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm'da Kur'an, Allame M. H. Tabatabaî, Bir Y. s. 41-51
2. Tefsirde Semantik Metod, Ali Galip Gezgin, Ötüken Y. s. 82-87
3. Ulûmu'l Kur'an, Kur'an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y.449-456
4. Kur'an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 86-94
5. Lügavî Kur’an Okumaları, Muhammed Şehrûr, Sidre Y. 66-76
6. Kur’an Bilimi, Bahauddin Hürremşahî, İhtar Y. s. 94-100
7. Kur'ân-ı Kerim'de Muhkem ve Müteşâbih, M. Fatih Kesler, Osmanlı Y.
8. Kur’an’ın Müteşabihleri Üzerine, Muhsin Demirci, Birleşik Y.
9. Kur’ân-ı Kerim’de Lafzî Müteşâbihler, Muhammed Aydın, Nûn Y.
10. Modernleşme Sürecinde Kur’an ve Müteşâbihler, Ahmet Baydar, Beyan Y.
11. Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, M. Sait Şimşek, Yöneliş Y.
12. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1985, s. 128-134
13. Ulûmu'l Kur'an, Kur'an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y. s. 298-306
14. Kur'an'ın insan-Biçimci Dili, Nadim Macit, Beyan Y.
15. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 15, s. 13-39
16. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Abdülbaki Turan, Tefsir Maddesi
17. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Nil Y. s. 43-54, 39-439
18. İslâm'da Kur'an, Allâme M. H. Tabatabaî, Bir Y. s. 34-41
19. Kur'an'ı Anlamada Temel İlkeler, Yusuf Işıcık, Esra Y. s. 109-121
20. Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat, s. 44-51
21. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 371-373, 389-394
22. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 256-261
23. Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 47-50, 67-72, 103-130
24. Kur'an'a Muhatap Olmak ve Engelleri, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. s. 78-97
25. Kur'an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 86-146
26. Kur'an-ı Kerim'i Tanımanın Temel İlkeleri, Özden Y. s. 60-62
27. Kur’an Bilimi, Bahauddin Hürremşahî, İhtar Y. s. 94-100
28. Kur’an-Sünnet Bütünlüğü, Necati Kara, İhtar Y. s. 84-99
29. Elmalılı Tefsirinde Kur'ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 231, 243-245
30. Kur'ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Bîr, İnkılâb Y. s. 122
31. Tefsir ve Hadis Usulünün Bazı Meseleleri, Tayyib Okiç, Nûn Y. s. 135-137
32. Kur’ân-ı Kerim’de Muhkem ve Müteşabih, Ömer Mahir Alper, Haksöz, Sayı 52, Temmuz 95, s. 32-36
33. Müteşabihat Konusundaki Yaklaşımların Değerlendirilmesi ve Yeni Bir Yaklaşım Önerisi, Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, 1. Kur’an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. Ank. 1994
34. Kur’an’da Müteşâbih ve Te’vili, Yusuf Işıcık, I. Kur’an Haftası, Kur’an Sempozyumu, Tebliğ, Ank. 95
35. Kutsal Kitabımız Kur'an-ı Kerim, Ahmet Okutan, Özel yayın
36. Hadislerin Kur'an'a Arzı, Ahmet Keleş, insan Y.
37. Kur'an'da Edebi Mûcize, Abdullah Aymaz, Özel yayın
38. Kur'an'da Edebi Tasvir, Seyyid Kutub, Çigi Y.
39. Kur'an-ı Kerim ve Fenni Keşifler, Suat Yıldırım, D.İ.B. Y.
40. Kur'an ve Peygamberimiz'in Çağımızı Aşan Mesajları, M. Avni Özmansur, Altınkalem Y.
41. Kur'an'a Yönelişler, Celal Kırca, Tuğra Neşriyat
42. Kur'an ve insan, Celal Kırca, Marifet Y.
TEFSİR VE TE’VİL
- 887 -
43. Kur'an'da Fen Bilimleri, Celal Kırca, Marifet Y.
44. Kur'an-ı Kerim ve Müsbet İlim, Fahri Demir, D. İ. B. Y.
45. Kur'an ve İlimler, Safvet Senih, Nil Y.
46. Kur'an ve Bilim, Celal Kırca, Marifet Y.
47. Kur’an Coğrafyası, Ali Akpınar, Fecr Y.
48. Kur'an'ın İlmi Sırları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
49. Kur’an ve İlimler, Safvet Senih, Işık Y.
50. Kur'an'ın Matematik Sırları, Haluk Nurbaki, Damla Y.
51. Kur'an'dan Tekniğe, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın
52. Kur'an'dan İcatlara, Şaban Döğen, Nesil Basım Yayın
53. Kur'an'da İlmi Mûcizeler, Abdülmecid Zindani, Kayıhan Y.
54. Kur'an'a Göre Uzayda Hayât Var, Rauf Pehlivan Gür, Gonca Y.
55. Kur'an ve Kainat Âyetleri, Safiye Gülen İnkılab Y.
56. Kur'an ve Kainat Âyetleri -Allah, Kainat ve insan- Fethullah Han, İnkılab Y
57. Kur’an Okulu, M. Bâkır es-Sadr, Fecr Y.
58. Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an-ı Kerim’den Ortak Âyetler, Zakir Barutçu, Müthiş Kitaplar Y.
59. Ahkâm-ı Kur’aniye, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat
60. Kur'an'da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y.
61. Kur'an'ın Zihin İnşası, Seyyid Abdüllatif, Pınar Y.
62. Kur'an'ı Anlamak İçin Temel Prensipler, Mevdudi, İMKO Y.
63. Kur'an'ı Anlama'nın Anlamı, Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
64. Kur'an'ı Anlama Metodu, M. Hüseyin Beheşti, Kıyam Y.
65. Anlamın Buharlaşması ve Kur'an, Dücane Cündioğlu, Kitabevi Y.
66. Kur'an'ı Anlamada Yöntem, Muhammed Gazali, Şule Y.
67. Kur'an'ı Anlamak ve Yaşamak, Muhammed Savval, Işık Y.
68. Kur'an'ı Anlamak 1, 2, İsmail Kazdal, Kur'an Okulu Y.
69. Kur'an'ı Anlamak Farzdır, Abdullah Yıldız, Şemseddin Özdemir, Pınar Y.
70. Kur'an'ı Anlama Yolu, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
71. Kur'an'ı Anlamak, Cemaleddin Kasımi, İz Y.
72. Kur’an’ı Anlamaya ve Yaşamaya Doğru, 2 Kaynak Y.
73. Kur’an-ı Kerim’i Anlamaya Yönelik Metotlar, Cüneyt Eren, Ekev Y.
74. Kur'an'ı Nasıl Anlayalım? Mevdudi, Bir Y. /İşaret Y.
75. Kur’an’ı Nasıl Okuyalım? Muhammed Kutub, İşaret Y.
76. Kur'an'da Anlamı Kapalı Âyetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y.
77. Kur'an'ı Anlamada Siyakın Rolü -Bütünlük Üzerine-, Mustafa Ünver, Sidre Y.
78. Kur’an’ı Anlamada Farklı Yaklaşımlar, Şadi Eren, Nesil Y.
79. Kur’an’ı Anlama Yolu, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
80. Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
81. Kur’an’ın Anlaşılmasında Esbâb-ı Nüzûlün Rolü, Ahmet Nedim Serinsu, Şule Y.
82. Kur’an’a Yönelirken, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
83. Temel Kaynağımız Kur’an, Fevzi Zülaloğlu, Ekin Y.
84. Kendi Dilinden Kur’an “Tanımak ve Yaşamak“, Muhammed Bayraktar, Ravza Y.
85. Kur'an İlimleri ve Kur'an-ı Kerim Tarihi, Abdurrahman Çetin, Dergah Y.
86. Kur'an İlimleri, Subhi Es-Salih (terc. Said Şimşek), Hibaş Y./Esra Y.
87. Kur'an İlimleri, Muhammed Ali Sabuni, insan Y.
88. Kur'an-ı Kerim ve Kur'an İlimlerine Giriş, Suat Yıldırım, Ensar Neşriyat
89. Kur'an-ı Kerim Bilgileri, Osman Keskioğlu, T. Diyanet Vakfı Y.
90. Ulûmu’l Kur’an Kur’an İlimleri, Mennâ Halil el-Kattân, Timaş Y.
91. Kur’an Tefsirinde Fıkhî Tefsir Hareketi ve İlk Fıkhî Tefsir, Mevlüt Güngör, Kur’an Kitaplığı Y.
92. Kur’an-ı Kerim’i Tanımanın Temel İlkeleri, Ali Umuç, Özden Y.
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
93. Kur’an’ın Evrenselliği, Kur’an Sembollerinin Dili, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
94. Kur’an-ı Kerim (Sistematik Bir İnceleme), Necati Demirtaş, Boğaziçi Y.
95. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y./Beyan Y.
96. Kur’an Tefsirinde Sapma ve Nedenleri, Tefsire Sokulan Bid’at, Hurâfe ve Tahrifat, Abdülcelil Candan, Denge Y.
97. Kur'an-ı Kerim Tefsirlerinde Hurafe ve Bid'atlar, M: Hüseyin Ez-Zehebi, Saba Y.
98. Peygamberimiz'in Kur'an'ı Tefsiri, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
99. Kur’an Tefsirinde Sünneti Devre Dışı Bırakan Hareketler, Cüneyt Eren, Ekev Y.
100. Tefsirde Semantik Metod, Ali Galip Gezgin, Ötüken Y.
101. Kur’an Tefsirinde Yöntem, Ömer Dumlu, Anadolu Y.
102. Kur’an Tefsirinin Kaynakları, Sadrettin Gümüş, Kayıhan Y.
103. Günümüz Tefsir Problemleri, M. Said Şimşek, Esra Y.
104. Kur’an Tefsirinde Yeni Bir Metod, Emin Hûlî, Kur’an Kitaplığı Y.
105. Tefsir Çeşitleri ve Konulu Tefsir,
106. Örneklerle Konulu Tefsir, Ahmed Muhammed ez-Zahrâni, Akçağ Y.
107. Konulu Tefsir Metodu, A. Cüneyt Eren, Nil Y.
108. Konulu Tefsir Metodu, Şahin Güven, Şûrâ Y.
109. İbn Teymiye ve Konulu Tefsir, Ömer Dumlu, Anadolu Y.
110. Kur’an Çalışmalarında Yöntem, Konulu Tefsire Metodik Bir Yaklaşım, Mustafa Müslim, Fecr Y.
111. Kur’an Yorumunda Çağdaş Yönelimler, J.M.S. Baljon, Fecr Y.
112. Kur’an’a (Bilimsel-Filolojik-Pratik) Yaklaşımlar, J.J.G. Jansen, Fecr Y.
113. Tarihte Tefsir Hareketi ve Tefsir Anlayışları, Ali Eroğlu, Ekev Y.
114. Büyük Tefsir Tarihi, Tabakatü'l-Müfessirin (2 cilt), Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
115. Tefsir Tarihi (2 cilt), İsmail Cerrahoğlu, Fecr Y./ Diyanet İşl. Başk. Y.
116. Tefsir Usulü, İsmail Cerrahoğlu, D.İ.B. Y.
117. Tefsir Usûlü ve Kaynakları, Ali Turgut, Mar. Ün. İlâhiyat Faak. Vakfı Y.
118. Tefsir İlminin Temel Meseleleri, Cemaleddin Kasımî, İz Y.
119. Tefsir Üzerine, İbn Teymiye, Pınar Y.
120. Osmanlı’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı, Suvat Mertoğlu, Bülten, Bilim ve Sanat Vakfı, sayı 51, Mart-Nisan 2003, s. 4-5
121. 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Halil Çiçek, Timaş Y.
122. Kur’an Çevirilerinde Hatalar, Edip Yüksel, Milliyet Y.
123. Cumhuriyet Dönemi Kur’an Tercümeleri (Eleştirel Yaklaşım), Salih Akdemir, Akid Y.
124. Kur’an Tercümeleri, Salih Akdemir, Gün Y.
125. Kur’an Tercümesi Meselesi, Mustafa Sabri Efendi, Bedir Y.
126. Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Hidâyet Aydar, Kur’an Okulu Yayıncılık
127. El-Mu’cemu’l Müfehres Li-Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerim, Muhammed Fuad Abdülbâki, Çağrı Y.
128. Mevzûlarına Göre Âyet-i Kerimeler ve Mealleri, Muhammed Fuad Abdülbâki, Şamil Y.
129. Kur’an-ı Kerim Lugatı, Mahmut Çanga, Timaş Y.
130. Kur’an Lügatı, Zeliha Topaloğlu, Nil A.Ş.
131. Kur’an-ı Kerim Sözlüğü, Abdülvehhab Öztürk, Şamil Y.
132. Umdetü’l Huffâz: Kur’an Kelimeleri Sözlüğü, Mesud İbn İbrâhim Halebî, Hizmet Kit. Y.
133. El-Vücûh Ve’n-Nezâir, Mukatil bin Süleyman, İlmi Neşriyat
134. Kur’an İlimleri ve Tefsir İstılâhları, Cüneyt Eren, Ekev Y.
135. İki Kur’an Sözlüğü, Cemal Muhtar, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
136. Kelime ve Konularına Göre Alfabetik Kur’an Fihristi, Recep Aykan, Pınar Y.
137. Konularına Göre Kur’an, Ömer Özsoy, Fecr Y.
138. Konularına Göre Kur’an (Sistematik Kur’an Fihristi), Ömer Özsoy, Fecr Y.
139. Kur’an-ı Kerim Fihristi, Abdülvehhab Öztürk, Timaş Y.
140. Kur’an-ı Kerim Fihristi, Bedrettin Çetiner, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
TEFSİR VE TE’VİL
- 889 -
141. Mevzularına Göre Hazırlanmış Kur’an-ı Kerim Fihristi, Muhammed el-Arabî el-Azzûzî, Sönmez Y.
142. Kur’an-ı Kerim’in Mevzulara Göre Tasnifli ve Fihristli Şerhi, Ömer Fevzi Mardin, İst. 1976
143. Kur’an Bize Ne Diyor? Hikmet Taşkın, Madve Y.
144. Konularına Göre Kur’an Fihristi, Nevzat Yüksel, Bayrak Y./Muvahhid Y./Akit Gaz.
145. Molla Gürani ve Tefsiri, Sakıp Yıldız Sahaflar Kitap Sarayı Y.
146. Kur’an Üzerine Testlerle Alternatif Eğitim Çalışmaları, M. Salih Gökdeniz, Yöntem Y.
147. Sülemi ve Tasavvufî Tefsiri, Süleyman Ateş, Sönmez Y.
148. Şianın Tefsir Anlayışı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neş.
149. Esbab-ı Nüzul, Kur’an Âyetlerinin İniş Sebepleri ve Tefsirleri, Hasan Tahsin Emiroğlu, Konya, 1978
150. Türkiye Kur’an Makaleleri Bibliyografyası, Murat Sülün-Ömer Çelik, İFAV Y.
151. Kur'an-ı Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası, M. Hamidullah, Yağmur Y.
152. Kur’anî Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Basın Yayın
153. Muhammedî Vahiy, M. Reşid Rıza, Fecr Y.
154. TEFSİRLER:
155. Fî Zılâli'l-Kur'an, (16 cilt), Seyyid Kutub, Hikmet Y./Dünya Y./Birleşik Dağ.Ank.Y./Çelik Y./Araştırma Y./Azim Dağ. Y./Madve Y./Saadet Yay.Paz.Y.
156. Tefhimu'l Kur'an (7 cilt), Mevdudi, insan Y.
157. Hak Dini Kur'an Dili (8cilt), Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y./ÇelikY./Yenda Y. (10 cilt:) Eser Y./Azim Dağ. Y.
158. Kur’ân-ı Kerim Şifa Tefsiri (8 cilt), Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
159. Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, (16 cilt), İbn Kesir, Çağrı Y.
160. Muhtasar İbn-i Kesir Tefsiri (6 cilt), Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Doğuş Y.
161. İbn Kesir Tefsiri (Muhtasar), Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Sağlam Y.
162. Muhtasar Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Muhammed Ali İbn Kesir, Çağrı Y.
163. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an (8 cilt), Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat
164. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir) (24 cilt), Fahreddin Razi, Akçağ Y.
165. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y.
166. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an (20 cilt), İmam Kurtubi, Buruc Y.
167. El-Esâs fi’t-Tefsîr (16 cilt), Said Havvâ, Şamil Y.
168. Taberî Tefsiri, Taberî, Şule Y.
169. Muhtasar Taberî Tefsiri (6 cilt), İmam Taberi, Ümit Y.
170. Tefsir-i Sâvî (4 cilt), Ahmed Savi, Eser Neşriyat
171. Tefsir-ül İbn-i Abbas, Abdullah İbni Abbas, Eda Neşriyat
172. Tefsiru Ebdei’l-Beyan Li Cemî’-i Âyi’l-Kur’an, Muhammed Bedreddin, Nil A.Ş. Y.
173. Tibyan Tefsiri (4 cilt), Ayntabi Mehmed Efendi, Terc: Ahmed Davudoğlu, Huzur Y.
174. Tefsir-i Eebu’l Leys, Tefsiru’l Kur’aın, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.
175. Rûhu’l Furkan Tefsiri, Mahmut Ustaosmanoğlu, Siraç Y.
176. Ruhu’l-Beyan Fî Tefsiri’l-Kur’an (10 cilt), İsmail Hakkı Bursevî, El-Mektebetu’l-Mahmûdiye Y./Eser Neş./Damla Y.
177. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri (12 cilt), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
178. Asrın Kur’an Tefsiri, Celal Yıldırım, İst. 1987
179. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y.
180. Furkan Tefsiri, M. Mahmud Hicazi (6 cilt), İlim Y./Vahdet Y.
181. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
182. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî (3 cilt), Ensar Neşriyat
183. Safvetü't Tefâsir (Tefsirlerin Özü), Muhammed Ali es-Sâbûnî (7 cilt), İz Y.
184. Kur’ân-ı Kerim'in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri (8cilt), Ö. Nasuhi Bilmen, Bilmen Y./Kahraman Y.
185. Min Vahyi'l Kur'an (10 cilt), Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y.
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
186. Büyük Kur’an Tefsiri (16 cilt), Ali Arslan, Arslan Y./Okusan Y.
187. Nesefî Tefsiri (8 cilt), Ahmed bin Muhammed Nesefî, Ravza Y./Eda Neşriyat
188. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin Muvahhidi, Hak Y.
189. Kelimâtu’l-Kur’an Fî Tefsîri’l-Beyan, M. Mahluf, Esma Y.
190. Ebu’l-Berekât en-Nesefî ve Medârik Tefsiri, Bedreddin Çetiner, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
191. Celâleyn Tefsiri, Celâleddin Suyûti, Eser Y./Hisar Y./Pamuk Y./Mahmudiye Kit.Y.
192. Tanrı Buyruğu Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi ve Tefsiri (2 cilt), Ömer Rıza Doğrul, İnkılâp Kit. Y.
193. Kur’an’ın Konulu Tefsiri, Muhammed Gazâli, Şura Y.
194. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş (24 cilt), KUBA Y.
195. Kur’an Okulu, Heyet, Hanif Y.
196. Âyet Yorumları, Ali Şeriati, Kıyam Y.
197. İki Sûre İki Yorum, Ali Şeriati, Endişe Y.
198. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaş, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
199. Uzay Âyetleri Tefsiri, Celal Yeniçeri, Erkam Y.
200. Müşkil Âyetlerin Tefsiri, İbni Teymiyye, Tevhid Y.
201. Tevbe Sûresinin Gölgesinde Cihad Dersleri, Abdullah Azzam, Buruc Y.
202. Sure-i Tekvîr’in Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
203. Sure-i Yusuf’un Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
204. Yasin Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
205. Yasin Suresi ve Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
206. Ve’l-Asr Tefsiri, Ahmed Hamdi Akseki, Birun Y.
207. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sâmi, Erkam Y. s. 226-270
208. Bakara Sûresi Yorumu, 1-2, Haluk Nurbaki, Damla Y.
209. Âyet-el Kürsi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
210. Amme Cüz’ü Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
211. Amme Tefsiri, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.
212. Sûre-i Feth’in Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
213. Fâtiha Tefsiri, Mevlânâ Ebu’l-Kelâm Azad, Bir Y.
214. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, M. Sait Şimşek, Beyan Y.
215. Fâtiha’nın Kırk Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y.
216. Fâtiha Üzerine Mülâhazalar, Hikmet Işık, Nil A.Ş. Y.
217. Fâtiha Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y.
218. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Durmuş-Ali İçipak, Yenda Y.
219. Kur’an-ı Kerim Açıklaması (Fatiha ve Bakara Sureleri), M. Sadettin Evrin, Ank. 1962
220. Kur’an Araştırmaları, Muhammed Kutub, 1-2, Fikir Y.
221. Fâtiha ve En’am Sûrelerinin Tefsiri, Suat Yıldırım, Işık Y.
222. Eûzü Besmelenin Ve Fâtiha’nın İlginç Nükteleri, Eşref İba, Şahsî Y.
223. Besmele ve Fâtiha Tefsiri, Ebu’l-Leys Semerkandi, Hizmet Kit. Y.
224. Besmelenin Şerhi, Abdülkerim bin İbrahim Cîlî, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
225. Besmele Tefsiri, Hacı Bektaş Veli, Kültür Bakanlığı Y.
226. Kur’ân-ı Kerim’in Ahkâm Tefsiri (2 cilt), Muhammed Ali Sâbûni, Şamil Y.
227. MEALLER:
228. Kur’ân-ı Kerim Meali ve Yüce Tefsiri, Hacı Murad, Doğuş Y.
229. Azik Kur’an Çeviri ve Açıklama, Muhammed Hamidullah, Beyan Y.
230. Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, Muhammed Esed, İşaret Y.
231. Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Ağırakça, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
232. Nüzul Sebepli Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Ahmet Ağırakça-Beşir Eryarsoy, İst. 1987
233. Kur’an-ı Kerim’in Türçe Anlamı, Ali Bulaç, Bakış Y.
234. Yüce Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsir Notları, (3 cilt), Ebu’l-A’lâ Mevdudi, Merve Y.
235. Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerim, Hasan Basri Çantay, Çantay Kitabevi Y./Risale Y.
TEFSİR VE TE’VİL
- 891 -
236. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
237. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Heyet, Hikmet Neşriyat
238. Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Ahmed Davudoğlu, Çelik Y. /Seha Neşriyat
239. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklama, İsmail Mutlu, Nesil Basım Yayın
240. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Heyet, Marm. Ün. İlâhiyat Fak. Vakfı Y.
241. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Bahaeddin Sağlam, Tebliğ Y.
242. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İsmail Mutlu, Yeni Asya Gazetesi Neşriyat
243. Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meali, Ahmed Davudoğlu, Çile Y./Timaş Y./Merve Yayın Paz.
244. Kur’an-ı Kerim ve Kelime Meali (2 cilt), Medine Balcı, Ebrar Y.
245. Kur’an-ı Kerim ve Meal-i Âlîsi, A. Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat
246. Elmalılı Meali, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Dağıtım Y./İhtar Y./Huzur Y./İslâmoğlu Y./Eser Neşriyat
247. Kur’an-ı Kerim ve Meali, İsmail Kurt, Huzur Y.
248. Kur’an-ı Kerim’in Açıklamalı Türkçe Meali, İ. Atasoy, Ü. Şimşek, M. Paksu, İ. Mutlu, Ş. Döğen, C. Uşşak, İst. 1989
249. Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal), Hüseyin Atay, Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.
250. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Abdullah Aydın, Aydın Y.
251. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Ali Arslan, Okusan Yayıncılık
252. Kur’an’ı Anlamaya Doğru, Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmet Tekin, Özel Y.
253. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Ali Bulaç, Birim Yayın Org.
254. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Hasan Rıza, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
255. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, İsmail Hakkı İzmirli, Eren Y.
256. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Bekir Sadak, Ötüken Neşriyat
257. Kur’an-ı Kerim Meali, Ziya Kazıcı, Çağrı Y.
258. Kur’an-ı Kerim Meali, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Basım Yay./Akçağ Y.
259. Kur’an-ı Kerim Meali, Ali Arslan, Devran Y.
260. Kur’an-ı Kerim Meali ve Tefsiri, Ayntabi Mehmed Efendi, İst. 1956
261. Kur’an, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ank. 1957
262. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Enver Baytan, İst. 1986
263. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y.
264. Feyzu’l-Furkan ve Meâli’l-Kur’an, Hasan Tahsin Feyizli, Ank. 1992/Akit Gaz.
265. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meâni-i Kur’an, İzmirli İsmail Hakkı, İst. 1977
266. Kur’an-ı Kerim Türçe Meali, H. Karakaya, K. Kabakçı, M. Süslü, K. Seyidhanoğlu, K. Aytekin, İst. 1981
267. Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Celal Yıldırım, İst. 1982
268. Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Talat Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Ank. 1985
269. Kur’an-ı Kerim Meali (Türkçe Anlam), Ziya Kazıcı, Necip Taylan, Çağrı Y.
270. Kur’an-ı Kerim ve İzahlı Meal-i Âlîsi, Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat
271. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek , Hayreddin Karaman, Ali Turgut, Mustafa Çağırıcı, İ. Kâfi Dönmez, Sadreddin Gümüş, Ank. 1993/S. Arabistan Krallığı, Medine
272. Kur’an-ı Kerim, Ş. Oral, Y. Z. Ersal, M. Runyun, A. S. Yücesoy, A. Güven, M. A. Köksal, M. Ş. Özmen, K. Edip Kürkçüoğlu, H. Atay ve Y. Kutluay (3 cilt), Ank. 1973
273. Kur’an-ı Kerim’in Konularına Göre Ayrılmış Türkçe Anlamı, Ahmet Okutan, İst. 1967
274. Türkçe Kur’an-ı Kerim, Osman Nebioğlu, İst. 1957
275. Kur’an-ı Kerim veTürkçe Anlamı, H. E. Çalışkan, Güneş Gaz. Y.
276. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Akpınar Y.
277. Kur’an Tercümesi, Muhammed bin Hamza, İst. 1976
278. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Abdullah Tüzüner, İst. 1973
279. Kur’an-ı Kerim Meali, Ahmed Davudoğlu, Şelale Y./Temel Neşriyat/Cevher Y./Bahar Y.
280. Kur’an-ı Kerim Meali, Enver Baytan, Baytan Y.
- 892 -
KUR’AN KAVRAMLARI
281. Kur’an-ı Kerim ve Meali, Abdülbâki Gölpınarlı, Remzi Kitabevi Y.
282. Fuyuzat; Kur’an-ı Mübin’in Mealen Tefsiri, Şemsettin Yeşil, İst. 1964
283. Kur’an-ı Kerim ve Türçe Anlamı (Meal) (3 cilt), Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay, D.İ.B. Y.
284. Kur’an-ı Kerim, Besim Atalay, İst. İ962
285. Kutsal Kur’an Türkçe Meali, Sadi Irmak, İst, 1962
286. Kur’an-ı Kerim Meali, Y. N. Öztürk, Yeni Boyut Y.
287. Kur’an-ı Kerim Açıklamalı Meali, Komisyon, Türkiye Diyanet Vakfı Y.
288. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Yüce Meali, Ayntabî Mehmed Efendi, Huzur Y.
289. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Açıklaması, Osman Keskioğlu, Eren Y.
290. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, Ş. Taha, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
291. Kur’an ve Açıklamalı Meali, Heyet, Nesil Basım Yayın
292. Kur’an Meali, Ahmet Varol, Ozan Y.
293. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Tefsirli Meal-i Âlîsi, Hasan Rıza, Baytan Y.
294. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Mustafa Hizmetli, Birleşik Y.
295. Nüzul Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Mesut Okumuş, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
296. Nüzul Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı (Meal ve Sözlük), Ali Bulaç, Birim Y.
297. Kur’an-ı Kerim ve Kürtçe Meali, Abdullah Varlı, Şahsi Y.
298. İngilizce Kur’an-ı Kerim Meali, Heyet, İlmi Neşriyat
299. Kur’an-ı Kerim’in Mealen Manzum Açıklaması, A. Adnan Sütmen, Üçdal Neşriyat
300. Tanrı Buyruğu Oku, Kur’an Nazım Çeviri, Rıza Çiloğlu, İst. 1987
301. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlatımı, Bekir Sadak, İst. 1989
302. Kur’an-ı Kerim, Süleyman Tevfik Özzorluoğlu, İst. 1932
303. Lafzen ve Meâlen Kur’an-ı Hakim’in Tercümesi, Ali Rıza Sağman, İst. 1980
304. Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Süleyman Ateş, Kılıç Y./Yeni Ufuklar Neşriyat/Şura Y.
305. Kur’an-ı Hakim ve Öztürkçe Meali, Dabbetu’l-Arz Profesör 1400 (Alevi Dedeleri), Ank. 1995
306. İslâm’ın Mukaddes Kitabı Kur’an-ı Kerim, Türçe Tercüme ve Tefsiri, Hacı Murat Sertoğlu, İst. 55
307. İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali, Y.N.Öztürk, Yeni Boyut Y.
308. Mevzularına Göre Âyetü-i Kerimeler ve Mealleri, (2 cilt), Şamil Y.
309. Son Mesaj K.K. ve Gerekçeli Türkçe Meali, Mustafa Yıldız, Çıra Y.
310. Kelâmullah Allah’ın Kelâmı, Meal-Tefsir, Mehmet Türk, Edav Y.
311. Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, Mahmut Kısa, Armağan Kitaplar Y.
TAKVÂ
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
TAKVÂ
- 833 -
Kavram no 174
Görevlerimiz 38
Bk. İhsân; Sevgi ve Allah Sevgisi;
Korku; İbâdet
TAKVÂ
• Takvâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Takvâ; Sakınmaktır, Titremektir
• Kur’an’da Takvânın Tanımları
• İttika’nın Mertebeleri
• Kur’an’da Takvânın Yeri ve Önemi
• Takvâyı Elde Etme Yolları
• Takvâ Konusunda Sünnetullah (Allah'ın Değişmez Kanunları)
“Bu Kitap kendisinde şek ve şüphe bulunmayan bir Kitaptır. Muttakiler(takvâ sahipleri) için hidâyet kaynağı (rehber-kılavuz) ve yol göstericidir.“ 3337
Takvâ; Anlam ve Mâhiyeti
Takvâ kelimesi, “veka“ fiilinden gelir. Veka: ‘Korundu, kendini zararlı, acı ve eziyet veren şeylerden sakındı’ demektir. Takvâ, nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, nefsi günahlardan korumak demektir. Bu da, haramı terkle olur: Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir. Hadis-i şerifte: “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen harama da düşer; Nasıl, koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa. Haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır. Allah’ın korusu da haramlardır.“3338 buyrulmuştur. Kur’an, ‘hududullah’tan söz eder ki, işte bu Allah’ın, içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Mü’minlere sürekli olarak “Allah’ın sınırlarını aşmayın“ değil; “Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın“ diye emredilir. Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte, bu şekilde Allah’ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak takvâ’dır.
Takvâ, haşyet (ta'zim ve saygıdan ileri gelen korkma) mânâsındadır. Takvâ alelâde bir korku değildir; Bu, sevginin azalmasından endişe duymak, Allah'ın rızasının gideceğinden kaygılanmak, bunun için sakınmak demektir.
Takvâ, Hz. Ali'ye göre: “Günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibâdetlerle avunup aldanmayı bırakmaktır.“ Yine şu söz de Hz. Ali'ye aittir: “Dünyada insanların efendisi cömertler; âhirette de müttakîlerdir.“ Hasan el-Basri'ye göre ise: “Allah'tan başkasını Allah'a tercih etmemek ve bütün işlerin Allah'ın kudretinde
3337] 2/Bakara, 2
3338] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğunu bilmektir.“ Takvâ, Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmaktır. Sorumluluk şuurudur takvâ. Allah'a karşı duyulan sevgi ve yakınlıktır. Allah'a yaklaşmak için her çeşit haramdan kaçınmak; O'nun rızasını, O'nun sevgisini yitirmekten çekinmektir. Cehennemle insan arasına engel koymaktır. Şeytanla ilâhi emirler arasına, arzularla iman arasına, düşmanla dost arasına engel koymaktır. Tabbii, bu engelleri koyabilmek için, öncelikle Allah'la aramızdaki engelleri kaldırmak gerekir.
Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat kesilir, vücudunun her parçası göz olur. İşte aynen bunun gibi; elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan ömrünü geçirmeye takvâ denir. Takvâ, halk için insanın dışını süslediği gibi; İçini Hak için şirkten, her türlü haramdan, yalandan, kinden, iftiradan, hasetten, gıybetten arındırıp süslemesidir.
En kapsamlı ve en kuvvetli koruma, ancak Allah’ın korumasıdır. Diğer koruyanların korumaları mecazi anlamda ve çok sınırlı olduğu gibi; Allah’ın dilemediği hiçbir alanı kapsamaz. İyi korunmak demek olan ittika, ancak Allah’ın vikaye’sine (korumasına) girmekle gerçekleşebilir. O yüzden Takvâ, her türlü zarar verecek şeye karşı bir sığınaktır; bir kale ve kalkandır; bir zırhtır. Kendini emniyete almak, emin ve gerçek mü’min olmaktır. Şirki ve sapıklığı reddetmeden, isyanı ve günahları terketmeden Allah’ın kalesine sığınılmaz. Takvâ, haramları terketmek ve sevaplara yapışmaktır. Ömer b. Hattab (r.a.), Übeyy b. Kâb’a “takvâ nedir?“ diye sorduğunda Übeyy: “Dikenli yolda hiç yürümedin mi?“ dedi. Hz. Ömer: “Yürüdüm!“ deyince, “o zaman ne yaptın?“ dedi. “Paçalarımı sıvayıp gayret sarfettim“ cevabını aldıktan sonra: “İşte takvâ odur“ dedi.
Budur işte takvâ... Duygulu vicdan, şuurda berraklık, devamlı haşyet, daimi sakınma, yolun dikenlerinden korunma... Hayât yolunun, şehvetlerin ve çeşitli arzuların dikenlerinin sardığı yol... Korku ve vehim dikenlerinin sardığı yol... Boş ümitlerin bağlandığı dikenli yol. Fayda ve zarar vermekten âciz, dolayısıyla korumak, sığınılmak ve sakınmak liyakati olmayan kimseleri boş korkularının sardığı dikenli yol ve daha yüzlerce korkular... 3339
Takvâ; Sakınmaktır, Titremektir
Takvâ, sakınmaktır. Sevdiğimiz, şeyin üzerinde nasıl titreriz. Onu korumak, onu kaybetmemek için veya ona zarar gelmesin diye nasıl sakınırsak, insanın en şerefli yeri olan gönül ve içindeki iman da öyle, hatta daha fazla sakınılmalı. İmanı korumak ve onun üzerinde titremektir takvâ. Küçük çocuğu balkondan veya odanın penceresinden dışarı sarkmış olsa, annesi-babası onu gözetip korumak için nasıl davranır ve düşme ihtimaline karşı nasıl tedbir alırsa, şüpheli ve haram olma riski olan tehlikeli davranışlara karşı en az öyle tedbir alıp sakınmaktır takvâ. “Gözü gibi sakınmak“ deyimi vardır dilimizde. Haramlara karşı bu titizlik ve hassasiyetle Allah'ın rızasını, gözümüz gibi korumamız gerekmektedir.
Takvâ; Olumlu Korkudur, Sevgiyi Yıpratma veya Yitirme Endişesidir
Allah, Fâtiha'nın başlangıcında da gördüğümüz gibi, kendisinin rahmet
3339] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l Kur’an, s. 77
TAKVÂ
- 835 -
sıfatlarını öne çıkarmakta; ağırlıklı olarak O'nun Rabliğini, merhametini düşünmemizi istemektedir. O yüzden korkudan çok; sevilmeli, rahmetin ümit kesilmemelidir. İşte, takvâdaki korku, sevgi ağırlıklı bir korkudur. Arapçada alelâde korkuya takvâ denmez, havf denir. Türkçede takvânın ifâde ettiği sevgi ağırlıklı korkuyu karşılayacak kelime yok. İnsanın, korkulmaması gereken nice şeylerden korktuğu, bu korkunun bir eksiklik, hatta oranına ve yönelişine göre hastalık olduğu bir gerçektir. Sözgelimi, fakirlikten, polisten, karakoldan, bazı insanlardan, insanların kınamasından, tâğutî kanun ve mahkemelerden, ölümden... korkanlar çoktur. Hatta, adına fobi denilen çağdaş korkular da var. Bunların hiçbiri takvânın içerdiği olumlu korkular değildir. Meselâ hastalıktan korkarız ama, korktuğumuz için hastalığa sevgi ve saygı beslemeyiz. Bu tür korku itici bir korkudur. Takvâ ise çekici, olumlu bir korku. Korkuyorsunuz, korktuğunuz için daha çok seviyor, saygı duyuyorsunuz. Daha doğrusu, sevdiğiniz ve saydığınız için korkuyorsunuz. Korkunuz, O'nun sevgisine gölge düşme endişesinden. Korktukça O'na daha yaklaşıyorsunuz. O'na yakınlığınız oranında titremeniz, heyecanınız, huşunuz, korkunuz, yani takvânız artıyor. İşte takvâ, bizi Allah'a yaklaştıran bir ürperti, sevgisini yıpratma korkusudur.
Kur’an, Arab’a hidâyettir veya aceme hidâyettir denilmiyor; Kur’an’ın hidâyeti her insanın çalışarak kazanabileceği bir vasıf olması sebebiyle bütün insanları kuşatması mümkün olan takvâ sahipliği şartına bağlanıyor. Kur’an’dan yararlanabilmenin ilk şartı muttaki olmaktır. Şüphesiz bu Kitap’ta hidâyetten başka bir şey yoktur. Kur’an, bütün insanlığa hidâyet için nazil olmuştur. Fakat bu hidâyetten istifâdenin ilk şartı, ittikayı tercih etmek, yani korunmayı istemektir. Kişi, ondan faydalanabilmek için sağlam bir gönül ve selim bir akıl ile yaklaşmalıdır. Her şeyden önce Allah’tan korkan, hakkı seven biri olmalı; hakla batılı birbirinden ayırabilmeli ve dosdoğru yaşamalıdır. Dolayısıyla, takvâ sahibi olmalıyız ki, Kur’an bizi doğru yola iletsin ve felaha kavuşalım. Kalbin kilitlerini açan takvâ, o nurun kalbe girerek vazifelerini yapmasını sağlar. Faydalı her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvâdır. Kur’an’da hidâyeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve samimi niyyetle yönelmesi şarttır. Allah’tan hakkıyla korkan, korunan, dalalete düşmekten, bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen bir kalbe Kur’an sırlarını ve nurlarını açar.
Bakara sûresinin ilk âyetleri, müttakîlere hidâyet olan kitabı belirttikten sonra, müttakîlerin sıfatlarını açıklamaya başlıyor: “Onlar ki gayba inanırlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler. Onlar, sana indirilene de, senden evvel indirilmiş olanlara da inanırlar. Âhirete de yakînen kaanîdirler.“3340 Takvâ sahibinin özellikleri: İlk vasıf iman; Sonra bu sahih akideye dayalı ve onu perçinleyen namaz ve infak başta olmak üzere sâlih ameller.
Kur’an’da Takvânın Tanımları
“Elif Lâm Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, müttakîler için bir hidâyet kaynağı ve kılavuz olan bir kitaptır. O müttakîler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan infak ederler. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve âhiret gününe iman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler
3340] 2/Bakara, 3-4
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve felaha, kurtuluşa erenler ancak onlardır.“ 3341
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz gerçek iyilik (birr, takvâ ve itaat) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmışa), isteyip dilenenlere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.“ 3342
“De ki, size bunlardan daha hayırlısını bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızası, hoşnutluğu vardır. Allah kullarını hakkıyla görendir. Ki onlar, ‘Ey Rabbimiz! İman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru’ derler. Sabrederler, doğru dürüst olurlar, huzurda boyun bükerler, infak ederler (hayırda harcarlar) ve seher vaktinde Allah’tan bağışlanma dilerler.“ 3343
“Rabbinizin mağfiretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete kavuşmak için yarışın, koşun. O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için infak edip harcarlar; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da muhsinleri, güzel davranışta bulunanları, iyilik yapanları sever. Yine onlar, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı tevbe istiğfar eder, bağışlanma isterler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Yine onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler. İşte bunların mükâfatı, Rablerinin mağfireti ve içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!“ 3344
“Andolsun Biz, Mûsâ ve Harun’a, takvâ sahipleri için bir aydınlık ve bir zikir (öğüt) olarak, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Furkan’ı verdik. (O takvâ sahipleri ki) onlar, Rablerine karşı O’nu görmedikleri halde bir haşyet içinde O’na saygı gösterirler. Onlar, kıyametten içleri titreyip korkan kimselerdir.“ 3345
“Doğruyu getiren ve tasdik edip doğrulayanlar, işte onlar müttakîlerdir.“ 3346
“Şüphesiz müttakî olanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada ihsanda bulunup güzel davrananlardı. Gece boyunca da pek az uyurlardı (Kalan saatlerinde de namaz kılar ve ibâdet ederlerdi). Onlar seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi. Onların mallarında dilenip isteyen ve (iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için bir hak olduğunu kabul ederlerdi.“ 3347
Şirkten sakınıp iman üzere olmaktır takvâ. 3348
İsyandan sakınıp itaat üzere olmaktır takvâ. 3349
3341] 2/Bakara, 1-5
3342] 2/Bakara, 177
3343] 3/Âl-i İmran, 15-17
3344] 3/Âl-i İmran, 133-136
3345] 21/Enbiyâ, 48-49
3346] 39/Zümer, 33
3347] 51/Zâriyat, 15-19
3348] 48/Fetih, 26
3349] 5/Mâide, 65; 7/A'râf, 96
TAKVÂ
- 837 -
Her eylemde Allah'ın rızasını aramak için Allah'a lâyık bir kul olmaya çalışmaktır takvâ. 3350
Takvâ iman demektir. 3351
Takvâ tevbe demektir.3352
Takvâ tâat anlamına gelir. 3353
Takvâ günahları terketmek anlamında da kullanılır. 3354
Takvâ ihlâs mânâsında kullanılır. 3355
Kur’an’daki takvâ ile ilgili âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Kur’anî tanımla takvâ, iman etmek ve Kitaba tâbî olmaktır. Takvâ, tevhid ve teslimiyettir. Kur’anî inanç ve sâlih ameldir.
İttika’nın Mertebeleri
İttika’nın üç mertebesi vardır. Birinci mertebesi: insanın küfürden nefsini korumasıdır. Her mü’min bu anlamda müttakîdir.3356 İkinci mertebesi; haramlardan kaçınmak, küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak durmak ve farzları eda etmektir. Bu mertebe, ittikanın ortasıdır. Yasaklardan kaçınıp, emredilene yapışarak mü’minlerin cehennem azabından korunmalarını içeren bu takvâ, 2/Bakara sûresinin ilk âyetlerinde vasıfları belirtilen ittikadır.3357 Üçüncü mertebesi ise; Mü’minin, bütün benliği ile Allah’a dönmesi, kalbinden mâsivâyı (Allah’ın dışında her şeyi) çıkarması ve her an ibâdet bilinci ile yaşayıp tefekkürle meşgul olmasıdır3358. İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe, kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvâdır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvâdır. Üçüncüsü ise, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvâsı ve imanıdır. Âyette takvânın bu üçüncü mertebesi ihsan olarak zikredilmiştir. “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görmektedir.“ 3359
Takvâ, bir elbise; isyankâr anlamındaki fücur, fâcirlik de örtüyü yırtmak demektir. Dolayısıyla takvâyı bırakıp günahlara meyletmek, elbiseyi atıp, giysileri, çamaşırları yırtmak ve çıplaklıktır. Utanılacak bir durumdur, edepsizliktir, takvâdan sıyrılıp çıplak kalmak. Nasıl bir anlık vesvese sonucu Allah'ın emrini unutup, O'nun yasağını işleyen Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın elbiseleri sıyrılıvermişti. “(Allah buyurdu ki:) 'Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak, şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zâlimlerden olursunuz.' Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: 'Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı' dedi. Ve
3350] 3/Âl-i İmran, 102
3351] 48/Fetih, 26; 49/Hucurât, 3; 26/Şuarâ, 11
3352] 7/A'râf, 96
3353] 16/Nahl, 2, 52; 23/Mü'minûn, 52
3354] 2/Bakara, 189
3355] 22/Hacc, 32; 2/Bakara, 41
3356] Takvânın bu mertebesi için bkz. 48/Fetih, 26
3357] Bkz. 7/A’râf, 96
3358] Bkz. 3/Âl-i İmran, 102; 64/Teğâbün, 16
3359] Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara: 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim' diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?' diye nidâ etti.(...) Ey Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi; işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın.“3360 Takvâ elbisesi, bazı âlimler tarafından hayâ, sâlih amel, yüzdeki hoş çehre, harpte giyilen zırh ve miğfer, Allah korkusu ve haramlardan çekinerek Allah'tan sakınma, takvâyı hatırlatan ve takvânın gereği olan elbise şekillerinde yorumlanmıştır.
Ele, dile bele, göze, gönle sahip olup, onları haramlardan korumak takvâ iken; hayâ perdesini yırtmak da, takvânın zıddı olan fücur demek oluyor.
Fücur: Örtüyü yırtmak anlamına gelir. Takvâ, fücurun zıddı olarak, bir örtü, bir elbisedir: “Ve takvâ elbisesi, işte o hayırlıdır.“3361 Allah, insana hem fâcir, hem de müttakî olma yolunu göstermiş ve onu bu iki yol arasında serbest bırakmıştır. Takvâ elbisesini giyen, kendini bu elbiseye zarar verecek her şeyden korur; insanın dışından giydiği elbise gibi bu elbise aynı zamanda süs, aynı zamanda her türlü etkiden koruyucudur. Bu elbise yalnızca dış elbisesi olmakla kalmaz; içe giyilen parçaları da vardır. İslâm bu elbiseye talip olmakla başlar. Takvâ öncelikle “korunma“ anlamına geldiğinden, korunmaya zarar verecek şeylerden korkmak ve çekinmek de bu kavramın içine girmiştir. İşte, kişi önce kendisinin istikbali, yaptıkları ve azap konusunda bir korku duyar. Bu korku onu bir yerlere sığınmaya zorlar; bu takvânın ilk mertebesidir. Sığınılan yer salt bir dört duvar arası değildir. Tehlikenin gelebilmesi için çatı, pencere, kapı açıklıkları ve daha başka yarıklar da bulunabilir. Bütün buraları da örtmeye çalışmak, elbiseyi daha bir kalınlaştırıp vücudun her yanına sarmak takvânın ikinci mertebesidir.
Bütün bunlardan sonra, sığınılan binânın veya giyilen elbisenin herhangi bir yanından en ufak bir delik bile açılmaması için çalışmak da takvânın son mertebesidir. (Çünkü, açılan delik her zaman büyüme istidadındadır.) Şu halde, takvâ bir sığınağa sığınmak, her türlü tehlikelerden korunmak için bir elbise giymek anlamına geldiği gibi, bu sığınak veya elbiseyi korumak, onun üzerinde titremek ve dıştan gelebilecek her türlü tehlikeler karşısında uyanık bulunmak anlamına da gelir. Takvânın bu üç derecesi Kur’an’da açıklanmıştır:
“İttika edip iman ettikleri ve sâlih ameller işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra ittika edip...“3362 Birinci derecede takvâ, bütün peygamberlerin tebliğlerinin ilk başlangıcını oluşturur. Gerek Hz. Nuh, gerek Hz. Hud, gerekse Hz. Sâlih, Hz. Şuayb ve Hz. Lut, kavimlerine “ittika etmez misiniz? Ben muhakkak emin bir Rasûlüm.“ diyerek tebliğe başlamışlar ve bu başlangıç bir bakıma çeşitli mertebeleriyle tebliğlerinin özetini de oluşturmuştur. “İttika etmez misiniz? Muhakkak ben emin bir Rasûlüm. Allah’tan ittika edin ve bana itaat edin.“ 3363
Oruç, kısas, Allah’ın âyetleri ve vaid vs. takvâ merdiveninin basamaklarıdır.
3360] 7/A'râf, 19-22, 26-27
3361] 7/A’râf, 26
3362] 5/Mâide, 93
3363] 26/Şuarâ, 106, 124, 142, 161, 177
TAKVÂ
- 839 -
Takvâyı korumak, bu sığınak veya elbiseye hiçbir zarar vermemek için ateşten, âhiret gününün şiddetinden, Allah’tan, azabından korku ve çekinme içinde olmak da takvânın anlamı içindedir; bu duruma ittika denilir. 3364
Her insan, belli bir derecede Allah’ın koruması altındadır. Bu, Allah’ın Rahman ve Rabb oluşunun sonucudur. Yalnız, unutulmamalıdır ki, Allah, adil bir Rabb olarak azabından korunmaya çalışmayanları azabından uzak tutacak değildir. İşte, azaptan korunma, Allah’ın cezalandırmasından titreme kulun görevidir. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarından oluşan sınırlarını aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmamak ve bu konuda elden geldiğince dikkatli olmak gerekir. İşte, müslüman olarak ölebilmek buna bağlıdır. Bu da Allah’tan ittika etmek nasıl gerekiyorsa öyle ittika etmektir.3365 Bu da kuşkusuz istidat, kabiliyet ölçüsündedir; mükellefiyetin sınırları dâhilindedir. Kur’an bunu “Allah’tan istidadınız ölçüsünde ittika edin“ diye açıklar. 3366
Özet olarak, insanın kendisini Allah’ın korumasına bırakması, bu nedenle de âhirette zarar verecek günahlardan çekinip sevaplara koşması takvâdır. Bu birkaç derecedir. İlk derecesinde Kelimetü’t-Takvâ olan tevhid’e sarılma ve şirkten uzaklaşma; ikinci derecede ise kalbini Allah’tan sakınarak farzları yerine getirme, üçüncü derecede ise, kalbini Allah’tan başka her şeyden uzak tutma, bütün varlığıyla Allah’a yönelmedir. Âyette belirtilen Allah’tan ittika’nın gerektirdiği takvâ budur.
Allah’tan hakkıyla ittika edebilmek ve müslüman ölebilmek için öncelikle Allah’ın ipi’ne toptan yapışarak tevhid üzerinde birleşmek ve her türlü tefrika ve ihtilâftan kaçınmak gerekir. Bütün mü’minler, tek bir kelime üzerinde aynı davranış biçimine girmedikçe, tevhid-i ameli’ye ulaşamadıkça, takvâya ulaşmak da güçleşir. Bu yüzden Kur’an: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na karşı takvâ’nın gerektirdiği şekilde ittika edin ve ancak müslümanlar olarak can verin. Toptan Allah’ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin.“3367 diye emretmektedir. 3368
Takvâ kelimesi, “sakınmak“ biçiminde çevrilir Türkçeye. Takvânın ne olduğunu bilmek, ancak yaşamakla mümkün. Ama takvânın salt korku demeye gelmediği rahatlıkla söylenebilir. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde, tabii korku da var. Ancak bu korku; ateşten, cehennemden, azabdan, kahrdan korkmak değil. Bu tür korkuya “havf“ derler ki, onda sevgi aranmaz.
Ya nedir? Takvâdaki korku, kulun Rabbıyla arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil; o sevmeyecek diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O'nun sevmemesidir. İşte takvâ, kişinin Allah'la arasında oluşturduğu sevgiyi yıpratmamak için tetikte durması, o sevgiyi gözbebeği gibi korumasıdır. Bu durumda vedûd olan Allah'ın değil yasaklarını; O'nun hoşlanmama ihtimali olan şeyleri bile terk eder. Değil O'nun emirlerini; O'nu hoşnut edeceğini sandığı tüm eylemlere sarılır. Bütün bunları yaparken de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu yıpratmamayı amaçlar. Takvâda, titreyişin illeti ödül ya da ceza değil; sevgidir.
3364] 2/Bakara, 183, 24, 179, 123, 194, 196, 203, 223; 20/Tâhâ, 113...
3365] 3/Âl-i İmran, 102
3366] 64/Teğâbün, 16
3367] 3/Âl-i İmran, 102-103
3368] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 466-469
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Takvâ sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku... Bu üçlünün insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut, korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis etmek tahsis edilen o şeyi “ilâh“ edinmektir. İnsan birini yalnız sevebilir, bu akidevî bir mesele teşkil etmez. Ya da birine umut besleyebilir, veyahut birinden korkabilir. Ancak bu üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis edemez. Bunu yapmak O’na eşler (endâd) bulmak demeye gelir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak “müttakî“ yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı bilincin dinamiğidir; ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincinin...
Değil bunların üçünü birden Allah’tan gayrıya tahsis etmek, mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ın rızası olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak“ olarak adlandırmaktadır. Cenab-ı Hak, “İnsanlardan bazıları Allah’tan başkalarını O’na eşler koşar. Allah’ı sever gibi severler onları. İman edenlerin Allah sevgisi ise daha çoktur.“3369 Bu, sevgiye ilişkin hüküm. Bir de korkuya ilişkin olanı var:
“Kendilerine savaş farz kılınınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz niçin bize savaşı farz kıldın? Bize biraz daha süre tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır; takvâ sahibi için âhiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.“3370 Evet, Allah’ı sever gibi sevenlerin durumunu belirten âyetin üslubuyla, Allah’tan korkar gibi korkanların durumunu belirten âyetin üslubu arasında çok açık bir fark vardır. Yanlış sevginin cezası, yanlış korkunun cezasından kıyas götürmeyecek kadar büyük. Allah’ı sever gibi sevmek adeta şirkle tanımlanırken, Allah’tan korkar gibi korkmak sadece yeriliyor. Bu da sevginin azametine çarpıcı bir örnek. 3371
Kur’an’da Takvânın Yeri ve Önemi
Takvâ, sadece Muhammed ümmetine değil; bütün ümmetlere ve toplumlara emredilmiş bir vasiyettir: “Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah’tan ittika edin (korkup sakının)’ diye vasiyet ettik (emrettik).“3372; “Nuh kavmi de gönderilen peygamberleri yalanlamıştı. Hani onlara kardeşleri Nuh: ‘ittika etmez misiniz (korkup sakınmaz mısınız)?’ demişti.“3373 Mûsâ, Hud, Lut, İlyas (a.s.) da kavimlerine aynı soruyu sorup, aynı vasiyeti iletmişti.3374 Tüm bu âyetlerden öğrenmekteyiz ki, takvâ genel bir hedeftir. Bunun için peygamberler gönderilmiştir. Bütün şeriatlar, emirler, vasiyetler bunun içindir. Şâyet takvâ, bir insanın kalbine yerleşirse, artık bundan böyle kendisini gözetleyecek, rapor tutacak, hesaba çekecek bir polise ihtiyacı yoktur. Çünkü onun takvâsı, kendisini her türlü şerden alıkor, her türlü hayra da yöneltir. Bakıyoruz ve görüyoruz ki, tüm peygamberlerin emirleri, bunun üzerine binâ edilmiş ve onlara itaata bağlı kılınmıştır. O halde itaatsız olarak takvâ öğrenilemez, uygulanamaz. Nerede takvâdan söz ediliyorsa, orada mutlaka itaat vardır: İşte Nuh (a.s.) diyor ki: “Allah’tan ittika edin (korkup sakının)
3369] 2/Bakara, 165
3370] 4/Nisâ, 77
3371] M. İslâmoğlu, Yürek Devleti, s. 96-98
3372] 4/Nisâ, 131
3373] 26/Şuarâ, 105-106
3374] Bkz. sırasıyla 26/Şuarâ, 10-11; 123-124; 160-161; 37/Saffât, 123-124
TAKVÂ
- 841 -
ve bana itaat edin.“3375 İşte Hud (a.s.) diyor ki: “O halde Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve bana itaat edin.“3376. İşte Sâlih (a.s.) (aynı ifâde:3377; İşte Hz. Şuayb3378; İşte Hz. İsa3379; İşte Hz. Muhammed (s.a.s.): “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl ittika etmek (korkup sakınmak) gerekiyorsa, öylece ittika edin (korkup sakının) ve ancak müslümanlar olarak ölünüz.“ 3380
İlahî emirler, takvâyı gerçekleştirmek ve insan kalbine çıkmayacak şekilde kökleştirmek için farz kılınmıştır:
“Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz.“ 3381
“Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayât vardır. Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz (korunup sakınırsınız).“ 3382
“İşte Allah, insanlara âyetlerini böylece açıklar. Umulur ki, takvâ sahibi olurlar.“ 3383
Takvâ, büyük ve şerefli bir makamdır. Allah, kendisine yakınlığın ve uzaklığın ölçüsü olarak takvâyı göstermektedir: “Gerçekten, sizin en üstün olanınız, Allah katında, en çok takvâ sahibi olanınızdır.“3384 Kur’an’da, dünyada kazanılacak olan en iyi azığın takvâ olduğu bildirilmektedir: “Azık edinin; Kuşkusuz azığın en hayırlısı takvâdır.“3385 Dünyada insan için en güzel bir elbise görevi yapan şey takvâdır: “Ey Âdemoğulları, biz size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır.“ 3386
Allah, kendisine veli-dost olarak takvâ sahiplerini seçmiştir:
“O’nun asıl velileri, evliyası sadece muttakilerdir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.“ 3387
“Haberiniz olsun, Allah’ın evliyası (velileri-dostları), onlar için korku yoktur; onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edenler ve ittika edenler (Allah’tan korkup sakınanlar)dır.“ 3388
Allah, sadece muttakilerin amellerini kabul edeceğini bildiriyor: “Allah, ancak müttakîlerden (korkup sakınanlardan) kabul eder.“ 3389
Kur’an, sadece takvâ sahibi olanların, onun hidâyetiyle doğru yolu bulacaklarını, onun gösterdiği yoldan gideceklerini bildiriyor: “O (Kur’an) takvâ sahipleri
3375] 26/Şuarâ, 108
3376] 26/Şuarâ, 126
3377] Bkz. 26/Şuarâ, 144
3378] 26/Şuarâ, 179
3379] 3/Âl-i İmran, 50
3380] 3/Âl-i İmran, 103
3381] 2/Bakara, 183
3382] 2/Bakara, 179
3383] 2/Bakara, 187
3384] 49/Hucurât, 13
3385] 2/Bakara, 197
3386] 7/A’râf, 26
3387] 8/Enfâl, 34
3388] 10/Yûnus, 63-64
3389] 5/Mâide, 27
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için kesin bir öğüttür.“3390; “Bu (Kur’an), bütün insanlara bir beyan (açıklama)dır. Takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve öğüttür.“ 3391
Şâyet kişi takvâ sahibi olursa, Allah, onu şeytanın hile ve tuzaklarından korur: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.“ 3392
Takvâ üzerine kurulmamış her şey, sahibini sadece cehenneme sürükler: “Binâsını takvâ (Allah korkusu) ve Allah rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez.“ 3393
İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva’dan çoğalmaları veya herbiri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersiz ve yanlıştır. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür: “Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (Allah’tan en çok korkup sakınanınız)dır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberi olandır.“3394
Takvâ, Yüce Allah’ın mü’min kulları için işaret buyurduğu bir toplanma ve yardımlaşma noktasıdır: “İyilik ve takvâda yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.“ 3395
Peygamberimiz (s.a.s.) duâlarında Yüce Allah’tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvâyı da istemiştir. Bu şekilde duâ etmesiyle, takvânın bizim için büyük önemini vurgulamıştır. Bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.“3396; “insanın cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı duyduğu takvâsıdır.“ 3397
“Allah’a karşı takvâ sahibi olmanızı tavsiye ederim.“3398 Her cuma hutbesinde bu takvâ emri veya tavsiyesi tekrarlanır. Bütün hutbelerin özeti mahiyetinde, konuşmanın özü ve anafikri olarak bu sözler, Peygamberin sünneti olarak ifâde edilir: “Emmâ ba'dü feyâ ibâdellah! İttekullahe ve etîûh (Sözün özü şu: Allah'ın kulları! Takvâ sahibi olun, Allah'tan korkup sakının. Ve O'na itaat edin!)“ Veya “ûsıyküm bi-takvâllahi ve tâatih (Takvâyı, Allah korkusunu tavsiye ederim.)“ Ve eklenir: “Allah, kesinlikle takvâ sahipleriyle ve muhsinlerle beraberdir.“3399 Muhsin olmak da, muttaki olmanın değişik bir yansımasıdır. Muhsin, ihsan sahibi demek. İhsan: Güzel davranmak, iyilik ve infak etmek, davranışımızı ve konuşmamızı güzelleştirmek demek. İhsan: Allah'ı görür gibi ibâdet etmek demek; ki, bunlar da takvâ özelliğidir.
Toplumdaki müslümanların tümü takvâ sahibi olurlarsa ancak o zaman
3390] 69/Haakka, 48
3391] 3/Âl-i İmran, 138
3392] 7/A’râf, 201
3393] 9/Tevbe, 109
3394] 49/Hucurât, 13
3395] 5/Mâide, 2
3396] Ahmed b. Hanbel, V, 411
3397] Ahmed b. Hanbel, II, 392 , 442
3398] Ebû Dâvud, Sünen 5; Tirmizî, İlim 16
3399] 16/Nahl, 128
TAKVÂ
- 843 -
İslâm bütünüyle ayakta durabilir. Şâyet müslüman bireylerde takvâ zedelenirse, İslâm'a da zarar gelir. Her ferdin takvâsı, sorumluluğu nisbetindedir. Sapık bir inanç ve bayağı yaşayıştan, yani zifiri karanlık bir cahiliyyeden çıkan insanların, dünyanın bir benzerine şahit olmadığı mutluluk çağını oluşturmaları, toplumun takvâ temeline oturmasından kaynaklanmaktaydı. Takvâ sayesinde toplum canlandı, dirildi; dün çocuğunu diri diri toprağa gömen insan, karıncayı ezmemeye özen gösterecek merhamet anıtına dönüştü.
Takvâyı Elde Etme Yolları
Takvâ, kalpteki bir melekedir. Bu meleke kalpte yer ettiği zaman, bundan da vücudun (cesedin) izleyeceği yol ortaya çıkar. Bu, Allah'ın koyduğu programa göre devam eder. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: “Gerçekten cesette bir et parçası vardır. Bu et parçası sağlıklı olduğu zaman, tüm vücut sağlam olur. Bu bozulunca tüm ceset de bozulur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir.“3400 Anlaşılıyor ki, insanın tümüyle düzelmesi, kalpteki takvâ ile ilgilidir. Bu takvâ gerçekleşince, gerekli olan şeyler ortaya çıkmaya başlar.
Takvâyı elde etmenin birinci yolu Allah'ın Kitabını düşünerek, anlamaya ve uygulamaya çalışarak okumak, okumak, okumaktır: “Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri, ikazları türlü şekillerde açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede) ittika ederler (korkup sakınırlar) ya da Kur'an onlar için öğüt olarak düşünme (yeteneğini) oluşturur.“ 3401
Kur'an, kalplerde takvâya engel olan problemleri giderir; gönüllere şifadır: “Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa ve mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.“3402; “Onlar Kur'an'ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?“ 3403
Takvâyı elde etmenin ilk yolu imanla beraber Kur'an'a sarılmaktır. Çünkü Kur'an, iman etmiş bir kimseye sırlarını açar, hazinelerini saçar. Sahâbe de öyle diyordu: “Bize Kur'an'dan önce iman verilirdi.“ İmanın aslı bulunduğu halde, kalpte yine hastalıktan biraz eser bulunur. Özellikle bizim gibi her tarafa manevi mikroplar saçan cahiliyye toplumundaki bulaşıcı hastalıklardan kalbin etkilenmemesi mümkün değildir. İman ettiği halde az da olsa hastalıktan kurtulamayan kalbin şifası, Allah'ın Kitabı Kur'an'da mevcuttur. Kalbinde iman bulunmayan ve hidâyeti aramayan insanın O Kitap'tan yararlanması ise mümkün değildir. Kâmil bir imana, takvâ ile dolu selim bir kalbe ulaşmanın yolu Kur'an'dan geçer.
Takvâyı kazanmanın ikinci yolu hidâyete bağlı olan Allah'ın ihsanı (bağışı)dır. Hidâyet olmadan takvâ olmaz: “Hidâyeti bulmuş olanlara gelince, (Allah), onların hidâyetlerini arttırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.“3404 Hidâyet, şahsi bir çaba göstermeyi ister. Bu şahsi gayreti, şu âyet bildirir: “Bizim uğrumuzda gayret gösteren, cihad edenlere, biz şüphesiz hidâyette kılarız, yollarımızı gösteririz.“3405 Hidâyet için, Allah'ın Kitabına sarılmak ve mücâhede gerekir. Mücâhede, Kitap ve Sünnet'e bağlı kal3400]
Buhârî ve Müslim
3401] 20/Tâhâ, 113
3402] 10/Yûnus, 57
3403] 47/Muhammed, 24
3404] 47/Muhammed, 17
3405] 29/Ankebut, 69
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mak ve bağı kuvvetlendirmek için gayret demektir. Bu gayret, diri ve uyanık olmakla sağlanır. Bunun için de zikir ve fikir şarttır. Zikir ile fikrin birleştiği en büyük amel, Kur'an'ı tedebbür ve tefekkürle okumaktır. Çünkü Kur'an bizzat zikirdir.3406 Bu konuda en etkili Kur'an tilaveti ise, gecelerin ihyası için kılınan teheccüd namazlarındaki okunan Kur'an'dır. “Doğrusu gece neşesi (gece ibâdeti), (insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, Kur'an okumaya daha elverişlidir.“ 3407
Kalp; küfürden, şikaktan, münafıklık hallerinden, kirlerinden arınmadıkça sağlığını (selim vasfını) kazanamaz. Rasûlullah şöyle buyurur: “Kul, bir hata işlediğinde kalbinde bir siyah nokta oluşur. Şâyet o kimse, nefsini o günahtan çekip çıkartır, tevbe eder ve Allah'tan mağfiret dilerse kalbi cilalanıp temizlenir. Şâyet tekrar o hataya (günaha) dönerse, o leke büyür; öyle ki, tüm kalbini istila eder. İşte bu “rân“dır. Allah, bununla neyin kasdolduğunu Mutaffifin sûresinde zikretmiştir. “Kellâ bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn“ “Hayır (onların sandıkları gibi değil), onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırıp karartmıştır.“ âyetinde buyurduğu “rân“dır. 3408
Nefis, rahatlığa alışkındır, tembelliği sever, şehvete, lezzete ve dünyevi şeylerden istifâde düşkündür. Bütün bunlar, zahmet ve çile isteyen takvâ gereçleri ile çelişirler. “Cennet hoşa gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır.“3409 Bu hususta takvâya meyil için üstün gelmek için gayret gerekir. İnsanın, hevâ ve heveslerini yenmesi için sıkıntılarla karşılaşsa da sabır ve sebat göstermesi lazımdır. “Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevâdan (kötü istek ve tutkulardan) sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için bir barınma yeridir.“3410; “Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz.“3411 Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şâyet nefis, hayırla meşgul olup uğraşmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülüklerle meşgul eder. Hayât, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibâdet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere.
Takvâya ulaşmak için, başta haramları terketmek ve farzları îfâ etmek gerekir. Namaz, zekât, cihad, faize bulaşmamak... Sonra, nâfilelere devam etmek gerekir. Namazların sünnetleri başta olmak üzere nafile namazlar, özellikle teheccüd namazı, zikir, tefekkür, sünnetlere sarılmak gibi şeylerle takvâ sağlanabilir. Nafilelere önem verirken dikkat edilmesi gereken önemli bir durum vardır. O da; bazı insanlar, nafileyi farzların önüne geçiriyor, farz derecesinde mecbur tuttukları nafileleri yapacağım diye nice farzları ihmal ediyorlar. Bu, şeytanın sağdan yaklaşarak, mühimmi ehemme tercih ettirmesiyle ilgili bir tuzaktır. Bu tuzağa düşmemek için edille-i şer'iyye sıralamasını unutmadan; imandan sonra öncelikle yapılması gerekenin haramları terk ve farzları eda olduğunu unutmamak gerekir. Bununla birlikte, yaptıklarımızla yetinmeyip, iki günümüzü eşit geçirmeyen bir çaba ile takvânın zirvelerine tırmanmak için, sünnet ve nafilelerden yapabildiklerimizin sayısını artırmaya çalışmak; sırat-ı müstakim budur. Emr-i
3406] 36/Yâsin, 69
3407] 73/Müzzemmil, 6
3408] Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesai, İbn Mâce -83/Mutaffifin, 14-
3409] Buhârî, Müslim
3410] 79/Nâziât, 40-41
3411] İmam Nevevî, Kırk Hadis
TAKVÂ
- 845 -
bi’l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker, bildiğimiz hakkı yaşayıp, bilmediklerimizi öğrenmeye çalışmak, namazı huşu ile ve imkân nispetinde cemaatle ikame etmek, sabır, zikir, istiğfar ve tefekkür takvânın sağlamlaşması için önemli hususlardır.
Kur'an, kurtuluşu nefis tezkiyesine bağlı kılmaktadır: “Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve takvâsını (ondan sakınmayı) ilham edene andolsun. Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındırıp temizleyen) kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen (günahla örtüp saran) de yıkıma uğramış, ziyan etmiştir.“ 3412
“Muhakkak mü'minler felâh bulmuş, kurtuluşa ermişlerdir. Ki onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekatı verirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler. Onlar ki namazlarına devam ederler. İşte vâris olacak olanlar bunlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklardır, orada ebedî olarak kalıcılardır.“3413 İşte sayılan bu altı nitelikten biri şâyet ihlal edilir, çiğnenirse, bu henüz nefsin tezkiye edilmemiş, temizlenmemiş olduğuna delildir. Takvâya erişememiştir bu konuda eksikleri olan. O kimsenin çaba ve gayreti henüz yeterli düzeyde değildir. Nefis, namazda huşua eremeyince, o nefis mücâhedeye ihtiyacı çok olan nefistir. O nefis, boş şeylerden hâlâ yüz çeviremiyorsa yine mücâhedeye ihtiyaç vardır. İffetini koruyamıyor, karşı cinsle imtihanını kazanamıyorsa o nefis mücâhedeye gerek duymaktadır. Emanete ve verdiği söze, randevu dakikasına riâyet etmiyorsa, beş vakit namazına huşu ile devam edip namazlarını muhafaza edecek davranışlardan kaçınamıyorsa o nefsin mücâhede için daha çok yol kat etmesine ihtiyaç vardır.
Nefsin tezkiye olup arınmasının ölçüsü, bu sayılan niteliklerdir. Ne zaman bu nitelikler nefis için huy ve tabiat halini alırsa, hiçbir zorlama ve sıkıntı olmaksızın bunları işlerse, riya, kendini beğenme ve gururdan uzak olarak bunları işlerse, işte o zaman bu nefis tezkiye olmuş, arınıp temizlenmiştir. İnsan da yaptığı mücâhedesinde başarıya ulaşmıştır. Takvâsını koruyup müslüman olarak ölünceye kadar bu çizgisini devam ettirmek, takvâsını artırıp bu yolda yarışı ön saflarda bitirmeye çalışmaktır onun yapacağı. Böyle bir durum kazanılmadıkça, mutlaka Kur'an okumakla, her an ibâdet şuuruyla, zikirle, oruçla mücâhedeyi desteklemelidir. Tabii, bunlar hakkında sahih ve yeterli bilgi sahibi olunmadan bu özelliklere sahip olunamaz.
Takvâyı elde etmenin yollarından biri oruç tutmaktır. “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç, size de farz kılındı. Umulur ki takvâya ulaşırsınız.“3414 Takvâ cennet yoludur. Buhârî ve Müslim' de geçen bir hadis-i şerif şöyledir: “Cehennem şehvetlerle kaplıdır, cennet ise zorluklarla çevrilidir.“ Oruç, kişinin dünyevî lezzete üstün geldiğinin işaretidir. İnsan için, imtihanı en güç ve zor lezzet, açlık ve cinsel duygu ile ilgili lezzettir. İnsan bu ikisine hakim olursa, artık ötesi kolaydır. Nefsinin diğer istek ve lezzetlerine insan daha kolaylıkla hakim olabilir. İşte oruç, bu iki lezzete galip gelmenin aracı olduğundan, takvâ aracıdır, ittika ve takvâ okuludur. Onun için “oruç, sabrın yarısıdır.“ “Sabır da imanın yarısıdır.“ Hedef ise takvâdır. Rasûlullah, oruç tuttuğumuz Ramazan ayı içinde yapmamız gereken öyle sünnetler bırakmışlardır ki, bunların hepsi de takvâ yollarının pekişmesi için
3412] 91/Şems,7-10
3413] 23/Mü'minûn, 1-5, 8-11
3414] 2/Bakara, 183
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gereken önemli hususlar olarak görülür. Kim bunların tümünü yapabiliyorsa, o kimse takvâda zirveye ulaşmıştır. Rasûlullah, bu ay içerisinde çok çok Kur'an okumayı bize sünnet kılmıştır. Bilindiği gibi Kur'an okumak, takvâya varabilmenin yollarından biridir. Allah yolunda infakı sünnet kılmıştır. Aynı şekilde infak da Bakara sûresinin ilk âyetlerinde açıklandığı gibi bizi takvâya ulaştırır. Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmeyi bize sünnet kılmıştır. Böylece ibâdetlerin tümüyle ilgilenebilme imkânını vermiştir. Bu da takvâya götüren araçtır. Kim Ramazan okuluna girer, çalışkan bir talebe olup ödevlerini yaparsa bu ay sonunda takvâ diplomasını alır ve bayram yapmaya hak kazanır.
Nâfile oruca gelince, bu da Pazartesi ve Perşembe günleri tutulan oruç gibi Ramazan dışında tutulan oruçlardır. Her aydan üç gün oruç tutmak, Şevval ayında altı gün oruç tutmak, arefe ve aşure günleri oruç tutmak gibi. Bütün bunlar sünnet olan oruçlardandır.
“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk/ibâdet edin ki takvâ sahibi olasınız.“3415 Allah'a ibâdet kabul edilen tüm tâatler, kişiyi takvâ yolunda ilerletir. İbâdet de bilgisiz olmaz. Bir hadis-i şerif şöyledir: “Dinde bilerek Allah'a ibâdet etmekten daha üstün bir şey yoktur.“3416 Farzlar, sünnet ve nâfilelerden daha öncelikli ve ehemmiyetli olduğu gibi; haramları terkedip fesatla mücâdele etmek, farzlardan da önce ve önemlidir. “Sizi neden nehyettiysem, hemen ondan kaçının ve size neyi emrettiysem, onu da gücünüzün yettiğince işleyin.“3417 Müslüman, açık-seçik olan haramı terkeder. Şüpheli olanların hükmünü araştırıp öğrenir. Hükmü kesin bilinmeyen şeylerden de uzaklaşır. Çünkü o iş, yasak ihtimali olan şüpheli bir şeydir. Şüpheli şeyleri terk etmek takvâdır. “Helallar ve haramlar bellidir. Siz, şüpheli şeylerden aman ha kaçının.“3418 Takvâ yolcusu, farzların yanında vacipleri yapacak, bunlarla birlikte mendup olanları da işlemeye çalışacaktır. Ancak, bir mendub sebebiyle bir farzı zayi etmeyecektir. İşte, felaha ermek için mü'min, sıralamaya özen göstererek hayatını ibâdetlerle tanzim etmelidir. Tabii, ibâdet denilince sadece namaz oruç akla gelmemelidir. Allah'ın meşru kıldığı herhangi bir eylem, sağlam bir niyyetle, Allah'ın istediği ve Rasûlü'nün uyguladığı usulde bir mü'min tarafından işlendiği takdirde bu amel ibâdettir. Ve her ibâdet takvâya götüren araçtır.
Kişiyi ilgilendirmeyen, gereksiz, faydasız şeyi (mâlâyâni) terk etmek takvâdandır: “Kişinin mâlâyâniyi (kendisini ilgilendirmeyen faydasız şeyi) terketmesi, güzel müslüman olduğunun (müttakîliğinin) kanıtıdır.“3419; “Allah'a ve âhiret gününe iman eden, ya hayır konuşur veya susar.“ Bırakın günah olan yalan, çirkin söz gibi ifâdeleri; boş ve faydasız bile konuşmaz takvâ sahibi olmak isteyen. Bir araştırmaya göre, günlük konuşmaların % 85'i, söylenmese de olabilecek olan gereksiz sözlerden oluşuyor. İnsanî özellikler yerine; geyik muhabbetleri ile meşgul olmaya devam edersek takvâya ulaşamayız. Boş söz yerine; zikir, istiğfar, Kur'an tilaveti ile dilimizi ve gönlümüzü süslemeliyiz. Hatta dünyevi bir işle meşgul olurken bile dilimizden şükrü ve zikri, gönlümüzden fikri terk etmemeliyiz, ki takvâya ulaşalım. Unutmayalım ki, “iki gününü eşit geçiren (her gün, bir önceki günden
3415] 2/Bakara, 21
3416] Beyhaki
3417] Buhârî ve Müslim
3418] Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107
3419] Tirmizî, Zühd 11, İbn Mâce, Fiten 12
TAKVÂ
- 847 -
daha fazla Allah'a yaklaşmaya çalışmayan), aldanmıştır.“
Kalbi yumuşatıp takvâya müsait hale getirmek için; akraba, dost, fakir, hasta ve kabir ziyaretleri en verimli ilaçlardır. Gülmeyi azaltmak ve Allah korkusundan dolayı ağlamayı çoğaltmak da, takvâ zirvelerine tırmanırken müttakînin yardımcılarıdır. “Çok gülmeyin, çünkü çok gülmek kalbi öldürür.“3420; “Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allah korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanağına değecek kadar akan hiçbir mü'min kul yoktur ki, Allah onu (ebedî) ateşe haram etmesin!“3421 Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker görevini ihmal eden kimse de takvâya ulaşamaz.
Takvâ Konusunda Sünnetullah (Allah'ın Değişmez Kanunları)
a- Takvâ sahiplerine Allah furkan (hak ile bâtılı ayırdedecek bir anlayış) verir:
“Ey iman edenler, Allah'tan ittika ederseniz (korkarsanız), O size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.“3422 Âyette geçen “iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış“ olarak tercüme edilen “furkan“ kelimesi, “takvâ“ gibi mutlak ve kapsamlı bir kelimedir. Takvâ'yı meyve veren ağaca benzetirsek, furkan da onun meyvesidir, diyebiliriz. “Furkan“ lügatta, iki veya daha çok şeyler arasını açmaktır. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: “Dini, şeriatı ve yaratıkların nizamı konusundaki sünneti (kanunu) gereğince, korkulması gereken her şeyde Allah'tan korkarsanız, bu takvâ sebebiyle size hak ile bâtılı ayıracak ilmî bir meleke (bilgi ve yetenek), hidâyet ve kalplerinizde nur verir; Bu sayede insan hakkı bulur ve yolunu şaşırmaz. Bâtıl da onu aldatamaz. Allah, takvâ sahibi mü'minleri aziz; kâfirleri zelil etmek sûretiyle de hak ehli ile bâtıl taraftarları arasını ayıracak bir yardım, şüphelerden arındıracak bir çıkış yolu, dünyevî sıkıntılardan ve uhrevî azaptan kurtuluş nasib eder.“
b- Takvâ sahiplerine Allah, çıkış yolu gösterir. Sıkıntılardan kurtarır, güzel ve temiz rızık verir:
“Kim Allah'tan ittika ederse (korkarsa), (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O, ona yeter.“3423 Yani, Allah, emrettiğini yapmak, yasakladığından kaçınmak sûretiyle Allah'tan korkan kimseye her türlü sıkıntıdan (kurtulacak) bir çıkış yolu verir, ummadığı yerden onu rızıklandırır ve verdiği şeylerde bereket nasib eder. Kim Allah'a tevekkül eder, yani işini O'na havale ederse, önemsediği şeyleri temin konusunda Allah ona yeter. “Kim Allah'tan ittika ederse (korkup sakınırsa), (Allah) ona işinde bir kolaylık verir.“ 3424
c- Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir:
“Çünkü Allah, ittika edenlerle (azâbından korunanlarla) ve iyilik edenlerle beraberdir.“3425 Allah; desteği, yardım ve hidâyetiyle muttakilerle beraber olur. Bu, Allah'ın tüm kullarını görüp gözetmesi ve onlarla beraber olması anlamından daha farklı,
3420] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7281, c. 17, s. 584
3421] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7283, c. 17 s. 585
3422] 8/Enfâl, 29
3423] 65/Talâk, 2-3
3424] 65/Talâk, 4
3425] 16/Nahl, 128
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muttakilerle özel bir beraberliktir.
“Ve (iyi) biliniz ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir.“ 3426
“Ve (iyi) âkıbet, güzel son takvâ sahipleri içindir.“ 3427
“Âkıbet, güzel sonuç da takvânındır.“ 3428
“Gerçekten Allah, takvâ sahiplerini sever.“ 3429
d- Amelin ıslah edilip düzeltilmesi de yine takvâ sahiplerine verilir:
“Ey iman edenler, Allah'tan ittika edin (korkup sakının) ve doğru söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah amellerinizi ıslah eder, işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.“ 3430
e- Allah, kâfirlere karşı savaşta takvâ sahiplerine yardım eder:
“O zaman sen mü'minlere: 'Rabbinizin, size indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun. Evet, sabreder, ittika ederseniz (Allah'tan sakınırsanız) onlar (düşmanlarınız) hemen şu an üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder (size yardım eder).“3431 Yani düşmanla karşı karşıya kalma konusunda sabır gösterir, her hususta günahtan sakınırsanız, âyette ifâde edildiği şekliyle, Allah, sizi destekler.
f- İktisadî mânâdaki refah ve bolluk, iman ve takvâ iledir:
“O ülkelerin halkı iman edip ittika etselerdi (günahtan sakınsalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket (bolluk) kapıları açardık; fakat yalanladılar, Biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.“3432 Yani, kent halkı Allah'a iman edip O'nun haram kılarak yasakladıklarından kaçınırsa, yağmur ve bitki vererek yerden ve gökten bereket kapılarını açarız. Fakat peygamberlerini yalanlayınca Allah, küfür ve masiyetlerinin bir cezası olarak, onları kuraklık ve kıtlıkla yakalayıp cezalandırdı. “Eğer ehl-i kitap iman edip takvâ sahibi olsalardı (kötülüklerden sakınsalardı), elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni (Kur'an'ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından (sayısız nimetleri) yerlerdi (yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden istifâde ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (mu'tedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!“3433 Dini uygulamak, takvâ sahibi olmak; medenî ve iktisadî bakımdan toplumları geri bırakmak şöyle dursun, refah ve mutluluğun zirvesine çıkarır. Dini bırakıp menfaat felsefesine göre hareket edenler, zayıfları, başka ulusları sömürme yoluna gittikleri için gerilik, sefalet, savaş ve kargaşalara sebep olmaktadırlar. Allah'ın hâkimiyetine boyun eğildiği takdirde yeryüzünde hiçbir kimse zerrece zulme uğramayacak, herkes hakkını alacak, zenginlik, bolluk ve refahı meşru yollarda arayacak ve işte o zaman gökten nimetler yağacak, bolluk ve bereket olacak, yerden de zenginlikler fışkıracaktır.
g- Takvâ sahibinin ecri, hem dünya hem âhirette verilir:
3426] 9/Tevbe, 36
3427] 7/A'râf, 128
3428] 20/Tâhâ, 132
3429] 9/Tevbe, 7
3430] 33/Ahzâb, 70-71
3431] 3/Âl-i İmran, 124-125
3432] 7/A'râf, 96
3433] 5/Mâide, 65-66
TAKVÂ
- 849 -
“...Güzel davrananların ecrini, mükâfatını zâyi etmeyiz. İman edip de ittika edenler (kötülüklerden sakınanlar) için elbette âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.“3434 Yani, Allah imanla takvâyı birleştiren muhsin (güzel davranan) kullarının ecrini verir. Onlara dünyada ve âhirette ecir verir. Âhiret ecri onlar için daha hayırlıdır; çünkü devamlıdır. Dünya ecri ise geçicidir. Mü'min, yaptığı güzel işlerin dünya ve âhirette sevabına nail olurken; kâfire dünyevî karşılığı önceden verilir, âhirette ise artık onun bir payı olmaz.
“Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! Yoksa Biz, iman edip de sâlih işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakileri (Allah'tan korkup sakınanları) fâcirler (yoldan çıkanlar) gibi mi tutacağız?“ 3435
“Hiç şüphesiz müttakî olanlar, cennetlerde ve pınarlardadır. Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak. Çünkü onlar, bundan önce ihsanda bulunan güzel iş ve iyilik yapanlardandı.“ 3436
“Müttakîlere gelince tartışmasız onlar, güvenli bir makamdadırlar.“ 3437
“Müttakîler hariç olmak üzere, o gün, dostlar kimi kimine düşmandır.“ 3438
“Gerçek şu ki, müttakîler için bir kurtuluş ve mutluluk vardır. Nice bahçeler ve üzüm bağları.“ 3439
“Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.“ 3440
Ebû Zer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Ben bir âyet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu tutsaydılar, hepsine kâfi gelirdi.“ Ashab, “Ey Allah'ın Rasûlü, bu hangi âyettir?“ diye sordular. Peygamberimiz: “Ve men yettekıllahe yec'al lehû mahracen (Ve kim Allah'tan korkarsa -takvâ sahibi olursa- Allah o kimseye bir çıkış yolu ihsan eder.)“3441 âyetini okudu. 3442
Özetleyecek olursak, Allah, takvâ üzere olanlarla beraberdir. 3443
Takvâ üzere olana Allah, iyiyle kötüyü ayırt etme özelliği verir. 3444
İşlerini kolaylaştırır. 3445
Her sıkıntılı işine bir çıkış yolu verir, hiç hesap etmediği yerden rızıklandırılır. 3446
Takvâ üzere olan korkmaz ve üzülmez. 3447
Sermâyesi takvâ olanın kazancı, kimsenin paha biçemeyeceği kadar büyük olur.
3434] 12/Yûsuf, 56-57
3435] 38/Sâd, 27-28; Geniş bilgi için bkz. Said Havva, Allah Erinin Ahlak ve Kültürü, s. 379-495
3436] 51/Zâriyât, 15-16
3437] 44/Duhan, 51
3438] 43/Zuhruf, 67
3439] 78/Nebe', 31-32
3440] 39/Zümer, 61
3441] 65/Talâk, 2
3442] Kütüb-i Sitte, hadis no: 7297, c. 17, s. 591
3443] 16/Nahl, 128
3444] 8/Enfâl, 29
3445] 65/Talâk, 4
3446] 65/Talâk, 2
3447] 7/A'râf, 25
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Takvâ İle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Takvâ Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 197, 237; 5/Mâide, 2, 8; 7/A’râf, 26; 9/Tevbe, 108, 109; 20/Tâhâ, 132; 22/Hacc, 32, 37; 47/Muhammed, 17; 48/Fetih, 26; 49/Hucurât, 3; 58/Mücâdele, 9; 74/Müddessir, 56; 91/Şems, 8; 96/Alak, 12.
B- Takvâ Sahipleri Anlamındaki Muttekûn ve Muttekîn Kelimelerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 49 Yerde:) 2/Bakara, 2, 66, 177, 180, 194, 241; 3/Âl-i İmrân, 76, 115, 133, 138; 5/Mâide, 27, 46; 7/A’râf, 128; 8/Enfâl, 34; 9/Tevbe, 4, 7, 36, 44, 123; 11/Hûd, 49; 13/Ra’d, 35; 15/Hıcr, 45; 16/Nahl, 30, 31; 19/Meryem, 85, 97; 21/Enbiyâ, 48; 24/N3ur, 34; 25/Furkan, 15, 74; 26/Şuarâ, 90; 28/Kasas, 83; 38/Sâd, 28, 49; 39/Zümer, 33, 57; 43/Zuhruf, 35, 67; 44/Duhân, 51; 45/Câsiye, 19; 47/Muhammed, 15; 50/Kaf, 31; 51/Zâriyât, 15; 52/Tûr, 17; 54/Kamer, 54; 68/Kalem, 34; 69/Haakka, 48; 77/Mürselât, 41; 78/Nebe’, 31.
C- Takvâ ve Muttekûn/Muttekîn Kelimeleri Dışında, Bu Kelimelerin Kökü Olan ve Korunmak, Sakınmak Anlamına Gelen V-k-y Kökü ve Türevleriyle İlgili Kelimeler (Toplam 192Yerde:) 2/Bakara, 21, 24, 41, 48, 63, 103, 123, 179, 183, 187, 189, 189, 194, 196, 197, 201, 203, 203, 206, 212, 223, 224, 231, 233, 278, 281, 282, 282, 283; 3/Âl-i İmrân, 15, 16, 28, 28, 50, 76, 102, 102, 120, 123, 125, 130, 131, 172, 179, 186, 191, 198, 200; 4/Nisâ, 1, 1, 9, 77, 128, 129, 131; 5/Mâide, 2, 4, 7, 8, 11, 35, 57, 65, 88, 93, 93, 93, 96, 100, 108, 112; 6/En’âm, 32, 51, 69, 69, 72, 153, 155; 7/A’râf, 35, 63, 65, 96, 156, 164, 169, 171, 201; 8/Enfâl, 1, 25, 29, 56, 69; 9/Tevbe, 115, 119; 10/Yûnus, 6, 31, 63; 11/Hûd, 78; 12/Yûsuf, 57, 90, 109; 13/Ra’d, 34, 35, 37; 15/Hıcr, 69; 16/Nahl, 2, 30, 52, 81, 81, 128; 19/Meryem, 13, 18, 63, 72; 20/Tâhâ, 113; 22/Hacc, 1; 23/Mü’minûn, 23, 32, 52, 87; 24/Nûr, 52; 26/Şuarâ, 11, 106, 108, 110, 124, 126, 131, 32, 142, 144, 150, 161, 163, 177, 179, 184; 27/Neml, 53; 29/Ankebût, 16; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 1, 32, 37, 55, 70; 36/Yâsin, 45; 37/Sâffât, 124; 39/Zümer, 10, 16, 20, 24, 28, 61, 73; 40/Mü’min, 7, 9, 9, 21, 45; 41/Fussılet, 18; 43/Zuhruf, 63; 44/Duhân, 56; 47/Muhammed, 36; 49/Hucurât, 1, 10, 12, 13; 52/Tûr, 18, 27; 53/Necm, 32; 57/Hadîd, 28; 58/Mücâdele, 9; 59/Haşr, 7, 9, 18, 18; 60/Mümtehıne, 11; 64/Teğâbün, 16, 16; 65/Talâk, 1, 2, 4, 5, 10; 66/Tahrîm, 6; 71/Nûh, 3; 73/Müzzemmil, 17; 76/İnsân, 11; 92/Leyl, 5, 17.
D- Takvâ Konusunda Âyetler
a- Takvâ Sahipleri: Bakara, 2-5, 45-46; Al-i İmran, 16-17, 134-136; Enbiya, 48-49; Nur, 52; Zümer, 33; Zariyat, 17-19.
b- Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Eder: A'raf, 201; Hıcr, 39-40; İsra, 65.
c- Takvâ Sahiplerinin Mükafatı: Al-i İmran, 14-15, 136; Hıcr, 45-48; Nahl, 30-31; Meryem, 63; Sâd, 49-53; Zümer, 34-35, 73; Zariyat, 15-16; Tur, 17-20; Kamer, 54-55; Rahman, 46, 48, 50, 52, 54, 56, 58, 60, 62, 64, 66, 68, 70, 72, 74, 76, 78; Kalem, 34-35; Mürselat, 41-44; Nebe', 31-36; Naziat, 40-41; Leyl, 17-21.
Takvâ İle İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
a- Takvâ ve Vera: 17, 589
b- Takvâ Ehlinin Birkısım Alametleri: 16, 342-343
c- Fetih 26. Âyetinde Geçen Takvâ Kelimesinden Anlaşılan Mana: 4, 247-248
d- Takvânın Ehemmiyeti: 17, 533
e- Takvânın Fazileti: 16, 330-331
f- Takvânın Mertebeleri: 7, 458
g- Takvâya Ulaşmak: 7, 458
h- Allah'tan İttikanın Fazileti: 16, 328
i- En İyi Azık Takvâ: 3, 290
j- Takvâlı Olmak: 17, 193
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
113. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 158-161
114. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c.1, s. 444-448
115. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 156-160
116. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 81-82
TAKVÂ
- 851 -
117. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 77-78
118. Tefhimu'l-Kur'an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 43
119. Hulasatü'l-Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1-2, s. 38-39
120. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 6 s. 100-102
121. İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 203-206
122. İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s. 317-323
123. Kur'an'da insan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 239-244
124. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 466-470
125. Kur'an Araştırmaları, Murtaza Mutahhari, Tuba Y. c. 3, s. 16-64
126. Allah Erinin Ahlak ve Kültürü, Said Havva, Petek Y. s. 379-495
127. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 96-100
128. İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl, Büyük Doğu Y. s. 298-299
129. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 17-21
130. Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D.İ.B. Y. s. 60-62
131. İlahi Kanunların Hikmetleri, Sünnetullah, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 286-301
132. Takvâ Yolu, İbn Teymiyye, Pınar Y.
133. Takvâ, Lütfullah Cebeci, Seha Neşriyat
134. Allah Korkusu, Harun Yahya, Vural Y.
135. Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayât, Âdem Ergül, Altınoluk Dergisi Y.
136. Ruh Terbiyemiz, Said Havva, Petek Y.