Cumartesi, 06 Şubat 2021 20:44

MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)


- 773 -
Kavram no 149
Görevlerimiz 28
Cihad; Kıtâl; Zikir; Atalar Yolu
MURÂBATA YAPMAK
(CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)


• Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
• Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
• Ribat ve Râbıta
• Murâbıt Kimdir?
• Râbıta; Anlamı Çarpıtılan Bir Kavram
• Kur’ân-ı Kerim’de Murâbata Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
• Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
"Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; murâbata yapın, cihad için hazır olun (sınırlarda nöbet bekleşin; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan ittika edin/korkun. Umulur ki felâha/kurtuluşa erersiniz.” 3128
Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
Murâbata, rabt kökünden müfâale vezninde masdardır. Rabt, bağlamak, rabtu’l-feres, korumak için atı bir yere bağlamaktır. Nöbetçilerin, muhâfızların kalmasına tahsis edilen yere ribat denilir. Müfâale bâbından masdar olan ribât, bu gerçek anlamı yanında nefsi güzel işlere yöneltmek anlamını da taşır.
Murâbata iki çeşittir: Hudut boylarında, tehlikeli noktalarda murâbata (nöbet beklemek) ve nefsi, kötü şeylerin, zararlı düşüncelerin sızmasına karşı kollayıp gözetlemek. Nasıl açık mıntıkalardan ülkeye düşman sızarsa, nefsin zayıf noktalarından da rûhun düşmanı olan şaytânî düşünceler, kötü arzular, hevâ ve heves sızarak nefsi bozmaya çalışır. Rûhun üstün güçleri de geçitlere dikilen nöbetçiler gibi bedenin muhâfazasına memur edilmiştir. Nasıl nöbetçilere bulundukları mıntıkanın gözetimi ve koruması emânet edilirse insana da nefsi koruma görevi verilmiştir. Bunun için ibâdet ve mücâhede ile nefsi zararlı şeylerden korumaya çalışmak gerekir. Kalbi güçlü (sağlam, cesur yürekli) olan kimseye râbitu’l-ce’ş denilir. Rabt kelimesi alâ cer harfiyle kullanılırsa güçlendirmek anlamı verir.3129; “Ve rabetnâ alâ kulûbihim / kalplerini sağlamlaştırdık, cesâret verip onları yüreklendirdik.” 3130
Ribât, nefsi güzel niyete, güzel iş yapmaya yöneltmektir. Güzel işlerin en iyisi de Allah yolunda at bağlamak, savaşmak ve nefsi ibâdete bağlamaktır. Allah’ın elçisi (s.a.s.), cihad için at beslemenin ve Allah yolunda cihadın fazileti üzerinde
3128] 3/Âl-i İmran, 200
3129] Râgıb el-Isfehanî, Müfredât
3130] 18/Kehf, 14
- 774 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çok durmuş, bizzat nefis ile mânevî cihadın (savaşın) da ribat olduğunu belirtmiştir: “Size yapıldığı zaman Allah’ın, hatâları sileceği, dereceleri yükselteceği bir amel (iş) söyleyeyim mi?” dedi. “Buyur, söyle yâ Rasûlallah” dediler. “Zorluklar karşısında (soğukta, hastalıkta ve diğer güç zamanlarda) güzelce abdest almak, mescidlere çok gitmek, bir namazdan öteki namazı gözetmek. İşte bu, ribâttandır” buyurdu. 3131
Âl-i İmrân sûresi, 200. âyetindeki “Râbitû” emri, daima düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulununuz anlamındadır. Yurdu düşman saldırısından koruyabilmek için güçlü olmak, sınırları sağlam tutmak ve bir saldırıyı önleyecek askerî güce sahip olmak gerekir. Kur’ân-ı Kerim, maddî ve mânevî düşmana karşı güçlü olmayı emretmiştir: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (ribâtı’l-hayl) hazırlayın. Bununla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız.”3132 Bu âyette müslümanlara, Allah’ın ve müslümanların, bilinen ve bilinmeyen düşmanlarını korkutmak, sindirmek, İslâm’a başkaldırmalarını önlemek için gerekli at ve her türlü kuvvet hazırlamaları, bu uğurda Allah için mal harcamaktan geri durmamaları emrediliyor ve Allah yolunda harcadıklarının, eksiksiz olarak kendilerine verileceği vurgulanıyor.
2/Bakara, 59. âyette: “Allah yolunda infak edip harcayın da, kendinizi tehlikeye atmayın” buyrulmuştur. Düşmana karşı zamanın gereklerine göre kuvvet hazırlamak, Allah’ın emridir. Âyette, bilinen ve bilinmeyen Allah düşmanlarını korkutmak, onların müslümanlara saldırı cesâretlerini kırmak için elden geldiğince kuvvet hazırlanması emredilmektedir. Kuvvet, savaş için gerekli her şeydir. Bir zaman at, ok, yay, kılıç, kalkan savaş aracı idi. Peygamber (s.a.s.) zamanında savaş bunlarla yapıldığından âyette genel anlamda söylenen kuvvet yanında, özellikle savaş için bağlanan atların hazırlanması emredilmişti; Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde de savaş için at beslemenin fazileti üzerinde durulmuştur. Bundaki amaç, sadece at hazırlamak değil; zamanın gereğine göre savaş aracı hazırlamaktır. At burada kuvveti temsil etmektedir. Zâten Peygamber (s.a.s.): “İyi bilin ki, kuvvet atmaktır” 3133 sözünü üç defa tekrar ederek atım tarzındaki silâhların önemini belirtmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.), ata binmek, ok atmak gibi savaş eğitimleri yapmaya teşvik etmiş; “Atınız, bininiz; atmanız binmenizden daha iyidir” 3134 hadisleriyle de atış eğitiminin önemini vurgulamıştır. Başkalarına saldırmak için değil; fakat saldırıyı önlemek için savaşa hazırlıklı olmak gerekir. “Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh.” İşte İslâm’ın amacı özgürlük ve barışı korumaktır. 4/Nisâ, 71. âyette de mü’minlere her zaman ihtiyatlı, uyanık bulunmaları; kendilerini korumak için gerekli tedbiri almaları emredilmiştir. Fakat barış isteyen, kendilerine saldırmayan kimselere saldırmak yasaklanmış, Allah’ın, saldırganları sevmediği vurgulanmıştır 3135. Müslümanların yurdunu korumak için nöbet tutmanın, sınır boylarında düşman saldırısına karşı uyanık bulunmanın fazileti hakkında birçok hadis-i şerif vardır. 3136
3131] Müslim, Tahâret, bab 14, hadis 41
3132] 8/Enfâl, 60
3133] Müslim, İmâret 167; Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî, Tefsîr Sûre 8; İbn Mâce, Cihad 19
3134] Ebû Dâvud, Cihad 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihad 19
3135] 2/Bakara, 190
3136] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 15, s. 60-62
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 775 -
Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
Ribat; İp, bağ, sağlam yapı, kervansaray, ülke sınırı, sınırda nöbet beklemek demektir. "Sınırda nöbet tutan" anlamında "murâbıt" şeklinde de kullanılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de bir âyette, "savaş için bağlanıp (ribât) beslenen atlar" 3137; başka bir âyette de, "sınırda düşmana karşı nöbet tutmak"3138 anlamında kullanılmaktadır. Hadis-i şeriflerde Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla beraber3139 daha çok nöbet tutmayı ifade etmektedir.
Fıkıhçılar ribâtı şöyle tanımlamaktadırlar: "Ribât, müslümanları kâfirlere karşı korumak için sınırlarda beklemektir. Sınır ise, halkının düşmandan korkusu olduğu her yerdir. Ribât "ribâtul-hayl" (at bağlamak)'dan gelmektedir. Süvarilerin atlarını bağlayıp nöbet tutmaları olayından adını alan ribât, sınırlarda at bulunsun bulunmasın nöbet tutmak için oluşturulmuş mekânların adı olmuştur. 3140
Hadis-i şerifler Allah yolunda nöbet tutmanın faziletinin büyüklüğünü değişik şekillerde ifade etmektedirler: Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay'ı oruç ve ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabir azabından da emin olur." 3141; "Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır." 3142; "Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir azabı konusunda emindirler." 3143; "İki göz vardır ki onlara ateş değmez: "Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz." 3144
Ribât başlangıçta sadece sınırda nöbet tutma işini ifade eden bir kavramken; sonraları, bu işin kurumlaşmasıyla daha yerleşik ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olmuştur. İlk önceleri ribât cihada hazır halde bulundurulan atların (hayl) bağlandığı ve ulakların binek değiştirdikleri ve konakladıkları yerlerin adıydı. Cihad farizasını yerine getirmek, İslâm tebliğini diğer insanlara ulaştırmak ve bu tebliğe direnen güçlerin tecavüz ve tehditlerinden İslâm yurdunu korumak için sınırlarda düşmanı gözetlemek ve onun hareketlerini zamanında ve süratli bir şekilde gerideki kuvvetlere bildirmek kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Bunun için, İslâm devletinin tehlikeli sınırlarında müstahkem yapılar inşa edildi. Bu mekânlar aynı zamanda düşman toprakları içerisinde harekâtta bulunacak müfrezelerin de toplanma yerleriydi. Ayrıca bir düşman saldırısı tehlikesi sözkonusu olduğu zaman çevredeki halk için ribâtlar bir sığınma yerleriydi.
Ribât, zamanla kendine has bir mimarî üslûp kazandı. Karşılamış olduğu ihtiyaca göre şekillenen ribâtlar, sağlam bir savunma suru ile çevrelenmiş içinde silâh ve erzak deposu, ahırı, mücâhidler için hücreleri, yüksekçe bir gözetleme ve işaret kulesini kapsayan mustehkem bir mevki olarak inşa edilmekteydi. Ancak, ribâtlar her zaman böyle gelişmiş yapılar şeklinde değildi. Bazı yerlerde tahkim
3137] 8/Enfâl, 60
3138] 3/Âl-i İmrân, 200
3139] İbn Mâce, Cihad 14, Edeb 10; Ahmed bin Hanbel, I/12, 395, VI/458
3140] İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII/356
3141] Buhârî, Cihâd 73; Müslim, İmare 163; Nesaî, Cihad 39
3142] Buhârî, Cihad 73
3143] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizi, Fedâilu’l-Cihad 11
3144] Tirmizî, Fedâilu'l-Cihad 12
- 776 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edilmiş ve bir gözetleme kulesi bulunan basit sınır karakollarıydılar. Eski coğrafyacılar tarafından sadece Maveraünnehir'de on binden fazla ribat bulunduğu rivâyet edilmektedir. Düşman saldırısına karşı açık deniz sahillerinde de çok sayıda ribât vardı. Buna göre Filistin ve Mağrib'e kadar bütün Kuzey Afrika sahilleri boyunca birbirini görecek tarzda kuleleri olan ribâtlar bulunmaktaydı. Bu ribatlardaki ateş kuleleri ile Sebte'den (Cebeli Tarık) İskenderiye'ye bir gece gibi kısa bir zamanda haber ulaştırılabildiği rivâyet edilmektedir. Öte taraftan Sicilya ve Malta takım adalarında da ribâtlar vardı. Endülüs'te ise hem sahil şeridi hem de kara hududu boyunca ribâtlar kurulmuştu.
Filistin sâhillerindeki ribâtlar müslüman esirlerin kurtarılmaları amacıyla da kullanılmışlardır. Ribâtlardaki kulelerden yaklaşan hıristiyan gemileri gözetlenir ve bunların taşıdığı müslüman esirler halkın katılımıyla toplanan paralarla fidye ödenerek kurtarılırlardı.
Ribâtların çoğu ribâtın fazileti hakkında varid olan hadislere ittiba eden gönüllü müslümanlar tarafından inşa edilmişlerdir. Aynı şekilde buralarda nöbet bekleyen müfrezeler de gönüllülerden oluşmakta ve bunlara murâbitûn denilmekteydi. Ancak, bu iş devleti idare edenlerin görevleri arasında bulunmakta olup, ihtiyaç ölçüsünde ribât inşa etmek için gerekli faâliyetleri yürütüyorlardı. Ribâtta zaman; nöbet, eğitim ve ibâdet ile geçirilmekteydi.
Tunus'ta bulunan ve zamanımıza kadar varlığını koruyan Susa ribâtı, ribât kurumunun eski bütün özelliklerini taşımakta olup, bir örnek teşkil etmektedir. Bu yapı, dört tarafı duvarla çevrilmiş, köşelerde ve yanlarda kuleleri yükselen mustahkem bir binadır. Tek giriş kapısına sahip olan ve içerideki bir merdivenle orta avlusuna inilen bu ribatın avlusu kapalı revaklar ve hücrelerle çevrilidir. Birinci katına iki merdivenle çıkılmakta ve avlusunun üç yönü hücrelerle çevrili bulunmakta, dördüncü tarafta ise mescid yer almaktadır. Birinci katın üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür. 20 m. yükseklikteki işaret kulesinin kapısı buraya açılmaktadır.
Ribâtların en parlak dönemi IX. asırdır. XI. ve XII. asırlarda ribâtlar cihada yönelik fonksiyonlarını kaybetmiş ve zamanın sadece zikir ve ibâdetle geçirildiği mekânlar (tekke-zâviye) haline getirilmişlerdir. Ancak, bu asırlarda hıristiyan İspanya ile sıcak savaş halinde bulunan Mağrib bölgesinde ribâtlar cihada yönelik görevlerini yerine getirmeye devam etmişlerdir.
Bir kısım ribâtlar, devletin yol güvenliğini ve kervanların konaklama ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik kurumlar haline dönüştüler ki, bu yapılar bu fonksiyonlarından dolayı kervansaray adını aldılar. Selçuklular dönemi, kervansaray tipi ribâtların çokça inşa edildiği bir dönem olup, Nizamulmülk'ün siyasetnâme adlı yapıtına göre devletin başlıca görevlerinden biri de bu tür âmmenin hizmetine yönelik yapılar inşa etmektir.
Kuzey Afrika'da XII. asırdan sonra ribatlar yavaş yavaş bir şeyhin etrafında toplanan müridleri barındıran tekkeler şeklini aldılar.
Ribât görevini yerine getiren kimseler için kullanılan murâbıt kelimesinin çoğulu olan "murabitün" Mağrib'de kurulan ve temel öğesi cihâd farizasını yerine getirmek olan devlete ad olmuştur. Abdullah b. Yasin adındaki bir İslâm dâvetçisi, Lamtuna Berberîleri arasında tebliğ faâliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 777 -
üzerine Aşağı Senegalda, Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir tekke kurmuştu. Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna kabilesine mensup bin kadar savaşçı bir derviş grubun merkezi haline geldi. Bu mücâhidlerin, Abdullah b. Yasin'e olan bağlılıkları tamdı. Son derece cesur bu topluluk, murâbıtûn olarak adlandırıldı ve onların kurduğu devlet bu adla anıldı. Abdullah b. Yasin'in Sanhaca kabileleri arasında giriştiği yoğun tebliğ faâliyetleri semeresini verdi ve ihtidâ eden büyük kitlelerin sarsılmaz lideri konumuna gelerek askerî bir gücü eline geçirdi. Arkasından atadığı komutanlar ile fetih hareketlerine girişti. Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla, devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunus’a ve oradan da Endelüs'e kadar genişletmişler ve hıristiyanlarla başarılı savaşlar yapmışlardı. 3145
Ribat ve Râbıta
Ribat ve râbıta: Ribat kelimesinin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu kökten türeyen ‘râbıta’, ‘ribat’, ‘murâbıt’, ‘irtibat’, ‘râbıt’ gibi kelimeler farklı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi mânâlara gelir. Râbıtanın türediği fiil sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbine sabır vererek kuvvetlendirmek, kalbi cesur olmak, korku ânında cesaretli olmak demektir.
Nitekim ‘rabeta’ fiili Kur’an’da bu anlamda birkaç yerde geçmektedir: “Mûsâ’nın annesi ise, yüreği boşluk içerisinde sabahladı. Eğer, mü’minlerden olması için kalbi üzerinde (sabrı ve dayanıklılığı) pekiştirmemiş (rabetnâ) olsaydık, neredeyse onu (Mûsâ’nın durumunu) açığa vuracaktı.” 3146
‘Ribat’ bir işe sarılıp devam etmek, düşmana karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamak ve sınırı düşmana korumak için beklemek demektir. “Onlara karşı gücünüzün yettiği kuvvet ve ribat atları (cihad malzemeleri) hazırlayın…”3147 Buradaki ‘ribat’, hem savaş için hazırlıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifade etmektedir. Eğer mü’minler, düşmanlarına karşı hazırlıksız olurlarsa, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gâfil avlayabilir ve onlara zarar verebilirler.
‘Ribat’ aynı zamanda ibâdete sarılmak, ibâdete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibâdet şuuruna bağlamak demektir. Mü’min her an ibâdete hazırdır, ibâdetinde süreklidir. O böyle yapmakla, imanına kast eden düşmanlara karşı kendini korumuş, imanını koruma altına almış olur. Müslümanların sınır boylarında onların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, o da imanın yeri olan kalbinin kapısında imanı tehlikeye düşüren tehlikelere karşı ‘ribat’ yapar, nöbet tutar, hazır olur, ibâdetine sürekli dikkat eder.
Türkçe’de bağ anlamında kullanılan ‘irtibat’ aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. Bu kelime elbette bir şeyle bağ ve bağlantı kurmak anlamına da gelmektedir.
3145] Ömer Tellioğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 259-260
3146] 28/Kasas, 10
3147] 8/Enfâl, 60
- 778 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Râbıta’nın Anlamı: Ribat veya râbıta bir âyette şöyle geçmektedir: “Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 3148
Tasavvuf ehli bu âyette geçen ‘rabitû-ribat yapın’ emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar. Onlara göre râbıta, müridin (tasavvuf yoluna girenin) şeyhini (hocasını) düşünerek, kalbinden dünyayı çıkarması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.
Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ kurmalıdır. Bunu tek başına başaramazsa şeyhiyle bu bağı (râbıtayı) kurar. Râbıta ânında diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhini hayal ederek, Hz. Muhammed’le ve Allah’la mânevî bağ kurmaya çalışır.
Ancak yukarıdaki âyete ve bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman böylesine bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır. Âyette geçen sabretmek ve musâbere yapmak (sabretmekte direnmek), ribat yapmak bir yönüyle cihadla, bir yönüyle de imanı korumakla, ibâdette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla çekinmekle ilgilidir.
‘Râbıta, ribat, murâbıt’ daha çok birer cihad terimidir. Bu hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar. Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmaktır. Mûsâbere ise, nefsi hem kendisindeki hem de kendi dışındaki zorluklara katlandırmaktır. Meselâ hastalık nefsin kendindendir. Hastalığa dayanmak sabırdır. Allah yolunda çalışmak ise nefsin dışındaki bir zorluktur. Nefsin o zorluğa katlanması ise ‘musâbere’dir. Âyette hem sabredin, hem de sabretmekte direnin, yani ‘musâbere’ edin bu anlamdadır (Allahu a’lem).
‘Ribat’, bir anlamda nefsi güzel şeylere yöneltmektir. Güzel işlerin başında Allah yolunda mücâdele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad etmek ve nöbet beklemek, nefsi namaza ve diğer ibâdetlere bağlamak gelir. Ribat yapmanın faziletini Peygamberimiz bazı hadislerinde bildirmektedir. 3149
Âl-i İmran Şûresi 200. âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında onları korumak üzere nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak, bir namazdan sonra diğerini beklemek ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olabilir. 3150
Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahabeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıtaya başvurdular. Bu anlamda râbıta, sonradan uydurulmuş bir şeydir. Bu âyet aynı zamanda mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor.
Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor,
3148] 3/Âl-i İmran, 200
3149] Müslim, Tahâre 40, İmâre 163; İbn Mâce, Cihad 7 vb.
3150] Muh. İbn Kesir, 1/351
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 779 -
onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.
Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâmın varlığını ortadan kaldırmaktan hiç bir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar, cemaat halinde kuvvetli olurlar ve bu şekilde düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ, sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır.
Tarihî olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler, İslâm ümmetinin çektiği acılar karşısında bu ‘rabitû-birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun’ emri ne kadar yerindedir. Mü’minler inandıkları Kitabın hükümlerini yerine getirirlerse düzlüğe çıkacaklardır. Âl-i İmran sûresinin 200. âyetinin bu şekilde de anlaşılması mümkündür. En doğrusunu ise yalnızca Rabbimiz bilir. Ribat kavramı Kur’an’da ‘savaş için bağlanıp beslenen atlar ve düşmana karşı nöbet bekleme’ anlamında kullanıldığını tekrar hatırlayalım. Ancak zaman içerisinde ‘ribat’ daha geniş bir mânâ kazanmıştır.
İslâm hukukçuları ribatı; müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek diye tanımlamışlardır. Bu da, süvârîlerin (atlı askerlerin) atlarını bağlamalarından (ribâtü’l hayl) gelen bir anlamdır.
Ribat başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifade ederken, zamanla sınır boylarında nöbet hakkında kullanılmış ve mücâhidlerin barınmaları, düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur. Bu ribatlar ayrıca mücâhidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike ânında sığınma mekânları da olmuşlardır. Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.
Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korumalıdırlar. Bunun için kalplerinin, ailelerinin ve İslâm vatanının kapılarında gereği gibi ve bir nöbetçi dikkatiyle beklemeliler. Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlı olmalıdır. 3151
Râbıta; Bağlantı, bağlantı vâsıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münâsebet, ilgi; müridin, şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vâsıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ve Allah'a kalbini bağlaması anlamında bir tasavvufî terimdir. "Râbıta" Arapça bir kelime olup, "r-b-t" kökünden türemiş bir isimdir. Çoğulu "revâtib"dir.
Kur'an'da "râbıta" kelimesi geçmemekle beraber, kökü olan "r.b.t" mâzî fiili iki yerde, muzârîsi olan "yerbitü" bir yerde, emri çoğul olarak "râbitû" şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen "ribât" ismi de bir yerde geçmektedir. 3152
Bütün bu âyetlerde geçen bu kelimeler, birbirlerine yakın mânâlar ifâde
3151] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 513-517
3152] 18/Kehf, 14; 28/Kasas, 10; 8/Enfâl, 11, 60; 3/Âl-i İmran, 200
- 780 -
KUR’AN KAVRAMLARI
etmektedirler. Hemen hemen hepsinde "bağ, bağlantı, bağlılık" mânâları için kullanılmışlardır: “(Ashâb-ı Kehf'in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik" 3153; "Mûsâ'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (sabır ve sükûnete bağlamamış -rabetnâ-) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı" 3154; "O zaman sizi, Allah'tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak (li-yerbita) ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu. " 3155
Bu âyetlerde geçen "r.b.t" kelimesi, insanı sabır, sükûnet ve metânette sâbit kılmak, ona bu duyguyu vererek itmînâna kavuşturmak demektir. 3156
Bazen de, "ribât" kelimesi, bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları) mânâsını ifâde etmektedir: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağlanıp beslenen atlar (savaş araçları -ribâtu’l-hayl-) hazırlayın. Bununla Allahın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, tam olarak size ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız." 3157
"Râbitû" şeklindeki emrin bulunduğu âyetin meâli de şöyledir: "Ey iman edenler, sabredin; direnip (düşman karşısında) sebât gösterin; üstün gelin; cihat için hazır ve râbıtalı olun." 3158 Bu âyette söz konusu olan "râbıta''nın ne demek olduğu hususunda âlimlerin farklı yorumları vardır. Âlimlerin bu husustaki değişik tariflerini şöyle sıralamamız mümkündür:
1- Atlarla saf bağlayıp tam bir irtibat halinde düşmana karşı durmak.
2- Düşman hudutlarındaki karakolları beklemek.
3- Allah düşmanlarının saldırısını önlemek için nöbet beklemek.
4- Bir namazdan sonra diğer namazı beklemek. 3159
Bazıları da bu âyette kastedilen râbıtanın tasavvufî mânâda olduğunu söylemişlerdir 3160. Mutasavvıflar râbıta'yı, müridin şeyhini düşünerek kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vâsıtası ile Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ve Allah'a kalbini bağlaması şeklinde anlamışlardır. Hemen hemen bütün tarikatlarda râbıta vardır. Bilhassa Nakşîbendiyyenin ıstılahlarındandır. Tarikat ehli, râbıtayı âyet ve hadise dayandırmaktadır. Onlara göre, "Sâdıklarla birlikte olun" 3161 gibi âyetler ve "Kişi sevdiğiyle beraberdir" 3162 gibi hadisler, râbıtanın câiz olduğunu göstermektedir. 3163
3153] 18/Kehf, 14
3154] 28/Kasas, 10
3155] 8/Enfâl, 11
3156] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kâhire 1977, IV, 216; el-Beydâvî, el-Envâr, Mısır 1955, II, 3
3157] 8/Enfâl, 60
3158] 3/Âl-i İmran, 200
3159] et-Taberî, Camiul-Beyân an Te'vili Âyi’l-Kur'an, Mısır 1954, IV, 221 v.d.; el-Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur'an, Mısır 1967, IV, 323 vd.; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, IX, 156
3160] Muhammed Vehbi, Hulâsetul-Beyân fi Tefsiril-Kur'an, Şehzadebaşı 1341-1343, III, 289
3161] 9/Tevbe, 119
3162] Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165; Tirmizî, Zühd 50
3163] Süleyman Uludaş, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. İstanbul 1991, Râbıta maddesi
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 781 -
Tasavvufta, kişi doğrudan doğruya Allah'ı düşünür, bir nevi Allah ile mânevî bir bağ kurar ve hep O'nunla beraber olduğunu tasavvur eder. Bu şekilde mânevî bir bağ kuramazsa, bağlı bulunduğu mürşidini düşünür. Onun bağlı bulunduğu şeyhlerin silsilesi ile Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ulaşır. O'nun vâsıtası ile de Allah'a ulaşır ve O'nunla mânevî bağ kurar. Tasavvuftaki râbıta, bu şekilde dolaylı yoldan Allah'a gitmek ve aracılar vâsıtasıyla O'nunla mânevî bağ kurmaktır. Doğrudan Allah ile mânevî irtibat kuramayanlara bu şekildeki râbıta tavsiye edilmiştir. Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir. 3164
Peygamberimiz (s.a.s.)'in de, râbıta ve ribat hakkında söylemiş olduğu hayli hadis vardır. O'nun bu hadislerinden bazıları şöyledir:
"Bir gün Allah yolunda ribatta bulunmak, dünya ve dünyada bulanan her şeyden daha hayırlıdır." 3165
“Allah'ın, onunla hataları affedip bağışlayacağı, dereceleri yükselteceği bir şeyi size söyleyeyim mi? Abdest üstüne abdest almak, camide cemaatle namaz kılmaya devam etmek ve her namazdan sonra diğer namazı beklemek. İşte ribat budur! İşte ribat budur! İşte ribat budur!" 3166
"Kim bir günlük (yirmi dört saatlik) ribatta bulunursa, bir aylık oruç ve ibâdetten daha fazla sevap kazanmış olur." 3167
Bütün bu âyet ve hadislerden anlaşıldığı gibi, râbıta, çeşitli mânâlar için kullanılmıştır. Ancak daha çok bir cihad terimidir. Âyet ve hadislerin çoğunda râbıta, Allah ve Peygamberin düşmanlarına karşı silâhlanma, cihad için hazırlıklı olma, müslümanlarla kâfirlerin arasındaki hudut karakollarında nöbet bekleme ve bu duygulara sıkı sıkıya bağlı olma demektir. Buna göre âyet ve hadislerde kasdedilen anlamlardan mutasavvıfların uygulamasını destekleyecek en ufak bir işaret yoktur. Âyet ve hadislerde dile getirilen cihad ruhunu meskenete çevirmekten başka bir şey yapmayan mutasavvıflar Kur'an ve hadislerdeki bu ribat kelimesini çok yanlış bir alana çekmişlerdir. Hiçbir sahâbî Rasûlullah'ı aracı kılarak râbıta yapmadığı gibi, tâbiînden hiçbir kimse de sahâbe'yi aracı kılarak râbıta yapmamıştır. Râbıtanın bu şekildeki uygulaması tarikatların Hicrî yedinci yüzyıldan sonraki dönemlerde uydurdukları bir bid'attir. 3168
Murâbıt Kimdir?
‘Murâbıt’ bu bağlamda bir şeyle, -İslâmî mânâda söylersek- imanın gerekleriyle irtibat kuran ve iç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olan kimse demektir. Murâbıt, sürekli uyanıktır. O sınır boylarında, müslümanları zayıflatmak ve mağlup etmek için fırsat kollayan insandan düşmanlara karşı hazırlıklıdır. Müslümanlar ve İslâm için nöbet beklemektedir, cihad için hazırdır. O aynı zamanda imanını her türlü isyan, günah ve harama düşmek, şeytana aldanmak gibi iç düşmanlara karşı koruma konusunda dikkatlidir. İbâdetine devam ederek, rabbi ile olan ‘irtibatını’ (bağını) sürekli diri tutarak imanını ve takvâ hayatını korumaya
3164] M. Halid, Râbıta Hakkında Risâle, İstanbul 1924, s. 238; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, s. 447
3165] Buhârî, Cihad 73; Müslim, İmâre 163; Nesâî, Cihâd 39; İbn Mâce, Cihâd 7
3166] Müslim, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 39; Nesâî, Tahâret 106; Muvattâ, Sefer 55
3167] Nesâî, Cihad 39; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihâd 35; İbn Mâce, Cihâd 7
3168] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 212-213
- 782 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışır. O, imanını diri tutmanın çalışmasını yapar. Nefsine ve onun aşırı isteklerine karşı dikkatlidir. Bir ibâdeti yapınca diğerini yapmak üzere bekler, imanının başında olgun bir nöbetçidir.
Murâbıt iki anlamda değerlendirilir. Birincisi: Müslümanların sınırlarında nöbet veya benzeri bir iş için beklemek. Bu tıpkı bedendeki nefsi korumak gibidir. Böyle bir kimse zorlukta sürekli ayaktadır, tehlike ânında çobanın sürüyü koruduğu gibi nefsini düşmanlarından korur. Bu murâbıt, Allah yolundaki mücâhid gibidir.
İkincisi: Yüreğin kuvvetlendirilmesi, kalbe cesaret verilmesi anlamında. 28/Kasas, 10; 18/Kehf, 14 ve 8/Enfâl, 60. âyetlerde bu anlamda kullanılmıştır. Birisi hakkında ‘ribatü’l-ce’şü’ denilirse, onun cesur yürekli oluşu anlatılmış olur. 3169
Kur’ân-ı Kerim’de Murâbata Kavramı
Murâbata, ribat ve râbıta kelimelerinin türediği “R-b-t” kökü ve türevleri, Kur'ân-ı Kerim’de toplam olarak 5 yerde geçer. Bunlar: 3/Âl-i İmrân, 200; 8/Enfâl, 11, 60; 18/Kehf, 14 ve 28/Kasas, 10. âyetleridir.
“Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun; birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun) ve Allah’tan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.” 3170
"O zaman sizi, Allah'tan bir güven almak üzere hafif bir uyku bürüyordu; üzerinize sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak (li-yerbita) ve ayaklarınızı pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu." 3171
"Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar (ribâtu’l-hayl, savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allahın düşmanını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, tam olarak size ödenir ve hiç haksızlığa uğratılmazsınız." 3172
"(Ashabı Kehf'in) kalplerini (sabır ve metânetle) bağla(yıp kuvvetlendir)miştik (rabetnâ).” 3173
"Mûsâ'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı. Eğer biz (va'dimize) inananlardan olması için onun kalbini iyice pekiştirmemiş (rabetnâ; sabır ve sükûnete bağlamamış) olsaydık, neredeyse işi açığa vuracaktı." 3174
Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
"Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay'ı oruç ve ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabir azâbından da
3169] H. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 514
3170] 3/Âl-i İmran, 200
3171] 8/Enfâl, 11
3172] 8/Enfâl, 60
3173] 18/Kehf, 14
3174] 28/Kasas, 10
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 783 -
emin olur." 3175
"Allah yolunda sınırda bir gün bile nöbet tutmak, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Birinizin cennette kamçısının yeri, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Kulun, Allah yolunda savaş için her yürüyüşü, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır.” 3176
"Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir fitnesi (azâbı) konusunda emindirler.” 3177
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.” 3178
“Size, yaptığınız zaman hatalarınızı giderecek, günahlarınızı örtecek bir şeyi (ameli) haber vereyim mi?” Ashâb dedi ki: ‘Evet.’ Buyurdu ki: “Zorluğuna rağmen abdestinizi imkân ölçüsünde alınız, mescidlere doğru adımlarınızı artırınız, bir namazdan sonra da diğer namazı bekleyiniz. İşte böyle yapmak sizin için ribat’tır. Bunu üç defa söyledi.” 3179
“Bir gündüz ve gece ribat yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nafile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, fitnecilerden korunur.” 3180
“Kim Allah yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekle olduğu salih amelinin sevabı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur. Allah (cc) onu kıyâmet günü en büyük korkudan (Cehennem’den) güvene kavuşturur.” 3181
“Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.” 3182
“Allah yolunda (cihad için) yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.” 3183
Sahâbeden bir adam: “Yâ Rasûlallah! Seyahata çıkmam için bana izin ver” dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.): "Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır" buyurdu. 3184
Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
Müslüman gençlerin zihnini kurcalayan ve ibâdet olarak takdim edildiği halde, Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamberimiz’in hayatında hiç rastlanmayan râbıta
3175] Buhârî, Cihâd 73; Müslim, İmâre 163; Nesâî, Cihad 39; Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 2; İbn Mâce, Cihad 7
3176] Buhârî, Cihad, 6, 73, Bed’ü’l-Halk 8, Rikak 2; Müslim, İmâre 113-114; Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 17, 25, Tefsîr Sûre 3, 22, 56/1; İbn Mâce, Zühd 39
3177] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilul-Cihad 2, 11
3178] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12
3179] Müslim, Tahâre 40, Hadis no: 250
3180] Müslim, İmâre 163, Hadis no: 1913
3181] İbn Mâce, Cihad 7, Hadis no: 2767
3182] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 39
3183] Buhârî, Cihad 5, Rikak 2; Müslim, İmâre 112-115; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 26; Nesâî, Cihad 11, 12
3184] Ebû Dâvûd, Cihâd 6
- 784 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konusunda daha geniş bilgilenmek amacıyla bu konuda en kapsamlı araştırmasıyla meşhur, bir seyyid ve şeyh çocuğu olan ve kendisi de şeyh olduğu halde, kendi isteği ile şeyhliği bırakan Ferit Aydın’ın Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik adlı kitabından geniş bir özet sunalım:
Râbıta nedir?
Bu soru, özellikle yakın geçmişten beri pek çok insanın zihnini meşgul etmektedir. Çünkü ne ilginçtir ki XIX. yüzyılın başlarından bu yana Nakşîbendî Tarîkatı'nın önemli bir kuralı haline getirilmiş bulunan râbıtanın asıl kaynağı ve içyüzü hakkında (bu tarîkatın çağdaş rûhânîleri de dâhil) hemen hiç kimsenin etraflı bir bilgisi yoktur!
Tarîkatlar zaten kapalı, mistik kurumlardır. Bu nedenle dış dekorlarının arka planında gizli kalan ve halk tarafından pek bilinmeyen çok ilginç inanış ve tapınma şekilleri, âyin ve törenler, söylem ve kavramlar vardır. Bunların kaynakları ve amaçları ise hem çok çeşitli, hem de son derece çetrefil, karmaşık ve mitolojiktir. Türk toplumunun, genelde dünya Müslümanlarından farklı biçimde gelişmiş olan din anlayışı, büyük ölçüde bu olgudan etkilenmiştir.
Onun için bu bakış açısının temelindeki gerçek nedenleri gün yüzüne çıkarmak ve bu sûretle yüzyıllar önce yapılmış olan birtakım yanlışlıkları düzeltme imkânını bulmak amacıyla bu kurumların ve doktrinlerinin çok esaslı şekilde araştırılması gerekir. Çünkü özellikle Türkleri, İslâm adına tarih boyunca bu kurumlar yönlendirmiştir. İşte râbıta, bu mitolojik ve mistik yumağın örgüsü içinde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Son yıllarda Türkiye'de yaşanan kavram kargaşası, her ne kadar içinden çıkılmaz bir düşünce kaosunu birlikte getirmişse de, denebilir ki bu durum bazı mistik ve felsefî terimlerin az veya çok deşifre olmasını da sağlamıştır. Kavramlar etrafında tartışmaların kızışmasıyla birlikte, tarîkatların dışında kalabilmiş olan birçok kimse, son zamanlarda râbıta hakkında kuşkuya düştüler ve birtakım arayışların içine girdiler. Bu gelişmelerin sonucu olarak ilginç sorular gündeme geldi. Çünkü İslâm’ın, kitap ve sünnetle belirlediği ibâdetler bütün Müslümanlarca kesin ve açık şekilde bilinmekte ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bizzat uyguladığı biçimlerde bu ibâdetler bütün dünya Müslümanları tarafından yaklaşık 1500 yıldır uygulanmaktadır. Oysa râbıta, çoğunluğu Türkiye'de yaşayan ve sadece Nakşîbendîler olarak bilinen bir azınlık tarafından ve büyük ölçüde gizli olarak bir ibâdet havası içinde icrâ edilmektedir.
Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler
"Râbıta" Kelimesinin Sözlük ve terim anlamı: Râbıta: Arapça "rabt" kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.
Arap ülkelerinde, (Rabita'tul-Udebâ=Edebiyatçılar birliği) ve (Râbita'tul-Kurrâ'=Kur'ân Hâfızları Cemiyeti) gibi adlar altında çeşitli dernek ve kuruluşlar vardır ki bu isimler, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki "râbıta" kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılmaktadır.
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 785 -
İşte bütün bu ayrıntılar, "râbıta" sözcüğünün lügatteki genel anlamı hakkında bize yeterli bir bilgi vermektedir. Kelimenin, konumuz açısından ifade ettiği özel anlama gelince, bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu Nakşîbendî Tarîkatı'nın kurallarından biri olarak) râbıta: Mürîdin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.
Râbıtanın ne ifade ettiğini ve ne yüce fazîletlerden, ne büyük erdemlerden olduğunu, çeşitli mânevî ve lâhûtî hallerin râbıta ile nasıl yaşandığını ve bu yüzden ne yüksek mertebelere erişildiğini anlatan yazılar; râbıtayı Kur’ân-ı Kerîm'e ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetine dayandırmaya çalışan açıklamalar; hatta sırf bu konuda yazılmış kitapçıklar bile vardır. Ancak bu yazılar, üslûp ve anlatım bakımından çok rasgele ve dağınıktır.
Râbıtanın Değişik Tanımları: Râbıta, Nakşîbendî Tarîkatı'nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tarafından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yoktur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca birkaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşrûluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kur'ân-ı Kerîm'den ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) sünnetinden aldığını kanıtlamak için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir. Buna rağmen yaptıkları açıklamalar eskilerin tâbiriyle; efrâdı câmi' ağyârı mâni' değildir. Yani râbıtayı her bakımdan tanımlayan ve onun başka bir şeyle karıştırılmamasını kesin biçimde sağlayan birer tanım olmaktan uzaktırlar. Nitekim aşağıdaki çeşitli tarifler ya da açıklamalar bunu kanıtlamaktadır.
Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşîbendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid Bağdâdî'ye mal edilen açıklamada şöyle denilmektedir: “Tarîkatta râbıta: Mürîdin, Allah'da fânî olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım istemesi demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sâyede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.” 3185 İleri sürüldüğü üzere bu sözler, Halid Bağdâdî'nin, İstanbullu Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderdiği bir mektupta yer almaktadır. Yukarıdaki alıntıda geçen “Rûhâniyetten istimdâd” ya da günümüzün Türkçe’siyle “Evliyâların ruhundan yardım dilemek”, Tarîkatların hemen tamamında ve özellikle Nakşîbendî Tarîkatında çok önemli bir inanış şekli olan kaynağını Animizm'den alır. 3186
Iraklı Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî de Tenvîru’l-Kulûb adlı eserinin "Tasavvuf" bölümünde ve “Nakşîbendî Sâdâtına Göre Zikrin Keyfiyeti” başlığı altında saydığı on bir şarttan dokuzuncusu olan râbıtayı şöyle anlatıyor: “Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi râbıta etmektir. Bu da mürîdin, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini hayalinde canlandırması; kalbine, şeyhin nur okyanusundan feyizlerin aktığını içinden tasavvur etmesi ve
3185] Bk. Hâlid Bağdâdî, Risâletun fi Tahkıyk’ır-Râbita (Raşahât'ın kenarı, s. 221-232)
3186] Animizm, ataların ruhlarına tapma esasına dayanan politeist bir inançtır. Daha geniş bilgi için bk. Ferit Aydın, İslâm'da inanç Sistemi, s.133-134, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1995
- 786 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü mürîdin Allah'a ulaşabilmesi için vâsıtası odur (yani şeyhdir).” 3187
Ömer Zıyâüdîn Dağıstânî'nin de kendine göre râbıtayı tanımlaması şöyledir: “(...) bu da mürîdin, kalbini Allah'ın peygamberlerinden birine, veya O'nun velî kullarından bir velîye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hz. Peygamber’e (s.a.s.) ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da hakkında güzel duygular beslediği ve üstünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve samimiyetiyle bağlanmasından ibarettir.” 3188
Râbıtanın, bir süredir önem kazanmasında büyük rol oynamış bulunan yakın tarihin etkili Nakşîbendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî'ye gelince, 1923 yılında kaleme aldığı "Râbıta-i Şerîfe" adlı risâlesinde bu tarîkat kuralını şöyle tarif etmektedir: “Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyâbında o zâtın sûretini hayâl hazinesinde muhâfaza etmekten ibârettir.” 3189
Tarîkatçılara göre yalnızca sağ olan mürşidden değil, aynı zamanda ölüden de yardım beklenir. Yani şeyhin rûhâniyetinden yardım dilemek için onun, sağ ya da ölü olması fark etmez. Bu inanış hemen bütün tarîkatlarda vardır ve “himmet dilemek”, “bereket talep etmek”, “feyiz almak” “istifâzada bulunmak” ya da “rûhânîyetten istimdâd etmek” gibi çeşitli deyimlerle ifade edilir.
Mehmed Zâhid Kotku bu konuda aynen şunları kaydetmektedir: “Bu tarikde şeyh, kemâl-i marifet ile mütehakkık olursa, ifâzada (yardım etme konusunda) ölü ile diri müsâvi olurlar.”3190 Aslında müsâvi olmaktan da öte, (yine tarîkat rûhânîlerine göre) velî, öldükten sonra bir “tîğ-i üryân” gibi, yani kınından çıkmış olan bir kılıç gibi çok daha keskin olur ve onu çağıran insanın imdadına çok daha çabuk yetişir.
Sağlara yapıldığı gibi ölmüş kimselere de râbıta yapılabilir. Ölüye râbıta yapma konusuna, özellikle son dönem Nakşî şeyhleri tarafından çok önem verilmiştir. Bu cümleden olarak Abdulhakîm Arvâsî'nin, “Mezarlara Râbıta Keyfiyeti” başlığı altında aşağıya alınan sözleri ilginçtir. Arvâsî şu öğütleri vermektedir: “Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini her türlü dış alâkadan boşaltır. İçini dünya kayıtlarından uzaklaştırır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hâdiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtânın rûhâniyetini hissî keyfiyetlerden mücerret bir nur farz eder. O kabir sahibinin Feyizlerinden bir Feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar. (...)”
Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
Bilindiği üzere her tarîkatın kendine özgü birtakım kuralları vardır. Bunlar âdetâ birer kanun gibi, daha doğrusu "Allah'ın ya da Peygamber'in birer emri olarak" tarîkat bağlıları tarafından titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan- "râbıta" da bu kurallardan biridir.
Zikrin değişik bir biçimi olarak da tanımlanan râbıta, Nakşîbendî Tarîkatı'nda
3187] Bk. Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî -öl. H. 1332-, Tenvîru’l-Kulûb, s. 512
3188] Bk. Ömer Ziyâüddin Dağıstanî Tasavvuf ve Tarîkatlarla İlgili Fetvâlar s. 149-150
3189] Râbıta-i Şerîfe, Bayezit Devlet Kütüphânesi, No: 243435, s. 18
3190] Mehmed Zâhid Kotku -H. 1313/M. 1897-H. 1401/M. 1980-, Tasavvufî Ahlâk, 2/272
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 787 -
şeyh-mürîd ilişkisinin çok önemli bir halkasını oluşturur. Mürîdin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli zamanlarda, belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarîkatın bir cemaatinden diğerine küçük farklarla icrâ edildiği ise bir gerçektir. Genelde "Hatm-i Hâcegân" adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan mürîdler, şeyhin ya da onun adına “hatm"i yöneten vekilinin bir işareti üzerine râbıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulunanların rahatça duyabileceği orta bir sesle "Râbıta-i Şerîfe!", "mürşide râbıta", ya da benzer bir komuttan ibarettir.
Râbıta, mürîd tarafından "Hatm-i Hâcegân" âyini dışında ve yalnız başına da yapılabilmektedir. Bu münferid râbıtanın en çok yapıldığı zaman "Vird"e başlamadan önceki dakikalardır.
"Vird": Şeyh tarafından mürîde telkin edilmiş ve günün belli saatlerinde tekrarlanması istenmiş olan rûhânî ödev demektir. Bu ödev, belli sözlerin yüzlerce hatta binlerce kez tekrar edilmesiyle yerine getirilir. Râbıta ise ondan önce yapılan zihinsel bir hazırlanmadır.
Gerek sistematik bir âyin biçimi olan "Hatm-i Hâcegân" merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de râbıtadır), gerek bu ayrıntılardan her biri, gerekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak mürîde verdiği herhangi bir ders, vird, telkin, emir ve tâlimat, tarîkat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi, ya da herhangi biri, tarîkatın avam dilinde genel bir tabirle, "zikir" olarak adlandırılır. Dolayısıyla râbıta da Nakşîbendî Tarîkatı'nda bir zikir şeklidir.
Râbıtanın uygulanışı sırasında mürîdin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şekilde özetlemek mümkündür:
a) Abdestli olmak: Râbıta yapan kimsenin, özellikle "Hatm-i Hâcegân" halkasında bulunuyorsa -her şeyden önce- abdestli olması gerekir. Nitekim bu âyin genellikle sabah, ikindi ve yatsı namazlarından sonra düzenlendiği için halkaya katılan mürîdlerin hepsi zaten abdestli olurlar. 3191
b) İnâbeli olmak: Yani mürîdin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe, ya da vekiline önceden bey'at etmiş olması gerekir. Buna, tarîkat dilinde “El almak" da denir. Zaten Nakşîbendîlere göre bir şeyhe bağlanmayan (Yani daha açıkçası tarîkata girmeyen) insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir. 3192
Şeyhlerden kimisi, aynı tarîkata bağlı olsalar bile kendisinden el almamış bulunanları (yani başka bir şeyhin mürîdlerini), yönettiği "Hatm-i Hâcegân" halkasına kabul etmez. Bazıları ise bu konuda herhangi bir ayırım yapmazlar. Dolayısıyla tarîkatın bütün kurallarında olduğu gibi bu noktada da hemen her şeyhin yorumu ve protokolü farklıdır. Ancak halkaya oturan mürîd, her halükârda râbıtasını kendi şeyhine yapar. Bu vesile ile şunu da belirtmek gerekir ki kendi ifadelerine göre “Tarif edilen şekilde fenâ ve bekâ mertebelerine ulaştıkları şehâdetle sâbit olmayan kimseler her ne kadar zikir tâlimine mezun ve
3191] Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 511, 512, 520
3192] Age. S. 524, 525; A. Z. Gümüşhânevî, Câmi’ul-Usûl S. 55; Muhammed b. Abdillâh El-Khânî, El-Behcetu’s-Seniyye, s. 4; Ali Behcet, Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşîbendiyye, s. 7, Üniversite Kütüphânesi No. 77258
- 788 -
KUR’AN KAVRAMLARI
memur olsalar da kendilerine râbıta ettiremezler.”3193 Bu konuda bazı şeyhlerle halîfeleri arasında polemikler ve tartışmalar bile cereyan etmiş, hatta önemli bir olay diye yakın tarihin Nakşîbendîlerine âit kitapçıklarda yer almıştır.
c) Kapıyı kitlemek: Aslında kapının içerden kitlenmesi sırf râbıtaya bağlı bir kural değildir. Nakşîbendîlere göre bu, "Hatm-i Hâcegân" âyininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber râbıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği üzere- râbıta, "Hatm-i Hâcegân" âyininin kurallarından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icrâ edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşîbendî şeyhlerinden İsmet Garîbullah; “İnâbe böyle ta'lîm etti ol mâh, / Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh”3194 mısralarıyla tarîkatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.
d) Ortamı Karartmak: Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek sûretiyle ortam karartılır, ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle "Hatm-i Hâcegân" âyininin yapıldığı mekân için söz konusudur. Tek başına râbıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf, ya da puşu gibi bir şey örtmek sûretiyle de bu ortamı sağlayabilir.
e) “Ters Teverrük” Oturuşu İle Oturmak: Bunun şekli şöyledir: Şâfiî Mezhebinde, namazdaki son ka’denin tam tersi olarak diz üstü oturulur; sol ayak dik tutulur; (yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yerdedir.) sağ ayağın parmak uçları da -köprü gibi duran- sol bacağın altından biraz dışarı çıkarılır. Bu durumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bulundurulur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşîbendî teorisyenleri tarafından öngörüldüğü anlaşılmaktadır. 3195
f) Gözleri Yummak: Gerek "Hatm-i Hâcegân" sırasında, gerekse mürîdin tek başına yaptığı râbıtada gözler yumulur. Hem hatim âyinini yöneten şeyh veya temsilcisi, hem de mürîdler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürîd, hatim dışında ve yalnız başına râbıta yaparken de yine gözlerini yumar. 3196
g) Nefesi Kontrol Altına Almak: Râbıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşîbendî Tarîkatı'nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan "vird"dir, diğeri ise zihinsel zikir olan "râbıta"dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur. 3197
h) Sâbit ve Hareketsiz Durmak: Yakın tarihte Nakşîbendî Tarîkatı'na yeniden şekil verenler, Hatm-i Hâcegân, zikir, râbıta ve benzeri âyinlerin uygulanışı sırasında mürîdin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkarmamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu
3193] Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi -Osmanlıca- s. 26 - Sadeleştirilmiş nüsha, s. 27 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435, Süleymaniye Kütüphânesi, Celal Ötüken, 232
3194] Risâle-i Kudsiyye S. 89
3195] Bk. M. Emin el–Kürdî, Tenvîru’l-Kulûb s. 511; A. Z. Gülüşhanevi, Câmiu’l-Usûl S. 146; S. Zühdi, Majmûa’tul-Khâlidiyya S. 4; S. Zühdi, Nehcetu’s-Sâlikîn S. 30; Ahmed el-Bikâî, Risâle'tun Fi Âdâb'it-tarîka'tin-Nakshabandiyya s. 42
3196] Bk. M. Emin el-Kürdî, Tenvîru’l-Kulûb s. 512; A. Z. Gümüşhanevi, Câmiu’l-Usûl, s. 147; S. Zühdî, Mecmûatu’l-Hâlidiyye -Sahîfe'tus-Safâ-, s. 4
3197] Bk. M. Emin elüKürdî, Tenvîru’l-Kulûb s. 514
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 789 -
tür davranışlar şeytanın giriş kapısı ve nefsânî duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir. 3198
i) Mürşidin Sûretini Zihinde Canlandırmak: Bu kural râbıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşîbendîlikte “Tarîkat Âdâbı” diye sıralanan kurallar içinde en önemli unsur olarak râbıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur. 3199
Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre mürîd, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikkatini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşîbendî Tarîkatı'nın, özellikle yakın tarihte oluşmuş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fotoğrafına bakmak sûretiyle de râbıta yapılmaktadır. Mürîd bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.
Râbıta yapanın konsantre olabilmesi, vecd halini yaşayabilmesi, (yani transa geçebilmesi) için onun, yukarıda anlatılanlara ek olarak -aynen gerçekmiş gibi- düşüneceği daha birçok şey vardır. Bunlardan bazılarını, Nakşîbendî yazarlardan biri aynen şu ifadelerle açıklamaktadır: “Kendinizi vâkıa halinde ölü ve teneşir tahtası üzerinde, kefene sarılmış tasavvur edeceksiniz (...)”; “Mezarda olduğunuz halde, mürşidi, pîri, Allah ile aranızda vesîle ve vâsıta mevkiindeki zatı düşünerek, onu yanınızda ve karşınızda farzederek ve onun yüce alnına, yani iki kaşı arasına gözlerinizi dikeceksiniz!”; “(...) o zatın ulu simasına hayâl hazinenizde yer verecek, onu kalbinizde hayâl yoluyla durduracaksınız!” 3200
j) Mürşidin Rûhâniyetinden İstimdâd Etmek: Râbıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşîbendî rûhânîlerine âit mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır. “Rûhâniyetten istimdâd”ın ne demek olduğuna gelince bu, mürîdin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ, ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlardan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarîkatın rûhânileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla mürîdin râbıta yaparken içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan himmet ve medet dilemesi râbıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır.
Bu şartlar bir şeyhten diğerine çoğalıp azalabilir, yani değişebilir. Nitekim bazı şeyhlerin, yolculuk sırasında veya çalışırken bile virdlerini çekebileceklerine ve râbıtalarını yapabileceklerine ilişkin mürîdlerini serbest bıraktıkları, daha doğrusu onları bu durumlarda da boş bırakmak istemedikleri bilinmektedir.
Mürîd sık sık şeyhinin veya ona vekâlet eden yetkilinin sohbetlerinde sürekli telkinler alarak râbıta için hazır hale getirilir. Bu sohbetler bir çeşit şartlandırma seanslarıdır; Son derece de etkilidir. Bu sırada oluşan mistik atmosfer içindeki
3198] Bk. S. Zühdi, Mecmûatu’l-Hâlidiyye (Nehcetu’s-Sâlikîn): S. 24
3199] Bk. Halid Bağdâdî, Risâletun fî Tahkıyk’ır-Râbita s. 3; Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl s. 146; Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb s. 512
3200] Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi, sadeleştirilmiş nüsha, s. 10 N. F. Kısakürek. Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435 - Süleymaniye Kütüphânesi-Celal Ötüken, 232
- 790 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mürîdin psikolojik durumu, ders ya da konferans izleyen bir dinleyicinin, hatta vaaz dinleyen bir mü'minin durumundan çok farklıdır. Mürîdin iç dünyasının derinliklerinde bu telkinlerle o kadar şiddetli etkiler uyandırılır ki râbıta sırasında o, kendinden geçmiş ve başka alemlere dalmış gibi olur. Arvâsî'nin tabiriyle: “(...) mürîd, şeyhinin muhabbet alâkasıyla saatten saate onun renk ve kıvamı içinde olgunlaşır. Aksetme sûretiyle de onun nurundan nur emer. Bu türlü faydalanma ve feyizlenmede, işin nasıl ve ne olduğunu bilmek şart değildir. Kavunun güneş hararetiyle pişmesi gibi sâlik, mürşidin terbiyesinde yavaş yavaş gelişir. Zamanla bu gelişme kemâle erer. Rahmânî nefesin üflenmesine istidad kazanır.” 3201
Mürşid râbıtası için, genellikle iki zaman vardır. Bunlardan biri "Hatm-i Hâcegân" âyini sırasında, diğeri ise her mürîdin yalnız başına yapmak durumunda olduğu vird denilen sözlü zikre başlamadan öncedir. Bununla beraber yine her şeyhe göre, râbıtaya ilişkin zamanlama değişebilir. Esasen tarîkatta zikirle râbıta birbiriyle çok yakından alâkalıdırlar. Geniş anlamda râbıta da zikirden sayılmakla beraber "Zikir" terimi özellikle sözlü vird için kullanılır. Zikir de râbıta da tarîkatın temel kurallarındandır. Fakat daha önce de işaret edildiği gibi onlara göre râbıta zikirden çok daha önemlidir.
İşte râbıtanın uygulanış biçimi ve şartları hakkında elde edilebilecek en geniş bilgiler bunlardır denebilir.
Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu: Nakşîbendîler, râbıtaya dini ve rûhânî bir nitelik atfetmekte ve onu İslâm'ın bir parçası, hatta Allah'ın kesin bir emri olarak uygulamaya ve yaymaya çalışmaktadırlar. Nitekim Nakşî şeyhlerinden Mustafa Fevzi, sırf râbıta konusunda kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik adlı manzum risâlesinde râbıtanın farz olduğunu ileri sürerek aynen şöyle demektedir:
“Elli dört farzdan biridir râbıta,
Ehl-i aşkın rehberidir râbıta ;
Hubb-i fillâh'tır bu yolda râbıta,
Bir muhabbettir gönülde râbıta.” 3202
Nakşîbendîlere göre râbıta farz olduğu için herkesin mutlak sûrette bir şeyhe bağlanması ve mürşidine râbıta yapması kaçınılmaz bir görevdir. Nitekim Muhammed Emîn el-Kürdî, bu konuda şunları kaydetmektedir: “Allah'a ulaşmış bulunan şeyh, mürîdin Allah'a ulaşması için bir aracıdır ve onun, Allah huzuruna girebileceği bir kapıdır. Dolayısıyla kendisini irşâd edecek bir şeyhi bulunmayanın rehberi ancak şeytandır.” 3203
Tarîkatta şeyhe, nasıl ki mürîdi Allah'a ulaştıran bir aracı, bir rehber olarak bakılmakta ise, râbıtaya da Allah'a ulaştıran bir çare, bir yol, hatta yegâne bir yol olarak inanılmaktadır.
Bütün bu ve benzeri tanımlardan, açıklamalardan, övgü ve özendirmelerden şu özeti çıkarmak mümkündür:
3201] A.g.e., s. 20
3202] Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbita’tis-Sâlik, s. 19
3203] Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbili, Tenvîru’l-Kulûb s.524-525
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 791 -
1. Tarîkata girmek ve bir şeyhe mutlak sûrette bağlanmak zorunludur. Mürşidi olmayanın rehberi şeytandır.
2. Tarîkata girerek mürîd olan kişi, bağlandığı şeyhine râbıta yapacaktır. Onu, hemen her an hatta tuvâlette bile (Tarîkatçılar bunu, şöyle ilginç bir gerekçe ile açıklamaya çalışırlar: Sözde, Hz. Ebûbekr, Rasulullah'ı tuvâlette bile hatırından bir türlü çıkaramıyordu. Bu nedenle duyduğu sıkıntıyı Hz. Peygamber'e anlattı. O da bunun önemli olmadığını söyledi.3204) hayâlinde canlandıracak; şeklini gözünün önüne getirecek; kalbini şeyhinin kalbiyle karşı karşıya bulunduracak; yakınında bulunmuyor olsa bile onu kendine çok yakın hissedecektir.
3. Bununla birlikte şeyhini bir feyiz, bereket ve nur deryası olarak tasavvur ederken bu okyanustan akan nurların, onun oluk vazifesini gören kalbinden kendi kalbine aktarıldığını da düşünecektir.
4. Gerek sağ olsun, gerek ölmüş olsun, gerek kendisinden çok genç olsun, daima şeyhinden “himmet” ve “bereket” (yani yardım ve nimetlerde bolluk) dileyecektir. Çünkü mürîdi Allah'a kavuşturabilecek olan tek vâsıta ancak ve ancak şeyhtir, mürşittir. (!?) Kişinin kendi kendine Allah'a kavuşması, yani “fenâ fillâh” denen makama yükselip “Allah'ta erimesi” (!) mümkün değildir.
Bu sebeple tarîkatçılar Kur'ân-ı Kerîm'den bazı âyetleri ve ayrıca bazı hadisleri yorumlayarak bu yoldaki kanâatlerini delillendirmeye de çalışmaktadırlar.
Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri: Hâlid Bağdâdî, "Risâle’tun Fi Tahkıyk'ır-Râbıta" adı altında sırf râbıta konusunda yazdığı bir kitapçıkta şöyle demektedir:
“Ulularımızdan kimisi, tasavvuf terbiyesini gerek kendine, gerekse başkasına uygularken sadece râbıta ile yetinirdi. Çünkü bu, Allah'da fânî olmanın (Allah'ta eriyip yok olmanın) hazırlık aşaması olan şeyhde erimek için en yakın yoldur. Onlardan, râbıtayı Allah'ın şu sözlerine dayandıran da vardır: “Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık)tan sakının ve doğrularla beraber olun.” 3205
Tarîkat silsilesiyle Halid Bağdâdî'ye bağlı olan Muhammed Emîn el-Kürdî de râbıtayı kanıtlamaya çalışırken önce şu ifadeyi kullanmaktadır: “Bu konuda gerek âyet, gerekse hadis olarak mevcut bulunan deliller ise bilinemeyecek gizlilikte değildirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:” “Ey iman edenler! Allah'(a itaatsızlık)tan sakınınız ve O'na, (sizden hoşnutolacak) vesîleler arayınız.” 3206
Bu âyet-i kerîmeyi, daha önce anlatılan merasim çerçevesi içindeki uygulanışıyla râbıtaya delil gösteren, yalnızca bu şahıs değildir. Bilindiği kadarıyla bütün Nakşîbendîler -her nasıl iknâ olabiliyorlarsa!- bu görüşü paylaşmaktadırlar. Muhammed Emîn el-Kürdî'nin, kanıt olarak ileri sürdüğü bir de şu meâldeki hadis-i şerif vardır: “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
Nakşîbendîler, râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandığını büyük bir ısrarla ileri sürmektedirler. Bunlardan Mustafa Fevzi şunları söylüyor: “Var bu yolda çok ehâdîs-i Nebî, / Râbıta makbûl-i Hak'dır gün gibi.” 3207
3204] Bk. Rûh'ul-Furkân, 2/76
3205] 9/Tevbe, 119; Halid Bağdâdî, Risâletun Fi Tahkıyk'ır-Râbıta s. 2, 3
3206] 5/Mâide, 35; Muhammed Emîn el-Kürdî, Tenvîru’l-Kulûb s. 512
3207] Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik s. 20
- 792 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâir, yukarıdaki beyitte, râbıtayı kanıtlayan -sözde- Hz. Peygamber (s.a.s.)'in birçok hadisleri bulunduğunu hiç çekinmeden ileri sürüyor ve buna delil olarak da şu meâldeki hadisi gösteriyor: “Beni, çocuğundan, babasından, (bir diğer hadisde de kendi canından) ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe hiç biriniz gerçek anlamda iman etmiş olamazsınız.” Mustafa Fevzi'ye göre bu ve daha birçok hadis, mürîdin, şeyhine râbıta yapmasını kesin olarak emrediyor (!?)
Zaman zaman önemini kaybeder gibi olan bu râbıta olayı, son birkaç yıldır yeniden gündeme getirilmiş bulunmaktadır. Özellikle tefsir çalışması olarak Ruhu'l-Furkan adı altında kaleme alınan bir kitapta râbıtaya çok geniş bir yer verilmiştir. Merkezleri İstanbul-Çarşamba'da bulunan gelenekçi bir Nakşî cemaatinin lideri ve bir grup yandaşı tarafından yazılan bu kitapta râbıtanın bir Allah ve Peygamber emri olduğunu kanıtlamak için dokuzu âyet, on dördü ise hadis olmak üzere toplam yirmi üç delil ileri sürmüşlerdir. Noktalamaya varıncaya kadar, üslûp, anlatım ve yorumlarıyla tamamen onlara âit olan bu deliller sırayla şöyledir:
“O, sizin aranıza sevgi ve acıma koydu.” 3208
2. “Enes (r.a.) den rivâyet edilmiştir ki: Halk yağmursuz kalıp kıtlığa uğradıkları zaman Ömer İbnul Hattab, (Peygamber'in amcası) Abbas İbni Abdilmuttalib'i vesîle edinerek yağmur duâsı yapar ve duâda "Ya Allah! Bizler, peygamberimizi vesîle edinerek sana niyaz ettiğimizde bize yağmur ihsan ederdin. (şimdi de) Peygamberimizin amcasını vesîle edinerek senden niyaz ediyoruz. (yine) yağmur ihsan eyle. 3209
3. “İmanın en üst derecesi, Allah için (Allah dostlarını) sevmen, Allah için (Allah düşmanlarına) buğz etmen ve dilini Allah'ın zikrinde çalıştırmandır.” 3210
4. “Yusuf (a.s.) kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek, ona, (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi.)” 3211
5. “Ebû Malik El-Eşcai'nin babasından rivâyet ettiği: “Rüyada beni gören hakikatta beni görmüştür.” 3212
6. “Sâdıklarla beraber olunuz.” 3213
7. “İbn Abbas (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, bir kere Rasûlullah (s.a.s.) Efendimize: “Meclis arkadaşlarımızın en hayırlısı hangisidir?” diye sorulduğunda, Efendimiz (s.a.s.): "Kimi görmek size Allah'ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilminizi artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa işte onlar en hayırlı arkadaşlarınızdır." buyurdu. 3214
8. “Allah-u Teâlâ'nın: “Onlar meclis arkadaşlarımdır." 3215 hadisi kutsisi gereğince de onlarla oturmak, zikredilen Mevlâ Teâlâ ile beraberliği kazandırır." buyurdu.” 3216
3208] 30/Rûm, 21; Ruh'ul-Furkan, s. 2/64
3209] Buhari, İstiska 3; Ruhu’l-Furkan, s. 2/64
3210] Ali el-mütteki, kenzü'l-Ummal: 1/37-38 H. No:6773; Ruhu’l-Furkan, s. 2/65
3211] 12/Yusuf, 24; A.g.e., s. 2/65
3212] Ali el-mütteki, Kenzü'l-Ummal: 15/382 H.No: 31477; A.g.e., s. 2/66
3213] 9/Tevbe, 24; A.g.e., s. 2/66
3214] Askalani, el- Metalibul Aliye, 3/193; A.g.e., s. 2/67
3215] Buhari, Deavât: 66
3216] A.g.e., s. 2/67
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 793 -
9. “Ebû Hureyre'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.s.): "Nerede olursanız bana salat (-u selam) edin. Çünkü sizin salatınız, bana ulaşır” buyurmuştur.” 3217
10. “Meşayihi kiram, "O (Cebrail (a.s.) Onun (Meryem validemiz) için, bütün azası yerinde tam bir insana benzerdi. 3218 âyetinde bu meseleyi zihinlere yaklaştırdılar." 3219
11. “Yine onlardan Alim-i Allame es-Sefiri el-Halebi eş-Şafii, Buhariye yaptığı şerhte: "Sonra, Efendimiz’e (s.a.s.) tenha (da ibâdet) sevdirildi.” 3220
12. “Yine onlardan Allame Fasi, Delaili Hayrat şerhinin birkaç yerinde meseleyi açıklamıştır.” “Birisi de: Abdullah İbni Mesut (r.a.)’dan rivâyete göre, Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde insanların bana en yakını (şefaatıma en layık olanı) bana en çok salat (-u selam) getirendir.” 3221
13. “Nitekim Allah-u Teâlâ “Her kim Allah ve Rasûlüne itaat ederse, işte onlar, Allah (-u Teâlân) ın, kendilerine inam (iyilik) ettiği nebiler, Sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Ve bunlar en güzel refik (arkadaş) tırla” buyuruyor. 3222
14. “...Aişe (r.a.) Validemizden rivâyete göre: Rasûlullah (s.a.s.): “Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan (ezelde Allah yolunda) birbiriyle tanışanlar i'tilaf eder (anlaşır, Allah uğrunda) tanışmayanlar ise ihtilaf eder. (dünyada zıtlaşırlar)” buyurdu. 3223
15. “Bütün bu imamlar ve bütün mahlukatı yaratan Allah-u Teâla buyurdu ki: “O'na (sizi kavuşturacak) vesîle arayın.” 3224
16. “İsmail, Elyasa ve zülkifl’i (a.s.) hatırla, hepsi en hayırlı kullardandır.” 3225
17. “(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta, oturdukları halde ve yanları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah’ı zikrederler ve göklerin, yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” 3226
18. “Bir âyeti-i celilesinde ise: "(Habibim!) Deki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın." 3227
19. “Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.): "Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini düşünün, zatını düşünmeyin, buyurdu.” 3228
20. “İbni Abbas (r.a.) dan rivâyete göre Efendimiz (s.a.s.): "Mahlukatı (yaratılmış olanları) düşünün. Halik (Teâlâ) yı (yaratıcıyı) düşünmeyin, çünkü siz onun kadrini takdir edemezsiniz." buyurdu. 3229
3217] A.g.e., s. 2/69
3218] 19/Meryem, 17
3219] A.g.e., s. 2/70
3220] Buhari, Babu’l Vahy: 3; A.g.e., s. 2/70
3221] Tirmizî, Salat 325, 2/3554; A.g.e., s. 2/71
3222] 4/Nisa, 69; A.g.e., s. 2/71
3223] Buhari, Enbiya 2, 4/104, Müslim, 8/41, Ebû Dâvud, 46359, Müsnedi Ahmed, 2/295
3224] 5/Mâide, 35; A.g.e., s. 2/74
3225] 38/Sâd, 48, A.g.e., s. 2/74
3226] 3/Âli İmrân, 191; A.g.e., s. 2/74
3227] 12/Yusuf, 101; A.g.e., s. 2/74
3228] Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummal: 3/106 H. No.: 5707; A.g.e., s. 2/74
3229] Ali el-Mütteki, Kenzü'l-Ummal: 3/106 H. No.: 5706; A.g.e., s. 2/74, 75
- 794 -
KUR’AN KAVRAMLARI
21. “Ubadetübnüs Samit (r.a.) den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.): "Yeryüzü onlarla durur, onlar sebebiyle yağdırılıyorsunuz ve onlar hürmetine yardım olunuyorsunuz" buyurdu. 3230
22. “Enes İbnu Malik (r.a.) dan rivâyet edilen bir hadisi şerifte, Rasûlullah (s.a.s.): “Küçüğüne acımayan, büyüğüne tazim etmeyen bizden değildir” buyurdu. 3231
23. “Ebû Hureyre (r.a.) den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Beş şey ibâdettendir; az yemek, camilerde oturmak, kabe'ye bakmak, okumadan da olsa mushafa bakmak, âlimin yüzüne bakmak." 3232
İşte tam yedi Nakşîbendî baş başa vererek “Ruhu'l-Furkan” adı altında kaleme aldıkları bir kitapta Bakara Sûresi'nin 152'nci âyetini, kendi inanç ve kanâatlerine göre açıklamaya çalışırlarken bu ilgiyle râbıta konusuna girmiş ve onu kanıtlama ihtiyacını duymuşlardır. Yukarıdaki âyet ve hadisleri de yine bu münasebetle râbıtaya delil olarak göstermişlerdir!
Ancak delil diye öne sürülen bu âyet ve hadislerin gerçekten râbıtayı çağrıştıracak bir anlam taşıyıp taşımadıkları ve harcanan bütün bu çabaların, râbıtayı kanıtlamaya yetip yetmediği ortadadır. Fakat bu gerçeğin daha berrak bir şekilde meydana çıkabilmesi için bundan sonraki bölümde râbıta, özellikle iki ana yönden ele alınacak, analitik ve eleştirel bir yöntemle oldukça derinlemesine irdelenecektir. Râbıtanın değerlendirilmesinde ortaya çıkması amaçlanan bu iki ana nokta şunlardır:
1. Nakşîbendîler tarafından ileri sürülen yukarıdaki birçok kanıtlama örneklerinde râbıtayı, bilimsel ölçülerle İslâm'a mal edebilecek bir ilgi var mı; yani bu âyet ve hadisler, râbıtanın gerçekten İslâm’la ilişkili bir şey olduğunu kanıtlayacak birer anlam vermekte midirler? Ayrıca bu örneklemeler sistem ve üslûp bakımından ilmî birer değere sahip midir?
2. Bütün tartışmalar bir yana, râbıta ile İslâm arasında esasen herhangi bir ilgi, herhangi bir bağ var mıdır, ya da İslâm'da râbıta diye bir şey söz konusu mudur; yoksa râbıtanın kökeni ve kaynağı nedir, İslâm'a niçin ve nasıl mal edilmeye çalışılmıştır ?
Tasavvuf örgüsü içinde yer alan ancak İslâm'a âit olup olmadıkları hâlâ tartışılan birçok kavram, sembol, âyin, inanış ve anlayış gibi râbıtanın da kaynak bakımından nereye dayandığı, ancak bu iki soruya ciddi biçimde cevap aramakla ortaya çıkabilir. İşte bu amaçla bundan sonraki bölümde çeşitli veriler değerlendirilerek, gerçek belgeler ortaya konarak, soruna bilimsel bir yöntemle ışık tutulacaktır.
Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler
Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı: Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi bulunmayanların, bu tarîkatın örtülü yanları hakkında elbette ki bilgileri sınırlıdır, ya da bu konuda kayda değer hemen hiç bir şey bilmezler.
Özellikle işaret etmek gerekir ki aynı zamanda bütün tarîkatların
3230] Ali el-Mütteki, Kenz'ül-Ummal: 12/190 -191 H. No. 34613; A.g.e., s. 2/75
3231] Tirmizî, Birr 15, 4/321 H. No: 1919; A.g.e., s. 2/75
3232] Deylemi, müsned-i Firdevs 2/190 H. No: 2969; A.g.e., s. 2/76
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 795 -
sıradan mürîdleri için de bu durum söz konusudur. Bu insanlar, bağlısı oldukları tarîkatların çeşitli âyin, sembol ve kurallarının esasen nerelerden alındığı hakkında hiç düşünmez, düşünme ihtiyacını bile duymazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden olabilir. Aralarında bulunan sâkin tiplerin de, “Bunu ancak Efendi Hazretleri bilir” gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.
Bu konuda rûhânîlerle avâm arasında (yani şeyhlerle mürîdler arasında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve onlara yakın olan üst tabaka, râbıta gibi tarîkat kurallarının, kaynağını Kur'ân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetinden aldığına ilişkin birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri ısrarla ve inatla savunmaya çalışırlar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir inanca sahiptirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve kanıtlara dayanmamaktadır. Nitekim yukarıda “Ruhu'l-Furkan” adlı kitabın yazarları tarafından, âyet ve hadislere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine sığmayan ne tuhaf yorumlarla râbıtanın İslâm'a mal edilmeye çalışıldığını ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve bağlılıkları tamamen kör taklide dayanmaktadır.
Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında diğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu ise onlara râbıtanın içyüzünü anlatmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü zihinlerine yerleşmiş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz. Peygamber (s.a.s.)'e kadar dayanır!
Oysa hiç bir belgeye başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir mesele olmadığı, tanımının ve tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçeklerden de gâyet açık bir şekilde anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800'lerin ortalarından itibaren Kuzey Irak'dan Anadolu'ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir din niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur'ân'a ve sünnete dayanıp dayanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz milyonlarca Müslüman’ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafından tutunmuş olduğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak artık meşrûluğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koyduğu dinsel kurallar nasıl olur da kaynağını İslâm'dan ve Kur'ân'dan almış olabilir ?!
Önceki Nakşîbendîler, en çok mîlâdî 1550'lerde râbıta sözcüğünü yalın anlamda kullanmışlardır. Yoksa eğer Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmayacak ve kanıt olarak kullanmak için onu her münasebette ortaya koyacaklardı!
Hâlbuki râbıtanın tanımı diye onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan Süleymaniyeli Halid Bağdâdî'ye ve O'ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî, Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şahıslara âittir.
Bu konuda araştırma yapmış olan bir İlâhîyatçı da râbıtanın yeni bir mesele olduğunu aynen şu sözlerle anlatmaktadır: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan
- 796 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün olmaktadır.” 3233
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında râbıta diye bir şeye yer vermemiştir. Eğer râbıta -Nakşîlerin ileri sürdüğü gibi- İslâmî bir kaynaktan gelmiş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı, en azından Sünnî’ler arasında yaygın olan diğer tarîkatlar da mutlaka kuralları arasında ona yer vereceklerdi.
Râbıtanın Dayandırıldığı Âyet ve Hadislere İlişkin Kanıtlama ve Yorumlar
Sırf râbıtayı bir kitap konusu yapacak kadar meseleye büyük önem veren, ya da eserlerinde râbıtaya geniş biçimde yer ayıran birkaç Nakşî ileri gelenlerinin hepsinin de tutundukları deliller hemen hemen aynıdır. Ancak bu görüş birliğinin son derece şaşırtıcı bir yanı vardır ki o da bu şahıslardan hiç birinin, (kanıt olarak ileri sürülen âyet ve hadislerde râbıtayı çağrıştıracak en ufak bir işaret bile yokken) bu gerçeği görmezlikten gelmiş olmalarıdır.
Bu âyet ve hadislerin, "Nakşî râbıtası"na ne kadar mesnet teşkil ettiği esasen ortadadır. Çünkü onların tefsir ve tercümesinde kullanılan ifade ve üslûp şekillerine, inşa, imla ve hatta noktalama biçimlerine bile bakılacak olursa bu şahısların her bakımdan düzeyleri anlaşılmaktadır! Dolayısıyla İslâm Dini üzerinde böylesine tasarrufta bulunmuş olmakla taşıdıkları ağır vebâli bir kenara koysak bile bu kişiler, hemen hiçbir ölçüyü hesaba katmadan sergiledikleri düşünce ve anlayış biçimleriyle ilmî teâmülleri âdetâ ayaklar altına almışlardır.
Nakşîbendîlerin, râbıtaya kanıt olarak gösterdikleri âyet ve hadislere kendilerince verdikleri anlamlar yalnızca ilginç değil, aynı zamanda endişe vericidir. Onun için Kur'ân-ı Kerîm'e ve Sünnet-i Seniyye'ye karşı Müslümanların taşıdığı ağır sorumluluk açısından, onların bu âyet ve hadisler üzerinde yaptıkları yorumları dikkatle incelemek gerekir.
İleride nakledilecek birçok örnekte görüleceği üzere İslâm âlimlerine âit tefsirlerde bu âyet ve hadislerin hiç birinde "Nakşîbedî Râbıtası"na ilişkin bir tek nüans bile yoktur. Ayrıca râbıtanın söz konusu olmaya başlandığı Miladî 1500'lerden hemen sonraki Nakşîbendî rûhânîleri râbıta sözcüğünü kullanmış iseler de bunu ne bir terim, ne de ciddi bir tarîkat kuralı diye ifade etmedikleri için tabiatıyla onu, âyet ve hadislere dayandırma ihtiyacını da o devirlerde duymamışlardır. Hatta denebilir ki bu rûhânîlerden çok önce yaşamış olan (Örneğin M. 1140 yılında ölen Yusuf Hemedânî'den sonraki) şeyhlerin birçoğu hem Türk kökenli oldukları hem de kayda değer bir eğitim almadıkları için bu âyet ve hadislerin Arapça anlamlarını bile bilmedikleri çok büyük ihtimal dâhilindedir. Bu olasılık, o devirlerden kalma Raşahât ve Rabbânî'nin mektupları gibi Farsça ve rasgele karalanmış (şeyhlere âit) tek tük yazılı metinlerden anlaşılmaktadır ki esasen bunlar, râbıtanın Kur'ân'a ve sünnete dayandırılması konusunda herhangi bir ilmî değer ifade etmemektedirler. Çünkü bütün ilmî kriterler bir yana, bu metinlerin, aslında mal edildikleri şahıslara âit olup olmadığı bile meçhuldür. Üstelik bu tesbit, sadece çok eski Nakşî rûhânîlerine âit söz ve yazılar için değil, aynı
3233] Yrd. Doç. Dr. İrfan Gündüz, Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta adlı, basılmamış bir çalışmasından, s. 10
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 797 -
zamanda Halid Bağdadî gibi yakın tarihte yaşamış olan şeyhlerin yazıp çizdikleri için de söz konusudur.
Nitekim Halid Bağdadî tarafından dönemin Milli Eğitim Bakanı Muhammed Es'ad Efendi'ye gönderildiği ileri sürülen ve Nakşîbendîler arasında "Risâle’tun Fi Tahkıyk'ır-Râbıta" diye bir isim altında bilinen bir mektup vardır ki bunun hakikaten Bağdadî'ye âit olup olmadığını anlamak son derece güçtür.
Eğer -Nakşîbendîlerin ifadesine göre- bu mektup gerçekten Halid Bağdadî'ye âit ise, bu şahsa göre râbıta, ilhamını Kur'ân'dan almaktadır ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesi de bunun kesin delilidir (?)
Sözü geçen âyet-i kerîmenin, meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe ile verilen anlamı ise şöyledir: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” Bu âyet-i kerîmede eğer varsa râbıtaya ilişkin ne gibi bir işaret bulunduğunu anlamak ve onu acaba herhangi bir ilgiyle çağrıştırıyor mu diye zihinde belirebilecek bir soruya cevap aramak üzere önce bizzat Nakşîbendîlerin kendi kitapçıklarında naklettikleri bu âyetin Türkçe anlamına bakalım:
Çok eskilerin değil, bilakis dört adet Nakşîbendînin birleşerek 1994 yılında "Râbıta ve Tevessül" adı altında kaleme aldıkları bir kitabın hem önsözünde, hem de 11'inci sayfasında, yukarıdaki âyetin Türkçe anlamı aynen şu şekilde nakledilmiştir: “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” Görüldüğü üzere bu şahıslar bile Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesini, genelde verdiği bu anlamı açıkça yazmaktan başka bir çare bulamamış, buna rağmen râbıtayı bu âyetle kanıtlamaktan da çekinmemişlerdir!
Burada anlaşılması son derece güç olan tablo şudur: Pek eğitim görmemiş, hatta büyük ihtimalle çoğunun okuma yazma bile bilmediği tahmin edilen eski Nakşîbendî hocaları tarafından vaktiyle “Hatm-i Hâcegân” ve “râbıta” gibi birtakım kurallar konmuş olması ve bunların şu veya bu şekilde Kur'ân'a dayandırılmış olması bir bakıma olağandır. Ancak günümüzün az çok eğitim görmüş, tercüme aracılığıyla da olsa Kur'ân-ı Kerîm'i nisbeten anlama imkânını bulmuş olan “İlâhîyâtçı” Nakşîbendîlerin bilinçli bir şekilde böylesine zorakî bir kanıtlama biçimiyle diretmeleri, doğrusu pek ilginçtir!
Eskiden beri “hoşmeşreplik” ve “kalenderlik” diye bilinen dervişlik mesleğinin gereği olarak sûfîlikte hoşgörü adına hemen hiç bir kurala süreklilikle bağlı kalınmadığı bir gerçektir. Nakşîliğin son dönemlerde kazandığı sert disipline rağmen bu eğilim, asırlardır tarîkata genel bir anlayış olarak yerleştiği içindir ki âyet-i kerîmeler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere hiç alâkası olmayan bir konuda kanıt olarak ileri sürülmüşlerdir. Ancak bu tutum, hoşgörünün sınırlarını pervasızca aşmakta ve (Nakşîbendîlik gibi belli prensiplere dayalı bir tarîkatta bile olsa) esasen hiç bir sınırı bulunmayan dervişliğin, gerçek anlamda ibâhiyecilikle eşdeğerde olduğunu çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Nitekim râbıtanın, sözde kitaba ve sünnete dayandığı yolunda Nakşîbendîlerce sergilenen kanıtlama şekilleri hiç bir ilmin usûl ve âdâbına sığmamaktadır. Örneğin râbıtayı ilk defa tanımladığı tahmin edilen Hindli Tâcuddîn, Patanjali'nin Sutralarındaki karmaşık ifadeleri anımsatırcasına çetrefil birtakım sözlerle bu meditasyonu anlatmaya çalışırken onu Kur'ân'a dayandırmaya yanaşmamış; buna karşın Tâcuddîn'den 135 yıl sonra dünyaya gelen Halid Bağdâdî,
- 798 -
KUR’AN KAVRAMLARI
râbıtayı göz kırpmadan Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetiyle kanıtlamaya çalışmıştır!
Nakşîbendîlerin, râbıtayı Kur'ân'a mal etmek için gösterdikleri diğer bir kanıt da Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesidir. Aynen yukarıdaki âyette olduğu gibi, bunu da metnine uygun bir anlamla açıkladıkları halde yine de onu râbıtaya kanıt diye ileri sürmekte hiç bir tereddüt göstermemişlerdir. Bu âyet-i kerîmenin de diğeri gibi meâllerde genel olarak bugünkü Türkçe ile verilen anlamı şöyledir: “Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve O'na (yaklaşmaya) vesîle arayınız.”
Allah'a yaklaşmanın ve O'na yaklaşmak için vesîle aramanın ne olduğu konusunda İslâm âlimlerinin görüşleri birbirinden pek farklı değildir ve Nakşîbendîlerinkine hiç benzememektedir. İleride verilecek örneklerde de görüleceği üzere tefsir âlimleri, Allah'a yaklaşmayı, O'nun hoşnutluğunu kazanmaktan başka bir şey olarak anlamamışlardır. Keza onlara göre Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için vesîle aramak, sâlih amel işlemekten, (yani yararlı ve hayırlı işler yapmaktan) başka bir şey değildir ve bu çok geneldir. O kadar ki bu âyetin mânâsını, hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde anlamak mümkündür. Nakşîbendîler ise bu noktada İslâm âlimlerinin görüşünü inkâr etmemekle beraber, bu iki âyet-i kerimeye kendilerince özel ve çok farklı bir anlam daha yüklemiş, bu âyetlerle, (bir çeşit “yoga” demek olan) râbıta arasında kesin bir ilişki bulunduğunu ısrarlı bir şekilde ileri sürmüşlerdir.
Nakşîbendîlerin, bu iki örnekten başka, daha birçok âyet ve hadisleri râbıtaya hangi ilgiyle kanıt diye gösterdiklerini anlamak, gerçekten de mümkün değildir. Çünkü bir insanın,
Bulunduğu mekânı karartarak;
Özel “teverrük” oturuşu ile hareketsiz oturarak;
Nefesini kontrol altına alarak;
Şeyhinin şeklini zihninde canlandırarak ve “onun rûhâniyetinden yardım dileyerek” ibâdet yapması gerektiğine ilişkin, bu âyet ve hadislerin hiç birinde en gizli bir anlam bile yoktur. Bu ise çok şaşırtıcı bir meseledir. Sebebine gelince, kılık kıyafette bile son derece belirgin bir tarzı seçerek büründükleri dış görünüşlerine; herkesten çok daha titiz ibâdet anlayışlarına ve fanatizme varan şekilciliklerine rağmen Nakşîbendîlerin, âyet ve hadisleri böylesine hiç ilişkisi olmayan bir konuda ve ödünsüz bir ısrarla kanıt göstermesi, düşünce yolunu kesin şekilde tıkamakta ve anlaşılmaz bir mantık sorunu olarak insanın karşısına çıkmaktadır!
Bu açmazın esasen ne ifade ettiğini çok daha somut bir şekilde algılayabilmek için önce yukarıdaki iki âyet–i kerimeye yeniden bir göz atalım. Evet, 9/Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmesi meâlen şöyledir: “Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun.”
5/Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesini de meâlen şu ifadelerle açıklamak mümkündür: “Ey iman edenler! Allah'tan sakınınız ve O'nun hoşnutluğunu kazanacak yollar araştırınız.”
Şimdi şu noktayı çok iyi düşünelim: Bu iki âyet-i kerîmenin, Nakşîbendîlerce
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 799 -
de kabul edilen yaklaşık anlamları işte budur. Ancak bu ifadelerin içinde ne râbıta sözcüğünü görmek, ne de râbıta ile anlatılmak istenen eylem ve ibâdet şekline ilişkin herhangi bir belirti bulmak mümkündür. Peki öyle ise bu yakıştırma nereden gelmektedir, niçin buna gerek duyulmuştur ve bu ısrarın sebebi nedir?
Aslında râbıta Nakşî Tarîkatı'nda başlı başına bir âyin şekli değil, (daha önce de belirtildiği gibi) “Hatm-i Hâcegân” Ayini'nin on kuralından biridir. Fakat mürîdin üzerinde bıraktığı silinmez etkiler bakımından diğer dokuz kuraldan çok daha büyük bir önem taşımaktadır.
Çünkü Nakşîbendîlik esasen bütün gücünü kendine bağladığı insanın iç dünyasını tamamiyle fethetmekten almaktadır. Bu tarîkatta mürîd, şeyhinin kulu ve kölesi olmaktan da öte bütün irâde ve benliğinden sıyrılmış, şeyhine kayıtsız şartsız teslim olmuş bir âlet gibidir. (Esasen tarîkatın kesin şartlarından biri de bunu peşin olarak kabul etmek ve böyle olmaktır. Nitekim Nakşîbendîlere âit tarîkat kitaplarında, mürîdin şeyhine karşı uymak zorunda olduğu kurallar sıralanırken, sonunda hepsinin özeti olarak aynen şu ifade kullanılmaktadır: “Mürîdin şeyhe karşı tutumu, ölmüş kimsenin, teneşir üzerinde yıkayıcının elleri arasındaki durumu gibi olmalıdır.”3234 O kadar ki mürîd kendini, şeyhinin yalnızca bir bendesi, bir hizmetçisi gibi değil, onun bir köpeği gibi görmektedir! 3235
İşte râbıta, özgür ve akıllı bir insanı ne ilginçtir ki bu derekeye düşürebilen şartlandırıcı bir etkiye sahiptir. 5/Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması: “Ve sâdıklarla birlikte olunuz.”; “İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da Allah'ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.”
Bütün bunlara ek olarak bir de Şiî (Ca'ferî) Mezhebi'ne mensup ulemâdan Âyetullah Nasır Mukârim Şirâzî başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanmış bulunan Tefsîr-i Numûne adlı eserden söz konusu iki âyet-i kerîmenin yorumu aşağıda sunulmuştur.
a) Mâide Sûresi, 35'inci âyet-i kerîmesinin açıklaması:
“Ey iman edenler! Allah'dan sakınınız ve O'na (yakınlık kazanabilmek için) vesîle arayınız.”; “Ey iman edenler! Sakınmayı kendinize huy (kural, alışkanlık) edininiz ve Allah'a yaklaşabilmek için kendinize bir vesîle seçiniz.”
b) Aynı kaynakta, Tevbe Sûresi, 119'uncu âyet-i kerîmesinin açıklaması: “Ey iman edenler! Allah'dan sakınınız ve sâdıklarla beraber oluuz.”; “Ey iman edenler! Allah'ın emrine (muhâlefet etmekten) sakınınız ve sâdıklarla beraber olunuz.”
Ne hayret verici bir husustur ki, Şiîler ve Mu'tezilîler bile (yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere) bu iki âyet-i kerîmeyi tefsir ederlerken kişisel yorumlarını
3234] Bk. Gümüşhânevî, Câmiu’l-Usûl, s. 140; El-Kürdî, Tenvîru’l-Kulûb s. 528; El-Khânî, El-Bahja'tus-Seniyye s. 23; Ali Behcet b. Ebibekr, Risâle-i Ubeydiyye-i Nakşîbendiyye s. 3, Üniversite Kütüphânesi No. 77258. İst.
3235] Bk. Muhammed Emîn Abidin, Sel'lul-Husâm el-Hindî Fi Nusra'ti Mavlânâ Khâlid an-Nakshabandî s. 37; Ferîduddîn Ferit Aydın, Mavkıf'u İbn Âbidîn Min's-Sûfiye'ti va't-Tasavvuf s. 24
- 800 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ortaya koymaktan âdetâ dikkatli bir şekilde sakınmışlardır. Buna karşın, Sünnîlikte kimseye sıra vermeyen tarîkatçılar Allah'ın yüce kelâmına istedikleri her anlamı yakıştırmaktan çekinmemiş, üstelik bu yorumlarını günümüzde bir kitap haline getirmek sûretiyle de cür'et ve pervâsızlıklarını sergilemişlerdir.
Görüldüğü üzere yukarıdaki tefsirlerin hiç birinde ne kelime olarak, ne de kavram olarak “râbıta” denen bir şeyden söz edilmemektedir.
Bazı âyetler çok genel anlamlar taşımaktadır. Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmesi gibi. Burada Allah Teâlâ'nın bizden istediği şey: O'na yakınlık kazanmak için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu âyet-i kerîmedeki “vesîle” araç demektir. Öyle ise Rabb'imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir. Şu halde âyet-i kerîmedeki bu sınırsızlığı inkâr edercesine onu sırf râbıta için bir kanıt olarak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir alâka yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, (kaynağını Budizm'den aldığı ve İslâm'a zaman içinde yamandığı bütün çıplaklığıyla ortada bulunan, üstelik bir Hind meditasyonundan asla başka şey olmayan) râbıtayı meşrûlaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi âlet etmek, iki ihtimali ortaya getirmektedir:
Bunlardan biri: İslâm'ı çarpıtmak ve onu içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve yaptıranlar için düşünmek (ileride ayrıntılarıyla açıklanacağı üzere) mümkün değildir.
İkinci ihtimal ise: Bilgisizlik, ya da bilgi yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.
Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli olarak gözardı edip onu Hind kaynaklı bir meditasyon uygulamasına kanıt göstermek, Allah'ın yüce kitabını alaya almaktan başka bir şey değildir! Bu ise ister bilgisizlik, isterse bir hamâkat eseri olsun, bir yanlışlık ya da mâzeret olmaktan uzaktır.
Râbıtayı Kanıtlamada Nakşîbendîlerin Kullandığı Üslûp: Kusheyrî ve Gazalî gibi iyi eğitim görmüş nâdir şahsiyetler istisna edilecek olursa esasen bütün tasavvufçuların anlatım ve açıklama tarzları perişan, rasgele ve dağınıktır. Bu durum elbette ki Nakşîbendîler için de aynen söz konusudur.
Genellikle bütün yazıp çizdiklerinde ve özellikle râbıtaya ilişkin olarak kaleme aldıkları mektup ve kitapçıklarda bir anlatım mantığına rastlamak mümkün değildir. Bu nedenle, yazılarında hiç bir metod ve disiplin yoktur.
Hiç kuşku yok ki anlatım mantığının temeli diyalektik kurallar üzerinde kuruludur. Çünkü kanıtlamak, akılcı yollardan ilim kaynaklarına başvurmak sûretiyle gerçekleri belli bir açıklama düzeni ve mantık silsilesi içinde ortaya çıkarma sanatıdır. Bu sanatın icrâsında eğer tez ile kanıt arasında hiç bir ilgi ortaya
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 801 -
konamazsa, ya da bu iki şey arasında herhangi bir ilgi yokken bunun var olduğu yolunda kuru bir inat sergilenirse bunda artık bir anlatım mantığı aramak abes olur. Doğrusu böyle bir tutuma, müzmin bir megalomani tezahürü demek daha doğru olur.
Nitekim râbıta konusunda Nakşîbendîlerin sergilediği inat aynen böyledir. İşte örnekleri: Son dönem Nakşî şeyhlerinden İsmet Garibullah râbıtasız çalışan insanın deli olduğuna kesin şekilde hükmetmekte ve bu konuda aynen şunları söylemektedir: “Bin yıl olsa ah vah sırr-u celî, / Hakka vâsıl kimsenin olmaz dili; / Mânevî sohbetle vâsıl her velî; / Râbıtasız sa'yeden mutlak deli.” 3236
Demek ki bir insan eğer gidip bir Nakşî şeyhine bağlanmamışsa ve tabiatıyla “mürşidsiz olduğu için” böyle birinin şeklini de zihninde canlandırmaksızın çalışıyorsa (yani ibâdet ediyorsa!) o insan, İsmet Efendi'ye göre mutlak sûrette delidir! Bu konudaki kanıtı da aynen, kendisinden önceki şeyhlerin ileri sürdüğü gibi Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyetidir (!) 3237
Bir başka örnek de Halid Bağdadî'ye mal edilen Risâle-i Hâlidiyye tercümesindeki şu ifadelerdir: “Eğer denilirse ki râbıtaya delil-i sâbit var mıdır? Biz deriz ki: Naam, (yani evet) kitab ve sünnet ve kıyas ile delil sâbittir. Emma kitâb ile sübûtu, Hak Teâlâ'nın "ve'bteğû ileyhi'l-vesîlete" kavl-i şerifidir.” 3238
Ne ilginçtir ki Nakşîbendîler bu kitabın Halid Bağdâdî'ye âit olup olmadığını bile şimdiye kadar kanıtlayamamışlardır. Çünkü bu kitapçık onların iddiasına göre Bağdâdî tarafından yazılmış olan Arapça bir metnin tercümesidir. Bu metnin nerede olduğu hakkında ise hiç bir şey söylememektedirler. Hal böyle iken râbıtanın, sözde Allah'ın kitabında ve Rasulullah’ın (s.a.s.) sünnetinde sâbit delilleri bulunduğunu bu kitapçığa dayanarak söylemektedirler!
Allah'ın kitabından, davâlarına kesin birer delil olarak ileri sürdükleri Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerinden râbıta diye bir anlam çıkarmak, Nakşîbendîlikteki mantık iflâsının sadece bir tek kanıtı değil, görüldüğü üzere bu düşünceyle sergiledikleri anlatım üslûbu da onların ilim divanında ne duruma düştüklerini açıkça ortaya koymaktadır.
Bir tarîkat şeyhine bağlanmayı, ondan sonra da belli bir şekilde hareketsiz oturup o insanı zihinde canlandırmayı ve onun (her ne demekse) rûhâniyetinden medet ummayı bu iki âyet-i kerîme ile açıklamaya çalışmak acaba hangi ilgiyle mümkün olabilmektedir?
Nakşîbendîliğin, genelde Türklere mahsus bir İslâm modeli olduğunu söylemek yanlış olmaz. (Sırf Kur'ân-ı Kerîm'e ve Raûlullah (s.a.s.)'ın Sünnetine bağlı Müslüman azınlığın dışında kalan) Anadolu’daki hemen bütün Türkler, bilerek veya bilmeyerek İslâm’ı bu model içinde benimsemişlerdir. Hatta ve hatta Türkiye'deki “dindar” Kürtler’in, Melez Arapların ve diğer Müslümansı azınlıkların da İslâmî anlayışı, egemen kitle olan Heterodoks Sünnî Türklerin etkisi altında Nakşîbendîleşmiştir. Bu bakımdan kurallarıyla, âyinleriyle ve dış dekoruyla topluma aşıladığı zihniyet ve ona verdiği yön bakımından, Nakşîbendîliğin serüvenini
3236] Risâle-i Kudsiyye s. 95
3237] A.g.e., s. 92
3238] Risâle-i Hâlidiyye Tercümesi, s. 11
- 802 -
KUR’AN KAVRAMLARI
araştırarak râbıtanın tarihi hakkında tesbitler yapmak daha doğru olur.
Bu tarîkat, gerçek anlamda Türklerin milli dinidir, bu gerçek, en çarpıcı şekilde bizzat Şah-ı Nakşîbend tarafından dile getirilmiştir.
Râbıtayı ilk kez bağımsız bir konu olarak işleyen belgenin, (aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı üzere) mîlâdî 1778-1826 yılları arasında yaşamış olan Halid Bağdâdî tarafından kaleme alınmış olması, bu meselenin ne kadar yeni olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu da netice itibariyle tasavvufun, İslâm'dan uzaklaşan bir ibâdet anlayışı ve şekli olarak tarihin akışı içinde nasıl gitgide farklı içerikler kazandığını ve evrime uğradığını; buna süreklilik kazandıran rûhâniler sınıfının da, mistik anlayışlarına her devirde nasıl yeni biçimler verdiklerini güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır.
Nitekim ilk defa mîlâdî 1550'lerde sade bir sözcük olarak tarîkat literatürüne giren râbıta, XIX. yüzyılın ortalarında Nakşîbendîliğin en önemli kuralı haline getirilmiştir.
Râbıta, Murâbata ve Murâbıt Kelimelerinin Tahlili
Gerek eski, gerekse yeni lügat ve çeşitli kaynakları taradık. Bu mûteber sözlük ve kaynaklarda “Murâbıt” kelimesinin ne anlama geldiğini tesbit ederek referanslarıyla birlikte şu şekilde aşağıya aktardık:
El-Mu'cemu’l-Vecîz: “Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkîde sürekli bulundu, (nöbet tuttu demektir.)” 3239
El-Müncid: “Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Bir işle sürekli ilgilendi (anlamına gelir.)” 3240
El-Mu'cemu’l-Arabiyyu’l-Esâsî: “Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Ordu, Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkide sürekli bekledi, (demektir.)” 3241
Mu'cemu Lûgati’l-Fukahâ': “Murâbata'(da bulunmak)...: Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek (beklemek, nöbet tutmak demektir).” 3242
Lisân'ul-Arab: “Murâbata kelimesi temel olarak: Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye (karargâh kurmaya) murâbata adı verilmiştir.”
İşte Arap ve İslâm Dünyası'nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda “murâbata” budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından “murâbıt” denmiştir.
Kezâ ünlü Tâcu’l-Arûs adlı lûgatda da “murâbata” şu ifadelerle tanımlanmaktadır: “Temel anlamda murâbata: Karşıt iki ordudan her birinin, kendi
3239] Mısır Arap Dil Kurumu, birinci basım. Kahire-1980
3240] Luis Ma'lûf el-Yesûî
3241] ALECSO-1989
3242] Muhammed Ravâsî Kal'aci – Hâmid Sâdık Kunaibî
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 803 -
mevkiinde karargâh kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye rıbât adı verilmiştir. Sâğânî tarafından ve “el-Lisân“ adlı kaynakta aktarıldığına göre, (murâbata'nın anlamı budur.) Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet beklemek mânâsında kullanılmıştır. Bazen de bizzat (savaşa mahsus) atlara rıbât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Dayanın ve direnin; Murâbata yapın (alarm durumunda olun) ve Allah'dan sakının ki başarıya eresiniz.” 3243 Bu, şöyle yorumlanmıştır: Dininizde kalmak için dayanın; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın (savaşa hazırlıklı olun.) Yani savaşmak ve bineklerinizle irtıbat halinde olmak (onları savaşa hazır tutmak) sûretiyle cihada devam ediniz.”
Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış en mükemmel kaynaklardan biri olan, İbn'un-Nahhâs'ın "Müsîru’l-Ğarâm ilâ Dâri’s-Selâm fî Fezâil'il-Cihâd" adlı eserinde “rıbât”, “murâbıt” ve “murâbata” terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir: “Rıbat'dan amaç: Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mevkide cihad yapmak -yani silâhlı savunmada bulunmak- ya da nöbet beklemek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi (o arazide devamlı yerleşmesidir); veya -güvenliği sağlamak için- Müslüman (asker) sayısını artırmaktır.”
“Yazar, -Allah taksiratını af buyursun- şöyle diyor: “Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki: Kim sırf kâfirlere karşı muhtemel bir silâhlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek amacıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar (hazır vaziyette yerleşir) ve istediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nâil olur.”
Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır: “Muhammed b. Atiyya, tefsirinde şunları kaydetmiştir: “Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı (atı bir yere bağlamak) demek olan “rıbât“ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “murâbıt" adı verilmiştir.”
“Murâbıt” teriminin, (sınır boylarında askerlik yapan kimse) demek olduğunu kesinlik derecesinde te'yid eden birkaç hadisi'i şerif de şöyledir:
“Sınır boyunda bir gün bir gece rıbât yapmak (yani nöbet beklemek) bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sınırda, murâbatada bulunurken (yani nöbet beklerken) ölürse bu sevabın aynısına yine nâil olur. Aynı zamanda (şehit gibi o da) rızıklandırılır.” Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.
Fudâla b. Ubeydillah'dan rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Allah yolunda murâbıt kişi (yani kâfirlerin muhtemel bir saldırısına karşı nöbet bekleyen Müslüman) hâriç, ölen herkesin defteri dürülür. Ancak murâbıt kişinin ameli kıyâmet gününe kadar nemalandırılır (artırılır.) Aynı zamanda mezar içi cezalarına karşı da kendisine güven verilir.”
Araplara âit mûteber kaynaklardan yukarıya aktarılan tüm bu bilgilerden sonra bir kez daha hatırlamalıyız ki “evliyâ”ya, Araplar tarafından “murâbıt” denildiği doğru değildir. Şu var ki; Abbasî Devleti'nin parçalanmasından
3243] 3/Âl-i İmrân, 200
- 804 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra Kuzey Afrika sahillerine dadanan Batılı korsanlara karşı vaktiyle Müslüman Berberî milisler, askerî bölgeler oluşturmuşlardı. Buralarda istilâcılara/işgalcilere karşı murâbatada bulunuyorlardı. Yani İslâm topraklarını korumak amacıyla sahil boylarında nöbet bekliyorlardı. Hatta bir zaman sonra bu Berberîler, Murâbıtlar adı altında bir devlet bile kurdular. Mistik inanışlara önem verdikleri ve Kur'ânî değerleri yozlaştırdıkları için daha çok bu yüzden Muvahhidler tarafından yıkıldıkları sanılmaktadır.
Çok sonraları Kuzey Afrika sahillerinde egemenlik kuran Osmanlılar'ın etkisi altında bu Berberî askerlere âit karargâhlar birer tekkeye dönüştü. Bu mekânlarda yaşayan topluluklar, asırların akışı içinde softalaşarak askerî kimliklerini tamamen yitirdiler. İşte bu ilgilerle, Kuzey Afrika Ülkelerinde tarîkatçılara günümüzde de “Murâbıtlar“ adının veriliyor olması cehâletin ve gelenekselliğin sonucudur.
Mutasavvıflar Tarafından Râbıtayı Anlatan Eserlerden Bazıları
Râbıta-i Şerîfe Risâlesi: Sırf râbıta hakkında yazılan bu kitapçık, Abdulhakîm Arvâsî tarafından 1923'de kaleme alınmıştır. Kitabın aslı Osmanlıcadır. Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilmiştir. İstanbul-Süleymaniye Kütüphânesi, Celal Ötüken bölümü /232; Üniversite Kütüphânesi, 438/21 ve Beyazıt Devlet Kütüphânesi, 243435 sayı altında bu risâleden birer nüsha bulunmaktadır.)
“Râbıta-i Şerîfe” adlı kitapçıkta dikkat çekici şu ifadeler kullanılmıştır: “Râbıta, Allah'a ermeye müstakil bir yoldur.”3244; “Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyâbında o zâtın sûretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.” 3245; “Mâlum olsun ki bu yolla Allah'a ermek, kâmil şeyhin muhabbet ve râbıtasına bağlıdır (...)” “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde, vefatından sonra hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyâdan bazılarının, rûhâniyeti vâsıtasıyla İlâhî emirleri takib ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o velî kabrinde meyyit olsun... Kabrindeyken mürîdini yetiştirir. Mürîdi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Eb’ul-Hasan-ül Hırkanî Şeyh Ebi yezid Bestâmî'den bu şekilde Feyiz almıştır.” 3246
Yani ölü evliyâ ile röportaj yapılabilir! Hâlbuki Allah Teâla ölülerin, duymadıklarını ve konuşmadıklarını Kur'ân-ı Kerim'de bildirmektedir. 3247
Yazar, “Râbıta-i Şerîfe” adlı risâlesinde ayrıca: “Mezarlara râbıta keyfiyeti”, “Râbıtanın edepleri” ve “Râbıtanın şartları” gibi başlıklar altında canı ne istemişse onu yazmaktan geri kalmamıştır.
Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta: Bu, bir İlâhîyât hocası (İrfan Gündüz) tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bulunan 44 sayfalık bir çalışmadan ibarettir. Yazar, “Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde sistemleştirdikleri söylenenebilir.” demektedir. 3248
3244] A.g.e., s. 17
3245] A.g.e., s. 18
3246] A.g.e., s. 19
3247] 6/En’âm, 111; 27/Neml, 80; 30/Rûm, 52
3248] Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, İrfan Gündüz, Basılmamış bir çalışma, s. 4
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 805 -
Râbıtayı meşrûlaştırmak ve O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu şartlandırmak bakımından modernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.
Aslında Nakşîbendîlik, -dünden bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefelerden beslenerek meydana gelmiş bir tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışverişin en çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşîbendîlerin, “Kültürlerarası ortak özellikler” diye bir kanâate kendi açılarından hiç de sıcak bakmayacaklarını kestirmek zor değildir. Onların bu çelişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın, yukarıdaki sözler içinde sergilediği çelişki arasında açık bir uyuşmazlık vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!
Yazar, râbıtayı anlatırken: “İmitatio dio”, “İmitatio hominis”, “Beşer symbiosis” ve “İdentification” gibi yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman, Prof. Jeager ve Shimmel gibi yabancı yazarları referans göstererek âdetâ Modern Nakşîbendîlik Döneminin öncülüğünü yapmaktadır.
İlginçtir ki Nakşîbendî cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunulduğunu görecek ya da duyacak olurlarsa, “Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış” diye yazarı takdir yerine belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in “drahma”ları üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan ayırt edebilecek yeterli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş İlâhîyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdıkları meşrûluk fetvâlarını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini yakalayabilmişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşîbendîler tarafından kutlanması ya da ödüllendirilmesi ihtimalden uzaktır. Bununla birlikte yazar, râbıtanın kesin yerini saptamak konusunda açık bir kanâat ortaya koymadığından bu sorun karşısında okuyucuyu tereddüt içinde bırakmaktadır.
Çünkü okuyucunun aradığı özetle şudur:
Râbıtanın İslâm'da yeri var mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabilir?
Râbıta bir ibâdet şekli midir, öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi midir, yoksa sırf bir zihin sporu mudur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile kanıtlamak mümkün müdür?
Eğer hocayı öğrencisine sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisinin zihnine nakşetmek gibi râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek isteniyorsa, üstelik kitap ve sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sadece Nakşî Tarîkatı'yla sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir? Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çevresiyle sınırlı tutmanın açıklaması acaba ne olabilir?!
Hz. Peygamber (s.a.s.), Nakşîbendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye
- 806 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul ettiği) birinin şeklini zihninde canlandırarak “râbıta” adı altında bir eylemde bulunmuş mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?
Eğer amaç, gerçekten Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri sorulara cevap bulmak sûretiyle gereken hizmet, yerine getirilebilirdi. Oysa bu çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kavgasını kızıştırmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emekler vererek yaptığı söz konusu araştırmasını belki de bu yüzden bastırmamıştır.
Her şeye rağmen yazarın bazı tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır. Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir: “Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir.” Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden edememektedir. Çünkü “Muahhar devrin mahsulleri” günümüzün Türkçesi ile “yakın dönemin ürünleri” demektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı olmadığına bakılacak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı kuşkulara neden olmaktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin mahsulleridir.” deyimi yerine, örneğin: “Yakın tarihte kaleme alınmışlardır.” deseydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri huylandırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar çıkacak diye yazarın birtakım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay değil, ama O'nun, arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ dikenli teller gibi bu dolambaçlı anlatım biçimini beklenmedik şekilde yerleştirmesine tesadüf demek de zordur.
“Kavram olarak râbıta”, “Uygulama olarak râbıta” ve “Râbıtanın delilleri” olmak üzere üç bölümden oluşan çalışmasında yazar, ideal model olarak kâmil insanın varlığını savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru aynen şu ifadeyi kullanmaktadır: “Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar” atasözünde bir realite olarak varlığı ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihtiyacı gidermeye matuf olsa gerektir.”3249 Tabiatıyla bu sözler onun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıtlamaktadır.
Bunlardan başka, dört Nakşîbendînin başbaşa vererek “Râbıta ve Tevessül” adı altında yazdıkları bir diğer kitap da 1994 yılında yayınlandı. Bunun belki de en ilginç yanı, hacmı ile içeriği arasındaki tutarsızlıktır. Çünkü epeyce kalın gibi gözükmesine rağmen sadece baş taraflarında râbıtadan biraz söz edilmiştir. Geriye kalan kısmında ise şahıs biyografilerine ve daha çok, (yakın tarihte yaşamış olan ve ilim dünyası tarafından tanınmayan) “Doğulu” birkaç mollanın mitolojik hayat hikâyelerine yer verilmiştir. Bu nedenle üzerinde durmaya değmez.
Nakşîbendîlik tarihinde sırf râbıta hakkında kaleme alınmış olan yazılı şeyler, birkaç kitapçıktan ibârettir. Bunların en önce yazılmış olanı Halid Bağdâdî'ye âit “Risâle'tun Fi Tahkıyk'ır-Râbıta” başlıklı mektuptur ki bu, 1811 yılından önce yazılmış olamaz. Sebebine gelince Bağdâdî, ancak bu tarihte Nakşî şeyhi olabilmiş ve Hindistan'dan Irak'a dönerek tarîkatını yaymaya başlamıştır. Bu da demek oluyor ki: sırf râbıta hakkında ilk kez kaleme alınmış olan kayıtlı malzeme, günümüzden en çok 185 yıl önce yazılmıştır (Bu tarih, râbıta hakkındaki
3249] A.g.e., s. 44
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 807 -
bu araştırmamızın, birinci baskısının gerçekleştirildiği 1996 yılı itibarıyladır). Bu ise çok yakın bir geçmiştir. Dolayısıyla denebilir ki: İlk kez 1550'lerde yalın bir kavram olarak söz konusu edilmiş olan râbıtanın, 1811 tarihine kadar çeşitli tasavvurlarla ve daha çok Hind mistisizminin etkisi altında zaman zaman tarîkat meclislerinde rûhânîler tarafından işlenmek sûretiyle piştiği anlaşılmaktadır.
Gerek bunlar, gerekse râbıtayı sadece bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan yazılı malzemelerin tümü, aynı özelliklere sahip, üslûp ve bilimsellikten yoksun, rasgele, bölük pöçük ve bir iki tanesi hâriç, ilim erbâbı tarafından ciddiye alınmaktan uzaktırlar. Çünkü:
Hepsi de mistisizmin etkisi altında şartlanmış olan insanlar tarafından yazılmışlardır.
Bu şahısların tamamı, Uzakdoğu dinlerinden en çok etkilenmiş olan Müslümanımsı toplulukların içinde yetişmişlerdir.
Bu kitapçıkları yazanlar arasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, gerçek kişiliğiyle örnek almış bir tek adam bile yoktur. Bunu nasıl söyleyebiliyoruz?
Çünkü her şeyden önce şurası çok iyi bilinmektedir ki İslâm'a, tevhide, hakka, adâlete, bilgiye, dürüstlüğe, çalışkanlığa ve yüce ahlâka karşı olan putperest, baskıcı, bağnaz insanlara ve zâlim güçlere karşı Allah'ın Rasûl'ü, hayatının hemen tümünü savaşarak geçirmiştir. Namazını bu savaşın içinde kılmış, orucunu bu savaşın içinde tutmuş, haccını bu savaşın içinde yapmış, zekâtını bu savaşın içinde vermiş, zikrini ve bütün ibâdetlerini bu savaşın içinde yapmıştır... Nakşîbendî “evliyâları”nın tamamı ise O'nun tam tersine, hayatta belki üzerlerinde paslı bir çakı bile taşımamış, teslimiyetçi, mistikçi, bedduâcı ve meditasyoncu tipler olarak yaşamışlardır.
Bu kitapçıkların hepsi de İslâm Ümmeti'nin çöktüğü; İslâm topraklarının yabancılar tarafından işgâle uğradığı ve çiğnendiği; parçalanıp bölüşüldüğü; Cehâletin ve ona bağlı olarak sefâletin, her türlü gericiliğin ve geri kalmışlığın, hurâfelerle örülü bâtıl inanışların en yaygın olduğu bir dönemde yazılmışlardır.
Bu yazılarda, insanları sırf Nakşîbendîleştirmekten, mürîdi şeyhin mutlak irâdesine körü körüne bağlamaktan ve bunun arka planındaki hedefleri gerçekleştirmekten başka hiçbir amaç yoktur.
Rûhânîler ve Râbıta: Hiyerarşik zincir içindeki Nakşî rûhânîleri arasında kimler râbıtadan söz etmiştir? Nakşîbendîler, ta Hz. Peygamber (s.a.s.)'den başlamak üzere sayıları otuzu geçen “azizler”in -sözde- birbirlerine devretmesiyle bu tarîkatın günümüze kadar geldiğine inanmakta ve bunları “sâdât” (yani pirlerimiz, efendilerimiz) diye anmaktadırlar. Onların meydana getirdiği bu hiyerarşik zincire de “Silsile-i Sâdât” ismini vermektedirler. Ayrıca Nakşîler arasında bu zincire, “silsile'tuz-zeheb” (yani altın gerdanlık) da denir.
Buna göre “Silsile-i Sâdât”: Nakşîbendî Tarîkatı'nda en son şeyhi, sözde -yukarıya doğru- Hz. Peygamber’e (s.a.s.) kadar bağlayan rûhânîlerin sıra ile adlarının oluşturduğu isimler zinciridir. (Nakşîbendîler tarafından “Silsile-i Sâdât” diye adlandırılan “tarîkat rûhânîleri”ne âit listenin ve bu listeye ilişkin rivâyet ve iddiaların bilimsel hiç bir değeri yoktur. Yakın geçmişin aydın Nakşîbendî şeyhlerinden Kasım Kufralı (Küfrêvî), söz konusu listedeki şahıslar arasında kurulan
- 808 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bağlantı hakkında aynen şunları söylemektedir: Nakşîbendîler tarafından ileri sürüldüğüne göre bu zincirdeki isimlerden her biri, bir öncekinden mezun olmuş ve makamına geçerek, mürşid sıfatıyla onun yerini doldurmuştur. Buna bağlı olarak -yine onlara göre- her şeyh, kendi döneminde Hz. Peygamber’i (s.a.s.) temsil eden bir titre sahiptir. Kerâmet ve fazîlet diye onlara Nakşîbendîler tarafından mal edilen inanılmaz mitolojik hikâyeler ise son derece ilginçtir.
Menkabe denen bu hikâyeler, mürîdleri son derece etkilemekte, onları coşturup kendilerinden geçirmektedir. Bu nedenledir ki her Nakşîbendî şeyhi, kendinden sonra yerine oturacak olan “seccâdenişîn”i (Seccâdenişîn: Yalın anlamı; seccâdeye oturan demektir. Tarîkatta, şeyhin mezun ettiği ve bulunmadığı zaman kendisini temsil etmekle yetkilendirdiği, halîfe mânâsında kullanılır. Bu terim, yalnızca Türk tasavvufunda vardır. Örneğin Nakşîbendî Kürtler, “postnişîn” ve “seccâdenişîn” gibi terimleri ne bilir, ne de kullanırlar. Bu da tarîkatçıların bir başka çelişkisidir!) mezun ettiği zaman ona, mahrem bir şekilde yaklaşık olarak şu öğütlerde bulunmaktadır: “Bak molla efendi oğlum! Sen artık bu cemâatin mürşidi olacaksın. Ama unutma ki, mürîd topluluğunun çoğu, câhil olduğu için âyet ve hadisten (yani Allah'ın ve Elçisi'nin sözlerinden) bir şey anlamazlar. Bu sebeple de yanlış yorumlar yapabilir ve tarîkattan kopabilirler. Onun için mürîdlere âyet ve hadis açıklamaları yerine daima mürşidlerimizin menkabelerini, kerâmet ve fazîletlerini anlatarak onları eğitmeye çalış. Bu sûretle ancak onların tarîkata karşı şevk ve coşkularını artırabilirsin...”
Bu yollu öğütlerin, gerçekten iyi niyetlerle yapılıyor olabileceği ihtimali yok değildir. Sebebine gelince çöküntü içindeki Müslüman toplumların tabanı büyük oranda eğitimsizdir. Gerçekleri, anlayamayacakları bir berraklık içinde açıklayıp, hidâyetten çok onları sonu dalâlet olan çeşitli kuşkular içine sürüklemektense, (tarîkat şeyhlerinin hurâfelerinden değil) örnek İslâm âlimlerinin, yüce Kur'ân'dan ilham alarak yaşadıkları üstün ahlâk ve fazîletlerden söz etmek sûretiyle toplulukları eğitmeye çalışmanın faydaları elbette ki inkâr edilemez.
Nakşî rûhânîleri arasında râbıtadan ilk kez söz eden Ya’kûb-i Çarhî 'dir. Raşahât'ın yazarı Ali b. Hüseyn el-Vâiz, bu eserinde O'ndan epeyce söz etmektedir. Kitabın, iki yerinde râbıtaya ilişkin olarak kaydettiği çok kısa anlatımlardan biri şöyledir: “... Çün râbıta tarikini beyâna başladılar, buyurdular ki: “Bu tarikayı ta'limde dehşet etmeyesin ve tâlib ve müstaidlere eriştiresin.” 3250
Bu da demek oluyor ki râbıtanın tarihî süreci, h. 851/m. 1447 de ölen Ya’kûb-i Çarhî ile başlamaktadır. Çarhî, yukarıdaki sözlerle râbıtayı, öğrencisi Ubeydullah-ı Ahrâr'a öğütlemiştir. Raşahât'ın yazarına ise râbıtayı Ubeydullah-ı Ahrâr telkin etmiştir. Nitekim Araştırmacı Kasım Kufralı'nın: “Bilâhare Mâverâünnehr'e gelerek Hâce'ye intisab eylediği zaman râbıta ile iştigâle memur edildi.”3251 dediği Mir Abdu'evvel, Ubeydullah-ı Ahrâr tarafından bu şekilde görevlendirilmiştir. İşbu Mir Abdu'evvel, Raşahât'ın yazarının arkadaşıdır. Bütün bunlar, râbıtanın sembolik bir kavram olarak Ya’kûb-i Çarhî ile başladığını, ondan önce Nakşîbendîlikte râbıta adı altında bir anlayış, inanış ve uygulamanın bulunmadığını açıkça kanıtlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki Nakşîbendîlik tarihinde Ya’kûb-i
3250] Ali b. Hüseyn el-Vâiz, Raşahât s. 354
3251] Bk. Kasım Kufralı, Nakşîbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, s. 82 Türkiyât Enstitüsü, No. 337; Keşf'uz-Zunûn, 1/903
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 809 -
Çarhî 'den önce râbıtadan söz etmiş hiç bir rûhânî yoktur.
Çarhî'nin, Ubeydullah-ı Ahrâr'a: “...Bu tarikayı ta'limde dehşet etmeyesin” diye verdiği öğüt esasen dikkat çekicidir. Çünkü Ya’kûb'un, mürîdine râbıta yaptırmayı öğütlerken: “Sakın ürkütmeyesin!” diyerek onu uyarması, örtülü de olsa râbıtanın tarîkata yerleştirildiği daha ilk günlerden itibaren önemsendiğini kanıtlamaktadır. Ancak bugünkü tanımıyla, şartlarıyla ve uygulanış biçimiyle râbıtanın o tarihlerde söz konusu olduğunu gösteren herhangi bir delil yoktur.
Râbıtanın süreci her ne kadar Ya’kûb-i Çarhî ile başlamışsa da süreçte kopukluklar olmuş ve bu kelime tarikatın, aşamalarla yeni içerikler kazanan doktrininde uzun zaman sembolik bir terim olarak kalmıştır. Ancak çok sonraları tarîkatın bir kuralı haline getirilmiştir.
Râbıta, insanları yönlendirmede belki silâhların en güçlüsüdür; ve çünkü râbıta, astı üstün emrinde kurulmuş bir aygıt haline getirebilen, dolayısıyla dünyayı (el altından) ele geçirme projesini gerçekleştirebilmek için insanları istenen doğrultuda ileriye itebilmenin yegâne sihirli anahtarıdır. Unutmamak gerekir ki bütün tarîkatlar arasında şeyhine can fedâ bir şekilde bağlılık gösteren mürîd toplulukları Nakşîbendî Tarîkatı'nın mensuplarıdır. Yine unutmamak gerekir ki tarîkat şeyhleri arasında en geniş muhite sahip olanlar Nakşî şeyhleridir. Bunun sırrını ise râbıtadan başka bir şeyde aramamak lâzımdır.
Halid Bağdâdî ve Hindistan’dan Râbıta Adıyla Yoga Transferi
(Eğer Halid Bağdâdî'nin Hindistan serüveni de dâhil olmak üzere O'nun bütün faaliyetleri, yönetimin önceden hazırladığı bir senaryonun fiilen uygulaması değil de sırf bir sürpriz ise), Bağdâdî'nin, o dönemde devlet için aranıp da bulunamayacak biri olduğu -özellikle bu hadiseden sonra- iyice anlaşılmıştır. Çünkü uzun yıllar Osmanlı Devleti'ni epeyce meşgul etmiş ve askeri yöntemlerle bir türlü çözümlenememiş olan “Vahhâbîliğin”, en azından Anadolu'ya yayılmasını önlemek için Halid Bağdâdî tam anlamıyla bulunmaz bir Hind kumaşıydı! Ve çünkü O'nun, Hindistan'dan getirmiş bulunduğu yeni Nakşîbendîlik anlayışı, Anadolu Türklerinin vicdanında eskiden beri yerleşik bulunan Şaman-İslâm sentezini Patanjalist fantezilerle tamamlıyordu. Şu halde madem ki yapılan istihbarat, O'nun devlet işlerine parmağını karıştırmak istemediğini kanıtlıyordu, öyle ise izlenecek en doğru yol, O'nun geniş kalabalıklar üzerinde yarattığı yönlendirici etkiden yararlanmaktı. İşte Osmanlı Devleti bunu yaptı.
Bu gelişme, sanki özel bir zamanlama ile kendini göstermişti. Çünkü Osmanlı Devleti hem içeride hem dışarıda düşmanlarla ve isyancılarla boğuşuyordu. 1812'de Mehmed Ali Paşa “Vahhâbîler”in üzerine; 1813'de de Hurşit Paşa, Kara Yorgi'ye karşı Belgrad üzerine gönderilmişti. 1814'de Odesa'da Etniki Eterya Cemiyeti kuruluyordu. Tanzimat öncesi iç siyaset sancıları ile bocalayan devletin, dışarıda “şark meselesi” olarak bilinen bir komplo ile başına çoraplar örülüyordu. Ülkenin doğusunda, özellikle Kürt bölgesinde hemen hemen devlet otoritesi diye bir şey yoktu. 1826'da Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla devlet halktan asker isteyince Kürt aşiret reisleri bu isteği reddettiler. 1831 yılında Cizre Emîri Bedirhan Paşa başkaldırdı. Musul Civarındaki Sincar Dağı eteklerinde yaşayan Yezîdîler, 1830'da ayaklandılar.
Bölgedeki yöneticiler aşiret ağalarıyla birlik olmuş, çıkarlarından başka hiç
- 810 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir şey düşünmüyorlardı. Halk ise bunların elinde perişanlık ve sefâletin bin bir acısını tadarak yaşamaya çalışıyordu. İlkelliğin, cehâlet ve geri kalmışlığın -dille ifadesi imkânsız- batağına saplanmış olan bu insanlar, yollarında, tarlalarında ve tenhalardaki iş yerlerinde de hırsızlara, yol kesenlere ve kanlı katillere kurban gidiyorlardı.
Osmanlı Devleti, kendi tarihi boyunca bu dönemdeki kadar endişe verici iç ve dış krizler yaşamamıştır. Özellikle bu aşamada Avrupa kalkınırken, Osmanlı Devleti tam tersine hızlı bir çöküş periyoduna girmişti. Bu dönemin daha ilk günü Alemdar olayıyla başladı (1808). Devlet, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın şiddetli baskısı altındaydı.
Mora İsyanı ve ardından Fener Patriği Gregorius'un idam edilmesi; ancak 1826 yılında kaldırılabilen Yeniçeri Ocağı'nın çıkardığı kargaşa; Navarin'de Osmanlı ve Mısır donanmalarının 1827'de yakılışı; Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne'nin 1829'da Ruslar tarafından işgali; Fransızların 1830'da Cezayir'e girmesi ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa ordularının 1832'de Kütahya'ya kadar ilerlemesi ile devletin temelleri âdetâ çatırdıyordu.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi güneyde de karışıklıklar her gün biraz daha artıyor ve yayılıyordu. Irak, Suriye, Lübnan ve Arap Yarımadası’nda türlü türlü huzursuzluklar yaşanıyordu. Bağdad'daki Kölemen Ocağı her gün kanlı olaylara sahne oluyor, bölgenin yönetimi, zorbalar arasında sık sık el değiştiriyordu. İleride ayrıntılı olarak açıklanacağı üzere, özellikle Hicaz Bölgesi'nde dehşetli bir hareket başlamıştı. Daha sonraları, Nakşîbendîlerin etkisiyle Türkiye'de yazılan tarih kitaplarına bu hareket, “Vahhâbîlik” adı altında geçmiştir.
Dolayısıyladır ki devlet, topluma az çok disiplin kazandıracak ve hiç değilse içerideki bu sancılarını biraz olsun dindirecek olan çareleri red edemezdi. Bu çarelerden biri de eğer (İslâm’ı, kitaba uydurmak sûretiyle yıkmaya çalışan) bir tarîkat bile olsa, ona katlanmak pahasına, karşı karşıya olduğu daha büyük felâketlerden kurtulmak istiyordu.
Vurgulamak gerekir ki, hiç bir inanış ve düşüncenin, on yıl gibi kısa bir süre içinde koskoca bir imparatorluğun her yanına yayılıp tutunduğu, insanları büyüleyip vicdanlara kazındığı görülmemiştir. Özellikle yukarıda kısmen anlatıldığı gibi, hızla çökmeye devam eden Osmanlı Devleti'nin, XIX. yüzyıldaki şartları içinde bir tarîkatın böylesine yaygınlık göstermesi çok özel nedenlerle ancak açıklanabilir. Onun için bu sonucun, büyük olasılıkla devlet desteğindeki yoğun propagandalar sâyesinde alınmış olduğu anlaşılmaktadır. İçerideki anarşinin yatışması için ruhları hipnoza sokacak bir çarenin o günlerde işe çok yaradığına, mutlaka her zamandan daha ziyade inanılmıştır. Dolayısıyla devletin, Nakşîbendî Tarîkatı'na o gün için bir can simidi gibi sarılmış olduğu bir gerçektir. Zaten tarîkatın yapısında da râbıta gibi insan psikolojisini yönlendirici uygulamalar vardır ki bunlar, Nakşîliğin yayılıp tutunmasında birbirini tamamlamıştır.
İşte bu yüzdendir ki gerek fısıltı yöntemiyle, gerekse erkân aracılığıyla Devletin desteklediği Bağdâdî, tasavvuf tarihinde rûhânilerden pek azına nasip olmuş büyük bir ün kazandı. O'nun, Brahmanist tasarıları üzerinde temellenen, Neo Nakşîbendîlik, râbıtasıyla, Hatm-i Hâcegânı ile teveccüh âyiniyle bu kez “Hâlidîyye” adı altında Irak'a Suriye'ye ve bütün Anadolu'ya yayılıp yerleşti.
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 811 -
XIX. Yüzyılın başlarında gerek “selefîlik” ve “vahhâbîlik” adları altında patlak veren hareketlere karşı; gerekse “Jön Araplar”ın öncülüğünü yaptığı “Arabizm”e karşı Osmanlı yönetimi, Halid Bağdâdî tarafından aşılanmaya çalışılan yeni Nakşîbendîliği, bir teminat olarak görüyor ve bu yüzden onu bütün gücüyle destekliyordu. Nitekim Halid Bağdâdî'in en büyük temsilcilerinden El-Khânî Ailesi'inin, Suriye Valisi Mûsâ Safvetî aracılığıyla devletten kopardığı paralar; keza bu ailenin büyüğü ve aynı zamanda Bağdâdî'in gözde halîfesi Muhammed el-Khâni'nin, 1853'de İstanbul'a gelişi sırasında görkemli bir törenle devlet erkânı tarafından aynen bir kral gibi karşılanması bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Devletin tavrı böyle idi. Peki o dönemin (sözde az çok uyanmış “selefî”) İslâm âlimleri olarak bilinen şahsiyetlerin ve aydınların Bağdâdî'ye, ya da O'nun getirdiği Hind mistisizmine ilişkin tutumları nasıldı?
Bu soruya, İslâm âlimleri adına verilmiş net bir cevap bulmak ne yazık ki güçtür. Çünkü korkunç bir çöküntü içinde bocalayan Müslümanların yolunu ışıklandıracak gerçek âlimlere değil o karanlık günlerde, iman ehlinin az çok uyanmış bulunduğu bu gün bile rastlamak kolay olmasa gerektir. Dünya Müslümanlarının, hem bilgili hem de cesur ve basiretli gerçek âlimlere o dönemde duyduğu ihtiyaç, belki İslâm tarihinin hiç bir devresinde duyulmamıştır. Dolayısıyla Bağdâdî'ye karşı az çok sesini yükseltmiş olanlar, -pek azı hâriç- Allah için değil, sırf O'nu çekemeyenler olmuştur.
O dönemde henüz pek yeni olan entelektüel selefîlik hareketinin önde gelen isimleri daha çok Suriye'de sivrilmişlerdi. Onun için: “Bunlar, neden Bağdâdî'nin yaymaya çalıştığı Brahmanist inanış ve uygulamalara karşı tepki göstermediler?”; Ya da “Hiç değilse râbıtaya karşı neden küçük bir reddiye bile kaleme almadılar?” diye tarih araştırmacılarına bir soru yöneltmek isteyenler elbette ki çıkacaktır.
Önce insafla belirtmek gerekir ki bu ilk Selefîlerin başında çok büyük dertler vardı. Onlar, hem devlet tarafından desteklenen hem de Hind kaynaklı mistik şartlandırma yöntemleriyle büyük kalabalıkları hipnoza sokan, onları transa geçiren Bağdâdî ile uğraşamayacak kadar ağır sorunlarla karşı karşıya bulunuyorlardı. Çünkü devlet onları her fırsatta çil yavrusu gibi dağıtıyor, hatta düzenlediği komplo senaryolarını uygulamaya koyarak onları silip süpürmeye çalışıyordu. Buna rağmen, -belki inanılması güç ama- dönemin selefî âlimlerinden bazı şahsiyetlerin, Nakşî ileri gelenleriyle zaman zaman içli dışlı oldukları da -ne ilginçtir ki- gizlenemeyecek bir gerçektir!
Nakşîlikten, râbıta temeli üzerinde Hâlidiyye adıyla yepyeni bir tarîkat üreten Halid Bağdâdî, Osmanlı toplumu içinde en çok Kürtler’i ve Türkleri etkilemiştir. İslâm kültür ve anlayışının melezleştiği Irak ve Suriye'de, -yaygın propagandaların da etkisiyle- çok az sayıda Araplar tarafından bu tarîkata karşı, ilk başlarda bir eğilim görülmüş ise de daha sonraları bu, canlılığını yavaş yavaş yitirmiştir.
Tarîkatın, yalnızca Kürtler’le Türkler arasında tutunmasının gerçek nedenini ise, adı geçen her iki toplumun, yüzyıllar önce İslâm'a girerken bu yeni dini nasıl anladıklarında aramak gerekir. Bu, çok önemli bir noktadır.
Çünkü önceleri İslâm'a karşı şiddetle direnmiş, fakat belki de dilini bildiği için,
- 812 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kısa bir süre sonra onu sindire sindire anlamış ve nihâyet bütün putlarını kırarak iman etmiş olan bir toplumu düşünün ki bunlar Arapça konuşuyorlardı; Bir de sırf kabile büyükleri Müslüman oldu diye -belki de onlara yaranmak için, ya da bir çeşit modaya uymak gibi bir havayla- Kur'ân'ın dilini bile öğrenmeden veya anlamını bilmeden çok kısa bir müddet içinde âdetâ güle oynaya İslâm'a girmiş yüz binlerce insanı düşünün ki bunların da başında Farsça, Kürtçe ve Türkçe konuşan topluluklar gelmektedir; Bu ulusların, İslâm'ı aynı duygularla algılamış olması, mesajlarını aynı nüanslarla kavramış bulunması hiç mümkün olur mu?
Esasen Irak muhitinde tarihin derinliklerinden akıp gelen çeşitli din ve felsefelerin oluşturduğu sentez, Bağdâdî'nin yaşadığı günlerde İslâm'ın dışında yepyeni bir din izlenimini uyandırmakta idi. Yahudîliğin, Sabiîliğin, Hıristiyanlığın ve daha nice din ve felsefelerin yorumlarından, âyin ve ibâdetlerinden esintiler taşıyan bu çeşnili rûhânî atmosferiyle Irak, tıpkı küçük bir Hindistan'ı anımsatmakta idi. Bu nedenledir ki hemen her Iraklı insan tipinin ruh yapısı, bu egzotik cümbüşe yeni bir renk daha katmaya yatkın ve elverişlidir. Nitekim Bağdâdî'nin Nakşîliğe yaptığı yeni katkılar bunu hatırlatmaktadır.
Baştan beri ayrıntılarıyla anlatılmaya çalışıldığı üzere O'nun Nakşîbendîliğe getirdiği yeniliklerin başında râbıta gelmektedir ve denebilir ki râbıta, ancak Halid Bağdâdî'nin yeni düzenlemelerinden sonra Nakşîbendî Tarîkatı'nın âdetâ temel kuralı haline gelmiştir.
İslâm'ın, tarih boyunca uğradığı yıkımların arkasında bu insanların, -bilerek ya da bilmeyerek- hangi düşüncelerle hareket ettiğini ve neler yaptığını kavrayabilmek için bu aşamada tasavvufu ve Nakşîbendîliği az çok gözden geçirmekte yarar vardır.
Tasavvuf, Nakşîbendîlik ve Râbıta
Râbıtayı derinlemesine kavramak bakımından tasavvufu ve Nakşîbendîliği de az çok tanımak gereklidir. Çünkü tasavvufun evrim süreci içinde tarih boyunca hemen her rûhânîye göre epeyce kişisel ve yöresel özellikler taşıyan mistik kurumlar peydahlanmıştır. İşte Nakşîbendî Tarîkatı bunlardan biridir. Elbette ki bu kurumlardan her birinin diğerlerinden farkı, onu güncelleştirmek için zamanla düzenlenmiş olan çeşitli disiplinlerdir Ve işte râbıta da bu disiplinlerden biridir.
Görüldüğü üzere bu üç şey arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki ise, biri düşey, diğeri de dikey olmak üzere iki farklı açıklama ile ancak anlaşılabilir.
Birincisi kısaca şudur: Tasavvuf, tarîkat adı altında sayılamayacak kadar türemiş ve türeyebilecek olan çeşitli mistik kurumların bir ilham kaynağıdır. Bu nedenle tasavvufun hiç bir sınırı yoktur. Nakşîbendîlik de bu kaynaktan rûhunu alarak kurulmuş bir tarîkattır. Râbıta ise bu tarîkatın sürekliliğinde büyük önemi olan dinamiklerden biridir.
İkinci açıklama ise şöyledir: Râbıta Nakşîliğin bir disiplinidir. Nakşîlik ise mistik felsefeye dayanan batınî-rûhânî bir kurumdur.
Aslında bu iki farklı açıklama, soyut bir şematik ifade olarak algılanmamalıdır. Bunlardan amaç, râbıtanın gerek tümden gelim, gerekse tüme varım kurallarına göre tarîkat ve tasavvufla olan ilişkisini bir sistem içinde ve özet olarak vermektir.
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 813 -
Şu halde râbıta bir tarîkat disiplinidir ve yaklaşık iki yüz yıl kadar önce tanımlanmıştır. Râbıtanın âit olduğu tarîkat, yalnızca Nakşîbendîliktir. Nakşîbendîlik ise yaklaşık yedi yüz yıl önce Türkistan'da kurulmaya başlamış ve çeşitli din ve felsefelerden, tasavvufî yollarla beslenerek o çağdan bu güne kadar bir evrim süreci içinde türlü şekiller almış olan bir tarîkattır.
Hatta Nakşîbendîliğin tarihi seyrini kaleme almış olanların kaydettiklerine bakılacak olursa tarîkat, bu isimden önce (yani Nakşîbendîyye adını almadan önce): Sıddıykıyye, Tayfûriyye ve Hâcegâniyye; ondan sonra da Ahrâriyye, Müceddidiyye, Mazhariyye ve Hâlidiyye gibi çeşitli adlar daha almıştır. 3252
İşte tarîkatın özetlenen bu ilginç evrimi eğer dikkatle düşünülecek olursa, daha doğrusu eğer Nakşîbendîliğin tasavvuftan beslenme şekli biraz incelenecek olursa râbıtanın, bu tarîkatın bünyesine nasıl yerleştiği sorusuna çok daha aydınlatıcı cevaplar bulmak mümkündür.
Bu bağlamda Nakşîliğin, tasavvuftan nasıl beslendiği noktasına parmak basmadan önce tasavvufun esas itibariyle ne olduğu üzerinde biraz durmak isabetli olur. Çünkü tasavvufu, gerçek tanımının dışında sunarak insanları yanıltanların sayısı sanıldığından daha çoktur. Dolayısıyla onu, tanımı ve amacıyla kavramayanlar Nakşîbendîliğin içyüzünü keşfetme imkânına sahip olamazlar. Bu yüzden de tasavvuftan râbıtaya kadar uzanan bir ilişkiler zincirini onlara anlatmak zordur.
Dolayısıyla konunun bir bütün olarak aydınlanabilmesi için, önce tasavvuftan başlamak üzere bu üç kavrama ilişkin ayrıntıları belli ölçüde ortaya koymak gereklidir. İşte sıra ile tasavvuf, Nakşîbendîlik ve râbıta :
Tasavvuf
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın, hiç bir şeye benzemediğini (bununla birlikte bütün varlıkların dışında ve) onların yaratıcısı olduğunu ifâde etmektedir. 3253
Oysa tasavvuf, esas itibariyle Allah'ın, her şeyin öz kaynağı olduğunu savunan spiritüel ve spekülatif bir düşüncedir. Dolayısıyla tasavvufa göre kâinâtta ne varsa her şey (hâşâ!) onun bir parçasıdır. (Tasavvufçular bu inanış biçimini, özet olarak Farsça “Heme-ost = Her şey O'dur” deyimi ile açıklarlar. Tevhîdi savunanların karşısında zaman zaman düştükleri sıkıntılardan kurtulabilmek için bu deyimi “Hemez ost (Heme ez ost) = Her şey O'ndandır” şeklinde değiştirirler. Tabiatıyla bu, spekülasyondan başka bir şey değildir.) Tasavvufun temel taşı budur.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan, sırf Allah'a kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsan yaratıktır ve Allah'ın kuludur.3254 Tasavvufa göre ise insan Allah'ın tecellîsidir; O'nun bir sûretidir; hatta O'nun bir parçasıdır... Binâenaleyh O'na âşık olmalı, yeniden O'na dönmeli, O'nda eriyip bütünleşmeli ve O'nunla birlikte ölümsüzleşmelidir. İşte özetle tasavvuf budur.
Nitekim Hallâc-ı Mansur, Ömer Hayyâm, Şihâbuddîn Suhreverdî, İbn Atâillâh
3252] Bk. Muhammed bin Abdillâh el-Khânî, El-Bahja'tus-Seniyye s. 12
3253] 42/Şûrâ, 11
3254] 51/Zâriyât, 56
- 814 -
KUR’AN KAVRAMLARI
el-İskenderî, Ferîduddîn-i Attâr, İbn'ul-Fârıd, Muhiddîn-i Arabî, Molla Cami ve Abdulkerîm el-Ciylî gibi mutasavvıflar, tasavvufu böyle anlamış ve açıkça böyle işlemişlerdir.
Onların bu anlayışlarının, Sünnî Türk tarîkat çevreleri tarafından acaba neden çok farklı yorumlanmakta olduğu ve Kur'ân'daki iman kavramıyla neden âdetâ zorakî şekilde uzlaştırılmaya çalışıldığı ise yorumcuların entelektüalitesini ve kişiliğini ortaya koymaktadır. Nitekim Nakşîlerin denetimindeki okullarda, Kur'ân kurslarında ve medreselerde bir yandan Ömer Nesefî ve Muhammed Birgivî gibi selefî eserler bırakmış, hatta tarîkatçılara karşı mücadele vermiş şahsiyetlere âit kitaplar okutulmaktadır. Diğer yandan, Rabbânî gibi neşvesini Hind mistisizminden almış rûhânîlerin, Kur'ân ve sünnetle hiç bir şekilde bağdaşmayan râbıta ve benzeri Patanjalist düşünce ve inanışları insanlara aşılanmaktadır. Tabiatıyla bu çok büyük bir çelişkidir ve Nakşîbendîlerin, hem genel anlamda düşünce yapısını, hem de İslâm'ı nasıl anladıklarını gözler önüne seren bir ibret levhasıdır.
Merhum Mehmed Akif Ersoy işte bu ibret levhasını âdetâ kıvranarak elem, acı ve çaresizlik içinde seyrederken bu kafa yapısı hakkında belki ciltlerle anlatmak istediği şeyleri şu iki mısrada özetlemeye çalışmıştır: “Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı; / Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı Dayı.!” 3255
Evet tasavvufçular mistisizmi İslâm'la uzlaştırmak için çok zorlanmışlardır. Onların kendilerini neden bu kadar zorladıklarını anlamak güç değildir. Çünkü dikkat edilirse tarîkat çevreleri, “vahdet-i vücûd”, “işrâk” ve “meşşâiye” gibi tasavvufu tarih boyunca türlü biçimlerde şekillendirmiş olan felsefelerin gündeme getirilmesinden çok çekinirler. Hatta bu felsefelere yönelen dikkatleri dağıtmak için gerektiğinde menkabelere, âyinlere ve râbıta gibi tarîkat disiplinlerine ağırlık vererek yoğun bir yatıştırma faâliyetiyle çözüm arayışı içine girerler.
Bunun nedeni gâyet açıktır. Çünkü Hind-İran dinlerinin ve Yunan felsefesinin etkisi altında birikimlerini zenginleştirmiş olan tasavvufun eğer perde arkasındaki gerçekleri, günün birinde yorumların boğuntusundan kurtulup meydana çıkacak olursa bu akımın, Nakşîbendîliğe ve ondan râbıtaya kadar uzanan zincirin sihri bozulacak ve halkalarının tamamı bir anda çözülüverecektir. Bunun ise ne demek olduğunu uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Çünkü böyle bir durum, tarîkatın da, şeyhlik saltanatının da, bu masallarla uyutulmuş yığınların, tatlı ve renkli rüyalarının da sonu olacaktır. Üstelik Nakşîbendî Tarîkatı, asırlar boyu emek verilerek (!), âdetâ dantel gibi işlenerek bugüne kadar getirilmiş olan İslâm'ın Türkleştirilmiş şeklidir. Dolayısıyla “Türklük” denince içi kıpırdayan hemen her “dindar” kişi, (gerçekleri kavrasa bile vicdanındaki direnişe rağmen) bu tarîkatı daima Türk milletinin nâmusu olarak görmeye devam etmek isteyecektir; Bununla birlikte tarîkatın tasavvufla olan ilişkisi kadar, tasavvufun da kaynağını sırf İslâm'dan aldığı noktasında Nakşîbendî şeyhleri her zaman en şiddetli şekilde direneceklerdir.
Onun için önemle belirtmek gerekir ki esasen bu yolu izleyenler, -vicdanları tereddütlerden korumak ve Nakşîbendîliğin sürekliliğini sağlamak amacıyla- tarîkattan da râbıtadan da önce tasavvufa Kur'ânî bir açıklama getirmek
3255] M. Akif Ersoy, Safahât, Altıncı Kitap –Âsım-
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 815 -
zorunluğunu daima hissetmişlerdir, bundan sonra da hissedeceklerdir.
Kur'ânî kavrayış erdemine ulaşabilmenin en güzel ölçüleri ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşamından alınabilir. Ve bu münasebetle hemen ifade edilmelidir ki Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşamında en ufak bir tasavvufî eğilim yoktur! İşte kanıtları:
1. Hz. Peygamber (s.a.s.), her şeyden önce yaşamı, rûhânî ve seküler olmak üzere birbirinden kesin şekilde ikiye ayırmamıştır. O, bütün hayatında rabbânî bir çizgi izlemiştir. Yani, Üzerine inen vahyin derin coşkularını içinde yaşarken ibâdetlerini, Kur'ân'ın belirlediği ölçülerde sınırlamış ve bu ibâdetleri yine Kur'ân'ın tarif ve emirleri doğrultusunda (hayatın her tarafına serpilmiş biçimde) sosyal dinamikler olarak icrâ etmiş ve ettirmiştir.
Çok kişisel olan nâfileler ve duâlar hâriç, namaz, oruç hac ve zekât gibi ibâdetler, gerek Hz. Peygamber’in (s.a.s.), gerekse ilk Müslümanların hayatında askerlik yapmaktan, atış eğitimi görmekten, düşmana karşı savaşmaktan, hatta ticaret yapmaktan, tarlada pazarda evde çalışmaktan, ya da kitap okumaktan ve ders vermekten farksız bir ruh ve anlayış içinde uygulanmıştır.
Dolayısıyla İslâm'da mânevî ya da rûhî cephe denebilecek yaşam tarzı işte budur ve bu kadar doğaldır. Aksine, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatında çileler, âyinler, semâlar, zikir halkaları, “hû” çekmeler, enstrüman ve rakslar, beş binlik virdler, râbıta ve meditasyonlar asla yoktur. Çünkü namazın, orucun, hac ve zekâtın nasıl ki hiç bir tasavvufî yönü yoksa vahyin inmesine az kala, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) geçirdiği kısa uzlet günleri de, asla tasavvufî bir çile değildir. Bilakis Allah Teâlâ'dan gelen bir yönlendirme ve O'nun yüce irâdesine bağlı bir terbiyedir. Rasulullah (s.a.s.), üstleneceği çok önemli göreve alışabilmek için âdetâ içgüdüsel olarak özel bir eğitim ortamına havâle edilmiş, Allah Teâlâ'nın en büyük ve en son elçisi olarak bütün insanlığa getireceği mesajı yüklenebilmek ve metafizik iletişime bünyeyi hazırlamak için İlâhî bir itilişle huzurlu ve sâkin bir atmosfer içine çekilmiştir. O'nun bir Allah elçisi olarak yaşadığı özel ve yüksek halleri genellemek ve başkaları için de aynısını düşünmek doğru değildir! Bu nedenle O'nun bütün hayatı sırf rabbânîdir; rûhânî ve ruhbânî değildir.
Hâlbuki sûfîlerin hepsi, bu anlayışın tam tersine büsbütün rûhânî bir yaşam sürdürmüşlerdir. Hatta bazılarının hayat ve gidişâtı hem rûhânîdir, hem de rûhbânîdir. Onlara göre insan için, biri dinsel (mistik), diğeri ise dünyasal (seküler) olmak üzere birbirinden çok farklı iki yaşam tarzı vardır, ya da olmalıdır. Dolayısıyla bütün hayatları boyunca biri dinî, diğeri ise dünyevî olmak üzere -âdetâ kalın bir duvarla ayrılmış- birbirine tamamen yabancı iki dünya arasında bocalayıp durmuşlardır.
Nitekim bu sebepledir ki çağdaş tasavvufçular da aynen, hayata din ve dünya olarak iki açıdan bakan Hıristiyanlar ve onların izindeki laikler gibi düşünmektedirler. Türkiye'de mistik toplulukların, laiklerle uzlaşırken Müslümanlara sıcak bakmamaları belki de psikolojik olarak bu görüşten kaynaklanmaktadır. Unutmamak gerekir ki bu görüş, tarikatçılarla lâikler arasında önemli bir ortak paydadır.
Onların, (kitap ve sünnette yeri olmayan) semâ, Hatm-ı Hâcegân ve râbıta gibi çeşitli biçimlerde âyin ve ibâdet düzenlemeleri de büyük ihtimalle bu
- 816 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bocalamanın onlar üzerinde doğurduğu ağır stresten kurtulmak ve rahatlamak içindir. Ayrıca bu davranış, Allah'a kulluk etmede Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ibâdet miktarını azımsamak gibi bir eğilimi de sanki haber vermektedir ki işte tasavvufun pek gözükmeyen bir cephesi de budur.
2. Hz. Peygamber (s.a.s.), toplum içinde ve halktan biri olarak sosyal bir yaşam biçimi sergilemiş, vahye dayalı misyonunu tanrısal bir kimlik içinde asla sunmamış, tam tersine onu bir insan olarak, çok doğal ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Örneğin, sevinmiş, üzülmüş, öfkelenmiş, danışmış, verdiği karardan vazgeçmiş ve özetle, mahrem olmayan hiç bir beşerî niteliğini gizlememiştir.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın, en büyük ve en son elçisi olmanın yanında devlet kurmuş ve bizzat devlet başkanlığı yapmış, on binlerce kişiden oluşan büyük ordulara komuta etmiş, ceza onaylamış ve infazlar sırasında hazır bulunmuş, devrinin İmparatorlarına ve devlet başkanlarına mesajlar ve elçiler göndermiştir. İşte olsa olsa İslâm budur.
Tasavvufçulara gelince onların hemen hiç biri, böyle bir yaşam tarzını asla benimsememiştir. Kılık ve kıyafetlerine varıncaya kadar hemen bütün yönleriyle, herkesten çok farklı olmaya çalışmış, dünyadan el etek çekmiş ya da öyle görünmüşlerdir. İçinde yaşadıkları toplumun hiç bir derdine asla ortak olmaya yanaşmamışlardır. Nitekim haçlı savaşları sırasında tasavvufçulardan birinin bile İslâm ordularına katıldığını ya da bu savaşlar hakkında bir tek kelime bile yazdığını tarihler salık vermemiştir! Ferîduddîn-i Attâr'ın, Buhâra halkını Moğollara karşı ayaklandırdığı eğer doğru ise bu, çok istisnâi bir olaydır.
İşte rûhânîlerin, İslâm adına tarih boyunca dünya hayatına karşı gösterdikleri bu küskünlüğün arkasındaki temel neden, hiç kuşkusuz yine tasavvuftur.
Bütün bu özellikler, tasavvufun kavram olarak mistisizmden başka bir şey olmadığını kesin şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim tasavvufu savunan ve onu İslâm'ın rûhî cephesi olarak açıklamaya çalışan çağdaş İlâhîyatçı-tasavvufçular da bu iki kavramı aynı anlamda kullanmaktadırlar.
“Tasavvuf” yerine, Nakşîbendî şeyhleri tarafından “Mistisizm” teriminin hiç kullanılmaması, kültürel yetersizlikten kaynaklanmaktadır ki bu da tasavvufla uğraşanların başka bir çelişkisidir. Çünkü tasavvuf da aynen felsefe gibi hem söz hem anlam bakımından Yunan kaynaklıdır. Nasıl ki felsefenin aslı filozofi (philosophy) ise, tasavvufun da aslı teozofi (theosophy) dir. Her ikisi de eski Yunanca’dır. Ama başta Nakşîbendîler olmak üzere tasavvufla uğraşan insanların hemen tamamı bu gerçeği anlayabilecek kültür ve bilgiden daima yoksun bulunmuşlardır.
Tasavvuf sözcüğünün Arapça suf’, safâ, ya da suffe’den geldiğini ileri sürenlerin tümü yanılmışlardır. Bu yanılgının en büyük nedeni ise Milâdî 850’den sonra başlayan ve 1850 yıllarına kadar süren İslâm Tarihi’nin karanlık dönemindeki taklit ruhudur.
Tarih boyunca İslâm'ı, tasavvuf karmaşası içinde boğmuş olan rûhânîlerin hepsinde de esasen bu yetersizlik vardır. Ancak Kuşeyrî, Gazalî, Muhiddîn-i Arabî ve Suhreverdî gibi -Arap kökenli, ya da Arapça’yı çok iyi bilen- entelektüel tasavvufçuları öbürlerinden bu konuda ayırmak gerekir. Bunlar hem büyük ölçüde
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 817 -
kitabî bilgilere sahip bulundukları, hem de yeni düşünceler ürettikleri için tasavvufa felsefî izah tarzlarıyla çekici biçimler kazandırmışlardır. Sonuç itibariyle İslâm’ı tasavvuf yoluyla dejenere etmiş zümreden sayılsalar bile bunların izlediği yol ayrıdır. Buna karşın, (özellikle Türk, İran ve Hind kökenli sufîler) geniş bir ufuktan yoksun idiler. Bu sebepledir ki İslâm'ı tasavvufî içeriklerle günümüzdeki şekillere kadar sürüklemiş olan tarîkat liderleri büyük ihtimalle Hind-İran mistisizminden bilinçsizce etkilenmişlerdir. Aslında -gizlenmiş olsa bile- bu etkilenme, bazı tarikat şeyhlerinin zaman zaman müşriklerin mistik coşkuları karşısında derin hayranlık duygularına kapılmış olduklarını haber vermektedir. Bunun örnekleri Hindistan’da sık sık yaşanmıştır. Bununla birlikte, hele rûhânîliğin güçlü ihtimalle bir psikoz olduğuna bakılırsa bu etkilenmenin hangi sınırlara varabilmiş olduğunu tahmin etmek kolaydır.
Dolayısıyla tasavvufla uğraşanlar, kötü niyetli ve maksatlı olmakla suçlanmasalar bile en azından kültürel yetersizlikleri, sınırsız hayâle dayanan ütopik anlayışlarıyla birleşince onların, şirk dinlerinden tahmin edilemeyecek aykırılıktaki düşünce ve inanış biçimlerini alıp İslâm'a mal etmiş olabilecekleri ihtimali güçlenmektedir.
Tasavvuf gerçeğinin kaynağını, amacını ve çizdiği yolu bir nebze açıklığa kavuşturmak gerekirse onu, şu üç başlık altında özetlemek mümkündür: “Seyr-u sülûk”, “Ma’rifetullah”, “Kemâl”.
Tasavvufun Allah'a ilişkin öğretisi, işte bu üç kavramın ayrıntılarından oluşur.
1. Seyr-u sülûk: Bu kavramla mistik bir eğitim sistemi amaçlanmaktadır. Bu sistem ise, çeşitli alıştırma, düşünme ve uygulama aşamalarından oluşur. Tasavvuf yolcusu -sözde- bu aşamalardan sıra ile geçerek olgunlaşır. Tasavvufun, tarih boyunca birçok din ve felsefeden beslenerek kurumlaştırdığı söz konusu aşamalar boyunca uygulanan kurallar ve yapılan egzersizler yaklaşık olarak şu isimler altında işlenir: Biat, tevbe, tarîkat, çile mücâhede, halvet, uzlet, mâsivâdan istiğna, zühd, kanâat, sabır, tevekkül, teslimiyet, tefvîz, tefeyyüz, telakkun, tefekkür, murâkabe, râbıta, rûhâniyetten istimdâd, zikir ve vird.
Bunları başarıyla yapan yolcu, sonunda bir vecd (kendinden geçme) hali yaşar. Burada hatırlatmak gerekir ki, bu terimlerin çoğu, lügat olarak İslâm'a âittir. Zaten bütün tasavvuf doktrinleri, esâsen bâtıl dinlere ve felsefelere âit kavramlarla Kur'ânî değerlerin sentezinden oluşturulmuştur. Ancak yabancı olanlara, yoğun Kur'ânî anlamlar yakıştırılmış, Kur'ânî olanlara da şirk nüanslarıyla câhilî içerikler kazandırılmıştır. Onun için vahyin ölçülerine göre İslâm'ı özümseyememiş olan insanlar, bu kavramların içeriğini analiz edemezler. Bunlara depolanmış olan yabancı anlayış ve inanış biçimlerini ayırt edemez, ayıklayamazlar.
2. Marifetullah: Yukarıda anlatılan eğitim sisteminin temel amacı, (İslâm'ınkinden farklı olarak) “marifetullah”tır. Yani Allah'ı, zatı ve sıfatlarıyla keşfetmek ve sonunda O'nunla birleşip bütünleşmektir. İslâm'ın amacı ise “ibâdetullah”tır. (Yani kişinin Allah'a inanması, Zatı hakkında düşünmemesi, buna mukabil eserleri üzerinde ibretle düşünmesi, sıfatlarını bilmesi, emir ve yasaklarına uymasıdır.)
Tasavvuf yolcusunun, yukarıda anlatılan amaç uğruna yaşadığı mistik haller ve -sözde- ulaştığı mertebeler ise şu isimler altında ve çok geniş şekilde işlenir:
- 818 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah aşkı (tarîkat, marifet, hakikat), vecd, sekr, sehv, vahdet, vücûd, şühûd, fenâ, beka, vuslat ve mahv.
Bu noktada, “Allah'ta eriyip gitmek”, yani “ittihâd” ve “hulûl” söz konusudur! Tasavvufçulardan, örneğin Muhiddîn-i Arabî, Ferîduddîn-i Attâr ve Yunus Emre gibi bir kısmı, bunu açıkça ifade etmekten çekinmezken, diğer bir kısmı, kapalı yorumlarla bu inanış biçimini geçiştirmeye çalışırlar ve sözde “rüsûm âlimleri”nin bu espriyi anlamaktan âciz olduklarını ileri sürerler!
3. Kemâl: Bu aşama, sözde “vuslat” mertebesidir. Yani sofînin tırmanabildiği en uç noktadır. “Seyr-u Sülûk” denen eğitim sisteminden sonra bu seviyeye ulaşan yolcu, -gûyâ- sonunda “İnsân-ı Kâmil” olur; eksiksiz ve tanrılaşmış bir kimlik kazanır (Bk. Aynı referanslar). Bu derece olgunlaşmış olan insana ise velî (evliyâ) denir. O artık “ledünnî” bir ilme sahiptir; gayb âlemine vâkıftır, kalpleri okur, zihinlerden geçenleri keşfeder, gizli dünyaları ve uzak meçhulleri ayan beyan bilir; orduların ön saflarında düşmana karşı savaşır; duâ ederse nimet, bedduâ ederse musibetler yağar; deniz üzerinde batmadan, ıslanmadan gezebilir; bulutların üstünde uçabilir; Zaman ve mekân onun için katlanır, aynı anda, Mekke'de ve İstanbul'da namaza durur (!)
Bütün bunlara karşın İslâm'da “takvâ” yolu vardır. Bu da özetle Kur'ân ve Sünnetin ölçülerine titizlikle uymak demektir. İslâm'da en üstün mertebe işte bu takvâ mertebesidir 3256 ve bunu kazanan her Müslüman Kur'ân-ı Kerîm'in ifadesiyle “velî”dir. “Onların üzerinde ne bir korku vardır, ne de üzülürler.”3257 İki şeyle nitelenmişlerdir: Birincisi inanmak, ikincisi de Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle uymaktır.3258 Aksine, İslâm'da tasavvufun empoze ettiği mitolojik bir evliyâlık ve ermişlik kesinlikle yoktur!
Sonuç olarak şöyle dersek galiba pek yanılmış sayılmayız: Tasavvuf öyle hayâlî bir âlem düşüncesidir ki onu, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gerçek hayatından yansıyan İslâm'la gâyet kısaca karşılaştırmaya çalışırken bile çok büyük farklar saptayabiliyoruz. Öyle ise birikimlerinin örgüsü içinde Kur'ânî birçok değere de yer vermiş olmasına rağmen, temel, sistem ve amaç bakımından İslâm'a bir hayli yabancı olduğu artık gün yüzü gibi ortaya çıkmış bulunan tasavvufun ve onun öğretisinden kaynağını alan her kurumun ihtiyatla karşılanması gerekir.
Nakşîbendîlik
Madem ki Nakşîbendî Tarîkatı da tasavvufî bir kurumdur, o halde yukarıdaki hükümden, Nakşîlik için de peşin olarak aynı zamanda söz edilebilir. Fakat konumuzun eksenini oluşturan râbıta hakkında olabildiğince aydınlanabilmek amacıyla Nakşîbendîliği sadece böyle peşin bir hükme bağlamak yerine, kısa da olsa sistematik bir inceleme ile onu burada gözden geçirmekte yarar vardır. O zaman hem tarîkatın tasavvuftan beslenme biçimi, hem Kur'ân ve Sünnetin ışığındaki yeri, hem de râbıtayı aydınlatmak bakımından Nakşîliğin doktrinal yönlendiriciliği ortaya çıkmış olacak ve böylece bu konuya ilişkin kuşkular da dağılmış bulunacaktır.
3256] 49/Hucurât, 13
3257] 10/Yûnus, 62
3258] 10/Yûnus, 62-63
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 819 -
Nakşîbendî Tarîkatı'nın, tasavvuftan nasıl beslendiğine gelince, bunu en iyi kanıtlayan delillerin başında yine râbıta gelmektedir. Çünkü râbıtanın gerek ortaya atıldığı yer ve zaman, gerekse uygulanış biçimi, Nakşîliğin, hangi din ve felsefelerden, hangi milletlerin mistik kaynaklarından yararlandığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Râbıta, Nakşîbendîliği yüzyıllar boyu etkilemiş olan Uzakdoğu dinleri arasında özellikle Hind mistisizminin, çok derin izlerini yansıtmaktadır.
Nitekim ileride ayrıntılarıyla ve karşılaştırmalı olarak ortaya konulacak olan bu gerçek bile tek başına gösteriyor ki Nakşîlik, Bâkıy-Billâh-ı Kabulî'den önce (yani mîlâdî 1550'lerden önce) Türkistan'daki muhiti ile sınırlı iken tarîkatta uygulamalı olarak râbıta diye bir şey yoktu. Her ne kadar Raşahât'da râbıta, kelime olarak geçiyorsa da bu kitabın kaleme alındığı mîlâdî XV. yüzyılın ortalarında onun, sonraki biçimiyle henüz uygulamalı bir tarîkat kuralı olmadığı rahatça anlaşılmaktadır.
Bu da Türkistan'da Nakşîliği o dönemde besleyen kaynakların anlayış ve zevk bakımından Hind mistisizminin fantezilerine sahip bulunmadığını kanıtlamaktadır.
Nitekim vaktiyle Türk muhitlerinde yaygın bulunmuş olan Şamanlık, insanın iç dünyasında coşkular uyandırabilecek zengin dekorlara, motif ve ritüellere sahip bir din değildi. Bu nedenle Nakşîliğin (henüz Hindistan'a sıçramadan) Türkistan'da ürettiği on bir kavram bile yine kaynak olarak Budizm'den ruhunu almaktadır. Raşahât bu kavramları sıralayıp açıklarken râbıtayı, sadece mürîdin şeyhine karşı sevgi beslemesi anlamında kullanmaktadır.
Nakşîliğin, gerek doktrini ve kurallarıyla, gerekse rûhânîlerinin yaşam tarzıyla İslâm'dan çok farklı bir çizgide olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Bunun için tarîkatın temel dinamiklerini kısaca incelemek yeterlidir. Bunlar başlıca üçtür: “Biat”, “Kelimât-ı Semâniye” ve “Zikir.” Bu dinamikler, “Seyr-u Sülûk” adı altında sistematize edilmiştir.
Seyr-u Sülûk: İki sözcükten oluşan Arapça bileşik bir terimdir (İki sözcüğün arasındaki bağlaç (u), Arapça’daki (ve) yerine Farsça’dan alınmıştır). Sözlükte yalın olarak: Yürümek ve bir yolu izlemek anlamına gelir. Bir tasavvuf terimi olarak ise: Mistik yöntemle özel bir eğitimden geçmek demektir.
Bu özel eğitim, “Biat”, “Kelimât-ı Semâniye” ve “zikir” olarak yukarıda sıralanan genel başlıklar altındaki birçok kuralın belli şartlarla ve büyük bir titizlikle şeyhin denetiminde mürîd tarafından uygulanmasıyla gerçekleşir. Bu kuralları, söz konusu başlıklar altında bir nebze açıklamak râbıtaya ışık tutacaktır.
I- Biat: İslâm'da bir siyaset bilimi terimidir. Kısaca, (devlet başkanı olmaya aday bir kimse lehinde) oy kullanmak demektir. Kaynağı Kur'ân-ı Kerîm'dir. 3259
İslâm Tarihinde ilk kez, mîlâdî 628 yılında Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanmasından biraz önce yaşanan duyarlı saatlerde Hz. Peygamber (s.a.s.), beraberinde bulunan yaklaşık 1400 kişiden bağlılık yemini isteyince Jadd b. Kays adındaki biri hâriç, herkes bu davete katılmıştır. Bu tarihi olay, “Biat” kavramının
3259] 48/Fetih, 10, 18
- 820 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kesin biçimde tanımlanmasına kaynaklık etmektedir. Ne bu olayın, ne de anlamını bundan alan “biat” kavramının mistik hiç bir yanı yoktur, tamamen siyâsî-askerî bir anlam taşır. İşte İslâm'daki biat budur ve bu kurum, İslâm tarihinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'in devlet başkanlığı ile birlikte işlerlik kazanmış, Hz. Hasan (r.a.)'ın istifasıyla da son bulmuştur. (Biat sistemine dayalı gerçek anlamdaki İslâm Devleti, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, M. 622 yılında Mekke'den Medîne'ye hicret etmesiyle fiilen kurulmuş ve Hicretin 41'inci yılı Rabî'ul-Evvel ayı ortalarında Beşinci Râşid Halîfe Hz. Hasan’ın (r.a.) Muâviye lehinde görevden çekilmesiyle son bulmuştur. Yani bu süre, yaklaşık 41 yıldan ibarettir. Bu süre içindeki bi'atların hiç biri tasavvufî bir anlam taşımamakta, bilakis hepsi de Kur'ân ve Sünnete dayalı siyâsî bî'atlardır.)
Nakşîbendîlikteki bî'atta ise belirsizlikler ve çelişkiler vardır. Nakşî doktrinine göre, her insan mutlaka bir mürşide bağlanmalıdır. Bu mürşid, tarîkat şeyhidir. “Şeyhi olmayanın kılavuzu şeytandır.” 3260
Şeyhin nitelikleri, görev ve fonksiyonları, tarîkat protokollerinde maddeler halinde sıralanmıştır. Bu hükümlerdeki kaynak ve ölçü, kitap ve sünnet değildir. Bilakis bunlar, tarîkat rûhânîleri tarafından belirlenmişlerdir. Örneğin bu maddelerden bazıları şöyledir:
"Madde: 10) Mürîdlerinden biriyle oturmak eğer onun (yani şeyhin) azametini ve heybetini mürîdin kalbinden gidermeye neden oluyorsa şeyh ona, ne uzak ne de çok yakın olmayan bir yerde oturmasını emretmelidir.
Madde:
11) Mürîdlerinden birinin kalbindeki saygınlığını yitirdiğini anlar anlamaz, onu usulca def etmelidir. Çünkü artık o mürîd, kendisi için düşmanların en büyüğüdür.
Madde: 14) Mürîdlerini, cemaat arkadaşları dışındaki kimselerle konuşmaktan yasaklamalıdır, aksini gerektiren zorunlu bir durum olmadıkça.
Madde: 15) İki ayrı yer belirlemeli: Bunlardan birinde yalnızca kendisi bulunmalı ve buraya, hizmetlisi hâriç, hiç kimsenin girmesine asla izin vermemeli; diğeri ise, mürîdleriyle birlikte olacağı yerdir.
Madde: 18) Mürîdlerini, başka bir şeyhin mürîdleriyle oturmaktan yasaklamalıdır. Çünkü onlarda bu sûretle bozulma çok çabuk olur. Eğer sevgisinde kalıcı olduklarını görür ve herhangi bir tereddüde düşeceklerinden endişe etmezse birlikte olmalarında beis yoktur." 3261
Bu maddelerin ne kadar ustaca hazırlandığı meydandadır. Amaç, tarîkata belli bir disiplin kazandırmak ve bu disiplin çerçevesinde şeyhe, cemaat üzerinde mutlak bir saygınlık ve heybet sağlamaktır. Dolayısıyla yeri gelmişken sormak lâzım: Kendi inisiyatifleri ile bu maddeleri dinî birer vecîbe olarak kanunlaştıranlar, acaba râbıtayı da aynen bu şekilde kanunlaştırma yetkisini kendilerinde bulmuş olamazlar mı? Öyle ise râbıtayı, Mâide Sûresi'nin 35'inci, ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerine zorla dayandırmanın ne gereği vardır? Her konuda
3260] Muhammed Emîn el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 525; Muhammed bin Abdillâh el-Hânî, el-Behcetu’s-Seniyye, s. 4
3261] Bunlar 24 madde olarak Muhammed Emîn el-Erbilî'ye âit Tenvîru’l-Kulûb adlı kitapta sıralanmıştır. Bk. Age. S. 525-527
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 821 -
olduğu gibi bu meselede de "Efendi Hazretleri öyle buyurdu." dense yetmez mi?!
Sonuç olarak kaydetmek gerekir ki, şeyhin verdiği mistik eğitime, emir ve tâlimatlara mürîdin kesin şekilde boyun eğmesini amaçlayan, tarîkattaki bu biat, her bakımdan Kur'ânî bî'attan farklıdır. Çünkü her şeyh, ayrı bir cemaate başkanlık etmekte, hatta diğer şeyhlerle rekabet içinde bulunmaktadır. Mürîdlerinin bile diğer şeyhlere bağlı mürîdlerle düşüp kalkmasını bu ilgiyle yasaklamaktadır ki biat bu anlamda çok kişisel bir nitelik taşımaktave müslümanları cemaatlere bölmekte, onların birlik ve beraberliğini sabote etmektedir.
Oysa Kur'ânî biat, Müslüman kişinin, şer'î yeterliliğe sahip adaylar arasından bir devlet başkanını seçmesidir. Yani hilâfet referandumuna fiilen katılmasıdır. Bundan amaç ise, halîfenin otoritesi etrafında ve İslâm kardeşliği şemsiyesi altında bütün Müslümanların birleşmesine katkıda bulunmak, onların, güç ve ülkü birliğinin, eğer yoksa oluşmasına, varsa devamına yardımcı olmak, bu sûretle de ümmete birlik ve beraberlik kazandırmaktır. Biat, bu anlamda (tarîkattakinin tam tersine) evrensel bir nitelik taşımaktadır.
II- Kelimât-ı Semâniye: İki sözcükten oluşan bu Arapça terim, sekiz kelime demektir. “Sekiz kelime” diye adlandırılmalarına rağmen bunlar aslında bileşik kalıplardır ve hepsi de Farsça’dır. Çünkü çok önceleri de işaret edildiği gibi Nakşîbendî Tarîkatı'nın dili Farsça’dır. Abdulkhâlık-ı Gonjduvânî tarafından bunlara özel anlamlar yüklenerek birer kavram haline getirilmiş ve tarîkatın temel ilkeleri olarak kararlaştırılmışlardır. Ayrıca, Gonjduvânî'nin ölümünden 140 yıl sonra doğan Şah-ı Nakşîbend, Muhammed Buharî'nin, bunlara eklediği üç kavram daha vardır. Böylece bunlar, toplam on bir ilkeden oluşmaktadır ve çok kısa anlamlarıyla birlikte sırayla şöyledir:
1- Hûş der dem: Solunumu kontrol etmek (Gafletle solumamak)
2- Nazar ber kadem: Yürürken ayakların önüne bakmak.
3- Sefer der vatan: İnsanlıktan terfi etmeye ve melekleşmeye çalışmak.
4- Halvet der encümen: İnsanlar arasındayken dikkati onların üzerinde yoğunlaştırmamak
5- Yâd kerd: Zikre (Allah'ı anmaya) aralıksız devam etmek.
6- Bâz geşt: Zikirden sonra: “İlâhî, ente maksûdî ve rızâke matlûbî (Allahım! amacım yalnızca sensin, isteğim de sırf senin hoşnutluğundur)” nakaratını tekrarlamak.
7- Nigâh dâşt: Kalbi vesveselerden korumak.
8-Yâd dâşt: Sözlerin soyut anlamlarından vazgeçip Allah'ın bizzat kendisine yönelmek.
9- Vukûf-i zamânî: İki, ya da üç saatte bir nefis ve vicdan muhasebesi yapmak.
10- Vukûf-i adedî: Zikri tek sayılar üzerinde durdurmak.
11- Vukûf-i kalbî: Kalbi, zikrin hem sözü, hem de anlamıyla meşgul bulundurmak.
- 822 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bunlara yüklenmiş olan anlamlar, başta Raşahât olmak üzere tarîkata âit bazı kitaplarda açıklanmıştır. 3262
Bunlara ilişkin ayrıntılar incelendiğinde, ilk başta hiç de ürkütücü gözükmeyen yukarıdaki özet anlamların yanında bu kalıpların, temelde sinsi, saptırıcı ve kaygı verici içeriklere sahip bulunduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu kavramların, kaynaklarını Kitap ve Sünnetten almadığı kesindir. Bunlar sırayla şöyledir:
Birincisi: “Hûş Der Dem”'dir. Hûş Der Dem, nefesin denetim altına alınmasını öngörmektedir. Zamanın gaflet içinde geçirilmemesini emreden bu ilke, sanki gâfilleri kötüleyen âyet-i kerîmeleri hatırlatmaktadır. Hâlbuki biraz dikkatle incelenirse anlaşılacaktır ki, burada amaçlanan bilinç hâli ile Kur'ân-ı Kerîm'in kötülediği gafletin, aykırı hâli hiç de birbirinin aynısı değildir. Nitekim (diğer ilkeler incelendikten sonra daha iyi anlaşılacağı üzere) yukarıdaki tarîkat kuralında, nefesi çok sıkı bir şekilde kontrol altına almak ve dikkati belli bir obje üzerinde yoğunlaştırmak esastır. Hatta dikkati bir saniye bile olsa dağıtmamak şarttır. Oysa bu şekildeki bir bilinç hâli içinde olmaya ilişkin Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir açıklamaya rastlamamaktayız.
Kur'ân'da kötülenen gaflet, kişinin, suç ve günah işlerken bilinçli olmasıdır. Yani o sırada, Allah'ın her şeyi kuşatıcı otoritesini, sınırsız ve sonsuz egemenliğini görmezlikten gelmesidir. Gaflet, aslında böyle bir anlam taşır. (Eğer bu otorite ve egemenliği diliyle inkâr ederse zaten kâfir olur.)
Öyle ise Kur'ân-ı Kerîm'in amaçladığı bilinçli ve uyanık olma hali bu sınırsız ve sonsuz egemenliği, özellikle emir ve yasakların uygulanışı sırasında hatırlamaktır. Yani haramla yüz yüze gelindiğinde direniş göstermek, emirleri uygularken de “huşû” denen derin ve içsel bir saygı göstermek, samîmi olmak, aynı zamanda öngörülen erkân ve şartlara titizlikle ayak uydurmaktır ki İslâm’da buna azîmet denir. Emir ve yasaklar hayatın her tarafına serpiştirilmiş olduklarından, bunlara uymak için gösterilecek dikkat ve uyanıklık durumları da sürekli değil, mubahların araya girmesiyle elbette ki aralıklı olacaktır. Mü’min kişi her hâlükârda, gâfil olmamaya elbette ki dikkat edecektir. Ancak bu, hiç bir zaman zihinsel planda sürekli bir alarm halinin yaşanması anlamına gelemez. Allah Teâlâ'nın, insana böyle bir sorumluluk yüklediğini Kur'ân ve Sünnette aramak abestir. Çünkü “Allah, hiç kimseyi, gücünün üstünde bir görevle yükümlü tutmaz.” 3263
Hâlbuki "Hûş Der Dem" ilkesinin öngördüğü şey, esasen Allah'a bilinçli ibâdet etmek de değildir. Bilakis her saniye Allah'ın zâtı üzerinde düşünmeyi yoğunlaştırmak ve bu sûretle bir konsantrasyon sağlamaktır. Bu idealin, Nakşîbendîliğe kesinlikle Budizm'den sızdığı ise, diğer ilkelerin ilerideki açıklamalarıyla ve özellikle râbıtaya ilişkin analitik incelemelerle çok daha iyi anlaşılacaktır.
İkinci İlke “Nazar Ber-Kadem”dir. Bunun anlamı: Hiç bir yöne yüz çevirmemek, gözleri yalnızca öne dikmektir. Amaç, yine dikkatin dağılmasını önlemektir.
Bu ilgiyle hemen hatırlatmak gerekir ki bu on bir ilke arasında sıkı bir bağ vardır. Bunlardan biri, diğerini tamamlayıcıdır. Bu da söz konusu kavramların
3262] Bk. Ferit Aydın, İslâm’da inanç sistemi, Zendeka Bölümü s. 180, İstanbul-1995
3263] 2/Bakara, 286
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 823 -
tümünün, aynı kaynaktan alındığını kanıtlamaktadır.
“Nazar Ber-Kadem”le amaçlanan şey, esasen konsantrasyonun sürekliliğini sağlamaktır. Çünkü yogada, konsantre olmak kadar bu halin sürekliliğini sağlamak da çok önemlidir. Kitap ve Sünnette, Nakşîbendî Tarîkatı'nın bu ilke ile amaçladığı bir terbiye şekli veya bir ahlâk kuralı yoktur. Bilakis Kur'ân-ı Kerîm'de şu açıklama ve emirler vardır: "İnsanlardan yüz çevirme, Allah, büyüklenen ve övünenlerin tümünü sevmez." ; "Yürümende dengeli ol ve sesini alçalt." 3264
Kur'ân-ı Kerîm'deki bu açıklama ve emirler, yukarıdaki tarîkat kuralıyla hiç bir noktada uyuşmamaktadır. Çünkü Kur'ân, bunlarla kişiyi sosyal hayat ortamında yönlendirmek istemekte; örneğin, onun çalımla yürümemesi ve bağırıp çağırmadan konuşması emredilirken kişinin, başkasını rahatsız etmemesi amaçlanmaktadır. Yani Kur'ân'ın bütün emir ve yasaklarında olduğu gibi bu iki âyette de maksat, kişiyi topluma mal etmek için onu eğitmek ve bu sûretle topluma ahlâkî bir disiplin kazandırmaktır. Dolayısıyla bu emirler evrenseldir.
Hâlbuki gözleri sırf öne dikmekte ısrar etmeyi ve hiç bir yöne bakmamayı emreden tarîkattaki “Nazar Ber-Kadem” ilkesinin sadece güncel ve sırf kişisel bir değeri olabilir. Tıpkı spor yapmak gibi. Fakat spor yapmaktan farklı olarak bu kavramın öngördüğü amaçlar, çelişkiler taşımaktadır.
Çünkü insanın, özellikle yürürken gözlerini ısrarla önüne dikip başka hiç bir yere bakmamasında, hele bunu kesin bir yaşam kuralı haline getirmesinde hiç bir yarar bulunmadığı gibi böyle bir davranış biçimi Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayat tarzına da son derece aykırıdır; çünkü O'nun, başta Allah'ın elçisi sıfatıyla, sonra da bir devlet başkanı, bir komutan, âlemşümul misyona sahip bir lider ve ümmetinin mânevî babası olarak yüklendiği sorumluluğa ve üstlendiği görevlere bakılacak olursa, etrafında olup biten her şeyi ne kadar dikkatle süzmüş olduğunu kestirmek hiç de zor değildir.
Müslüman kişinin, her an, her yönden haberdar olması, yakınında cereyan eden her şeyi dikkatle gözlemesi, sürekli ve her bakımdan uyanık olması gerekirken onun, gözlerini önüne dikip miskin, sümsük ve uyuşuk yürümesi bir zavallılıktır. Bu ise iman ehline asla yakışmaz. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yüce sahâbîlerini, O'nun dâvâ arkadaşlarını överken (meâlen) şöyle buyurmaktadır: “...Onların Tevrat'daki nitelikleri ve İncil'deki vasıfları şudur: Bir ekin gibidirler; filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş ve gelişmiştir. Derken gövdesinin üzerinde dimdik durmuştur. (Bu manzara) çiftçileri sevindirir, ta ki kâfirler çatlasın...” 3265
Bilindiği üzere hac ibâdetinin ayrıntılardan biri de Safâ ile Merve arasında, belli mesafelerde sert ve hızla yürümektir. Bu, ilk Müslümanların, müşrikleri çatlatmak için yaptığı boy gösterisinin sembolize edilmesidir. Bunun her yıl, milyonlarca hacı tarafından tekrar edilmesinde elbette ki dersler ve ibretler vardır.
Şu halde mü'min kişinin heybetini düşüren, hayatın çetin şartları karşısında onun cesaret ve direncini kıran, moralini bozan, azim ve istidadını olumsuz etkileyen ve sonuç itibariyle onun ruhunu söndüren bir eğitim şekli, ilhamını asla Allah'ın kitabından almış olamaz! Bu düşüncenin kaynağı ya kinik felsefedir, ya
3264] 31/Lokman, 18, 19
3265] 48/Fetih, 29
- 824 -
KUR’AN KAVRAMLARI
da çok büyük ihtimalle yine Budizm'dir. Bu ise çok ürkütücüdür! Çünkü şirk kaynaklarından uyarlandığı açıktır. Ne var ki bilinçsizce de olsa hayranlık duyarak bir şirk dininden örnek almak için herhangi bir mâzeret söz konusu olamaz!
Ayrıca belirtmek gerekir ki tıpkı râbıta gibi İslâm'a mal edilmek istenen bu yabancı kavramın esasen amaçladığı şey, düşünmeyi kısıtlamak ve bilinci dondurmaktır. Bu ise meditasyon için gerekli olan en büyük dikkati sağlamaya yöneliktir. Buna, İslâm adına mistik ve dinî bir nitelik kazandırmak ise vicdan sömürüsüne hizmet edeceği için büyük bir ahlâksızlıktır. İlginçtir ki -sıradan olan- hemen hiç bir Nakşîbendînin bu kurala uyduğuna kolay kolay rastlanmamaktadır. Bu bile tek başına, “Nazar Ber-Kadem” ilkesinin uygulanabilir olup olmadığını ortaya koymaktadır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın üçüncü ilkesi “Sefer Der Vatan”dır. Bu kalıp, sözlük olarak: Vatandan ayrılmak demektir. Burada mecâzî anlamda kullanılmaktadır. Bununla, -sözde- melek düzeyine ulaşabilmek için insanın, eksik yanlarını gidermesi amaçlanmaktadır.
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, insanın melekleşmesi mümkün değildir. Bunun Kitaba ve sünnete uygunluğu da yoktur. Yani insan, mistik bir eğitim sisteminden geçerek -bünyesel bir değişimle- İnsanlıktan melekliğe gerçek anlamda bir geçiş yapamaz. Beşer cinsi, meleklerden farklı bir âleme mensuptur ve farklı bir biyolojik yapıya sahiptir. Ama insan, (yine insan olarak) takvâ mertebeleriyle melek kadar yücelebilir, hatta melekten de üstünleşebilir.
Ayrıca tarîkat, bu ilke ile (yani -sözde- mürîdi çilelerle melekleştirerek) onu gereken iç temizliğe ulaştırmak istemektedir. Çünkü bu ilkenin, kaynağını aldığı Budizm de iç temizliğe ulaşmak için çile yöntemini öngörmektedir. Oysa Kur'ân, insanın ancak ve ancak emir ve yasaklara titizlikle uyarak Allah katında en üstün mertebeye ulaşabileceğini açıklamakta ve onu melek değil, yine de insan olarak tanımaktadır.
İslâm’ın eğitim sisteminde, mistik çileler kesinlikle yoktur. Onun eğitim yöntemleri, ruhunu vahiyden alır, gerçekçi ve fıtrata uygundur. Bununla birlikte duygulara çok büyük bir değer ve coşkulara da önemli bir yer verir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın dördüncü ilkesi “Halvet Der Encümen”dir. Bunun anlamı, sözde, halkın ve kalabalığın arasındayken bile Allah'ı her an hatırlama alışkanlığına, insanın sahip olması demektir. Aslında Kur'ânî ölçülere göre, her an Allah ile birlikte olmak diye bir anlayış yoktur. Buna karşın, Allah'ın ilim ve kudretiyle her şeyi kuşattığına, (yani, O'nun her yerde hazır ve nâzır olduğuna)3266 inanmak vardır. Öyle ise İslâm'daki (gaflete düşmeme) halinin açıklaması “Halvet Der Encümen” değildir.
Daha önce de bir nebze izah edildiği gibi gâfil olmamak, kalben ve vicdânen uyanık olmak, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlikle ve içtenlikle uymaktır. Tarîkattaki “Halvet Der Encümen” ilkesinden asıl amaç ise, kişinin kendini zihinsel açıdan otomatik olarak denetlemesidir. Bu, eğer üstün bir performansla başarılırsa insan kendi kendini fizyolojik olarak da düzenleme olanağını elde edebilir. Bu, esasen yoga mesleğinin temel amaçlarından biridir.
3266] 57/Hadîd, 4
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 825 -
Nitekim bazı kimselerin, yoğun telkinle bünyelerini denetim altına alabildikleri ve örneğin bunlardan birinin kendi irâdesiyle kalbine dakikada 300 vuruş yaptırabildiği saptanmış bir gerçektir. Oysa kalp, gayri-irâdî olarak çarpar ve onu istekle yönlendirmenin mümkün olmadığı bilinmektedir. Keza Hind fakirlerinin, vücutlarına şiş saplamaları, ateş üzerinde gezmeleri, cam, para ve anahtar gibi sert ve kesici cisimler yutmaları gibi olağanüstü sandığımız bütün eylemler yine fizyolojik konsantrasyonla yapılmaktadır. Çay bardağını ağzına alıp kıtır kıtır yiyerek gösteri yapan kimseleri, milyonlarca insan televizyon ekranlarından sık sık seyretmektedir. Bu örnekler ve câhillerce kerâmet sanılan, Rufâilerin yaptığı şovlar da yine fizyolojik konsantrasyon sâyesinde yapılabilmektedir.
Bunları eğer ciddiye alırsak, -ki almamız da gerekiyor- şeyhin bu sâyede mürîd üzerinde kurabileceği mutlak ve kesin otorite ile onu emellerine nasıl âlet edebileceği, dolayısıyla perde arkası gerçeklerin ne kadar dehşet verici olduğu, bu sûretle bir sır olmaktan çıkar.
İtiraf etmek gerekir ki, Nakşîliğin ta yüzyıllar önce Hind kaynaklı din ve felsefelerden elde ettiği transandantal, mistik ve hipnotik yönlendirme usulleri bugün birkaç Nakşî şeyhinin elinde sihirli değnek gibi kullanılmaktadır!
Esasen bu usullerin, gerek psikanaliz, gerek psikosomatik tıp, gerekse fakirizm açısından çağımızda hiç bir gizli yanı kalmamıştır. Hatta dünyanın birçok ülkelerinde, âdetâ evliyâcılık oynar gibi bu yöntemler sıradan insanlar tarafından, ya bir şov yapmak için, ya bir hobi olarak, ya da nâdiren bir alternatif tıp yöntemi olarak terapi amacıyla uygulanmaktadır.
Aslında bu konudaki uygulamaların temeli, insan bilincinin çeşitli yollarla şartlandırılmasına dayanmaktadır. Bu ise belli bir kelimenin, binlerce kez tekrar ettirilmesiyle de olur. İleride etraflıca açıklanacağı üzere buna, yoga dilinde "mantra" denir. Şartlandırma, ayrıca belli bir cismin ya da hâfızada canlandırılacak herhangi bir şeklin sürekli olarak zihinde tutulmasıyla da olur, ki buna da yine yoga dilinde "yontra" denir. Bütün bunlardan kademeli olarak iki amaç güdülür:
Birincisi: Dıştan gelen her türlü uyarımları engelleyerek, ya da onları en aza indirgeyerek insanın, bilincini belli bir noktada yoğunlaştırmasıdır. İşte "Halvet Der Encümen" de bunu temin eden spiritüel sistemin bir parçasıdır. Yani kalabalıklar içinde mürîdin, dikkatini belli bir nokta üzerinde odaklaştırmasını sağlayan özel bir egzersizdir. Dolayısıyla yeri gelmişken belirtmek gerekir ki tarîkatlarda din süsü verilen ve İslâm'a mal edilmek istenen şartlandırıcı her türlü zikir, vird, râbıta ve âyinler, bu amaca yöneliktir. Bununla mürîdin konsantre olması sağlanmaktadır. Çünkü transa geçebilmek için mükemmel bir konsantrasyon şarttır.
İkincisi ise: Merkezî sinir sisteminin etkinliğini mümkün olduğunca etkileyerek şartlı refleksi gerçekleştirmektir. Mürîd, bu durumda artık bir robottan farksızdır, bütün varlığıyla şeyhin emrine âmâdedir!
Tarîkat terminolojisinde bu yöntem ve uygulamalara, yaşanan psikolojik ve bilinçaltı durumlara ilişkin birçok terim de üretilmiştir. Örneğin, şeyhin trans haline “sekr”, mürîdin trans haline ise “cezbe” denilmektedir. İkisi de bu durumlarda normal dışı davranışlar gösterir, suç ve günah sayılabilecek sözler sarf eder, hoş karşılanamayacak eylem ve tutumlar sergiler, hatta tuhaf mırıltılar ve sesler
- 826 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çıkarırlar! Nitekim Bugün Türkiye’deki Nakşîbendî cemaatleri arasında özellikle Menzilci Nakşîbendîler’in bu çeşit trans halini sık sık yaşadıklarına rastlamak mümkündür.
Yüce İslâm, insanı bu durumlara düşürmekten son derece uzaktır. O, insanı daha bilinçli kılan ve onu saygın yapan nezih sistemler getirmiştir.
Nakşîlikte beşinci ilke “Yâd Kerd”dir. Bu terkip, yalın olarak anmak demektir. Allah'ı sürekli zikretmek mânâsında terim haline getirilmiştir.
Tarîkatta zikrin birçok şekli vardır. Onlardan biri de işte bu “Yâd Kerd”dir. Bu yöntemle yapılan zikir gizlidir Buna “zikr-i hafiy” denir ve zihinden yapılır.3267 Bu sırada dilin hiç bir işlevi yoktur. Buna, A'râf Sûresi'nin 205'inci âyet-i kerîmesini delil olarak gösterirler. Hâlbuki bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ -meâlen- şöyle buyurmaktadır: "Rabb'ini an; içinden, yakararak ve korkarak, açıktan az bir sesle; sabah ve akşam; gâfillerden olma!"
Görüldüğü gibi, “hiç dilini oynatmadan ve sadece zihinden Allah'ı an” diye bir şey söz konusu değilken, yukarıdaki âyet-i kerîmeye böyle bir anlam yakıştırmışlardır. Zikrin diğer bir şekli olan “Cehrî zikir” (yani açık zikir), bundan farklıdır. Nakşîbendî Tarîkatı bu tür zikre çok az yer vermiştir. “Yâd Kerd” yalnızca gizli bir zikir şekli olmakla kalmamaktadır. Uygulanış biçimi epeyce ilginçtir ve İslâm'daki zikirden bu yönüyle tamamen ayrılmaktadır.
Zikrin konusu olan "Kelime-i Tevhîd: Lâ ilâhe illâllah" ve "Lafza-i Celâl: Allah" kelimesi İslâm'dan, (Kur'ânî değerler arasından) seçilmiştir. İslâm'ın âlet edildiği dinsel ya da mistik sentezlerde yöntem budur. Meselenin bütün kıvraklığı da burada odaklanmaktadır. Çünkü tasavvuf yoluyla İslâm'a sızdırılan yabancı unsurların dikkat çekmemesi için hazırlanan bileşkede çok büyük bir ustalık ve hüner sergilemek gerekir ki bu, Nakşîbendîliğin ilkleri tarafından çok çarpıcı bir şekilde becerilmiştir!
Dikkat edilirse bu tür sentezlerin, kutsal sözlerden oluşan dış aksesuarları, kural olarak İslâmî değerler arasından seçilir. Bunların uygulama teknikleri ise, tarîkatın bütün aşamalarında olduğu gibi Uzakdoğu'nun egzotik motiflerini taşır. “Yâd Kerd” kapsamında yapılan zikrin üç önemli özelliği vardır.
Birincisi: Zikir sırasında gözler ve ağız kapalı, dil damağa yapışıktır.
İkincisi: Burundan nefes alınarak ciğerler iyice hava ile doldurulduktan sonra Kelime-i Tevhîd ya da Lafza-i Celâl sadece zihinden tekrarlanır. Üç, beş, yedi, dokuz, on bir, on üç, on beş, on yedi, on dokuz veya (en çok) yirmi bir kez bu şekilde yapılacak tekrardan sonra nefes salıverilir ve yeniden nefes alınarak bu şekilde zikre devam edilir. 3268
Üçüncüsü : Tarîkat teorisyenleri tarafından “letâif” diye adlandırılan ve vücudun belirli noktalarında bulunduğu ileri sürülen spiritüel merkezlere iletimde bulunulur. 3269
3267] Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Hânî, el-Behcetu’s-Seniyye, s. 35; Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 508, 509
3268] Muhammed Emîn el-Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb, s. 514, 515
3269] Bk. Muhammed b. Abdillâh El-Hânî, El-Behcetu’s-Seniyye, s. 18 -Tetimme-
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 827 -
Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda yazılıp çizilmiş olanları anlamak mümkün değildir. Onun için üzerinde durmaya da değmez.
Zikrin, İslâm'da ise yeri çok önemlidir ve Kur'ân'ın tabiriyle: "Haberiniz olsun! Kalpler ancak Allah'ın zikriyle doyuma ulaşır." 3270 Yani insan ancak Allah Teâlâ'yı anmakla gerçek anlamda huzur bulabilir.
Fakat tarîkatın yukarıdaki yöntemiyle yapılan zikrin, Allah (cc)'ı hoşnut edecek hiç bir yanı yoktur! Çünkü her şeyden önce bu sistem, küçük farklarla Budizm kaynaklı meditasyonun aynısıdır ve ruhunu da ondan almıştır.
Budizm'de zikir, bir “mantra”nın, binlerce kez tekrarıyla yapılır. Adı geçen dinde bu işlem, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için de yapılmaz. Bilakis zihinsel bir konsantrasyon sağlamak amacına yöneliktir. İslâm'da böyle bir zikir biçimi yoktur. Nitekim onların ibâdet şekilleri, nasıl ki bizim namazımıza, orucumuza, haccımıza, zekâtımıza ve çeşitli nafilelerimize benzemiyorsa, bizim de ibâdet şekillerimiz onların yogasından, meditasyonundan, “şırım” ve “mantra” çekişlerinden son derece farklıdır. İslâm'da, (namazlardan sonraki tesbîh, tahmîd ve tekbîrler'den başka) büyük sayılarla sınırlı, (Örneğin: 5000 kez Kelime-i Tevhîd ya da Lafza-i Celâl çekmek gibi) “virdler” de yoktur.
Bu gerçeği kanıtlayan birçok kaynak vardır ki bizzat Nakşîbendîler de bu kaynakları kabul etmekte ve yazarlarını saygıyla anmaktadırlar. Bunlardan biri de İmâm-ı Nevevî olarak bilinen Muhyiddîn Ebû Zekeriyya Yahya bin Şarafuddîn ed-Demaşkî'ye âit ünlü el-El-Ezkâr adlı eserdir.
Ne var ki Budist meditasyonu ile Nakşî ibâdetleri birbirine tıpatıp benzemektedir. Nitekim bu gerçek, eskiden beri İslâm âlimleri arasında “Nakşîbendîlik, İslâm libâsı içinde Bûdîlik'ten tebdîl edilmiş bâtınî bir tarîkattır” kanâatini doğurmuştur!
Budist uygulamada mürîde yöneltilen emirlerden biri de, nefes alıp verirken, her defasında ona kadar saymaktır. Nakşîbendîlikte de “kalbî zikir” yapılırken, yani “vird”, zihinden tekrarlanırken solunumu durdurma kuralı vardır. İkisinde de ortak espri: Dikkati nefes alma süreci üzerinde yoğunlaştırmaktır. Burada da temel amaç yine konsantrasyondur. Yani mürîdin, dikkatini belli bir obje üzerinde yoğunlaştırarak onun bilincini yönlendirmek ve bu sûretle de irâdesini güdebilme olanağını elde etmektir. Bu nokta, şeyh açısından çok önemlidir. Çünkü tarîkatın varlığı ve sürekliliği esasen mürîdlerin irâdesine kayıtsız ve şartsız egemen olmaya bağlıdır. Oysa hiç bir peygamber, insanların iç dünyaları üzerinde böylesine mutlak bir otorite kurmak istememiş, düşüncelerini tahakküm altına almamış ve bununla asla emrolunmamıştır.3271 Nitekim Hudeybiye olayı gibi ilk Müslümanların seferberlik halini yaşadığı ve üstelik alarm durumunda bulunduğu duyarlı saatlerde Hz. Peygamber (s.a.s.), ordudan biat isteyince 1400 kişi içinde bir tek şahıs, hiç tereddüt etmeden red oyu kullanmış, düşmana karşı silâh kullanmayacağını açık şekilde ifade edebilmiştir.
Burada, bilinmesinde yarar bulunan önemli bir nokta da şudur: Konsantrasyonu kolaylaştıran işlemlerin başında “ritm” gelmektedir. Çünkü uzun süren
3270] 13/Ra’d, 28
3271] 88/Ğâşiye, 22
- 828 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün ritmik olaylar, insanın üzerinde genellikle hipnoz etkisi yapar. Örneğin kontrollü nefes alıp vermek, ya da aynı kelimeyi defalarca tekrar etmek, bu işi en kısa yoldan başarmaya yarayan yöntemlerdir. Dolayısıyladır ki hem Budist meditasyonunda, hem de ondan ilhamını alan tarîkatta bu tercih yapılmıştır. Tek fark şudur: Budizm'de Hind kültürünün malzemelerinden örneğin, om, mani, padme, hum gibi sözcükler seçilmiştir. Bunlara, yine bu dinin terminolojisinde mantra adı verilir. Tarîkatta ise bu malzemeler (mantra yerine) “vird” adı altında Kelime-i Tevhid ya da Lafza-i Celâl'dir.
“Vird”in çekilmesi sırasında nefes tutma olayı, bu işlemin Budizm’den alındığını kanıtlayan en canlı ve en çarpıcı delildir. Bunu, tarikatçıların da saygıyla andığı Hindli âlim Eb’ul-Hasan en-Nedvî bir eserinde çok açık bir şekilde işlemiştir.3272 “Haps-i Nefes” olarak Nakkşîliğin terminolojisine giren bu uygulama ise, başka hiçbir tarikatta yoktur.
Ayrıca burada şu önemli noktayı vurgulamak gerekir. Nakşî zikir sisteminde dilin fonksiyonu tamamen iptal edilmiştir. Bu ise dalâletin en büyük belirtilerindendir!
Tarîkatın cehrî (açık ve sesli) zikrinde de yöntem, yine ritm ve tekrar unsurlarından oluşur. Tekrarlar çok kere beş binleri bulur. Bu etkiyle mürîd, zaman zaman hipnoza girer. Nakşîlik buna da bir isim bulmuştur: "Gaybet: Kendinden geçme hâli" veya "Sekr: Sarhoşluk". Aslında bu hal bazen de zikir esnasındaki derin soluma tekrarlarıyla kana fazla oksijen girmesi sonucu bir çeşit uyuşma olarak kendini gösteren durumlardan başka bir şey değildir. Mânevî gaybet ve sekr olarak nitelenmesi ise (bu olayın iç yüzünü bilenler tarafından başvurulan) sömürü amaçlı bir spekülasyondur. Ancak şeyhlerin çoğu, yarı okumuş kültürsüz kimselerdir. Bu olayların iç yüzünü ve ilmî açıklamalarını bilemezler. Dolayısıyla onların bu atmosfer içinde faaliyet göstermeleri genelde spekülatif değildir. Şu var ki bilgisizlikten doğan içtenlikleri, onların hem kanâat hem davranış bakımından çok fanatik olmalarını sonuçlandırmıştır.
İslâm'daki zikir kavramı ise hem teorik açıdan, hem de uygulama olarak Nakşîlikteki yöntemlerden tamamen farklıdır. İslâmî zikirde ritm söz konusu değildir. Sayı ise, yalnızca namazlardan sonraki tesbih (Sübhânallah), tahmîd (Elhamdu lillâh) ve tekbîr (Allahu ekber) için otuz üçerdir. Zikir ve tilâvet için, genelde bir sınır yoktur. Ancak mü'min kişinin, ne okuduğunu anlaması, okuduklarının mânâsı üzerinde pek derin düşünmesi ve onlardan dersler çıkarması esastır. Gaflet içinde yapılan zikrin ise bir anlam taşıyamayacağı, hatta Allah Teâlâ'yı gücendireceği bile düşünülebilir.
Nakşîbendîlikte zikrin, “vird”den başka şekilleri de vardır ki ileride tarîkatın üçüncü unsuru olarak genel boyutlarıyla işlenecektir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın altıncı ilkesi “Bâz Geşt”dir. “Bâz Geşt”: Dönüş demektir. Aslında bu kavram, Nakşîliğin mistik eğitim sistemine yine Budizm yogasından geçmiştir.
Yogada “doğrusal zaman” kavramının aşamalara bölünerek koordine
3272] Eb’ul-Hasan en-Nedvî, Rijâl’ul-Fikr’i vad-Da’va’ti Fi’l-İslâm 3/27, 28, Dâr’ul-Kalem, Kuveyt, 1994
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 829 -
edilmesi kuralı vardır. Bu kural, Nakşîliğe “Bâz Geşt” olarak yansımıştır. Mürîd, virdini tamamladıktan sonra normal soluma durumuna geçer ve bu sırada şu tekmili verir: “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî (Allah'ım! Amacım sensin ve istediğim senin hoşnutluğundur).” Aslında bu söylem, İslâm'a hiç de aykırı gözükmemektedir. Fakat unutmamak gerekir ki hangi dinin samimi bağlılarına bakarsanız onların da sonuç itibariyle istedikleri şey, Allah'ın hoşnutluğudur. Bununla birlikte onların genel olarak başka bir isteği daha vardır. O da, Allah ile birleşmek ve bütünleşmektir. Hemen bütün muharref (çarpıtılmış) dinlerde bu ideali saptamak mümkündür. Nitekim Hıristiyanların, Hz. İsa'ya, (hâşâ!) “Allah'ın oğlu” demelerinin altında bu inanç yatmaktadır. Yukarıdaki söylemin birinci kesiti, yani “Allah'ım! Amacım sensin” sözleri dikkatle incelendiğinde aynı kanâatin, biraz örtülü olarak bu parolada da var olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki Allah'ın hoşnutluğunu kazanmanın birinci şartı, kulun istediği gibi değil, bilakis Allah'ın istediği biçimde O'na ibâdet etmektir. Bunu İslâm, kitap ve sünnetle belirlemiştir.3273 Tabiatıyla Kitap ve Sünnetteki formüllere uymayan ibâdet biçimlerinin kaynak bakımından yabancı olacakları kesindir. Dolayısıyla bu şekillerden biriyle Allah'a kulluk etmeyi düşünmek büyük bir çelişkidir.
“Bâz Geşt” ilkesinin, -bu ilgiyle- bir sır taşıdığını burada hemen hatırlatmak gerekir. O da mürîdin, bu aşamada kendini “vuslat” için hazırlamasıdır. Bilindiği üzere Nakşîliğin de ideali, Onun temel kaynağı olan Hind mistisizminde olduğu gibi mürîdi aşamalarla Allah'a ulaştırmak ve onu Zât-ı İlâhîye'de (hâşâ!) eritmektir. İşte bu anlamda “Bâz Geşt” egzersizleri sırasında mürîdin, bütün varlıkları gözünden silmesi istenir. Şartlandırılmış mürîdler için bunun esas anlamı şudur: Bütün varlıklar birer sembolden, birer gölgeden öte şeyler değildirler. Binâenaleyh onlarda tecellî eden, Allah'ın bizzat kendisidir. “Tecellî” kavramı burada Kur'ân-ı Kerîm'deki gibi amaçlanmamaktadır. Buna çok dikkat etmek gerekir. Çünkü Allah'ın eşyada tecellî etmesi Kur'ânî anlayışa göre O'nun, kendi varlığını, yarattığı eserlerinde insana hissettirmesidir. Tasavvufta ise “tecellî”: Allah'ın varlıklar içinde türlü türlü şekil, renk ve boyutlarda -gerçek anlamda- ortaya çıkmasıdır!
Nakşîbendî Tarîkatı'nın yedinci ilkesi “Nigâh Dâşt”dır. Bunun anlamı da korumaktır. Tarîkattaki -anlaşılabilir ve basit- açıklaması: Mürîdin, kalbini vesveselerden koruması demektir. Oysa bu sıradan açıklamanın arkasında “Nigâh Daşt” kavramının taşıdığı başka bir anlam daha vardır. O da mürîdin “mâsivâ” diye hiç bir şey görmediğine ve bu arada kendisinin de “mâsivâ”dan olmadığına artık inanması ve bu inancı zedeleyecek herhangi bir vesveseye gönül kapısını açmamasıdır.
Sıradan câhil mürîdler, ne bu sırrı, ne de “mâsivâ”nın ne olduğunu bilirler! Onun için bunlar genelde kalbi şeytanın vesvesesinden korumak şeklinde bu ilkeyi algılarlar. “Nigâh Daşt”, esas itibariyle Panteizmi çağrıştıran bir anahtardır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın sekizinci ilkesi; "Yâd Daşt"dır. Yani hatırlamaktır. Tarîkat bununla artık sözden öte Allah'ın Zâtı ile meşgul olmayı öngörmektedir.
3273] Buna Fıkıh terminolojisinde Tevkifiye denir. Bk. Dr. Muhammed Ravvas Kal’ci-Dr. Hâmid Sâdık Kunaibi, Mu’cem Lugat al-Fukahâ’ et Tevkîfî Maddesi, s. 151
- 830 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu halin ise ancak "fenâ" ve "beka" mertebelerine eriştikten sonra mürîd için söz konusu olabileceğini açıklamaktadır.
Bu da demek oluyor ki: "Yâd Daşt" ilkesini uygulayabilecek düzeye ulaşmış olan tarîkat yolcusu, Nakşîliğe göre artık kendisinin, “mâsivâ”dan sayılmadığına kesinlikle inanan kimsedir! Yeri gelmişken burada "mâsivâ" kavramı ile ilgili bir açıklama yapmakta yarar vardır. "Mâsivâ": Allah'dan başka her şey demek olan bir terimdir. Ancak Nakşîbendîlerin "mâsivâ"dan söz etmesi bir çelişkidir. Çünkü panteizmde "mâsivâ" diye bir anlayış yoktur.
Şâh-ı Nakşîbend olarak bilinen Muhammed Buhârî, adındaki rûhânî tarafından ihdas edilmiş son üç kavramın (yani dokuzuncu, onuncu ve on birinci ilkelerin) anlam ve amaçları da şöyledir:
Nakşîbendî Tarîkatı'nın dokuzuncu ilkesi: "Vukûf-i Zamânî"dir. Bu terkibin yalın sözlük anlamı, periyodik zaman kesiti demektir. "Vukûf-i Zamânî", mürîdin mistik anlayış ve inanışla olgunlaşma sürecinde belli bir zaman birimini temsil eder ve “doğrusal zaman” kavramı hakkında ona gereken bilinci aşılamaya yarar!
İnsan psikolojisi açısından çok önemli olan “doğrusal zaman” ve “zamansal yaşam” kavramları, esasen mistik düşünceden çok, pozitif ve bilimsel çalışmaların konusudur. Onun için yaklaşık 600 yıl önce sıradan bir sûfînin bunu kendiliğinden bulup tarîkata yerleştirmiş olmasına inanmak kolay değildir. Dolayısıyla bugün alternatif tıp usulleri olarak hayata geçirilmeye çalışılan birçok teknik gibi bu kavramın da günümüzde bilimselliği artık kabul edilen eski Uzakdoğu kavimlerinin deneyimlerinden biri olarak az çok taklitle ya da tamamen rastlantıyla tarîkata yerleştirildiği varsayılabilir. Ancak ikinci ihtimal çok zayıftır.
"Doğrusal zaman" kavramına ilişkin bir bilinç, ancak zamanın, belli periyotlarla kullanılması sâyesinde oluşabilir. Bu da konsantrasyon için gereken işlemlerin bir parçasıdır. Bir ihtimalle bu ilgiden hareket edilerek "vukûf-i Zamânî" kavramı tarîkat için bir ilke haline getirilmiş olabilir. Nitekim İslâm'daki vakitli ibâdetler de Müslüman’a bu konuda bilinç aşılamaktadır. Ancak "vukûf-i Zamânî" kavramını belli ve kesin bir ilke olarak İslâm'a mal etmek için Kitap ve Sünnette bir açıklama bulmak kolay olmasa gerektir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın onuncu ilkesi "Vukûf-i Adedî"dir. Bunun anlamı: Zikirde belli sayısal limitler üzerinde duraksamaktır. Örneğin "Kelime-i Tevhîd"i zikrederken her dokuz tekrardan sonra küçük bir mola vermek gibi.
İlginçtir ki yoga türlerinden birinde de aynen böyle bir uygulama vardır. “Mantra” diye adlandırılan özel ve (daha çok kutsal) sözcükler, belli sayıda tekrarlanarak arada bir kısa molacıklar verilir. İslâm'a uyarlanmış olan mistisizmde “mantra”nın karşılığı “vird”dir. Arapça olan bu kelimenin çoğulu ise lügatlerde "evrâd" olarak geçer. Bu uygulama, meditasyon yapan yoginin zihnini matematiksel olarak programlamaya yöneliktir ve bu programlama, aşamalarla gerçekleşebilir. Zaten yoga meditasyonu da birbirini aşamalarla tamamlayan belli düşünme ve eylem biçimlerinden oluşur. İlk aşama, psikolojik hazırlıktır. Bunu bir çeşit rehabilitasyon alarak nitelemek de mümkündür. Çünkü mürîd, ilk başlarda tekkenin egzotik atmosferine ve spiritüel dekoruna, tasavvufun kavramlarına, çağrılarına, yankılarına ve coşkularına henüz yabancıdır. Şeyhe göre o, bir
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 831 -
hasta gibidir. Herhangi bir ürküntü ya da ürperme duyumuna karşı onun gösterebileceği en ufak bir refleks bile hedeflenen huzuru engelleyebilir!
Dolayısıyla denebilir ki ilk başta harcanan bütün çabalar, aslında mürîdin, her şeyden önce psikolojik uyum göstermesini, ondan sonra da konsantre olmasını sağlamak içindir. Ardından hipnotik trans gerçekleşir. Yogada görülen bu disiplinler, değişik adlar altında aynen tarîkatta da olduğu gibi vardır. Bunlar, baştan beri anlatılan ilkeler çerçevesinde gerçekleşir. Yani derviş, önce tevbe eder, sonra el alır, ardından cezbeye tutulur, son olarak da vecd halini yaşar.
Dolayısıyla, "Vukûf-i Adedî" kavramının da tarîkata yine yogadan alındığı ihtimali güçlenmektedir. Çünkü İslâm'da ne böyle limitle sınırlı bir zikir şekli vardır; ne böyle bir kavram vardır; ne de (Kitap ve Sünnetle belirlenmiş olan ibâdetlerden başka) bu kadar basamaklı bir "seyr-u sülûk" sistemi vardır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın on birinci ve sonuncu ilkesi "Vukûf-i Kalbî"dir. Tarîkatta bu durum, kalbin Allah'a karşı sürekli uyanık tutulması şeklinde tanımlanmaktadır.
Aslında bu, yoga dilinde “konsantrasyon”dur. Hipnotik transa hazırlayıcı aşamaların sonuncusudur, ya da hipnotik transın kendisidir. Tarîkatta da en son aşama olan “vecd” haline mürîdin ulaşabilmesi için geçtiği mistik uygulamaların en ileri basamağıdır. Fiziksel tüm iz ve izlenimlerin zihinden silindiği bir nokta olan "vecd" haline işte bu “Vukûf-i Kalbî” ile ancak ulaşılabilir. Bu durumdaki dervişin duyguları artık tanımlanamaz. Bunun psikolojik olarak belki birtakım açıklamaları vardır.
İslâm'da ise böyle bir halin yaşanması için belli bir yöntem yoktur. Vahyin inmesi sırasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'de kendinden geçme halleri görüldüğü rivâyet edilmiştir. Ancak vahiy denen metafizik olay, insan aklının izah edebileceği bir mesele değildir. Dolayısıyla buna trans hali demek de doğru olmasa gerektir. Onun için bu hal çok özeldir ve yalnızca peygamberlere mahsustur. Oysa trans hali, çeşitli spiritüel telkinler ve hipnotik tekniklerle sağlanabilen -perisprinin vücuttan kurtulduğu- karmaşık bir kataleptik sendromdur. Peygamberler değil, medyumlar, yogiler ve dervişler bu sendromu yaşarlar.
Ayrıca belirtmek gerekir ki Hz. Peygamber’in (s.a.s.) engin ve berrak kalbi Allah Teâlâ'ya karşı hiç kuşkusuz daima uyanık idi. Derin bir huşû içinde ibâdet etmesine rağmen o sıralarda bile bu vesîle ile O'nun, trans denebilecek içsel bazı haller yaşadığına ya da sar'a ve bayılma gibi nöbetler geçirdiğine ilişkin elimizde herhangi bir kanıt da yoktur.
Sonuç olarak, Nakşîlikte "Vukûf-i Kalbî" diye açıklanmak istenen spiritüalist bir ibâdet ya da düşünme biçiminin İslâm'da yeri bulunmadığını kesinlikle söylemek mümkündür.
III- Zikir: İslâm'la Tarîkat arasında her bakımdan saptanabilen büyük farklar, zikir konusunda da göze çarpmaktadır. Çünkü vahyin kaynaklık ettiği İslâm'a göre insan, her şeyden önce Allah’ın (cc) en güzel eseridir.3274 Ondan sonra da doğrudan Allah Teâlâ'nın muhatabıdır.3275 Rabb'imiz, insanoğlunu, kendisine
3274] 23/Mü'minûn, 14; 82/İnfitâr, 7; 95/Tîn, 4
3275] 33/Ahzâb, 72
- 832 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kulluk etmesi için yaratmış ve onu bütün yaratıklardan üstün kılmıştır. 3276
Bunun gereği olarak insan da, ebedî kurtuluşa ve sonsuz mutluluğa erebilmek için her şeyden önce Ulu Yaratıcısını, tevhîd inancı içinde ve ihlâsla daima anmalı, O'nun yüce ve güzel isimlerini zikretmeli, farzları ve vâcipleri zamanında edâ etmeli, sünnetleri terk etmemeli, sık sık Kur'ân-ı Kerîm okumaya mutlaka zaman ayırmalı, elinden geldiği kadar ruhsatı bırakıp azîmete sarılmalı, mümkün olduğunca bilinçli ve uyanık yaşamalı, nefis ve şeytana, içerideki ve dışarıdaki düşmana karşı cihadını sürdürmeli, Kur'ân'ın mesajlarını ulaştırmak için çaba harcamalı, özetle hayırlı her işe gerek niyetiyle gerek ameliyle katılmalı, şerlerden kendini korumalı, yeri geldikçe kâinâta, eşya ve olaylara ibret nazarıyla bakarak Allah'ın kudreti karşısında yumuşamalı, coşmalı, günahlarından pişman olmalı, tevbe etmeli ve gözyaşı dökmelidir. Her hâlükârda insan Rabb'inden gâfil kalmamaya gayret etmeli, bu sûretle de O'nun hoşnutluğunu kazanmalıdır. İşte gerçek zikir budur ve bütün bunları hemen her Müslüman bilir.
Tasavvuftan ilhamını alan tarîkata göre ise insan, Allah'ın bir tecellîsidir. Onun ruhundan kopmuş, O'nun özünden fışkırmış, O'nun bizzat kendisinden yansımıştır. Dolayısıyla temel amacı, yine O'na doğru bir yolculuğa çıkmak, sonra O'nun zâtında erimek ve nihâyet O'nunla bütünleşerek ölümsüzlük kazanmaktır. Tasavvufta cennet ve cehennem önemli şeyler değildir; ölüm, âşıkın ma’şûk’a kavuştuğu bir “şeb-i arûs”, bir gerdek olayıdır. Bu görüş, tıpkı kozmoğrafyadaki “Big Bang” ve onu izleyen büzülme olaylarına benzeyen bir bir spiritüalist açıklamadır. Tek farkı, kozmolojinin perseptibl (kaabil-i idrâk; duyularla algılanabilen) ve fizik açıklamalarına karşın tasavvufun bu olayı spiritüalist bir yaklaşımla, emperseptibl (gayr-ı kaabil-i idrâk; duyularla algılanamayan) ve metafizik olarak sunmasıdır. (Bunları, rûhânîler dışında alt tabakadan mürîdler bilmez. Onlara bu açıklamaları yapmak kesinlikle yasaktır.)
Görüldüğü üzere bu iki kurumun, Allah-insan ilişkisine bakışı böylesine oldukça farklıdır. Tabiatıyla insanın, Allah'a karşı nasıl bir tutum içinde olması gerektiğine ilişkin açıklamaları da yine çok ayrı olacaktır.
İslâm'a göre insan, hayatın her tarafına ve zamanın belli saatlerine serpiştirilmiş olan ibâdetlerini Kitap ve sünnetin ölçüleri içinde yapmalı, bunların dışında kalan bütün dünyevî saatlerinde ve seküler yaşamında da İlâhî kontrolün altında olduğunu asla unutmamalı, bu alandaki yaşantısını da yine Kitap ve sünnetin ölçülerine göre düzenlemelidir. İşte İslâm'da zikir ve fikir, bütün bunları kapsayıcı bir anlam taşır.
Nakşîliğe göre ise zikir, sırf meditativdir. Aksiyoner hiç bir yanı yoktur. Statiktir, hiç bir dinamik özelliğe sahip değildir. Hele seküler hayatla hiç bir ilişkisi yoktur. Zikir için rûhânîler tarafından belirlenmiş bir sistem vardır. Bu sistem çok geniş, fakat bir o kadar da çetrefil ve karmaşık tanımlar ve şekillerle egzotize edilmiştir. Örneğin dilin, zikirde hiç bir rolü ve işlevi yoktur. Nakşîlikte zikrin hemen tamamı zihinseldir. Boyutlarla sınırlı bir imajinasyona dayalıdır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nda zikir, başlıca iki kısma ayrılmıştır.
Biri, kalbî zikirdir. Sözde bu zikirle, "Kelime-i Tevhid"in, ya da "lafza-i
3276] 17/İsrâ, 70
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 833 -
Celâl"in tekrarı öngörülmektedir. Fakat bunların, dille değil, zihinden tekrarlanması istenmektedir. (Nakşîlikte dille yapılan sözlü zikir ise sadece "Hatm-i Hâcegân" sırasında Kur'ân'dan küçük sûreler okumak ve bir miktar salevât çekmekten ibârettir.)
Nakşîbendî Tarîkatı'nda başka bir zikir şekli ise, râbıtadır ve daha önce ayrıntılı olarak açıklandığı üzere râbıta, diğer zikir biçimlerinden (yani, "Kelime-i Tevhid"in, ya da “lafza-i Celâl”in, gerek dille, gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerîm'i okumaktan bile) üstün sayılmıştır.
Bu her iki zikir biçiminin de kaynağı yine Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bunlara ilişkin herhangi bir kanıt yoktur. Bu noktayı çok iyi kavrayabilmek içinse, râbıtaya ilişkin olarak şimdiye kadar kaleme alınmış belgeleri incelemek gerekir.
Nakşîbendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta İlişkisi: Nakşîbendî Tarîkatı'nın, geçmişten günümüze kadar yaşamış olan ünlü rûhânîleri hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bunlar, Nakşîliğin, bir tarîkat olarak sahip bulunduğu özellikleri yansıtmak bakımından son derece önemlidir.
Bu tarîkatı, İslâm'la karşılaştırırken elde edilen farkları değerlendirmek bakımından şeyhlerin yaşam öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer! Özellikle râbıta ve benzeri dış kaynaklı mistik anlayışların İslâm'a adapte edilebilmesinde izlenmiş olan yollar, bu farkların ışığı altında çok daha iyi aydınlatılabilir. Bu nedenle menkabeler üzerinde durmak gereklidir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki "ermişlik" denen bir inanış biçimi bu mitolojik hikâyelerin eksenini oluşturmaktadır. Onun için menkabe incelemelerinde bilhassa bu nokta gözden kaçırılmamalıdır.
Ermişlik: Tarîkat rûhânîlerine, bu hikâyelerde mal edilmiş olan insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah (cc)'ın Kitabı ve Rasulullah (s.a.s.)'ın Sünnetiyle aydınlanmış olan aklı başında hiç bir mü'min, bunların içinde en ufak bir gerçek bile bulunabileceğine kendini asla inandıramaz!
Çünkü "ermişlik" denen inanış kadar sünnetullahı kökünden inkâr eden, Allah (cc)'ın kâinât üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur; çünkü ateistler bile Allah'ı büsbütün inkâr etmekle bizzat kendilerini inkâr ettiklerinden ermişliğe inananlar kadar büyük bir çelişki içine düşmemektedirler. Zaten ateistlerin büyük çoğunluğu câhildir, geriye kalanların ise aklî dengeleri ya da psikolojileri bozuktur. Buna karşı ermişliğe inananların hemen hepsi de bilinçlidir.
Bu hikâyelerin, bizzat şeyhler tarafından mürîdlere dikte ettirildiğini ileri sürmek, kuşkusuz zordur ve kanıt ister. Ancak onları memnun etmek, ya da ünlerinden yararlanmak için, bazı okur-yazar dervişlerin, bu masalları kaleme aldıkları düşünülebilir. Şu var ki herhangi bir halîfe'nin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiç bir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddi bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiç bir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir. Tabiatıyla bu derece abartılı menkabeleri doğrulayanların râbıta ve benzeri şirkiyâtı da İslâm'a mal etmede herhangi bir engel
- 834 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görmeyecekleri kendiliğinden anlaşılmaktıdır.
Çünkü menkabe geleneği de aynen râbıta gibi, hatta tarîkatın diğer tüm unsurları gibi yabancı kaynaklıdır. Özellikle Şamanlıktaki “Kam” kültünün, Budizm'deki “Arhant” kültünün ve Hıristiyanlık'daki “Azizler” kültünün etkisi altında peydahlanan “ermişlik” inancına bağlı olarak bu gelenek tarîkatlara yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.
Binâenaleyh râbıtanın Budizm'den adapte edilmesine göz yumanların, bu menkabelerdeki mitolojilere karşı çıkmaları beklenemez. Velîlik kavramına gelince bunun, İslâmî gerçekler açısından sorun oluşturan yanı, bu kavrama ermişlik adı altında yüklenmiş olan yabancı anlam ve imajlardır. Bu imajların sonucu olarak da evliyâ denen bir tip icat edilmiş ve bu tip, Türkiye'de toplumun bilinçaltına yerleştirilmiştir.
Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir: Sözde "bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptirler." Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. "Evliyâ", "Aziz", "Saint", "Surp" ve "Ermiş" gibi...
Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahıslar, Çilehâne, Manastır, Savmi'a ve Stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda "Seyr-u Sülûk", Mücâhede, Çile Riyâzet ve Yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak sözde, "günahlarından arınır ve bir ruh temizliğine kavuşurlar. Bunlar, artık "Himmet", "Bereket" ve "Tasarruf" sahibidirler, Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler." (!)
Müslümanımsı mistiklerce evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir:
1. Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler.
2. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3. Duâları makbûldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4. İslâm ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
5. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda kat ederler vb.
6. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. (Tasavvuf terminolojisinde bu tür kerâmetler, "Tayy-i Zamân ve "Tayy-i Mekân" tâbirleriyle açıklanır. Bunların mânâsı: Sözde, zaman ve yerin, evliyâ için katlanarak küçülmesi demektir. Özellikle "Tayy-i Zamân", zamanın durması anlamına gelir. Veli olan kişi gûyâ bu sûretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla (ya da durdurulmasıyla) evliyâ kişi, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Öyle ki döndüğü zaman örneğin, gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece bir kaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb. "Tayy-i Mekân"ın da anlamı şudur: Evliyâ kişi, aynı saatlerde bir kaç yerde bulunabilir; Yani yerin
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 835 -
katlanmasıyla, evliyâ diye bilinen zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir?!)
Râbıta ve benzeri mistik uygulamalarla şartlandırılmış duygusal insanlar, “evliyâ” diye niteledikleri adamların, böylesine olağanüstü güçlere sahip bulunduğuna kendilerini inandırınca bu kez de onların bu kerâmetlerini, hayâlleri zorlayan mitolojik hikâyelerle kaleme almışlardır. (Kerâmet: Ehl-i Sünnet'in inandığı Kur'ânî gerçeklerden biridir. Gerek Mâtürîdîler, gerek Eş'arîler, gerekse Selefîler kerâmet gerçeğine inanırlar. Ancak tasavvufçuların kerâmet anlayışı ehl-i sünnetinkinden farklıdır ve dış kaynaklıdır.
Tarih boyunca bu konuda “Menâkıbnâme” adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu bir birikim oluşturmuştur. Dolayısıyla tarîkatlara bağlı toplulukları yönlendiren araçların en önemlilerinden biri de bu Menâkıbnâmelerdir.
Her şeyhin, tarîkata olan katkısı ve evliyâlık derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülür. Onun için bir şeyhin, eğer kerâmetleri kitaplara konu olacak kadar çok uzun anlatılmış ise o şeyhin en büyük velîlerden biri olduğuna inanılır. Rabbânî ve Bağdâdî gibi... Bu nedenle mürîd toplulukları, tarihin her döneminde şeyhleri için çok çeşitli kerâmetler üretmiş, bunları ilginç anlatımlarla işlemişlerdir.
İslâm ve Kur'ân ölçüleri bakımından çok büyük bir sorun olan bu Evliyâlık ve Ermişlik inanışının râbıta ile ilişkisi, Nakşîbendî Tarîkatı'nın temel felsefesini oluşturur. Çünkü şeyhi, mürîdin kalbine, yüce, mâsum ve yanılmaz bir kişi, “himmet”, “bereket” ve “tasarruf” sahibi bir Evliyâ olarak kazıyan araç râbıtadır. Evet, hayâl bile edilemeyecek kadar yüceler yücesi bir makama yükselmiş, Allah'da fânî olmuş (?!), ve nihâyet "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş" bir kâmil ve mükemmel olarak şeyhi mürîdin kalbine ve zihnine yerleştiren sihirli anahtar, râbıta egzersizleridir. (Şeyhin, "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş" olması demek, Onun, yalnızca Allah Teâlâ'ya mahsus olan sekiz sıfatı kazanmış olması anlamına gelir. Bilindiği üzere bu sıfatlar: Hayat, ilim, irâde, kudret, sem', basar, kelâm ve tekvîn'dir. Nakşîbendîler, belki de kafa karıştırır diye bu kadar ayrıntılı bir açıklama yapmaktan çekindikleri için sadece "Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşâhede makâmına varmış bir kâmil ve mükemmele kalb bağlayıp huzur ve gıyâbında o zatın sûretini hayâl hazînesinde muhâfaza etmekten ibarettir." şeklinde kısa bir ifade kullanmaktadırlar. 3277
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, mürîdin en büyük görevi, şeyhinin şeklini, (yanında bulunsun, ya da bulunmasın) sürekli olarak zihninde canlandırmasıdır. İşte râbıta budur ve râbıta, zaman içinde şeyhi, mürîdin her zerresine nakşeden, hatta onu, (hâşâ!) Allah'ın, yeryüzünde tecessüm etmiş bir modeli olarak mürîdin ruh derinliklerine oturtan bir "Reflective condition" haline gelir.
Mürîd, bu ruh hali içinde artık şeyhinde hiç bir eksiklik göremez. Şeyh râbıta sâyesinde bu kıvama gelmiş olan mürîdinin nazarında yalnızca bir "mürşid-i kâmil" değil, aynı zamanda "o, bütün eksikliklerden münezzehbir zât-ı zîşândır." Böyle inanmaya başlayan mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde
3277] Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe Risâlesi s. 18. Bayezit Devlet Kütüphânesi No. 297541/243435, İstanbul
- 836 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.
Hâlbuki İslâm'da böyle bir evliyâ telakkisi yoktur ve olamaz da. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Sufyân es-Sevrî, Abdullah b. el-Mubârek, Fudayl b. İyad, Şakıyk el-Balkhî, Ma'ruf el-Karkhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hâfî, Seriy’yus-Sakatıy, Hârith el-Muhâsibî ve Sehl b. Abdillâh et-Tusterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, Müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'ân'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.
Bu sözcüğe ilişkin lügat bilgilerine gelince: "Evliyâ" kelimesi çoğuldur ve “velîler” demektir. “Velî” sözcüğü, Kur'ân-ı Kerîm'de kısaca iki anlama gelmektedir. Birincisi: Yandaş, tarafdar ve dost demektir. İkincisi ise: Başkası adına, onun işlerini yöneten yetkili demektir.
İslâm Hukukundaki "Veliy'yul-Emr" ve "Evliyâ-i Umûr" terimleri bu anlamda kullanılmıştır. Keza, "Çocuğun Velîsi" ile idarî ve siyasî yetkililer için kullanılan "Veliyyu'l-Emr"; Dernek, vakıf ve cemiyet yöneticileri için kullanılan "Mütevelli Heyeti" ve "Vâlî" gibi sıfatlar, yine bu anlamı hatırlatmaktadır.
Ne yazık ki çağdaş İlâhîyatçı meâlciler bu iki kavramı sık sık birbirine karıştırmışlardır. Ayrıca ne ilginçtir ki "Velî" ve "Evliyâ" sözcükleri, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde geçmesine rağmen tarîkatçılar, yalnızca Yunus Sûresi'nin, 62. âyet-i kerîmesinde geçen bu kelime üzerinde durmuşlardır.
"Evliyâ" (yani velîler), âyet-i kerîmede dört ayrı sıfatla nitelenmektedirler. Bunlar: Korkmazlık, üzülmezlik, imanlı olmak ve Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamada titizliktir. Çok büyük ihtimalle tarîkatçılar, bu dört sıfattan ilk ikisinin esnekliğinden yararlanarak velî diye inandıkları kişilere, olanca hayâl güçleriyle becerebildikleri mitolojik nitelikler mal etmeye çalışmış ve zihinlerinde canlandırdıkları insan şeklindeki tanrıyı bu sûretle yaratmışlardır.
Oysa aslında Kur'ân-ı Kerîm'e göre “evliyâullah” (yani Allah'ın dostları), Ondan başka herhangi bir kimseden korkmayan, dünyalık kayıplar için üzülmeyen, imanlı ve buna bağlı olarak İlâhî emir ve yasaklara uymakta büyük titizlik gösteren bütün Müslümanlardır. Evet Kur'ân-ı Kerîm'e göre işte evliyâ bunlardır. Dolayısıyla tarîkattaki evliyâ ile İslâm'daki evliyâ arasında bulunan fark, bu karşılaştırma ile ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Gerçek bu olmasına rağmen, Budizm'den İslâm'a adapte edilmiş olan râbıtanın etkisiyle Nakşîbendîler’in vicdanına kazınan Mito-Mürşid tipi ilâhlar, bu tarîkatın kültüründe ısrarla yaşatılmaya çalışılmaktadır.
Nakşîlikte “velîlik” ile “şeyhlik” eş değerdedir. Yani her şeyh, kendi mürîdlerince aynı zamanda en büyük velîdir; keşif ve kerâmet sahibidir. Onun için eğer bir kimse, hüner ve mahâretlerini kullanarak herhangi bir Nakşîbendî şeyhinin gözüne girebilir ve ondan şeyhlik yetkisini almayı becerirse aynı zamanda evliyâ olma şansını da elde etmiş olur!
Öyle ise her şeyh adayı (ya da veli adayı) için esasen önemli olan hedef, şeyhlik postuna yükselebilmektir. Bunun ise iki yolu vardır.
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 837 -
Birincisi: “Beşik Şeyhliği”dir ki, her tarîkat şeyhinin emzikteki erkek çocuğu bile zaten doğuştan şeyh sayılır. (Bu görüş, daha çok Kürt Nakşîbendîler arasında benimsenmiş ve tutunmuştur.) Ancak sadece beşik şeyhliği, üstün bir liderlik popülaritesi için her zaman yeterli olmayabilir. Bu bakımdan, doğal veliaht sayılan şeyhzâdeler posta oturmak için (aşağıda anlatılacak olan ikinci yolu izleyerek) genelde birbirleriyle yarışır ve beşik şeyhliğini aşmak amacıyla rutin pratikleri yapmayı da ihmal etmezler.
İkincisi ise: "Seyr u Sülûk" ile (Yani özel bir mistik eğitimden geçerek) mezun olduktan sonra bu makama getirilmekle olur. Bu ikinci yol, genelde çok büyük yetenekler, geniş bilgi ve kültür gibi meziyetler, çok yönlü bir sosyal kişilik ya da yüksek entelektüalite gerektirmez. Hatta denebilir ki, gelişmiş üstün bir kişilik, tarîkata lider olma yolu üzerinde bazen bir engel bile oluşturabilir. Çünkü Nakşî şeyhlerinin bilgi düzeyleri sığdır. Hem kişilikli çömezlerini anlamakta zorluk çekerler, hem de onları gizli gizli kıskanırlar. Onların, günün birinde şöhret olup, kendilerini gölgede bırakabileceklerinden, için için endişe ederler. Bu nedenle, daha çok meftûniyet (aşırı ve sıkı bağlılık) ararlar. Tabii bu da ancak râbıta ile oluşabilir. Bunun yanında öğrencinin, Nakşîlere özgü giyim ve kuşama dikkat etmesi, disiplinli, temiz ve suskun olması istenir.
Bir öğrenci eğer bu kurallara titizlikle uyarak günün birinde yüzlerce (hatta bazen binlerce) arkadaşı arasında şeyhinin halîfesi (ondan sonra yerine geçecek olan temsilcisi) makamına getirilecek olursa bu şans, onun artık kesin bir velî olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Onun daha fazla uğraşmasına da gerek yoktur. Çünkü o, artık “ulu bir zât”tır. Hatta eğer heybetini mürîdlerinin iliklerine kadar işlemekte yüksek bir performans gösterebilirse onun, çok geçmeden "bir zât-ı ecell-i âlâ" olması bile işten değildir! Hayatta olduğu sürece o, "Efendi Hazretleri"dir. Konuştuğu en bayağı bir sözde bile hikmetler aranır; her lafı sayfalar dolusu yorumlara konu olur; attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, hatta yüzünü çevirip bir yana göz atmasından, gülümsemesinden ya da hapşırmasından bile türlü türlü anlamlar çıkarılır. (Çok özür dileyerek sırf kamuyu aydınlatmak bakımından ifade edelim ki; şeyhinin, her türlü artıklarını, hatta dışkısını bile kutsal sayan cemaatler, aramızda yaşamaktadır. Sıkı bir şekilde gizleniyor olsa bile bu, kesin bir gerçektir). Artık onun her hareketi bir kerâmettir. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşa edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, yaşam tarzı, sözleri ve ona âit hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.
Çünkü halîfe, (yani şeyhin baş çömezi) üstadının postuna oturur oturmaz, mürîdleri arasında otomatik olarak hemen bir hiyerarşik düzen kuruluverir. Bu düzeni, ya onun etrafında kümelenmiş bulunan kalabalıkların zengin elit tabakası -kendi insiyatifi ile- hazırlar ki, -yakın tarihe kadar yüzyıllar boyu Nakşî toplulukları böyle teşkilatlanmışlardır- ya da yaklaşık yarım asırdır Türkiye'de, siyasî düzenin başında bulunanlar bunu gizli eller aracılığıyla sağlarlar. “Güneydoğu” vilâyetlerinden birinin yakınında son otuz yıldır faaliyet gösteren bir Nakşîbendî kampının merkezi işte bu şekilde kurulmuştur! Bu kampın oluşmasında güdülmüş olan amaç şöyle özetlenebilir: 1950'den sonra "Doğu"da ve "Güneydoğu"da yerli halkın düşünce yapısında değişim rüzgârlarının estiği sezinleniyordu. (Bu gelişme, iki farklı kutup olarak gittikçe belirginleşiyordu. Bunlardan biri ayrılıkçı-şövenist bilinçlenme, diğeri ise İslâmî uyanıştı. Her ikisinin de ortaya çıkış
- 838 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nedeni aynıdır. O da, yönetimlerin baştan beri bu iki bölgede yaşayan Kürt, Zaza ve Arap topluluklara uyguladığı baskı ve asimilasyondur. Buna, karşı tepki olarak ortaya çıkan bu iki düşüncenin gittikçe gelişme kaydetmesi üzerine yönetimler bir devlet politikası olarak son 45 yıldır çeşitli stratejiler belirlemiş bulunmakta ve bu stratajilere göre hareket etmektedirler). Amaç, şeyhi dünya işleriyle ilgili kararlarda yönlendiren üst tabakayı elde etmek ve cemaati bu sûretle bir oy potansiyeline dönüştürmek ya da devlet politikasının bazı hedeflerini gerçekleştirmede bu cemaati kullanmaktır!
Şeyh, her iki halde de işin iç yüzünden pek haberdar değildir. Zâten tarîkatın kuralları gereği, "Efendi Hazretleri dünyevî işlere pek karışmaz." Çünkü O, kutsal ve tanrısal bir kişiliğe sahiptir. Bu imaj, Nakşîbendîlere Hıristiyanca anlayıştan geçmiş olabilir; laik rejmin temsilcileri de bu anlayışı, son kırk elli yıl boyunca spekülatif yollarla desteklemiş ve pekiştirmişlerdir. Dolayısıyla, mürîd topluluğu tarafından ona yapılabilecek en büyük hizmet, onun hakkında bol bol kerâmet üretmek, bunları ciltler dolusu menkabelerde işlemek ve ününün sınırlarını, mümkün olduğu kadar genişletmektir. Bunu başarabilmek içinse, mürîdlerin muhtaç olduğu kudret, râbıtada mevcuttur!
Evliyâ menkabeleri olarak bu konuda şimdiye kadar yazılmış olan hikâyeler, mitoloji tarihinde benzerlerine az rastlanan cinstendir. Allah Teâlâ'ya ve O'nun son elçisi Hz. Muhammed Mustafa, (s.a.s.) Hazretlerine, içtenlikle iman etme şerefine nâil olmuş ve Yüce Kur'ân'ın hakikatlarına vâkıf bulunmuş her mü'minin, tüylerini ürpertebilecek bu sinsice düzenlenmiş hikâyelerin, İslâm'ı yıkmaya yönelik ne büyük tehlikelerle yüklü olduklarına dikkatleri çekmek amacıyla bunlardan kısa bazı parçalar sunmakta yarar vardır.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın kurucusu Bahaûddîn Nakşîbend hakkında yazılanlar: "Annesi şöyle anlatmıştır: 'Oğlum Behâeddîn dört yaşında iken, evimizde yavrulayacak bir inek vardı. Doğumuna bir müddet daha olan o ineği göstererek, öyle anlıyorum ki bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Bir kaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."
"Bahâeddîn Buhârî hazretleri bir defâsında Şeyh Seyfeddîn adlı bir zâtın ırmak kenarında bulunan kabri başında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O camâatte bulunanlardan bir kısmı Behâeddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hâllerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada evliyânın meşhûrlarından olan Şeyh Seyfeddîn ile Şeyh Hasen Bulgârî arasında geçen kerâmetler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki: "Eskiden velîlerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acabâ bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır?" Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Bu zamanda öyle zâtlar vardır ki şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Behâeddîn Buhârî hazretlerinin Mübârek ağzından çıkar çıkmaz önlerinden akmakta olan ırmak ters akmaya başladı..."
Yine Nakşî rûhânîlerinden Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında yazılanlar: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri doğduğunda, kırk gün annesini emmemiştir. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır."; "Mevlânâ-zâde Nizâmeddîn anlatır: "Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 839 -
gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiç bir yer yoktu. Her taraf bozkır. Kendi kendime düşünmeye başladım: "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?" Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını hızla sürüp gidiyor ve hiç bir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince başlarını bana döndürdüler ve "Yoksa korkuyor musun ?" diye sordular. Sükût ettim. "Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız." buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli yol aldıktan sonra, dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birden bire zifirî karanlıklar içinde kaldık." (Bu sözleri kusmayı göze alan insan, koskoca yer kürenin, kendi etrafında saatte yaklaşık 1700 km. hızla döndüğünü eğer bilseydi, "Dikkat ettim ki, güneş sanki yerinde duruyordu." diyebilir miydi? Ya da bu kişi, madem ki Ahrâr adındaki zavallı sûfiyi, dünyayı yerinde çivileyebilecek kadar gözünde büyütmüş idi, acaba neden "Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok" diye paniğe kapılıyordu? Dünyayı, ya da -bu kişinin tâbiriyle- "güneşi yerinde çivilemek" mi daha kolaydı, yoksa onu soğuktan ve karanlıktan kurtarmak mı daha kolaydı?! Görüldüğü üzere bir Nakşîbendîden başka hemen hiç bir yaratık, böylesine korkunç çelişkilerin içinde, bocalayıp şeytanlara maskara olmayı göze alamaz.)
Nakşîbendîlerin, İmâm-ı Rabbânî diye adlandırdıkları Serhendli Ahmed Farûkıy hakkında yazılanlar: "Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu ‘Mektubât'ın birinci cild, 282'nci mektubunda bildirmiştir.’; "Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme halinde iken; ‘Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı veya vâsıtasız seni tevessül, vesîle edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim’ nidâsını duydu. Ve; ‘Bunu herkese söyle’ diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde' ve Me'âd risâlelerinde bunu bildirmiştir."
"İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: "Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur." müjdesi ilham olundu."; "İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Erkeklerden ve kadınlardan vâsıtalı ve vâsıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar."; "Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrâda arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmama sığınıp imdâd diledi. İmâm elinde baston ile göründü ve o kükremiş olan arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı, talebe kurtuldu."
"İmâm-ı Rabbânî hazretleri h. 1024 (m. 1615) senesinde elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine ‘Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler’ buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimiz (s.a.s.)'e tâbi olmasının çokluğu yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hz. Ebû Bekr'e, Hz. Ömer'e ve Hz. Ali'ye de uymuş oluyordu." (Allah Teâlâ'nin, kâinâtı kuşatan ezelî ve ebedî egemenliğine ve onun İlâhî saltanatına belki de saygısızlığın, hatta iftira ve isyanın en çirkin örnekleri diye sayılabilecek bu düzmeceler, eğitimsiz ve zavallı zümreleri belli odaklara bağlamak amacıyla Modernist Nakşîbendîler
- 840 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından sözde ansiklopedi adı altındaki yığınlarca kağıt tomarları içinde derlenmiştir.)
Görüldüğü üzere, Nakşîbendîliğin, genelde pek göze çarpmayan gerçek yüzü, özellikle bu mitolojik örneklerde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla râbıtanın, (bir ibâdet kisvesi içinde) tarîkata yerleştirilmesi ve İslâm'ın öz malıymış gibi propaganda edilmesi zihniyetinin iç yüzü de bir kez daha böylece anlaşılmış bulunmaktadır.
Aslında bu zihniyet, "Sünnetullah" ile bir türlü tatmin olamayan hasta ruhların perişan halini ortaya koymaktadır. Bunlar, Kur'ân ve Sünnetin insanlık için kapılarını açtığı zengin gönül iklimini son derece sert görmektedirler. Din denince akıllarında, evliyâlar tarafından yönetilen uçsuz bucaksız engin âlemlerin, toz pembe dünyaların, mûcizeler cümbüşü içinde uçuşan kanatlı ilâhların canlandığı bu insanlara Allah'ın kevnî kanunlarını hatırlatmak mümkün değildir. Adetâ bir hayâl ummânı içinde yüzerler. Nakşîbendîlerdeki bu çelişki o kadar sınırsızdır ki, tarîkatla hiç bir ilişkisi bulunmayan insanlardan çok daha hayata bağlı oldukları ve yaşamın hemen her türlü zevkini tattıkları halde onlara, neredeyse ateşin yaktığını, bıçağın kestiğini ve yerin çektiğini anlatmaya imkân yoktur.
Onların bütün arzuları, bütün hevâ ve hevesleri, bir şeyhin kerâmetlerini sinema filmi gibi seyretmek, ya da olağanüstü diye inandıkları en bayağı ve sıradan olayları, ille de kerâmet diye bir şeyhe yapıştırıvermektir. Örneğin bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu."; Yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti."; Muhitlerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, "Efendi Hazretleri onu çarptı" vs.
Anlaşılan Nakşîbendîlere göre: "kâinâtı -Allah adına- Efendi Hazretleri yönetmektedir." Bu nedenledir ki onları bid'at ve hurâfelere, efsane ve mitolojiye değil, bilakis Yüce Kur'ân'ın ve Sünnet-i Seniyye'nin tertemiz yoluna dâvet eden şerefli İslâm âlimlerini, "Ulemâ-i Rüsûm" ya da "Zâhir Ulemâsı" diye daima alaya almışlar ve almaktadırlar.
Nakşîbendîliğin, baştan beri çeşitli yönleriyle açıklanan düşünce ve anlayışı, yüzyılların akışı içinde kurumlaşmış, artık "TC"nin sınırları içinde yaşayan kalabalıkların her bakımdan esin kaynağı haline gelmiştir. Öyle ki yalnız “dindar” kesimlerin değil, materyalistlerin, hatta İslâm karşıtlarının bile dünya görüşü, kültürü ve değer yargıları bu tarîkatın efsunlarıyla mayalanmıştır. Onun için, halkın günlük hayatı üzerinde Nakşîliğin, küçümsenemeyecek boyutlarda etkisi bulunduğunu söylemek pek mübalağa sayılmaz.
Nakşîbendîliğin, Toplumsal Yaşam Üzerindeki Etkileri: Nakşî Tarîkatı, yüz yıllardır bu coğrafyada yaşayan insanların üzerinde toplumsal açıdan çok yönlü ve silinmez etkiler bırakmıştır. Bu tarikat, toplum psikolojisini son yüz elli yıl boyunca yönlendiren en önemli faktörlerden biri olmuştur. Onun için etkilerinin boyutları gerçekten incelenmeye değer.
Hiç kuşku duymamak gerekir ki, Türkiye'de toplumun özellikle din anlayışını şekillendiren temel faktör Nakşîbendîliktir. Çoğunluğun, Sünnî Müslümanlardan oluştuğu kanâatine karşın, Türkiye'deki Sünnîlik anlayışı, Nakşîbendîliğin etkisi altında, Sünnî âlemin din anlayışından bir hayli farklıdır. Kur’an’dan uzaklaşan bu ilginç din modeline, günümüzde “Ortodoks Türk Sünnîliği” adı yakıştırılıyor
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 841 -
olsa bile onun ortodoksluğu da Sünnîliği de tartışılabilir niteliktedir. Çünkü müslüman olduklarını ileri süren Türkler’in dinsel anlayışı gerçekte ortodoksî değildir. Yani dondurulmuş fıkhî içtihatlara dayalı klasik Arap Sünnîliği ile de tam anlamıyla örtüşmez. Hele evrensel İslâm eksenine dayalı ve Kur’an merkezli bir İslâm anlayışı hiç değildir. Tam tersine Türkler’in İslâm’a yaklaşımı bin yıldan beri heterojen bir karakter arzetmektedir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın, râbıtaya dayanan "şahısperest" kültürü, toplumun hemen bütün kesimlerini etkisi altına almıştır. Özetle denebilir ki halk, farkında olsun veya olmasın, topyekûn Nakşîbendîleşmiştir. Büyük ihtimalle bu yüzdendir ki "Merdümperestlik" anlayışı, materyalist gruplar arasında bile yayılabilmiştir. Toplumun büyük kesimi esasen eskiden beri kadavracıdır. Türkiye’de ölüme ve ölüye bakış açısı çok farklıdır. Ölüm ve ölü, bu ülke insanının vicdanına dinle imanla yoğurulmuş olarak kazınmıştır. Bu toplumda ölüme; Allah’ın takdiri ile canlı varlıktaki hayatî fonksiyonların bir daha tekrarlanmamak üzere bu dünyada sona ermesi şeklikde inanan insan sayısı çok azdır. Nitekim ölen kişi özellikle eğer bir tarikat şeyhi ya da bir din adamı ise ona, öyle birkaç gün sonra mezarda çözülüp çürüyecek bir ceset değil, bilakis mor ötesi alemlere, meleklerden oluşan bir kortej içinde ve rengârenk kanatlarla uçup giden ve gelecekte daima bu dünyadaki insanlara göz kırpacak olan ulu bir müjdeci, bir şefaatçi, zor anlarda himmet elini uzatacak bir "evliyâ" ve cennetin Osmanlı efendilerinden biri olarak inanılır!
Türkiye’de din, işte bu eksene dayalı olarak yapılanmıştır. Onun için dindar kesim, Kur'ân'a ve Sünnet'e göre değil, tam tersine tarîkat şeyhleri tarafından, (ya da -mahallî deyimle- "evliyâlar" tarafından) şekillendirilmiş bir İslâm'ı ancak kabul etmektedir. Dinden kopuk yığınlar da kendi inanç ve ideolojilerini bilim tarihine geçmiş bulunan felsefe ve teorilerle değil, aksine tanrılaştırdıkları liderlerinin kişisel görüşleriyle ifade etmeye çalışmaktadırlar. Bu toplumda, insanı tanrılaştırma inanışlarından uzak kalabilmiş olanlar ise yalnızca azınlıktaki "hanîf" müslümanlardır. (Hanîf: Allah Teâla'ya Zatı'nda ve sıfatlarında asla ortak koşmayan demektir. Çoğulu Hunefâ'dır 3278).
Gerçeği ifade etmek gerekirse Nakşîbendîlikte din, bir şekiller ve hayâller cümbüşüdür; âyindir; râbıtadır; tesbihtir; takkedir; cübbedir; kavuktur; sakaldır; çarşaftır; türbedir; tekkedir; eski yazılarla, motiflerle, figürlerle ve Osmanlıca övgülerle süslü, koca koca mezar taşlarıdır; Bulutların üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır; batmadan su üzerinde gezen, yıllarca yemeden içmeden çöllerde yaşayan "Baba erenler"dir; "mürşid-i kâmil"lerdir, vs. Evet Türkiye’deki tüm tarikatçılara ve aynı zamanda Nakşîbendîlere göre din işte budur.
Toplumun tarîkata bağlı olmayan diğer kesimleri de bu şekilcilikten büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu nedenle, Müslümanımsı dindarlara göre de İslâm, yine şekiller ve hayâller kalabalığından öte bir şey ifade etmemektedir. Binaenaleyh onlara göre de İslâm, kocaman kubbeli dev selâtîn camileridir; mevlittir; kandildir; İlâhîdir; mehter marşıdır; Mohaç Meydan Savaşıdır; İstanbul'un fetih yıldönümü kutlama törenleridir; festir; kılıçtır; tuğrâdır; “kurtçu selâmı” ile birlikte
3278] Bk. Kur’ân-ı Kerîm: Hanîf kelimesi için: 2/Bakara, 135; 3/Âl-i İmrân, 67, 95; 4/Nisâ, 125; 6/En'âm, 79, 161; 10/Y$ûnus, 105; 16/A'râf, 120, 123; 30/Rûm, 30. Hunafâ kelimesi: 22/Hacc, 31; 98/Beyyine, 5
- 842 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tekbir çekmektir ve bunların en önemlisi olan şemâil edebiyâtıdır...
İslâm'ın, esasen Kur'ân ve Sünnet'den ibaret olduğu, onun için bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm'dan söz edilebileceği ise hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemekte, hatta kimsenin, aklına bile gelmemektedir! Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa Türkiye'de dindar toplumun ölçülerine göre belki Müslüman bile sayılmazsınız. Bu ölçüyü ise temelde Nakşîbendîlik belirlemiştir.
Nakşîbendî Tarîkatı, halkı o kadar köklü şekilde biçimsellikle yönlendirmiştir ki Türkiye'de hemen herkes, kutsallığı çeşitli boyutlarda algılamaya ve şekillendirmeye çalışmaktadır. Toplumun, başlıca dört kampa ayrışmış olmasının temelinde de yine bu mistik örgütün derin etkileri bulunmaktadır. Ya da başka bir ifade ile eğer bu olguyu hazırlamış birkaç neden söz konusu ise bunların, belki de en önemlisi Nakşîbendî Tarîkatı'dır. İşaret edilen kamplara gelince bunları:
1. Nakşîbendîler;
2. Müslümanımsı dindarlar: Osmanlıcı, sentezci, sağcı ve gelenekçi muhafazakâr kesimler;
3. İslâm karşıtları: Solcu, kökten putçu ve liberal sağcılar gibi laik ve materyalist kesimler;
4. Müslümanlar: Kur'ân-ı Kerîm'e bir bütün olarak inanan ve onun, bir bütün olarak hayata geçirilmesini vazgeçilmez bir ideal kabul eden mü'minler diye gruplandırmak mümkündür.
Yukarıda da özetle değinildiği gibi Müslümanların dışında kalan diğer kampların, özellikle İslâm'a bakış açıları, bu tarîkatın etkisi altında son şeklini almıştır. Bu bakış açısının temel unsurunu "Kutsal lider", ya da başka bir ifade ile "Lider kutsaldır" kanâati oluşturmaktadır. Bu kanâat, halkın vicdânına âdetâ kazınmış bir temel inanış biçimini almıştır. Türk antropolojisindeki gerçeklerle daha bilimsel boyutlar içinde açıklanabilen bu inanış, gerek şeyhlik kurumu bakımından, gerekse tarih boyunca Türklerdeki liderlik anlayışı bakımından son derece önemli bir araştırma konusudur.
Sünnî Osmanlı kesiminin, Nakşîbendîlikle tanışması ta 1400'lere kadar çıkar Evet, Nâsıruddîn Ubeydullah el-Ahrâr'ın Kanûnî döneminde Haydar Baba adlı bir öğrencisini İstanbul’a göndermesiyle Nakşîlik, Osmanlı Toplumuna ilk kez aşılanmıştır.
Nakşîliğin ikinci hamlesi, Rabbânî'nin mürîdlerinden Murâd el-Buhârî (1640-1720) tarafından Şam’da yapılmıştır. (Bu adamın soyundan gelen altı kişi, birbirlerinin peşi sıra Nakşîbendî Tarîkatı'nı bölgede yaymaya çalışmışlardır. Buna rağmen tarîkatları, Araplar arasında pek tutunmamıştır. Bu soyun son temsilcisi Hüseyn b. Ali el-Murâdî (Öl. 1850) Bağdâdî'nin çağdaşıdır. Onu Şam’a dâvet etmiş, tarîkatının propagandası için ona yardım etmiştir.)
Fakat bu tarîkatın toplumsal anlamda yönlendirici etkiler yapmaya başlaması ancak 1800'lerin başından itibarendir. Doğrusunu söylemek gerekirse tarîkatın, bu tarihlerde Hindistan'dan, ansızın Irak'a yepyeni bir kisve içerisinde sıçrama yapması ve oradan da çok kısa bir sürede İstanbul'a kadar yayılarak bütün
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 843 -
Anadolu'yu etkisi altına alması bir rastlantı olmasa gerektir. Siyasetin gizli elleri tarafından, bu senaryonun hazırlanıp uygulamaya konmuş olmasında büyük olasılık vardır. Daha önce de bir nebze anlatıldığı üzere bu tahmini doğrulayan kanıtlar mevcuttur.
Ancak bu konuda atlanmaması gereken çok önemli bir olay vardır ki esasen Halidîliğin, XIX. yüzyılın başında bir bomba gibi patlaması, bu olayla son derece ilişkilidir. Bu olay ise "Vahhâbîlik" hareketidir.
İşte Nakşîbendîlik, aslında bu hadiseden sonra Türk toplumuna tam anlamıyla gizli bir din olarak mal olmuş, onun âdetâ vicdânına kazınmış, onu bu güne kadar tahmin edilmedik şekilde etkilemiş ve yönlendirmiştir.
Nakşîbendî Tarîkatı'nın, gerek Hindistan gibi dünyanın öbür ucundan Irak'a aniden 1811'de sıçrama yapması, gerek "Halidîlik" kisvesinde yeni bir kimlikle ortaya çıkması, gerek bu isim altında, Budizm’in bütün malzemeleriyle donanmış olması, gerekse Irak gibi, tarihin hiç bir döneminde hiç bir inanış ve düşüncenin, asla geniş bir taban bulamadığı bölgede bir bomba tesiri yaparak en kısa zamanda yayılması ve özellikle Arap olmayan unsurlar arasında tutunması, ayrıca güneydeki gelişmelerin tırmanışa geçtiği bir dönemde bu olayın cereyan etmiş olması âdetâ her şeyi özetlemektedir!
Evet bütün bunlara rastlantı demek inandırıcı değildir. Dolayısıyla bu verilerin ışığında Nakşîbendî Tarîkatı'nın ve Nakşîbendîlerin o günden bugüne -toplumsal açıdan etkileri incelenecek olursa- Ortadoğu coğrafyasında Şii İranlılar ve Sünnî Araplar dışında kalan toplulukların, İslâm'a ilişkin düşünce ve inanışlarında ne kadar köklü değişiklikler meydana gelmiş bulunduğunu tesbit etmek mümkündür. Bu değişiklikler şöyle özetlenebilir:
1. Nakşîlik "tevhîdî iman" konusunda büyük tahrîbâta neden olmuştur. Önce belirtilmelidir ki, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ'ya (Kur'ân-ı Kerîm'de bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla) inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinâtın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah'ın, bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ'nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiç bir kimsenin ve herhangi bir gücün hiç bir halde asla etkili olamayacağıdır! Dolayısıyla, yaratığın neden olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah (cc) tarafından yönetilen kainât düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir.
Gerçek bu iken baştan beri anlatıldığı üzere, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla "ermişlik" diye bir inanç peydahlanmış, böylece "evliyâ" diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebildiklerine inanılmaya başlanmıştır! Tabiatıyla, bu inanış biçiminin doğmasında ve yayılmasında hem çok çeşitli nedenler ve güçler etkili olmuştur, hem de epey eski bir geçmişi vardır. Ancak son iki yüz yıl içinde oluşan "evliyâcılık" birikiminin arkasındaki en büyük güç ve kaynak Nakşîbendî Tarîkatı'dır.
Nakşîbendîlerin etkisiyle Türkiye'de çok geniş bir "Laik-Dindar" sınıf oluşmuştur. Evet, Türkiye'de bütün "dindar" kesimler, Nakşîbendîlerin etkisiyle büyük ölçüde laikleşmiştir. Bunlar da İslâm'ı, aynen laikler gibi sırf bir âhiret düşüncesi,
- 844 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir mâbet ve mezarlık dini, vicdâna hitap eden bir Allah-kul ilişkisi olarak algılamaktadırlar! Bu insanlar, İslâm'ın doğallığından ve sadeliğinden sebep, rûhânî susamışlıklarını giderememekte, bir türlü tatmin olamamaktadırlar. Başka bir ifadeyle, İslâm'daki ibâdetlerin şekil ve miktarını, psikolojik olarak azımsamakta, bu yüzden de tarîkatın bitmez tükenmez âyinleriyle, meditasyonlarıyla ve Allah (cc) adına yetkili sandıkları ölülere yalvarmak sûretiyle doyuma ulaşmaya çalışmaktadırlar. "Dindarlar"ın, Müslümanlardan farklı bir çizgi izleyerek, özellikle son yıllarda laik ve materyalist kesimlerle her alanda işbirliği ve dayanışma içinde bulunmaları, onlarla böyle bir ortak noktaya sahip bulunduklarını kanıtlamaktadır. Nitekim geniş Nakşîbendî cemaatlerinin desteği sâyesinde devlet yönetimi putçu laiklerin tekelinde devam etmektedir. Temelde karşıt, hatta düşman olan bu iki kutup arasındaki yakınlaşma ortamını hazırlayan faktör ise putçulara ilham kaynağı olan Nakşîbendî Tarîkatı'nın politeist felsefesidir.
Nitekim laiklerin de son yıllarda putçuluğu Nakşîbendîlerin etkisiyle icad ettiklerine ihtimal vermek mübâlağa sayılmaz. Çünkü 1950'lere kadar putçuluk diye bir akım yoktu. Laik ve materyalist azınlık, sırf maddeci bir yaşam tarzının sıkıntısını yaşıyorlardı. Mânevîyatsızlığın stresi altında bunalan bu insanlar, aynı zamanda çoğunluktan tamamen kopuk kalmış olmanın ve iç dünyalarını serinletecek hiç bir moral değere sahip bulunamamanın kompleksi ile eziliyorlardı. Allah'dan başka birtakım ilâhlar edinmenin hiç de zor olmadığını, üstelik ülkenin en “dindar” kesimlerinin bile bu yolu seçmiş bulunduklarını görünce onlar da benzer bir tercih yaptılar. Hatta bu tercihe tamamen dinî bir nitelik bile kazandırdılar. Bunların, ilhamlarını tasavvuftan, tarîkat anlayışından ve özellikle epeyce yaygın bulunan Nakşî Tarîkatı'nın râbıtasından almış olması ihtimali çok büyüktür.
Putçular, -sözde- "Lidere saygı" adı altında düzenledikleri törenlere istedikleri kadar "Dinle hiç bir ilişkisi yoktur; Son derece resmî ve seküler bir atmosfer içinde yapılan törenlerdir; dünyevî bir saygıdan ve saygı duruşundan asla ileriye gitmez" desinler; evet istedikleri kadar bu savı ileri sürsünler, onların başta kendileri bile buna asla inanmamaktadır! Üstelik hem psikolojik açıdan hem de İlâhîyat felsefesi açısında bu konu incelendiğinde, bakınız ne gibi sonuçlar elde edilmektedir.
Her şeyden önce saygı, sevgiden çok farklı bir psikolojik olaydır. Sevgi, tamamen doğal ve içgüdüsel bir olaydır. Bir şeyi sevdiğiniz zaman duygularınız otomatik olarak harekete geçer ve belirtileri kendiliğinden ortaya çıkar. Onun için insan, ne kendini zorlayarak, ne de başkası tarafından zorlanarak bir şeyi sevebilir. Bunu asla yapamaz. İnsan, herhangi bir nedenle sahte bir sevgi gösterisinde bulunsa bile bunu uzun zaman sürdüremez. Ayrıca seven insan, sevdiğini içinden inkâr edemez. Yani kendi kendini yalanlayamaz. Bu nedenledir ki çok küçük çocuklar, hatta bebekler bile sevme olayını gâyet çarpıcı şekilde yaşarlar. Buna karşın saygı göstermesini, önceleri bilemezler, bunu daha sonra öğrenirler.
Saygıya gelince, bu duygu, daha çok telkin ve sürekli eğitim yollarıyla insanda âdetâ bir şartlı refleks haline gelen ya da getirilen sırf yapay ve sonradan kazanılan bir psikolojik uyarılmadır. Bu nedenle saygıyı en çok iki kısma ayırmak mümkündür.
Birincisi: Özellikle, sahip bulunduğu yaptırım gücü sâyesinde yakın geleceği
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 845 -
tehdit edebilen bir otoriteye karşı insanın duyduğu saygıdır. Önemle belirtmek gerekir ki bu saygı korku ile karışıktır ve gerçek bir saygı değildir! Buna "Heybet" demek daha doğru olur. Baskı altında ve belâdan kurtulma karşılığı olarak gösterilen askerî ve resmî saygılar bu türdendir. Bu saygının ahlâkî hiç bir değeri yoktur. Bunun adı takiyyedir. Yerine göre nifâk sayılır, bazen de başvurulan zorunlu bir çare olur.
İkincisi ise: Hiç karşılıksız ve salt bir yüceltme duygusudur. İmanla ilintili saygı kavramı, işte bu duyguyu ifade eder. Buna da "İmânî Saygı" demek isâbetli bir adlandırma sayılmalıdır. (Kur’ân-ı Kerîm’in, mü’minleri dâvet ettiği saygı budur.3279) Dolayısıyla putçuların "Saygı Duruşu" dedikleri şey, sürekli telkin ve propagandalarla yaratılan yapay bir sevginin, "İmânî Saygı"ya dönüştürülmüş eylemsel şeklidir, kesinlikle dinsel bir nitelik taşır. Nitekim her dine bağlı insanlarda, kutsal değerlere karşı var olan saygı duygusu bu şekilde oluşmuştur. Onun için eğer bu saygı biçimini birinci kısımdan göstererek, bunu heybetlenmek diye nitelemeyi deneyecek olursanız, putçuların şiddetli tepkilerine hedef olabilirsiniz! Bu gerçek ise onların, "Saygı Duruşu" diye niteledikleri gösterinin asla seküler bir olay olmadığını, tam tersine en yüklü ve en görkemli biçimiyle bir âyin örneği olduğunu tüm bilimsel açıklamalarıyla ortaya koymaktadır. (Bunun aksini bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Nitekim hiç bir putçu, bunu asla denemeyecek, denemeyi bile göze alamayacaktır!)
Üstelik putçular bu kadarıyla da yetinmiş değil, bilakis Türk Nakşîbendîliğinin etkisi altında inanışlarını tam bir din sistematiği içinde kurumlaştırmışlardır. Günümüzde kökten putçuluk akımı, tapınağıyla ibâdet şekilleriyle âyinleriyle, en az Nakşîbendî Tarîkatı kadar dinsel ve mistik bir nitelik kazanmıştır.
Türk putçularının âyin şekli şöyledir: "Ti" anonsu ile başlayan âyin, son derece rûhâni bir atmosfer içinde icrâ edilmektedir. Putçuların bu sırada belli bir düzen içinde âyine katılmaları, ayakta hiç kımıldamadan ve hiç konuşmadan belli bir süre durmaları, bu törenlerin tamamen dinî olduğunu yansıtan çok kesin kanıtlardır.
Ayakta duruş sırasında hiç bir duâ okunmadığı için bunun bir ibâdet sayılamayacağını savunan putçulara verilecek en güzel cevap, Nakşîbendî Tarîkatı'ndaki rabıtâdır. Çünkü mürîd de râbıta sırasında hiç konuşmamakta, hiç bir şey okumamakta, hatta kımıldamamaktadır. Ayrıca hemen her dinin bazı ibâdetlerinde de bu tür örnekler mevcuttur. Nitekim cemaatle kılınan namazlarda ve kıyâm sırasında İslâm mezheplerinin bazılarına göre de İmamdan başka kimse bir şey okumaz.
Görüldüğü üzere Nakşîbendî Tarîkatı, daha çok râbıtanın geniş kitleler üzerinde uyandırdığı psikolojik etkiyle bu cemaatin dışında kalan, hatta karşısında tavır alan kamplara bağlı insanlara bile dolaylı olarak ilham kaynağı olmuş, onları bu derece yönlendirebilmiştir!
Nakşîbendî Tarîkatı, çok yönlü sosyal, kültürel ve ahlâkî yıkımlara zemin hazırlamıştır.
Sonuç olarak denebilir ki, gerek Nakşîbendî Tarîkatı, gerekse, onun etkisi
3279] Bk. Kur’ân-ı Kerîm, 22/Hacc, 30, 32
- 846 -
KUR’AN KAVRAMLARI
altında son kırk yıl içinde oluşan Osmanlıcılık, sentezcilik ve modern Türk putçuluğu, etkileşerek ortak özellikleriyle Türkiye'de düşünce ve inanç alanında büyük bir kargaşanın ve tehlikeli bir belirsizliğin her tarafı sarmasına kaynaklık etmiştir! Hatta bu kargaşanın somut bir örneği olarak, solcu-materyalist gruplar, çok tuhaf bir bilinçsizlik içinde bu gerici oluşumları, "İslâmî cemaatler" sanmış ve -esasen bunlarla hiç bir ilişkisi bulunmayan- devrimci-ilerici Müslümanları son yıllara kadar hemen her fırsatta acımasızca hedef seçmişlerdir!
Şaşırtıcı bir gerçek de şudur ki Türkiye'de Müslümanların dışında kalan hemen herkes, (hatta solcular bile) İslâm'ın hiç bir ölçüsüne uymayan fakat İslâm'dan sanılan çeşitli inanış ve düşünceler benimseyerek, akıl almaz bir "dindarlık" yarışı içine girmişlerdir. O kadar tuhaftır ki bu insanlar, aynı zamanda laikliğe ve laik düzene bağlı olmalarına rağmen inanış biçimlerinin İslâm'a uyup uymadığını hiç değilse kendileri gibi laik devlete bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı’na sorma ihtiyacını bile duymamaktadırlar. Bu nedenle de Türkiye'de hemen her kişiye göre bir İslâm modeli ortaya çıkmıştır.
Ülkede egemen olan bu ortam, endişe verici sancılar taşımaktadır! Çünkü toplumun, en büyük ortak moral değerleri İslâm'a âittir. İslâm'ın tertemiz vücudu üzerinde Nakşîbendîliğin, modern putçuluğun ve diğer gerici akımların -özellikle etkileşerek- sosyal, kültürel ve ahlâkî yapı üzerinde neden olduğu yıkım ise büyük yaralar açmıştır! Yakın gelecekte bu yaraların, tahmin edilemeyecek komplikasyonlara yol açmasında hiç kuşkusuz bu tarîkatın çok büyük sorumluluğu bulunacaktır.
Yaşanan bu karmaşanın eğer tarihî nedenleri üzerinde çok ciddî, kapsamlı ve analitik bir inceleme yapılacak olursa bu farklı din anlayışlarının, daha doğrusu İslâm'ı, genelde İslâm dışı açıklamalarla anlamanın, temelde kültürel yoksulluktan kaynaklandığı görülecektir. Mistik ya da putçu inanışlar, bu alandaki boşlukları doldurmuştur. Özellikle İslâm'ın dilini bilememenin yol açtığı kültür fukaralığı, bir yandan vicdanları yönlendiren aracı bir sınıfın oluşmasını hazırlamış, - ki bunlar din adamları ve tarikat şeyhleridir- diğer yandan halkın rûhânî eğilimlerini zamanla azdırmıştır. Dolayısıyla din kavramı, belli bir coğrafya üzerinde yaşayan toplumlarda evrensel anlamını yitirerek koyu bir rûhânîlik içinde boğulmuştur. Bu toplumların Türkler, İranlılar ve Uzakdoğu’da yaşayan çeşitli melez yığınlar olduğunu bilhassa burada belirtmek gerekir.
Şu halde râbıta masalı ve benzeri bid'atler, bir bakıma bu kültürel yoksulluğun doğal birer sonucudur. Tarihin derinliklerinden gelen bu yoksulluğun geleceğe taşıdığı ve daima taşıyacağı değişmez bir kader vardır ki bu kaderin adı yozlaşmadır; belirtisi de kimlik bunalımıdır. Türkiye Toplumu, günümüzde bu bunalımın kronik evresini yaşamaktadır.
Kim ne derse desin, vahyin getirdiği şaşmaz ve evrensel ölçülere, sürekli ve bilinçli bir bağlılık için toplum çapında el ele verilmedikçe hiç bir zaman herhangi bir önlemle yozlaşmaya asla engel olunamayacak ve yaşanan bu karmaşa son bulmayacaktır. Yozlaşmayı, yıpranmayı, kimlik bunalımını ve mânevî yıkımları durdurabilmek ise, hiç kuşkusuz Kur'ân'ın dilini doğrudan anlamakla ve bu yolda bir kültür zenginliğine kavuşmakla ancak mümkün olabilir.
Çünkü Kur'ânî bir kavram olan “tefekkür”e, -belki de zaman içinde
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 847 -
Brahmanizm’den aldıkları ilhamla- râbıta maskesini giydirenler, çok büyük ihtimalle Kur'ân-ı Kerîm'in dilini de bilmiyorlardı, yozlaşmanın ne olduğunu da bilmiyorlardı. Ama bu felâketin, yüzyıllar sonra değerleri çarpıtan ve onları yok eden bir erozyon haline geldiğini aydın insanlar artık çok iyi bilmektedir. Özellikle Türk ulusunun, tarih boyunca âdetâ pençesi içinde yaşadığı bu canavarı artık iyice tanıması gerekmektedir.
Râbıtanın, büyük ihtimalle Hind dinlerinden aldığı mayadan önce temelinde insan rûhunun karmaşık endîşelerini taşıyan faktörler de bulunmaktadır. Onun için râbıtayı biraz da bu yönüyle incelemek gerekir.
Râbıtaya Kaynaklık Eden Câhilî İnanışların Psikolojik Boyutu: Fâniyi ebedîleştirmeye, ya da tanrılaştırmaya çalışma eğilimi, -çok eski bir şirk şekli olan animist geleneğin bir devamı ise de- büyük ihtimalle basit bir taklitten çok, insanın ruh derinliklerindeki gizli endişelerden doğmaktadır. Materyalistler, sözde bütün dinlerin bu kaygının sonucu olarak ortaya çıktığını ileri sürüyorlar. Tabiatıyla bu tezin hiçbir bilimsel değeri yoktur. Ancak bu içsel kaygılar, Kur’anî anlamdaki imanla aydınlanamamış zihinlerde gittikçe karanlığa boğulan bir bulanıklığa yol açar. Kendini tasavvufa kaptıran, medyumca ve dervişçe yaşayan insanlarda zaman zaman psikozlar ve nevrozlar şeklinde birtakım dengesizliklere ve depresyonlara kadar varır. Aslında tasavvuf, fânîyi tanrılaştırma inancı üzerinde temellenmiştir. Onun için mistik topluluklarda ürkütücü hayat ve tabiat olaylarına karşı (İnsan zihnine sığmayan Allah’ın zatı yerine) daha somut bir sığınak gözüyle bakılan tarikat pirine yapışma eğilimi yaygınlaşmış ve yerleşmiştir. Bu eğilim, ölümle beraber tamamen yok olup gitme saplantısıyla birilerine tutunmak, bir kurtarıcının eteğine yapışmak gibi gizli ruhsal hallerden ya da çilelerle şartlandırılmış dervişlerde olduğu gibi madde ötesi âlemlerde hayâl edilen “Allah'la birleşme” özleminden kaynaklanmaktadır.
Örneğin tarikat bağlılarında; keza, kahramanlık ve üstünlük propagandaları aşırı şekilde yapılmış olan bazı diktatörlerin ya da popüler artist ve futbolcuların fanatik hayranlarında bu dengesizlikler görülür. Temelde söz konusu endişelerden kaynaklanan bu kitlesel psikolojik rahatsızlıklar, zaman zaman âyinler, saygı duruşları ve toplu slogan atmalar şeklinde kendini gösterdiği gibi bazen de tehlikeli ideolojik ve siyasi gösterilere bile dönüşebilir. Bunlar, zulme uğramış insanların haklı itiraz ve feryatlarından, Müslümanların toplu şekilde getirdiği tekbirlerden çok farklıdır. Nitekim bu meczupça ve nevrotik mâhiyetteki gösteriler; tekkelerde, laikçilere âit puthanelerde, stadyum ve benzeri yerlerde açıkça gözlenebilir.
Onun için animist inanışlarla şartlandırılmış insan topluluklarının, düşünceden eyleme dönüştürdükleri tüm davranış, tutum ve tavırlar dikkatle ve ilmin tezgâhında incelenecek olursa özetle diyebiliriz ki; bu insanların bilinçlerinin altında üç boyutlu bir ilâh yatmaktadır!
İnsanoğlu, ruh ve vicdanında kaynayan bu duygulardan ve birtakım iç hesaplaşmalardan çok kere hareket ettiği içindir ki tarih boyunca çeşitli düşünceler ve felsefeler oluşturmuş, çeşitli mânevî kurtuluş ve ebedî mutluluk yolları tasarlamış ve bu amaçlarla çeşitli reçeteler hazırlamıştır. Bunun bir sonucu olarak da İlâhî kitaplardaki metafizik kavramları, bilincinin altında şekillenen fizik birer kalıp içinde görmek özlemiyle tapınaklar ve putlar yapmış, onları kendi hayâl ve
- 848 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hevesleriyle yorumlamaya kalkışmış, böylece vahyi çarpıtmak durumunda kalmıştır.
İşte genellikle psikolojik yönü ağır basan bu türlü davranış, çaba ve eylemlerin ön plana çıkmasında büyük rol oynayan araçlardan biri de râbıtadır. Bu gerçekleri hesapta tutarak hatırlamalıdır ki yaratıcısına inanan hemen her insan, O'nu bizzat gözleriyle görmeyi, “cemâline ermeyi” içgüdüsel olarak daima arzu etmiştir. Ancak dünya hayatındaki şartlarda ve biyolojik varlığıyla; psiko-entelektüel kapasitesiyle bu yetenekte yaratılmadığı veya daha yakışan bir ifadeyle: Allah Teâlâ, insandaki sınırlı duygu ve gözlemle kuşatılmaktan münezzeh olduğu sebepledir ki insanın bu isteği kendi karşısına büyük bir sorun olarak çıkmıştır.
İnsanoğlunun, ahiret düşüncesi çerçevesinde karşısına çıkan ikinci bir sorun da şudur: Madem ki Allah Teâlâ sonsuz ve ölümsüzdür, şu halde akıl ve zekâ gibi müstesnâ niteliklerle yaratmış ve diğer tüm varlıklardan büyük bir ayrıcalıkla muhatap kabul etmiş bulunduğu insanın kendisi de Rabbi gibi sonsuz olmalı ve ölüme karşı şerbetli bulunmalıdır! insan esasen ruhunun derinliklerinde bunu istemektedir.
İşte temelde bu iki felsefî problem, insanı çok çeşitli çözüm arayışları içine itmiştir. Bir anlamda hidâyetin de dalâletin de üzerinde odaklaştığı bu iki sorundan hareketle tasavvufçular birçok âyet-i kerîmenin sınırlarını zorlamaya çalışmış ve çalışmaktadırlar. İşte râbıta bu zorlamanın belli bir şeklidir. Yani insanın, Allah Teâlâ'yı görememekten sebep, duyduğu sıkıntıyı ve özlemi gidermek amacıyla hiç değilse O'nu temsil ettiğine inandığı müstesnâ bir aracıya başvurarak bir çeşit rahatlamasıdır. Râbıta, en iyimser yönüyle bunu amaçlamaktadır.
Râbıta, Meditasyon ve Yoga: Son şekli ile Nakşîbendîlikteki râbıta uygulamasının esasen hangi düşünceden ya da hangi inanış biçiminden esinlenilerek karakterize edildiğini saptayabilmek için, Halid Bağdâdî'nin, Hindistan'a gitmeden kısa bir süre öncesinden başlayarak O'nun Irak'a dönüşüne kadar geçen zaman kesiti içinde gerek yaşadığı olayları, gerekse etki alanına girdiği yabancı din ve kültür kaynaklarını her yönü ile çok dakik bir şekilde irdelemeye ihtiyaç vardır.
Unutmamak gerekir ki ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Madem ki Bağdâdî, çağımızda değil, daha yaşadığı günlerde yogacılıkla suçlanmıştır, o halde en azından meseleye kuşku ile bakmak lâzımdır. Ayrıca Müslümanların, daha o zamanlar râbıtaya karşı ne kadar şiddetli tepki gösterdikleri, bizzat râbıtacıların duyduğu rahatsızlıklardan anlaşılmaktadır. Bu gerçek ise râbıtanın, İslâm'a bulaştırılmak istenen yabancı bir düşünce ve inanış şekli olduğunu, ayrı bir kanıt olarak ortaya koymaktadır.
Görünürde, Müslümanların bu konuda sıkça tekrar etmiş itirazlarını kanıtlayan yazılı açıklamalar hemen hemen yok denecek kadar az olmasına rağmen râbıtacıların kopardığı velveleye bakılacak olursa bu tepkilerin, aslında sanıldığından çok daha fazla ve çok daha şiddetli olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim son zamanlarda bir tefsir yazmaya kalkışan gelenekçi Nakşîbendîler, bakınız râbıtaya karşı çıkanlara nasıl ateş püskürmektedirler. Kimin ya da kimlerin râbıtaya tepki gösterdiğini açıklamadan aynen şu ağır ifadeyi kullanmaktadırlar:
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 849 -
"Râbıtanın haram olduğunu ve ehlinin kâfir olduğunu söyleyenlere şaşılır. Bunu râbıtanın lügat mânâsından mı, yoksa ıstılahî mânâsından mı almıştır? Yoksa bunu Allah'ın indirdiği kitapta mı görmüştür?"
"O halde kişi Allah'tan korksun. O'nun, helâl ettiği bir şeyi haram saymak, O'nun haram ettiği bir şeyi de helâl kabul etmekten ve böylece büyük bir hataya düşüp insanları da düşürmekten ve insanları, mâruf (şeriatın ve aklın kabul ettiği şey) den alıkoymaktan sakınsın. Ve ehli kıbleden hiç kimseye kâfir diyerek, kendi kâfir olmasın." 3280
Demek ki her kim ya da kimler ise, birileri, (hatta belki de birçok kimseler) çıkıp bu adamlara düpedüz kâfir demiş, onları açıkça küfürle suçlamışlardır. Nakşîbendîler de onlara böylesine sert bir cevap vermeyi kendilerince uygun bulmuşlardır.
Şu halde ortalıkta inkâr edilemeyecek bir gerçek vardır. O da -râbıtayı İslâm'a bulaştırdıkları için- onlara kâfir demeyi bile göze alabilmiş bazı kimselerin bulunduğudur.
Bu noktada özellikle şunu vurgulamak gerekir ki (çok kısa sürelerle zaman zaman sekteye uğramış olsa bile) yaklaşık 1500 yıldır, bütün kanun ve kurallarıyla sürekli olarak yaşanmış, emir ve yasakları yüzyıllarca uygulanmış olan İslâm'ın herhangi bir ayrıntısının, hâlâ bilinmez olabileceğini sananlar, yalnızca bilgisizliklerini değil, aynı zamanda, İslâm'a ve Müslümanlara karşı saygısızlıklarını da ortaya koymuş olurlar.
Hal böyle iken -sokaktaki sıradan insanlar şöyle dursun- Müslüman aydınlara, hatta İlâhîyatçılara ve âlimlere bile eğer râbıtanın ne olup olmadığına ilişkin sorular yöneltilecek olsa bu şahsiyetlerin büyük çoğunluğunun, böyle bir şeyi hayatlarında bir kez bile duymadıklarını söyleyeceklerine çok büyük ihtimal vermek lâzımdır.
Peki öyle ise eğer 1200 yıl boyunca (yani ortaya atıldığı 1800'lerin başına kadar) râbıta, Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından öğrenilememişse, Müslümanların böylesine kutsal bir görevi (!) yapmaktan yoksun kalmış olması nasıl açıklanacaktır, ya da onların böyle bir vazifeyi, (Nakşîbendîlere göre) böyle bir farzı (bazı Nakşîbendîler, râbıtanın farz olduğunu ileri sürmüşlerdir.) yerine getirmemiş olmaktan sebep acaba kimler sorumlu tutulacak ve bu vebâl kimlere yüklenecektir?!
Nakşîbendîler, râbıtayı mutlak sûrette İslâm'a mal etmek amacıyla bu soruya bir cevap aramak yerine eğer râbıtanın hangi çukurdan çıkarılıp ortaya konduğunu samimiyetle araştıracak olurlarsa hem bu sebeple içinde bocaladıkları bir sürü sıkıntıdan kurtulacak, hem de son 150 yıldır gelişen bu fitnenin sönmesine katkıda bulunacaklardır.
Bu konuda onların fazlaca yorulmasına gerek de yoktur. Çünkü özellikle aşağıda açıklığa kavuşturulacak olan bazı noktalar, râbıtanın esasen nerelerden, hangi niyetlerle ve nasıl taşınıp ortaya getirildiğini belgesel bir şekilde kanıtlayacaktır.
3280] Ruhu'l-Furkan: 2/78
- 850 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İşte bu noktalardan birinin konusu Halid Bağdâdî'nin, Irak'dan Hindistan'a yaptığı seyahattir. Burada insan, özellikle şu sorulara cevap aramadan edememektedir:
Halid Bağdâdî, o gün için geçerli olan medrese geleneğine göre eğitimini emsallerinden çok daha iyi düzeylerde tamamladığı, ayrıca çevresinde sevilip sayıldığı halde İslâm Dünyası'nın, ilim ve kültür merkezlerinin bulunduğu Ortadoğu'yu âdetâ elinin tersiyle itercesine terk ederek, hatta vatandaşı bulunduğu Osmanlı Devleti'nin, doğu sınırlarının dışındaki kargaşa ortamı içine kendini atarak acaba neden Hindistan'a kadar gitti?
Oralara kadar gidip de bilinmedik ve keşfedilmedik neler öğrenebildi? Her gün biraz daha çöken Osmanlı Devleti'ne bu bilgilerle ne kadar faydalı olabildi? O günlerde İslâm Dünyası'nın başına örülen çoraplara, düzenlenen komplolara ne kadar engel olabildi? Onu Hindistan'da yetiştiren ve sözde "İki Kanatlı Halid" yapan (!) adam, Hind Müslümanlarından birinin bile derdine derman olamazken Bağdâdî'ye acaba ne kadar yardımcı olabildi?
Çünkü o dönemde gerek Osmanlı Devleti ile ilgili olarak, gerekse Hindistan'daki Müslümanlarla ilgili olarak kapıyı çalan bir düzine tehlikenin, göz açıp kapayıncaya kadar nasıl gelip her tarafı alt üst ettiği çok iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan sırf İngilizlerin, düzenleyip uygulamaya koyduğu komplolar bile bir çuval dolusu belgelerle ortadadır.
Hâlbuki Halid Bağdâdî'nin, içini döktüğü ve sayfaları üzerinde ne istemişse onu açıkça dile getirdiği divanına bakıldığı zaman O'nun, sevdiği ve sevmediği her şeyi burada bulmak mümkün iken İslâm'ın ve Müslümanların gerçek düşmanları hakkında bu divanda tek kelimeye rastlanmamaktadır.
Halid, sözde Gulâm Abdullah-ı Dehlevî'nin, mânevî terbiyesini (!) almak üzere Hindistan'ın Cihânâbâd Kenti'ne varır varmaz kaleme aldığı bir kasidesinde çeşitli tehlikelerden kurtulmuş olmanın sevinciyle Allah'a şükrederken bu tehlikelerin başında “Azerbaycan Alevîleri”nin, “Anarşist Afganlılar”ın Kabil'i Peşâver'e bağlayan Hayber Geçidi'ndeki Mecûsî haydutların kötülüklerine varıncaya kadar her şeyi anlatmaktadır. Buna mukabil İngilizlerin işgali altındaki Hindistan'a, âdetâ can atarcasına girerken onların Müslümanlar aleyhinde tezgahladıkları bin bir fitneden hiç birisi hakkında tek söz bile söylememektedir.
İlginç olan, Bağdâdî'nin bu konuda yakayı ele verdiği şu ifadeleri kullanmış olmasıdır: "Turan ve Horasan halkı beni çok kınadılar. 'Eğer Müslüman isen, küfür ülkesine gitmeyi nasıl kabul ettin?' diye!" "Dediler ki: 'Delhi'de küfrün karanlığı vardır.' Ben ise içimden dedim ki: “Eğer hayat suyunu aramakta isen, karanlığa gitmeyi göze almalısın...” 3281
Şimdi bütün bu sorular ve çelişkiler ister istemez bazı karanlık ihtimalleri çağrıştırmaktadır. O da Ma'ruf el-Berzenjî'nin ve Osman Hayâî Bey'in de ileri sürdükleri gibi, Bağdâdî'nin Hindistan'a yaptığı seyahatin arkasında birtakım esrârengiz amaçların bulunmuş olması ihtimalidir. Ancak eğer varsa bu amaçların içyüzünü tamamıyla aydınlatabilecek (râbıtadan başka) herhangi bir kanıta -itiraf etmek gerekir ki- şimdiye kadar henüz rastlanmamıştır.
3281] Halid Bağdâdî Divanı, Beyit: 46, 47
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 851 -
Şu var ki râbıta, ilk kez O'nun tarafından ortaya atılmamış olsa bile râbıtaya yepyeni bir içerik kazandırmak sûretiyle birinci derecedeki amacına ya da amaçlarına bu sûretle ulaşmak istemiş olabilir! Burada çok ciddi olarak şu iki soru insanın kafasını ister istemez kurcalamaktadır:
1. Halid Bağdâdî, ölüm döşeğindeyken yazdırdığı vasiyetnâmesine acaba neden: "Zamanımda kurulmuş olan tekkelerin sayısını benden sonra çoğaltmayınız!"3282 şeklinde bir cümle koydurarak yaptıklarından âdetâ derin bir pişmanlık duyduğunu ortaya koydu?
2. Ününden sebep kıskanmış olsalar bile düşmanları neden O’nu ayrıca “yogilik”le suçladılar? Anlaşılan O'nun, durup dururken ve ortada hiç bir zorlayıcı sebep yokken, her türlü tehlikeyi göze alarak tam bir yıl boyunca en çetin şartlarda yolculuk yapmak sûretiyle Hindistan'a gitmesinde hâlâ bilinmeyen çok önemli sırlar bulunmaktadır!
Başka bir soru daha var: Diyelim ki Halid Bağdâdî, hemen bütün Nakşî rûhânîleri gibi baştan beri zaten bir iç aydınlığa ulaşmıştı (?) Peki bu ulu şahsiyet acaba neden önceki pirleri gibi “Üveysîlik” yolu ile (henüz hayatta bulunan) Hindli şeyhinin himmetinden istifade edemedi de ta oralara kadar gitmek zorunda kaldı? Ya da farz edelim ki ilk başlarda kendisi bu denli telepatik iletişimi henüz kurabilecek olgunluğa erişmemiş idiyse, onu “mânevî işaretiyle” ta Hindistan'a kadar “mıknatıs gibi çeken” pîri neden “himmet ve bereketiyle” tüm evliyâlık meziyetlerini ona ışınlayamadı? Yoksa tellerde kopukluk mu vardı?!
Ayrıca şunu da sormak gerekir: Halid'i iki kanatlı yapmak için Hindli Gulâm Abdullah, acaba uzak mesafeden dolayı mı himmetini Irak'a yollayamadı da onu, dervişlerinden Mirza Rahim Allah Big aracılığıyla yanına çağırdı; yoksa bunun başka bir nedeni mi vardı? Doğrusu Nakşîbendîlerin bu çelişkiyi nasıl açıklayacaklarını merak etmemek elde değil!
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Bu seyahatin arka planındaki asıl önemli gerçekler belki ebediyete kadar gizli kalabilir; Müslümanlar da Bağdâdî hakkında bir önyargının sorumluluğu altına girmek istemez olabilirler. Fakat o dönemde haçlı dünyasının, İslâm âlemini perişan etmeye yönelik sinsi faâliyetlerinde onun, sırf bu râbıta fitnesi ile bir figüran olarak çok daha tehlikeli amaçlar için kullanılmış olabileceği kuşkusu daima zihinleri kurcalayacaktır! Unutmamak gerekir ki İslâm'ı paramparça etmek için sahnelenen Kadıyânîlik ve Bahâîlik komplolarının senaryoları da yine oralarda ve benzer yollarla hazırlanmıştır! Onun için eğer Nakşîbendîler, Kadyânîliğin ve Bahâiliğin ne olduğunu anlayabilecek kültür ve bilgiye sahip bulunsalardı, mutlaka kendi tarîkatlarının nasıl oluştuğunu ve Bağdâdî gibi öncülerinin kişiliğini araştıracak, bu sâyede gerçeklerin büyük bir kısmını öğrenme olanağını bulacaklardı.
Nakşîliğe temel bir kural olarak yerleştirilmiş bulunan râbıtanın kaynağına gelince, esasen bu konuya ışık tutan ipuçları ve aydınlatıcı bilgiler çok önemlidir. Bunlar ortaya konmadan râbıtanın çürütülmesi kolay değildir.
Nitekim râbıtayı kestirme yoldan reddetmek, Nakşîbendîlikle ilişkisi olmayan
3282] Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashk va A'yânuha 1/334
- 852 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duygusal mizaca sahip Müslümanımsı “dindarlar” üzerinde bile çoğu kez iknâ edici bir etki uyandırmamaktadır. Kaldı ki bu tarîkatın atmosferini soluyarak, rûhânilerinin telkinleriyle yıllarca şartlanarak, dış dekorundan etkilenerek yaşamlarının büyük bölümünü bu şekilde geçirmiş fanatik mürîd ve dervişlere “Râbıtanın esin kaynağı Budizm’dir.” diye kestirip atmak, onların iç dünyasında büyük depresyonlara, hatta beklenenin üstünde şiddetli tepkilere yol açabilir. Çünkü onlar şeyhlerinin yanılmazlığına kesin şekilde inanmaktadırlar! Tarîkat rûhânîlerinden birinin adı anıldığında ona "Kaddesellahu sirrehû" diye yaptıkları lâhûtî duâ şekli bile onların, pirlerini nasıl tanrılaştırdıklarını açıkça kanıtlamaktadır. 3283
("Kaddesellahu Sırrehû": Bütün tarîkat bağlılarının, kendi uluları için kullandığı özel ve yüceltici bir duâ şeklidir. Ayrıca “Kaddesellahu Sırrehu’l Azîz” ve “Kaddesellahu Rûhahû” şeklinde de duâ ederler.
Bu duânın kaynağı Hıristiyanlıktır. Çünkü Rûhânî kişilik Hıristiyanlıkta vardır ve onlara göre rûhânîler kutsal kişilerdir. Hıristiyanlıkta, -sözde- günahlardan münezzeh sayılan velîlere, özel bir sıfat verilir. Bunlara, Hıristiyan Araplar “Kıddîs” derler. Bu sözcük: “Mukaddes şahsiyet” demektir. Nitekim Papa’dan söz ettikleri zaman O’nu, “Kadâse'tul-Bâba” şeklinde özel bir unvanla anarlar ki bu, Mukaddes Papa Hazretleri demektir. Batı dillerinde bunun karşılığı “Saint=sen” ve “San”dır. Saint Benoit (Sen Benua) ve San Marco (San Marko) gibi...
“Kaddesellahu Sirrahû” duâsının anlamına gelince “Allah onun sırrını takdîs etsin” demektir. Bu duâ şeklinden öyle anlaşılıyor ki tarîkat bağlıları, büyükleri hakkında şöyle düşünmektedirler: "Onlar, (yani evliyâlar), artık Allah'ın rahmetine muhtaç değildirler. Ancak O'nun iltifat ve övgüsüne muhataptırlar."
Bu ilgiyle açıklanması gereken üç önemli nokta vardır:
Birincisi şudur: Peygamberler (aleyhimusselâm) hazerâtı da dâhil, herkes ve her şey, istisnâsız Allah Teâlâ'nın rahmetine muhtaçtır. Hiç kimse O'nun merhametinden müstağnî değildir.
İkincisi: İslâm'da mü’min kişinin duâsı Kur’ân ve sünnetten rûhunu almalıdır. Bu her iki yüce kaynakta da “Kaddesellahu Sırrahû” gibi bir duâ şekline rastlamak mümkün değildir. Ne Hz. Peygamber (s.a.s.), ne ashâbından biri, ne de tabiîn hazerâtından hiç kimse, mü’minleri böyle bir duâ ile anmamıştır. Bilakis ümmetin bu büyükleri birbirlerine şu ifadelerle duâ etmişlerdir:
“Rahimekellah; rahimekillâh”: Allah sana rahmet eylesin.
“Yerhamukellah; yerhamukillâh”: Allah sana rahmet eylesin.
“Rahimehullah - Rahimehallah-...” : Allah ona rahmet eylesin.
“Rahmetullahi Aleyhi; Aleyha...”: Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.
“Radiyallahu Anhu –Anha – Anhuma – Anhum -...”: Allah ondan (onlardan…) râzı olsun, vs.
Üçüncüsü: “Tenzîh” ve “Takdîs” edilmeye gelince, bu ancak Allah Teâlâ'ya yaraşır. Nitekim meleklerin: “... Biz Seni, överek tüm eksikliklerden tenzîh ediyor ve
3283] Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliyâ s.163 İstanbul-1958
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 853 -
Seni takdîs ediyoruz.” şeklinde Yüce Allah'a cevap verdiklerini Kur’ân-ı Kerîm kaydetmektedir. 3284
Dolayısıyla yukarıda söylendiği şekilde yapılacak fevrî açıklamalar, Yüce Kur'ân'ın öngördüğü hikmete de aykırıdır. Çünkü tarîkat bağlısı olan insan, mistisizmin derûnî etkilerini, gönül dünyasının derinliklerinde büyük bir coşku ile yaşar. Bu bakımdan onu, önyargılarından arındırmak; engin duygularındansoyutlamak; dalgaları arasında yüzdüğü hayâl âleminden onu kurtarmayı göze almak ve aklın isâbetli kılavuzluğunda onu Kur'ân'ın aydınlık ortamına çekmeye çalışmak, dünyanın belki de en zor işidir.
Sebebine gelince, hemen bütün tarîkatlarda ve özellikle Nakşîbendîlikte öyle abartılı bir evliyâcılık mitolojisi vardır ki zaten her mürîd şeyhini en büyük evliyâlardan sayar. Nitekim tarîkatın gizli öğretilerinde evliyâ peygamberlerden daha üstündür. Nakşîbendî şeyhleri arasında çok az kişi bu sırrı ağzından kaçırmıştır. Bunlardan biri de Hasan Lûtfi Şuşud’dur. Bu şahıs aynen diyor ki: "Velâyet, fenâya varmış kimsenin hâlidir. Nübuvvet mertebesinden uludur. Bazı enbiyâ hazerâtı velâyete de sâhib olmuşlardır. Lâkin her velîde nübuvvet-i tarifiyye veya tebliğiyye mevcûd olagelmiştir." 3285
Bu belgesel ifâde ile çarpıcı bir şekilde kanıtlandığı üzere her tarikat şeyhine, (İnsanüstü güçlere sahip) velî diye inanılan ve onu peygamberlerden üstün tutan; hatta -tabir caizse- onu fizik bir ilâh olarak kabul eden zihniyet ve inanışa sıkı sıkıya bağlı kimseyi, eğer gerekli ortam ve şartların oluşmasından önce râbıtanın içyüzü hakkında aydınlatmaya kalkışırsanız bu, bir bakıma tanrılaştırılmış tarîkat şeyhini, can fedâ mürîdinin yüzüne karşı ya düpedüz yalancı bir sahtekâr, ya da kapkara bir câhil diye nitelemek sûretiyle onun bütün dünyasını alt üst etmek anlamına gelecektir ki böyle bir davranışın ne gibi sonuçlar getireceğini tahmin etmek güç değildir.
Nakşîliğin tılsımlı ekseni ve ağırlık merkezi sayılan râbıtanın esin kaynağını araştırırken onun olgunlaşma süreci içinde tarikatı, Hind mistisizminin, İslâm'a uyarlanmış şekliyle yaşayan rûhânîlerdeki hayat tarzına önce bakmakta yarar vardır. Bunların başında hiç kuşkusuz Gulâm Abdullah-ı Dehlevî gelmektedir ki Halid Bağdâdî'yi işte bu kişi yetiştirmiştir.
Ünlü Nakşî Şeyhi Kasım Kufralı, bizzat kendisinin de halkalarından biri olduğu bu tarîkatın pirlerinden Gulâm Abdullah'ı, yukarıda işaret edilen yaşam tarzı içinde aynen şu sözlerle anlatmaktadır: "Hind muhitinde, zâhidlerde daima görülen sahralarda gezme, et yememe ve türlü işkenceler dolu bir riyazât hayatı geçirme gibi haller bu zatın da günlük hayatını işgal ediyordu." 3286
Kufralı’nın, bu şahsı yetiştiren Mirza Mazhar Cân-ı Cânân hakkında söylediği sözler de yukarıdaki ifadeye çok benzemektedir. Görüldüğü üzere böyle bir yaşam biçimi ne Hz. Muhammed’in (s.a.s.), ne de sahâbîlerinden herhangi birinin yaşam tarzına benzemektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse Hindli spiritüalist Budha Guatama ancak bu şekilde yaşamıştır.
3284] 2/Bakara, 30). (Kutsallık kavramı hakkında fazla bilgi için Bk. Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, s. 28-31 Kahraman Yayınları istanbul-1995
3285] Hasan Lûtfi Şuşud, İslâm Tasavvufunda Menâkıb-ı Evliyâ s.163 İstanbul-1958
3286] Kasım Kufralı, Nakşîbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı s. 93 Türkiyat Enstitüsü No. 337 İst.
- 854 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dolayısıyla râbıtaya son şeklini veren Bağdâdî'nin Hindistan'a giderek, Budha'yı örnek almış olan böyle bir insanın denetiminde bir yıl egzersiz yapması, râbıtanın kaynağı hakkında insanı ilk kuşkulandıran bir ipucu oluşturmaktadır.
Halid Bağdâdî'nin divanına şöyle bir göz gezdirmekle onun ne kadar duygusal bir kişiliğe sahip bulunduğu hakkında yeterli bir izlenim edinmek mümkündür. Bu nedenle onun şöhretinden yararlanan şeyhler bu divanı daima mürîdlerinden gizlerler. Rabbânî'nin karmaşık ve pek anlaşılamayan mektuplarını hemen her münasebette ortaya koydukları halde Bağdâdî'nin açık seçik divanından onlara bir tek mısraı bile okuyup açıklamazlar. Hatta bu divanın gündeme getirilmesi ihtimallerine karşı son derece kıvrak davranır, dikkatleri dağıtırlar. Sebebine gelince, tipik Nakşî mürîdlerinin, zihninde imparatorlardan çok daha heybetli, peygamberlerden daha kutsal bir kişilik içinde canlanan ve böylece anımsanması gereken Bağdâdî gibi bir tarîkat mürşidine âit divanda aşktan, meşkten söz edildiği anlaşılırsa bu, onun zincirine bağlı bir halkadan ibaret olan şeyhin, kendi mürîdleri nazarında basitleşerek onlar üzerindeki otoritesini kaybetmesi demektir.
İşte buna benzer birtakım spekülasyonların arkasında gerçek yanları gizli tutulmaya çalışılan Bağdâdî'nin bu kişiliği, râbıtanın kaynağını arayan insan için yine çok önemli bir ipucu oluşturmaktadır.
Aslında Bağdâdî'nin yogadan, nasıl olmuş da bir râbıta yaratmış olabildiği meselesini tam mânâsıyla aydınlatabilmek için önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı çok iyi incelemek gerekir. Çünkü şurası açık bir gerçektir ki Nakşîbendî şeyhlerinin çoğu ilim ve kültürden yoksundurlar. Onlardaki bilgi fukaralığı eskiden beri bilinmektedir. Bu nedenledir ki bir Nakşî cemaati arasında şeyhin çevresini oluşturan câhil kalabalıkları, ona yakın olan üst düzey bir klik yönetir ve yönlendirir. Doğrusunu söylemek gerekirse şeyhin bizzat kendisi de yine bu kurnaz bendegân takımı tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Kasım Kufralı gibi eşine çok ender rastlanabilecek şahsiyetler hâriç, bu şeyhler hayat ve kâinât gerçeklerinden o kadar habersiz, o kadar çok karanlık bir dünyada yaşamaktadırlar ki kendi tarîkatlarının geçmişi hakkında bile efsanelerden öte bir malumat sahibi değildirler.
Onun için Nakşîbendî Tarîkatı'nın, yakın geçmişinden bir kesitin gerçeklerini bile onlara anlatmak ve çeşitli din ve felsefelerden, birtakım inanış biçimlerinin bu tarîkata sızmış bulunduğuna ilişkin onları kısa yoldan iknâ etmek ne yazık ki mümkün değildir.
Bu nedenle önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı bir nebze tanıtmakta ve yoga ile râbıta arasındaki benzerlikleri gözler önüne sermekte sadece yarar değil, -gerçeklerin daha net ve rahat bir şekilde ortaya çıkması bakımından- zorunluluk vardır.
Bu ilgi ile şuna büyük bir ihtimal vermek gerekir ki, yaklaşık 170 yıl önce Bağdâdî'yi açık bir şekilde yogacılıkla suçlayan Ma'ruf el-Berzenjî, eğer Budizm ve yoga hakkında geniş bir bilgiye sahip olsaydı Bağdâdî'nin savunucuları karşısında pes etmeyecek ve O'ndan özür dilemek gibi bir durumda kalmayacaktı.
Çünkü Bağdâdî hakkında: "O, Hindistan'a gitti, sihirbaz yogacılardan ders
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 855 -
aldı ve İngiliz Hıristiyanlardan bir din öğrendi. (...)" 3287 diyebilecek kadar az çok bazı gizli şeyleri sezebilmiş olduğu anlaşılan el-Berzenjî, eğer bu konuda geniş bir bilgiye sahip olmuş bulunsaydı râbıta ile yoga arasındaki inanılmaz benzerlikleri derhal saptayabilecek ve sonuç ne olursa olsun, (ilim kisvesini taşıyan bir şahsiyet olarak) İslâm'ın tahrip edilmesine karşı asla susmak ve teslim olmak zorunda kalmayacak, aksine direnişini sürdürecekti.
Dolayısıyla Berzencî örneği, o dönemde yaşayan ve büyük çoğunluğu, Nakşîbendîlerin tuzağına düşen mollaların, kültürel durumunu açıkça yansıtmaktadır. Çünkü birer İslâm âlimi ve evliyâ diye sonraki kuşaklara tanıtılan bu adamlar da eğer Berzenjî gibi yoga hakkında (veya daha kapsamlı bir ifade ile) İslâm'ın dışındaki diğer din ve felsefeler hakkında yeterli bilgilerden yoksun olmasalardı Budizm'i İslâm'a uyarlamaya çalışan Nakşîbendîlere âlet olmayacaklardı.
Şu halde madem ki başta tarîkatçılar olmak üzere râbıtanın asıl kaynağı hakkında çoğunluk hemen hemen bir şey bilmemektedir, öyle ise meseleyi kökünden ele almak gerekir. Yani önce Budizm'in, keza onun disiplinlerinden biri olan yoganın ve meditasyonun ne olduğunu çok iyi öğrenmek icap eder.
Bu konudaki tarihî bilgiler eşelendiğinde Budizm'in ana yurdu olan Hindistan'ın, âdetâ başlı başına bir âlem olduğu görülür. Ilıman muson ikliminin egemen olduğu yağmurlu, kesif ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız yemyeşil ovalarıyla, bitek ve bereketli topraklarıyla, kalabalık şehirleriyle, efsanevi mimarisiyle son derece ilginç ve insan psikolojisini derinden etkileyen bu coğrafyaya, tarihöncesi devirlerden başlamak üzere yüzyıllar boyu, çeşitli ırklar, ya saldırarak, ya da usul usul göç ederek gelip yerleşmişlerdir. Mundallar'dan, Santallar'a, Bhiller'den Gondlar'a, zenci Darvitler'den, Hind Ârîleri'ne ve Melanezya Irkı'na kadar çeşitli insan toplulukları önce gelip buraları şenlendirmiş, arkalarında derin izler bırakmışlardır. Bu bakımdan Hindistan, epeyce farklı bir antropolojiye sahiptir.
Bu topraklara sonraları akın eden Persler'in, Moğollar'ın, Afganlar'ın, hatta Helenler’in ve Anadolu kökenli milletlerin, zaman içinde Hind potasında eridikleri de bir gerçektir. Dolayısıyla Hindistan, sosyal mozaik bakımından o kadar renkli, o kadar kozmopolit bir ülkedir ki tarih boyunca bu niteliğe sahip bulunmuş başka bir yer, hemen hemen yoktur.
Hayranlık uyandıran müziği, göz alıcı sanatları, rengârenk giysiler ve takılar içindeki allı pullu kadınları ve bin bir türlü âdetleriyle; büyücülerin, üfürükçülerin, falcıların, medyumların, Hint fakirlerinin, dilenci râhiplerin gösteri kıyâmeti içinde cirit attığı cadde ve meydanlarıyla; Yoginlerin rüyalar âleminde uçarcasına tefekküre daldıkları parklarıyla başlı başına birer dünya olan Hind şehirleri son derece büyüleyicidir.
Hindistan'ın ilginç yanları sadece bunlarla da sınırlı değildir. Bilakis buraya tarih boyunca gelip yerleşmiş olan milletler, insanın hayâl sınırlarını zorlayan o kadar çok din, felsefe, düşünce ve inanış biçimi türetmişlerdir ki bunları, ayrıntılarıyla yazıya dökmek, ilim adamlarını ve araştırmacıları yıllarca uğraştırmıştır.
3287] Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashk va A'yânuha 1/304
- 856 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Budizm
İşte bunların başında Budizm gelmektedir. Budizm, M.Ö. VI. yüzyılda Pers İmparatoru Dârâ'nın yönetimi sırasında Sakyamuni adında bir rûhânî tarafından yeni bir dinsel anlayış olarak ortaya kondu.
Bir diğer adının da Siddharta Guatama olduğu söylenen ve genelde Budha diye literatüre geçen bu kişinin, pek kesin olmamakla beraber M. Ö. 563 yılında Kapilavastu'da doğduğu ve 482 yılında 81 yaşındayken Kuşinaga'ra yakınlarında öldüğü sanılmaktadır.
Uzakdoğu'da ve özellikle Hindistan'da yüz milyonlarca insan tarafından ermiş ve kutsal bir bilge olarak kendisine inanılan ve öğretilerine bağlılık gösterilen bu şahsiyetin kurduğu dine âit metinler onun ölümünden sonra düzenlenmiştir.
Budizm'in çeşitli kültleri, dogmaları, ülkelere ve bölgelere göre farklı uygulama şekilleri, egzotik törenleri, karmaşık öğretileri, türlü türlü tapınma biçimleri ve kalabalık sembolleri vardır. Acının, aslında yaşamın bölünmez bir parçası olduğu, dolayısıyla acıdan kurtulmanın ya da onu yenmenin, kişiliği, aklı ve ahlâkı arındırmakla ancak gerçekleşebileceği şeklinde Budizm, temel bir doktrine sahiptir. Bu doğrultuda yapılan uygulamalar, genellikle gönül dünyasında yaşanır ve salt düşünce yoluyla olgunlaşmayı öğütler. İslâm'ın, İlâhî vahye dayanan; temelde evrensel; dünya hayatı bakımından ise hem kişiye, hem de topluma hitap eden sosyal bir din ve hayat düzeni olmasına karşın, Budizm, insan tarafından düzenlenmiş; sosyal ve toplumsal yaşamdan çok, birinci derecede kişisel yaşamı yönlendiren içsel bir terbiye sistemidir.
Onun için İslâm'la bu açıdan karşılaştırıldığı zaman ikisi arasında büyük bir uçurumun varlığı hemen sezinlenir. Dolayısıyladır ki Budizm'den oldukça etkilenmiş olan Nakşîbendî Tarîkatı'nın da esas itibariyle konusu toplum ve hayat değil, kişinin iç dünyasıdır; râbıta gibi -Budizm'den mülhem- "âdâb ve erkân"la onu şeyhe bağlayarak kendi ölçüleri içinde disipline eder.
Budizm'in rûhânî eğitiminde kişinin, belli kurallara uyarak inanışları sindirebilmesinin yolu, aynen Sakyamuni'nin yaptığı gibi uzun uzun düşünmek ve çile çekmektir. Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki, bir Nakşî tekkesinde şeyhleri ile birlikte topluca sessiz sedasız oturan kalabalığın, içinde bulunduğu rûhânî atmosfer ile tefekkür halindeki Budist bir topluluk arasında bulunan tıpatıp benzerliği görüp şaşmamak mümkün değildir. Bu her iki manzara da, bir İslâm âliminin sohbetinde bulunan cıvıl cıvıl Müslümanların yansıttığı tabloya kesinlikle benzemez.
Budizm'in temelini “meditasyon” oluşturmaktadır. Meditasyon ise, belli kurallara bağlı ve bilinçli bir düşünme ve davranma biçimidir. Meditasyon (Méditation) deyimi esasen Avrupa kaynaklıdır. Latince “meditatio” kökünden gelmektedir. Soyut bir sözlük anlam olarak düşünmek demek ise de, İngilizcedeki “thinking”, ya da Fransızca'daki “penser” ve “réfléchir”den farklıdır. Meditasyon, esas itibariyle, Bir hedefi gerçekleştirmek üzere belli bir süje üzerinde bilinçle ve derinden düşünmek anlamına gelir.
Aslında bu kavramla ifade edilmek istenen şeyin Budizm'deki orijinal adı
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 857 -
"yoga"dır. "Yoga" terimi ise Sanskritçidir ve Arapça’daki tam karşılığı “râbıta”dır. Bu noktada, Nakşîlikteki râbıtanın ilham kaynağı hakkında böylece ilk kez doğrudan bir işaret almış bulunuyoruz! Fakat acele etmemekte yarar vardır. Çünkü râbıtayı her bakımdan meditasyonla karşılaştırabilmemiz için önce yogayı çok iyi tanımamız gerekir.
Evet Kur'ânî bir kavram olan tefekkürden yola çıkılarak, İslâm'a âit anlamlarla karakterize edilen ve Nakşîliğe bir ibâdet biçimi olarak yerleştirilmiş bulunan râbıtanın, yoga üzerinde temellendirildiğine dair peşin ve kesin bir hüküm vermeden önce yoga hakkında kendimize üç soru yönelterek bunları cevaplandırmalıyız. Bu soruları yanıtlamaya çalışırken her defasında yogayı râbıta ile karşılaştırmayı da unutmamalıyız ki aralarında eğer baştan sona kadar tıpatıp benzerlikler bulursak bütün bunların rastlantıyla açıklanabilir olup olmadığını aklımıza ve vicdanımıza bir kez daha soralım.
Şimdi kendimize bu konuda yönelteceğimiz sorulara gelelim:
Yoga nedir?: Önce mûteber ve kapsamlı bir İngilizce-Arapça kâmûs olan el-Mevrid adlı lügatta, “yoga” maddesine bir göz atalım. Bu lügat, yogayı aynen şöyle tanımlamaktadır: "Yoga: Ruhu, Zât-ı İlâhîye ile birleştirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hind felsefesidir."
Bu târife bakıp yogayı, tarîkattaki icrâ şekli ve maksadı bakımından râbıta ile karşılaştıracak olursak onun esas itibariyle bir çeşit yoga ya da yoganın İslâm'a uyarlanmaya çalışılmış özel bir şekli olduğunu anlamakta asla gecikmeyiz. Nitekim yoganın mahiyeti, ayrıntılı bir şekilde meydana konarak râbıta ile karşılaştırıldığında bu konudaki bütün tereddütler ortadan kalkmaktadır. Örneğin bu meseleyi, kendilerine bir ihtisas alanı olarak seçmiş bulunan oryantalist J. Tandrio ve ruhbilimci B. Real, ortaklaşa kaleme aldıkları The Yoga adlı eserde bu meditasyon sistemini şu ifadelerle açıklamaktadırlar: "Yoga: İnsanın, doğal olarak irâdeye dayalı ve sinirler üzerinde egemenlik kurmak sûretiyle bilinçaltı şekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptığı bedensel, ruhsal ve düşünsel alıştırmalardır ki bu sâyede onun ruhu, kâinat olaylarını idare eden Yüce Rabb'in rûhu ile bütünleşmiş olur." 3288
Yukarıdaki her iki tanıma da iyice dikkat edilecek olursa yogadaki temel hedefin, (hâşâ!) Allah ile birleşme ideâli şeklinde ortaya çıktığı görülür. Burada, yeri gelmişken hemen kaydedelim ki, râbıtanın da hedefi bundan başka bir şey değildir. Nitekim bakınız Ruhu’l-Furkan adlı kitabın yazarları da râbıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet Garibullah'dan naklettikleri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları ilginç bir ifade ile yogadaki amaçların aynısını şu şekilde açıklamaktadırlar: "Aziz kardeşim, senin şeyhin Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmuşsa sen de ona râbıta etmen sâyesinde Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olursun." 3289
"Zât-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmak"(?) tâbirine gelince tarîkatçıların ihtiyatla kullanmaya özen gösterdikleri örtülü bir söylemdir bu... Bu söylemin altında yatan gerçeği daha net bir şekilde ortaya koymaktan çekinir ve -Allah'ın âyetlerini nasıl ki bâtınî yöntemlerle te'vil etmeye çalışıyor iseler- onu da zaman
3288] El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988
3289] Ruhu'l-Furkan: 2/ 82, 83
- 858 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve zemine göre çeşitli şaşırtıcı ifadelerle yorumlarlar.
Bundan asıl amaçları: Râbıta gibi transandantal bir sistemle “vecd” halini yaşayarak, (yani, mistik bir kendinden geçme zevkini tadarak) sözde, Allah'ın yüce zât'ı ile birleşip O'nunla (hâşâ!) yek vücûd hale gelmektir. Bunun canlı bir kanıtını yine Ruhu’l-Furkan adlı kitaptan izleyelim.
Deniliyor ki: "Mevlâ'nın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ'nın dışındaki her şey) sâlikin nazarından tamamen kalkıp, Allah'dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenâ fillâh (Allah-u Tealâ'da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hâsıl olmuş ve tarîkat hâli sona ermiş olur. Ve böylece seyr-i ilallah (Mevlâ'ya doğru olan mânevî yürüyüş) tamamlanmış olur." 3290
İşte nasıl ki Hindular “nirvana”ya, (yani henüz bu dünyada iken sonsuz mutluluğa) ermek için yoga yapmayı bir vesîle ve tapınma biçimi olarak gerekli görüyorlarsa, aynı şekilde Nakşîbendîler de “fenâ fillâh” olup (yani, kendi tabirleriyle hâşâ!) “Allah-u Teâlâ'da eriyip gitmek” için râbıta yapmayı vesîle olarak kaçınılmaz bir görev sayıyorlar. Ancak çeşitli anlatım spekülasyonlarıyla temel amaçlarını gizleyerek onu bu kadar açık bir şekilde ortaya koymazlar. Böylece râbıtanın aslını, câhil mürîd takımının keşfedemeyeceği bir sürü kelime oyunları içinde hem gizli tutmayı, hem de onu İslâmî bir görünüm içinde bu insanlara sunmayı başarabiliyorlar!
Yoganın asıl kaynağı, Hindli bir Budist râhip olan Patanjali'nin yazdığı Sutralar’dır. “Sutra” kelimesi Sanskritçedir ve sözlük anlamı olarak “dizgin” demektir. Fakat terim olarak -kutsal kitapların her cümlesine isim diye verilen- Arapça’daki “âyet” sözcüğü ile tercüme edilebilir. Böylece “sutralar”, “âyetler” anlamına gelmektedir.
Bunlar, Budha Dini'nin, temel dogmalarını oluşturmaktadır ve sekiz kuraldan ibarettir. Birincisi, ahlâkî yasalardır. İkincisi, inançları konu edinir. Üçüncüsü, ibâdetin yapılışı sırasındaki duruş şeklini açıklar. Dördüncüsü, solunumun kontrolüne. Beşincisi, zihinsel hazırlığa, (yani, dikkatin toparlanmasına), Altıncısı, dinginlik hâline (yani, konsantrasyona); yedincisi, dikkatin belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırılmasına; sekizincisi ise, maddî varlığın (egonun) ötesindeki öz benliği yakalamaya (“vecd” haline, yani “nirvana” ya) ilişkindir. Nirvana’nın tarikat terminolojisindeki tam karşılığı ise “fenâ fillâh”tır.
İşte özet bir açıklama ile yoga budur.
Yogayı, râbıta ile -sadece tanımlama açısından- karşılaştırdığımız zaman, şu ortak noktaları çok rahat bir şekilde tesbit edebiliyoruz:
a) Râbıtada da, (vird çekme sırasında) yogada olduğu gibi, solunumun kontrol altına alınması vardır.
b) Râbıtada da, (yogadaki lotus oturuşundan alınan ilhamla) belli bir oturuş biçimi vardır. (Buna, “ters teverruk oturuşu” denir.)
c) Râbıtada da, (yogada olduğu gibi) dikkatin belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması vardır.
3290] A.g.e., s. 63
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 859 -
d) Sonuç olarak râbıta da aynen yoga gibi zihinsel, fiziksel ve mistik bir uygulama biçimidir.
Böylece râbıtanın, bir anlamda yogadan farklı bir şey olmadığını, kesin bir şekilde kavramış bulunuyoruz.
Gelelim ikinci soruya: Yoga, hangi düşüncenin, hangi din ve felsefenin ya da hangi inanış biçiminin ürünüdür? Bu inanışın Nakşîbendîlik üzerindeki etkileri nasıl yansımaktadır?
Yoga, hiç kuşkusuz, Hinduizm'in mistik felsefelerinden doğmuş bir meditasyon sistemidir. Hinduizm ise, (adından da anlaşıldığı üzere) Hindli insana özgü sınırsız hayâllerin çeşitli ürünleri olarak asırlarca değil, belki binlerce yıl birbirini izleyen egzotik düşüncelerden, dramatik olaylardan, nostaljik özlemlerden ve sonsuzluğu yakalamaya dayalı içsel arayışlardan oluşan mistik birikimlerdir.
Vedacılığın bir evrimi olarak ortaya çıkan Brahmanizm'den, Budizm'e ve Patanjalizm'e dek, sayılamayacak kadar bitmez tükenmez efsânelerden, destanlardan, felsefelerden, âyin ve tapınma şekillerinden, büyülerden, ritüellerden ve sembollerden oluşan bu birikim, onlarca yüzyıldır ki Hindli insanın zihnini, psikolojisini ve gönül dünyasını olduğu kadar sosyal yaşamını da etkilemekte ve yönlendirmektedir.
Bu kadar kalabalık bir düşünce ve inanç cümbüşünden meydana gelen Budist felsefe ile tasavvuf (ve onun bir ürünü olan Nakşîbendî Tarîkatı) arasındaki önemli ortak noktalar şu şekilde sıralanabilir:
a) Budizm'deki çok tanrıcılığın temelinde, Allah'ın birliği inancına ilişkin işaretler sezilmektedir. Eski tevhid dinlerinin silik bir izi olarak da bunun devam etmiş olabileceği ihtimali vardır. Bu inanış, “panteizm” şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Panteizm: Tek olan yaratıcı gücü, kâinâtın ebedî rûhu olarak kabul etmek gibi bir inanış biçimidir. Buna göre söz konusu güç, hem fizik, hem de metafizik tüm varlıkları kapsar ve onların her zerresinde vardır.
Bu görüşün tasavvuf terminolojisindeki adı “vahdet-i vücûd”dur. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki Muhiddîn-i Arabî, Celâluddîn-i Rûmî, Ferîduddîn-i Attâr, Ömer Hayyâm ve Yunus Emre gibi tasavvufçular da bu kanâate sahiptirler.
Bazı kimseler, büyük ihtimalle bu ünlü kişilerin, yüzyıllardır Müslümanımsı topluma mal olmuş bulunmalarını -belki de önemli bir ölçü kabul ederek- onları, Müslümanlar tarafından yöneltilen panteist suçlamasına karşı savunmak amacıyla büyük çaba harcamışlardır. Örneğin bunlardan biri, “panteizm”le “vahdet-i vücûd” arasında çok büyük farklar bulunduğunu ileri sürmüş ve bu farkları dokuz maddeye kadar çıkarmak gibi olağanüstü bir gayret sarf etmiştir.
Ne var ki bu şahısları İslâm divânında savunmak ve âlimlerce onlara vurulmuş damgayı silmek için ortaya konan bu açıklama ve gayretlerin iknâ edici olup olmadığı tartışma konusudur.
b) Budizm'de, (Avrupa laikliği lehinde propaganda konusu yapılan) tarafsızlığa benzer bir eğilim ağır basmaktadır. Ancak laikliğin, henüz tanımlanamamış; aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğü demek olduğu kanıtlanamamış olmasına
- 860 -
KUR’AN KAVRAMLARI
karşın, Budizm'de (tarafsızlığın değil), hoşgörünün, bir dereceye kadar geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
Budizm'den oldukça etkilenmiş olan Nakşîbendî Tarîkatı'nda da genelde şirk dinlerine karşı bir hoşgörü vardır. Öyle ki bu eğilim, tevhid konusunda titiz olan “Bağımsız Müslümanlar”a ve “Selefîler”e karşı Nakşîbendîlerde belirgin bir sertliğe neden olmuştur. Yüz elli yılı geçkin bir zamandır bütün şiddetiyle süren Nakşîbendî-Vahhâbî kavgası bu gerçeğin en büyük kanıtıdır. Oysa Nakşîbendîler, (bu tarîkatın en büyük faaliyet alanı olan Türkiye'de) kökten putçularla çok iyi geçinmektedirler. Aralarındaki buzlar, özellikle 1950'lerden sonra tamamen erimiştir.
Sonuç olarak denebilir ki: Çok canlı özellikler içinde Nakşîbendîliğe, râbıta adı altında yansımış olan yoga, bu tarîkatın, önemli noktalarda paralellik gösterdiği Budizm'in transandantal sistemidir. Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki, her ne kadar Maharishi Mahesh gibi çağdaş yoga teorisyenleri tarafından ileri sürüldüğü üzere bu meditasyon şeklinin, tamamen seküler bir anlam taşıdığı ve “İnsana üstün bir fiziksel, ruhsal dinlenme ve rahatlama verdiği” yolunda yoğun propagandalar yapılıyor ise de yukarıda J. Tandrio ve B. Real'dan yapılan alıntılardan da açıkça anlaşıldığı üzere yoga, gerçek anlamda Budist bir ibâdet ve âyin biçimidir.
Cevaplandırılmasıyla râbıtanın esin kaynağını belki de en çok aydınlatabilecek olan üçüncü bir soru ise şudur: Yoganın uygulanış şekli nasıldır? Çünkü bu soruya verilecek cevapla, yoga meditasyonunun, râbıta ile olan o kadar benzer yanları ortaya çıkmaktadır ki karşılaştırıldıklarında bu iki şeyden birinin -mutlak sûrette- diğerinden alındığına ilişkin, mantıklı bir insanın artık hiç bir kuşku içinde kalmayacağı akla gelmektedir. Peki nedir bu benzer noktalar ?
Bakınız, Sir James Bolevard, “Meditasyon Tekniği” başlığı altında, tıpkı Nakşîbendî râbıtasını anlatırcasına yoganın uygulanış şartlarını nasıl sıralamaktadır:
"Meditasyonu hayata geçirebilmeniz için bir kaç temel koşul vardır.
1- Rahat, dik ve elden geldiğince dengeli bir oturma biçimi.
2- Düzenli ve heyecansız bir solunum.
3- Konsantre olacağınız bir nesne.
4- Ruhsal ve fiziksel dinginlik.
5- Ses, hareket ve ışık gibi sizi rahatsız edebilecek şeylerden uzak bir yer." 3291
Dilerseniz şimdi de, son dönem Nakşîbendî şeyhlerine âit kitapçıklardan aktarılarak baş taraflarda açıklanan, râbıtanın tanımlarını, şartlarını ve uygulanış biçimini yeniden gözden geçirmeye çalışınız. İkisini karşılaştırdığınızda râbıta ile yoga arasında belki yalnızca şu farkı görebileceksiniz:
Yoga, Hind zevkinin mahsûlü bir meditasyon sistemidir; râbıta ise Nakşîbendî Tarîkatı'nın bir kuralıdır. Evet bu doğrudur. Fakat buna tamamlayıcı bir cümle daha eklemek gerekmektedir ki o da şudur: Râbıta, İslâmî kavramlardan
3291] Meditasyon, Sir James Bolevard s. 28. -Çeviri, Şebnem Gürpınar, OHM Y., İst. 1993
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 861 -
yararlanılarak yoganın, Farsça ve Türkçe ifade edilmiş şeklidir. Veya daha başka bir deyimle râbıta: Yoganın, Sanskritçeden Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilerek İslâm'a uyarlanmaya çalışılmış biçimidir. Elbette ki uyarlamanın gereği olarak az çok bazı düzenlemeler yapılmış, bu cümleden olarak İslâm'ın ibâdet kurumundan istifadeyle birtakım desteklemelere gidilmiştir. (Abdest almak gibi.) Yoganın bazı ayrıntılarında da basit değişiklikler yapılmıştır (Lotus oturuşu yerine, soldan teverruk oturuşu gibi...).
İşte râbıtanın, kesinlikle yogadan taklit edildiğine ilişkin gerçekler özetle budur. Fakat ne yazık ki -sıradan câhil mürîdler şöyle dursun- koskocaman tarîkat şeyhleri(!)'nin, bizzat kendileri bile bu gerçeklerden tamamen habersizdirler. Yoksa bu adamların, bilinçli ve böylesine sistemli bir şekilde yüz binlerce Müslümanı Budistleştirmek için, herhalde İslâm'ı yıkmaya yemin etmiş birer azılı Allah düşmanı olduklarını söylemeye imkân yoktur.
Râbıta Bir ibâdet midir?
Ne ilginçtir ki, Nakşîbendîler bu konuda büyük bir tereddüt içindedirler. Nakşî rûhânîlerinden hemen hiç biri, râbıtanın bir ibâdet biçimi olduğuna ilişkin tek kelime bile söylememiştir. Oysa râbıta, tamamen rûhânî anlamda ve bir ibâdet havası içinde icrâ edilmektedir. Bir tek istisnâ olarak Mustafa Fevzi adında bir kişi, râbıtayı: "Elli dört farzdan biridir" diye nitelemiş, (yani onu açıkça ibâdet saymış) ise de, herhalde diğer Nakşîbendîler bundan pek haberdar olamamışlardır; ya da bilinçli olarak böyle davranmak istemiş, bilmezlikten gelmişlerdir. Çünkü Mustafa Fevzi, 1924 yılında ölen sıradan bir Nakşîbendî’dir. Olabilir ki bu tarîkatın kurucusundan yüzyıllar sonra icad edilen râbıtanın İslâm'a âit olup olmadığı bile tartışılırken bu şahsın çıkıp üstelik râbıtanın ibâdet olduğunu ileri sürmesinden dolayı çağdaş Nakşîbendî ekâbirleri bu kişiye fazla itibar etmemiş, ya da onun bu sözlerini, ortalığı daha da karıştırabilir diye gündeme getirmek istememişlerdir.
Râbıtaya bir ibâdet şekli denip denemeyeceği konusunda Nakşîbendîlerin belirsiz tutumunu aslında önemsemek gerekir. Çünkü onlar da “ibâdet” kelimesinin ifade ettiği anlam konusunda İslâm'ın ne kadar sağlam ölçüler koyduğunu biliyorlar. Nitekim Sultan Yıldırım Bayezit zamanında yazılan, ancak ondan 150 yıl sonra Üçüncü Murad döneminde camiye sokulan mevlidin de bir ibâdet şekli olup olmadığı konusunda bir şey söylemeye şimdiye kadar cesaret edememişlerdir!
Evet, ibâdet ne demektir: ibâdet sözcüğü: Arapça’da “abede-ya'budu” fiilinin masdarıdır. Türevleri, Kur'ân-ı Kerîm'de serpili olarak çok sayıda geçmektedir ve Türkçe'de tapmak, tapınmak ya da kulluk etmek anlamına gelmektedir. Önemle belirtmek gerekir ki, tapmak veya kulluk etmek, tamamen rûhânî bir olaydır; Temelde hiç bir seküler ve dünyevî anlamı yoktur (Dünyevî faydaları olsa bile...).
Dolayısıyla ibâdet: Sırf bir kul-Allah ilişkisidir veya daha genel bir tanımla, tapanın, tapılanı hoşnut etmek için düşünerek, tasarlayarak, ürpererek, yalvararak ve boyun eğerek özel ve içsel niyetlerle belli hareket ve davranışlarda bulunmasıdır. İslâm’da, namaz kılmak, itikâf'a girmek, oruç tutmak, kurban kesmek ya da şirk dinlerinde heykele, türbeye, mezara, ölüye saygı duruşunda bulunmak gibi...
- 862 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Öyle ise şimdi bu tanıma dayanarak râbıtanın bir ibâdet biçimi olup olmadığına bakalım. Tabiatıyla bu konuda kesin bir kanâate varabilmek için öncelikle şu sorunun cevabını bulmak şarttır: Râbıta: “Mürîdin, şeyhini zihninde canlandırması ve onun rûhâniyetinden istimdâd etmesi” demek olduğuna göre Nakşîbendîler, hayallerinde şeyhlerinin şeklini canlandırmakla ve onun rûhâniyetinden yardım dilemekle acaba gerçek anlamda neyi amaçlamaktadırlar?
1. Allah'a ibâdet etmeyi mi,
2. Sırf Şeyhe ibâdet etmeyi mi,
3. Allah'ın vekîlidir diye onun adına Şeyhe ibâdet etmeyi mi,
4. İbâdet niyeti dışında Allah'a ya da şeyhe sade bir saygı gösterisinde bulunmak mı, yoksa başka bir şey mi istiyorlar? Bunun anlaşılır bir şekilde açıklanması gereklidir.
Evet bu soruların çok açık cevabını bulmadıkça râbıtanın bir ibâdet biçimi olup olmadığını bir hükme bağlamak elbette ki mümkün değildir.
İşte Nakşîbendîler de zaten bu karmaşanın, bu belirsizliğin farkında oldukları için, (yani râbıtanın, “ibâdet mi, değil mi” noktasında son derece kararsız oldukları için) sıkıntılı ve tedirgindirler. Bu duyarlı noktaya dokunmayı hiç göze alamamaktadırlar.
Aynı zamanda râbıtaya şer'î bir hüküm bulabilmek; yani ne olursa olsun, onu İslâm'ın bir yerine uyduruvermek için gayretler sarf eden ve âdetâ sancılar içerisinde kıvranan Nakşîbendîler, “Acaba râbıtayı ‘ef'âl-i mükellefîn’den hangisine yakıştırmalı?” diye mutlaka çok bocalamış olmalıdırlar ki 1994 yılında dört adet Nakşîbendî, Urfalı bir müftü emeklisine başvurmuş, ama yine de umduklarını bulamamışlardır. Çünkü bu zat onlara aynen şu cevabı vermiştir: "Zâten bu bir ibâdet değildir."
Peki râbıta ibâdet değilse nedir? Yoksa bir zihin sporu mudur? Anlaşılan Müftü Efendi, fetvâ almaya gelen adamları tamamen eli boş göndermeyi de uygun bulmamışa benzemekte, dolayısıyla şu lafları sarf etmekten kendini alamamış gibi görünmektedir: "Bununla beraber râbıta ictihadî bir meseledir. Bazı büyük zatların ictihadı neticesinde ortaya çıkmıştır. Onu kabul edip uygulayan kimseyi şirk ile itham etmek büyük bir vebâl olduğu gibi, herhangi bir kimse de onu kabul etmediğinde o kimsenin küfürle itham edilmesi doğru değildir."
Görüldüğü üzere müftü, râbıtayı ne kadar evirip çevirmişse de ona “ibâdettir” demeye bir türlü dili varmamıştır! Buna rağmen Nakşîbendî müsteftîler, belki bir işe yarar diye bu sözleri yine de alıp notları arasına sıkıştırmayı ihmal etmemişlerdir(!) Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda şimdiye kadar suskunluğunu korumuş, meseleden haberdar olduğu halde Müslümanlarla Nakşîbendîler arasında sıkışmamak için bu sorunla ilgili olarak hiçbir açıklama yapmamıştır.
Anlaşılan Nakşîbendîlerin bu konudaki sıkıntıları çok büyüktür. Çünkü bir grup Nakşîbendî, büyük ihtimalle bu yüzden kendilerine yöneltilmiş küfür ve şirk suçlamalarına karşı cevap olmak üzere bakınız ne diyorlar: "Zikreden kişiye, Allah'ın zâtı hakkında bir düşünce geldiğinde bu düşünceyi Allah'ın vekili
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 863 -
ve halîfesi olan kişilere çevirmekle kendini tehlikeden kurtarmış olur ki bu da râbıtanın faydalarındandır." 3292
Nakşîbendîler de çok iyi biliyorlar ki teamülde: “El-Vekîl, k’el-Asîl” dir. Yani vekil, tasarrufta aynen müvekkili gibidir; onun yetkilerini kullanır. Dolayısıyla -Nakşîbendîlere göre- Şeyh, Allah’ın vekili olduğu için, O’nun bütün niteliklerine ve aynen O’nun gibi tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir (?!)
Özürleri kabahatlerinden büyük! Şirkle suçlanma belâsını başlarından böyle defetmeye çalışırlarken şeyhi (hâşâ!) “Allah'ın vekîli” diye niteleme cür'etini gösterince daha neler duyacaklarını herhalde tahmin ettikleri için bakınız aynı kişiler bu kez de neler söylüyor: "Amma Allah'ı bırakıp da onlara tapınmak niyetiyle yapılan bir tefekkür ve tahayyül (düşünme ve hayale getirme) öyle bir iştir ki bunu ehli kitabın kâfirleri bile yapmaz." 3293
İnsan Allah'ın zatını düşünmek istediği zaman mutlaka zihninde boyutsal bazı şekiller canlanır. Sözde bundan kaçındıklarını kanıtlamak için şeyhin şeklini hayâlde canlandırmayı mürîde önermektedirler. Ancak yukarıdaki sözlerinden anlaşıldığı üzere şeyhi "Allah'ın vekili" olarak nitelemelerine acaba ne demek gerekir?!
Görüldüğü üzere, râbıtaya bir türlü ibâdet diyememenin sıkıntısı içinde işte böyle bocalıyor ve ne diyeceklerini şaşırmış bulunuyorlar. Çünkü eğer râbıtaya ibâdet diyecek olurlarsa bunun şeyhe, doğrudan doğruya tapmak anlamına geldiğini artık gizleyememiş olacaklardır. Râbıtayı bir ibâdet biçimi saymak ya da saymamak Nakşîbendîlerin sorunudur. Fakat madem ki onu Tevbe Sûresi'nin 119'uncu ve Mâide Sûresi'nin 35'inci âyet-i kerîmelerine dayandırmakta ısrar ediyorlar, şu halde onun, farz mı, vâcip mi, sünnet mi, müstehab mı, yoksa mubah mı olduğunu Müslümanlar karşısında kanıtlamak zorundadırlar; Ancak unutmamalıdırlar ki Türkiye'nin dışında da milyonlarca Müslüman yaşamaktadır. Öncelikle de bunun için gidip dünya beşerî coğrafyasını okuyarak bu gerçeği öğrenmelidirler. Aksi halde ümmetin cumhuru karşısında Kadyanîler'in ve Bahâîler'in durumuna düşebilirler!!!
Râbıta ve Psikolojik Yönlendirme
Daha önce de işaret edildiği gibi Nakşîbendî Tarîkatı'na özgü iki zikir şekli vardır. Bunlardan biri “vird”, diğeri ise “râbıta”dır. Her ikisi de psikolojik olarak insanı şartlandırıcı ve yönlendiricidir.
Kuşkusuz hemen her şeyin, insan psikolojisi üzerinde etkisi olabilir. Bu nedenle Nakşîbendî Tarîkatı'na ya da râbıtaya bu şekilde sorumluluk yüklemek, olası bir eleştiri konusudur. Ancak belirtmek gerekir ki burada önemli olan nokta, râbıtanın yalnızca iki kişi arasında cereyan etmekle sınırlı kalan özel, gizli ve amaçlı bir hâdiseden ibaret olmasıdır. Onun için bu özelliği ile râbıta, İslâm'ın genel ve evrensel nitelik taşıyan bütün kurallarından, emir ve yasaklarından tamamıyla ayrılmakta, temelde bir kişinin, diğer birinin duygularını spekülatif yollarla sömürme amacına dayanmaktadır.
Çünkü râbıta, şeyhin emriyle mürîd tarafından yapılan, rûhânî bir
3292] Ruhu'l-Furkan, s. 74
3293] A.g.e., s. 77
- 864 -
KUR’AN KAVRAMLARI
imajinasyondur. Yani seküler anlamı olmayan, -tam tersine- moral ve transandantal bir kutsamadır. Râbıtadan beklenen sonuç, onu yaptırana ve yapana göre çok değişik olabilir! Bu nokta son derece önemlidir. Sebebine gelince, râbıtayı yaptıran şeyhtir ve ne ilginçtir ki biraz önce de belirtildiği gibi Nakşîbendîlerin, râbıtayı bir ibâdet biçimi olarak tanımladıkları hiç bir ifadeye rastlanmamıştır! Dolayısıyla -Nakşîlerce kabul edilmese bile- râbıta, esasen mürîdi psikolojik olarak istenen doğrultuda yönlendirmek için kullanılan özel bir araçtır, denebilir. Çünkü mürîdi transa geçiren şeyh, onun üzerinde bütün maharetini kullanabilir!
Burada önemle belirtmek gerekir ki şeyh bu yönlendirmede çok bilinçlidir. Eğer şartlandırmanın belli periyotlarında şeyh, tarîkatın amaçlarını aşarak mürîdi, süresiz hipnotik transa benzeyen bir ruh halinde tutabilirse bunun ne korkunç sonuçlara sebep olabileceğini tahmin etmek güç değildir. Ancak her şeyhin bu uygulama ile özel amaçlarına sistematik biçimde ulaşmak istediğini söylemek de mübâlağa olur. Çünkü mürîd üzerinde zaman zaman râbıta ile sağlanan hipnotik trans halinin bir perispri-beden ilişkisi olduğunu anlayabilecek kültür ve bilgiye sahip hemen hemen hiç bir Nakşîbendî şeyhi yoktur. Yani bu olay onlarda sade bir taklitten ibarettir. Çünkü râbıta halindeki mürîdlerin çoğunda görülen histerik belirtilerin eğer bilimsel açıdan nedenleri Nakşîbendî şeyhleri tarafından bilinseydi zaten râbıtanın içyüzünü de kendiliklerinden kavrayacaklardı.
Bu arada hemen belirtmek gerekir ki bu ibret verici yönlendirme sisteminin İslâm'dan alındığını hiç kimse kanıtlayamaz. Dolayısıyla hiç kimse İslâm'ı râbıta ile suçlayabilecek imkâna sahip değildir.
Ayrıca şeyhin yaşadığı psikolojik durumla ilgili olarak bilinmesi gereken şu noktalar da son derece önemlidir.
Şeyhlik postuna oturan insan, ne kadar bilgili, kültürlü ve ne kadar cesur ve doyumlu olursa olsun, binlerce insana hitap eden bir lider olarak daima derin endişeler taşır. Bunların başında ise, (tıpkı sanatçılarda olduğu gibi) hayranlarının, bir gün kendisinden soğuduklarını görmek ve bu sûretle muhitini kaybetmek gibi kaygılar gelir. Ne ilginçtir ki (genellikle sezilmemesine rağmen) hemen bütün Nakşîbendî beşik şeyhlerinde ve geniş entelektüaliteye sahip “seccâdenişîn”lerde bu endişeler nevrotik bir özellik olarak vardır. Nitekim şeyhlere âit yazılı metinlerde zaman zaman rastlanan, hayâlî kişilere yönelik saldırgan üslûplar bu gerçeği kanıtlamaktadır. Rakiplerine karşı çok şedid ve tavizsizdirler. Nitekim Küfrevîler'le Arvâsîler arasındaki asırlık savaş bu gerçeği kanıtlamaktadır.
Nakşî şeyhlerindeki bu içsel sıkıntının rahatlatılmasında kullanılan en önemli araç, yine râbıtadır. Şeyhin bizzat üzerinde bu olumlu sonucu veren râbıta, aynı zamanda mürîdi onun emrinde kayıtsız şartsız hareket eden otomatik bir aygıt haline getirmektedir.
Mürîdin ruhsal durumuna gelince onun, bu işlemi ciddi, bilinçli ve çok sık aralıklarla yapıp yapmamasına bağlı olarak farklı sonuçlar ortaya çıkabilir. Tabiatıyla râbıta seanslarının, ne kadar zaman aralıklarla ve şartlarına ne kadar bağlı kalınarak tekrar edildiği ya da ettirildiği, şeyhin tâlimatına, hatta onun, tarîkat inceliklerini çok iyi bilip bilmediğine bağlıdır.
Bazı şeyhlerin, mürîdleri üzerinde çok etkili olduğu, bazısının ise tam tersine
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 865 -
zayıf kaldığı, büyük ölçüde bu noktadan kaynaklanmaktadır. Çünkü mürîdi yönlendirmede, şeyhin tarîkat konusundaki teorik bilgileri kadar onun psikolojik durumu da elbette ki çok önemlidir. Nitekim şeyhin, kendi cemaati üzerinde sevecen bir imaj bırakması yanında, onun, aynı zamanda otoriter bir kişilik de yansıtması için tarîkatta bu konuya ilişkin köklü kurallar konmuştur.3294 Şeyh, tabiat itibariyle ne kadar halîm selîm bir tip olursa olsun, bunları ödünsüz bir şekilde uygulamaya çalışmakla yükümlüdür. Başarısı da buna bağlıdır. Çünkü zamanla, hakkında bir kerâmetler dantelinin örülebilmesi, ancak onun psikolojik alanda sergileyeceği performansla mümkündür ve çünkü mürîd, bu güçlü psikolojiyle, heybetli ve koruyucu bir kişilik yansıtan şeyhin karşısında ancak umulan kıvama gelebilir. Yani şeyh-mürîd ilişkisi büyük ölçüde psikolojiktir.
Unutulmamalıdır ki râbıta, mürîd üzerinde son derece şartlandırıcı etkiler bıraktığı için onun, yerine göre örtülü eğilimlerini harekete geçirerek kişiliğini çeşitli tepkilerle deşifre edebilir, ya da duygularını baskı altına alabilir.
Burada belirtilmesi elzem olan bir nokta da şudur: İslâm öncesi câhiliyeden zâten hiç bir zaman arınamamış, bununla birlikte ırkçılık, putçuluk, sağcılık, solculuk, Osmanlıcılık, sentezcilik, laiklik ve batı hayranlığı gibi çeşitli sorunların içinde bocalayan kimlik arayışı içindeki Türkiye'de insan psikolojisine yönelik büyük tehlikeler mevcuttur. Bunlardan biri de kör taklide dayalı olarak kişiyi belli odaklara bağlamak için kullanılan şartlandırıcı ve spekülatif telkinlerdir. İşte râbıta da bunlardan biridir.
Dolayısıyla denebilir ki Türkiye'de yaşanan kaosun temelinde birçok sebep varsa bunlardan biri de hiç kuşkusuz Nakşîbendî râbıtasıdır. İnsanlar üzerinde âdetâ hipnoz etkisi yapan bu mistik telkin sistemi, Türkiye'de milyonlarca kişiyi doğrudan veya dolaylı olarak tesiri altına almıştır. Yani bu ülkede toplum âdetâ Nakşîbendîleşmiş ya da Nakşîbendîleştirilmiştir. Evet belki bu insanların kendileri bile farkında değildir, ama Nakşîbendî Tarîkatı, râbıta sâyesinde İslâm'ın bir alternatifi olarak ruhların derinliklerine kadar işlemiştir. Nitekim Nakşîbendîlikle hiç bir ilişkisi bulunmayan nice kimseler, bu tarîkatın havasına göre dinsel tercihlerini yapmaktadırlar. Bu psikolojik yönlenmenin arkasında ise râbıta ile şartlandırılmış binlerce tarîkat propagandacısının “gizli eller” tarafından görevlendirildiğini tahmin etmek güç değildir!
Bunun temel nedeni de şudur: Toplum derin bir bunalım içine girmiştir. Kendini bir boşluk içinde gören Türkiye'li insan, (yetiştiği ortama göre) genellikle iki yoldan birini seçmekle kurtuluşa erebileceğini sanmakta veya bu şekilde teselli olabilmektedir.
İşte bu âfâkî mutluluk arayışının yollarından biri tarîkattır. Eğer kişi, mitolojik bir din anlayışına sahip aile ve çevrelerden geliyorsa, İslâm'ın gerçekçi emir ve yasaklarını katı ve soğuk bulmakta, bu nedenle ruhunu okşayabilecek, daha hayâlî ve mistik bir din ortamının arayışı içine girmektedir. Çünkü sürekli bir suçluluk duygusu içinde yaşayan günümüzün bunalımlı insanı, kendisini yargılayan ve hesap soran ciddi, emredici, yasaklayıcı, âdil ve koruyucu bir İlâhî düzeni, bir iman ve amel kurumunu değil; aksine, bütün günahlarını bağışlayan, sırf
3294] Bk. Muhammed b. Abdillâh el-Khânî, el-Bahja’tus-Seniyye s. 28-35; Muhammed Emîn el- Kürdî el-Erbilî, Tenvîru’l-Kulûb s. 524, 527
- 866 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hoşgörüden ibaret bir hayâlî din aramaktadır.
Örneğin bunlardan alkol, sigara ve uyuşturucu kullananlar ya da sosyal, ekonomik ve ailevî sorunlar içinde bunalanlar, bir teselli ve kurtuluş kapısının arayışı içinde bulunmalarına rağmen, İslâm âlimlerinden birine danışmayı akıllarının ucundan bile geçirmezlerken râbıtacıların propagandalarına çabucak kanmakta ve hemen bir Nakşîbendî şeyhinin tekkesine kapağı atmaktadırlar.
İslâm terbiyesinden uzak ortamlarda yetişen bunalımlı insanlar ise putçu rejimin propagandistleri tarafından yine telkin yoluyla avlanmaktadırlar. Bunlar da sürüklendikleri ortamda şartlanarak laik, materyalist ve seküler bir yol seçmektedirler.
Dolayısıyla rahatça söylenebilir ki, Nakşîbendîliğin, Türkiye'de (bilhassa büyük kentlerde) râbıta ile elde ettiği kazanımlar, kamplar arasında kızışmış olan psikolojik savaşın önemli sonuçlarından sayılır. Çünkü bu kentlerde insanlar daha çok bunalmıştır. Gürültünün, ahlâksızlığın, pahalılığın, sefâletin, adâletsizliğin, sosyal sınıflar arasındaki derin uçurumların ve siyasî kamplar arasındaki çatışmaların oluşturduğu anarşik ortam, çevre olumsuzlukları ile de birleşerek insanları derin bir huzursuzluk içine itmiştir. Bu yüzden mutsuzlaşan insanlar, özellikle kalabalık şehirlerde, sözü edilen iki marjinal yoldan birine itilmeye (daha çok psikolojik olarak) zorlanmaktadırlar. Çünkü her ikisi de ortak payda olarak putçuluğu özendirici telkin sistemine dayanmaktadır.
Ayrıca, kitlelere yönelik telkin sistemlerinin arka planında çeşitli siyasî amaçların bulunduğuna daima ihtimal vermek gerekir. Özellikle 1930'lara kadar tarîkatlara karşı sert bir tavır gösteren rejimin, bu tarihten sonra Müslümanlara bir an bile göz açtırmazken, mistik hareketleri desteklercesine izlediği tutum bu ihtimali çok güçlendirmektedir.
Dış güçlerin güdümündeki politika, Amerikancı bir Müslümanlık modelinin Türkiye'de yerleşmesi için tarîkatları ve büyük ölçüde Nakşîbendîliği kullanmaktadır. Yüzyıllar önce (gerçek anlamda) uygulamadan kaldırılmış olan İslâm'ı, bu kez de teorik planda Kur'ân ve Sünnet çizgisinden saptırmak ve toplumun inancını iyice dejenere etmek için -yasaların sertliğine rağmen- devlet, mistik hareketlere “gizli eller” aracılığıyla çok büyük destek vermektedir. Nitekim Nakşîbendîliğin Menzilcilik koluna mürîd kazandırmak için büyük kentlerde faâliyet gösteren şahısların şimdiye kadar deşifre olmuş kimlik ve rütbeleri bu gerçeği kanıtlamaktadır. Bunların hepsi de kitleyi psikolojik etkileme sistemiyle yönlendirmeye çalışmışlardır.
Nakşîbendîlikteki râbıta sâyesinde mürîdde yerleşen sıkı bağlılık ve fedâkârlık ruhunun avantajını keşfeden statükocu odaklar, hem “derin devlet” ile hem de rejimin temsilcileri ve uygulayıcıları ile iş ve elbirliği içinde bundan yararlanmaya son yıllarda çok büyük önem vermişlerdir.
Nakşîbendî Tarikatı, son iki yıldır teknolojiden, çağın hız ve iletişim araçlarından yararlanarak büyük bir sıçrama yapmıştır. Günümüzde, özellikle internet aracılığıyla bu tarikatın yoğun propagandası yapılmaktadır. Dünyada muhit kazanmak ve yabancı dinlere mensup kimseleri Nakşîbendileştirerek mürîd sayısını artırmak için Amerika’da ve Kanada’da üslenmiş bulunan Nakşîbendîler’in kurduğu çeşitli web siteleri sâyesinde dev kampanyalar düzenlenmektedir. Bu
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 867 -
önemli sitelerden biri de “Sunnah Organisation” sitesidir.
Büyük ölçüde Türkiye’den “derin devlet” desteği ile sürdürülen bu etkinliklerde yabancı dil bilen emekli subaylarca yoğun çabalar harcanarak Menzilci Nakşîbendî Kampı’nın ön plana çıkmasına çalışılmaktadır!
Belirtmek gerekir ki vaktiyle Nakşîbendîleri sindirmek için Ankara'da, en tepedeki siyasîler tarafından gizlice hazırlanan iki senaryodan, 1926’da sahnelenen Şeyh Said İsyanı ile 1930'da uygulamaya konan Menemen Olayı'ından sonra kurulan İstiklal Mahkemelerinde, tarîkatçılarla siyasîler çok iyi tanıştılar! Kısa zamanda aralarındaki buzlar eridi. Çünkü siyasîlerde bu konuya ilişkin bilgi eksikliği vardı. İlginçtir ki bu zoraki tanışmanın sonucu olarak rejimin temsilcileri, iki noktayı çok iyi keşfettiler. Bunlardan biri İslâm'la Nakşîbendîlik arasındaki kesin ve kalın çizgidir, ikincisi ise râbıtanın, psikolojik yönlendirmede ne büyük bir silâh olduğudur!
Laik-putçu zihniyetin fanatik temsilcileriyle Nakşîbendîler arasındaki organik ilişkiler, işte aslında bu iki önemli noktanın keşfedilmesiyle başlamış ve gittikçe güçlenip pekişmiştir.
Şuna da kesin sûrette inanmak gerekir ki rejimin, vaktiyle komünizme karşı, şimdilerde ise bir yandan Müslümanlara, diğer yandan Kürt gerilla hareketine karşı en büyük teminatlarından biri, Nakşîbendî Tarîkatı ve bu Tarîkatın râbıta sâyesinde sahip bulunduğu kitle yönlendirme sistemidir!
Türk Toplumu'nun, birtakım mistik etmenler altında psikolojik olarak yönlenmeye zâten öteden beri eğilimi vardır. Dolayısıyla tasavvufun yüzyıllar boyu toplumun kültür ve anlayışı üzerinde meydana getirdiği derin izler, Türk insanının rûhuna âdetâ kalıtsal şekilde kazınmıştır. Telkin ve propaganda yağmuru altında bulunan halk, doğru ya da yanlış olsun her fırsatta inanacak bir şeyler aramaktadır.
Onun için efsânelerin, hurâfelerin, efsunların, tılsımların, büyülerin, muskaların, üfürüklerin ve bin bir çeşit bâtıl inanışların bu ülkede yaşamı bir ahtapot gibi sarmış olmasını, büyük ölçüde bu hasta ruh yapısının psikolojik sömürüye müsâit bulunmasında aramak gerekir. Bu yüzdendir ki toplumun bir kesimi, vicdânını tarîkat şeyhlerine, bir kesimi medyumlara ve büyücülere, bir kesimi de heykellere teslim etmiştir.
Mânevîyat alanındaki bu iflâsı hazırlayan temel neden ise, genelde tarîkatlar, özellikle Nakşîbendîlik ve onun râbıtasıdır.
Râbıtanın, dolaylı yollarla da olsa kitle psikolojisini derinden etkilediğini söylemek bir mübâlağa sayılmamalıdır. Evet sıradan insanlar bir yana, yüz binlerce okumuşun bile ne anlama geldiğini bilmedikleri bu sihirli kelime, tehlikeli bir beyin yıkama mekanizmasının elinde korkunç bir silâh olarak kullanılmaktadır!
Yer küre üzerinde, tanrılaştırılmış insanların buyruklarıyla yönetilen, belki de bir tek toplum vardır, o da hiç şüphesiz Türkiye halkıdır. Bu toplumun, içinde yaşadığı dar ve karanlık dünyayı acaba gerçek anlamda kimler, nasıl yönetmektedir? Bunu merak edenler, eğer Nakşîbendî şeyhlerinin, belli gruplara telkinde bulunduğu çok özel oturumlara katılmayı göze alabilir ve bunu başarırlarsa, yukarıda anlatılanların ne kesin gerçekler olduğunu ibretle öğreneceklerdir! Ama
- 868 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunu başarmak hiç de kolay değildir.
Râbıta telkinlerinde işlenen tema, fânînin ebedîleştirilmesidir. Evet râbıtanın eksenini oluşturan fikir budur. Ancak bu meselede iki nokta pek önemlidir. Bunlardan biri, etkili telkindir, diğeri ise sürekliliktir. İşte bu sâyede şeyh ve onu çağrıştıran hemen her nesne, mürîdin, zihninde, rûh ve vicdânında, aynen madene işlenmiş yazı gibi bir kalıcılık kazanır. Bu etkiyledir ki mürîd, zaman zaman eski alışkanlıklarından birine kapılarak râbıtanın çizdiği doğrultudan geçici olarak sapma gösterse bile bilincinin altına işlenmiş olan imajların, bazen beklenmedik şekilde uyarılmasıyla dehşetli refleksler gösterebilir.
Nakşîbendîlikte fânînin ebedîleştirilmesine olağanüstü bir önem verilir. Belli şahıslar ve onlara âit mezarlar, türbe ve eşyalar, tarîkat bağlılarınca o kadar yücedir ki bu yüceliğin yanında kutsallık çok hafif kalır. Bu türbe ve mezarlar özel kurallara uyularak ancak ziyaret edilebilir.
Nitekim râbıta türlerinden biri de “Mezarlara Râbıta”dır. Abdulhakîm Arvâsî'nin “Râbıta-i Şerîfe” adlı kitapçığında bu râbıta şekli aynen şöyle açıklanmaktadır: "Mezar ziyaretçisi mürîd, nefsini her türlü dış alâkalardan boşaltır. Kalbini ilimler ve nakışlardan ve hâdiselere bağlı duygulardan çekip çıkarır. Ziyaret ettiği mevtânın rûhânîyetini hissî keyfiyetlerden mücerret bir nur farzeder. O, kabir sahibinin feyizlerinden bir feyiz ve hallerinden bir hal zuhur edinceye kadar o nuru kalbinde tutar. Kâmil velîlerin rûhâniyetleri feyiz kaynağıdır. Kaynağı kalbine akıtan, elbette feyzine nâil olur. Feyiz isteklisi ziyaretçi, feyiz vericinin kabrine yaklaşıp evvelâ selâm verir. Mezarın ayak ucuna yakın sol tarafında durur. Ona karşı hayattaki tavrını muhâfaza eder." 3295
Bu terâne, böylece bir miktar daha devam etmektedir. Tabiatıyla bundan, birinci derecedeki amaç, fânîyi ebedîleştirmektir. Çünkü şeyh mürîdin nazarında tanrılaştıktan sonra onun istenen yönde güdülmesi artık kolaydır. Fakat râbıta, çok tehlikeli bir yöne giden başka bir kapı daha aralamaktadır ki bu da “fenâ fillâh” kapısıdır.
Râbıta, "Fenâ fillâh" ve "Nirvana": Fenâ fillâh: Allah'ta fânî olmak, yani (hâşâ!) Allah'da erimek, O'nunla birleşip kaynaşmak, bütünleşip ölümsüzleşmek ve sonsuzlaşmak demektir. "Vahdet-i vücûd"la ilintili olan bu kavram, tasavvufun eksenini oluşturur; tarîkatın da temel amacı budur.
Bu idealin, tasavvuf literatüründeki açıklaması ise son derece dolambaçlıdır. Onun için “vahdet-i vücûd” düşüncesine dayalı konular işlenirken çok kapalı üslûplar kullanılır. Bunu, elbette ki zorunlu kılan sebepler vardır. Bunların en önemlisi, kültür düzeyi çok farklı iki sınıf insanın, tarîkat çatısı altında genelde yüz yüze gelmesidir. Söz konusu iki sınıftan biri rûhânîlerdir. Yani şeyhler ve onların emrindeki mollalar ve halîfelerdir. İkinci sınıf ise câhil mürîd takımıdır. Mürîd kesimi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerini genelde aile içinde ve câmide kazanır. Bu bilgiler, "Âmentü"nün şartlarıyla basit olarak sınırlıdır. Bu nedenle onların Allah'ı tanıma şekli şeyhlerinkinden çok daha farklı ve hatta büyük ölçüde Kur'ânîdir.
Onun için bir şeyhe bağlanan eğitimsiz mürîd, tasavvufun uzun ve karmaşık
3295] Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe, Beyazıt Devlet Kütüphânesi No 243435, İstanbul, 1923
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 869 -
yorumlarına, "vahdet-i vücûd", "vahdet-i şuhûd", "mükâşefe", "istiğrâk", "fenâ" ve "bakâ" gibi çeşitli mistik-felsefî kavramlara ilk başlarda çok yabancıdır ve genelde ömürlerinin sonuna kadar onlara bu konularda en ufak bir sır sızdırılmaz!
Tasavvuf kitaplarına gelince Hallâc-ı Mansûr, Ferîduddîn-i Attâr, Muhiddîn-i Arabî ve Abdulkerîm el-Ciylî gibi ancak parmakla sayılabilecek kadar çok az kimse eserlerinde cesâretle ve açık yüreklilikle kanâatlerini açıklamış, diğerlerinin hemen tamamı, özellikle “vahdet-i vücûd” konusunda amaçlarını son derece kapalı anlatımlarla geçiştirmişlerdir. Onların -herhalde- doğabilecek büyük tepkilere karşı bu yolu izledikleri anlaşılmaktadır. Ancak ne ilginçtir ki bazı tasavvufçular bu konudaki görüşlerini büyük bir cesaretle ve gâyet açık ifadelerle ortaya koymuş olmalarına rağmen onlardan sonra gelen birtakım tasavvufçu mollalar, ya da duygusal entelektüeller bunların bütün sözlerini ısrarla farklı yorumlamaya ve onların Kur'ânî anlayışa uygunluğunu hararetle savunmaya çalışmışlardır ki örneğin Ömer Ferîd Kam bunlardan biridir.
Peki öyle ise tarih boyunca tasavvufçularla İslâm âlimleri arasındaki bitmez tükenmez kavganın esas konusu olan “vahdet-i vücûd” düşüncesinin ve bu düşüncenin bir parçası olan "fenâ fillâh" kavramının içyüzü nedir?
Önce şunu belirtmek gerekir: Eskiden beri bu mesele etrafında o kadar uzun tartışmalar yapılmıştır ki onları burada özetlemek bile imkânsızdır, aynı zamanda konumuzun dışındadır. Fakat şu kısa açıklamayı yapmakta yarar vardır:
“Vahdet-i vücûd” düşüncesi, tasavvufçular tarafından “varlığın birliği” olarak ifade edilir. Onlara göre tüm varlıklar esas itibariyle birdir. Ancak bu birliğin bir dış yüzü, bir de iç yüzü vardır. İç yüzü bir nurdur ve bu nur, bütün kâinâtın, bütün eşya ve olayların ruhudur. Kâinâtta ne var ne yok hepsi bu ruhtan fışkırmış ve ortaya çıkmıştır. Bu ruh, zâtî bir olgunluğa ve aşkın bir bilince sahiptir.
Tasavvufçular, -büyük ihtimalle- Kur'ân-ı Kerîm'in el-Hadîd Sûresi'nin üçüncü âyetini yorumlayarak bu kanâate varmışlardır. Dolayısıyla onlara göre “vücûd birdir” ve “âlemde Allah'ın vücudundan başka vücûd yoktur.” Bunu “lâ mevcûde illâllah” diye ifâde ederler. Fakat bu görüş, Kur'ânî anlayışla birçok yönden çelişmektedir. Örneğin Kur'ân'a göre, Allah Teâlâ hiç bir şeye benzememektedir. Hâlbuki "vahdet-i vücûd"un arka planına dikkat edilirse oradaki izaha göre: "Heme O'st", yani "her şey O'dur" Şu halde (her şey, Allah ile birlikte bir bütünlük oluşturduğuna göre) O'nun bu kez her şeye benzemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim: "(Allah Teâlâ'nın Zatı da dâhil) kâinatta ne varsa hepsi bir vücûdun parçalarıdır." şeklinde özetlenebilen "vahdet-i vücûd" inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular, "Köpek ve domuz da ilâhımızdır."3296 diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.
Bu ise tam anlamıyla panteist bir görüştür ve vahdet-i vücûdçuların, bu iki anlayış arasında büyük farklar bulunduğuna ilişkin yaptıkları itirazlara rağmen hiç bir fark gözükmemektedir.
Panteizmin en kısa özeti ise şöyledir: “Allah ile tabiat iki bağımsız varlık
3296] Bk. Abdurrahman Abdulkhâlık, El-Fikru’s-Sûfiyyu fî Dav'il-Kitab'i Ve's-Sunneh, Üçüncü Baskı, s. 153, Tarihsiz, Kuveyt
- 870 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olmayıp, iki şekilde beliren tek vücuttan ibârettir.”3297 “Vahdet-i vücûd”un da (bizzat sûfîlerden naklen) özeti şöyledir: "Mevcûd olan bir mümkinin vücûdu kendi vücûdu olmayıp belki başka bir mevcûdun o mümkinde ortaya çıkan vücûdudur." 3298
Görüldüğü üzere bu iki açıklama arasında içerik bakımından hemen hiç bir fark yoktur. Ancak ne korkunç bir çelişkidir ki, bu her iki açıklama da (“vahdet-i vücud” düşüncesi ile Panteizmin, birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ileri süren ve bu yüzden onları karşılaştırmaya çalışarak -sözde- “vahdet-i vücud”un Kur'ânî bir hakikat olduğunu savunmaya çalışan) Ömer Ferit Kam'a âittir!
"Fenâ fillâh"a gelince bu ideal, esasen “vahdet-i vücûd” düşüncesinden doğmaktadır. Bu düşünceye göre insan da -tüm varlıklar gibi- kâinâtın rûhu olarak nitelenen Allah'dan peydahlanmış ve sonunda da O'na dönecek ve O'nunla bütünleşecektir. Bu nedenle insanın, Allah'ı yakından tanıması ve O'na âşık olması(?) gerekmektedir.
İnsanın Allah'ı tanımasına, tasavvuf dilinde “marifetullah”, O'na aşık olmaya da "Aşk-ı İlâhî" denir. İşte tasavvufun önerdiği mistik hayat ve bu hayatın, -tüm çileleriyle ve kurallarıyla- İnsan için amaçladığı şeyler özetle şöyle sıralanabilir:
1. Önce bir mürşide, (yani bir şeyhe ) bağlanmak;
2. Şeyhin emir ve denetimi altında mistik egzersizler yapmak ve Allah'a âşık olmayı öğrenmek;
3. Yine şeyhin denetiminde çilelerle, zikirlerle, çeşitli âyin ve râbıtalarla “mârifetullah”a ermek, (yani Allah'ı keşfedip tanımak);
4. Önce şeyhde, sonra peygamberde, ondan sonra da Allah'da eriyip gitmek, O'nunla yeniden birleşip bütünleşmek ve sonuç olarak ölümsüzleşmek.
İşte "fenâ fillâh" budur ve tabii Nakşîbendîlik -sözde- mürîdi bu mertebeye ulaştırmak istemektedir. Bunun da yolu “riyâzet” ve “çile” adı altındaki mistik eğitim sisteminin en önemli halkası olan râbıtadan geçer. Dolayısıyla tekrar râbıtaya dönmek gerekir. Çünkü râbıta-yoga karşılaştırmasında şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Yogadan nirvanaya giden yol ne ise, râbıtadan fenafillâha giden yol da odur. Onun için ne teorik ne de uygulama bakımından aralarında hiç bir fark yoktur. Yoga ne ise râbıta da odur; Nirvana ne ise fenâ fillâh da odur. Tek fark, bu kavramlara verilen değişik kültürlere âit ayrı isimlerdir.
Bir kez daha belirtmekte yarar vardır ki gerek yoga, gerekse râbıta, ikisi de kişiyi sistemli olarak şartlandırmak ve hayâl edilebilecek en yüceltilmiş ideallere onu inandırmak için kendisine uygulanan birer alıştırma şeklidir. Öyle ise temel bakımdan ikisi de birer araçtırlar. Hatta belli bir eğitim sisteminin sadece birer aşamasıdırlar. Nasıl ki yoga egzersizleri ile yoginin “nirvana”ya hazırlanması amaçlanıyorsa, aynen öylece mürîdin de “fenâ fillâh” mertebesine ulaşabilmesi için ona ilk başlarda râbıta yaptırılır. Tarîkat metinlerinde, râbıtanın tek başına, mürîdi amaca ulaştırabileceği açıkça ifade edilmiştir. 3299
3297] Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 18. Ankara, 1994
3298] A.g.e., s. 86
3299] Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe s.. 10, Beyazıt Devlet Kütüphânesi No. 243435 istanbul-1923
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 871 -
Yine tarîkatın doktrinine göre mürîdin amaca ulaşabilmesi için önünde üç aşama vardır. Bunlar, (yukarıda özetle işaret edildiği gibi) sırayla:
1. “Fenâ fi'ş-şeyh”: Şeyhte eriyerek onunla bütünleşmek;
2. “Fenâ fi'r-Rasûl”: Peygamberde eriyerek onunla bütünleşmek;
3. “Fenâ fillâh”: (hâşâ !) Allah'ta eriyerek onunla bütünleşmek.
Dikkat edilirse bu sıralama, tarîkatın, mürîdi İslâm’ın evrensel atmosferinden alıp onu çok özel bir çizgiye yerleştirme konusunda oldukça sistematik bir rûhânî süreç belirlediğini göstermektedir! Bu özellik aynen yogada da vardır. 3300
Dolayısıyla yoganın amaçladığı “nirvana” ne ise, râbıtanın da amaçladığı “fenâ fillâh” odur.
Son Söz
VII. Abbasî halîfesi el-Me'mûn tarafından mîlâdî IX. yüzyılın başlarında Kur'ân'ın “mahluk” yani yaratık olduğu yolunda ortaya bir tez atılarak İslâm dünyasında büyük bir fitne başlatıldı. Tarih okuyanlar, bu fitnenin sonucu olarak nice mâsum insanların katledildiğini ve ne değerli ilim adamlarının zindanlarda süründürüldüğünü bilirler.
Tarîkatçıların tıpkı râbıta konusunda yürüttükleri kanâat gibi, onların da felsefî birtakım yorumlarla ortaya attıkları bu görüş yüzünden yarım yüzyıl boyunca Müslümanları saptırmaya ve onları çiğneyip ezmeye çalışanlar nihâyet günün birinde yanlış bir yolda olduklarını fark edip yaptıklarına pişman olma asâletini gösterebildiler.
Bu pişmanlık ve dönüşün şöyle de ilginç bir hikâyesi vardır: Ünlü hadis âlimlerinden Ebû Dâvud ve Neseî'nin de hocası olan Ebû Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî, 3301 zincire vurulmuş olarak zamanın halîfesi el-Vâsık'u Billâh'ın huzuruna çıkarılır. Dönemin âlimlerine yöneltilen o uğursuz sorunun aynısı son kez olarak ona da yöneltilir: "Kur'ân'ın 'yaratık' olduğunu kabul ediyor musun?!"
Can pazarında bu soru son fırsattır. Kurtulabilmek için bir kerecik “evet” demek yeter. Fakat ilim ve fazîlet numûnesi bu büyük insan, ne böyle davranabilecek bir kişiliğe sahiptir, ne de canı pahasına bile olsa Allah ile arasını bozmaya niyetlidir. Onun için hiç bir tereddüt ve korku belirtisi göstermeden gâyet rahat bir ruh hâleti içinde zamanın halîfesinin yanında bulunan Devlet Başkadısı'na, evet ya da hayır demeden önce şu soruyu yöneltir: "Söyler misiniz lütfen, Hz. Peygamber (s.a.s.), bu mesele hakkında sizden daha bilgili değil miydi?" Baş kadı, beklenmedik bu zekice soru üzerine irkilerek: "Elbette daha bilgiliydi" diye sinmiş bir edâ ile cevap verirken sonucu merakla beklemeye başlar.
Büyük âlim Ebû Abdirrahman, bu kez de şu soruyu yöneltir: "Peki Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı kabul etmeye zorladığınız bu görüşe insanları dâvet etme imkânına sahip değil miydi?!" Bu son soru, Baş kadı ve hazır bulunan halîfe'nin
3300] El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988
3301] Bk. Müslim b. Haccâc, el-Kina va'l-Esma' 1/523 Medîne-i Münevvere İslâmî İlimler Ün. yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy, Tarikh'ul-Khulefâ s. 369
- 872 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kafalarına bir balyoz gibi iner. Karşılarında insanların, dillerini yuttuğu bu iki heybetli adam, susmak zorunda kalır ve zincire vurulmuş bu zâtın karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. O dakikadan sonra Müslümanların tepesinde bulunan kara bulutlar artık dağılmaya başlar.
Şimdi hemen ifade etmek lâzımdır ki böyle bir dönüş yapma asâletini göstermek için sıra râbıtacılara gelmiş bulunmaktadır. Zira onlar da çok iyi biliyorlar ki Allah Teâlâ'nın kesinlikle ve hiç bir sûrette affetmeyeceğini bildirdiği tek suç şirktir. Şeref-i İlâhiye'ye dokunan bu ağır suç hakkındaki kesin hükmünü bize şu ifadelerle bildirmiştir: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi ise kuşkusuz iftira etmiş -bu yüzden de- büyük bir günaha girmiş olur." 3302
Bunca gerçekleri ortaya koyduktan sonra geliniz: "Allah ve Peygamber sevgisinin bir uygulaması olarak râbıtayı, nasıl olur da şirk diye niteliyorsunuz?" diyerek nefsinize, ya da uzun yıllar sizi şartlandıranlara yenik düşmeyiniz. Çünkü râbıtanın, gerek kaynak itibariyle, gerek düşünce olarak, gerekse şekil ve uygulama bakımından İslâm'dan bir unsur olması şöyle dursun, bilakis İslâm'a ne kadar aykırı ve yabancı olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu konu Allah'ın lûtfu ve yardımıyla işbu kitapta yeterince açıklanmış ve belgelendirilmiş bulunmaktadır.
Şimdi ise, yukarıda anlatılan hâdisede olduğu gibi büyük âlim Ebû Abdirrahman'ın, IX. Abbasî halîfesi, el-Vâsık ve Baş kadısı'na yönelttiği sorunun aynısını sizlere yöneltiyoruz: "Eğer İslâm'da râbıta diye bir şey olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetinden bunu hiç gizler miydi?! Peygamberlerin sıfatlarından biri de sıdk ve emânet değil midir? Devleti yönetmekten ve orduları sevk ve komuta etmekten tutun da misvak kullanmaya (yani dişleri fırçalamaya) ve traş olmaya, hatta zevciyet yatağındaki ilişkiler gibi hayatın en mahrem ayrıntılarına varıncaya kadar hemen her konuda ümmetini bilgilendiren Hz. Peygamber (s.a.s.), acaba bütün hayatında bir kez bile olsun, Nakşîlikteki râbıta gibi bir şeyden söz etmiş midir?!"
Ayrıca, Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izinde yürümek gibi bir gayret içinde olan insan acaba şu sorulara nasıl bir cevap bulabilecektir:
1. Mâide Sûresi'nin 35'inci ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerinin neresinde, yani hangi kelimelerinde, râbıta emredilmektedir?
2. Abdest alarak, tenha bir yerde oturarak ya da kapalı bir alanda ise kapıyı kitleyerek, teverruk oturuşunun tersiyle oturarak, şeyhin şeklini belli bir zaman içinde zihinde canlandırarak mürîd tarafından uygulanan ve Nakşîbendî Tarîkatında temel bir kural olan râbıta, Kur’ân-ı Kerîm'in neresinde, ya da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hangi hadisinde geçmekte veya emredilmektedir?
3. “Silsile-i Sâdât” listesinde adları geçen insanların gerçekten Nakşîbendî Tarîkatı adı altında bir taşkilat kurdukları bilimsel açıdan kanıtlanabilir mi? Örneğin Nakşîbendîlerce, tarîkatın birinci halkası sayılan Hz. Ebûbekr-i Sıddıyk, gerçekten böyle bir tarîkatın başı olduğunu biliyor muydu ? Bu konuda kesin bir
3302] 4/Nisâ, 48
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 873 -
kanıt var mıdır?
4. “Silsile-i Sâdât” listesinde adları geçenlerden ilk dördü (yani Hz. Ebûbekr, Selmân-i Fârisî, Kasım b. Muhammed ve Ca'fer'us-Sâdık -radiyallahu anhum- hazerâtı hâriç), Nakşîbendî rûhânileri arasında en az birinin, bozuk niyetli, câhil ya da ruhsal açıdan özürlü bulunmuş olabileceği ihtimali yok mudur? Eğer yoksa bu nasıl kanıtlanabilir?
5. Yoga meditasyonu ile râbıta karşılaştırıldığı zaman, aralarında (küçük farklarla) çok büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Acaba bu tamamen bir tesadüf müdür? Çünkü, (ancak XIX. yüzyılda bugünkü şeklini alan) râbıtanın, Nakşîbendîlik henüz Hindistan'a intikal etmeden önce bir kural olarak tarîkatta uygulandığını kanıtlayan hiç bir belge mevcut değildir.
6. İslâm Dini'nin değil temel konularında, en ufak ayrıntılarında bile (Kur'ân'a ve Sünnet'e bağlı Müslümanlar) arasında Asr-ı Saâdet'ten günümüze kadar hiç bir uzlaşmazlık yokken, râbıtanın, XIX. yüzyılın başlarından beri Müslümanların tepkisine hedef olması, bu düşüncenin yabancı olduğunu göstermiyor mu?
7. İyi niyetle de olsa her önüne gelen eğer İslâm'a bir şey ekleyecek olursa İslâm'ın da sonu diğer dinlerin sonuna benzemeyecek mi? Peki bunun sorumluluğu kime âit olacaktır?! Nitekim İsmâîlîlik, Nusayrîlik, Dürzîlik ve nihâyet Kadıyanîlik ve Bahâîlik adları altındaki sapık dinler, bu yolu izleyerek İslâm'dan kopmadılar mı? Dolayısıyla Nakşîbendîlik de bu yolu izliyorsa, “Efendi Hazretleri öyle buyurdu!” diyerek her söylentiyi kabul etmek doğru olur mu?
"Ben, hamd olsun müslümanım, mü'minim." diye ikrarda bulunmasına rağmen râbıtaya inanmış olan ve bu yüzden de çok ağır bir vebâlin altında bulunan her insan bu sorulara cevap bulmak durumundadır. Müslümanların ise, herhangi bir nedenle bu duruma düşmüş insanlara ilişkin hayırlı temennileri ancak şu olabilir:
Yüce Rabbimizi, Peygamberimiz, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'yı ve mürşidlerimizi sevmenin bir gereği, bir kanıt ve nişânesi olarak “râbıta” denen Hind yogasından alınma bâtıl düşünceye inanmış kimselerin, bu durumdan Allah'ın lutfu ile kurtulmalarını ve onların da bize katılarak şu duâda bulunmalarını içtenlikle diliyoruz: "Ey Rabbimiz ! Bizi doğru yola erdirmişken gönüllerimizi artık saptırma ve kendi tarafından bize bir rahmet bağışla. Gerçek şu ki Sen sınırsız bağışlayıcısın." 3303
Yüce Rabbimizin bu duâmızı kabul edeceğini, Kitabında gösterdiği yoldan ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) izinden yürümemizi kolaylaştıracağını elbette ki umuyoruz. 3304
Abdülaziz Bayındır, râbıta ve tasavvufî anlayış ve yorumlara çok daha sert bakar. Bayındır'ın Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış ve Duâda Evliyâyı Aracı Koyma ve Şirk adlı kitaplarından konuyla ilgili bazı özet alıntılar yapalım:
Müşrik, Allah’ı, yeryüzü krallarına benzettiği için arabuluculuk yapacak ve kendini ona karşı koruyacak birini arar. Bu, Allah’a yakınlığı olan ve onun geri
3303] 3/Âl-i İmrân, 8
3304] Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik, Ekin Y. İst. 1996
- 874 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çeviremeyeceği biri olmalıdır.
Katoliklerin konu ile ilgili inançları şöyledir: “Tüm insanların, özellikle de günahkarların lehine Babanın yanında tek Arabulucu İsa’dır. İsa’nın kendisi aracılığı ile Tanrı’ya yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter. Çünkü onlara aracılık etmek için hep yaşamaktadır. Kutsal Ruh’un kendisi de bizim için aracılık eder.3305 Meryem Ana’nın analığı.... bitmemiştir. Yinelenen arabuluculuğu ile ebedi esenliğimizi sağlayan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir. Onun içindir ki, Meryem Ana’ya Kilise’de avukat, yardımcı, yardıma koşan, arabuluculuk yapan diyorlar. 3306
Aynı inanç tarikatlarda da vardır. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yapılan görüşmenin konu ile ilgili bölümü şöyledir:
Mürit: “Bizim Şeyh Efendi’ye bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Meselâ bugün mahkemede avukat tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar dâvâyı kazanırlar. Şeyh Efendi de bizim avukatımızdır.”
Bayındır: “Siz, gizli açık her şeyi bilen Allah Teâlâ’yı hâkimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır.” 3307 Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fırsat bulacak da sizi savunacaktır.
Ensar’dan Ümmü’l-alâ diyor ki, muhacirlere kur’a çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed (s.a.s.) içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebu’s-Sâib (Osman bin Maz’un’un (r.a.) lakabıdır)! Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.” Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?” Dedim ki, “Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi Allah ya kime ikram eder?” Hz. Muhammed (s.a.s.) buyurdu ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum.” Ümmü’l-Alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem” 3308
Ama siz şeyhinizin cennete gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah’ın huzurunda sizi savunacağını söyleme cesaretini bile gösteriyorsunuz. Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah’ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan şeyh, hâşâ, Allah’ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargılamada hata mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu anlıyorsunuz değil mi?
Mürit: “Müftülükte bir müftü ile görüşmek istesen araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yetkiliyle, bir bakanla pat diye görüşebilir misin? işte Şeyh Efendi de bizimle Allah arasında bir vesile bir vasıta olmaktadır.”
Bayındır: Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl
3305] Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 2634
3306] Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 969
3307] 80/Abese, 34-37
3308] Buhârî, Cenâiz 3
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 875 -
söylenebilir. Bu inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına vasıta koymaktır. Zümer sûresinde buna dikkat çekilmektedir: “İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun yakınından veliler edinenler: ‘Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. işte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.”3309 Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla saptırmaktadır. Lütfen bana söyler misin, yaratan, besleyen, büyüten ve sana senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
Mürit: Tabii ki, Allah tanır.
Bayındır: Peki Şeyh Efendi senin neyini Allah’a tanıtacak?
Mürit: ?!
Görüşme, şeyhin yanında gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile konuşmaya katılan ve tarikatın ileri gelen âlimlerinden olan kişiler kastedilmektedir. 3310
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?” Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” 3311
Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız onlar, Allah’ın dilediği kimselere şefaat edebilirler, kendi dilediklerine değil. “De ki: O şefaat, bütünüyle Allah’ındır.” 3312; “Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaate yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler. Onlardan kim, ‘Ben Allah’a yakını bir ilâhım” derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle cezalandırırız.” 3313
Ebu Hureyre (r.a.) bildiriyor: “Kabilenin en yakınlarını uyar.” 3314 âyeti inince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: “Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Safiyye, (Rasûlullah’ın halası)! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Muhammedi kızı Fatma! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.” 3315
Tarikatlara, evliyayı aracı koyma (vasıta ve vesile) inancı yerleşmiştir. Bunlar kabirleri onun için ziyaret ederler. Bu konuda şöyle bir hadis de uydurulmuştur: “İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz.” Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının
3309] 39/Zümer, 3
3310] Abdülaziz Bayındır, Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış, 2. baskı, s. 107-110
3311] 10/Yunus, 18
3312] 39/Zümer, 44
3313] 21/Enbiyâ, 28
3314] 26/Şuarâ, 214
3315] Buhârî, Vesâyâ, 11
- 876 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farkında değillerdir.” 3316; “De ki: Allah’ın yakınından bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanı çağıralım da Allah bizi doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevrilmiş mi olalım? Tıpkı şeytanların açık arâdıye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, “Bize gel.” diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, “Doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Bize verilmiş emir, alemlerin Rabbine teslim olmamız içindir.”3317; “Sana ne iyilik gelse Allah’tan gelir. Sana ne kötülük gelse kendinden gelir. Seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.”3318; “De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” 3319
Sayın H. Kâmil Yılmaz şöyle diyor: “... Râbıtasız olmaz. Çünkü râbıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak sûretiyle "râbıta-i huzur"a ermektir. Yani sâlik'in daima Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesini sağlamaktır. Her an Allah'ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve mânen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-i Müteâl’e kalbini rabtetmeli ve bu sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a varmalıdır. Râbıtaya somuttan soyuta geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan "Her nerede bulunursa bulunsun Allah'ın huzurunda olduğu" duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna muktedir olabilenler için râbıtaya ihtiyaç yoktur.” 3320
Bu ifadelere göre râbıta, insan-ı kâmil konumundaki şeyhe yapılır. İnsan-ı kâmil, son derece tehlikeli bir kavramdır. Şeyhi doğrudan doğruya Allah yerine koymaktır. Bunun böyle olduğunu daha sonra, Sayın Yılmaz’ın Altınoluk dergisine yazdığı bir yazıdan okuyacağız. Sayın Yılmaz’a göre râbıtanın gerekçesi şudur: “... Allah müşahhas (elle tutulup gözle görülen) (somut) bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir...”
Müşahhas, somut olan, gözle görülen ve kendine dokunulabilen demektir. Tecellî; gözükmek, ortaya çıkmak anlamınadır. Allah'ın tecellî etmesi de Allah'ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamına gelir. Mazhar, ise ortaya çıkma yeri demektir. Şeyhin, “Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı” olması, “Allah’ın kendinin veya gücünün en mükemmel şekilde, onun şahsında ortaya çıkması demek olur. Yani Allah, gözle görülen ve kendine dokunulan bir varlık olmadığından müridin, daima Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesi için kalbini önce; Allah'ın en mükemmel görüntülerinin ortaya çıktığı "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhe bağlamasına, zihnini ve hedefini onun üzerinde yoğunlaştırmasına ihtiyaç duyulur. İşte râbıtanın sebebi budur. Şeyh somut, Allah ise soyut bir varlıktır. Râbıta sayesinde somuttan soyuta, yani şeyhten Allah’a geçmek mümkün olur.
3316] 46/Ahkaf, 5
3317] 6/En’âm, 71
3318] 4/Nisâ, 79
3319] 7/A’râf, 188; Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 52-58
3320] H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 501
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 877 -
Bunun daha açık ifâdesi, müridin Allah’a gereği gibi kul olması için, önce şeyhe kul olmasını ve böylece bir kulluk eğitiminden geçmesini sağlamak maksadıyla râbıtanın gerekli görülmesidir. Bu, müride Allah’ın bağışlamayacağı şirk suçunu işleterek yaptığı bütün hayırların yok olmasına sebep olmaktır. İslâm adına böyle bir şeyi yapmaktan daha ağır bir suç olabilir mi?
Müridin, önce şeyhe kul edildiği, “Biz Bilmeyiz Büyükler Bilir” başlığı altında verilen alıntılarda da görülecektir. Çünkü tarikatta “Mürit, nefsini yaratılmışların en hakiri görecek 3321 ve inanacak ki, Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin araya girmesi ile olacaktır.”3322 O zaman ona yakışan, şeyhine karşı yıkayıcı önünde ölü gibi olmasıdır. 3323
Sayın Yılmaz, yukarıda, râbıta ile ilgili sözlerini şöyle devam ettiriyor: “....Sâlik önce bu insan-ı kâmile (yani şeyhe), ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-i Müteâl’e kalbini rabtetmeli (bağlamalı) ve bu sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a varmalıdır.”
Allah ile kul arasına hiçbir şey girmemesi gerekirken araya önce şeyh, sonra Hz. Peygamber konulmaktadır. Hz. Peygamber Allah’ın Elçisidir. Elçi, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da onları bize ulaştırmıştır. Ne âyette, ne hadiste ne de onun herhangi bir uygulamasında delil olabilecek bir şey bulunabilir. Elçiyi, elçilik görevi dışında, Allah ile kul arasında bir arabulucu saymak onu tanrılaştırmak olur. Şeyhe gelince, o olsa olsa bir öğretmen olabilir. Ona bundan ileri bir vasıf verilemez. Ama yukarıda o, bir tanrı yerine konmuştur. Burada ayrıca, fenâ fî’ş-şeyh, yani şeyh ile bütünleşme, fenâ fî’r-resûl Elçi ile bütünleşme ve fenâfillah, yani Allah ile bütünleşme gibi İslâm ile ilgisi olmayan Hint kaynaklı kavramlar kullanılmaktadır. 3324
Râbıta ve Murâkabe
Yılmaz: “... râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....”
Bayındır: Murâkabenin kök anlamı, bekleme ve gözetlemedir. Murâkabe, bir işin karşılıklı yapıldığını gösteren fiil kalıbında olduğu için karşılıklı olarak birbirini bekleme ve gözetleme demek olur. Biri diğerine, “Şu evi sana hibe ettim, ama benden önce ölürsen ev bana döner.” şeklinde bağış yaparsa ona ruqbâ denir. Ruqbâ, murâkabe anlamınadır. Çünkü bu iki kişiden her biri evin sahibi olmak için, diğerinin daha önce ölmesini gözetler.3325 Bir de teveccüh vardır, bir tarafa yönelme anlamına gelir.
Allah ile murâkabe noktasına gelen kişide, yalnız Allah’ta bulunan özelliklerin ortaya çıktığı iddia edilir. Tasavvuf câmiasının el kitabı olan “Âdâ”a göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret mertebesi, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür. 3326
3321] Muhammed bin Abdullah Hâni, Âdâb, s. 173
3322] A.g.e., s. 172
3323] A.g.e., s. 173
3324] A. Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 128-131
3325] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Rkb maddesi
3326] Muhammed bin Abdullah Hânî, Âdâb, s. 268
- 878 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mülk, yönetilebilen bir şeyi hâkimiyeti altında tutmaktır. Mülkiyet, mülk olma anlamına gelir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Allah’a ait olan mülk demektir. İnsanın iç aleminde ve kâinatta tasarruf yetkisi melekût kapsamına girer.
Âdâb kitabının iddiasına göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişi, kendine verilen bakanlık sayesinde hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olur. Çünkü o, mülkte ve melekûtta kolayca tasarrufa başladığı gibi hatırlardan geçen işlere vâkıf olmaya ve gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmaya da başlar. Sayın Yılmaz’ın Türkçe’ye çevirdiği kitapta da büyüklerin murâkabesi ile ilgili şunlar vardır:
“Onlar murâkabe ile gönüllerini Allah’a bağlarlar. Allah’ın murâkabe konusunda kendilerini korumasını dilerler. Çünkü Allah Teâlâ onları nücebâsından ve has kullarından kılmış; hallerini başka kimselere açmamalarını istemiş ve işlerini bizzat yönettiğini ifade buyurmuştur: “O sâlihleri yönetir.” 3327
Sayın Yılmaz; “... Râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....” diyor. Râbıta yapan, o makamlara çıkabildiğine göre kendine râbıta yapılan şeyh hangi mertebede olur? Bunu da Âdâb kitabından dinleyelim: “... Bu üstün tarikata sülûk, kendine bağlanılan şeyhle râbıtaya bağlıdır. Onun sevgisi, murad olan bu yolu çabuk aldırır. Onun çekim kuvveti, anlatılan kemâlât (olgunluklar) ile boyayıp süsler. Onun bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, mânevî hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinden yetişip yaşarlar. Evtad, nücebâ, onun kemâlât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır. Ya bir de isterse... düşünün artık olacağı...” 3328
Demek ki, murâkabe ve teveccüh sayesinde kendine bakanlık verilen, hem kâinatta hem de insanın iç âleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olan nücebâ, sadece, şeyhin kemâlât denizinden akıp gelen bir damlaymış. Bunlar büyük bir iftiradır. Kur’an’a bu kadar ters ifadeler, nasıl bir araya getirilebiliyor, sonra sanki Kur'ân hükümleri imiş gibi takdim edilebiliyor, hayret doğrusu! insanların iç dünyalarından haberdar olmak da ne demek oluyor. Daha sonra, ilgili âyetlerde görüleceği gibi Hz. Peygamber bile kimsenin iç dünyasından haberdar olamazdı. Bu inancın tek dayanağı hurafelerdir. Bir hurafe, bir başka hurafeyi zorunlu kılmaktadır. Kalbi bir kişiye emanet edip, onunla bütünleşebileceğine inanmak için, onun kendi iç dünyasından haberdar olduğuna inanmak gerekli olur. Böyle sayılmayan birine kalp nasıl emanet edilebilir?
Sayın Yılmaz’ın tercüme ettiği kitapta, murâkabeye delil olarak sadece “O sâlihleri yönetir.” 3329 âyeti gösterilmiştir.3330 Âyetten cımbızla çekilen bölümü, başı ve sonu ile birlikte okumak, yapılan yanlışın ne boyutta olduğunu görmek için yeter. Orada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Onların
3327] 7/A’râf, 196; Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma, tercüme, Hasan Kâmil Yılmaz, -Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’ tercümesi-, İstanbul, 1417-1996 s. 54
3328] Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb, s. 238
3329] 7/A’râf, 196
3330] Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’ tercümesi, s. 54
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 879 -
yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın.’ Çünkü benim velim Kitap'ı indiren Allah'tır. O, iyilere velilik eder. O'nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler." 3331
Onlar da bizim gibi kullar olduğuna göre, Allah’ın hiçbir peygambere vermediği yetkileri onlara yakıştırırken neye dayanılır? Aşağıdaki konu üzerinde biraz düşünen herkes, din adına yapılan bu yanlışlığın affedilemez boyutta olduğunu kolaylıkla fark eder. Hz. Nuh’un gemisi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. O, bir kenarda duran oğluna şöyle seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin, kâfirlerle beraber olma. O, ‘Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’ diye cevap verdi, Nuh ise: ‘Onun merhamet ettikleri bir yana, bugün Allah'ın bu işinden koruyacak biri yoktur’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş bitti ve gemi Cûdî üzerine oturdu. ‘Haksızlık yapan kavim def olsun’ denildi. Nuh Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin verdiğin söz elbette doğrudur. Hem sen karar verenler arasında en isabetli kararı verirsin’ dedi. Allah, ‘Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değildir; çünkü o uygunsuz bir iştir. Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ ‘Rabbim! dedi. Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybedenlerden olurum." 3332
Hz. Nuh’un Allah’tan yanlış bir istekte bulunmuş olmaktan dolayı takındığı tavır ile yukarda din adına takınılan tavrı ibretle izlemek gerekir.
Râbıta Şirktir:
Yılmaz: “... Kitapta, bir önceki soruda ‘râbıtanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldığını ve murâkabe noktasına gelen bir sâlikten râbıtanın düştüğünü, böyle bir kişinin râbıtasının şirk sayılacağını’ söylemişiz...”
Bayındır: İşte Sayın Yılmaz’a göre râbıta şirktir. Murâkabe noktasına gelenin râbıtası şirk ise, başkalarının râbıtası da şirk olur. Çünkü iman ve şirk konuları kişiye göre değişmez. Gerek burada alıntısını yaptığımız yazılara ve gerekse tasavvuf kitaplarına göre müridin tek görevi, kayıtsız şartsız şeyhe teslim olmak yani ona kul olmaktır. Mürit şeyhe, şeyh Allah’a kul olur. Râbıtayı, murâkabe noktasına ulaşmış büyükler için şirk sayıp mürit için bir görev bilme, bu anlayışın sonucudur. Aşağıdaki ifade de bu anlayıştan kaynaklanmıştır:
“Mürit, aracısız olarak, Allah Teâlâ’dan feyiz alabiliyorsa râbıtayı terk etmesi vaciptir. Bu durumda râbıta ile uğraşmak, perdeli basamağı, yüzyüze olma basamağına tercih etmek olur. Bu ise Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek sayılır. Ancak râbıtayı bırakmasına rağmen şeyhinin sevgisini kalbinden çıkarmaz, ona bağlılığını terk etmez. Çünkü bu, yüz yüze olma halini artırır.” 3333
Bazı şeyhlerin resimleri müritlere dağıtılır ve râbıta yaparken ona bakmaları söylenir. Eğer mürit heykeli yasak bilmese, evine şeyhinin heykelini koyar, râbıta yaparken onun karşısına geçer, kendini alçaltır, son derece tevazu ile yalvarır ve rûhâniyetinden yardım isterdi. Ona karşı kendini yok sayıp, bütün
3331] 7/A’râf, 191-197
3332] 11/Hûd, 40-47
3333] Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb, s. 242
- 880 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hücrelerini şeyhiyle doldururdu. Heykel yerine şeyhin hayalini koymak neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan değil, onun temsil ettiği varlığın rûhâniyetinden yardım beklerler.
Çünkü râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır.3334 O, şeyhin sûretini alnının ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin ortasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir. 3335
Sonra onun rûhâniyetine yönelir, kendisinde cezbe ve gaybet ortaya çıkıncaya kadar râbıtaya devam eder. Cezbe kendinden geçmesi,3336 gaybet ise kendini ve sahip olduğu özellikleri bırakıp şeyhin sûretinde kaybolmasıdır. Bu noktaya gelince şeyhin rûhâniyetini, olgunluklarıyla birebir sûretinde gözlemler, şeyhin sıfatlarıyla, kendine has halleri ile hallenir.3337 Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin rûhâniyeti müridi râbıta ile terbiye eder ve onu, Allah’a ulaştırır. 3338
Şu âyet buraya ne kadar da uygun düşmektedir: “İyi bil ki, o saf din Allah için olan dinidir. Onun yakınından veliler edinenler; ‘Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ederiz’ derler. işte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” 3339
Tarikata göre şeyh bir çeşme gibidir. Engin denizinden, râbıtasını yapan müridin kalbine feyiz aktarır.3340 Râbıta yapan müritte, şeyhin rûhâniyeti tasarrufa başlar. Üzerine ilahi kemâlâtı ve rabbani tecellîler feyzini yağdırır. Böylece onu yüksek makamlara ulaştırır. Feyiz veren şeyh, ister ölü, ister diri olsun, ister yaptığını anlasın, ister anlamasın3341 fark etmez. Hakiki şeyh, müritle Rabbi arasında vâsıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir. 3342
Râbıta edilen mürşid-i kâmil, fenafillah makamına ulaştıktan sonra, bekâbillah makamı da kendisi için hasıl olmalıdır.3343 Fenâ fillâh, onun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahi vasıflarla donanmasıdır. Beka billâh da kendi sıfatlarının yerine Allah’ın sıfatlarının geçmesidir.3344 Yani Allah ile bütünleşmesidir. Durum böyle olunca, mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, rûhâniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Hak Teâlâ’nın tasarruflarıdır. 3345
Mâdem şeyhten yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir3346 öyleyse mürit şeyhin sevgisini daima içinde beslemeli, her durumda ona bağlılığını korumalıdır.
3334] Sadık Dana, Altınoluk Sohbetleri I, s. 39-40
3335] Muhammed b. Abdullah Hânî, Adâb, s. 239-242
3336] Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 520
3337] Muhammed b. Abdullah Hânî, Adâb, s. 237
3338] A.g.e., s. 239-242
3339] 39/Zümer, 3
3340] A.g.e., s. 237
3341] A.g.e., s. 239-242
3342] A.g.e., s. 244
3343] A.g.e., s. 243
3344] Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 524
3345] M. A. Hânî, Adâb, s. 239-242
3346] A.g.e., s. 244
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 881 -
Bütün vakitlerde râbıtaya devam etmeli, hiçbir şekilde ondan ayrılmamalıdır. 3347
Eğer bu şirk değilse, şirk diye bir şey olmaması gerekir. Burada şeyh, tam bir ilâh konumundadır. Çünkü ilah, kendine kulluk edilen her şeye verilen isimdir. İlah kelimesinin, hayran kalma anlamı da vardır. Çünkü kul, kulluk ettiği şeyin özelliklerini düşününce hayranlık duyar (Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, “ilh” maddesi). Allah’ın dışında, kendine kulluk edinilen her şey onu öyle kabul edene göre ilahtır. Putlara ilah derlerdi, çünkü onların kulluğu hak ettiklerine inanırlardı. Onlara verilen isimler bunların inançları sebebiyledir, yoksa onlarda bir şey olduğundan dolayı değildir. 3348
İlham
İçe doğan her şey ilham değildir, şeytan vesvesi de olabilir. Çünkü şeytan "İnsanlara vesvese veren, onların içini karıştıran"3349 bir varlıktır. İlham ile vesveseyi ayırabilmek için içimize gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir. İşte nefs-i mülheme budur. Mü’min-kâfir, herkesin nefsi nefs-i mülhemedir. Allah ona, isyankarlığını ve takvâsını ilham eder. Allah insanın kalbine birçok şey doğurur. Bu da mü'min ve kâfir ayırımı olmadan her insanda olur. Şâirler ve buluş sahipleri buna örnek verilebilir. 3350
Râbıta
Bayındır: Bir de râbıta'nız var.
Şeyh Efendi: Evet doğru. Râbıta bir müridin, mürşid-i kâmilinin rûhâniyetiyle beraber, sûretini kalp gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibârettir 3351.
Bayındır: Daha iyi anlamak için soruyorum, mürit şeyhini yükseklerde görüyor, onun birçok yetkiye sahip olduğunu düşünüyor, kendisini de düşük seviyede sayıyor. Sonra şeyhinin hayalini karşısına getiriyor ve ondan yardım istiyor. Bunu şeyhinin yanında yapmıyor değil mi?
Şeyh Efendi: Doğru. Muhammed Halid Hazretleri, Risale-i Halidiye’sinde şöyle buyuruyor: Râbıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin rûhâniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin rûhâniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini, kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir. 3352
Bayındır: Aman Allahım! Söyler misiniz bana, bunu neye dayandırıyorsunuz?
3347] M. A. Hânî, Adâb, s. 239-242
3348] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “ilh” maddesi; A. Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 134-147
3349] 114/Nâs, 5
3350] Abdülaziz Bayındır, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, s. 106-107
3351] Ruhu’l-Furkan, c. 2, s. 64
3352] Ruhu’l-Furkan, c. 2, s. 64
- 882 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeyh Efendi: Bunun delili vardır. Hz Ebubekr (r.a.) kazâ-i hâcet (tuvalet ihtiyacını gidermek) için Efendimiz’den (s.a.s.) hâlî bir yer bulamadığından, bu durumu Efendimiz’e şikâyet etti. Efendimiz de ona ruhsat verdi. 3353
Bayındır: Yani Hz. Ebûbekr, tuvalette, Allah'ın elçisinin rûhâniyetiyle beraber, sûretini kalp gözünün önüne getirerek hayal edip kalbiyle ondan yardım mı istiyordu?
Mürit: Hayır, öyle değil. Yani Hz. Ebûbekr tuvalette, ihtiyacını karşılarken bile Muhammed’i (s.a.s.) hayal ediyordu.
Bayındır: Çok sevdiği kişinin hayali insanın gözünün önünden gitmez. Şair, sevgilisi için “Gündüz hayalimde, gece düşümde” diyor. Bu gâyet normaldir. Hz. Ebûbekr, Muhammed (s.a.s.)’i çok sevdiği için tuvalette bile aklından çıkaramadığını ifade etmektedir. Sizin tarif ettiğiniz râbıtayla bunun ne ilgisi var? Siz râbıta sırasında şeyhin rûhâniyetinin müridin yanına geldiğini iddia ediyorsunuz. Şeyhin rûhâniyeti müridin yanına nereden geliyor ki mürit ondan yardım istesin?
Şeyh Efendi: Rûhâniyetin gözüktüğünün delili vardır. Yusuf Sûresi'nde şöyle buyruluyor: "(Yusuf aleyhisselam kasıtsız olarak, elinden gelmeyerek) ona (Züleyha'ya) meyletti. Rabbisinin burhanını (delilini) görmeseydi, (o meyline göre hareket edebilirdi).”3354 Bu âyetin tefsirinde ekseri müfessirler, Allah dostlarının tasarruf ve imdadını (gücünü ve yardımını) açıklamışlardır. Müfessirlerden Keşşaf, doğruluktan ayrıldığı ve Mutezile Mezhebinin görüşüyle vasıflandığı halde Yakup aleyhisselamın ruhaniyyetinin, şaşkınlığından parmaklarını ısırmış olduğu halde Yusuf aleyhisselama gözükerek “O kadından sakın.” dediğini açıklamıştır.” 3355
Bayındır: Siz herhalde Keşşâf tefsirini hiç okumadınız. Yoksa bunu asla söylemezdiniz.
Yusuf Sûresi’nin 24. âyetinde Züleyha'nın Yusuf aleyhisselam ile birleşmek için yaptıkları anlatılırken şöyle buyruluyor: “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinın burhânını görmeseydi o da kadına meyledecekti...” Keşşaf tefsiri, âyette geçen bürhan kelimesinin ne anlama geldiğini açıkladıktan sonra şöyle devam ediyor:
“.... Âyette geçen burhan şu şekillerde de açıklanmıştır: Yusuf aleyhisselam bir ses duydu, “Aman kadına yaklaşma!” diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup aleyhisselamı parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi...” Keşşaf’ta bu görüş sahipleri için aynen şu ifadeler yer alıyor: “Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur...” 3356
Biraz düşünülse bunun Yusuf Sûresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyruluyor: “(Yakup) Onlardan yüz çevirdi Vah Yusuf’um vah!” dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.”3357 Bu olay, Hz.
3353] Ruhu’l-Furkan, c. 2, s. 76
3354] 12/Yusuf, 24
3355] Rûhu’l-Furkan, c. 2, s. 65-66
3356] Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. 1, s. 467
3357] 12/Yusuf, 84
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 883 -
Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeşlerinden Bünyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştu. Eğer Bünyamin'i Hz. Yusuf'un alıkoyduğunu bilseydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü? Lütfen bunu râbıtanın delili sayıp da kendinizi daha da kötü duruma sokmayın.
Şeyh Efendi: Ubeydullah el-Ahrâr es-Semerkandî hazretleri "Sadıklarla beraber olun." 3358 âyetinin tefsirinde şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sadıklarla beraber olmak, sûrette ve mânâda onlarla beraber olmaktır." Sonra da mânevî beraberliği râbıta ve huzurla tefsir etmiştir ki, bu ehlince malum olan meşrû bir iştir. 3359
Bayındır: Sûrette ve mânâda sâdıklarla yani dürüst kimselerle beraber olmaktan ne anlıyorsunuz? Bir kimseyle beraber olmak hem onun yanında yer almak hem de onunla aynı duygu ve düşünceleri paylaşmak anlamına gelir. Yanında olduğunuz kişi ile aynı duygu ve düşünceleri paylaşmıyorsanız bu tam bir beraberlik sayılmayacağı gibi aynı duygu ve düşünceyi paylaştığınız kişinin yanında yer almazsanız gene beraber olmuş sayılmazsınız. Burada anlatılan odur. Bunun râbıta ile ne ilgisi var?
Bazı şeyhler müritlerine resimlerini dağıtıyor ve râbıta yaparken ona bakmasını söylüyorlar. Siz de bunu yapıyor musunuz?
Mürit: Bizde öyle bir şey yoktur. Hz. Muhammed resmi yasaklamıştır.
Bayındır: Eğer Hz. Muhammed yasaklamamış olsaydı yapar mıydınız?
Mürit: Belki yapardık. Çünkü resme bakmak, şeyhi kalp gözünün önüne getirerek hayal etmekten kolaydır. O zaman şeyhin sûreti baş gözüyle görülmüş olur.
Bayındır: Peki ya dinimizin heykeli yasak etmediğini farzetsek o zaman da heykelini yapar mıydınız?
Mürit: Heykel yasak ama.
Bayındır: Yasak olmadığını farzedin.
Mürit: Belki o da yapılırdı. Her müridin evinde şeyhin bir heykeli bulunabilirdi.
Bayındır: O zaman mürit, şeyhinin putu karşısına geçecek, ona râbıta yapacak ve onun rûhâniyetinden yardım isteyecekti. Ona karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvaracaktı. Puta tapanların yaptığı zaten bundan başkası değildi. Aradan heykeli kaldırıp yerine şeyhin hayalini geçirmek neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan bir şey beklemiyor, onun temsil ettiği varlığın rûhâniyetinden yardım bekliyorlardı.
Sizin tarif ettiğiniz râbıtaya sadece şu âyet delil olabilir: “İyi bil ki, saf din Allah’ın dinidir. Onun berisinden veliler edinenler: ‘Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz’ derler. İşte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.”3360 Bu âyet, Kur’an-ı Kerim’de şirki tanımlayan âyettir.
3358] Tevbe 9/119
3359] Rûhu’l-Furkan, c, 2, s. 66
3360] 39/Zümer, 3
- 884 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şeyh Efendi: Biz insanlara bize ibâdet edin demiyoruz ki.
Bayındır: Siz herhalde ibâdetin ne olduğunu bilmiyorsunuz. Söyler misiniz bana, mürit şeyhin yanında nasıl olmalıdır?
Şeyh Efendi: Bak, şimdi sana müridin adâbını söyleyeyim de içinde ne varsa ortaya dök.
Müridin inancı şöyle olmalıdır: “Ben ancak bağlı bulunduğum şeyhim ile hedefime ulaşabilirim.”3361 Haklı dahi görünse mürîdin üstadına itirazı haramdır.3362 Hz. Mûsâ ile Hızır aleyhisselam kıssasında olduğu gibi şeyhe itiraz çok çirkindir. İtirazcının özrü kabul edilemez. İtirazdan doğan ayrılığın ilacı yoktur. Bu itirazın zararı, mürit üzerine akan feyzin kapanmasıdır.3363 Müride lazım olan şartlardan biri de şeyhin emrettiği şeyleri tevil etmeyerek ve geciktirmeyerek yapmasıdır. Zira tevil ve geciktirme büyük kesintiye sebeptir. 3364
Âdâbdan biri de şeyhinin sevmediği hoşlanmadığı şeylerden kaçınıp, şeyhinin güzel ahlâkına ve yumuşaklığına aldanıp da sevmediği şeyleri yapmamasıdır 3365. Şeyh müride bir şey telkin ettiğinde devamlı onunla meşgul olmalı ve kalbine hayır ve şer bir şey getirmemelidir 3366. Sâdık müridin sermayesi sevgi ve bağlılıktır. İnatlık asâsını ve muhâlefet sevdâsını bırakıp şeyhin emri altında sükûnettir. Tarikata sevgisi ve şeyhine bağlılığı artan mürit tarikatta kalmaktan emin olur. 3367
Bayındır: Yani kısaca mürit şeyhinin kölesi olacak. Hatta köleden de öte bir bağlılığı olacak. Çünkü köle efendisine zaman zaman baş kaldırır, baş kaldıramasa bile içinden homurdanır ama mürit hem içi ile hem de dışı ile şeyhin tam kölesi olacak. Şeyhin emri altında sessiz sadâsız beklerse tarikattan atılma korkusu olmayacak.
Şeyh Efendi: Mürit şeyhinin terbiyesinde ölü yıkayanın elindeki ölü gibi olmalıdır ki, şeyh, müride istediği gibi hareket edebilsin.3368 Mürit tam bağlı olmazsa şeyh onu nasıl yetiştirebilir?
Bayındır: Bağlılığın da bir sınırı var. Burada bütün sınırlar aşılıyor. İnsanları kendine köle eden bir tek peygamber yoktur. Böyle bir şey Kur'an'a temelden karşıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Hiç bir insanın hakkı yoktur ki, Allah ona Kitap, doğru bilgi ve peygamberlik versin, o da tutsun halka, ‘Allah'tan önce bana köle olun’ desin. Onun diyeceği şudur: "Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre katıksız olarak Rabbe köle olun."3369 Diyorsunuz ki, eğer müridin şeyhine bir itirazı olursa bunun ilacı yoktur. Bunun için kölelik kelimesi de yetersiz kalır. Peki bu, şeyhe ibâdet değildir de ya nedir?
Mürit: Bunun neresi ibâdettir, Allah aşkına!
3361] M. Zahit Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 2, s. 247
3362] A.g.e., c. 2, s. 5
3363] A.g.e., c. 2, s. 246
3364] A.g.e., c. 2, s. 246
3365] A.g.e., c. 2, s. 248
3366] A.g.e., c. 2, s. 248
3367] A.g.e., c. 2, s. 250
3368] A.g.e., c. 2, s. 245
3369] 3/Âl-i İmrân, 79
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 885 -
Bayındır: Evet sadece ibâdet yok, istiâne (yardım isteme) de var. Her ne kadar günde kırk kere Fâtiha sûresini okuyup "(Allahım!) Yalnız sana ibâdet ederiz ve yalnız senden istiânede bulunuruz." deseniz bile söylenenlerde hem Allah'tan başkasına ibâdet var, hem de Allah'tan başkasından istiâne.
Bir insanın sevap namına yaptığı bir şey olmasa da şirkten uzak bir inancı olsa ve tevbe etmeden ölse Allah bu şahsın günahlarını bağışlayabilir. Çünkü o, şöyle buyurmuştur: "Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bunun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar." 3370 İşte başkasına köle olmamızı kabul etmeyen Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.s.)’e emri: "De ki: "Ey cahiller! Şimdi bana, Allah'tan başkasına kölelik etmemi mi emrediyorsunuz? Sana da, senden önceki elçilere de şu muhakkak vahyedilmiştir: ‘Hele bir şirke düş; amelin kesinkes yanar ve sen kaybedenlerden olursun. Hayır; yalnız Allah'a kölelik et ve şükredenlerden ol. Onlar Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. Oysa ki kıyâmet günü, bütün yeryüzü O'nun avucunun içinde olacaktır. Gökler O'nun sağında dürülmüş olur. O, ortak koştuklarından uzak ve yücedir." 3371
Mürit: Elimizdeki meallerde kulluk kelimesi kullanılıyor, ama sen onun yerine "kölelik" kelimesini kullanıyorsun. Bu yaptığın doğru mu?
Bayındır: Türkçede "kul" ile "köle" aynı anlamdadır. Yunus Emre; “Tapduğ’un tapusunda kul olduk kapusunda / Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdulillah” derken “köle olduk kapusunda” demek istiyor.
Kul ve kölenin Arapçası abd kelimesidir. Hz. Muhammed de Allah'ın abd'idir. Kelime-i şehadette “Ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve Rasûluh; Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kölesi ve elçisidir.” deriz. Yalnız Allah'a köle olup başkasına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak demektir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili inen şu âyeti de okumak yerinde olur. "Az kalsın baskı ile seni, sana vahyettiğimizden ayıracaklardı ki, başkasını uydurup üstümüze atasın. Böyle yapsaydın, kuşkusuz seni dost edinirlerdi. Eğer seni sağlamlaştırmış olmasaydık, andolsun onlara bir parça yanaşacaktın. O zaman biz de sana, hayatın kat kat azabını ve ölümün kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine bir yardımcı da bulamazdın." 3372 Hz. Muhammed bile tehlikeye düşecek gibi olduğuna göre kendimizi bu açıdan gözden geçirmemiz gerekmez mi?
Mürit: Tamam, bunları anladık. Şimdi sen yukarıdaki ağır iddianı ispatla bakalım.
Bayındır: Allah'ın bütün peygamberlere söylediği şu sözü hatırlayalım: "Hele bir şirke düş; amelin kesinkes yanar ve sen kaybedenlerden olursun." 3373
Mürit: Bizim yaptığımızın nesi şirk? Sen esas onu anlat.
Bayındır: Öyleyse iyi dinle. “İbâdet” sözlükte tâat anlamına gelir. Türkçede buna kulluk denir. Tâat boyun eğmek demektir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek” anlamında kullanılır.3374 İtaat Tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demektir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Âyette şöyle buyrulur: “Sonra,
3370] 4/Nisâ, 48
3371] 39/Zümer, 64-67
3372] 17/İsrâ, 73-75
3373] 39/Zümer, 64-65
3374] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut 1410/1990
- 886 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: "İsteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin" dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.”3375 Tâat de aynı köktendir; yine boyun eğmen anlamına gelir ve daha çok “emre uymak ve izinden gitmek” anlamında kullanılır. 3376
Abd; kul, yani köle anlamına gelir. İnsanlar, güçlerinin yettiğini kendilerine köle etmeğe, güç yetiremediklerine de köle olmağa meyillidirler. Krallar halkı, kendi köleleri gibi görmek istemişler, kayıtsız şartsız boyun eğdirmeğe çalışmışlardır. Kur’an’ı Kerim’de bunun örnekleri vardır: “Firavun Adamlarını toplayıp seslendi, ve şöyle dedi: ‘Sizin en yüce Rabbiniz benim." 3377
“Rab” sahip demektir. Araplar kölenin sahibine rab derler Hz. Yusuf köle olarak Mısır’ın bir devlet yetkilisine satılmış, o yetkilinin karısı Züleyhâ Hz. Yusuf’a aşık olmuş ve beraber olmak istemişti. O sırada olanları anlatan âyet şöyledir: "Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapıları sıkı sıkı kapadı ve ‘gelsene!’ dedi. Yusuf: ‘Günah işlemekten Allah'a sığınırım, doğrusu senin kocan benim rabbimdir; bana iyi bakmıştır. Zâlimler iflâh olmazlar ki’ dedi.”3378 Biz de Efendi deriz. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler, Allah’tan başkasının kendi rableri ve efendileri olmasını da kabul etmezler. Dikkat ederseniz efendi kelimesi tarikatlarda sıkça kullanılır. Krallar siyasî ve askerî güçlerini kullanarak, zenginler paralarını, kimileri de dini kullanarak insanları kendilerine kul etmektedirler. Dini kullananlar bunların en kötüsüdür. Çünkü insanlar bunlara kulluk etmeyi Allah'a kulluğun bir parçası sayarlar. Siz Allah ile birlikte şeyhinize de köle oluyorsunuz. Râbıta sırasında şeyhinizin rûhâniyeti karşısında boyun eğiyorsunuz. Hâlbuki, Fâtiha Sûresi'nde "Yalnız Sana köle oluruz" diye Allah'a söz veriyoruz.
Mürit: Kendine kulluk edilmesini isteyen şeyh var mı?
Bayındır: Önceki açıklamalar yeterli olmadı herhalde. Şeyhe tam bağlanmak, ona râbıta etmek, kalble ondan yardım istemek ve ona asla itiraz etmemek gerektiğini söylediniz. Hatta şeyhin önünde mürit, gassalın (ölü yıkayıcısının) önündeki meyyit (ölü) gibi olmalıdır, dediniz. Bu köleliğin son noktası değil midir? Bundan ileri bir kölelik düşünülebilir mi? Allah’ın istediği, insanın yalnız kendisine köle olmasıdır: “Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kölelik edin ki, korunabilesiniz.” 3379
Hz. Muhammed de Allah'ın kölesidir. Kelime-i şehâdet getirirken “Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kölesi ve elçisidir” deriz. Ona bundan başka bir makam vermek Hırıstiyanlara benzemek olur. Onlar Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demiş, onu Allah’a halef kılmış, ona ibâdet etmeye ve ondan yardım dilemeye başlamışlardır. Sanki haşa! baba emekli olmuş da oğul onun yerine oturtulmuş gibidir. Bu sebeple ibâdet etmiş olmak için puta secde eder gibi şeyhe secde etmek gerekmez.
Mürit: Bir de istiâne vardı.
Bayındır: Gelelim istianeye: İstiâne, yardım istemek demektir. Fâtiha sûresini
3375] Fussilet 41/11
3376] Râğıb el-Isfehânî, s. 529
3377] 79/Nâziât, 23-24
3378] 12/Yusuf, 23
3379] 2/Bakara, 21
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 887 -
her okuyuşumuzda “iyyâke nestaîn” deriz. Yani "Allah'ım yalnız Senden yardım isteriz” demektir. Bu konu daha önce anlatılmıştı. Burada Şeyh Efendi'nin bir sözünü tekrarlamak yerinde olur. Şöyle demişti: "Siz ne derseniz deyin, biz Allah ile kullar arasında evliyâullahın ve meşâyih-i izâm hazerâtının ruhlarının vasıta olduğuna inanırız. Onların rûhâniyetinden istimdâd eder, istiânede bulunuruz."
Evliyâ rûhundan istianede bulunduğunuza göre sizin artık “iyyâke nestaîn; yalnız Senden yardım isteriz” demeye hakkınız kalır mı? Bir de râbıta yaparak şeyhin rûhâniyetiyle beraber, sûretini kalp gözünün önüne getirip hayal etmek ve kalple ondan yardım istemek varya, işte o zaman Tevhidden bir şey kalmaz. Çünkü bu, olsa olsa şeyhe ibâdetin bir parçası olur. Hz. Muhammed (s.a.s.) “Duâ ibâdetin özüdür.”3380 demiyor mu? O, bir de, şöyle buyurmuştur: “Duâ ibâdetin ta kendisidir.”3381 Puta tapanlar ibâdeti, putun rızâsını kazanmak ve duâlarının kabulünü sağlamak için yaparlardı.
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde müşriklerin durumunu belirtirken “Allah’tan başkasına duâ etmek” ifadesini kullanmıştır. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verdiği bir emirde şöyle buyurmuştur: “De ki: Ben yalnızca Rabbime duâ ederim. Ona hiç bir şeyi ortak koşmam.”3382 İbn Abbas (r.a.) şöyle buyurmuştur: “Duânız imanınızdır.” 3383
İnsanlar öteden beri en çok duâ ve ibâdet konusunda yanıldıkları için bütün elçilerin davetinin temelini bu iki husus oluşturmuştur. Namaz, oruç, hac, zekât, helallar ve haramlarla ilgili çok az âyet olduğu halde Kur'an'ın tamamına yakını Allah'tan başkasına ibâdeti, darda kalınca başkasından bir şey beklemeyi şirk sayıp yasaklamaktadır. Bu husus üzerinde çok durmak gerekir. "Darda kalmış kişi duâ ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz." 3384
Allah’ın Tecellî Etmesi
Tecellî, gözükmek, ortaya çıkmak anlamınadır. Allah'ın tecellî etmesi de Allah'ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamında kullanılır.
Şeyh Efendi: (Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenâb-ı Hak tecellî eder.
Bayındır: Allah Teâlâ bir insanda nasıl tecellî eder, nasıl gözükür? Bunun delili nedir?
Şeyh Efendi: Delili şudur: Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sînâ’ya) gelip de Rabbi onunla konuşunca «Rabbim, bana kendini göster, seni göreyim.» dedi. (Rabbi) «Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin.» buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince dağı paramparça etti. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki; Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim.”3385 Allah bir dağda tecellî ettiğine göre
3380] Tirmizî, Duâ 1, hadis no: 3371
3381] Tirmizî, Duâ 1, hadis no: 3372
3382] 72/Cinn, 20
3383] Buhârî, İman 2
3384] 27/Neml, 62
3385] Araf 7/143
- 888 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir insanda tecellî edemez mi?
Bayındır: Allah dağa tecellî ettiği zaman dağ parçalandı, Hz. Mûsâ da baygın düştü.
Şeyh Efendi: İşte şeyh dağ yerinde, mürid de Mûsâ (a.s.) makamındadır. (Müridin şeyhi önünde cezbeye gelip baygın düşmesi, böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerektir.)
Bayındır: Bu ne biçim delil getirme, ne biçim bir kıyastır? Allah Teâlâ dağda tecellî etmedi ki, dağa tecellî etti. Yani dağda gözükmedi, dağa gözüktü. Allah’ın insana tecellî etmeyeceği, yani bu dünyada bir insana gözükmeyeceği yukarıdaki âyette açıkça belirtilmiştir. Âyete aykırı olmasına rağmen farzedelim ki, sizin dediğiniz doğrudur ve Allah dağa tecellî etmemiştir de dağda tecellî etmiştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyaslarsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyaslara kıyas maâl fârık, yani ilgisiz şeyleri birbirine benzetmek denir. İnsanla dağ arasında nasıl bir benzerlik buluyorsunuz ki, bir âyetin dağ ile ilgili hükmünü insana taşıyorsunuz. Bir an için benzetmenin doğru olduğunu kabul etsek bile varılacak hüküm, böyle bir tecellîden sonra Şeyhin parçalanıp yok olması olmaz mı? Çünkü Allah’ın tecellîsinden sonra dağ paramparça olmuştur. Ama böyle olmuyor, Şeyhin alnı bu tecellî ile Allah’ın aynası durumuna geliyor ve herkes Şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor.
Şeyh Efendi: Allah şeyhleri korur. Allah’ın gücü buna yetmez mi?
Bayındır: Allah’ın gücünün yetmediği ne var ki; ama biz Allah’ın gücünden ve kudretinden bahsetmiyoruz. Âyetin hükmünden bahsediyoruz. Ayrıca Allah'ın dağa tecellî etmesi özel bir olaydır, bunun kıyaslanacağı bir şey yoktur. Çünkü olağandışı bir olaya benzetme yapılarak bir hükme varılamaz. Şeyhin dağa, Hz. Mûsâ’nın da müride benzetilmesine gelince; doğrusu bunu hangi mantıkla yaptığınızı anlamak mümkün değildir. Şeyhi Hz. Mûsâ’ya benzetmek isteseniz bunun bir yolu olur. Çünkü insan olma bakımından ortak yönleri vardır. Dağ ile şeyhin neyi birbirine benziyor?
Mürit: Tecellî meselesini niye yanlış değerlendiriyorsun? Bu, Şeyh Efendi'nin bütün davranışlarıyla müritlerine örnek hale gelmesinden başka bir şey değildir.
Bayındır: Yani Allah’ın Şeyhin bedenine girdiğini mi söylemek istiyorsunuz?
Mürit: Hayır, asla öyle demiyorum. Şeyhin müridlerine örnek olmasından bahsediyorum.
Bayındır: Örnek olması için Allah’ın Şeyhin alnında gözükmesi mi gerekiyor?
Şeyh Efendi: Şeyhin iki gözünün arası feyiz kaynağıdır. Râbıta yaparken iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin rûhâniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakılır. 3386
Bayındır: Tamam, işin sırrı şimdi çözüldü. Şeyhin alnında Allah Teâlâ'nın tecellî etmesine neden ihtiyaç duyduğunuzu şimdi anladım. Bir yanlış sizi bir başka yanlışa zorluyor. Râbıta diye bir şey uydurdunuz ya, onun kabul edilebilmesi için bu defa da Allah'ın şeyhin alnında tecellî ettiğini uydurmanız gerekli oldu.
3386] Rûhu’l-Furkan, c. 2, s. 79
MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- 889 -
Çünkü mürit râbıta yaparken şeyhinin rûhâniyetini hayal ediyor, onun iki gözünün arasına, yani alnının ortasına baktığını düşünüyor. Çünkü size göre orası feyiz kaynağıdır. Sonra şeyhine karşı kendini son derece alçaltarak ona yalvarıyor, onu Allah ile kendi arasında vesile kılıyor. 3387
İşte burada şeyhin alnının bir ayna sayılmasına ve orada Allah'ın gözükmesine ihtiyaç duyuyorsunuz. Yoksa müritleri nasıl inandırırsınız. Bazı tasavvuf kitaplarında daha ileri gidilerek Allah‘ın isimlerinin ve sıfatlarının Şeyhte gözüktüğü ifade edilmektedir.3388 Bu nasıl kabul edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama, bu çirkinliği daha fazla uzatmak istemiyorum. 3389
Son olarak şunun bilinmesini isterim ki, benim karşı çıktığım sadece Kur’an'a açıkça aykırı olan sözler ve davranışlardır. Bu davranışlar hangi ad altında yapılırsa yapılsın, bunlara karşı çıkmak her müslümana farzdır. Hz. Muhammed'in yolunda gitmenin gereği budur. Bir hocanın etrafında toplanıp bir grup oluşturmak, Kur‘an ve sünnete uygun olarak İslâm’ı yaşamak sadece takdir edilecek bir davranıştır. Tutar da o hocaya bir takım mânevî makamlar tanır, onu Allah ile kendi aranızda vesile ve vasıta kılar, insanları ona bağlanmaya çağırırsanız işte bunu kabul etmek mümkün olmaz. Her türlü aşırılıktan uzak olarak, Allah'ın emir ve yasaklarına uygun, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gösterdiği gibi yaşamalı, dünyamızı ve âhiretimizi tehlikeye sokmamalıyız. 3390
3387] Rûhu’l-Furkan, c. 2, s. 79
3388] Bkz. Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 2, s. 184-185
3389] A. Bayındır, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, s. 111-128
3390] A. Bayındır, a.g.e., s. 156-157
- 890 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ribât ve Murâbata Yapmak Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
“R-b-t” Kökü ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 200; 8/Enfâl, 11, 60; 18/Kehf, 14; 28/Kasas, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendilik, Ferit Aydın, Ekin Y.
2. Bir Şeyh ile Görüşme, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
3. Râbıta-i Şerife Risâlesi, Abdülhakim Arvasi, Sadeleştiren, N. F. Kısakürek, Büyük Doğu Y.
4. Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, İrfan Gündüz, Basılmamış bir çalışma
5. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 513-517
6. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. Rabıta, Nureddin Turgay, c. 5, s. 212-213, Ribat, Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 259-260
7. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 15, s. 60-65 (Murâbata)
8. Tasavvuf ve İslâm, Ercümend Özkan, Anlam Y.
9. Tasavvuf ve İslâm (Dün-Bugün), İbrahim Sarmış, Yöneliş Y.
10. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, İbrahim Sarmış, Ekin Y.
11. Şeyh Efendilerle Görüşme, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı
12. Duâda Evliyâyı Aracı Koyma ve Şirk, Abdülaziz Bayındır, Süleymaniye Vakfı Y.
13. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ahmet Yıldırım, T. Diyanet Vakfı Y.
14. Tasavvuf Kültüründe Hadis, Tasavvuf Kaynaklarındaki Tartışmalı Rivayetler, Muhittin Uysal, Yediveren Y.
15. Halkın İslâm Anlayışının Kaynakları, Vaaz ve Kıssacılık, Hasan Cirit, Çamlıca Y.
16. Osmanlı Halkının Geleneksel İslâm Anlayışı ve Kaynakları, Hatice Kelpetin Arpaguş, Çamlıca Y.
17. Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y.
18. Şeyhler, Ağalar ve İslâm, Mehmet Emin Toprak, Tevhid Y.
19. Tarihte ve Günümüzde Şamanizm, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu Y.
20. Türk Halk İnançlarında ve Edebiyatında Evliyâ Menkabeleri, A. Yaşar Ocak, Kültür ve Turizm Bk, Y.
21. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
22. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Y.
23. Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, Abdülbâki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Y.
24. Bektaşi Menâkıbnamelerinde İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Y.
25. Melâmîlik ve Bektaşilik, Cavit Sunar, Ankara Ün. İlâhiyat Fak. Y.
26. Kur'an'da Veli ve Evliyâ, Mikdat Öccü, Suffe Y.
27. Allah Dostları, İmam Şevkânî, Tevhid Y.
28. Allah'ın Velileri ile Şeytanın Velileri Arasındaki Fark, İbn Teymiyye, İhya / Birleşik Y.
29. Tevhidin Düşmanı Tefrika, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
30. Çarpıtılan, Değiştirilen, Farziyeti İnkâr Edilen Kur'anî Kavramlar, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
31. Vahdet-i Vücud Risalesi, Sadreddin Taftazani, Tevhid Y.
32. Tasavvufla İlgili Sorular, H. Kâmil Yılmaz
33. Âdâb, Muhammed bin Abdullah Hânî

 
Okunma 1176 kez
Bu kategorideki diğerleri: « MÛSÂ (A.S.)