Ahmed Kalkan
İSTİÂZE
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İSTİÂZE
- 669 -
Kavram no 103
Görevlerimiz 19
İSTİÂZE
"Kur'an'a başlamak için şeytanı
taşlamak ve şerden uzaklaşmak"
• İstiâze; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’an ve İstiâze
• Şeytandan Kurtuluş, Allah'a Sığınmakla Sağlanır
• Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan
• Şeytanın İbâdet Edenlere Vesvesesi ve Şeytanı Kaçıran Şey
• Günümüzde İstiâze Anlayışı
• Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?
• İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar
"Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Eûzü billahi mineşşeytanirracim' de)." 2586
İstiâze
İstiâze: Eûzü çekmek, "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demektir. İstiâze kelimesi, sığınma, bağlanma, güvenme ve korunma istemek anlamlarına gelir. Şeytandan ve her türlü şerlerden Allah'ın korumasına ve yardımına sığınmaya istiâze denir.
Eûzü billahi mineşşeytanirracim: "Kovulmuş şeytanın şerrinden, her türlü kötülüğünden Allah'a sığınırım." anlamına gelir; "Şeytanın âhiret ve dünya işleriyle ilgili hususlarda bana zarar vermesinden veya yapmakla emrolunduğum şeylerden beni alıkoymasından Allah’a sığınır ve O’nun yardımıyla korunurum." İstiâze, insanların kötülüklerden korunabilmeleri için bütün İlâhî emir ve yasaklara uyarak, söz ve işleriyle Allah'a sığınma istemelerini ifade eder.
Bir imtihan yeri olan dünya hayatında insanın en büyük düşmanı şeytandır. O, insanı aldatmaya, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için de gizli açık her yola başvurur. Bu nedenle mü'min, şeytanın oyunlarına karşı daima uyanık olmalı, aklını kullanarak Kur'an'ın gösterdiği yoldan gitmelidir. İnsana yaraşan, daima Rabbine sığınması, koruyucusunun O olduğunu bilmesidir.
Kur’an ve İstiâze
Allah’a sığınmak anlamında “istiâze” ve bu kelimenin kökü olan “âze” ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 17 yerde geçmektedir.2587 “Allah’ı sığın” an2586]
16/Nahl, 98
2587] İstiâze Kelimesinin Türediği A-v-z ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 67; 3/Âl-i İmrân, 36; 7/A’râf, 200; 11/Hûd, 47; 12/Yûsuf, 23, 79; 16/Nahl, 98; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 40/Mü’min, 27, 56; 41/Fussılet, 36; 44/Duhân, 20; 72/Cinn, 6; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1.
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lamında “isteız” 4 yerde 2588 geçmekte, “ben sığınırım” anlamında “eûzü” kelimesi 7 yerde,2589 “ben sığındım” anlamına gelen “uztü” 2 yerde2590 kullanılır. Yine “sığınırlar” anlamındaki “yeûzûne” kelimesi 1 yerde,2591 “ondan sığınıyorum” mânâsına gelen “üîzühâ” 1 yerde2592 ve yine “sığınırım” anlamında kullanılan “meâz” kelimesi de iki yerde2593 geçer.
Kur'an okunduğunda O'ndan yeterince yararlanmak, öncelikle şeytan ve her çeşit şeytanî düşünceden Allah'a sığınmakla mümkündür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kur'an okumak istediğin zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın (Seni şeytanın vesveselerinden korumasını Allah'tan iste; 'Eûzü billahi mineşşeytanirracim' de)." 2594
Kur'an, Allah'ın insanlara gönderdiği tâlimatıdır. Şeytan, Kur'an okuyan kişiyi, Kur'an'ı anlamaktan, doğru yorumlamaktan ve onunla amel etmekten vazgeçirmek için var gücüyle uğraşır. Kalbine vesvese sokarak Kur'an üzerinde düşünmekten onu alıkoymaya çalışır. Kur'an okumaya istiâze ile başlayarak, Kur'an'ı yanlış anlamaya, yanlış yorumlamaya, O'nun iniş gayesi dışında bir okumaya sevkedecek her türlü şeytanî düşünce, akım ve yaklaşımdan Allah'a sığınıyoruz. Allah'ın kelâmını okuduğu veya bildiği halde Ondan yararlanamayan şeytanî özelliklerden de Allah'a sığınıyoruz.
Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, Kur'an tilâvetine zemin hazırlamak için bir mukaddimedir. Böylece okuyan, samimi bir kalb ve açık bir zihinle Kur'an'ı okumaya başlar.
Bilindiği gibi, namaz kılmadan önce, vücut ve gönül Allah’ın huzuruna çıkmaya hazırlanmalı, bunun için de abdest alınmalıdır. Namaz için abdest ne ise, Kur’an okumak için de istiâze odur. Cafer b. Sâdık, “Kur’an okunmak istendiğinde ve diğer ibâdetlerden önce istiâze’nin emredilmesinin sebebi, dilini gıybet, yalan ve dedikodu gibi kötü işlerle kirleten insanın istiâze ile onu temizlemesi, böylece her türlü noksanlıklardan uzak olan Rabb’inin kelâmını temiz bir lisanla okumasıdır.” demiştir.
Âyette hitabın Peygamber Efendimiz'e yöneltilmiş olması ve "Kur'an okumak istediğin zaman" ifadesinin bulunması, şeytandan sığınmanın sadece Peygamberimiz'e has olduğunu ve bunun sadece Kur'an okunacak zamanlarda olacağını ifade etmez. Hitap, Peygamberimiz'in şahsında bütün müslümanlaradır. Kur'an okunduğunda böyle bir ihtiyaç sözkonusu ise, diğer ameller için elbette buna çok daha ihtiyaç vardır. 2595
Şeytandan Kurtuluş, Allah'a Sığınmakla Sağlanır
Allah, insanlara görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün kötü ve korkunç şeylerden Kendisi'ne sığınmalarını emrediyor. "Eğer seni şeytan (vesvese
2588] 7/A’râf, 200; 16/Nahl, 98; 40/Mü’min, 56; 41/Fussılet, 36
2589] 2/Bakara, 67; 11/Hûd, 47; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1
2590] 40/Mü’min, 27; 44/Duhân, 20
2591] 72/Cinn, 6
2592] 3/Âl-i İmrân, 36
2593] 12/Yûsuf, 23, 79
2594] 16/Nahl, 98
2595] Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 3, s. 211
İSTİÂZE
- 671 -
vererek) dürter kışkırtırsa hemen Allah'a sığın." 2596
Allah, insanlara himayesine iltica etmelerini bildirmiş oluyor. Bu ifadeden Allah'ın himayesine sığınmayı gerektiren pek çok kötülüklerin var olduğu açık olarak anlaşılmaktadır.
Kötülüğün kaynağı ister bizzat şeytan, isterse onun oyuncağı haline gelmiş birkısım insanlar olsun, bu kötülüğü defetmenin mümkün olduğu bilinmelidir. Şeytandan kurtuluş, tüm yaratıkların yaratıcısı ve Rabbi olan Allah'a sığınmak, O'nun hayat nizamı olan İslâm Dininin emir ve yasaklarına uymakla mümkündür.
İnsanlar ona tutunarak semaya doğru yükselsinler diye Allah'ın gökten indirip bize uzattığı ipine (Kur'an'a) dört elle sarılarak yapışmamız gerekiyor. Kopması mümkün olmayan Allah'ın ipini bırakıp, boynumuza ve beynimize kement gibi geçirilmek için hazırlanmış şeytanın ipini, yularını istemediğimizi ilan etmeliyiz. İşte bu özgürlük ilanının adı ve andı, istiâzedir. Rabbimiz'in Daru's-selâma (cennete) dâvetiyesi olan Kitab'ı, istenildiği gibi okumazsak, dâvete icâbet edemeyiz. Ana vatanımıza, baba yurdumuza hicretimizi gerçekleştirmemiz, vuslata ermemiz için zor sınavlardan başarıyla geçmemiz gerekiyor. İşte, insan ve cin şeytanlarıyla kıyasıya mücadelenin zafer parolasıdır istiâze.
Allah'a güvenip bağlananlara, hayat görüşü ve yaşama biçimi olarak İslâm'a yönelenlere şeytanın hâkimiyeti ve ciddi bir etkisi olamaz. Çünkü bu nitelikteki mü'minler, Kur'an'ı hayatlarında uygulamak için okumuşlar ve Allah'ın emirlerine teslim olarak O'na sığınmışlardır. Her yere kolayca sızabilen şeytan, bu nizama sığınanlara yaklaşamaz. Zaman zaman vesvese verse de kendi buyruğu altına alamaz onları. Bunun için, mü'minler, Allah'ın askerleridir; şeytanın askerleri olmazlar. Kur'ânî anlamdaki istiâze, şeytandan, onun temsilcisi olduğu tüm kötülüklerden Allah'a sığınmayı, O'na inanmayı ve Allah'ı her şeye kadir bir ilâh tanıyıp buna göre kulluk vazifesine sarılmayı ifade etmektedir.
İnsanoğlu, fıtratı gereği nefsanî ve hayvanî duygulara sahiptir. Bu duyguları açıkça ve gizli olarak kötü yolda tahrik eden düzenler, tâğutlar, insan ve cin şeytanları her zaman var olagelmiştir. Bunların her türlü kötülüklerinden uzak kalmak ve korunmak, ancak Allah'ın bildirdiği esaslara uyarak O'na sığınmakla mümkündür. Bu konuda insana düşen görev, her şeyden önce düşmanlarını tanımak ve onları kendinden uzaklaştırmaktır. Ancak, insanın bu mücadeleyi kazanması için Allah'ın yardımına ihtiyacı vardır. Allah, mü'minlere bu savaşı kazanabilmeleri için, takip edecekleri metodu göstermiştir. 2597
"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir."2598 "Mü'minlere ve Rablerine güvenip dayananlara o şeytanın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah'a ortak koşanlaradır. O sadece onları kandırabilir."2599 "Sen onların sana yaptığı kötülüğü, en güzel şeyle sav. Kötülüğe iyilikle karşılık ver. Biz onların seni ne kötü sıfatlarla vasıflandıracaklarını biliyoruz. Ve de ki: "Rabbim, şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım ve onların yanımda
2596] 41/Fussılet, 36
2597] Y. Çiçek, F. Yıldız, İstiâze Şeytan, Bir Y., s. 11-13
2598] 41/Fussılet, 36
2599] 16/Nahl, 99-100
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunmalarından Sana sığınırım Rabbim." 2600
İlgili âyet ve hadislerden anlaşılan istiâze; İnsanın Allah'a sığınmak istemesi, O'nun rahmetine iltica etmesi, İslâm'ın esaslarına teslim olarak tüm kötülüklerden korunma isteğini diliyle söylemesi, kalbiyle bu anlayışta olması demektir.
Sığınan, Kendisine Sığınılan ve Kendisinden Sığınılan
İstiâze'de üç vardır: "Sığınan", "Kendisine sığınılan" ve "kendisinden sığınılan". Sığınan ve sığınmaya muhtaç olan sadece bir şahıs değildir. Bütün yaratıklar O'na sığınmaya muhtaçtır. Peygamberlerin de sık sık Allah'a sığındıklarını, bu konuda da bize örnek olduklarını Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Sığınmaya ihtiyacımız olduğunu kabul etmek, âciz ve zayıflığımızı, âciz olmayan birinin yardımına ihtiyacımız olduğunu kabullenip itiraf etmek demektir. Bu anlayış da bizi, yaratılış amacımız olan kulluk ve ibâdet şuuruna ulaştırır.
Kendisine sığınılan ve sığınılması gereken yüce varlığın, sadece Allah olduğunu biliyoruz. O'nun hak dini, O'nun emir ve yasakları, insanlığı tüm kötülüklerden koruyan ilâhî bir sığınaktır.
Kendisinden kaçınılan, kötülüğünden sakınılması gereken varlığın şeytan ve onun temsilcisi bulunduğu tüm şerler olduğu, şeytanın cinlerden olduğu gibi, insan cinsinden de olabileceği Kur'an'dan anlaşılmaktadır.
İnsanların, Allah'a sığınmaları, O'nun emirlerine bağlı kalarak, yasaklarından kaçınarak, azgın ve kovulmuş şeytandan ve her türlü kötülük ve günahlardan uzaklaşmalarıyla mümkündür. Allah'ın istekleri doğrultusunda yaşayış ve kötülüklerden kaçış; Allah'a sığınıştır. Bunun için insan, daima Kur'an'a yönelmeli, O'ndaki gerçekleri Allah'ın istediği şekilde yerine getirmelidir.
Kur'an'ın bildirdiği ilâhî kuralları yerine getirirken, onu Allah'ın dininden uzaklaştıran bir duygunun, düşüncenin, varlığın, sistemin şeytan veya onun temsilcisi durumundaki şeytanî bir kötülüğün olabileceği bilincinde bulunmalıdır.
Kur'an okurken, namaza başlarken istiâze terkedilmez. Çünkü şeytan bu ibâdetleri de hakkıyla yaptırmamak için peşimizi namazda ve kıraatte bile bırakmaz.
Şeytanın İbâdet Edenlere Vesvesesi ve Şeytanı Kaçıran Şey
Namaz kılarken, ibâdet bilinciyle ilgisi olmayan dünyevî konular çoğumuzun aklına gelmiyor mu? İstiâze şuurundan mahrum olduğumuz için şeytan bizi namazda bile meşgul etmiyor mu? Sahih hadis kitaplarının hemen hepsinde şu hadis-i şerif rivâyeti vardır: "Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve "şunu hatırla", "bunu düşün" diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir." 2601
Rasûlullah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu
2600] 23/Mü'minûn, 96-98
2601] Buhârî, Ezan 4, Amel fi's-Salat 18, Sehv 6; Müslim, Salat 19, Mesacid 89; Ebû Dâvudd, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvatta, Nidâ 6
İSTİÂZE
- 673 -
rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasûlullah'ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir (veya gelmelidir): Kur'an'a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı? Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah'ın en büyük olduğu, O'ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tebliğdir ezan, çünkü şahidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, "ezan-ı Muhammedî" denir. Anlamı, Muhammed’e (s.a.s.) ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usul ve metodla tevhidî mesajın ister minareden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
İnsanların, her türlü kötülüklerden korunabilmeleri için, Allah’a sığınma isteklerini ifade eden istiâze kavramı, günümüzde büyük önem taşımaktadır. Çünkü asrımızda insanlar, her zamankinden daha çok şeytanî tahriklerle karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslâm’ın bildirdiği gerçeklerin unutulduğu günümüzde, insanlar iyiyi ve kötüyü ayırt edemez hale gelmişlerdir. Bu durum onların işini daha da zorlaştırmaktadır. Çünkü kötülüğe açılan pek çok kapılar yanında iyiliğe açılan tek bir kapı vardır. Bu kapı da hakka, hakikate açılan İslâm kapısıdır. İnsanları her yönden kaplamış olan şerlerin zifiri karanlığı, Kur’an ve sünnet ışığı ile yok edilmedikçe, insanlığın kötülüklerden kurtulması ve Allah’a sığınması mümkün olamaz.
Kur’an ve sünnetten, istiâze’nin, anlam yönüyle iman ve onun gereği olan sâlih amelleri kapsayan bir terim olduğunu öğrenmekteyiz. İnsanların yaşantı şekilleri, onların sahip oldukları inanç, duygu ve düşünceleri ile yakından ilgilidir. İslâm’ın iyi olarak bildirdiğini iyilik; kötü olarak bildirdiğini de kötülük kabul etmek öncelikle bir iman işidir. İslâm’a göre nelerin iyilik, nelerin kötülük olduğunun bilinmesi ve iyiliklerin yapılıp, kötülüklerden sakınılması da bir uygulama (amel) meselesidir. İstiâze bilinci, referansını Allah’tan almayan, O’nun ilkelerine ters şeylerin kötü ve şeytanî olduğuna inanmayı ve bu inanca uygun yaşamayı gerektirir. Yine, istiâzenin tevhidî yönü, kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” diye reddedilen kısım istiâze ile paralellik arzetmesinden anlaşılır. Besmele de “illâllah” demektir.
Öyle şeytanî düzende ve öyle zâlimlerin işgalindeki ortamda imtihan oluyoruz ki, Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi taşlar bağlanmış, köpekler salıverilmiş. Salıverilmiş de ne kelime?! Üstümüze üstümüze saldırtılmış. İşte istiâze, taşları yerinden oynatmak, azgın köpekleri bağlamaktır.
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günümüzde İstiâze Anlayışı
Günümüz insanının istiâze anlayışı ve inancı üç bölümde özetlenebilir:
a- Allah tarafından, iyilik ve kötülük olarak bildirilen hüküm ve değerleri kabul etmeyip, Allah’a ve O’nun dininin hükümlerine sığınmayı reddedenler. Bunlar, şeytanın oyuncakları, şeytanın askerleri, şeytanın kul ve köleleri, şeytana tapanlar ve ins şeytanlarıdır.
b- Sözle, yani dilleriyle Allah’a sığındıkları halde, yaptıkları işleriyle şeytanın peşinden gidip, pek çok kötülüğü işleyenler. Bu durumdaki insanlar, gerçek anlamıyla Allah’a sığınmış değillerdir; O’na sığınmış olduklarını zannedenlerdir.
c- Allah’ın bildirdiği ve yapılmasını emrettiği İlâhî emirlerin tümünü iyilik (hayır), yasaklarını da kötülük (şer) kabul edip, bu inancın gereğini yerine getirenler. Bu özelliğe sahip olanlar, gerçek anlamda Allah’a sığınmış ve kötülüklerden korunmuş olanlardır.
Kur’an’daki âyetlerde ve Peygamberimizin mübârek sözlerinde, insanların kaçınmak zorunda oldukları kötülükler açık olarak ortaya konulmuştur. Günümüzde, insanları, her türlü kötülüklerden korumak için öncelikle onlara bu kötülükleri tanıtmak gerekmektedir. Çünkü şeytanın ve onun temsilcisi olanların hilelerinden biri de kötülüğü, iyilik gibi göstermeleridir.
Âyet ve hadislerde bildirilen kötülüklerden en önemlileri: Şirk, şeytan, kibir ve büyüklenme, cehâlet, vesvese, şehvet, hevâ, hased, şüphecilik, zulüm, gazab, cinler, tüm korkunç şeyler, sihir, büyü, büyücü kadınlar, korkaklık, cimrilik, kötü ömür, fitne, kabir azâbı, âcizlik, tembellik, cehennem azâbı, deccal fitnesi, yoksulluk sefaleti, zenginlik gurur ve şımarıklığı, iyiliklerin azlığı, bâtıl inançlar... gibi kötülüklerdir. 2602
Şeytanın taktiklerinden biri de, küçük günahları, mekruhları önemsiz göstermek, sünnetleri, vacibleri olmasa da olur dedirtmektir. Şeytanın bu tâvizlerle açtığı gediğin giderek nasıl genişlediği çevremizdeki nice örnekten kolay anlaşılacaktır. Küçük görülen bir mekruh veya haram, kalpte siyah bir leke oluşturur. Sonra, önemsenmediği ve başka benzerleri de işlendiği zaman, bu mânevî leke, büyüye büyüye bütün kalbi, bütün bünyeyi kaplar. "Hiçbir küçük günah yoktur ki, önemsiz görüldüğü müddetçe büyüyüp büyük günah olmasın; Hiçbir büyük günah yoktur ki, tevbe çeşmesindeki gözyaşı suyuyla küçülüp yok olmasın." Sağlıklı bünyeye giren küçücük, gözle görülemeyen mikroplar, önemsenmez ve temizlenmezse, mikropların nasıl çabuk büyüyüp vücudun tümünü mahvettiklerini biliriz. Kanser, kangren gibi hastalıkların önceden tedbir alınınca hastalıktan kurtuluşun kolay olması, geciktikçe çözümün imkânsızlaşması, mânevî mikrop ve hastalıklara da örnek olması açısından önemlidir.
Bir meyvedeki küçük bir çürüğün önemsenmemesi, çürüğün temizlenmemesi sonucunda meyvenin tümünün kısa zamanda ne hale geldiğini hepimiz biliriz. Yine, bir çürük meyvenin, içinde ilişkide bulunduğu ve aynı mekânı paylaştığı diğer sağlam meyvelere nasıl zarar verdiğini de bilmeyenimiz yoktur. Mânevî alanda da durum bundan farklı değildir. İslâm’ın kendilerinden Allah’a sığınılmasını istediği kötülükler, işlendiği takdirde şeytanın, insana hâkim olmasını sağlar. Bu
2602] Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 33
İSTİÂZE
- 675 -
kötülükler şeytanın giriş yollarıdır. Bunlarla şeytan kime yaklaşırsa, ya da kim şeytanın yeryüzündeki temsilcisi olursa, o kişi, artık hakikati göremez. Çünkü Allah'ın nuruyla bakamadığından basireti, firaseti kalkar, bakar kör olur. Tabii, dünyada görülmesi gereken hakkı göremeyenler, gerçek hayatta da kör olarak haşrolunacaktır.
İnsanı kötülüklere sevkeden sebepler, genel olarak, insanın içindeki (dâhilî) sebepler ve dışındaki (hâricî) sebepler olarak iki bölümde incelenebilir.
İç sebepler: İnsan, arzu edebilen, herhangi bir şeye ilgi duyabilen sosyal bir varlıktır. Bu arzu ve ilgiyi tahrik eden etkenler, düşünceler ve hâtıralardır. Bunlar insanı ya iyiliğe, ya da kötülüğe çağırırlar. Genelde, onu iyiliğe çağıran duygu ve düşüncenin sebebine melek; kötülüğe çağıran sebebe ise şeytan denilmiştir. Şu halde, insanı içinden tahrik edip, onu Allah’a isyana sevkeden her türlü duygu ve düşünce şeytanîdir.
İnsanlığı kötülüğe sevkeden dış sebepler ise pek çoktur. Bunların başında, Allah’tan ve O’nun dininden uzaklaştıran insanlar, sistemler, görüşler ve bunların temsilcileri gelir.
İnsanı, içten veya dıştan, tahrik ederek Allah’a isyana sevkeden her şey, mü’min için bir zarar unsurudur. Bunun için o, kendisini Allah’a isyana sevkeden gizli ve açık düşmanlarıyla savaşmakla emrolunmuştur. İşte bu savaşta insanın ilk kullanacağı silâhı istiâze’dir. Kur’an’daki şu âyetler bu gerçeği ifade eder: “Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan, dinini din edinmeyen kimselerle, küçülüp (boyun eğerek) elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”2603 “Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tutun.”2604 “Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir.” 2605
İnsan, dünyada iyilikle kötülüğün savaşını yaşar. Bu savaş, karanlıkla aydınlık gibidir. Biri galip olursa, diğeri bulunmaz. Bu savaşa insan, düşmanını iyi tanıyarak başlamalıdır. Burada bilinmesi gereken hakikat, insanın, içindeki düşmanla savaşının, dışındaki düşmanla savaşından daha önemli olduğudur. Çünkü içteki şeytanî duygu ve düşünceler yok edilmeden dış düşmanla savaşılamaz. Ayrıca insan, dıştaki düşmanla savaşında ölürse şehid olur. Allah’ın bir emrini yerine getirdiği için de sevâbını alır. Fakat iç düşmanıyla mücadelesinde yenilirse, müslüman olarak ölememe ihtimaliyle karşılaşır. Bu durum ise, Allah’a sığınılacak çok büyük bir kötülüktür. Hz. Peygamberimiz’in (s.a.s.): “Allah’ım, ölüm anında şeytanın beni istilâ ederek yaptıklarımı boşa çıkarmasından, senin doğru yolundan (dininden) yüz çevirmiş olarak ölmekten sana sığınırım.” buyurarak Allah’a sığınması bu hakikati bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır.
Her asırda olduğu gibi, günümüzde de insanlığın uğradığı en büyük felaketler, kendi içinden gelen ve zihnine hâkim olan kötülüklerdir. İnsanın, iç dünyasındaki bozukluk, imansızlık, iradesizlik, yanlış düşünce, aldanış, şüphecilik ve vesvesecilik insanî özelliklerin yok olmasına yol açmıştır. Bu günkü toplum fotoğrafımız, kişisel görüntüde nefret, bencillik, stres, bunalım, cinâyet, intihar...
2603] 9/Tevbe, 29
2604] 35/Fâtır, 6
2605] 4/Nisa, 79
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplumsal manzaramızda tek kelimeyle fesat, düzen açısından ise...
İnsanın kalbinde ve düşüncesindeki kötülükler, ya yanlış itikadlardan veya kötü işlerden oluşur. Kim, yaptığı işleriyle şeytanın peşinden giderse, dili ile Allah’ı ansa da o, şeytanın yolundadır. Bu duruma düşmüş insanların gizlice itaat edip dostluk kurdukları şeytandan gelen vesveseyi yok edebilmeleri, Allah’a imanla mümkündür. Peygamberimiz’e gelip, “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde (vesveseden) olduğuna inandığımız bazı şeyler buluyoruz. Onları size söylemeyi uygun bulmuyoruz.” diyen sahabilere Rasûlullah’ın “Bu, imanın açık belirtisidir.” buyurması bu gerçeğin isbatıdır. Gerçek anlamda Allah’a iman, şeytanın içinize attığı vesveseyi kabullenmenize engel olan imandır. Şeytanın vesvesesini küçük görmemek, Allah’ın azâbına sebep olmasından korkmak, kişinin imanının açık belirtisidir. Şeytan ve onun işi olan tüm kötülüklerden kaçınılmadıkça, Allah’a itaat edilmiş olunamaz. Mü’minin görülebilen ve görülemeyen pek çok düşmanı vardır. O halde bu düşmanlar, insanı hak yoldan uzaklaştırmaya kasd ettikleri zaman insan, her şeye galip olan mutlak Rabb’e sığınmalıdır. Çünkü Allah, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayı kötülükleri yok etmek için bir vesile kılmıştır. Allah, insanın açlığını ve susuzluğunu gidermek için yemeyi ve içmeyi nasıl sebep kılmışsa, ilâhî emirlerin gereğini de insanların mutluluğuna bir sebep kılmıştır.
İnsanlığın fikir ve yaşantısının karanlıklardan kurtulması, sapıklık dalgalarından korunması, ancak âlemlerin Rabbi Allah’ın yardımıyla mümkün olur. Allah’ı Rab olarak tanımayanlar, O’nun emirlerini anlamak istemeyenler, kendi arzu ve heveslerinin gereğini yerine getirmek için hiç bir ölçü tanımayanlar, hakka, gerçeğe saygı duymazlar. Kötüyü iyi zannederler. Onların bu tarzdaki yaşayışları, gerçeği görmelerine engeldir. İslâm âlimlerinin şu sözü bu konuya açıklık getirmektedir: “Yediği, içtiği haram olan bir insan, iyiliği ve kötülüğü ayıramaz.” Bâtıl peşinde koşanlar, hangi asırda olurlarsa olsunlar Kur’an’dan hidâyet alamazlar.
İnsanları, Allah tarafından emrolundukları şeyleri yapmaktan alıkoyacak, onları Allah’ın emrinin hilafına sevkedecek tuzaklar, günümüzde her zamankinden daha fazladır. Öyleyse Allah’a nasıl sığınmalıyız? O’na sığınış tarzımız nasıl olmalıdır? 2606
Allah'a Sığınma Tarzı Nasıl Olmalı?
Allah’a nasıl ve hangi tarzda sığınmamız gerektiğini Kur’an’dan öğreniyoruz: “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürterse (hemen) Allah’a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.”2607 İnsan, ne zaman şeytanî bir tahrikle karşılaşırsa, hemen Allah’a sığınmalıdır. O kötülüğün doğuracağı cezadan sakınarak Allah’ın dinine iltica etmelidir. Allah’ın nimetinin büyüklüğünü, azâbının şiddetini düşünerek hayatında kötülüğe yer vermemelidir. Allah’a sığınış tarzı budur. Allah, gönülden kendine bağlananları bilir. Kendisine sığınmak için söylenen her sözü işitir. İnsanın görüş ufkunun genişlemesi, Allah’a teslimiyetle olur.
Allah’a gerçekten sığınan insanların belirgin özellikleri, âyetlerde açık olarak belirtilmiştir. Allah’a sığınan insan, O’nun dininden ve hükümlerinden habersiz, cahil olamaz. Kendisine vesvese dokunduğu zaman Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlar, hemen gerçeği görür. Vesvese karşısında bilinçli olarak Allah’ın nizamına
2606] Y. Çiçek, F. Yıldız, a. g. e, s. 37
2607] 7/A’raf, 200
İSTİÂZE
- 677 -
sığınır. Allah’a gerçekten sığınan insanın özelliklerinden biri de, Allah’a tam bir teslimiyet içinde bağlanarak, bildiği ilâhî emri her durumda kesin olarak uygulamasıdır.
Allah’a sığınmayı kabullenmeyen insanların en belirgin özelliği de kibirliliktir. Büyüklenme ve cehaletle birlikte, diğer özellikler de hased, taassub, gazab ve kindir.
İslâm’ı değiştirmek ve yok etmek isteyenlerin her türlü fitne ve kötülüğünden, Allah’ın ilâhî nizamına sığınmak gerektiğini “Muavvizeteyn/koruyucu sûreler” adı verilen “Felak ve Nâs” surelerinden öğreniyoruz. “De ki: ‘Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım!”2608; “De ki: ‘İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden insanların Rabbine, insanların Melikine (mutlak sahibi ve hâkine), insanların ilâhına sığınırım!” 2609
Şeytandan Allah’a sığınmak, Allah’ın adını anmak, O’ndan yardım dilemek demektir. Hayat, şeytanın vesvesesine karşı uyanık durmakla İslâmî bir anlam kazanır. Eûzü besmele bir hayat görüşüdür. Dünyayı ilâhî vahye göre yorumlamaktır. Hayatı, eşyayı ve kendini, tarihin derinliklerinden gelen Âdem–şeytan, vahy, risalet, hidâyet, dalâlet kavramları ışığında cevaplamaktır.
“Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım.” Şeytan nereden kovulmuştu? Cennetten. Nereye gelmişti? Yeryüzüne. Kiminle gelmişti? Atamız Âdem ve anamız Havvâ ile. Ne yapacaktı burada? Allah’ın doğru yolu üzerine oturacak ve insanları “iğvâ” ederek saptırmaya çalışacaktı. Ne zamana kadar sürecekti bu mücadele? Kendisine verilen mühlet dolana, yani yeryüzü imtihanımız bitip Kıyâmet kopana kadar...
Görüldüğü gibi, İslâm’a göre, dinlerin kaynağı ikidir. Allah’tan gelen ve şeytandan gelen. Allah’tan gelen “vahy”dir. Bununla “hak din” oluşur. Şeytandan gelen ise “vesvese”dir, bununla da “izm”ler oluşur. İnsan ya Allah’tan yana olur, ya da şeytandan yana. İşte eûzü besmele bu tercihin açıklanmasıdır. Allah’ı kabul ederek, ona göre bir sistemin tercihi ile şeytanı kabul edip onun kışkırtıcı, isyancı, büyüklük taslayıcı sistemi arasındaki tercih. Her ikisi de din olacaktır. Bu iki din arasındaki mücadele, mühlet dolana kadar devam edip gidecektir. Bu mücadelenin sonucunu Kur'an haber veriyor: Hizbullah (Allah taraftarları, Allah'ın askerleri) galip gelecek; Hizbüşşeytan ise hüsrana uğrayacaktır.2610 Ne mutlu Allah'ın safındakilere! Yazıklar olsun şeytanın askerlerine!..
Peygamberimiz tüm duâlarında eûzü besmeledeki ruh ve anlamı yaşatmıştır. Onun yaptığı duâlar genellikle şu iki cümleden biri ile başlamaktadır. “Eûzü bike” (sana sığınırım) veya “es’elüke” (senden isterim). Peygamberimiz, Allah’a şeytandan sığınmakta ve O’ndan birtakım hayırlar istemektedir. Bununla, hayatın Allah, şeytan ve kişi arasında devam eden ilişki olduğu açıklanmış oluyor. Efendimiz “Allah’tan bağışlanma, nur, dünya ve âhirette afiyet, ayıplarını gizlemesini, korkulardan emin kılmasını, şeytana karşı korumasını, fazlını, keremini, nusretini,
2608] 113/Felak, 1-5
2609] 114/Nâs, 1-6
2610] 5/Maide, 56; 58/Mücadele, 19
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mustaz’aflara yardım etmesini... istiyor. Şeytandan, küfürden, kötü ahlâk ve kötü heveslerden, cehennemden, kabir fitnesinden, her şeyin ve her canlının şerrinden, nefsinin şerrinden, âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yoksulluk ve borca batmaktan, kederden, çok yaşlılıktan, yangın ve sel felaketinden... Allah’a sığınıyor ve bu şekilde duâlar yapmamızı öğütlüyor. 2611
Eûzü besmelede iki şey vurgulanır: 1- Düşman şeytandan Dost Allah’a sığınma, 2- Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlama. Birini dışlama, öbürüne sığınma. Çünkü hayatın mânâsı bundan ibârettir. Ya Allah’tan gelen vahyi din edinir, ona göre yaşar, düşünür, konuşursun. Ya da şeytandan gelen fücur ilhamını din edinir ona göre konuşur, yaşarsın. Bunun dışında, Allah’ın dinini yaşarken şeytanın vesvesesine karşı uyanık olursun. 2612
Şeytandan istiâze etmek, yalnızca tek bir kötüden ve tek bir kötülükten uzak durmak anlamıyla sınırlı kalmaz; tüm kötülüklerden uzaklaşma anlamını taşır. Kur'an'ı böylesi bir sığınma içinde okumak, onu bütün menfiliklerden Allah'a sığınarak okuma anlamını barındırır. Onu şahsî bir menfaat (basit dünyevî çıkar) için okumama da bu anlama dâhildir; bir dünya ehlinin menfaati için okumama da. Onu okurken nefsin aldatmalarından uzak durma da bunun içindedir; dünyevî bir ideolojinin gözlüğünü takmama da. Ona şöhret için muhatap olmama da bunun içindedir; kendi aklına güvenip, aklını doğrulama mercii, onu ise aklın kölesi kılmama da.
Zaten, istiâze'nin bir esprisi, acziyetin kabulüdür. Acziyetini kabullenmeyip kendisine güvenen, başkasına sığınmaz. Başkasına sığınma, ancak acziyetini görenlerin işidir. Allah'a sığınma ise, O’ndan başka tüm şeylerin kendisine sığınılmaya lâyık olmadığını bilip görmeyi gerektirir. Allah'a sığınan, başka her şeyin mahlûk olduğunu biliyor ve kendileri birer yaratık olarak korunmaya muhtaç bulunan şeylerin sığınılmaya lâyık olmadığını görüyor demektir. Bu bakımdan şeytandan istiâze, imanın ve ubûdiyetin ayrılmaz bir parçasıdır. Şeytandan ne kadar istiâze ediyorsak, acziyetimizi o derece kabul ediyor ve Rabbimizin koruma ve rahmetini o derece görüyoruz demektir.
Dolayısıyla, istiâzeye niyet eder etmez, şeytanın bacağını Allah'ın izniyle kırmış oluruz. Kendisi bir üstünlük vehmiyle Allah'a isyan eden, Kur'an'da belirtildiği üzere "kibirlenerek kâfir olan" şeytanın ürettiği en büyük tuzak, bizde de böyle bir üstünlük vehmi ve bir kibir hali uyandırmak; nefsimizi okşayarak enaniyetimizi kamçılamaktır. "Şeytanlar, ene'nin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırıp insanı dalâlet derekelerine atıyorlar." İstiâze sâyesinde, bu tehlike, yolun daha başında bertaraf edilmektedir. 2613
Kur'an okumaya, Fâtiha'dan, besmele'den de önce istiâze ile başlanır; Muavvizeteyn sureleri ile Kur'an sona erer. Muavvizeteyn, korunma, sığınma yollarını gösteren iki sure demektir, Felak ve Nas surelerine denir. Yani Kur'an'a başlarken ne kadar istiâze bilincine ihtiyaç varsa, Kur'an'ı kaparken de o kadar sığınmaya ihtiyaç vardır. Başlangıçta istiâze, kapanışta istiâze. Başla son arasında uyum. Dikkat etmemiz gereken bir husus da; Kur'an'a başlarken cinlerden olan
2611] Buhâri, Deavât, 35-46
2612] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 20-23
2613] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s.17-18
İSTİÂZE
- 679 -
şeytandan Allah'a sığınırken, Kur'an okumayı sona erdirirken "mine'l- cinneti ve'n-nâs" cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığınmamız gerektiğidir.
Kur'an okumaya başlamadan önce istiâze okumak sünnettir. Namazda istiâze okumanın hükmünde ihtilâf vardır. Bazı âlimlere göre vâcib olup, her rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce istâze de okunur. Ebu Hanife Ve İmam Şâfii'ye göre, okunması sünnet olup sadece birinci rekâtta Besmele ve Fâtiha sûresinden önce okunur. Çünkü bu iki imama göre namazdaki kıraatin hepsi bir tek kıraat sayılır.
Hz. Peygamber'in istiâze duâsını okuduğuna dair pek çok hadis rivâyet edilmiştir. Bu ifadelerden bazıları "Eûzü billâhi's-Semîı'l-Alîmi mine'ş-şeytânirracîm", "Esteıyzü billâhi mine'ş-şeytânirracîm" şeklindedir. Yine istiâze, "neûzü billâh", "meâzallah" şeklinde de kullanılır. Tuvalet veya banyoya girerken, kapıya yaklaşınca, "eûzü billâhi mine'l hubsi ve'l-habâis" denilir veya eûzü çekilir.
İstiâze Şuurunun Bize Kazandıracağı Anlayış ve Davranışlar
Yapılması gerekeni yaptıktan sonra Allah'a sığınmalı ve O'ndan yardım istenmelidir. Şeytandan ve onun ilke ve yönlendirmelerinden uzaklaşmadığımız sürece Allah'a sığınmanın hiçbir anlamı yoktur. Dille şeytana düşman olurken, diğer tüm uzuvlarımızla şeytana dostluk ve bağlılık, istiâze şuuruyla bağdaşmaz.
İstiâze, "hicret"tir; Şeytanî özelliklerden Rahmânî vasıflara; Basit, geçici ve hayvanî olduğu kadar şeytanî zevklerden, sonu acıyla bitecek yapay duygulardan, şeytanî sanal lezzetlerden ebedî saâdetlere hicret. İstiâze şuuruna sahip bir mü'min, Kur'an'da övülen o mutluluk çağının zirve kahramanları olan ashab'a ashab olup, sonu fetihle biten hicret için yol arkadaşlığına hazırlanabilir.
Kul ne yaparsa yapsın, Allah'ın dilemesi ve yardımı olmadan hiçbir şey olmaz. Öyleyse O'nun yardımına müstahak olarak O'ndan istemeliyiz.
Şeytandan Allah'a sığınan, şeytanî özellik ve vasıflardan da Allah'a sığınmış demektir. "Şeytan" azgın ve haktan uzak demektir. Azgınlıktan ve hakka uzak olmaktan kurtulup, gerçek kul olmaya, Hakkın adamı olmaya çalışmalıyız.
Şeytan azılı tarihî düşmanımızdır. Onu iyi tanımalı ve hilelerine karşı uyanık olmalıyız. Cinlerden olduğu gibi, insanlardan da şeytanların olduğunu ve her yerde her zaman onlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız. Evden çarşıya, işten okula, sofradan tuvalete, mescidden cepheye kadar her yerde düşmanımızla karşılaşabiliriz.
Şeytanın kovulma ve lânetlenme sebebini değerlendirmeli ve aynı durumlara düşmemek için gayret etmeliyiz. Biliyoruz ki şeytan, Allah’ın emrine kibirlenip isyan etti ve o yüzden kovuldu, lânetlendi. Onu, ne sahip olduğu ilmi kurtarabildi, ne de zekâsı. Öyleyse vahyin ışığında bir akıl ve ilimle hikmetleri yakalamaya ve yaşamaya çalışmalıyız.
Şeytana lânetle yetineceğimize, ona uymayarak, onu mahvedecek şekilde Allah'ı çokça anarak onu yenmeli ve kahretmeliyiz. Unutmayalım ki, şeytan ve askerleri, kendi misyonlarını yapıyor. Biz, dünyadaki görevimizi yerine getirirsek,
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şeytana da uymamış oluruz. 2614
Tuvalete girerken, şeytandan korunmak için eûzü çekmeliyiz de; televizyonun düğmesini açarken eûzü, kaparken de en azından istiğfar çekmeli değil miyiz? Caddeye, çarşıya, dolmuşa adım atarken, iş başında, aş başında, gafletle geçen dakikalar, saatler, hatta günler içindeki tüm şerlerden, istiâzedeki sığınak dışında kimin kalesine sığınabiliriz? Kur'an okurken istiâze gerekir de, beşerî kitaplar, gazeteler okunurken gerekmez mi dersiniz?
İstiâze, müslüman için şeytana ve taifesine, şeytan dostları ve askerlerine karşı uyanıklık ifadesi olmaktadır. İstiâze, mü'min için sanki düşmana karşı sürekli kullandığı, dilinde ve gönlünde taşıdığı bir silâh gibidir.
Allah'ı tek Rabb, tek Melik ve tek İlâh kabul ederek O'na sığınanlara, Allah'ın yardımı erişecektir. Unutulmamalıdır ki, insanlığın saâdeti, şuurlu bir iman ve her türlü kötülüklerden Allah'ın dinine sığınıp sakınmalarıyla mümkün olacaktır. "En iyi koruyan Allah'tır ve O merhametlilerin en merhametlisidir.”2615 “O, ne güzel dost, ne güzel vekildir." 2616
2614] Metin Karabaşoğlu, Kur'an Okumaları, Karakalem Y., s.17-18
2615] 12/Yûsuf, 64
2616] 8/Enfâl, 40; 3/Âl-i İmrân, 173
İSTİÂZE
- 681 -
İstiâze İle İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İstiâze Kelimesinin Türediği A-v-z ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 17 Yerde:) 2/Bakara, 67; 3/Âl-i İmrân, 36; 7/A’râf, 200; 11/Hûd, 47; 12/Yûsuf, 23, 79; 16/Nahl, 98; 19/Meryem, 18; 23/Mü’minûn, 97, 98; 40/Mü’min, 27, 56; 41/Fussılet, 36; 44/Duhân, 20; 72/Cinn, 6; 113/Felak, 1; 114/Nâs, 1.
B- İstiâze Konusunda Âyet-i Kerimeler
a- Allah'a Sığınmak: Felak, 1-5 ; Nas, 1-6
b- Kur'an Okumak İstendiğinde Şeytandan Allah'a Sığınmak: Nahl, 98
c- Şeytanın Şerrinden Allah'a Sığınmak: A'raf, 200 ; Nahl, 98 ; Mü'minun, 97-98 ; Fussılet, 36 ; Nas, 1-6
d- Kafirlerin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Bakara, 286 ; Enfal, 45 ; Yunus, 85-86 ; Mü'min, 56 ; Mümtehıne, 5
e- Yaratıkların Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1-2
f- Gecenin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,3
g- Büyücülerin Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,4
h- Hased Edenlerin (kıskançların) Şerrinden Allah'a Sığınmak: Felak, 1,5
i- Bazı Peygamberlerin Bazı Kötülüklerden Allah'a Sığınmaları: Bakara, 67 ; Hud, 48 ; Yusuf, 23-24 ve 79 ; Mü'min, 27 ; Meryem, 16-18 ; Duhan, 18-22
j- Günah İşlemekten Allah'a Sığınmak: Yusuf, 23
k- Şeytanın Yanımızda Bulunmasından Allah'a Sığınmak: Mü'minun, 98
l- Hesap Gününe İnanmayan Her Kibirliden Allah'a Sığınmak: Mü'min, 27
m- Büyüklük Taslayıp, Delilsiz Olarak Allah'ın Âyetleri Hakkında Tartışanlardan Allah'a Sığınmak: Mü'min, 56
n- Cahillerden Olmaktan Allah'a Sığınmak: Bakara, 67
o- İçyüzünü Bilmediği Bir Şeyi Allah'tan İstemekten Allah'a Sığınmak: Hud, 48.
İstiâze İle İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Sahihü'l Buhari: Deavat 35-46 ; Et'ıme, 28 ; Eşribe, 30 ; Bed'ül Halk, 11; Edeb, 76; Tefsir, 6/2 ; Ezan, 149 ; Cihad, 25 ; Fiten, 15 ; Rikak, 52 ; Ezan, 4 ; Amel fi's-Salat, 18 ; Sehv, 6.
Sahihü'l Müslim: Salat, 19 ; Mesacid, 89 ; Fiten, 4,7,10 ; Zikr, 47-52, 61,62,66,73,76,96 ; Birr, 109,110 ; Fedailü's-Sahabe, 140 ;Eyman, 36.
c- Tirmizi: Tahare, 4 ; Deavat, 15, 19, 67, 74, 76, 110.
d- Nesai: İstiâze, 7, 12, 17, 18, 25, 26, 33, 38, 60 ; Ezan, 30 ;
e- Ebu Davud: Salat, 31 ; Edeb, 98, 104 ; Salat, 18, 119, 120, 122 ; Tıbb, 19.
f- Müsned, Ahmed b. Hanbel: 1/ 247 ; 2/ 202 ; 3/ 50, 427 ; 5/ 356 ; 6/ 31, 100, 139, 190.
g- Muvatta: Nida, 6
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 88 - 127
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Akçağ Y. c. 2, s. 23 - 34
3. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
4. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 16-18
5. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 3 s. 211 - 212
6. Sorularla Fatiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. S. 11 - 35
7. Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. S. 56 - 75
8. Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. S. 21 - 26
9. İşaratü’l- İcaz, Said Nursi, Tenvir Y.
10. Fatiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 19-21
11. İslâm ve Sosyal Değişim, İhsan Eliaçık, Bengisu Y. s. 20-24
12. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 16-18
13. Kur'an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
14. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15. Kur'an'da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
16. İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-153
17. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
18. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
19. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
20. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
21. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
22. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
23. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbni Kayyim El-Cevziyye, Uysal Kit. Y.
24. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
25. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
26. Şeytanın Varlığı ve Mahiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
27. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
28. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
29. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
30. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
31. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
32. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
33. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
34. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
35. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
36. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
37. Vesvese, Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
38. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
39. Kur'an'a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
40. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
41. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
42. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
43. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
İSRÂ VE MÎRAC
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İSRÂ VE MÎRAC
- 561 -
Kavram no 102
İman 17
Bk. Peygamberlik; Muhammed (s.a.s.)
İSRÂ VE MÎRAC
• İsrâ; Anlam ve Mâhiyeti
• Mîrac; Anlam ve Mâhiyeti
• İsrâ Âyetinin Tefsiri
• Adım Adım İsrâ ve Mirac Olayı
• Sidre'de Allah'ın Tecellisi (Rasûlullah Gerçekten Allah'ı Gördü mü?)
• Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ ve Mirac
• Hadis-i Şeriflerde İsrâ ve Mîrac
• İsrâ ve Miracın Hükmü
• İsrâ ve Mirac Kaç Defa Olmuştur?
• İsrâ ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
• İsrâ ve Mirac, Rûh ile mi, yoksa Beden ve Ruh Birlikte mi Olmuştur?
• Mirac Aklen Mümkündür
• İsrâ ve Mirac Olayına Farklı Yaklaşımlar (S. Ateş, Hamidullah, M. Esed)
• İsrâ ve Mîrâcın Düşündürdükleri
• Tefsirlerden İktibaslar
“Kulunu (Muhammed’i) geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerimizi göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir (her şeyi işitir ve görür).” 2249
İsrâ; Anlam ve Mâhiyeti
İsrâ, gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş anlamına gelir. Istılahta; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi hâdisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi’râca çıkmıştır.
İsrâ hâdisesi Kur'an ile sâbit olduğu için bu hâdisenin inkârı mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm'de bu olay şöyle anlatılmıştır: “Kulunu (Muhammed’i) geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerimizi göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir (her şeyi işitir ve görür).”2250 Âyet-i Kerimenin ifâdesine göre isrâ hâdisesi rûhânî bir hâdise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi’râc hâdisesinin yalnızca rûhânî olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.
Âyet-i Kerimedeki "âyetlerini göstermek için" ifâdesini "O Peygamber’i
2249] 17/İsrâ, 1
2250] 17/İsrâ, 1
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
âyetlerimizden olarak gösterelim diye" şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Bu takdirde isrâ hâdisesi Hz. Peygamber'e bazı İlâhî âyetler göstermek için değil; O'nu bir âyet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için yapılmıştır.
Bazı tefsirciler isrâ ve mi’râc hâdisesini fizikî örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya İlâhî bir âyet olan isrânın aklîleştirilmesi mümkün değildir. Tabiî bir tasavvur, emsâl ile tasavvur demektir. Hâlbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzeri ile tasavvura kalkışmak tezat olur. O ancak müşâhede ve haber ile bilinir.2251 İsrâ hâdisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın İslâm ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır. 2252
Mîrac; Anlam ve Mâhiyeti
Mi’râc kelimesi, Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslâm'da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı hikmetli şeylere şâhit olması için, gecenin birinde kısa bir zaman sürecinde göğe yükseltilmesi olayına mi’râc denir. Mirac olayı hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşmiştir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isrâ adını alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadiste ayrıntılı biçimde anlatılır.
Hadis rivâyetlerinde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s.), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı Ümmühâni binti Ebi Tâlib'in evinde yatarken Cebrâil gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s.) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.
Rivâyetlere göre; Hz. Peygamber (s.a.s.), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir miracla (mânevî asansör gibi özel bir araçla) ve yanında Cebrâil olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Âdem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Hârun, altıncı katında Hz. Mûsâ ve yedinci katında Hz. İbrâhim ile görüştü. Cebrâil ile birlikte yükseliş Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar sürdü. Cebrâil, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Müntehâ'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s.) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşâhede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara Sûresinin son âyetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s.) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber’i (s.a.s.) suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye
2251] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 3150
2252] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 204
İSRÂ VE MÎRAC
- 563 -
düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber’i (s.a.s.) sınadılar. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) verdiği bilgilerin doğruluğu müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’ce (s.a.s.) "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebû Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.
Âhad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir. Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslâm bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil, uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelâmcıların büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir. İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.
Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibâdetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti. 2253
İsrâ Âyetinin Tefsiri
“Kulu Muhammed'i bir gece Mescidi Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mûcizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” 2254
Sübhâne: Tercih olunan görüşe göre bu kelime “sebbeha” kelimesinin masdarı olup “Tesbîhan lillâh” anlamındadır. Tesbih ise takdis etmek, yüceltmek ve övmektir.
Esrâ: İsrâ masdarındandır. Gece yürüyüşü demektir.
Abdihî: “Kulunu” kelimesi Peygamber’den (s.a.s.) kinâye olarak kullanılmıştır.
El-Mescid: Mescid, câmi; genel olarak ibâdet ve secde mekânıdır.
El-Mescidi’l-Haram: Mekke Mescidi. Bu cümle, indiği esnâda Kâbe’nin etrafında namaz kılınan yeri veya namaz kılınmak için hazırlık yapılan alanı kasdetmektedir.
El-Mescidi’l-Aksâ: Çok uzak, ırak mescid demektir. Cümlede Beyt-i Makdis’te Allah’a ibâdet edilen mekân kasdolunmaktadır. “el-Aksâ” kelimesi, Mekke ile
2253] Ahmet Özalp, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 197-198
2254] 17/İsrâ, 1
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Beyt-i Makdis arasında uzak bir mesâfenin bulunduğuna işaret etmektedir. “el-Mescidü’l-Aksâ” ifâdesi İslâm’dan sonra Kur’ânî vasıftan iktibas edilerek Beyt-i Makdis mescidine özel isim olmuştur. İslâm öncesi Süleyman’ın (a.s.) inşâ ettiği mâbedin yeri burası olup âyetin inişi esnâsında harâbe halindeydi.
Ellezî bâreknâ havlehû: (Etrafını, çevresini mübârek kıldığımız) “Havlehû: Etrafını” ifâdesindeki zamir, Mescid-i Aksâ’ya dönmektedir. Kelime, içinde Mescid’in bulunduğu Filistin diyarını kasdetmektedir. 7/A’râf, 137 ve 21/Enbiyâ, 71. âyetleri de Allah’ın burasını bereketli kıldığını zikretmektedir. 2255
Nüzul Sebebi: Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraç’ta en yüksek basamağa ulaşınca Allah Teâlâ ona: “Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?” diye vahyedince o: “Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek (kulun olduğumu söyleyerek)” diye cevap verdi. Allah Teâlâ da bunun üzerine bu "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerini göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir" 2256 âyetini indirdi. 2257
Bu âyet-i kerime, Rasûlullah’ın (s.a.s.), Mekke’den, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya, İlâhî bir güçle götürüldüğünü beyan etmektedir. Bu hâdiseye “İsrâ ve Mirac” denilmektedir. 2258
Sûre Allah'ın eksik sıfatlardan uzak tutulması ile başlıyor. Bu başlangıç İsrâ'nın yumuşak, sâkin havasına uyum sağlayan psikolojik bir harekettir. Bu, aydınlık ufukta kul ile Allah arasındaki en uygun bağdır.
Âyette, özellikle kulluk özelliğine dikkat çekiyor: Kulu Muhammed'i... Ulaştıran Allah... Amaç, İsrâ ve insanların ulaşamadığı derecelere yükseliş makamında bu kulluk sıfatının pekiştirilmesi ve yerleştirilmesidir. Peygamberin bu sıfatı unutulmasın. İlâhlık makamı ile kulluk makamı karışmasın. Nitekim Hz. İsa'dan sonra, doğumu ve vefatına ilişkin birtakım gizemler ve kendisine verilen bazı mûcizeler nedeniyle Hıristiyanlık inancında ilâhlık ve kulluk makamları karışmıştı. İnsanların bazıları Hz. İsa'ya verilen bu mûcizeleri, kulluk makamı ile ilâhlık makamını karıştırmak için birer gerekçe olarak görmüşlerdi. İşte burada kulluk sıfatına dikkat çekilmesi İslâm inancının sadeliğini, berraklığını garanti etmiş ve Yüce Allah'ın zâtının yakından veya uzaktan ortak koşma veya varlıklara benzerlik gibi şâibelerden arındırılmasını sağlamıştır.
"İsrâ" kavramı "sery" kökünden türemiştir. Gece yürüyüşü demektir. "Esrâ" ifâdesi beraberinde zamanını da göstermektedir. Ayrıca zamanını belirtmeye gerek yoktu. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerim'in metoduna uygun olarak tasvir ve gölgelendirme amacıyla âyette "gece" sözcüğüne yer verilmiştir. "Kulu Muhammed'i, bir gece Mescidi Haram'dan (Kâbe'den) yola çıkararak, kendisine bazı mûcizelerimizi, olağanüstülüklerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ulaştıran Allah, her türlü noksanlıklardan uzaktır."
Böylece İsrâ'nın o güzelim hareketi ve ardarda gelen seyri insanın rûhuna dikte edilirken gecenin sâkin gölgesi sergilenmekte ve insan rûhunu kuşatan
2255] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, II/325
2256] 17/İsrâ, 1
2257] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
2258] İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyan, Hisar Y., V/254
İSRÂ VE MÎRAC
- 565 -
sâkin havası daha canlı biçimde teneffüs ettirilmektedir.
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya yapılan bu yolculuk her şeyden haberi olan, her şeyi en güzel şekilde düzenleyen Yüce Allah'ın yapılmasını istediği bir yolculuktur. Hz. İbrâhim ve Hz. İsmail'den -selâm her ikisinin de üzerine olsun- peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- kadarki tevhid inançlarının en büyük halkalarını birbirine bağlıyor. Bütün tevhide dayalı dinlerin (ki, hepsinin ortak adı İslâm’dır ve aslında tek dindir) kutsal saydıkları yerleri birbirine bağlıyor. Sanki bu hayret verici yolculuk ile son peygamberin kendisinden önceki tüm peygamberlerin kutsal değerlerine sahip çıktığı, onun peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsini kuşattığı ve peygamberliğinin bu kutsal değerlerin hepsiyle ilgisi olduğu duyurulmak isteniyor. Bu, zaman ve mekân sınırlarının çok ötesine uzanan, zaman ve mekânın ufuklarından ve boyutlarından daha geniş bir alanı kapsayan, ayrıca ilk bakışta ortaya çıkan yakın anlamlardan daha büyük manâlar ifâde eden bir yolculuktur.
Mescid-i Aksâ'nın "Çevresini kutsal kıldığımız" şeklinde nitelendirilmesi, mescidin bütünüyle bereketle kuşatıldığını, onun mübârekliğinin çevresine taştığını sergileyen bir nitelendirmedir. Bu ifâdenin yerine "Onu mübârek kıldık" veya "İçine bereket yağdırdık" gibi doğrudan bir ifâde kullanılması bu anlamı veremezdi. Bu da Kur'an'ın hayret uyandıran ifâde inceliklerinden birisidir.
İsrâ, beraberinde başka mûcizelerin de bulunduğu bir mûcizedir. “Ona âyetlerimizi gösterelim diye.” Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- şekli ve keyfiyeti ne şekilde olursa olsun yatağının soğumayacağı kadar kısa bir zaman diliminde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya hayret verici bir şekilde götürülüp getirilmesi... Allah'ın mûcizelerinden biridir. İnsanın kalbini bu evrendeki hayret verici ufuklara açmaktadır. İnsan denilen şu yaratığın bünyesinde gizli olan enerjileri Yüce Allah'ın bünyesine bu güzel sırları yerleştirdiği şu insan cinsi arasından seçilen ve Allah'ın lütfunu karşılayabilecek şekilde kendisini hazırlayan Allah tarafından verilmiş yetenekleri ortaya koymaktadır.
"O her şeyi işiten ve her şeyi görendir." Kulaklara ve gözlere görünmeyen bütün sırları ve gizlilikleri sessizliklerine ve inceliklerine rağmen görür ve işitir. Sûrenin ilk âyetinde önce Allah tesbih ediliyor "Kulu Muhammed'i bir gece, yola çıkaran Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir." Ardından bu ifâde tarzı değişiyor ve Yüce Allah'ın yaptığı bir açıklama yer alıyor: "Kendisine bazı mûcizelerimizi gösterelim diye." Sonra da Yüce Allah'ın nitelikleri sunuluyor: "O her şeyi işiten ve her şeyi görendir."
İfâdedeki ince anlamların duyarlı ve hassas bir ölçü ile ortaya konmasına uygun düşsün diye böyle yapılıyor. Allah'ı noksan sıfatlardan arındırma direkt Yüce Allah'a yükseliyor. İsrâ olayının amacının bildirilmesi de yine bizzât Yüce Allah tarafından bildiriliyor. İşitme ve görme sıfatları da Yüce Allah'ın zâtı için kesin bir haber biçiminde sunuluyor. Sadece bir âyette bu üç ayrı ifâdenin bir araya gelmesi, âyette verilmek istenen mesajın tüm inceliklerine varıncaya kadar eksiksiz biçimde yer alması içindir. 2259
Allah Teâlâ kendi zâtını övüyor ve kendisinden başkasının güç yetiremeyeceği kudreti nedeniyle kendi şanını ta’zim ediyor. O’ndan başka ilâh yoktur.
2259] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l-Kur’an, Dünya Y., 7/13-15
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kulunu geceleyin yürüten Allah’tan başka ilâh yoktur. Yani Muhammed’i (s.a.s.) Mescid’i Haram’dan -yani Mekke’deki mescidden- Mescid-i Aksâ’ya İlya’daki (Kudüs) mukaddes mescide gecenin karanlığında götüren O’dur. O İlya ki; İbrâhim Halilullah’tan beri peygamberlerin menbaıdır. Bunun için bütün peygamberler orada toplanmış ve son peygamber, kendilerine kendi yerlerinde, kendi yurtlarında imamlık etmiştir. Bu da Hz. Peygamber’in en büyük önder ve en önde giden reis olduğunu gösterir. Allah’ın salât ve selâmı onun ve diğer peygamberlerin hepsinin üzerine olsun. “Çevresini mübârek kıldığımız” bitkiler ve meyvelerle kutlu kıldığımız “birkısım âyetlerimizi (ona yani Muhammed’e) gösterelim diye” Nitekim Allah Teâlâ bir başka sûrede şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu o Rabbinin büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür.” 2260
Bu konuda vârid olan sünnet ve hadisleri aşağıda zikredeceğiz. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. “Muhakkak ki O’dur O, Semi’, Basîr.” İster mü’min olsun, ister kâfir, ister bu sözü doğrulasın, ister yalanlasın kullarının sözlerini işiten O’dur. Yaptıklarını gören O’dur. O, her birine dünya ve âhirette müstehak olduklarını verendir. 2261
Bu mübârek âyet, yaratıkların en şereflisi olan Yüce Peygamberimizin bir nice kudret ve azamet eserlerini görmesi için geceleyin Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş olduğunu beyan buyurmaktadır. Şöyle ki: Allah her türlü mükemmellikleri zâtında toplamıştır ve bütün noksanlıklardan “uzaktır o”. Kudret sahibi Yaratıcı “ki kulunu” en şerefli bir kulu olan peygamberlerin efendisi, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) “bir gece” az bir müddet içinde bir kudret hârikasının eseri olarak “Mescid-i Haram’dan” Kâbe-i Muazzama’dan, Kâbetullah’ın kuzey tarafındaki Hicru’l-Kâbe, Hicr-i İsmâil ve Hatim-i Kâbe denilen mevkiden veya Hz. Ali’nin kızkardeşi Ümmühani (r.anhâ)’nın Kâbe’nin çevresinde bulunan evinden aldırarak “çevresini mübârek kıldığımız” maddî ve mânevî bereketlere, bolluklara mazhar kılmış bulunduğumuz “Mescid-i Aksâ’ya” Beyt-i Mukaddes’e, o zamana kadar ötesinde daha başka bir mescid bulunmayan ve geçmiş birkısım peygamberler için bir mâbed, bir vahyin iniş yeri olan o kutsal mevkie “yürüttü”, oraya bir hârikulâde tarzda kavuşturdu. “Tâ ki ona” Hz. Muhammed’e (s.a.s.) “âyetlerimizden gösterelim.” Yüce yaratıcının kudret ve büyüklüğüne şâhitlik eden bir nice hârikaları, ruhlar ve melekler âleminin eşsizliklerini görmeye muvaffak olsun. O kadar uzak mesâfeleri öyle az bir zaman içinde gidip bir nice mübârek peygamberlerin görünecek rûhâniyetleriyle temasta bulunsun. “Şüphe yok ki ancak, O’dur.” O, Yüce Yaratıcı ve kerem sahibidir, “her şeyi”, bütün mahlûkatının sözlerini, duâlarını, niyazlarını “işiten” ve ancak O ezelî yaratıcıdır her şeyi “gören”, her şeyden hakkıyla haberdar olan. İşte Yüce Rasûlü olan Hazret-i Muhammed’in de bütün yakarışlarını işiten, bütün ibâdet ve itaatini görüp bilen O Yüce Yaratıcı, o muhterem rasûlünü öyle pek yüce bir seyahat şerefine kavuşturmuştur. 2262
“Subhân” Kelimesi Hakkında:
Yüce Allah’ın: “Subhâne: Münezzehtir” buyruğu, masdar yerinde kullanılan bir isimdir. Bu ismin anlamı, Yüce Allah’ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak olduğunun ifâde edilmesidir. Bu, Yüce Allah’ın büyük bir zikridir. Başkası
2260] 53/Necm, 18
2261] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’âni’l-Azim, Çağrı Y., 9/4650-4602
2262] Ömer Nasûhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerim Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, IV/164-165
İSRÂ VE MÎRAC
- 567 -
hakkında bunun kullanılması uygun değildir. Talha b. Ubeydullah el-Feyyad’dan rivâyete göre o, Rasûlullah’a (s.a.s.) şöyle sormuştu: “Subhânallah’ın anlamı ne demektir?” Rasûlullah (s.a.s.) da şöyle cevap vermiştir: “Allah’ı her bir kötülükten tenzih etmektir.” 2263
Bu lafız, değişik birtakım mânâlara da gelmektedir.
1) “Namaz” mânâsına… Hak Teâlâ’nın “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı” 2264 âyeti bu mânâdadır. “Subha” kelimesi, nâfile namaz mânâsına gelir. Namaz kılana da “müsebbih” (tesbih eden) denilmiştir. Çünkü namaz kılan, namazı ile Allah’a saygı göstermiş ve O’nu, O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmiştir.
2) “Ortancaları, ‘Ben size demedim mi, Allah’ı tesbih etmeli değil miydiniz?’ dedi.”2265 âyetinde “tesbih”, “istisnâ” (inşâallah deme) mânâsına kullanılmıştır. Yani, “İnşaallah demeli değil miydiniz?” demektir. Bunun izahı da “inşâallah” diyerek Allah’a tazime dayanır.
3) Hadis-i Şerifte: “Onun vechinin subuhâtı, yetiştiği her şeyi yakardı.”2266 diye vârid olmuştur. Bunun mânâsının, “Allah’ın vechinin nûru” olduğu söylendiği gibi, onu birisi gördüğünde “Subhânallah” diyeceği vechinin parlaklığı” mânâsına geldiği de söylenmiştir.2267 Diğer bir hadiste şöyle buyruluyor: "Nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı." 2268
Keşşâf sahibi der ki: "Sübhân” tesbihin özel ismidir. Takdiri; “Esbehullahe subhâne”dir, sonra “Subhâne” fiil yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur. Ve Allah'ın düşmanlarının O'na nisbet ettikleri kusurların hepsinden tam bir şekilde uzak olduğuna delâlet etmektedir." 2269
"Bunda aslolan, Allah'ın acâyip (şaşılacak ve hayret verecek) bir sanatı görüldüğü zaman Allah'a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden hayret edilen her şeyde de kullanılmıştır. "Demek ki esas mânâsı tesbih ve Allah'ın noksan sıfatlardan tam uzak olduğuna delâlet eden beliğ bir tenzihtir. Bununla beraber hayret yerinde kullanılır. Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının düşeceğini zannetmişlerse de doğru değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih etmektir. 2270
"Akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit Allah'ı tesbih edin."2271 âyeti "Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı tesbih ediniz " mânâsı ile emir mânâsına gelir.
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Rabbi o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Mûsâ da bayılarak yere düştü."2272 Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi
2263] Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, V/182’de belirtildiğine göre, bu açıklama Nâfi b. el-Ezrak’ın sorması üzerine, Abdullah İbn Abbas’a aittir.
2264] 37/Sâffât, 143
2265] 68/Kâlem, 28
2266] Müslim, İman 293, 1/162); İbn Mâce, Mukaddime 13, 1/70-71
2267] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/387-388
2268] Müslim, İman 293; İbn Mâce, Mukaddime 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/401-405
2269] Ez-Zemahşerî, Keşşaf II/456
2270] El-Beydavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, I/687
2271] Rûm: 30/17
2272] 7/A'râf, 143
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ile ilgilidir.
Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkânların üstünde olan isrâ hâdisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalplerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezâketi dolayısıyla benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır.
İkinci olarak, İsrâ mûcizesini mümkün görmeyen dinsizlere karşı Yüce Allah'ın noksan vasıflardan berî bulunduğunu ve dolayısıyla âcizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilân etmek vardır.
Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi vardır.
Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır. 2273
“Sübhân” kelimesi “tesbih” anlamındadır. Buna göre mânâsı: “Allah’ı, yaratılmış olan şeylerin sıfatlarından tenzih ederim.” tarzında olur. Aynı zamanda “Sübhan” kelimesi, hayret ifâde eder. Bu, Yüce Allah’la, Rasûlü arasında cereyan eden, insanı hayrette bırakan ve şaşkınlık uyandıran olaya işaret etmektedir. 2274
Tesbih; Allah’ı O’na yakışmayan şeylerden tenzih etmek (uzak tutmak)tir. Tesbih, bir anlamda, Allah’ı büyük tanıma, O’na noksan sıfatları yakıştırmama, “sübhânallah” demek ve O’na ibâdet etmektir. Bu, bir çeşit Allah’ı zikirdir. Bazı âlimlere göre tesbih, zikrin türlerinden biridir.
Tesbih; Allah’ı, kutsal yüceliğine lâyık olmayan kusur ve noksanlıklardan, insanların ilâhlar/tanrılar hakkında düşündükleri eksik sıfatlardan gerek inanç, gerekse söz ve kalp ile tenzih etmektir, uzak tutmaktır. Allah Teâlâ yücedir, uludur, azimdir. Hiç bir şey O’nun benzeri ve dengi değildir. O en yüce sıfatlara sahiptir. İnsanların aklına gelebilecek bütün eksik ve noksan sıfatlardan, kusurlardan uzaktır. Allah hakkında, insanlara ait şeyler düşünülmez. O, bütün bunların dışındadır. İşte, Allah’ı mükemmel (en yüce) sıfatlarla düşünmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek (uzak tutmak) tesbihtir.
Aynı kökten gelen “Sübhân” Allah’ın bir ismidir. Yani, çok tenzih edilen, Allah’a inanmayanların O’nun hakkında düşündüklerinden ve söylediklerinden, her türlü kusurdan uzak olan demektir. “Sübhânallah” cümlesi, Allah’ın bütün eksikliklerden uzak, ama yüce sıfatların sahibi olduğunu ifâde eder. Allah’ın zatının temizliğini ve kutsallığını da anlatır. Bu cümle; hem bir zikir, hem Allah’tan yardım isteme, hem de bazen bir şeye hayret edildiği zaman kullanılan bir ifâdedir.
Allah’ı tesbih etmeyi ifâde eden âyetler Kur’an’da bir hayli fazladır. Kur’an, Allah’ı zikretmeyi ve tesbih etmeyi beraber anıyor. Bu durum her iki ibâdetin ortak yanları olduğunu gösterir. “Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.”2275 Sabah ve akşam vakitleri zikir ve Allah’ı tesbih için en
2273] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/273-275
2274] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
2275] 33/Ahzâb, 41-42; 3/Âl-i İmrân, 41
İSRÂ VE MÎRAC
- 569 -
uygun zamanlardır. Ancak sabah-akşam ifâdesi bütün günü kapsaması sebebiyle, âyet; Allah’ı her an zikredin, tesbih edin, bunu devamlı yapın anlamına da gelir. “Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, Güneşin doğuşundan önce ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.”2276; “Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol.” 2277
Kur’an’ın haber verdiğine göre yerde ve gökte olan bütün yaratıklar Allah’a tesbihte bulunurlar. Kur’an bunu bazen geçmiş zaman kipiyle ‘tesbih etti’ şeklinde, bazen şimdiki zaman kipiyle ‘tesbih eder-ediyor’ şeklinde vermektedir. Bu, varlıkların geçmişte ve şimdi sürekli tesbih ile meşgul olduklarını gösteren bir gerçektir. 2278
Canlı veya cansız varlıkların nasıl tesbih ettiklerini bilmiyoruz. Bu konuda birçok açıklama yapılmıştır; ama doğrusu onların tesbihlerinin nasıl olduğunu anlamak hem zor, hem de bunu anlama diye bir görevimiz yoktur. Bize düşen, bütün varlıkların ister istemez Allah’a teslim olup O’nu tesbih ettiklerini bilmek ve böyle bir gerçeğe şüphe duymadan inanmaktr. Bunu kabul ettikten sonra, onlar gibi bu yüce zikre katılmak, onlarla beraber Allah’a tesbihte bulunmaktır. Tıpkı Dâvud (a.s.) ile birlikte tesbih etsinler diye boyun eğdirilen dağlar gibi.2279 “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O Halim’dir, bağışlayandır.”2280 Onların tesbihlerini anlayamacağımıza göre, bu konudaki gayret boş bir çabadır. Burada önemli olan, evrendeki bu imana katılmak, bu koro ile beraber, âlemlerin Rabbini, O’nun lâyık olduğu gibi zikretmek/anmaktır.
Allah’ın Sübhân Oluşu: Allah (c.c.) aynı zamanda “Sübhân”dır. Bütün yaratıklar, canlı ve cansız her şey, insanların bütün hücreleri, bazı insanların dilleri, sürekli Allah’ı tesbih ederler. O, bu anlamda çok çok tesbih edilendir. O, kendisi hakkında düşünülen bütün noksan sıfatlardan uzaktır. O, kendi dışındaki her şeyden münezzehtir (tenzih edilmiştir). Kur’an, Allah’ın “sübhân” olduğunu sık sık vurgulamaktadır. “Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah’ın dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın sahibi Allah, Sübhan’dır; onların nitelendirdikleri şeyden uzaktır.”2281; “Üstünlük ve güç (izzet) sahibi Allah, sübhândır, onların nitelendirmekte olduklarından yücedir.” 2282
Melekler, zaman zaman Allah’ın ‘Sübhan’ olduğunu söylerler.2283 Mü’minler de inkârcıların Allah hakkında düşündükleri yanlış şeylere cevap verirken, Allah’ın onların nitelemelerinden çok uzak olduğunu dile getirirler, Allah’a “Sen Sübhânsın” derler. 2284
2276] 20/Tâhâ, 130; Ayrıca bkz. 40/Mü’min, 55; 50/Kaf, 39
2277] 15/Hıcr, 98; Ayrıca bkz. 25/Furkan, 58; 52/Tûr, 48; 56/Vâkıa, 74, 96; 87/A’lâ, 1; 110/Nasr, 3
2278] 57/Hadid/1; 59/Haşr, 1, 24; 61/Saff, 1; 24/Nûr, 41; 62/Cuma, 1 vd.
2279] 21/Enbiyâ, 79; 38/Sâd, 18
2280] 17/İsrâ, 44
2281] 21/Enbiyâ, 22
2282] 37/Sâffât, 180; Ayrıca bk. 12/Yûsuf, 108; 17/İsrâ, 1, 93, 108; 27/Neml, 8; 28/Kasas, 68; 43/Zuhruf, 13; 68/Kâlem, 29
2283] 2/Bakara, 32
2284] 3/Âl-i İmrân, 191; 5/Mâide, 116; 21/Enbiyâ, 87; 4/Nisâ, 171; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 57; 30/Rûm, 40
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Namaz ve Tesbih İbâdeti: Mü’minler ‘tekbir’le namaza girdikten sonra, önce “Sübhâneke” duâsını okurlar. Namazın hemen başında Allah’ın bütün noksan sıfatlardan uzak olduğunu, müşriklerin nitelemelerinden yüce olduğunu dile getirirler. Bu imanla namaza başlarlar, namazı, yalnızca, bu tesbih ettikleri Allah (c.c.) için kıldıklarını ortaya koyarlar. Mü’minler rükûda iken “Sübhâne rabbiye’l-azîm (Yüce olan Rabbimi tesbih ederim)”, secdelerde ise sürekli “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ (Ulu olan Rabbimi tesbih ederim)” derler.
“Bir adam Peygamberimize gelerek, ‘Ey Allah’ın Rasulü, ben Kur’an’dan bir şey seçip alamıyorum. Bana yetecek bir şey öğretir misin?’ dedi. Peygamberimiz buyurdu ki, şöyle de: “Sübhane’llahi ve’l hamdüli’llahi ve lâ ilâhe ilallahu va’llahü ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.(Allah’ım Seni tesbih ederim, hamdler Sana aittir. Senden başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür, bütün güç ve kuvvet Allah’ındır).” 2285
Peygamberimiz yine buyuruyor ki: “İki kelime vardır; bunlar dilde hafif, terazide (mizanda) ağır, Rahman’ın yanında da sevimlidirler (Bunlar): ‘Sübhanallahi ve bihamdihî (Allah’ım seni hamdinle tesbih ederim), Sübhanallahi’l azîm (Yüce Allah’ım Seni tesbih ederim)’ sözleridir.” 2286
Peygamberimiz, başka birçok hadisinde, tesbih’te bulunmanın, tevhid kelimesini söyleminin ve istiğfarda bulunmanın önemine ve sevaplarının çok olacağına işaret buyuruyor. Her bir rükünde ve rekâtında bol bol tesbih yapılarak kılınan namaza ‘Tesbih namazı’ denilir.
Namazdan sonra otuz üç defa ‘sübhanallah’, otuz üç defa ‘el-hamdülillâh’, otuz üç defa da ‘Allahü ekber’ demek, zenginlerin fakirlere sadaka verip yardım etmeleri gibi sevabı çok olan zikirlerdir. Bunlar ‘Sübhanallah’ ile başladıkları için hepsine birden “tesbih duâsı” denmektedir.2287 Namazdan sonra, önemli zikir ifâdeleri olan bu tesbihleri yapmak sünettir.2288 Türkçe’de ‘tesbih’ diye bilinen, otuz üçlü veya doksan dokuzlu taneler, aslında ‘tesbih âletidir. Halk ‘tesbih’ deyince bu tesbih âletini hatırlamaktadır. 2289
“Esrâ” Kelimesi Hakkında:
Cenâb-ı Hak, “Esrâ: Gece yürüttü” buyurmuştur. Dilciler, hem “esrâ” hem de “serâ” fiilinin aynı mânâya geldiğini söylemişlerdir. 2290
Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren” buyruğundaki “Esrâ: Geceleyin götürdü” fiili iki şekilde kullanılır. “Surâ” ile “Esrâ” şeklinde. Tıpkı “Sukâ” ile “Eskâ: Su içirdi” kelimelerinin kullanılışı gibi. Nitekim bundan önce de 2291 geçmiş bulunmaktadır. İsrâ; geceleyin yürümek demektir. “Seraytu, mesrâ, ve surâ, ve esraytu, isrâ: Geceleyin yürüdü ve yürümek” denilir.
“İsrâ, sâre”nin, gecenin ilk saatlerinde yürümek, “Serâ, sâra”nın ise, son demlerinde yürümek, anlamında olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha çok
2285] Ebû Dâvud, Salât 139, hadis no: 832, 1/221; Nesâî, İftitâh 32, 2/110
2286] Müslim, Zikir ve Duâ 10, hadis no: 2694, 4/2072; Buhârî, Deavât 65, 8/107, Eymân 19, 8/173; Tirmizî, Deavât 61, hadis no: 3467, 5/512
2287] Ebû Dâvud, Harac ve İmâret, hadis no: 2987, 3/150; Ahmed bin Hanbel
2288] Müslim, Mesâcid 144; Tirmizî, Deavât 35; Nesâî, Sehv 91
2289] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 697
2290] 2/Bakara, 60. Âyet; “Ve izi’steska…” Hani (Mûsâ, kavmi için) su istedi
2291] 2/Bakara, 60. Âyet; “Ve izi’steska…” Hani (Mûsâ, kavmi için) su istedi
İSRÂ VE MÎRAC
- 571 -
bilinen bir anlamdır. 2292
İsrâ “hudâ” ölçüsünde “Sürâ”dan if’al veznindedir. Sürâ, mesrâ, sirâyet gerek yaya, gerek atlı olsun gece yürüyüşü demektir. İsrâ da öyledir. Ancak burada olduğu gibi geçişli olduğunda “yürütmek” demek olur. 2293
“Bi abdihî: Allah’ın Kulu” Kelimesi Hakkında:
Âyette “bi abdihî” buyrulmuştur. Müfessirler bununla Hz. Muhammed’in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Babam imam (âlim) Ömer b. Hüseyin’in şöyle dediğini duymuştum: “Şeyh İmam Ebû’l-Kasım Süleyman el-Ensari’nin şöyle dediğini duydum: “Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraç’ta en yüksek basamağa ulaşınca Allah Teâlâ ona: “Ey Muhammed, seni neyle şereflendireyim?” diye vahyedince O: “Ey Rabbim, beni kendine kul olmaya nisbet ederek (kulun olduğumu söyleyerek)” diye cevap verdi. Allah Teâlâ da bunun üzerine işbu "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya âyetlerini göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basîr'dir"2294 âyetini indirdi.” 2295
Yüce Allah’ın “Kulunu” buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları şöyle demişlerdir: Şâyet Rasûlullah’ın (s.a.s.) bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu anlatmak için o adı ile anardı. El-Kuşeyri der ki: Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk isminden ayırmadı. 2296
Âyette “kulunu” dendi, “peygamberini” denilmedi. Bunun sebebi Hz. İsa’da olduğu gibi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ulûhiyyet isnâd edilmemesi içindir. Çünkü Hz. Peygamber Mirac hâdisesinde dünya âleminden sıyrılarak cismi ile mele-i a’lâya yükselmiştir. Bu ise beşerî âdete zıttır. Ayrıca bunda kulluk makamının şerefine işaret vardır. Hatta Fahrettin er-Razi tefsirinde demiştir ki: “Ubudiyyet risaletten daha faziletlidir. Çünkü ubûdiyyetten halktan Hakk’a yönelinir, risalette ise Hakk’tan halka yönelinir. Ayrıca ubûdiyyette kulun, işini Mevlâsına bırakması vardır. İşlerini Mevlâsı yapar. Risâlette ise ümmetin işlerini tekeffül etme, onlarla ilgilenme vardır. İkisi arasındaki durum ne kadar farklı.” 2297
“Leylen” Kelimesi Hakkında:
Âyetteki, “leylen” (bir gece) kelimesi, zarf olarak mansubtur. Buna göre şâyet, “isrâ” zâten gece yürüyüşü demektir, binaenaleyh ayrıca bir gece denmesinin hikmeti nedir?” denilirse, biz deriz ki: Bu kelimenin nekire olarak getirilmesiyle bu isrâ’nın (gece yürüyüşünün) müddetinin kısa olduğu ve O’nun (s.a.s.) gecenin bir parçasında, normalde kırk gecelik yol olan Mekke’den Şam’a götürüldüğünü kastetmiştir. Bu böyledir. Çünkü bu kelimeyi nekire olarak getirmek, kısmîlik (bir kısmı) mânâsına delâlet etmiştir. 2298
2292] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/316-317
2293] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/272
2294] 17/İsrâ, 1
2295] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
2296] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/317-318
2297] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514
2298] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/388
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gecenin bir kısmında… Nekre olan bu kelime, yürüyüş süresinin azlığını gösterir. Meşhur olan görüşe göre bu gece, Recep ayının 27. günü olan Pazartesi gecesidir. Yaygın olan bu görüşe dayanarak insanlar Peygamberimizin (s.a.s.) Pazartesi günü doğduğunu, bu günde peygamberlikle görevlendirildiğini, İsrâ olayının bu gece gerçekleştiğini, Mekke’den bu gece çıktığını, Medine’ye bu günde girdiğini ve yine bu günde vefat ettiğini söylemişlerdir. 2299
İsrâ:
Gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş. Istılahta; Hz. Peygamber’in (s.a.s.) gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi hâdisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi’râca çıkmıştır.
İsrâ hâdisesi Kur'an ile sâbit olduğu için bu hâdisenin inkârı mümkün değildir. Âyet-i Kerimenin ifâdesine göre isrâ hâdisesi rûhânî bir hâdise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi’râc hâdisesinin yalnızca rûhânî olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.
Âyet-i Kerimedeki "âyetlerini göstermek için" ifâdesi "O (s.a.s.)'i âyetlerimizden olarak gösterelim diye" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu takdirde İsrâ hâdisesi Hz. Peygamber'e bazı İlâhî âyetler göstermek için değil; O'nu bir âyet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için yapılmıştır. Bazı tefsirciler isrâ ve mi’râc hâdisesini fizikî örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya İlâhî bir âyet olan İsrâ'nın aklîleştirilmesi mümkün değildir. Tabiî bir tasavvur emsâl ile tasavvur demektir. Hâlbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzeri ile tasavvura kalkışmak tezât olur. O ancak müşahede ve haber ile bilinir. 2300
İsrâ hâdisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın İslâm ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır. 2301
Rasûlullah’ın Alındığı Yer:
Âyette “Mescid-i Haram”dan buyrulmuştur. Âlimler Hz. Peygamber’in alındığı yerin neresi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bu yerin, bizzât Mescid-i Haram olduğu söylenmiştir ki bu, âyetin lafzının zâhirinin de ifâde ettiği şeydir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben bir gece Mescid-i Haram’dan, Beytullah’ta Hicr (Hatim)’in yanında, uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrâil Burak ile geldi.” 2302
Hz. Peygamber’in Mi’râc’a, Ebû Talib’in kızı Ümmü Hani’nin evinden alınıp götürüldüğü de söylenmiştir. Bu görüşe göre, âyetteki “Mescid-i Haram” ifâdesi ile Mescid’i kuşatıp sardığı için, bütün Harem bölgesi kastedilmiştir. İbn Abbas’tan da (r.a.) “Harem’in tamamı Mescid-i Harem’dir” diye bir rivâyet gelmiştir. Bu ekseri âlimlerin görüşüdür. 2303
2299] İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/513
2300] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili: 4/3150
2301] Şâmil İslâm Ansiklopedisi, I/204
2302] Müslim, İman 264
2303] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
İSRÂ VE MÎRAC
- 573 -
Mescid-i Haram:
El-Mescidü'l-Haram, Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu alandaki camiin adıdır. Hürmet ve saygı gösterilmesi gereken mescid anlamında bu ad verilmiştir. Yeryüzünde inşâ edilen ilk mescid ve müslümanların kıblesidir. Buraya Mescid-i Haram denildiği gibi, Harem-i Şerif de denir. Açık bir alan üzerinde bulunan Kâbe, Makam-ı İbrâhim ve zemzem kuyusu bu mescidin birer parçasıdır: Mescid-i Haram'ın, kuzey-batı duvarı 164 m., güney-doğu duvarı 166 m., kuzey-doğu duvarı 108 m., güneybatı duvarı 109 m. dir. Mescid-i Haram'ın bu dört duvarında 19 kapı, çevresinde 92 kubbe ve 7 minare vardır. Hz. Ömer zamanına kadar ihata duvarı yoktu. Ondan sonra duvar örüldü ve tarih boyunca birtakım tamir, yenileme, genişletme çalışmaları yapıldı.
Benû Şeybe kapısının kemeri ile Kâbe arasında küçük kubbeli bir yapı vardır. Kâbe yapılırken Hz. İbrâhim'in iskele olarak kullandığı taş buradadır. Taş üzerine çıkan Hz. İbrâhim'ın ayak izleri görülmektedir. Kâbe'nin kuzey-batı duvarının karşısında mermerden yapılmış yarım daire şeklinde bir duvar vardır. Hilâl'i de andıran bu duvarla çevrili alana "el-Hatim" veya "el-Hicr" denmiştir.
Tavafın yerine getirildiği mermer döşemeye "metaf" denilmektedir. "Metaf": Tavaf edilen yer, tavaf edilirken dönülen alan demektir. Zemzem'in çıktığı yer, Hâceru'l-Esved'in karşısında Kâbe'nin 20 m. kadar doğusundadır. Zemzem, İbranice bir kelime olup, "dur-dur" anlamına gelir. Mescid-i Haram terkibi Kur’ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde geçer. Bazı âyetlerde, müşriklerin, halkın Mescid-i Harama girmesini engellemelerinin büyük günah olduğu belirtilir: “Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haram'dan menetmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır." 2304; "... Sizi, Mescid-i Haram'dan menettiği için bir kavme olan kininiz, sakın sizi, onlara karşı tecavüze sevketmesin." 2305
İslâm'ın ilk yıllarında ibâdetlerde kıble Kudüs'teki Mescid-i Aksâ iken, Hicretten sonra onaltıncı ayda, kıble Mekke'deki Mescid-i Haram'a çevrilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de bu değişiklik şöyle açıklanır: "Her nereye çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu elbette, Rabbinden gelen bir gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir." 2306; "Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey mü’minler. Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin." 2307
Diğer yandan saldırı olmadıkça Mescid-i Haram çevresinde savaş yapılması yasaklanmıştır. “Mescid-i Haram'ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. İşte kâfirlerin cezâsı böyledir." 2308
Mescid-i Haram, önceleri Kâbe'nin çevresinde tavaf edenlere ayrılmış bir alandan ibaretti. Asr-ı Saadette ve Ebû Bekir (r.a.)'ın halifeliği döneminde mescidin çevresinde duvar yoktu. Etrafı evlerle çevrili idi. Zamanla hacıların kalabalıklaşması ve sıkışıklık meydana gelmesi üzerine kenardaki evler satın alınıp
2304] el-2/Bakara, 217
2305] 5/Mâide, 2
2306] 2/Bakara, 149, 150
2307] 2/Bakara, 144
2308] 2/Bakara, 191
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yıktırılmış ve çevresine duvar çekilmiştir. Mescid, Emevîler, Abbasîler, Osmanlılar, Suudlular zamanında çeşitli tamirler görmüş ve değişikliklere uğramıştır. Şimdiki haliyle Kâbe'ye yakın olan kısmın üzeri açık, dış kısımların üzeri kapalıdır. Kapalı bölüm sa'y mahallini de içine alacak şekilde genişletilmiştir. 2309
Mescid-i Haram, yeryüzündeki mescidlerin en faziletlisidir. Burada kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha efdaldir. Bir hadis-i şerifte; "Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hâriç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haramda kılınan bir namaz da diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir." 2310 buyrulmuştur. Fazilet bakımından Mescid-i Haram'dan sonra Mescid-i Nebi, ondan sonra da Mescid-i Aksâ gelir. Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "(Fazla sevap umarak) yalnız şu üç mescide gitmek üzere yolculuk yapılabilir. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksâ." 2311
Mescid-i Aksâ:
Âlimler, Mescid-i Aksâ’dan Beyt-i Makdis’in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram arasındaki mesafe çok uzak olduğu için, Mescid-i Aksâ’ya Mescid-i Aksâ (en uzak mescid) denilmiştir. “İlâ” edatı, mesafenin sonunu bildirmektedir. Buna göre âyetteki “İle’l-Mescidi’l-Aksâ: Mescid-i Aksâ’ya” ifâdesi Hz. Peygamber’in bu Mescid’e kadar ulaştığına delâlet eder. Ama o Mescid’e girip girmemesi hususuna dair, âyetin lafzında herhangi bir delâlet yoktur. 2312
Yüce Allah’ın “Mescid-i Aksâ’ya” buyruğunda bu mescide “el-Aksâ” niteliğinin veriliş sebebi, onun ile Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır. O gün ziyaret ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. 2313
El-Mescidü'l-Aksâ, Kudüs'te eski Süleyman mâbedinin bulunduğu yerde inşâ edilmiş olan camiin adı. "En uzak mescid" anlamına gelen bu tabire ilk olarak Kur'ân-ı Kerîm'in İsrâ ve Mirac'la ilgili olarak İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer verilir. Mescid-i Aksâ'ya "İliya" veya günahlardan temizlenme yeri anlamında "Beyt-i Makdis" yahut "Beyt-i Mukaddes" adı da verilmiştir. Beyt-i Makdis, İbranice "bethammikdaş" kelimesinden alınan ilhamla kullanılmış olup "Mâbed" anlamına gelir ve bununla Hz. Süleyman'ın mâbedi kastedilir 2314.
Mescid-i Aksâ'ya en uzak mescid anlamında bu ismin verilmesi, Mekke'deki Mescid-i Haram'a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Hz. Peygamber’in mirac gecesinde; "Burak'a bindim, Beytu'l-Makdis'e gittim."2315 Buyurduğu rivâyet edilmiştir. Diğer yandan eski tefsirlerde Mescid-i Aksâ, Mirac ile ilgili görülmüş hatta onunla, gökteki bir yerin kastedildiği de öne sürülmüştür.
Yeryüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan en eski mescidlerden birisi Mescid-i Aksâ'dır. Yapımına Dâvud (a.s.) başlamış ve Hz. Süleyman tarafından
2309] Kâmil Miras, S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Tercemesi, 10/57, 6/50
2310] İbn Mâce, h. ho: 1406
2311] Buhârî, Mescidu Mekke 1; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, IV/151-152
2312] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
2313] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/326
2314] ez-Zerkeşî, İ'lâmü's-Sâcid, Kahire 1397, s. 277; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, IV, 3144; İslâm Ansiklopedisi, Mescid-i Aksâ ve Kudüs maddeleri
2315] Müslim, İman 259; Nesâî, Salât 10
İSRÂ VE MÎRAC
- 575 -
tamamlanmıştır.2316 Mescid-i Aksâ, hicretin l6. ayına kadar müslümanların kıblesi idi. Hz. Peygamber (s.a.s.), niyet ile ziyaretine izin verdiği üç mescid arasında Mescid-i Aksâ da vardır. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Kudüs fethedilince, oraya giden halife bir gece vakti Beytü'l-Makdis'e girdi ve bütün gece orada namaz kıldı. Sabah olunca ezan okutarak cemaat ile namaz kıldı. Bundan sonra Hz. Ömer (r.a.) Kâbul Ahbâr'ı çağırarak müslüman mescidinin nerede yapılabileceğini sordu. Kâb, es-Sahrâ (kaya)'ya işaret etti ve hatta bunun kıble olmasını istedi. Hz. Ömer (r.a.) ona İslâm kıblesinin Kâbe olduğunu hatırlattı. Fakat Beytü'l-Makdis'in mukaddes hatırasına da bir mescid yaptırdı ve kıblesini Kâbe tarafı olarak tesbit etti. Burası daha sonra Kubbetü's-Sahrâ'nın yeri oldu.
Kubbetü's-Sahrâ depremlerden zarar görmüş ve birçok kez tamir edilmiştir. Burası, dört yandan merdivenlerle çıkılan geniş bir seddin ortasında, sekiz köşeli ve yüksek kubbeli bir bina idi. Dördü merdivenlere açılan, sekiz tane yaldızlı tunç ve sedir ağacından kapısı vardı. İçeride içiçe dairevi sütün sıralarına ve mozayıklı bingilere dayanan kubbenin altında sahra (kaya) durmaktaydı. Bakır, demir kafes ve tahtadan üç tabaka olarak inşâ edilmiş bulunan yüksek kubbenin tahtadan dış tabakası altın varak ile kaplı idi. Kubbetü's-Sahrâ'nın bulunduğu seddin üç tarafından, daha küçük üç kubbeli yapı bulunuyordu. Bunlar Kubbetü's-Silsile, Kubbetü'l-Mirac ve çok köşeli bir yapı olan Kubbetü'n Nebî idi. Bugün bunların şekilleri kısmen değişmiş bulunmaktadır.
Özetle, Kubbetüs-Sahrâ'nın bir ziyaret yeri olmasına karşılık, Mescid-i Aksâ, bunun bir ibâdethanesini teşkil eder. Mescid-i Aksâ deyince; İslâm kaynaklarında Halife Abdülmelik'den, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a kadar gelip geçen pek çok halife ve padişahlar tarafından burada inşâ edip bırakılmış. Kubbetü's-Sahrâ, mezar, türbe, tekke, zaviye ve sebil gibi dini amaçla yapılmış yapıları içine alan yaklaşık 150 dönüm kadar bir arazi üzerine serpilmiş binalar topluluğu anlaşılır. Dar anlamda Mescid-i Aksâ deyince, Kubbetü's-Sahra'dan uzakta olmayan ve Abdülmelik tarafından inşâ edilmiş bulunan cami kastedilir. Bu caminin yapımında İran hükümdarı, II. Hüsrev tarafından tahrip olunmasına kadar ayakta duran Jüstinyen tarafından inşâ edilmiş bulunan, Meryem Ana Kilisesi'nin harabelerinden çıkan malzeme kullanılmıştır. Tarih içinde pek çok el değiştiren Kudüs ve dolayısıyla İslâm'ın iki yeri, İsrâ ve Mirac'ın ilk durağı olan Mescid-i Aksâ, bugün Yahûdilerin işgali altında bulunmaktadır. 2317
“Mescid-i Aksâ’ya”, yani Beytü’l-Makdis’e. Bu mescid’in “uzak” anlamında olan “Aksâ” diye adlandırılması, o gün için onun ötesinde başka bir mescidin olmamasından, yani, bu mescidin Mekke’deki mescide en uzak mescid olmasındandır. Bu iki mescid arasında, bir aylık mesafeden daha uzun bir mesafe vardır. İşte bu Mescid-i Aksâ’ya “götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir.” 2318
Mescid-i Aksâ’nın Etrafına Bereket Verilmiştir:
Cenâb-ı Hak “Biz, o (Mescid-i Aksâ’nın) etrafına bereket verdik.” buyurmuştur. Bu bereket, meyveler ve çiçekler verme ile tefsir edildiği gibi; orasının peygamber durağı, meleklerin iniş noktası olması sebebi ile olduğu da söylenmiştir. 2319
2316] ez-Zerkeşi, a.g.e., 281, 282, 287
2317] Mefâil Hızlı, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, IV/149-150
2318] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
2319] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha sonra Yüce Allah: “Çevresini mübârek kıldığımız” diye onu nitelemektedir. Denildiğine göre bu mübârek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla idi. Bir diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve sâlihlerle mübârek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır.
“Mescid-i Haram’dan…” En güvenilir rivâyetlere göre İsrâ, Ebû Talib’in kızı Ümmühani’nin Harem içindeki evinden başlamıştır. Harem’in tamamı ise Mescid’dir. “Çevresini” din ve dünya bereketleriyle “mübârek kıldığımız…” Çünkü burası, vahyin ve meleklerin indiği Hz. Mûsâ’dan beri peygamberlerin ibâdet yaptıkları bir yerdir. Ayrıca nehirler ve meyvalı ağaçlarla donatılmıştır. Şam, Ürdün ve Filistin de onun çevresindeki şehirlerdendir. 2320
İsrâ ve Miracın Hikmeti:
“Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu hitabın çeşitlendirilmesi kabilindendir (Telvînu’l-Hitab -Hitabın çeşitlendirilmesi-: Diğer adı ile “iltifat” diye bilinen edebi bir sanattır. “Gaibten muhataba geçiş, ya da onun aksine geçiş”2321 diye tarif edilir. Burada Cenâb-ı Allah önce: “Yürüttü” diye buyurup kendi zâtından gaib şahıs olarak söz ederken “onu gösterelim diye” buyruğunda da mütekellim kipi ile söz etmektedir.2322 Yüce Allah’ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği hayret verici âyetler ile Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya -bir aylık mesafe olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semâya urucu (yükselişi) -Müslim’in Sahih’inde ve diğerlerinde sâbit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır. 2323
Cenâb-ı Hak “O (Peygambere) âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyurmuştur. Yani, “o gecede Allah’ın kudretine delâlet eden mûcizeleri ve dikkate değer hâdiseleri ona gösterelim” diye” demektir. 2324
İsrâ mûcizesinin amacı, hiç kimsenin müşerref olmadığı şekilde peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hz. Muhammed’e, İlâhî zâtına mahsus âyetleri göstermektir. Nitekim, “İşte böylece Biz İbrâhim’e yerin ve göklerin melekutunu (hükümranlığını) gösteriyorduk.” 2325 âyet-i kerimesinde buyurduğu gibi dostu İbrâhim’e (a.s.) hükümranlığını; sevgili elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ise, “Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.”2326 buyurarak Rubûbiyyetinin büyük âyetlerini gösterdiğini bildirmiştir.
Müfessirlere göre Peygamberimize gösterilen bu âyetler şunlardır: Bir aylık mesafedeki Mescid-i Aksâ’ya gecenin az bir kısmında gitmesi, Beytü’l-Makdis’i görmesi, enbiya ruhlarının temessül ederek kendisine görünmesi, onların yüce makamlarına vakıf olması ve Levh-i Mahfuz’daki kâlemlerin cızırtısını duyması, Refref’i ve Sidre-i Münteha’yı kaplayan İlâhî nurları görmesi gibi delillerdir. 2327
2320] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514-515
2321] Dr. İn’am Fevval Akkavi, el-Mu’cemu’l-Mufassal fi Ulumi’l-Belağa… Beyrut 1413/1992 s. 209
2322] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327
2323] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327
2324] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/389
2325] 6/En’âm, 75
2326] 53/Necm, 18
2327] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/514
İSRÂ VE MÎRAC
- 577 -
Hz. İbrâhim İle Hz. Muhammed’in Miracları:
Âyetteki “O (peygambere) âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” ifâdesi, Allah Teâlâ’nın, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) o mûcizelerin ve şayan-ı dikkat şeylerin ancak bir kısmını gösterdiğine delâlet eder. Çünkü min âyatinâ kelimesindeki min edatı, “bazı” mânâsına gelir. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhim hakkında “Biz İbrâhim’e göklerin ve yerin melekutunu öylece gösteriyorduk.”2328 buyurmuştur. Dolayısıyla “Hz. İbrâhim’in miracının, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) miracından üstün olması gerekir” denilirse, biz deriz ki: Hz. İbrâhim’in görüp müşahade ettiği, göklerin ve yerin melekûtudur. Hz. Muhammed’in gördüğü şey ise Allah’ın âyetlerinden bir kısmıdır. Allah’ın âyetlerinin daha üstün olduğunda ise şüphe yoktur. 2329
Semi’ ve Basîr Olan Kimdir?
Daha sonra Cenâb-ı Hak, “O her şeyi hakkıyla işiten ve tastamam görendir.” buyurmuştur. Bu “Kulunu gece yürüten O zât, Muhammed’in (s.a.s.) sözlerini bihakkın duyan, yaptıklarını hakkıyla gören, o fiil ve sözlerinin riya şaibesinden arı, duru, tertemiz, doğruluk ve saflıkla içiçe olduğunu hakkıyla bilendir. İşte bundan ötürü, böyle bir ikramı ancak ona vermiştir” demektir. Bu ifâde ile “Allah mirac hususunda, müşriklerin Peygamber’e dediklerini duyan, ona karşı yaptıklarını görendir.” mânâsı da verilmiştir. 2330
“O, gerçekten” elçisinin sözlerini “işitendir” ve fillerini “görendir” Burada Hz. Muhammed’in (s.a.s.) isrâ mûcizesine mazhar kılınması O’nun izzet ve değerini arttırmak ve makamını yükseltmek içindir, yoksa Cenâb-ı Hak sevgili elçisinin sözlerini ve davranışlarını kendisine yaklaştırmadan da ihatalı bir şekilde bilir. 2331
Muhakkak ki, ancak O, her şeyi işiten ve her şeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu zamiri Yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zâttır ki, ancak o, kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahsa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan üçüncü şahsa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir.
Ebû'l-Bekâ'nın naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zâtımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahsa iltifat yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zâtımızı gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: "Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin Yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın sözünü işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir.
2328] 6/En’âm, 75
2329] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2330] Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2331] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyan Tefsiri, Damla Y., IV/515
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(Yunus Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?" 2332
Bu âyette değinilen olay, "Mi’râc" ve "İsrâ" olarak bilinmektedir. Sahih hadislere göre bu olay Hicret'ten bir yıl önce meydana gelmiştir. Hadis ve diğer siyer kitaplarında çok sayıda (en az 25 kişi) Sahabeden bu konunun ayrıntılarını anlatan rivâyetler nakledilmektedir. Enes bin Mâlik, Mâlik bin Se'se'e, Ebû Zer Gıfari ve Ebû Hureyre (Allah hepsinden razı olsun) olayın ayrıntılarını rivâyet etmişlerdir. Bunların yanısıra Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Abbas, Ebû Said el-Hudri, Huzeyfe bin Yeman, Hz. Aişe vs. (Allah hepsinden razı olsun) olayın bazı bölümlerini nakletmişlerdir.
Bu âyette Kur'an, yolculuğun sadece bir bölümünü, Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya gidişi anmaktadır. Burada anlatıldığı üzere bu yolculuğun gayesi Allah'ın kuluna bazı âyetlerini göstermek istemesidir. Kur'an bundan başka ayrıntılara değinmez, fakat biz diğer ayrıntıları hadislerden öğrenmekteyiz: Bir gece Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamberi (s.a.s.) Burak üzerinde, Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Hz. Peygamber (s.a.s.) orada diğer peygamberlerle birlikte namaz kıldı. Daha sonra göğün çeşitli tabakalarına yükselen peygamberimiz orada bazı büyük peygamberlerle karşılaştı. En sonunda göğün en yüksek tabakasına ulaştı ve Allah'ın huzuruna çıktı. Başka önemli emirlerin yanısıra beş vakit namaz da işte burada emredildi. Daha sonra Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram'a geldi. Birçok hadis rivâyetine göre bu yolculuk sırasında ona (s.a.s.) cennet ve cehennem de gösterilmiştir. Güvenilir hadislerden öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (s.a.s.) ertesi gün bu olayı anlattığında Mekkeli müşrikler onunla alay ettiler ve mü’minlerden bazıları da bunda şüpheye düştüler.
Yukarıda belirtilen hadislere dayanan ayrıntılar Kur'an'da verilen ayrıntılara yapılan eklemelerdir. Bu nedenle hadislerde değinilen ayrıntılar, Kur'an'a ters olduğu gerekçesi ile reddedilemez. Bununla birlikte, bir kimse eğer hadislerde belirtilen ayrıntıları reddederse o kâfir olmaz. Ancak Kur'an'da anlatılan olayları reddederse kâfir olur.
Bu yolculuk (Mi’râc) hakkında birçok farklı görüşler vardır. Bazıları bunun rüyada meydana geldiği görüşündedirler; Bazıları ise olay sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.s.) tamamen uyanık olduğu ve bedeni ile birlikte yolculuk ettiğini söylerler; bazıları ise bunun sadece Hz. Peygamber'e (s.a.s.) gösterilmiş mistik bir görüntüden öte bir şey olmadığını söylerler. Fakat bu âyetin başlangıç sözleri: "Kulunu... götüren o (Allah) yücedir", bunun Allah'ın sınırsız gücü ile meydana gelmiş olan doğa-üstü bir olay olduğunu göstermektedir. Eğer olay sadece mistik bir görüntüden ibaret olsaydı âyet, bu olayı meydana getiren varlığın her tür zayıflık ve eksiklikten uzak olduğunu gösteren "subhane" ifâdesi ile başlamazdı. Yine "Kulunu bir gece... götüren" sözleri, bunun sadece bir görüntü veya rüya olmadığını, bilakis Allah'ın Peygamberi'ne (s.a.s.) âyetlerini gösterdiği fiziksel ve bedensel bir yolculuk olduğunu göstermektedir. Bu nedenle herkes, bunun sadece ruhsal bir deneyim olmayıp, Allah'ın Peygamber'i (s.a.s.) için hazırladığı fiziksel bir yolculuk ve bir gözlem olduğunu kabul etmelidir. 2333
2332] Âyetin tefsirine bk. 10/Yûnus, 31 (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., V/283). Yine, bk. 4/Nisâ 58. âyetin tefsirine Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/327)
2333] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., III/69-70
İSRÂ VE MÎRAC
- 579 -
Adım Adım İsrâ ve Mirac Olayı
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Mekke'deki son yıllarında meydana gelen en önemli olaydır bu. Bu öyle bir olaydır ki, Hazreti Peygamber efendimizin pâk siretine kıymetli bir taç gibi konmuştur. Öyle bir taç ki, bu, peygamberler dâhil, insanlık tarihinde hiçbir şahsiyetin başına konmamıştır. Bu, İsrâ ve Mi'rac vakasıdır. İsrâ, Kur’ân-ı Kerim'in İsrâ sûresinde belirtildiği gibi, Hz. Peygamber'in gece Mescid-i Haram (Kâbe)'den Mescid-i Aksâ’ya2334 -hadislerde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi- götürülmesidir. Mi'rac da; Hz. Peygamber (a.s.)'in Kudüs'ten Sidret'ul-Müntehâ'ya kadar yolculuğudur. Bazı tek tük rivâyetlere göre İsrâ ve Mi'rac ayrı ayrı meydana gelen iki olaydı. Ancak İslâm ümmetinin galip ekseriyeti, -ki bunlar arasında en meşhur ulema, fakihler, muhaddisler ve müfessirler yer almaktadır- İsrâ ve Mi'rac'ın aynı zamanda meydana gelen olaylar olduğunda birleşmişlerdir. Bu genel inanca göre Rasûlullah (s.a.s.), bir gece, bedeni ve ruhuyla ve uyanık bir durumda Kâbe’den Kudüs'e götürüldü ve aynı gece semânın en üst noktasına varıp Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıkarıldı ve sabah olmadan Mekke'ye döndürüldü.
Mi'rac Vak'asının Kesin Tarihi: Mi'rac vak'ası ne zaman meydana geldi? Kesin tarihi nedir? Bununla ilgili olarak çeşitli rivâyetlere rastlıyoruz. İbni Sa'd'ın Vakıdi'ye dayanarak naklettiği rivâyete göre bu olay 17 Ramazan, Bi'set'ten sonra 12. yılda, yani hicretten 18 ay önce meydana geldi. Bi'set'ten sonra tesbit etmeye çalıştığımız tarih hakkında Buhârî ve Müslim'de Hz. Abdullah bin Abbas diyor ki Rasûlullah’a (s.a.s.) ilk vahiy geldiği zaman kendisi 40 yaşında idi. Rasûlullah, bundan sonra 13 yıl Mekke'de kaldı ve 10 yıl Medine'de. Bu kayda dayanarak biz de diyoruz ki Medine'ye hicret, Bi'set'ten sonra 13. yılın sonunda oldu. İbn Sa'd başka bir kaynağa dayanarak bu vak'anın Bi'setten sonra 13. yılda 17 Rebiülevvel'de yani hicretten yaklaşık bir yıl önce vuku bulduğunu yazmıştır. Beyhakî, Mûsâ bin Ukbe'ye dayanarak ve o da İmam Zührî'ye dayanarak, Mi'rac'ın tarihinin aynı olduğunu belirtmiştir. Urve bin Zübeyr'in rivâyetine göre de bu tarih doğru çıkıyor. Bunu İbni Lehiy'a, Ebû'l-Esed'e dayanarak nakletmiştir. Aynı sebeplerden İmam Nevevî, Mi'rac için bu tarihin doğru olduğunu ifâde etmiştir. İbni Hazm ise "icmâ"ın fikrinin bu olduğunu iddia etmişse de doğru değildir. İsmail es-Süddi'nin bu vak'a ile ilgili olarak iki rivâyeti naklolunmuştur. Bunlardan biri Taberî ve Beyhakî tarafından naklolunmuştur ve bunda Mi'râc'ın hicretten bir yıl beş ay önce; yani Bi'set'ten sonra 12. yıl 1 Şevval tarihinde cereyan ettiği ifâde olunmuştur. Hâkim tarafından naklolunan ikinci rivâyete göre bu olay hicretten bir yıl dört ay önce meydana geldi. Buna göre, Mi'rac'ın Zil-Kade ayında olduğu söylenmiştir. İbni Abd-il Berr ile İbni Kuteybe, Mi'rac'ın hicretten bir yıl 8 ay öncesinin (yani, Bi'set sonra 12. yıl Recep) bir vak'ası olduğunu belirtmişlerdir. İbni Fâris, hicretten bir yıl üç ay, İbn-ul Cevzi hicretten 8 ay önce ve Ebû'r-Rebi' bin Salim 6 ay önceki bir hâdise olduğuna işaret etmişlerdir. Bir rivâyet de hicretten 11 ay öncesidir, bunu İbn'ul-Münir, "Siret-i İbni Abd-il Berr'in Şerhi'nde yazmıştır, İbrâhim bin İshâk el-Harbi bunun kesinlikle Mi'rac'ın tarihi olduğunu ifâde etmiştir. Fakat en meşhur rivâyet, Mi'rac'ın 27 Recep tarihinde olmasıyla ilgilidir. Allâme Zürkâni'nin dediği gibi, bir rivâyet veya ifâdenin başka bir rivâyet veya ifâdeye tercih edilmesi için yeterince delil yoksa, en meşhur olan rivâyet kabul olunmalıdır. Burada da durum aynıdır.
2334] Beyt-ul Mukaddes, Kudüs
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mi'rac'ın Tarihî Önemi: Mi'rac vak'ası, Nebî-yi Kerim (s.a.s.)'in Tevhid için dünyaya sesini duyurmaya başlamasından 12 yıl geçtikten sonra meydana geldi. O zamana kadar muhalifler İslâmî Davet ve Hareket'in yolunu kapatmak için her yola başvurmuşlardı. Hile, desise, entrika, iftira, baskı, zulüm ve işkence, kısacası, bütün yollar denenmişti. ama her noktada ve her aşamada gerek Rasûlullah (s.a.s.), gerekse, fedakâr arkadaşları sabır, metanet, sebat ve dirâyetin en güzel örneklerini vererek hareket ve davalarını canlı tutmuşlar ve günden güne geliştirmişlerdi. Her türlü engele rağmen İslâmın sesi Arabistan'ın her köşesine yayılmıştı. Arabistan'ın tek bir kabilesi yoktu ki, bundan üç-dört kişi Rasûlullah’ın (s.a.s.) dâvetinden etkilenmiş olmasın. Bizzat Mekke'de kelleyi koltukta taşıyan fedailer hatırı sayılır bir grub olmuşlardı. Medine'de Evs ve Hazrec gibi kuvvetli kabilelerin hemen hemen bütün üyeleri Rasûlullah'ın ve müslümanların destekçisi haline gelmişti, artık müslümanların daha rahat bir ortamda çalışabilmek için Mekke'den Medine'ye hicret edip kuvvetlerini toplama ve etkinliklerini daha geniş çapta gösterme zamanı gelmişti. İşte bu yol ayırımında İsrâ ve Mi'rac gibi, büyük tarihi ehemmiyet taşıyan olaylar meydana geldi. Rasûlullah (s.a.s.) göklere çıkarak Cenâb-ı Allah ile beraber oldu ve dünyaya döndükten sonra başından geçenleri ve İsrâ sûresinde yer alan kıssayı arkadaşlarına anlattı.
Mi'rac Vak'asının Kur’ân-ı Kerim'de ve Hadislerde Anlatılış Biçimi: İsrâ Sûresinin ilk âyetinde Rasûlullah'ın sadece Mescid-i Haram (Beytullah)'dan Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs) götürülmesinden bahsedilmiştir. Bunun amacı da, Cenâb-ı Allah'ın kendi kuluna bazı alamet ve işaretlerini göstermek olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerim'de İsrâ veya Mi'rac ile ilgili başka teferruat yoktur. Fakat hadislerde ve siyerlerde bu vak'a ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Bu vak'ayı rivâyet eden sahabelerin sayısı en az 25'tir, ki istikrar ile bu sayı 45'e kadar çıkıyor. Bu rivâyetlerin en etraflıcası Hz. Enes bin Mâlik, Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id el-Hudrî, Hz. Mâlik bin Sa'sa'a, Hz. Ebû-Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs, Hz. Abdullah bin Abbâs, Hz. Abdullah bin Mes'ud ve Hz. Ümm-ü Hani'nin rivâyet ettikleridir.
Hadislerde verilen etraflıca bilgiye göre gece vakti Cebrâil (a.s.) Rasûlullah’ı (s.a.s.) uyandırıp burâk (at) üzerinde Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdü. Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Aksâ'da diğer peygamberler ile birlikte namaz kıldı. Daha sonra semâya yolculuk etti ve göğün çeşitli katlarında muhtelif büyük peygamberlerle buluştu. Semânın en yüksek katına yükseldikten sonra da Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çıktı. Rasûlullah'ın, Allahu Teâlâ tarafından kabulü sırasında ümmetine beş vakit namaz farz olundu. Bu kabulden sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) Kudüs'e ve oradan da Mescid-i Haram'a döndü. Bu kudsi yolculuk sırasında Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Cennet ile Cehennem'in de gösterildiği şeklinde rivâyetlerde ifâde olunmuştur. Ayrıca rivâyetlerden, ertesi gün Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu yolculuktan bahsedince kâfirlerin buna çok güldüğü, bunu bir alay konusu yaptığı, Müslümanlardan bazısının imanında sarsıldığı sabittir.
Hadis-i Şeriflerdeki bu ayrıntılar Kur’ân-ı Kerim'e aykırı değildir, aksine Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesinin izahı mâhiyetindedirler. Bu sebeple, hadislerdeki bu ek bilgilerin reddedilmesi için ortada herhangi bir sebep yoktur.
Mi'rac Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi? Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mi'râc yolculuğu nasıldı? Bu yolculuk rüyada mı yapılmıştı, yoksa uyanık ve
İSRÂ VE MÎRAC
- 581 -
ayıkken mi? Rasûlullah (s.a.s.) bu yolculuğa fiilen ve bedenen mi çıkmıştı; yoksa bir yerde otururken mânen ve hayaller âleminde mi semâyı gezmişti? Bu sorunun cevabını bizzat Kur’ân-ı Kerim'in kelimeleri vermektedir. "Sübhân-ellezi esrâ" ile söze başlamak gösteriyor ki, bu çok fevkalâde ve muazzam bir vak'a idi ve sadece Allah'ın kudretiyle vuku buldu. Rüyasında bir kişiye bu gibi şeylerin gösterilmesi ya da bir kişinin ilhâm ve keşif yoluyla bunlara tanık olması, böylesine kuvvetli bir ifâde ile söze başlamayı gerektirmez. "Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Allah, kuluna (rüyasında veya ilhâm yoluyla) âyetlerinden bazısını göstermek için..." gibi bir ifâde kullanıldığı takdirde rüya veya ilhamın pek değer taşımadığı ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, "gece vakti götüren" deyimi de Mi'râc'ın fiilen ve bedenen olduğunu göstermektedir. Rüyada, ilhamda veya hayalde bir kişiye bir yerin gezdirilmesi için "götürme" fiilinin kullanılması uygun olmaz. Onun için, bu yolculuğun fiziksel ve vücutça olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sadece mânevî veya zihnî bir tecrübe değildi. Rasûlullah (s.a.s.) bu yolculuğa bilinçli olarak çıkmış ve her şeyi gözleriyle görmüştü.
Şimdi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uçak veya diğer herhangi bir vâsıta olmaksızın Cenâb-ı Allah tarafından Mekke'den Kudüs'e bir gecede gitmesi, mümkün idiyse, hadis-i şeriflerde yer alan diğer tafsilât niye mümkün olmasın? Bir şeyin mümkün olup olmaması bahsi ancak bir insanın kuvveti ve kudreti sözkonusu olunca ortaya çıkar. Eğer mesele, Allah ile ilgiliyse onun mümkün olması konusunda tereddüde düşmek, Allah’ın Kadir-i Mutlak sıfatına inanmamak anlamına gelir. Mâdem ki Allah her şeye kâdirdir, o zaman en umulmadık işleri yapabilir. Cenâb-ı Allah bir kulunu, maddeler âleminin en hızlı nesnesi olan ışığın bile milyarlarca yılda yetişebileceği bir yere bir ânda götürebilir. Zaman ile mekânın sınırları mahlûklar için geçerlidir. Kâinatın Yaratıcısı için değil.
Hadisleri İnkâr Edenlerin İtirazları: Mi'râc yolculuğu hakkında hadis-i şeriflerde yer alan tafsilatlı malûmata, hadis münkirleri tarafından muhtelif itirazlar yapılmıştır; ama bunlardan sadece ikisi dikkate değerdir.
Birincisi, bu vak'a, Cenâb-ı Allah'ın muayyen bir yerde kalması intibaını veriyor. Zira böyle olmasaydı, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu kadar yol kat ederek O'nun yanına gitmesine ne gerek vardı?
İkincisi, henüz kıyamet kopmamış ve mahşerde kimsenin ameli hakkında muhakeme yapılmamışken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cennet ve Cehennem'de gezdirilmesi ve Cehennem'de işkenceye tabi olan veya cezalarını çekmekte olan kulları görmesi nasıl mümkün olabilir? Eğer insanlara ceza ve ödül, kıyametten sonra verilecekse, sözkonusu insanların Cehennem'de ceza çekmelerinin anlamı nedir?
Dikkat edilirse bu iki itiraz da bilgisizlik ve dar görüşlülüğün mahsulüdürler. Birinci itiraz yanlıştır; zira Cenâb-ı Allah şüphesiz zaman ve mekân sınırının ötesindedir ve belirli bir makamı yoktur, ama mahlûklarıyla münasebetlerinde kendi zaafından değil kulları ve diğer yaratıklarının sınırlı durumu ve zaafından dolayı sınırlı bazı yollara başvurmayı tercih eder. Meselâ, Kadir-i Mutlak mahlûklarıyla konuşunca, insanların kolaylıkla dinleyip anlayabilecekleri yolları seçer. Hâlbuki bizzat Cenâb-ı Allah’ın kelâmı evrensel bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde, Cenâb-ı Allah, kullarından birine, muhteşem saltanatının çeşitli alâmet ve örneklerini göstermek istediği zaman onu muayyen bir yere getiriyor ve o şeylerin bulunduğu yerleri gezdiriyor. Gâyet tabii ki, bir kul, bütün kâinatı aynı anda göremez.
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cenâb-ı Allah için bu bir mesele değildir ve bir şeyi müşahede etmek için bir yerden bir yere gitmesine gerek yoktur. Ama kul bir yerden bir yere gitmeden, görmek ve gözlemek istediği şeyi göremez. Aynı durum Allah'ın huzuruna çıkılması için geçerlidir. Şüphesiz, Allah belirli bir yerde bulunmuyor, ama kulu onu bir yerde görmeye mecburdur, ve bu sebeple Allah'ın nuru orada toplanmalıdır.
İkinci itiraz da yanlıştır. Zira Mi'râc kandilinde Rasûlullah’a (s.a.s.) gösterilen pek çok şeyden bazısı temsil, gösteri ve prototip mahiyetinde idi. Meselâ, gezi sırasında, fitne yaratan bir söz; küçük bir delikten koskoca bir boğanın çıkması ve bir daha o deliğe girmeyişi olarak gösterildi. Temsillerden biri de zina yapanların durumuydu. Zinâ yapanlar, önlerinde taze ve nefis et varken, bozuk, kokuşmuş ve çürümüş ete rağbet eden kişiler olarak gösterildi. Aynı şekilde Rasûlullah’a (s.a.s.) Cehennem'de bazı kimselerin azap ve cezâ çektikleri gösterilmişse bunlar da sadece birer gösteriydi. Anlatılmak istenen; kötü amel işleyenlerin Kıyamet'ten sonra Cehennem'de aynı şekilde yanacaklarını veya azap çekeceklerini bilmeleriydi.
Mi'rac konusunda şunu unutmamalıyız ki, peygamberlerden her biri, kendi mevki ve makamına göre, Cenâb-ı Allah tarafından yeryüzünde ve göklerdeki meleklerle tanıştırılmış ve aradaki maddî perde aralanarak gaibdeki ebedi gerçekler gösterilmiştir. Zaten gaibten gelen bu bilgilerden dolayıdır ki, peygamberler, alelade düşünür ve filozoflardan üstün bir mevkiye sahip bulunuyorlar. Bir düşünür veya filozof ne söylüyorsa kıyas ve tahmine dayanarak söylüyor. Fakat, peygamberlerin söyledikleri doğrudan elde ettiği bilgi ve gözleme dayanıyor. Böylece, peygamberler filozoflara göre daha emin bir şekilde gaibden ve bazı bilinmeyen gerçeklerden haber verebiliyorlar.
Mi'râc'ın Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri Deliller: Mi'râc'ın bir rüya olduğunu ispat etmeye çalışanlar, umumiyetle iki delil ileri sürerler. Bunlar, İsrâ sûresinin 60. âyetinde "temâşâ" kelimesiyle bunun ima edildiğini öne sürerler, ileri sürdükleri birinci delil budur. İkinci delil ise şudur: Hz. Âişe'nin bir rivâyetinde "Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vücudu değil, rûhu götürülmüştü" ifâdesi kullanılmıştır.
Ne var ki, ortaya atılan ilk delili bizzat Kur’ân-ı Kerim takbih ve tekzip etmektedir. Şimdi asıl âyete bir göz atalım. Âyette, "Sana gösterdiğimiz o temâşâyı bir fitne (imtihan) yaptık" denilmiştir. Bu âyette "temâşâ" kelimesini rüya anlamında kullanmak ve bunun fitne yapılması herhangi bir anlam taşır mı? Rüyada insan her şeyi görür. Eğer Rasûlullah (s.a.s.) deseydi ki: "Ben rüyamda bu gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya gittim"; o zaman herhangi bir fitne çıkmasına gerek var mıydı? Böyle bir durumda ne bir müslümanın imanı çetin bir sınavdan geçerdi, ne de kâfirler bunu alaya alabilirlerdi. Hiçbir kimse de kalkıp bu yolculuğun ispatı için Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir delil göstermesini istemeyecekti. Fitne çıkma ihtimali ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu yolculuğu bedenen ve şuurlu bir şekilde yapmış olmasını anlatması durumunda ortaya çıkabilirdi.
Ayrıca, asıl âyette kullanılan Arapça "rüya" kelimesinin sadece "rüya" anlamına geldiğini iddia etmek de doğru değildir. Arapça sözlüğünde gerek "rüya" gerekse "ru'yet" kelimesi aynı anlamdadırlar ve birbirinin yerine rahatlıkla kullanılabiliyor. "Kurbâ" ve "kurbet" kelimeleri de aynı şekilde eş anlamda kullanılabiliyor. Arap dilinin en büyük uzmanlarından sayılan Hz. Abdullah bin Abbas
İSRÂ VE MÎRAC
- 583 -
(r.a.) Kur’ân-ı Kerim'in sözkonusu âyetini tefsir ederken şu açıklamada bulunmuştur: "Bu, Hz. Peygamber'in Kudüs'e gittiği gece kendi gözleriyle gördüğü bir temâşâ idi". (Buhârî, Tirmizî, Nesâî). Sa'id bin Mansûr, Hz. Abdullah bin Abbas'ın bu rivâyetini naklederken şu kelimeleri de eklemiştir: "Bu, rüyalarda görülen bir temâşâ değildi". Sa'id bin Mansur başka bir senetle Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerini de nakletmiştir: "Bu kelimeden, Kudüs yolunda Rasûlullah’a (s.a.s.) gösterilen temâşâ kastedilmiştir".
Şimdi gelelim Hz. Âişe (r.a.) ile ilgili hâdiseye. Aslında Hz. Âişe'ye ait olduğu söylenen bu hadis senet bakımından çok zayıftır. Muhammed bin İshâk bunu şu kelimelerle nakletmiştir: "Ebû Bekir ailesinden bazı kimseler (veya bir kişi), Hz. Âişe'nin şöyle dediğini bana rivâyet etmişlerdir: "Bu gibi kelimelerle anlatılan bir hadisin kaynağının meçhul olduğu ortadadır. Böyle meçhul senetli hadisin mutlaka Hz. Âişe'ye ait olduğu nasıl söylenebilir? Buna karşı çok daha sağlam senetlerle bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) ağzıyla anlatılan rivâyetler nasıl reddedilebilir? Bu rivâyetler pek çok doğru ve kuvvetli senetlerle son derece güvenilir ve geçerli hadis kitaplarında Hz. Enes bin Mâlik, Hz. Mâlik bin Sa'sa'a, Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id el-Hudrî, Hz. Ebû Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs ve diğer muhterem sahabeler tarafından naklolunmuştur. Bizzat Hz. Âişe'nin bir rivâyeti var ki, Beyhakî tarafından muttasıl senetlerle naklolunmuştur. Bunda şu ayrıntılara rastlıyoruz: "İsrâ'nın sabahı, Hz. Peygamber (s.a.s.) gece geçirdiği tecrübeyi anlatıyordu. Bu hikâyeyi anlatması üzerine kendisine iman etmiş olan birkaç kişi mürted (dinden döndü, dönek) oldu. Bu şahıslar bu haberi Hz. Ebû Bekir (r.a.)'e getirdiler ve "baksana senin arkadaşın ne diyor? O diyor ki kendisi bu gece Kudüs'e götürülmüştür" dediler. Hz. Ebû Bekir, 'O öyle mi diyor' diye sordu. Onlar 'evet' dedi. Hz. Ebû Bekir dedi ki, "eğer O öyle diyorsa doğrudur". Onlar, "Onun aynı gece Kudüs'e gidip sabah geri döndüğü yolundaki ifâdesini de mi doğru buluyorsun?" diye sordular. Hz. Ebû Bekir dedi ki: "Ben sabah, akşam, onun gökten gelen haberlerini tasdik ederim." Şimdi, Hz. Âişe'nin bu ifâdesini gözönünde bulundurursak, daha önce zikrettiğimiz senedi meçhul rivâyetinin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mi'râc'ın Hakikati: Mi'rac vak'ası aslında zamanın akışını değiştiren ve tarih sayfalarına kalıcı iz bırakan, insanlık tarihinin en büyük olaylarından biridir. Mi'râc'ın asıl önemi, keyfiyetinde veya mahiyetinde değil, güttüğü amaç, hedef ve doğurduğu sonuçlardadır.
Gerçek şu ki, üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya denilen gezegen, Cenâb-ı Allah’ın uçsuz bucaksız muhteşem saltanatının çok küçük bir bölümüdür. Buraya gönderilen peygamberlere bir bakıma genel vali, vali veya kaymakam diyebiliriz. Aslına bakılırsa, dünyevî hükümet ile ilâhi saltanat arasında büyük fark vardır. Bunun icapları da farklıdır. Çünkü dünyevî bir hükümette vali veya kaymakam sadece mülki amir oluyorlar ve sadece idari işlerle ilgilenirler. Hâlbuki ilâhi saltanatta vali veya kaymakam sıfatındaki peygamberler insanlara En Büyük Hükümdar'a tabi olma, onun emirlerine göre hareket etme, iyi ahlâk ve karaktere sahip olma, insanlığın yolunu aydınlatan hakiki ilim ve irfanı yayma ve kültür ve medeniyetin altın usûllerini öğretme şekillerim gösterirler. Fakat yine de her ikisi arasında bir benzerlik vardır. Dünyada merkezi hükümetler, ancak güvendikleri ve işin ehli olarak tanıdıkları kişilere valilik görevi verirler. Bu görevi üstlenen valilere idarenin iç mekanizması anlatılır, hükümetin güttüğü genel
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
politikası anlatılır ve de alelade vatandaşların bilemediği birtakım devlet sırları anlatılır. Allah'ın saltanatı da hemen hemen aynı çizgilerde bulunur. Burada da Allahu Teâlâ'nın en güvendiği kişileri peygamberlik mertebesine yükseltilir. Ve bu makama getirildikten sonra bizzat Allah onlara ilâhi nizamın nasıl kurulmuş olduğu ve nasıl çalıştığını gösterir. Allah, onlara diğer insanların bilemediği ve bilmelerinde herhangi fayda da bulunmayan Kâinat'ın bazı sırlarını aşikâr eder. Meselâ, Hz. İbrâhim'e yeryüzü ve gökteki iç düzen hakkında bilgi verildi.2335 Hz. İbrâhim'e ayrıca Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiği de gösterildi.2336 Hz. Mûsâ, Tûr dağında Allah’ın tecellisini ve nurunu gördü.2337 Hz. Mûsâ ayrıca özel bir kulla dolaştırıldı ki, Allah'ın iradesine göre din ve dünya işlerinin nasıl yapıldığını görebilsin.2338 Rasûlullah (s.a.s.) da benzeri tecrübelerden geçirildi. Rasûlullah (s.a.s.) bazen Allah'a yakın olan meleklerden birini açık bir biçimde gökte görüyordu,2339 bazen da melek kendisine aralarında iki yay kadar mesafe bulunmayacak derecede yakın oluyordu,2340 bazen aynı melek Rasûlullah'ı Maddeler âleminin son haddi olan Müntehaya götürüyor ve orada Rasûlullah, Allah'ın büyük işaretlerini görüyor.2341 Fakat, Mi'rac sadece gözlem ve incelemeden ibaret değildi ve bunun önemi çok daha büyüktü. Mi'rac'ı şöyle bir olaya benzetebiliriz: En Büyük Hükümdar, tayin ettiği valisini çok önemli bir tarihte başkente dâvet edip kendisine bazı özel görevler veriyor ve bu arada kendisine bazı tenbih ve direktiflerde de bulunuyor. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu şekilde Cenâb-ı Allah'ın huzuruna çağırıldı. Zira İslâmî davet bir dönüm noktasına gelmişti ve bu noktada Rasûlullah’a (s.a.s.) bazı özel görev ve direktifler verildi.
Mi'rac Yolculuğunun Ayrıntıları: Şimdi biz akıllara durgunluk veren bu müthiş Mi'rac yolculuğunun ayrıntılı olarak yer aldığı hadislerin özetini sunmaya çalışacağız. Bundan sonra Rasûlullah'ın Mi'rac'tan döndükten sonra Cenâb-ı Allah tarafından dünyaya iletmek üzere ne mesaj getirdiğine değineceğiz.
Bilindiği gibi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) peygamberlik makamına getirilmesinden sonra 12 yıl geçmişti. Yaşı 52 idi. Günlerden birinde Kâbe'de uyurken Cebrâil (a.s.) gelip kendisini uyandırdı. Rasûlullah (s.a.s.) henüz uyku sersemliğinde iken zemzeme götürüldü ve orada Cebrâil tarafından göğsü yarıldı. Cebrâil, Rasûlullah'ın göğsünün içini zemzem suyuyla yıkadı ve ilim, metânet, zekâ, iman ve itimat ile doldurdu.2342 Hz. Ebû Hureyre ve Hz. Mâlik bin Sa'sa'a'nın rivâyetleri. Bazı diğer rivâyetlere göre İsrâ, Rasûlullah'ın amcasının kızı, Ümm-ü Hanî binti Ebî Tâlib'in evinde bulunduğu sırada başlamıştı. Rasûlullah (s.a.s.) o zaman yatsı namazından sonra uyuyordu. İbni Cerîr Ebû Ya'lâ ve Taberânî bizzat Umm-i Hânîye ve Beyhakî, Hz. Ali'ye Hz. Abdullah bin Mes'ud'a ve Hz. Abdullah bin Abbas'a istinâden nakletmiştir. "Tabakat-ı İbni Sa'd" da Vakîdî'nin rivâyetine göre İsrâ, Şi'b-i Ebî Tâlib'de başlamıştı. Buhârî ve Müslim'de Hz. Ebû Zer ve Müsned-i Ahmed'de Hz. Übey bin Ka'b'ın rivâyetine göre, Cebrâil, evin
2335] 6/En'âm, 75
2336] 2/Bakara, 260
2337] 7/A'râf, 143
2338] 18/Kehf, 60-82
2339] 81/Tekvir, 23
2340] 53/Necm, 6-9
2341] 53/Necm; 13-18
2342] Bk: Buhârî Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hatîm, Taberânî ve Bezzâr'da;
İSRÂ VE MÎRAC
- 585 -
çatısından içeriye girerek Rasûlullah'ı götürdü. Fakat bütün rivâyetlerde herhangi bir tezâd veya tenakuz yoktur. Ümmü Hanî'nin evi Şi'b-i Ebî Tâlib'de idi. Cebrâil aynı evin çatısından inmişti ve Rasûlullah henüz uykuda iken Mescid-i Haram'a götürdü ve daha sonra yukarıdaki olay meydana geldi.). Cebrâil bundan sonra Rasûlullah'a binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı "Burak" idi (Burak'ın bu özelliği bütün hadislerde aynıdır). Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bu hayvanla yaparlardı (İbni Cerîr, Beyhakî, "Delâil'de, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, Nesâî, İbni 'Âiz, "Meğazî"de, ve Süheylî "Ravdaül-Ünuffta diyorlar ki, Hz. İbrâhim (a.s.) Burak üzerine binerek Hz. Hacer ve sütten kesilmemiş olan bebeği, İsmail'i Mekke'ye götürmüştü. Fakat bu yazarlar bu rivâyetin kaynağını göstermemişlerdir). Rasûlullah bu hayvana binerken hayvan irkildi. Rivâyete göre Cebrâil "Burak"a şöyle dedi: "Hey, ne yapıyorsun, Muhammed gibi büyük bir şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne binmemiştir" dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi 2343. Önce Rasûlullah, daha sonra Cebrâil bu hayvana bindiler ve yola koyuldular (İbn Cerir, Beyhakî, Nesâî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr her an Rasûlullah'ın yanında olduğunu beyan etmişlerdir. Taberânî'de yer alan Abdurrahman bin Ebî Leylâ'nın rivâyetine göre Cebrâil, Burak'ın arkasında idi ve Rasûlullah'ı önüne oturttu. Ebû Ya'lâ, Hâkim ve İbn Hibbân'ın Hz. Abdullah bin Mes'ud'a dayanarak naklettikleri rivâyete göre Cebrâil önde oturuyordu ve daha sonra Rasûlullah'ı arkasına oturttu. Tirmizî, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'e yer alan Hz. Huzeyfe'nin rivâyetinde deniliyor ki, Rasûlullah ve Cebrâil ikisi de Burağa binmişlerdi. Bu rivâyette kimin önde kimin arkada oturduğu izah edilmemiştir. (Bu rivâyet Hz. Enes bin Mâlik'e ait olup Nesâî'de yer almıştır. Beyhaki'deki Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah'ın, Tûr dağında değil, Medyen'de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifâde olunmuştur. Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Mûsâ (r.a.), iki kadının küçük baş hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu). İlk durak Medine idi, burada Rasûlullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrâil dedi ki: "Siz hicret edip buraya geleceksiniz". İkinci durak Tûr dağıydı; ki, burada Hz. Mûsâ, Allah ile konuşmuştu. Üçüncü durak Hz. Îsa'nın doğduğu Beyt'ul-Lahm'dı. Dördüncü durak Kudüs'tü, ki Burak'ın uçuşu burada son buldu (Bu rivâyet Hz. Enes bin Mâlik'e ait olup Nesâî'de yer almıştır. Beyhaki'deki Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah'ın, Tûr dağında değil, Medyen'de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifâde olunmuştur. Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Mûsâ (r.a.), iki kadının küçük baş hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu).
Dalâlette Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitli Kuvvetler: Mi'rac yolculuğu sırasında seslenen bir kişi, "buraya gel" dedi. Rasûlullah o tarafa hiç tenezzül etmedi. Cebrâil dedi ki: "Bu adam sizi Yahudiliğe çağırıyordu." Biraz sonra başka bir ses geldi, "bu tarafa gel". Rasûlullah o tarafa da başını çevirmedi. Cebrâil, "bu Hıristiyanlığa davet ediyordu" dedi. Bundan sonra çok süslü püslü ve şuh bir kadın geldi ve Rasûlullah'ı kendisine çağırdı. Rasûlullah ondan da yüzünü çevirdi. Cebrâil bu kadının "dünya" olduğunu söyledi. Bundan sonra Rasûlullah yaşlı bir kadın ile karşılaştı. Cebrâil dedi ki: "dünyanın geriye kalan ömrünü bu kadının
2343] Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Hibbân, İbni Cerîr, İbni İshâk ve İbni Sa'd
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ömrüne kıyaslayın". Daha sonra bir kişi daha geldi ve o da Rasûlullah'ın dikkatini çekmek istedi. Rasûlullah onu da bıraktı. Cebrâil dedi ki: "Bu Şeytan'dı ve sizi yolunuzdan ayırmak istiyordu" (Bu olaylar zincirinin çeşitli bölümleri, hadis ve siyerlerde yer almıştır.2344
Kudüs'te Namaz: Kudüs'e vardıktan sonra Rasûlullah Burak'tan indi ve ipini diğer peygamberlerin bağladıkları yere bağladı 2345. Bir başka rivâyete göre Cebrâil bir kaya parçasına parmağını sokarak deldi ve Burağı oraya bağladı 2346. Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Süleyman'ın mâbedine girdi. (Bu tapınak o sıralarda harâbe halinde idi, ama izleri mevcuttu ve Bizans İmparatoru Jüstinianus buraya bir kilise inşa ettirmişti). Rasûlullah orada, dünyanın kuruluşundan kendi zamanına kadar görevlendirilmiş olan peygamberleri gördü. Rasûlullah varır varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek birini beklediler. Cebrâil, Hz. Peygamber'i elinden tutarak öne götürdü. Rasûlullah bütün peygamberlere imamlık yaptı 2347. Bundan sonra Hz. Peygamber'e üç kap getirildi. Birinde su, ikincisinde süt, üçüncüsünde şarap vardı. Rasûlullah süt dolu kabı eline aldı. Cebrâil kendisini kutladı ve dedi ki: "Siz fıtratın yolunu buldunuz" (Taberânî'de Hz. Suheyb, İbn Cerir'de Hz. Enes ve Ebû Hureyre ve İbn İshâk'ta çeşitli mümtaz ulemânın rivâyeti yukarıda anlattığımız gibidir. Fakat bu hususu rivâyetlerde bazı ihtilâflar vardır. İbn Cerîr, Beyhakî'de Hz. Sa'id bin Müseyyeb'in mürsel rivâyetinde de iki kaptan bahsedilmiştir. Fakat bu rivâyette deniliyor ki, bir kapta süt, diğerinde şarap vardı. İbn Ebî Hâtim, Bezzâr ve Taberânî'de Hz. Şeddâd bin Evs'in rivâyeti var. Bunda da iki kaptan bahsedilmiştir ama birinde süt diğerinde bal olduğu kaydedilmiştir. Buna karşılık, Müsned-i Ahmed, Buhâri ve Müslim'de Hz. Mâlik bin Sa'sa’a’nın rivâyeti var. Buna göre Sidret-ul Münteha da Rasûlullah'a üç kap takdim edildi. Birinde şarap, diğerinde süt ve üçüncüsünde bal vardı. Fakat bütün rivâyetlerde Hz. Peygamber'in sütü seçtiğinde ittifak edilmiştir).
Bundan sonra Rasûlullah'a bir merdiven takdim edildi; ve Cebrâil bununla Rasûlullah'ı semâya götürdü. Arapçada merdivene "Mi'rac" denilir ve bu sebeple bütün bu olaya "Mi’rac" denilmiştir 2348. Ancak İbn Ebi Hâtim Hz. Enes'e dayanarak naklettiği rivâyette Cebrâil'in Hz. Peygamber'i elinden tutarak semâya götürdüğünü kaydetmiştir).
Birinci Semâda: Rasûlullah ilk semâya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü. Nöbetçi melekler "kim geliyor?" diye sordular. Cebrâil (a.s.) kendi ismini söyledi. Melekler, "seninle beraber olan kimdir?" diye tekrar sordular. Cebrâil, "Muhammed" dedi. Kendisinin çağırılıp çağırılmadığını sordular. Cebrâil "evet" dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed muhteşem bir şekilde karşılandı (Bütün hadislerde, her semâ'nın kapısında Cebrâil ile muhafız melekler arasında bu nevi konuşma geçtiği kaydedilmiştir. Melekler, gelenin Hz. Cebrâil ve Rasûlullah (s.a.s.) olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açıyorlardı). Burada
2344] Tafsilât için bk: Beyhakî, "Delâil" Taberânî, "Evsat", İbn Cerir, İbn Hatim, İbn İshâk ve İbn Merdûye
2345] Bak: Müsned-i Ahmed, Müslim, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebî Hâtim, İbn İshâk, İbn Sa'd, İbn Merdûye
2346] Tirmizî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim
2347] Bk: İbn Cerîr, Beyhakî, Taberânî, Nesâî, İbn Ebî Hâtim, Müsned-i Ahmed, İbn Sa'd
2348] Bk: İbn Cerir, Beyhakî, İbn Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye, (Hz. Ebû Sa'id Hudrî'nin rivâyeti
İSRÂ VE MÎRAC
- 587 -
Rasûlullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan ile de tanıştırıldı. Bu zat, boyu, poşu ve vücut yapısı itibarıyla eksiksiz bir insandı. Cebrâil kendisinin Hz. Âdem (a.s.) olduğunu söyledi; "yani sizin atanız". Bu zatın sağında ve solunda pek çok kişi vardı. Hz. Âdem, kendi sağına baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu. Rasûlullah, "mesele nedir?" diye sordu. Cebrâil dedi ki "bunlar insan ırkıdır. Hz. Âdem sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü ve sapık evlatlarını görerek ağlıyor." 2349
Bundan sonra Rasûlullah'a her şeyi ayrıntılı bir biçimde inceleme imkânı verildi. Rasûlullah bir yerde çiftçilerin tarlalarda çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o kadar büyüyordu. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir.
Rasûlullah daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar namaz için ağır hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah, bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki, bu adam zaten emânet ve mes’ûliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak yerine daha da artırdı. Hz. Peygamber bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının makaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne çıkarıyorlardı.
Rasûlullah bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu delikten kocaman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama giremedi. Rasûlullah, meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki, bu fitne yaratan sorumsuz bir kişidir, ki önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fitne yaratıyor, ama sonra pişman olup hatasını telafi etmek istiyor, ama edemiyor. Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı. Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların tırnaklan bakırdandı ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar insanların arkasından konuşuyor ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı. Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve bunlar ateş yiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.
Bir süre sonra Rasûlullah karınlan şişmiş ve yılanlarla dolu kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyordu, fakat onlar yerlerinden kıpırdayamıyorlardı. Rasûlullah bunların kimler olduğunu sordu, dediler ki, bunlar faiz ve haram
2349] Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, Beyhaki, İbn Ebi Hâtim, İbn İshâk, Hâkim, Taberânî, Bezzâr -Muhtelif râviler
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yiyenlerdir. Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir tarafında gâyet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) dedi ki, bunlar kimlerdir? Dediler ki, bunlar kendilerine helâl olan koca veya kanlarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek ve kadınlardır. Rasûlullah (s.a.s.) bundan sonra göğüsleriyle asılı kadınları gördü. Rasûlullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar kocalarına onlardan olmayan çocukları Musallat eden kadınlardır (Bu gözlem ve incelemelerin Kudüs'te mi yoksa, ilk semâda mı olduğuna dair rivâyetlerde biraz ihtilâf vardır. Ayrıca bütün bu gözlem ve incelemeler topluca anlatılmamıştır. Biz hepsini bir arada topladık. 2350
Bu gözlemler sırasında Rasûlullah bir melekle buluştu. Bu melek, Rasûlullah'a çok soğuk davrandı. Rasûlullah, Cebrâil (a.s.)'e sordu, "şimdiye kadar görüştüğüm bütün melekler güleryüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir?" Cebrâil (a.s.) dedi ki, "o gülmez ki, Cehennem'in bekçisidir." Bundan sonra Rasûlullah, Cehennem'i görmek istedi. Cebrâil (a.s.) derhal Rasûlullah’ın (s.a.s.) gözünün perdesini çekti ve Cehennem bütün dehşetiyle gözünün önüne geldi 2351.
Daha Sonraki Semâlarda
Bu safhadan geçtikten sonra Rasûlullah (s.a.s.) ikinci semâ'ya vardı. Burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç vardı: Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.). Üçüncü semâda Rasûlullah (s.a.s.) öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı ki, kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında, bir dolunay gibiydi. Kendisinin Hz. Yusuf (a.s.) olduğunu öğrendi.
Rasûlullah (s.a.s.) dördüncü semâ'da Hz. İdris (a.s.), beşinci semâ'da Hz. Harûn ve altıncı semâ'da Hz. Mûsâ (a.s.) ile tanıştı. Rasûlullah (s.a.s.) yedinci semâda muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü. Bu saraya melekler girip çıkıyorlardı. Burada Rasûlullah (s.a.s.) kendisine çok benzeyen muhterem bir zâtla müşerref oldu. O'nun Hz. İbrâhim (a.s.) olduğunu öğrendi 2352 Bazı rivâyetlerde bu peygamberlerin yerleri değişikti. Nesâî ile Müslim'de yer alan Hz. Enes bin Mâlik'in rivâyetine göre Dördüncü Semâ'da Hz. Hârun ve Beşinci Semâ'da Hz. İdris a.s. vardı, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebî Hâtim ve İbn Merdûye'de yer alan Hz. Ebû Sa'id Hudrî'nin rivâyetine göre ikinci Semâ'da Hz. Yusuf ve Üçüncü Semâ'da Hz. Yahya ve Hz. Îsa vardı).
Sidretu’l-Müntehâ: Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) daha çok yükseldi ta ki Sidret'ul-Müntehâ'ya vardı. Sidret-ul Müntehâ, Yüce Allah’ın Divânı ile Mahlûklar Âlemi arasında bir sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların bilgisi tükeniyor. Bunun ötesinde ne varsa o gariptir, ki bunu Cenâb-ı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne bir peygamber ne de bir melek. Aşağıdan (yerden ve göklerden) ne geliyorsa burada kabul ediliyor ve yukardan (Arş-ı Mualla) gelenler de buraya
2350] Bk: Müsned-i Ahmed, İbn Mâce, İbn Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbn Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr, İbn İshâk, İbn Merdûye, Ebû Dâvûd. Râviler: Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa'id Hudrî ve Hz. Enes bin Mâlik
2351] Bk: Siret-i İbn Hişâm -İbn İshâk'a atfen- ve İbn Ebî Hâtim -Enes bin Mâlik'e atfen-
2352] Müsned-i Ahmed, Buhârî ve Müslim, (râvî: Mâlik bin Sa'sa'a), Müsned-i Ahmed, Müslim, İbn Ebî Hâkim, İbn İshâk -râvi: Ebû Hureyre-.
İSRÂ VE MÎRAC
- 589 -
teslim ediliyor. İşte bu mevkide Rasûlullah'a Cennet gezdirildi ve kendisi hiçbir gözün göremediği hiçbir kulağın duyamadığı ve hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkânların Allah'ın sâlih kullarına temin edildiğini gördü. 2353
Cebrâil, Sidretü’l-Müntehâ'da kaldı ve Rasûlullah sınırın ötesine geçti. Rasûlullah (s.a.s.) düz bir yere vardığında Cenâb-ı Allah'ı bütün celâli ve cemâliyle gördü. Aralarında geçen konuşmada Cenâb-ı Allah tarafından şu emirler verildi (İbn Ebi Hâtim ve Buhâri Kastallânî'nin "Mevâhib'de ifâde ettiği gibi, Cebrail kendi makamına vardıktan sonra Rasûlullah'a dedi ki, "Bundan sonra seninle Rabbin arasındaki iş kalıyor. Benim makamım burasıdır ve buradan öteye gidemem."):
1) Günde 50 vakit namaz kılınması farz olundu.
2) Bakara sûresinin son iki âyeti vahiy olundu.
3) Şirk hâriç bütün günahların affedilebileceği belirtildi.
4) Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel yazıldığı, bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına 10 iyi amel yazıldığı fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifâde olundu (Bütün hadislerde ilk etapta 50 vakit namazın farz olunduğu ifâde olunmuştur, diğer bilgiler şu hadis kitaplarından, edinilebilir: 2354
Hz. Peygamber, Cenâb-ı Allah'ın huzurundan ayrıldıktan sonra aşağıya inince Hz. Mûsâ (a.s.) ile karşılaştı. Hz. Mûsâ, Rasûlullah'ın macerasını dinledikten sonra dedi ki: "Ben, İsrâil oğullarından acı bir tecrübe edindim. Bana öyle geliyor ki, ümmetiniz 50 vakit namaza tahammül edemeyecektir. Gidin ve namaz sayısının azaltılması için ricada bulunun." Rasûlullah (s.a.s.) tekrar Yüce Allah'ın huzuruna çıktı ve namazların azaltılmasını rica etti. Namazlardan 10'u azaltıldı. Rasûlullah dönüşte yine Hz. Mûsâ ile karşılaştı ve Hz. Mûsâ kendisine aynı şeyleri söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.) tekrar Allah'ın huzuruna çıktı, bu defa da 10 vakit namaz azaltıldı. Böylece her defasında 10 vakit namaz azaltıldı. En nihâyet, günde beş vakit namaz kılınması emredildi ve bu namazların 50 vakit namaza eşit olduğu buyruldu (Bu husus da bütün hadislerde ittifakla belirtilmiştir. Yani, Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Mûsâ'nın tavsiyesi üzerine her defasında gidip Allahu Teâlâ'dan namazların azaltılmasını istedi, tâ ki sayıları günde beş vakte indi ve Cenâb-ı Allah bunların 50 vakit namaza eşit olduğunu söyledi. Fakat rivâyetlerde rakamlar değişiyor. Bazılarında her defasında 10, bazılarında 5 ve bazılarında birkaç namazın azaltıldığı ifâde edilmiştir).
Dönüş: Dönüşte Rasûlullah (s.a.s.) aynı merdiven ile Kudüs'e indi. Burada yine toplu halde bulunan peygamberlerle buluştu. Rasûlullah (s.a.s.) kendilerine muhtemelen sabah namazı kıldırdı. Rasûlullah (s.a.s.) yine Burak'a bindi ve Mekke'ye döndü. 2355
Sabah ilk önce Rasûlullah (s.a.s.), amca kızı, Ümm-ü Hâni'ye başından
2353] Bk: Buhârî, Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, İbn Cerir, İbn Ebi Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye
2354] Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, Müsned-i Ahmed, İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim, İbn İshâk, İbn Merdûye
2355] "El-Bidâye ven-Nihâye", c. 3, s. 112-113
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
geçenleri anlattı ve evden dışarıya çıkmak istedi. Ümm-ü Hâni elbisesini tuttu ve dedi ki: "Allah aşkına bu hikâyeyi halka anlatmayın. Yoksa, onlara sizi alaya almak için bir koz daha vermiş olacaksınız." Fakat, Rasûlullah (s.a.s.), "ben bunu mutlaka anlatacağım" diyerek evden çıktı. 2356
Rasûlullah (s.a.s.), Mescid-i Haram'a varınca Ebû Cehil ile karşılaştı. Ebû Cehil, "yeni bir haber var mı?" diye sordu. Rasûlullah, "var" dedi. Ebû Cehil, "nedir?" Rasûlullah, "ben bu gece Kudüs'e gittim" dedi. Ebû Cehil, "Kudüs'e mi?" diye hayret etti ve ekledi: "Sen bir gecede Kudüs'e gittin ve sabah buraya geri döndün?" Rasûlullah, "evet" dedi. Ebû Cehil, dedi ki: "Milleti toplayayım mı? Herkesin önünde aynı şeyi söyleyebilecek misin?" Rasûlullah dedi ki: "Tabii." Bunun üzerine Ebû Cehil, bağırıp çağırıp herkesi etrafına topladı ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) onlarla konuşmasını istedi. Rasûlullah (s.a.s.), herkese, geçirdiği tecrübeyi anlattı. Mi'rac vakasını dinledikten sonra millet Rasûlullah’ı (s.a.s.) alaya aldı. Bazıları kahkaha atıyordu, bazıları ellerini ellerine vuruyordu ve bazıları da şaşkınlık içinde başlarını elleri arasına almıştı. Kendileri şöyle diyordu: "İki aylık yolculuk bir gecede... Allah, Allah, imkânsız. Eskiden senin deli divâne olduğundan biraz şüphemiz vardı, ama şimdi inandık ki, sen gerçekten aklını kaçırmışsın." 2357
Hz. Ebû Bekir Sıddîk’ın (r.a.) Mi'rac Olayını Doğrulaması: Rasûlullah'ın Mi'rac ile ilgili anlattıkları bir ânda bütün Mekke'de herkes tarafından duyulmuş oldu. Bu olay, bazı müslümanların dinlerinden dönmelerine sebep oldu.2358 Fesatçı ve fitneci kişiler hemen Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) gittiler ve kendisine, görünürde tamamıyla imkânsız olan bu olayı anlatmak sûretiyle, Rasûlullah’a (s.a.s.) olan güvenini sarsmak istiyorlardı. Onlara göre, Hz. Peygamber'in sağ kolu sayılan Hz. Ebû Bekir'in İslâmı terketmesi ile İslâmî Hareket tamamıyla çökecekti. Fakat, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in tepkisi tamamıyla değişik oldu. Hz. Ebû Bekir olayı dinledikten sonra dedi ki: "Eğer bu olayı gerçekten Rasûlullah (s.a.s.) anlatmışsa mutlaka doğrudur. Bunda şaşılacak ne var? Ben her gün ona gökten haber geldiğini duyuyor ve tasdik ediyorum."
Hz. Ebû Bekir (r.a.) daha sonra Mescid-i Haram'a geldi. Orada hem Rasûlullah (s.a.s.), hem onunla alay eden topluluk vardı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) kendisine gerçekten bu olayı anlatıp anlatmadığını sordu. Rasûlullah (s.a.s.) "evet" dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki, "Ben Kudüs'ü görmüş ve gezmişimdir. Siz oranın haritasını ve plânını bana anlatın." Rasûlullah (s.a.s.) hemen oranın plânını açıkladı ve her şeyi öyle anlattı ki, sanki Kudüs onun gözünün önünde idi. Hz. Ebû Bekir’inm (r.a.) bu taktiğiyle Mi'rac vak'asını yalanlamaya çalışanlar büyük bir darbe yemiş oldular (Hâfız İbn Kesîr'in "El-Bidâye ven-Nihâye"de anlattığına göre, Hz. Ebû Bekir, Kudüs'le ilgili bilgiyi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bunu aktarması halinde, müşriklerin ağızlarının kapanacağı düşüncesiyle istemişti. Fakat Ebu Ya'lâ, Ümm-ü Hâni'ye dayanarak naklettiği rivâyette Beytül-Mukaddes (ya da Kudüs) ile ilgili bilgi isteyenin aslında Mutam bin Adinin olduğunu kaydetmiştir. Beyhakî, İbn Cerîr ve İbn Ebî Hâtim'in, Ebû Sa'id Hudrî'ye dayanarak verdiği bilgiye göre, Kudüs ile ilgili soruyu, Rasûlullah’ı (s.a.s.) yalanlamaya çalışan biri
2356] Taberânî, İbn İshâk, İbn Sa'd ve Ebû Ya'lâ -Hz. Ümm-ü Hanî'nin rivâyeti
2357] Müsned-i Ahmed, Nesâî, Beyhakî, Bezzâr ve Taberânî'de Hz. İbn Abbâs'ın rivâyeti, İbn Cerîr, Beyhakî, İbn Ebi Hâtim'de Ebû Said Hudrî'nin rivâyeti
2358] Müsned, Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve Beyhakî'de Hz. Câbir bin Abdullah'ın rivâyeti, Müsned-i Ahmed ve Nesâî'de Hz. İbn Abbas'ın rivâyeti ve Beyhakî'de Hz. Âişe (r.a.)'nin rivâyeti
İSRÂ VE MÎRAC
- 591 -
sormuş idi. Müslim'de yer alan Ebû Hureyre’nin (r.a.) rivâyetine göre topluluktakiler bu soruyu sordular, zira onlar Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayatında hiçbir zaman Kudüs'e gitmediğini biliyorlardı, ayrıca gece vakti olduğu için Kudüs ile ilgili bilgi vermesi zorlaşacaktı. Bu sebeple, Kudüs ile ilgili sorular sorulunca Kudüs şehri Allah tarafından Rasûlullah'ın gözünün önüne getirildi ve kendisi bu şehrin her yöresini görerek sorulan cevaplandırabiliyordu. Nihâyet, Rasûlullah'ın anlattıklarını Kureyşliler kabul etmek zorunda kaldılar. 2359
Başka Deliller: Hicâz ve Mekke'den pek çok kişi ticaret için Kudüs'e gidip gelirlerdi. Kudüs'ü görmüş olan, Rasûlullah’ın (s.a.s.) anlattığı harita ve plânın doğru olduğunu kabul ettiler. Fakat bundan sonra, da millet iyice tatmin olmamıştı ve başka deliler istiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) dedi ki: "Mi'rac yolculuğu sırasında ben şu şu yerlerden geçtim ve şu şu kafileye rastladım. Kafilelerde şu mallar vardı. Kafilelerdeki develer Burak'ı görünce sıçradılar ve bunlardan biri filanca vadiye kaçtı. Ben kafiledekilere bu deve hakkında bilgi verdim. Dönüşte ben falan yerde falan kabilenin falan kabilesini gördüm. Herkes uyuyordu. Ben onların kaplarından su içtim ve suyun içildiğinin işaretini bıraktım." Rasûlullah (s.a.s.) bunun gibi bazı diğer şeyler söyledi. Hz. Peygamber'in bu söyledikleri, daha sonra adı geçen yerlerden gelen kafileler tarafından doğrulandı.2360 Böylece itiraz edenlerin dilleri sustu, ama kalblerinde daima bir tereddüt ve kuşku kaldı ve böyle bir şeyin nasıl olduğuna şaştılar. Bugün de pek çok kişinin aklı böyle bir olaya ermiyor.
Rasûlullah’a (s.a.s.) Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen Emir: Mi'rac'ın yapıldığı geceden sonra iki gün Cenâb-ı Allah tarafından Cebrâil (a.s.) sık sık geldi ve Rasûlullah’a (s.a.s.) farz olunan beş vakit namazın saatlerini açıklamaya çalıştı. Cebrâil, ilk önce bütün namazlarda Rasûlullah'a imamlık yaptı, daha sonra bunların saatleri hakkında kendisine izahatta bulundu. İmam Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbni Hibban ve Hâkim bu rivâyeti Hz. Cabir bin Abdullah'a atfen nakletmişlerdir. İmam Buhârî de namazların zamanı konusundaki izahları Cebrâil’in (a.s.) yaptığını nakletmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Ebû Dâvud, İbni Huzeyme, Dare-Kutni, Hâkim ve Abdurrezzak da benzeri bir rivâyeti, Abdullah bin Abbas'a atfen nakletmişlerdir ve İbn Abdulberr ile Kadı Ebû Bekir bin el-Arabi bunu teyit etmişlerdir. İmam Zührî'ye göre Hz. Ömer bin Abdulaziz'in yanında Hz. Urve bin Zübeyr'in, Cebrâil'in Rasûlullah'a namaz kıldırdığını anlatması üzerine kendisi hayret içinde şunları söyledi: "Urve, düşünsene, sen ne söylüyorsun? Yani, Rasûlullah, Cebrâil'in imametinde namaz mı kılmıştır?" Urve dedi ki: "Ben Beşir bin Ebi Mes'ud'dan duydum ve Beşir de Ebû Mes'ud Ensarî'den duydu, Ebû Mes'ud Ensarî de bizzat Rasûlullah'tan duydu ki: "Cebrâil nâzil oldu ve bana (Rasûlullah'a) imamlık yaptı ve ben onunla beş vakit namazlarımı kıldım." 2361
Mi'rac'ın Mesajı: Mi'rac yolculuğundan dünyaya döndükten sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'tan getirdiği mesaj, Kur’ân-ı Kerim'in İsrâ sûresinde 2-39. âyetlerine kadar kayıtlı bulunuyor. Bu mesajı ele alın ve de bu mesajın verildiği, hicretten bir yıl önceki şartlara bakın. Göreceksiniz ki, bu mesajda, İslâmi ilkeler üzerinde yeni bir devletin kurulmasından önce Rasûlullah ve sahabelerinin
2359] Bak: Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir, Tirmizî, Beyhakî, İbn Sa'd, İbn Ebî, Hâlim, Bezzâr, Taberânî, Nesâî
2360] İbn Ebî Hâtim Bezzâr, Taberânî ve Ebû Ya'lâ
2361] Muvattâ, Buhârî, Müslim, Abdurrezzâk ve Taberânî
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihtiyaç duydukları bütün direktifler yer almıştır.
İsrâil Oğullarının Tarihinden İbret: Bu mesajda Mi'rac'tan bahsedildikten sonra ilk önce İsrâil oğullarının tarihinden ibret alınması istenmiştir. İsrâil oğulları, Mısırlılara köle olmaktan kurtulduktan sonra serbest bir hayat yaşamaya başladılar. O sırada onların hidâyeti için Cenâb-ı Allah bir kitap indirdi ve kendi hakkında emir ve direktifin tek kaynağının yine kendisi olduğunu bildirdi. Ne var ki, İsrâil oğulları, Allah'ın bu nimeti için minnet ve şükranlarını bildirmek yerine nankörlük ettiler ve yeryüzünde sâlih ve ıslahatçı olmak yerine fesatçı ve isyancı oldular. Bunun neticesinde Cenâb-ı Allah, İsrâil oğullarını bir defa Babillilere ezdirdi ve ikinci defa da Romalı ve Bizanslıları onlara Musallat etti. Cenâb-ı Allah bu ibret verici tarihten örnekler vererek müslümanların doğru yolu ancak Kur’ân-ı Kerim vâsıtasıyla bulacaklarını belirtmiştir. Ayrıca, müslümanların Kur’ân-ı Kerim'e tabi olmaları halinde büyük mükâfat alacaklarını da kaydetmiştir.
Herkes Sorumludur: Bu mesajda dikkat çekilen ikinci husus da, her insanın kendi amel ve ahlâkı için kendisinin sorumlu oluşudur. Bir insanın kendi ameli, onun kaderini tayin eden öğedir. Eğer bir insan doğru yolda yürüyorsa kendisi için yürüyor, yanlış yolda yürüyorsa kendisi için. Faydası ve zararı hep kendisine aittir. Bu şahsi mesuliyet hususunda kimse kimsenin arkadaşı veya ortağı değildir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yaptıklarından sorumludur. O Mide, sâlih bir toplumun her ferdi kendi şahsi mes’ûliyetlerini gözönünde bulundurmalıdır. Başkaları ne yaparsa yapsın, onları daha sonra düşünebilir. İlk önce kendini düşünmelidir ve kendisinin ne yaptığına dikkat etmelidir.
Toplumun Üst Sınıfının Yozlaşması: Bu mesajda anlatılan üçüncü husus, bir toplumun çöküşü veya yok oluşunda en büyük rolün o toplumun üst sınıfının yozlaşmasına ait olduğudur. Balık baştan kokar misali, bir toplumu mahveden şey o toplumdaki büyük, zengin, soylu ve muktedir kişilerin ahlâk ve karakterlerinin bozulmasıdır. Bir milletin batmasından önce o milletin seçkin insanları fuhuş, zulüm, ahlâksızlık, yolsuzluk, zina, kumar, hırsızlık, soygunculuk, yalancılık ve sahtekârlık yaparlar. Bu kötülük, fitne ve ahlâksızlıklar nihâyet o toplum veya milletin sonu olur. O halde, kendi kendine düşman olmayan bir toplum, siyasi iktidarın ve ekonomik kaynakların basit, adi, alçak ve ahlâksız insanların elinde bulunmamasına dikkat etmelidir.
Dünya İle Âhiret'in Önemi: Adı geçen mesajda ayrıca, Kur’ân-ı Kerim'in diğer yerlerinde de çeşitli vesilelerle dile getirilen bir hususa daha dikkat çekilmiştir. Yani, dünya ile âhiret arasındaki fark ve bu hususta müslümanların alması gereken tavır. Burada insanların sadece bu dünyanın kazanç, başarı ve mutluluklarını arzulamaları halinde kendilerine bütün bunların ihsan olunacağı, ama sonucun çok kötü olacağı kaydedilmiştir. Fakat, gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada kalıcı bir başarı ve mutluluğun ancak insanın âhirette sorguya çekileceği ve hesap vermeye mecbur olacağını daima gözönünde bulundurmasıyla mümkün olacağı ifâde olunmuştur. Dünyayı seven bir insanın mutluluk ve refahı görünüşte yapıcı ve yararlı görülüyor. Ancak bu yapıcı niteliğinin arkasında zararlı ve tehlikeli yönleri vardır. Zira, dünyayı isteyen bir kimse, âhirette cevap verme kaygısı taşımamasından dolayı bir insanın sahip olduğu ahlâk ve faziletinden mahrum kalıyor. Bu fark, dünyada âhirete inanan ve inanmayanlar arasında
İSRÂ VE MÎRAC
- 593 -
bariz ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor ve hayatın diğer safhalarında daha da belirginleşiyor. Ta ki, âhirete inananın hayatı büsbütün bir başarı simgesi haline gelmişken âhirete inanmayanın hayatı tamamıyla boş ve başarısız kalır.
İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri:
Mesajın girişindeki bu temel buyruklardan sonra, üzerlerinde İslâm toplumu ve İslâm medeniyetinin kurulması gereken belli başlı ilkeler sayılmıştır. Bu temel ilkeler sayı itibarıyla 14'tür ve biz bunları mesajda yer alan sıraya göre aşağıya kaydediyoruz:
1) Tek Allah'ın yerine başka varlıkların ilâhlığına inanılmamalıdır. Tapılacak, itaat edilecek, kulluk edilecek ve saygı gösterilecek tek ilâh O'dur. Allah'ın dışında başka kimsenin itaati kabul edildiği takdirde kötü sonuçlar doğar ve kullar Allah’ın bütün bereketlerinden mahrum kalırlar. Hâlbuki, Allah'a tâbi olma ve itaat etmenin sonuçları bambaşkadır (Bu sadece dinî bir akide değildi, aksine Rasûlullah'ın daha sonra Medine'de kurduğu siyasi ve içtimaî nizamın ilk ve en önemli ilkesiydi. Bu nizamın temeli zaten Yüce, Allah'ın bütün kâinatın rakipsiz mâliki olması ve bütün kâinatta O'nun kanunlarının geçerli olması ilkeleri üzerine kurulmuştu).
2) İnsan hakları bâbında başta gelen hak ana-baba hakkıdır. Evlatlar kendi ana-babalarına son derece bağlı ve saygılı olmalıdırlar. Toplumun genel ahlâkı öyle olmalıdır ki, evlatlar, ana-babalarından habersiz ve onlara saygısız olmamalı, aksine, onlara iyi muâmele etmelidirler. Evlâtlar, anne ve babalarına gereken ilgiyi göstermeli ve yaşlandıkları zaman onlara hakkıyla bakmalıdırlar. Zira, anne ve babaları da onlara çocukken bakmışlardı (Bu ilke de İslâm sosyal düzeninin temelidir. İslâm aile düzeninin odağı ana ve babaya sevgi ve saygıdır. Bu temel ilkeye dayanılarak daha sonra ana-babanın haklarını belirleyen şer'î kanunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunların ayrıntıları hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca, İslâm toplumunun zihinsel ve ahlakî terbiyesi ve müslümanların âdâb, kültür ve medeniyetine Allah ve Rasûl’den sonra en çok hürmet gösterilmesi gereken kişiler olarak ana ve babanın ehemmiyeti de yerleştirildi. Böylece, İslâm'da aile nizamı için sağlam bir temel sağlanmış oldu).
3) Toplumsal yaşantıda işbirliği, yardımlaşma, sevgi, şefkat, saygı, hakkı bilme ve tanıma, herkesin hakkını verme gibi erdemler canlı tutulmalıdır. Bir akraba, başka bir akrabasına her türlü yardımı yapmalıdır. Muhtaç ve çaresiz bir insan, toplumun kendisine yardım edeceğinden emin olmalıdır. Bir yolcu nereye giderse gitsin, herkesin kendisini ağırlayacağından veya hiç olmazsa güleryüzlü davranacağından emin olmalıdır. Toplumda insan hakları ve sorumlulukları öylesine içiçe olmalıdır ki, kimse hakkının yenmesinden veya kendisine haksızlık yapılmasından yakınmamalıdır. İnsanlar birbirine yardım ederken, bunu bir lütûf veya ihsan değil, bir vazife ve mükellefiyet kabul etmelidirler. Bir insan başkalarına herhangi bir yardım veya iyilikte bulunamıyorsa Allah'tan af dilesin ve O'ndan kendisinin başkalarına yardım etmesini sağlayacak birtakım imkânlar istesin (Bu ilkeye dayanılarak Medine'de kurulan İslâm toplumunda sadakât-ı vacibe ve sadakât-ı nâfile ile ilgili emir ve kanunlar çıkarıldı; vasiyet, veraset ve vakfın ilkeleri belirlendi, yetimlerin haklarının korunması için tedbirler alındı, her köy ve kasabada misafir ve yolcuların en az üç gün ağırlanması için özel tedbirler alındı. Buna ilâveten, ahlâkî terbiye ve diğer usullerle bütün toplumda
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cömertlik, yardımlaşma, işbirliği, sevgi, saygı ve sakatlar ile hastaların bakımıyla ilgili kurallar yerleştirildi. Buna göre İnsanlar resmi kanunlara bakmaksızın kendi vicdanlarına göre insancıl görevlerini yerine getirecek kadar bilinçlenmiş oldular).
4) İnsanlar kendi servetlerini çar-çur etmesinler ve yanlış yollarda harcamasınlar. Servetlerini sadece gösteriş, riyâ, fısk u fücur ve kötü yollarda sarf etmesinler, aksine iyi ve hayır işlerde kullansınlar; fakir fukaraya yardım etsinler. Aslında serveti yanlış yollarda kullanmak, Allah’ın nimetlerini inkâr etmek veya ona nankörlük etmek anlamına gelir. Servetlerini bu şekilde har vurup harman savuranlar şeytanın kardeşleridir. Bir sâlih ve temiz toplum bu tür İsrâf ve yolsuzluğa dur demelidir.
5) İnsanlar para konusunda tutumlu davranmalıdırlar. Ne servetin birkaç elde toplanmasına veya toprağa gömülmesine sebep olacak kadar cimri olsunlar, ne de hem kendi hem toplumun ekonomik ve mali durumunu sarsacak kadar savurgan olsunlar. Toplumun bireylerinde yapılması gereken harcamaları yapma ve yapılmaması gereken harcamalardan sakınma hissi var olmalıdır (Medine'deki toplumda bu kurala son derece riâyet edildi. Bir yandan savurganlık ve lüks yaşantı kanunen yasaklandı. Diğer yandan da aşırı tüketim önlenmeye çalışıldı. Sadece bu değil, devlet, kendi servetlerini iki elle, hesapsız kitapsız harcamaya çalışanlar için bazı kısıtlamalar getirdi ve bu gibi savurganlıkta bulunanların mal ve topraklarının zaptı için kanunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunun yanı sıra toplum öylesine bilinçlendirildi ki, lüzumsuz İsrâf olduğu zaman kamuoyundan sert tepki gelebiliyordu. Ahlâk kurallarının öğretilmesi sayesinde İnsanlar da servetlerini gereksiz yerde harcamaz oldular. Aynı şekilde cimriliğin önlenmesi için de hem kanunlara başvuruldu hem halk, bunun kötü neticeleri hakkında bilinçlendirildi. Zaten bu eğitim ve bilinçlenme sayesindedir ki, bugün İslâm toplumunda cimrilik ile pintiler ve karaborsacılar ile stokçular diğer toplumlara nazaran en çok hor görülen kişilerdir).
6) Cenâb-ı Allah'ın kendi rızkını dağıtmak amacıyla kurduğu nizam, insanların yapay tedbirleriyle önlenmesin veya engellenmesin. Cenâb-ı Allah, rızkın dağıtımı konusunda az veya çok, küçük veya büyük gibi farklara yer vermiştir; bunu eşit bir düzeyde tutmamıştır. Bu farklılığın hikmetini yalnız Allah biliyor. Onun, için doğru ve uygun bir ekonomik düzen Allah'ın koyduğu bu kurala ters değil, uygun olmalıdır. Tabii, eşitsizlik veya dengesizliği sun'i şekilde eşit hale getirmeye çalışmak ya da bu dengesizliği aşın uçlara götürmek yanlıştır (Bu maddede önemli bir doğa kanununa işaret edilmiştir. Bu doğa kanunu Medine toplumunda öylesine tabii bir şekilde kabul edildi ki, rızık dağılımı, başka bir deyimle gelir dağılımı ve üretim kaynaklan arasındaki farklılık kesinlikle bir adâletsizlik veya eşitsizlik olarak kabul edilmedi. Bu sebeple Medine toplumunda fakir ile zenginler arasındaki farkın kaldırılması veya sınıflardan arınmış bir toplumun kurulması için hiçbir çalışma veya çabaya gerek duyulmadı. Bunun yerine, daha önce bahsettiğimiz 3, 4 ve 5. ilkeye dayanılarak fertlerin ahlâkî açıdan terbiye edilmesine çalışıldı. Bu terbiye sayesinde fertler, gelir veya servet dağılımındaki farkın herhangi bir adâletsizlikten kaynaklanmadığına inanmaya başladılar. Bu fertler aynı zamanda bu farkların birçok ahlâkî, mânevî ve kültürel faydalan olduğunu da kabul ettiler).
İSRÂ VE MÎRAC
- 595 -
7) Nesillerin doğup büyümesinin, yemek yiyen kişilerin artması ile mali ve gelir kaynaklarının azalacağı veya yetişemeyeceği düşüncesiyle durdurulması büyük bir hatadır. Bu düşünce ve kaygı ile doğan çocukları öldürenler zannediyorlar ki, rızık veya gelir dağılımı kendilerinin ellerindedir. Hâlbuki, rızık veren, insanları dünyaya yerleştiren Yüce Allah'tır. Cenâb-ı Allah nasıl dünyaya şimdiye kadar gelenlerin rızkını vermişse, bundan sonra da gelenlere yiyecek-içecek temin edecektir. Nüfus ne kadar artıyorsa, Cenâb-ı Allah gelir kaynaklarını da o kadar artırır. Onun için, insanlar, Allah'ın yaratıcılık işlerine karışmasınlar ve şartlar ne olursa olsun, nesilleri budama, yok etme yollarına gidilmesin (Geçmiş çağlarda ve çağımızda da ekonomik ve sosyal sebeplerden dolayı kürtaj veya aile plânlamasına başvurulmasına bu madde böylece sünger çekmiş oluyor. Eski devirlerde açlık ve kıtlık bebeklerin öldürülmesine yol açıyordu. Çağımızda ise çeşitli sloganlar altında kürtaj teşvik ediliyor. Fakat Mirâc’ın bu mesajında dünyanın nesillerini tüketmek için olumsuz yollara başvurmaktansa üretim yol ile imkânlarını arttırması isteniyor).
8) Zina, kadın-erkek ilişkilerinin en yanlış şeklidir. Zina sadece ya-saklanmamalıdır, ayrıca kadın ve erkeklerin buna sürüklenmelerini mümkün kılan bütün sebepler ortadan kaldırılmalıdır (Bu kural daha sonra İslâm hayat nizamının temel ilkelerinden biri haline geldi. Buna göre İslâm toplumunda zina ağır ceza davası oldu. Zinanın önlenmesi için "örtünme" -başörtüsü veya çarşaf- kuralları meydana getirildi. Fuhuş'a yol açacak her türlü müstehcen fiil, hareket ve yayın yasaklandı. Şarap ve müzik, dans, gösteri, heykelcilik ve ressamlıkla şehvanî hisleri kabartan yollar kapatıldı. Ayrıca öyle bir izdivaç kanunu çıkarıldı ki, bununla nikâh kolaylaştı ve zinanın toplumsal sebepleri ortadan kalktı).
9) Cenâb-ı Allah insan hayatının hürmete lâyık bir şey olduğunu belirtmiştir. Onun için, bir insan ne kendi canına kıyabilir ne de başkalarının canına, Allah'ın bu koyduğu yasak ancak Allah'ın bir emrinin yerine getirilmesini icap ettiren şartlarda ortadan kalkabilir. Böyle bir durumda ancak işin icabı olduğu kadar cana kıyılmalı veya kan dökülmelidir. Öldürme işinde her türlü isrâf veya ifrat yasaktır. Meselâ, intikam almak için esas suçluların dışında başkalarının öldürülmesi câiz değildir. Suçlunun eziyet ve işkence edilerek öldürülmesi, ya da öldürülmesinden sonra ölüsüne saygısızlık yapılması ve buna benzer diğer hareketler de kesinlikle yasaktır (Bu ilkeye göre İslâm Hukukunda cinâyet ve intihar yasaklandı. Taammüden öldürme suç sayıldı. Hatâen (sehven) öldürme için diyet kuralı çıkarıldı. Katli bil-hak (vacip olan öldürme) beş şarta bağlandı. Bir, taammüden öldürme suçunu işlemiş olan kişi; iki, aleyhlerine savaş açılması gereken, dinin yayılmasını engelleyen kişilerin grubu; üç, evli olan bir erkek veya kadının zina yapmaları; dört, İslâm devletini devirmeye çalışan bir grup ve beş; müslümanlıktan dönen bir kişi. Bu suçları işleyenler Kadının kararına göre idama mahkûm olabilirler. Bunun için de muayyen kanun ve kurallar meydana getirildi).
10) Yetimlerin menfaati, onlar kendi kendilerini besleyecek hale gelinceye kadar korunmalıdır. Yetimlerin malları, menfaatlerine aykırı bir şekilde kesinlikle kullanılmamalı veya harcanmamalıdır (Bu da sadece bir ahlâk kuralı olmayıp, İslâm devletinin gerek hukukî gerekse idârî sahalarına giren bir kanun ve ilke idi. Bunun ayrıntıları da hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca devletin genel olarak kendi kendine bakacak durumda olmayanlara, meselâ dul, yaşlı, sakat ve malûllere bakması da gerekli kılındı).
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
11) Söz ister bir fert isterse bütün millet tarafından verilsin, tam olarak yerine getirilmelidir. Taahhüt, muâhede, mütareke veya anlaşmanın ihlâli için Allah katında büyük azap vardır (Bu da sadece İslâm ahlâk nizamının mücerret ilkelerinden biri olmayıp ileride İslâm devletinin hem iç hem dış politikasının temelini teşkil eden genel bir kural haline sokuldu).
12) Ölçü ve ağırlık âletleri ve birimleri iyi ve hilesiz olmalıdır. Alışverişte hiçbir hile ve kötülük yapılmamalıdır (Bu ilkeye göre İslâm devletinde geni; bir teftiş ve kontrol sistemi geliştirildi. Polis ve belediye teşkilâtları bu ilkeye riâyet ederek çarşı, pazar, borsa ve ticaret merkezlerini geniş bir şekilde denetim altında tuttular. İlgili kuruluş ve elemanlar hem ölçü ve tartı aletlerini kontrol ediyor, hem alışverişte asın kâr, stokçuluk, karaborsacılık ve hileli malların satışını önlemeye çalışıyorlardı. Bu noktadan hareketle, hükümetin kendi ekonomik politikasını tesbit ederken her türlü haksızlık ve adâletsizliği ortadan kaldırması hayati ilkelerden biri haline getirildi).
13) İnsanlar, doğru veya uygun olduğunu bilmedikleri bir şey veya kişinin peşinden koşmamalıdırlar. İnsanlar kendi fiil ve sözlerine iyice dikkat etmeli ve ona göre kendilerine çeki-düzen vermelidirler. Zira, âhirette kendi gördükleri, duydukları ve gönüllerinde taşıdıkları niyet, fikir ve kararları hakkında Cenâb-ı Allah'a hesap vermek zorunda kalacaklardır (Bu kurala göre müslümanların tahmin, kıyas veya zan yerine ilim ve irfanla yollarını tesbit etmeleri istenmiştir. Ahlâk, Hukuk mülkî idare, siyaset ve eğitim nizamında ilme ve irfana dayanıldığı takdirde birçok hata ve yanılgıdan kurtulmak mümkündür. İslâm toplumu, kıyasa ve tahmine dayanılarak işlenebilecek birçok hata ve uğranacak zararlardan kurtarılmıştır. Ahlâk alanında kıyas ve hayalden kurtulması için kimseye mesnetsiz iftira ve ithamda bulunulmaması istenmiştir. Hukuk sisteminde de yapılması gereken bütün tahkikat yapılmadan kimsenin suçlanmaması emr olunmuştur. Soruşturma ve kovuşturma için de bu kural geçerlidir ve kimse suçsuz yere kolluk kuvvetleri tarafından gözaltına alınmamalı ve dövülmemelidir. Yabancı uluslar içinde aynı kural geçerlidir. Onlar aleyhinde asılsız, yalan-yanlış propaganda yasaklanmıştır. Şüpheye dayalı dedikodu ve şikâyet yapılmamalıdır. Eğilim ve kültürde de müsbet ilimlerin dışında sadece kıyas ve zanlara dayanan ilim veya tecrübelerden kaçınılması istenmiştir. Kısacası, müslümanların her sahada ve her alanda gerçekçi olmaları istenmiştir).
14) İnsanlar yeryüzünde zâlim, gaddar ve mağrur olmamalıdırlar. Kasılıp, böbürlenmemelidirler. Zira, insan kasılarak ne ayağının altındaki toprağı yırtabilir ne de gururlanarak yükseklikte gökleri geçebilir (Bu da sadece vaazdan ibaret olan bir şey değildi. Müslümanların kuvvet ve iktidar sahibi olduktan sonra gereksiz yerde kibirli ve gösteriş meraklıları olmamaları istendi. Bu emir ve buyruktan dolayıdır ki, Medine'de kurulan ilk İslâm devletinde en üst seviyedeki hükümdar sivil veya askerî yetkili en hafif kibir ve zulüm kokan sözler söylemediler ve buna benzer herhangi bir harekette bulunmadılar. Onlar her bakımından tevazu, alçak gönüllülük, nezâket, kibarlık ve ahlâk ile faziletin timsâliydiler).
İşte Rasûlullah (s.a.s.) Mi'rac'ta Cenâb-ı Allah'tan aldığı ve dünyaya getirdiği mesaj bu ilkelerden ibâretti. Ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) kısa bir süre sonra Medine'ye geçip üzerinde İslâm toplumu ve devletini kurduğu altın ilkeler bunlardı.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hicret İçin Duâ Etmesine Dair Yapılan Telkin: Yine İsrâ
İSRÂ VE MÎRAC
- 597 -
sûresinde Cenâb-ı Allah, Rasûlullah’a (s.a.s.) aslında hicret duâsı olarak bilinen duâyı öğretti. Tirmizî ile Hâkim'in Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak kaydettikleri rivâyete göre İsrâ'nın şu âyetinde Rasûlullah’a (s.a.s.) hicret izni verildi: "De ki: 'Rabbim, beni sıdk girdirilişi ile girdir. Ve sıdk çıkarıcıyla çıkar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım ihsan buyur." 2362
Bu duânın telkin edilişi gösteriyor ki, hicret zamanı iyice yaklaşmıştı. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah, Rasûlullah’a (s.a.s.) şu nasihatte bulundu: "Sen öyle bir duâ etmelisin ki, Sen doğruluğu hiçbir zaman terketmeyeceksin. Çıktığın yerden doğrulukla çıkacaksın, girdiğin yere de doğrulukla gireceksin." Daha sonraki cümlenin anlamı şudur: "Ya beni iktidara getir ya da bir iktidarı benim yardımcım yap; ki böylece dünyadaki bozuk düzeni değiştirebileyim. Fuhuş ve günahlara son verebileyim ve senin adâletini her tarafa yayabileyim". Bu cümle gösteriyor ki, İslâm'ın dünyada yapmak istediği değişiklik ve ıslâh sadece vaaz ve telkinle yapılamaz; aksine bunun için siyasi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç vardır. Hadis-i şeriflerde de şu ifâdeye rastlanıyor: "Allahu Teâlâ, hükümetin kuvvetiyle Kur’ân-ı Kerim'in önleyemeyeceği şeyleri önler ve ortadan kaldırır." Bu demektir ki, dinin hayatın her alanında yerleşmesi, İslâm'ın uygulanması ve Allah'ın koyduğu hududun icraatı için hükümete ve iktidara Tâlib olmak sadece câiz değil, aynı zamanda zaruri ve elzemdir. Bu bakımdan, İslâm dininin tam mânâsıyla zafere ulaştırılması için siyasi alanda mücadele edenlerin suçlanması ve onların dünyacı veya iktidar heveslisi olduğu yolundaki iddiaları tamamıyla cehalet ve dalalete dayanıyor. İktidarı sadece kendisi ve maddî menfaati için isteyen elbette ki, iktidar heveslisi ve dünyacıdır. Ama Allah'ın dinini her şeyden üstün kılmak için mücadele etmek dünyaya tapmak değil, Allah'a tapmanın ta kendisidir.
Mazlum Müslümanların Zafer Duâsı: Yine Mi'rac sırasında Rasûlullah’a (s.a.s.) Bakara sûresinin son âyetleri bahşolundu. Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetine göre, bu âyetler şu duâ ile son buluyor: "Yâ Rabbi, bizi unuttuğumuz şey veya hatamızdan dolayı tutup sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi af ve mağfiret eyle. Bize merhamet buyur. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et." 2363
Bu duânın Mekke'de küfr ile İslâm arasındaki savaşın en çetin safhaya geldiği zaman müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslümanlar her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye tabi tutuluyorlardı. Hicaz'ın her yeri ve her köşesi müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde bir müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz işkenceler reva görülüyordu. Bu şartlarda müslümanların Mevlâlarına duâ etmeleri istendi ve bunu isteyen bizzat Âlemlerin Rabbi olduğu için müslümanlar bir nebze rahat nefes alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duâyı öğreten Rabbleri bunun gerçekleşmesi için de mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda müslümanların metanet ve sabırları ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka ibâdet etmek suçundan müslümanların hedef oldukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan da bu duâya bakın, ki bunda muhâlif ve düşmanlar için tek bir kötü söz veya küfr yoktur. Bir
2362] 17/İsrâ, 80
2363] 2/Bakara, 286
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yandan müslümanların çektikleri maddî ve mânevî çileleri gözünüzde canlandırın, bir yandan da bu duânın sözlerine bakın, ki bunda dünyevî menfaat veya kazançtan hiçbir eser yoktur. Bir tarafta o hakperestlerin perişan durumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere bakın. Sadece bu husus, o ilk müslümanların ne büyük ahlâkî ve rûhânî terbiyeden geçtiklerini göstermeye yeter.
Mi'râc'ın Bir Başka Cephesi: Mi'rac'ın bir başka cephesi de var ki, bunu bu bahsimizde ele almamız yerinde olacaktır. Bunu aşağıda belirtmeye çalışacağız:
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Cebrâil ile Görüşmesi: Kur’ân-ı Kerim'in Necm sûresinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Hz. Cebrâil'i ilk kez asıl şekliyle gördüğüne dair malumat vardır. Bu sûrede Cebrâil'in ilk önce ufukta görüldüğü, daha sonra Rasûlullah’a (s.a.s.) iki yaylık bir mesafeye kadar yaklaştığı ve o sırada kendisine Allah'tan vahiy getirdiği kaydedilmiştir. Bundan sonra şöyle denilmiştir: "Rasûlün kalbi, gördüğünü tekzip etmedi. Şimdi siz, onun gördüğü şeye karşı kendisini ile mücadele mi edeceksiniz?"2364 Yani, Rasûlullah (s.a.s.), uyanık iken ve gün ışığında geçirdiği bu tecrübeden sonra bunun bir bakış hatası, hayal veya Şeytan'ın bir hilesi olduğunu düşünmedi. Rasûlullah (s.a.s.) bu meleğin Cebrâil olduğu ve getirdiği mesajın Allah tarafında inen bir vahiy oluğu konusunda herhangi bir şüphe veya tereddüde kapılmadı.
Şimdi aklımıza bir soru geliyor. Hz. Peygamber (s.a.s.) geçirdiği bu fevkalâde tecrübe hakkında neden herhangi bir şüpheye veya tereddüde kapılmadı? Neden, bir an için duraklayıp gördüklerinin doğru olup olmadığını araştırmadı? Neden gördüklerinin sadece bir rüya, hayal, görüntü, Şeytan'ın bir hilesi veya başka bir şey olduğunu sanmadı? Bu soruyu gözden geçirdiğimiz zaman, Rasûlullah’ın (s.a.s.) herhangi bir kuşkuya kapılmamasının beş sebebi ortaya çıkar. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Bu vak'anın meydana gelişinin hârici şartları bunun doğru olduğunu gösteren mahiyette idiler. Rasûlullah (s.a.s.), bu tecrübeyi karanlıkta, murakabe, uyku veya dalgınlıkta geçirmemişti, aksine şafak söküyordu ve kendisi tamamıyla uyanıktı. Hava açıktı ve her tarafta aydınlık vardı. Rasûlullah (s.a.s.), gün ışığında ve dünyanın herhangi bir şeyini görebileceği şekilde Cebrâil'i görmüştü. Nasıl ki gündüz bir insan nehir, dağ, insan, hayvan veya evi gördükten sonra herhangi bir şüpheye kapılmaz, Rasûlullah da (s.a.s.) gözlerinin iyi görmediği kanaatına varmadı.
İkincisi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) iç dünyası da başından geçen bu tecrübeyi doğrular nitelikte idi. Rasûlullah (s.a.s.), tamamıyla uyanık, akıl, zihin ve hislerinin yerinde olduğu bir sırada olanları görmüştü. Zihni boştu ve daha önceden böyle bir gözlem veya tecrübeden geçmemişti. Kafasını meşgul eden başka bir şey de yoktu. Bu hâlet-i rûhiyede Rasûlullah’ın (s.a.s.), gözlerinin gördüğü bir şeye şüphe etmesine gerek yoktu.
Üçüncüsü, Rasûlullah’ın (s.a.s.) gördüğü şahsiyet de mükemmel ve muhteşemdi. Bu şahsiyet öylesine güzel, cazibeli, temiz, yakışıklı, parlak ve göz kamaştırıcıydı ki, Rasûlullah (s.a.s.) bunu hiçbir zaman aklına bile getirmemişti. Bu, onun tahmin ettiği ve hayal ettiğinden de daha güzel ve çekici bir şahsiyetti.
2364] 53/Necm, 11-12
İSRÂ VE MÎRAC
- 599 -
Hiçbir cin veya şeytan böylesine mükemmel bir şekle giremezdi. Bu olsa olsa bir melek olacaktı. Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ben Cebrâil'i gördüm, öyle ki, sanki 600 kolu vardı."2365 Başka bir rivâyette İbn Mes'ud bu ifâdeyi daha da açıyor ve diyor ki: "Cebrâil'in kolu bütün ufuğu kaplayacak kadar büyüktü." Kur’ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah da Cebrâil (a.s.)'i "Şedid-ul Kuvâ" (Bünyesi Kuvvetli olan) ve "Zû-Mirratin" olarak tarif etmiştir.
Dördüncüsü, Rasûlullah’ın (s.a.s.) gördüğü varlığın getirdiği mesaj ve tâlimat da onun doğru olduğunu kanıtlıyordu. Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu varlık vâsıtasıyla aldığı dünya ve kâinat ile ilgili bilgi daha önceden kendisi tarafından bilinmiyordu, hatta bunun bir tasavvuru bile zihninde yoktu. Bu bakımdan kendi bilgi ve düşüncelerinin böyle bir varlık şeklinde ortaya çıktığı şüphesinin uyanması için bir sebep yoktu. Aynı şekilde bu bilginin Şeytan veya hemcinslerinden geldiği de düşünülemezdi. Zira, bir Şeytan insanlara şirk ve kötülükten meneden mesaj nasıl getirebilir? Bir şeytan, insanların Allah'a inanmasını, Âhiret'i düşünmesini, Cahiliyyet'in örf ve adetlerini terketmesini, ahlâk ve fazilete önem vermesini nasıl isteyebilir?
Beşinci ve en önemli sebep de şuydu: Cenâb-ı Allah bir insanı peygamberlik makamına getirdikten sonra kalbinden her türlü vesvese, şüphe ve kuşkuyu çıkarır ve yerini güven ve inançla doldurur. Bu durumda bir peygamber ne görüyor ve ne duyuyorsa onların şekli ve mahiyeti hakkında herhangi bir tereddüde ve kuşkuya düşmez. Bir peygamber, Allah tarafından gelen her emir ve talimatı bütün açık kalblilikle kabul eder. Bu emir ve talimat ilham ve vahiy şeklinde de olabilir ve gözle görülür bir gerçek gibi de. Bu durumlarda bir peygamber, Şeytan'ın her türlü müdahalesi ve fitnesinden mahfuz olduğundan emin olur. Kendisine gelen emir ve talimatın Rabbinden geldiğine yüzde yüz emin olur ve bu hususta herhangi bir yanılgıya imkân olmadığını bilir. Nasıl ki, bir balık kendisinin suda yüzebileceğinden, bir kuş havada uçacağından ve insan kendisinin insan olduğundan emin olur, bir peygamber de Allah vergisi hissiyle kendisinin peygamber olduğuna inanır. Bir peygamber, bir an için bile kendisini yanlış olarak peygamber sandığını düşünmez.
Bundan sonra Necm sûresinde şöyle buyrulmuştur: "Yemin olsun ki, onu bir defa daha gördü. Sidretü’l-Müntehâ yanında. Cennet'ul Me'vâ Onun (Sidre)nin yanındadır. O sidre, Allah'ın nuruyla örtülmüştür. (Hz. Peygamber'in) gözü gördüğünden ne kaygı duydu, ne de şaştı. And olsun ki, Rabbinin alametlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü." 2366
İşte burada Cebrâil'in Rasûlullah (s.a.s.) ile asıl şekliyle görüşmesine temas edilmiştir. Buluşma yerinin adı "Sidretü’l-Müntehâ" olarak gösterilmiştir. Ayrıca, bunun "Cennetu’l-Me'vâ"ya yakın olduğu kaydedilmiştir.
Sidretu’l-Müntehâ: "Sidre" Arapçada hünnapa veya lotus ağacına denir. Münteha da sıranın sonu mânâsındadır. "Sidretü’l-Müntehâ"nın sözlük anlamı böylece, "uç noktada veya sıranın sonunda bulunan hünnap veya lotus ağacı"dır. Allâme Alûsi, "Ruh'ul-Me'ani" isimli eserinde bunun açıklamasını şöyle yapmıştır:
2365] Ahmed bin Hanbel, Müsned
2366] 53/Necm, 13-18
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Burada dünyaların bütün ilmi son buluyor ve bundan sonra ne varsa onları ancak Allah biliyor." Hemen hemen aynı açıklamayı İbni Cerir kendi tefsirinde ve İbni Esir "en-Nihâye fi Garib-il Hadis vel-Eser" adlı kitabında yapmışlardır. Bizim için bu maddeler âleminin son sınırında hünnap veya lotus ağacının nasıl olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bunlar asılında Allah'ın kâinatının, bizim aklımızın eremeyeceği sırlandır. Her ne olursa olsun, bu ağacın mahiyetini açıklamak için insanların dilinde "Sidre"den daha uygun bir kelime yoktu ve bunu Cenâb-ı Allah aynen Hz. Peygamber’e (s.a.s.) tanımlamış oldu.
Cennetu’l-Me'vâ: Cennetu’l-Me'vâ'nın sözlük anlamı "oturulacak yer olan Cennet”tir. Hz. Hasan Basri'nin dediği gibi, bu Cennet Âhiret'te iman ve takvâ sahiplerinin ikâmetgâhı olacaktır. Hasan Basri yukarıdaki âyetleri tefsir ederken sözkonusu Cennet'in göklerde olduğunu ifâde etmiştir. Katâde'ye göre ise Cennet, şehitlerin ruhlarının yerleşeceği yerdir ve Âhirette herkesin gideceği Cennet değildir, İbni Abbas (r.a.) da aynı ifâdede bulunuyor ve diyor ki, Âhirette iman sahiplerine verilecek Cennet göklerde değil, yerdedir.
Sidre'de Allah'ın Tecellisi (Rasûlullah Gerçekten Allah'ı Gördü mü?)
"O sidre, Allah'ın nûruyla örtülmüştür" deyimi gösteriyor ki, bu nur veya tecellinin şanı ve keyfiyeti anlatılmayacak kadar muhteşemdir. Bu öyle bir nur ve tecellidir ki, ne insan bunu tasavvur edebilir ne de insan dili bunu ifâde edebilir.
Yukarıdaki âyetlerde ayrıca Cenâb-ı Allah'ın bu nur ve tecellisini gördükten sonra Rasûlullah'ın, ne gözlerinin kamaştığı ne de aşırı heyecan gösterdiği anlatılmıştır. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi nefsine ve hislerine hâkimiyeti o kadar mükemmeldi ki, dikkatini ve teveccühünü uğruna çağrılmış olduğu asıl amaç ve hedeften bir an bile ayırmadı. Rasûlullah (s.a.s.) hâşâ acemi bir seyirci gibi etrafında var olan sayısız nesne ve ilgi çeken şeylere bakmakla meşgul olmadı. Rasûlullah (s.a.s.) olgun ve tecrübeli bir kişi gibi davrandı ve asıl maksadını bir an bile gözünden uzaklaştırmadı. Yüce Allah'ın yeri büyük bir imparator veya padişahın muhteşem divânı ile bile mukayese edilemeyecek kadar ihtişam dolu idi ve Rasûlullah burada soylu ve akıllı bir misafir gibi hareket etti.
Son âyette Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Rabbinin belli başlı âyet veya işaretlerini gördüğü kaydedilmiştir. Bu âyetten Rasûlullah’ın (s.a.s.) Yüce Allah'ı değil, onun âyet veya işaretlerini gördüğü anlaşılıyor. Burada anlatılanlara dikkat edildiği takdirde Rasûlullah’ın (s.a.s.) bu ikinci buluşma ve mülakatının, ilk defaki buluşmasında gördüğü aynı varlıkla olduğunu anlarız. Bu demektir ki, bu bölümün başında belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (s.a.s.) ilk defa ufukta gördüğü ve kendisine iki yaylık mesafeye kadar yaklaşmış olan varlık Allah değildi. Aynı şekilde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sidretü’l-Müntehâ'da gördüğü varlık da Allah değildi. Bu her iki yerde Rasûlullah (s.a.s.) Allah'ı gerçekten görmüş olsaydı, burada mutlaka açıklanmış olurdu. Zira, olayın ehemmiyeti ve azameti bunu gerektirirdi. Kur’ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın hikâyesi anlatılırken, kendisinin Allah'ı görmek istediği ve kendisine şu cevap verildiği kaydedilmiştir: "Beni katiyyen göremezsin."2367 Görüldüğü gibi bu şeref Hz. Mûsâ'ya verilmemişti. Durum böyle iken, Hz. Peygamber (a.s.) gerçekten böyle bir şerefe nail olsaydı, bunun için açık ve kuvvetli ifâde
2367] 7/A'râf, 143
İSRÂ VE MÎRAC
- 601 -
kullanılırdı. Ne var ki, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı gördüğü Kur’ân-ı Kerim'de hiçbir yerde anlatılmamıştır. Hatta, İsrâ sûresinde de Mi'rac'tan bahsedilirken Rasûlullah’a (s.a.s.) sadece bazı âyetler gösterildiği kaydedilmiştir. Yukarıdaki âyette de benzeri bir ifâde kullanılarak "Rabbinin alâmetlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü" denilmiştir.
Bu sebeple, zâhiren Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı görüp görmediği konusunun tartışılmasına hiç imkân kalmıyor. Aynı şekilde Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah'ı mı, yoksa Cebrâil (s.a.s.)'i mi gördüğünün tartışması için de herhangi bir imkân kalmıyor. Fakat bu hususta tartışmaya yol açan bazı hadislerdeki ifâdelerdir. Biz bu hadisleri buraya sıra ile aktarıyoruz:
Hz. Âişe (r.a.)'nin Rivâyetleri: Buhârî, Kitab'üt-Tefsir'de Hz. Mesruk'un, Hz. Âişe'ye şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Anneciğim, Hz. Peygamber (a.s.), Rabbini görmüş müydü?" Hz. Âişe dedi ki: "Senin bu sorun benim tüylerimi diken diken etti. Sen bunu nasıl unutabilirsin ki, şu üç şeyi iddia eden herkes yalan iddiada bulunmuş olur? (Hz. Âişe sözkonusu üç şeyin ilkini ifâde etti): "Muhammed’in (s.a.s.) Rabbini gördüğünü kim iddia ediyorsa yalan söylüyordur". Bundan sonra Hz. Âişe (r.a.) şu âyetleri okudu: "Gözler O'nu göremez" ve "hiçbir insan Allah ile kelâm edecek mevkiye sahip değildir. Ama vahiy veya perde arkasından veya Allah'ın izniyle vahiy getiren bir melek vâsıtasıyla olanlar hâriç."
Bu hadisin bir kısmı Buhârî, Kitabü’t-Tevhid, Bölüm 4'de de yer almıştır. Buhârî'nin, Kitabu Bed'ul-Halk'da naklettiği Mesruk'un rivâyetinde deniliyor ki, "Ben (Mesrûk) Hz. Âişe'nin bu sözlerini dinledikten sonra "peki, o zaman Allah'ın şu buyruğunun anlamı nedir?" diye sordum. "Sümme denâ fetedellâ fekâne kabe kavseyni ev ednâ". Hz. Âişe dedi ki: "Bundan Cebrâil kastedilmiştir. O her zaman Rasûlullah’a (s.a.s.) insan şeklinde gelirdi. Ama bir defasında asıl şekliyle göründü ve zaman bütün ufku kapladı."
Müslim'in, Kitab'ul-İmân, "Zikr-i Sidret-ul-Münteha" bölümünde Hz. Âişe ile Mesruk'un bu konuşması daha etraflıca yer almıştır ve bunun en önemli bölümü şudur: Hz. Âişe (r.a.) dedi ki: "Muhammed’in (s.a.s.) Rabbini gördüğünü iddia eden kişi Allahu Teâlâ'ya büyük bir iftira yapar."
Mesrûk diyor ki: "Ben yere çömelmiştim. Bu sözü dinledikten sonra doğruldum ve şöyle dedim: "Ümmül-Mü'minin, bu hususta acele etmeyin. Allahu Teâlâ, bunları söylememiş midir?" "ve legad re'âhu bi’l-ufuk-ı’l mübîn; ve lekad re'âhu nezleten uhrâ". Hz. Âişe dedi ki: Bu meseleyi ümmetten ilk önce ben Rasûlullah’a (s.a.s.) sormuştum. Rasûlullah demişti ki: "O Cebrâil idi. Ben O'nu Allah'ın O'nu yarattığı şekli ile bu iki defadan başka görmedim. Bu iki defasında onun gökten indiğini ve büyük varlığının gökle yer arasındaki bütün boşluğu doldurduğunu gördüm."
İbni Merdûye'nin naklettiği Mesruk'un rivâyetinin kelimeleri şunlardır. Hz. Âişe buyurdu: "Rasûlullah’a (s.a.s.) Rabbini görüp görmediğini soran ilk kişi bendim. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki, "hayır, ben sadece Cebrâil'in gökten indiğini gördüm."
Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un Rivâyeti
Buhârî, "Kitab'ut-Tefsir", Müslim, "Kitab-ul İman" ve Tirmizî, "Tefsir"
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bölümlerinde Zirr bin Hubeyş'in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Mes'ud, "fekâne gâbe gavseyni ev ednâ"nın tefsirini şöyle kaydetmiştir: Rasûlullah (s.a.s.) Cebrâil (a.s.)'in 600 kanadı olduğunu gördü. Müslim'in ikinci rivâyetinde "mâ kezebe’l-fuâdu mâ-re'â" ve "legad reâ min âyât-i Rabbihi-l kübrâ"nın tefsirini, yine Zirr bin Hubeyş, Hz. Abdullah bin Mes'ûd bunlarda şu ifâdeyi kullanıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurmuştur ki, “Ben Cebrâil'i Sidretü’l-Müntehâ'da gördüm, onun 600 kanadı vardı.” Aynı ifâdeleri taşıyan başka rivâyet Müsned-i Ahmed'de Şakik bin Seleme tarafından naklolunmuştur. Bunda kendisi Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un şöyle dediğini kaydetmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) diyordu ki: "Ben Cebrâil'i asıl şekliyle Sidretü’l-Müntehâ'da görmüştüm."
Hz. Ebû Hureyre'nin Rivâyeti: 'Atâ bin Ebi Rebah, Hz. Ebû Hureyre'ye "legad re'âhu nezleten uhrâ"nın mânâsını sordu. Hz. Ebû Hüreyre dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.) Cebrâil'i görmüştü." 2368
Hz. Ebû Zer'in Rivâyetleri: Hz. Ebû Zer Gifârî'nin iki rivâyeti, Abdullah bin Şakik vâsıtasıyla İmam Müslim'in hadis kitabında yer almışlardır. Bunlardan birinde Hz. Ebû Zer'in, Rasûlullah’a (s.a.s.) şunu sorduğu kaydedilmiştir: "Siz Rabbinizi görmüş müydünüz?" Rasûlullah (s.a.s.) da şu cevabı vermişti: "nurun enna erâhu". ikinci rivâyette de Hz. Ebû Zer'in sorusu üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "Ra'aytu mirana". Rasûlullah’ın (s.a.s.) ilk sözlerinin anlamını İbn ul-Kayyım, "Zâd-ul Me'âd"da şöyle açıklamıştır: "Benim ve Rabbimin niyeti arasında nur vardı." İkinci deyiminin mânâsı da şudur: "Ben Rabbimi değil, sadece nurunu gördüm."
Nesâî ile İbni Ebi Hâtim, Hz. Ebû Zer'in sözlerini şöyle nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a.s.) Rabbini gönlüyle görmüştü, gözleriyle değil."
Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin Rivâyeti: Müslim, 'Kitab ul-İman"da Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin şu rivâyeti yer almıştır: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'ya hiçbir mahlûkun bakışı varamamıştır."
Hz. Abdullah bin Abbas'ın Rivâyeti: Müslim'in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Abbas, sözkonusu âyetlerin tefsirini beyan ederken şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a.s.), Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." Bu rivâyet Müsned-i Ahmed'de de yer almıştır.
İbni Merdûye, 'Atâ bin Ebi Rebah'a dayanarak Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerine yer vermiştir: "Rasûlullah (s.a.s.), Allahu Teâlâ'yı gözleriyle değil kalbiyle görmüştü." Nesâî'de, İkrime, İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmiştir. Allah'ın Hz. İbrâhim’e (a.s.) "halil" ünvanını vermesine, Hz. Mûsâ (a.s.) ile konuşmasına ve Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) kabul buyurmasına mı hayret ediyorsunuz? (Hâkim bu rivâyeti nakletmiş ve bunun doğru olduğunu söylemiştir).
Tirmizî'de yar alan Şa'bi'nin rivâyetine göre İbni Abbas bir toplantıda şöyle dedi: "Allahu Teâlâ kendi ru'yetini ve kelâmını Rasûlullah (s.a.s.) ile Hz. Mûsâ arasında dağıtmıştır. Allah, Hz. Mûsâ ile iki defa konuştu ve Muhammed (s.a.s.)'a iki defa göründü." Hz. İbni Abbas'ın işte bu rivâyetini dinledikten sonra Hz. Mesrûk, Hz. Âişe'ye gitti ve kendisine şu soruyu yöneltti: "Muhammed (s.a.s.) Rabbini görmüş müydü?" Âişe (r.a.) dedi ki: "Sen öyle bir şey söyledin ki, tüylerim diken
2368] Müslim, Kitabul-İman
İSRÂ VE MÎRAC
- 603 -
diken oldu." Bundan sonra Hz. Âişe ve Mesrûk arasında geçen konuşmayı daha önce naklettik.
Yine Tirmizî'de, Hz. İbni Abbas'ın naklettiği diğer rivâyetlerden birinde şöyle denilmiştir: Rasûlullah (s.a.s.), Allahu Teâlâ'yı görmüştü. Başka bir rivâyette ise, Rasûlullah’ın (s.a.s.), Allah'ı iki defa gördüğü kaydedilmiştir. Üçüncü rivâyette ise Rasûlullah’ın (s.a.s.) Rabbini kalbiyle gördüğü açıklanmıştır.
Müsned-i Ahmed'de yer alan Hz. İbni Abbas'ın bir başka rivâyeti şöyledir: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki, ben Rabbi Tebâreke ve Teâlâ'yı gördüm." İkinci rivâyette şöyle denilmiştir. Rasûlullah buyurdu "bu gece Rabbim en güzel şekliyle bana geldi." Bu demektir ki, Rasûlullah (s.a.s.), rüyasında Cenâb-ı Allah'ı görmüştür. Taberânî ve İbni Merdûye, İbni Abbas'ın şu rivâyetini nakletmişlerdir: "Rasûlullah Rabbini iki defa gördü. Birincisinde gözleriyle, ikincisinde de kalbiyle."
Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'nin Rivâyeti: Muhammed bin Ka'b el-Kurazi'nin rivâyetine göre Rasûlullah’a (s.a.s.) bazı sahabeler sordular: "Siz Rabbinizi gördünüz mü?" Rasûlullah (s.a.s.) cevap verdi: "Ben onu iki defa kalbimle gördüm." (İbni Ebi Hatim). Bu rivâyeti İbni Cerir kendi ifâdesiyle verirken Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini kaydetmiştir: "Ben O'nu gözlerimle değil, kalbimle iki defa gördüm."
Hz. Enes'in Rivâyeti: İmam Buhârî, "Kitab-üt-Tevhid"de Mi'rac vak'asını anlatırken Şerik bin Abdullah vâsıtasıyla Hz. Enes bin Mâlik'in bir rivâyetini şöyle nakletmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) Sidret ul-Müntehâya varınca Rabbil İzzet’e yaklaştı ve öylece kaldı. Öyle ki, iki yaylık, hatta daha az bir mesafe idi. Daha sonra Allah'ın Rasûlullah’a (s.a.s.) vahyettiği emirler arasında 50 vakit namaz kılmak da vardı."
Ne var ki, bu rivâyetin senedine ve metnine yapılan itirazların yanı sıra en büyük itiraz da bunun Kur’ân-ı Kerim'in ifâdelerine tamamen aykırı olmasıdır. Zira, Kur’ân-ı Kerim'de iki ayrı ru'yetten bahsedilmiştir. Bunların ilki ufukta cereyan etti ve iki yaylık mesafe sözkonusu oldu; ikincisi ise Sidret-ul Münteha yakınlarında vukû buldu. Fakat bu rivâyet bu her iki ru'yeti karıştırıp bir ru'yet haline getirmiştir. Onun için, bu rivâyet sırf Kur’ân-ı Kerim'e aykırı olması sebebiyle derhal reddedilecek niteliktedir. (Bu hususta İmam Hattabi, Hâfız İbni Hacer, İbni Hazm ve Hafız Abdülhak'ın itirazları dikkate değerdir.)
Yukarıda naklettiğimiz diğer rivâyetlere gelince, bunların en kuvvetlisi, Hz. Abdullah bin Mes'ud ile Hz. Âişe (r.a.)'ninkidirler. Zira, bu her iki değerli sahabe de bizzat Rasûlullah’ın (s.a.s.) ifâdesiyle her iki defa da Allah'ı değil, Cebrâil'i gördüğünü açıklamışlardır. Bu rivâyetler, Kur’ân-ı Kerim'in ifâdesine de uygundur. Ayrıca, bu rivâyetler, Hz. Ebû Zer Gifârî ile Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin rivâyetleriyle de doğrulanmış oluyor. Buna karşılık, Hz. İbni Abbas'a ait olduğu bildirilen ve hadis kitaplarında yer alan rivâyetlerde tutarsızlık ve çelişki vardır. Zira, bazı yerlerde Rasûlullah’ın (s.a.s.) her iki defa Allah'ı kendi gözleriyle gördüğü kaydediliyor. Ama bazı diğer yerlerde ikisinin de bir kalp tecrübesi olduğu açıklanmıştır. Yine bazı rivâyetlerde ru'yetin birinde kalben birinde de gözlerle olmadığı beyan olunmuştur. Ayrıca, bu rivâyetlerden hiçbirisinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) ifâdesine yer verilmemiştir. Bu rivâyetlerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.)
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözleri geçtiği zaman da Kur’ân-ı Kerim'in yukarıdaki iki ru'yetine temas edilmemiştir. Buna ilâveten, bir rivâyetten anlaşılıyor ki, ru'yetlerin ikisi de uyanıklık halinde değildi. Bu sebeple yukarıdaki iki âyetin tefsiri yapılırken Hz. İbni Abbas'ın rivâyetlerine güvenilmemelidir. Aynı şekilde, Muhammed bin Ka'b el-Kurazi'nin rivâyetlerinde de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ifâdeleri yer almakla beraber bunlarda bu ifâdeleri duyan sahabelerin isimleri açıklanmamıştır. Buna ilâveten bu rivâyetlerden birinde Rasûlullah’ın (s.a.s.) gözle hiçbir ru'yette bulunmadığı da kaydedilmiştir.2369
Tâbiinden Abdullah b. Şakik diyor ki: Râvî Ebû Zerr’e (r.a.) dedim ki:
“Peygamber efendimizi görmüş olsaydım, herhalde O’ndan bir şey sorardım.” Ebû Zerr:
“Ne sorardın?” deyince:
“Rabbini gördün mü?” diye sorardım.” dedim. Bunun üzerine Ebû Zerr şu cevabı verdi:
“Bu hususu ben Rasûlullah’dan (s.a.s.) sordum. Buyurdu ki:
“Şüphesiz Rabbimi bir nur olarak gördüm; artık O’nu nasıl görebilirim?” 2370
Evet O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona ibâdet etmekle seçkin olan, bilinen özel kulunu, yani Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.) geceleyin, yani bir gecenin az bir kısmında Mescîd-i Haram'dan, -Mescid-i haram, Kâbeyi kuşatan ve Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübârek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Mûsâ’dan (a.s.) İsa’ya (a.s.) kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibâdetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.
Mescid-i Aksâ: Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a bindim Beytü'l-Makdis'e vardım." 2371 diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur.
Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den naklederek şöyle bir hadis rivâyet eder: "Allah, Ariş ile Fırat arasını mübârek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistin’i mukaddes kılmıştır." 2372
Görülüyor ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahsa geçme sanatı meydana gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti şöyle açıklanmıştır: Gece yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için. "Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür."2373 Buhârî
2369] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Terc. Ahmet Asrar, Pınar Y., s. 861-880
2370] Müslim, İman 291, 292; İbn Mâce, Zühd 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/84; 4/5
2371] Buhârî, Bed’ul-Halk 6; Müslim, İman 259, 264; Nesâî, Salât 10; Tirmizî, Tefsiru Sûre 17/2, 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/148, 4/208, 5/387, 392, 394
2372] Müslim, İman 282; Münâvî, et-Teysîr 1/248
2373] 53/Necm, 18
İSRÂ VE MÎRAC
- 605 -
ve diğer hadis kitaplarında sahih rivâyetlerle rivâyet edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.) Burak ile Beytü'l Makdis'e vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût âleminden birçok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihâyet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü (Bundan önce farz olarak yatsi ve sabah namazlarını kılıyorlardı -Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır-). Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû Bekir'e koştular. Ebû Bekir;
"Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur" dedi. Onlar:
"Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?" dediler. O da:
"Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu.
"Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada isabet etti." dediler. Sonra:
Haydi bakalım, bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.s.)
"Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu.
"Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki:
"İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler". Bunun üzerine:
"Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi:
"Güneş doğdu!" diye haykırdı. Diğer birisi de:
"İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi" dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir büyüdür."2374 dediler. (Miracın etraflıca açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir). 2375
Bazıları göğe yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini
2374] 27/Neml, 13; 61/Saff, 6
2375] Buhârî, Salât 1; Hacc 76; Enbiyâ 5; Tevhid 37; Menâkıb 24; Müslim, İman 259, 263; Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/148/149, 5/143; Tirmizî, Tefsiru Sûre 19/3
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söylemişler ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur.
Ebû Sa'îd-i Hudrî'den rivâyet olunduğu üzere Rasûlullah buyurmuştur ki: "Beytü'l-Makdis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona "Koruyucu melekler kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk." 2376 buyrulmuştu.”
Ve Ebû Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir rivâyetinde şu detaylı açıklama vardır:
"Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir- Baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrâil kapının açılmasını istedi.
"O kimdir?" denildi.
"Cibril" dedi.
"Yanındaki kim?" denildi.
"Muhammed" dedi.
"Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O,
"evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selâmladılar. Bir de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var."
Burada Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu:
"Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir" 2377 ve buyurdu ki:
“Derken bir adam ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor:
"Mü’min ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını (kötülerin defterin) de kılın" diyor.
"Ey Cibril! bu kim?" dedim.
"Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selâm verdi, gönlümü aldı, hayır ile duâ etti
"Hoş geldin sâlih peygamber ve sâlih evlad" dedi. Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara birtakım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O:
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim.
2376] 15/Hıcr, 17
2377] 74/Müddessir, 31
İSRÂ VE MÎRAC
- 607 -
"Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar.
"Bunlar kim? Ey Cebrâil!" dedim. O:
"Bunlar zinakârlar" dedi. "Allah'ın helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla çiğniyorlar.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim... Dedi ki:
"Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. "onların misali kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış.
"Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O:
"Bunlar zina eden ve çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi.
Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile buluştum. Ümmetinden kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay gibiydi. Bana selâm verdi, hoş geldin dedi.
Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları birbirine benziyordu. Bana selâm verdiler. Hoş geldin dediler. Bazı rivâyetlerde İsa ve Yahya ikinci, Yusuf üçüncü gökte gösterilmiştir. 2378
Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selâm verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim Yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere yükselttik." 2379 buyurmuştur.
Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan Hârun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selâmladı, hoşgeldin dedi.
Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Mûsâ b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Mûsâ dedi ki: "İnsanlar beni "Allah katında en şerefli olan yaratık" diye iddia ederler. Bu ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir."
Sonra yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrâhim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a dayamıştı. Beni selâmladı "Sâlih Peygamber ve Sâlih evlad hoş geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki:
"İşte senin yerin ve ümmetinin yeri."
Sonra Rasûlullah "Gerçekten İbrâhim'e insanların en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah mü’minlerin yardımcısıdır." 2380 âyetini tilâvet etti ve buyurdu ki:
2378] -Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır-
2379] 19/Meryem, 57
2380] 3/Âl-i İmran, 68
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim, içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu.
"Ey Cibril! Bu nedir?" dedim. O:
"Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış istikametini tuttum ve nihâyet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra Yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Mûsâ'ya uğradım.
"Rabbin ne emretti?" dedi.
"Üzerime elli namaz farz kıldı" dedim. O:
"Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Mûsâ'ya döndüm. Bu şekilde Mûsâ'ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Mûsâ, yine:
"Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben:
"Çok müracaat ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah yazılır." 2381
Kütüb-i sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin birçok rivâyetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre,2382 Rasûlullah'ın İsrâ gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi’râc; üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (mânevî bir binek).
Öyle olmakla beraber Mescid-i Aksâ’ya İsrâ’dan sonrasının, ruh ile yapıldığını söyleyenler vardır. Bazıları bununla ilgili olarak demişlerdir ki: “Ruhun iki cesedi vardır. Biri, gayb âleminden gizli bir cesettir ki, onda unsurların bir etkisi yoktur. Biri de görülen âlemde yoğun bir cesettir ki, unsurlardan meydana getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) göğe çıkarken cesedi, madde elementlerinden hepsini kendi küresinde bıraktı ve ancak latif cesedi ile kaldı ve Yüce Allah’ın dilediği yere kadar onunla çıktı. Sonra da o bıraktığı cesede geri döndü.”
Bu ifâde, Mirac meselesinde ruhani tabirinin sadece düşünce ile olan bir yükselme demek olmadığını anlamakla beraber, Mirac’ı, sofilerin, ruhun tamamen cesedden soyulması diye ifâde ettikleri olay mahiyetinde gösteriyor demektir. Hâlbuki ruhun bedenden tamamen sıyrılması ümmetin fertlerinden nice adamlarda bile defalarca olduğu nakledile gelmiştir. Ve elbette Hz. Peygamber’in
2381] İbn Cerir et-Taberî, Câmiu’l-Beyan 15/4, 10-12
2382] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 15/10
İSRÂ VE MÎRAC
- 609 -
miracının ruhun bedenden sıyrılmasından çok yüksek İlâhî bir mûcize olduğunda şüphe edilmemesi gerekir.
İbn Atiyye gibi bazı müfessirler yüce âyetin mânâsını şöyle açıklamıştır: Onu, yani Muhammed’i (s.a.s.) âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil, Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü." 2383 anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur. 2384
Kur’ân-ı Kerim’de İsrâ ve Mirac
İsrâ kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Bu kelimenin mâzî sîgasıyla, ilk âyetinde “esrâ” şeklinde geçtiği 17. sûrenin adı İsrâ sûresidir. İsrâ kelimesinin kökü olan (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma anlamındaki) “sery” kökünden türeyen kelimeler, Kur’ân-ı Kerim’de 7 yerde geçer: 11/Hûd, 81; 15/Hıcr, 65; 17/İsrâ, 1; 20/Tâhâ, 77; 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23; 89/Fecr, 4.
Mi’râc kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte, çoğul şekli olan “meâric” yükselme dereceleri mânâsında Allah’a nisbet edilerek kullanılır. Aynı zamanda bu kelimenin geçtiği sûrenin adı olmuştur.2385 Ayrıca meâric kelimesi merdiven anlamında bir âyette daha geçer.2386 Mi’râc kelimesinin kökü olan urûc kökünden türemiş fiiller Kur’an’da toplam 8 yerde kullanılır: 15/Hıcr, 14; 24/Nûr, 61; 32/Secde, 5; 34/Sebe’, 2; 43/Zuhruf, 33; 48/Fetih, 17; 57/Hadîd, 4; 70/Meâric, 3, 4.
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” 2387
“Hani sana, ‘Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o temâşâyı (rü’yâyı) ve Kur’an’da lânetlenen ağacı, insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da bu, onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.”2388 Müfessirlerin ekseriyetine göre, bu âyette geçen “rü’yâ” kelimesi, Hz. Peygamber’in miraç gecesindeki müşâhedeleridir.
“Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, hevâsına/kötü arzularına göre de konuşmaz. O (nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu, kuvvetlinin kuvvetlisi (Cebrâil) öğretti ki o, aklında ve davranışında kâmil bir melektir. Hemen kendi aslî sûretine girip doğruldu. İşte o zaman, kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra ona yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah, vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız? Andolsun onu, Sidretü’l-Müntehânın yanında önceden bir defa daha görmüştü. Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. (Muhammed’in) gözü kaymadı
2383] Necm: 53/18
2384] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 5/283
2385] 70/Meâric, 3
2386] 43/Zuhruf, 33
2387] 17/İsrâ, 1
2388] 17/İsrâ, 60
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kamaşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” 2389
Necm sûresinin bu âyetlerinde (müfessirlerin çoğuna göre) Hz. Peygamber’in en büyük mûcizelerinden biri olan miraç hâdisesi anlatılmıştır. Sûre, yıldıza yeminle başlamıştır. Bu, “necm/yıldız” kelimesi, yıldız cinsi, Süreyyâ yıldızı, Kur’an âyetleri ve Hz. Peygamber şeklinde açıklanmıştır. Yıldızın batması ve doğması kıyâmet günüyle tefsir edilmiştir. Miracı gerçekleştiren Hz. Peygamber, doğru yoldan sapmamış ve bâtıla inanmamıştır. Ona inen Kur’an ve kendi hadisleri vahye dayanmıştır. Vahyi getiren, Cebrâil’dir (a.s.). İşte bu melek mirac gecesinde kendi sûretinde Hz. Peygamber’e görünmüştür. Aralarındaki mesâfenin âyette de belirtildiği gibi çok yakın olduğu bir zamanda Cebrâil vahyedilenleri Peygamberimiz’e bildirdi. Hz. Peygamber’in Cebrâil ile görüşmesi Sidretü’l-Müntehâ’da olmuştu. Bazıları burada Peygamberimizin gördüğünün Cenâb-ı Hak olduğu husûsunu da rivâyet etmişlerdi. Sidretü’l-Müntehâ, son ağaç, yani yaratıklar âleminin son noktası demektir. Bundan ötesi Allah’ın gayb âlemidir. Cennetü’l-Me’vâ da, melekler, şehitler ve muttakîlerin ruhlarının barındığı yerdir. Sidre’dekileri tarif ve tavsif mümkün değildir. Sidre’yi kaplayanın melekler veya Allah’ın nûru olduğu rivâyetlerine yer verilmiştir.
Mirac gecesinde Hz. Peygamber’in gözünün, maksadının dışına bakmadığı, ondan ağmayıp kaymadığı belirtilirken, gördüğü varlığın Cenâb-ı Hak olması konusunda ihtilâf edilmiştir.
Hadis-i Şeriflerde İsrâ ve Mîrac
Hadis kaynaklarında isrâ ve özellikle mi’râcla ilgili birçok rivâyet mevcuttur. Mi’râcla ilgili başta Buhârî ve Müslim olmak üzere hemen bütün hadis kitaplarında geniş bilgiler bulunur. Mi’râcla ilgili hadis rivâyetlerinde bazı farklılıkların bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Meselâ sahih rivâyetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Haram’dan semâya yükseliş anlatılır.2390 Ancak isrâ ve mi’râcın aynı gecede gerçekleştiği kabul edilip rivâyetlerin bütünü gözönüne alındığında Rasûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksâ’ya uğradığı ve burada içlerinde İbrâhim, Mûsâ ve İsa’nın (a.s.) da bulunduğu peygamberler topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır.2391 Diğer bazı haberlere göre de Rasûlullah olayı Mekke’de haber verdiği zaman Kureyş kabilesi kendisini yalanlayıp Mescid-i Aksâ hakkında sorular sorunca Allah ona mescidi göstermiş ve böylece sorulara cevap vermiştir.2392 Mi’râcla igili haberlerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında2393 zayıf rivâyetlerin bulunduğu bildirilmektedir. 2394
Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Kureyş beni tekzib ettiği vakit, Hıcr'da doğruldum. Allah Teâlâ Beytu'l-Makdis'i bana tecelli ettirdi. Ben onlara onun alâmetlerini birer birer haber vermeye başladım. Ben Beytu'l-Makdis'e bakıyor hem de haber veriyordum." 2395
2389] 53/Necm, 1-18
2390] Buhârî, Salât 1, Tevhid 37, Enbiyâ 5, Bed’ü’l-Halk 7
2391] Müslim, İman 259
2392] Ahmed bin Hanbel, Müsned I, 309; Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâ 41
2393] meselâ Bk. Beyhakî Delâilu’n-Nübüvve, II, 362, 398
2394] İbn Kesî, Tefsîru’l Kur’an, III, 22
2395] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar 41, Tefsir, İsrâ 3; Müslim, İman 276, h. no: 170; Tirmizî, Tefsir Benî İsrâil, h. no: 3132; İ. Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/407
İSRÂ VE MÎRAC
- 611 -
İsrâ ve Miracın Hükmü
Rasûl-i Ekrem’in bu miracı, müslümanların çoğunluğuna göre uyanık bir halde ruh ve cesetle beraber vaki olmuştur. O Yüce Peygamber’in bir gece içinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş olduğu bu âyet-i celile ile sâbittir. Binaenaleyh inkâr eden kâfir olur. Mescid-i Aksâ’dan göklere, Sidretü’l-Münteha’ya götürülmüş, orada Allah’ın tecellilerine kavuşmuş olduğu da meşhur hadisler ile sâbittir. Binaenaleyh inkâr edenler de bid’at işlemiş ve sapıtmış olurlar. O yüce peygamberin bu gecede Arş ve Kürsüyü, Cennet ile Cehennemi seyretmiş olduğu da ahâd hadis ile sâbittir. Bunu inkâr edenler de hata etmiş sayılırlar.
Miracın vukuu icmâ ile sâbittir. Ruh ve cesetle beraber olduğu da müslümanların çoğunluğunca kabul edilmiştir. Yüce yaratıcının kudret ve büyüklüğünü düşünen, bu içinde yaşadığımız dünyada bile nice kudret hârikalarının gözler önünde tecelli edip durduğunu gören aydın kimseler için Miraç hârikasını inkâr etmek, imkânsız görmek asla mümkün değildir.
Evet… Gök cisimlerinin varlığını, süratli hareketlerini görüp biliyoruz. Özellikle güneşin ne kadar süratle hareket ettiği ve ondan yayılan ışıkların birkaç dakika içinde yeryüzünü kapladığı görülüp durmaktadır. İnsanların bile birtakım maddî vâsıtalar ile ne kadar yükseklere az bir zaman içinde uçup gittikleri görülmektedir. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın bu kâinata verdiği özellikler sayesinde meydana gelmektedir. Artık bu kadar muazzam kâinatı var eden bir yüce yaratıcı dilediği bir muhterem kulunu derhal dilediği makamlara yükseltemez mi? Bunun aksini iddia, Allah’ın kudretini inkârdan başka bir şey değildir.
İsrâ ve Mirac Kaç Defa Olmuştur?
Rasûlullah (s.a.s.) Mekke’den Kudüs’e geceleyin gitmiştir. Rivâyetlerin ifâdeleri farklı da olsa, bir kısmı fazla, bir kısmı bir kısmı eksik de olsa bu gidiş bir kerre olmuştur. Bu durum normaldir. Çünkü peygamberlerden başka herkes hata edebilir. İnsanlardan bir kısmı rivâyetlerin birbirinden farklı olduğunu görünce; müteaddid isrâların vuku bulduğunu zannetmişlerdir ki, bu çok uzak ve garib bir zandır. Hiçbir talebi karşılamayacağı gibi, gidilmesi mümkün olmayan bir te’vile gitmekten öteye geçemez. Müteahhirin’den bazıları da Hz. Peygamber’in bir kez Mekke’den yalnızca Kudüs’e, bir kez de Mekke’den yalnızca gök yüzüne, üçüncü kerre de Kudüs’ten gökyüzüne seyahat ettiğini belirtmişlerdir. Bu yolu tutmakla birtakım müşküllerden kurtulduklarını sanmaktadırlar. Bu da gerçekten uzaktır. Selef’ten hiçbir kimseden böyle bir şey nakledilmemiştir. Eğer bu miraclar birçok kerre olsaydı, Hz. Peygamber bu ayrı miracları ümmetine anlatırdı ve insanlardan pek çokları da bunu müteaddit kerreler bize naklederlerdi. 2396
Bazı hadislere ve rivâyetlere göre İsrâ olayı, bi’setten sonra ve hicretten önce bir defa olarak gerçekleşmiştir. Bazı rivâyetlere göre; İsrâ olayı iki defa vuku bulmuş, biri uyanıkken diğeri uykuda bi’setten sonra ve hicretten önce olmuştur. Bazı rivâyetlere göre de; üç defa vuku bulmuş, biri bi’setten önce, ikisi bi’setten sonra ve hicretten önce, biri uykudayken diğeri uyanıkken ve cismiyle birlikte gerçekleşmiştir. 2397
2396] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları, 9/4650
2397] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Yayınları, 2/327
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâ olayının bir defa da bi’setten önce vuku bulduğunu söyleyen habere gelince; Kasas ve Şura Sûrelerindeki âyetler bunu çürütmektedir. Ve peygamber’in (s.a.s.) kendisine vahiy gelmeden önce kendisine nübüvvet verileceğini bilmediğini belirtmektedir. “Kitabın sana bırakılacağını umut etmezdin. Bu, senin Rabbinden bir rahmettir. Öyleyse kâfirlere sakın arka çıkma.”2398; “Böylece sana da biz kendi emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola iletiyorsun.” 2399
İsrâ olayının bi’setten sonra biri uyanık haldeyken, biri de uykudayken olmak üzere iki defa gerçekleştiğini belirten haberi de müfessirlerin çoğu reddetmektedir. 2400
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.) “Mirac” denilen bu mübârek seyahati, en kuvvetli rivâyetlere göre peygamberliğin 13. senesinde hicretten 6 ay önce Receb-i şerifin 27. gecesinde meydana gelmiştir. Bu gecede yüce Peygamberimiz, zaman ve mekânda münezzeh olan Yüce Allah’ın tecellilerine, İlâhî hitaplarına kavuşmuş, bir nice kutsi âyetleri, alâmetleri görmeye muvaffak olmuştur.
Beytü'l-Ma'mûr: Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev. Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir. Diğer bir adı da "Durâh"dır. Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir: "Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" 2401
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu âyet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur’ân-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir. Buradaki yeminden maksat, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir.
Müfessirler bu âyet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semâda, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir. Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler. Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır. 2402
Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler. 2403 Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur. Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir. "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir." 2404
2398] 28/Kasas, 86
2399] 42/Şûrâ, 52
2400] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 2/328
2401] 52/Tûr, 1-7
2402] Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr. M. Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123
2403] Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İ.H. Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467
2404] M. Hamdi Yazır, VI, 4551
İSRÂ VE MÎRAC
- 613 -
Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir: "Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi. Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor."2405 Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "mü’minin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar. 2406
Beytu'l-Ma'mur bir hadiste şöyle açıklanır: "Semâda bir mesciddir, Kâbe'nin tam hizasındadır, öyle ki, şâyet düşecek olsa Kâbe'nin üstüne düşerdi. Ona her gün yetmiş bin melek girer. Ondan bir çıktı mı bir daha dönmez." Bir başka rivâyette, "Onun semâdaki hürmeti, Kâbe'nin arzdaki hürmeti gibidir" denir. Kaçıncı semâda olduğu ihtilaflıdır. Çoğunlukla rivâyetler yedinci semâda olduğunu söylemiştir. 2407
Burak: Burak, İsrâ hâdisesinde Cebrâil (a.s.) tarafından getirilen ve Hz. Peygamber'in bu mûcize sırasında bindiği hayvanın adıdır. Hz. Peygamber'in en büyük mûcizesi, hiç şüphesiz Kur'an'ı Kerîm'dir. Fakat Hz. Peygamber, Kur'an dışında, diğer peygamberler gibi bazı mûcizeler de göstermiştir. Bu mûcizeler içinde en büyüklerinden biri de, İsrâ ve Mirac hâdisesi olduğu kesindir.
İsrâ sûresinin ilk âyetinde de anlatıldığı gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Aksâ'ya bir gecede getirilerek, buradan da yüksek makamlara çıkarıldı. Kendisine çok hârikûlâde haller ve şeyler gösterildi. Kısaca anlattığımız bu yolculuğun ilk bölümünü Hz. Peygamber "Burak" denilen ve mânevî binekle yapmıştır.2408 Çeşitli rivâyet ve tarihî bilgilere göre, bu binit, katırdan küçük, merkepten büyük beyaz renkli çarptığında ayaklarını hızlandıran, uyluğunda iki kanadı olan ve adımını gözünün gördüğü mesafenin biraz daha ilerisine atabilen bir hayvandır.2409 Burak ismi ona, renginin son derece parlak olması sebebiyle veya hızı şimşeği andırdığı için verilmiştir.2410 Yine bazı İslâm tarihleri, sözkonusu bineğe Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki bazı peygamberlerin de bindiği,2411 meselâ Hz. İbrâhim (a.s.) Burak'a binip önüne Hz. İsmail'i, terkisine de Hz. Hacer'i bindirerek Mekke'ye getirdiği bu rivâyetler arasındadır. 2412
Rasûlullah'ın bindiği Burak hakkında, farklı rivâyetlerde bazı tavsifler gelmiştir:
Gözünün gördüğü en uzak yere ön ayağını atmak.
Dağa rastlayınca arka ayakları yükselmekte, inişe geçince ön ayakları yükselmekte.
(Bazı rivâyetlerde): "İki kanadı var."
(Zayıf bir hadiste) "Burak'ın insan yanağı gibi yanakları, at gibi yelesi var, deve gibi bacakları var, öküz gibi kuyruk ve tırnakları var, göğsü kırmızı bir yakut gibidir" diye gelmiştir. Rengi beyazdır.
2405] Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6
2406] el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M. Hamdi Yazır, VI, 4551
2407] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/415
2408] Müslim, İman 259
2409] İbn Sa'd, Tabakat, I, 214; Tecrid-i Sarih Tercümesi, X, 66; Aliyyü'l-Kârî, Şerhu'ş-Şifâ, I, 381
2410] İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 120; Nevevi, Şerhu'l-Müslim, II, 210
2411] İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebevi, Mısır 1952, II, 397
2412] İbn Sa'd, Tabakât, I, 150; Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi (Mekke devri) İstanbul 1981, 350-351; Talat Sakallı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 1/256
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Burak kelimesinin berk, şimşekten gelmesi muhtemeldir. Süratle yol aldığı için şimşekle ilgili bir isim verilmiş olması makuldür. Ancak Arapça'da “Şâtun berkâun” tâbiri var, beyaz yünü üzerinde siyah damarlar bulunan koyun demektir. Şu halde Burak'ın berkâ'dan gelebileceği de ihtimal olarak söylenmiştir.
Burak, eğerlenmiş ve gemlenmiş vaziyettedir.
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz'ı herhangi bir vâsıtaya bindirmeden de Mekke'den Kudüs'e intikal ettirebilirdi. Bu vâsıtaya bindirmesi teşrif içindir. Zira aksi takdirde yayan hükmünde olacaktı, hâlbuki atlı yayandan üstündür.
Birçok rivâyette Burak'ın daha önceki peygamberlere de binek olduğu belirtilmiştir. "Hz. İbrâhim'in ona binerek oğlu İsmail'i ziyarete gittiği", Rasûlullah'ın: "Ben onu, peygamberlerin de bağladığı halkaya bağladım" sözü, "O, daha önceki peygamberlerin emrine de verilmişti" ifâdesi, Cebrâil'in "Burak, sana, Allah katında bundan daha kıymetlisi hiç binmedi" gibi farklı hadislerde gelen ibâreler, Burak'a daha önce başka peygamberlerin de bindiğini ifâde ederler. Nitekim Mirac hâdisesinin sadece Hz. Muhammed'e mahsus bir teşrif ve takrîb olduğu da söylenemez. Rasûlullah'ın mazhar olduğu seviyede ekmel bir mânâda olmasa da, diğer peygamberlerin de kendilerine mahsus bir miracı olduğu söylenebilir. Şu halde, onlar da miraclarında binek olarak Burak'ı kullanmışlardır. Nitekim Hz. İsa'nın Allah katına ref'I,2413 Hz. İdris'in yüksek bir makama ref'i (yükseltilmesi),2414 Hz. İbrâhim'e arz ve semânın melekûtunun gösterilmesi2415 gibi Kur'ân'da temas edilen bazı hâdiseler önceki peygamberlerden en azından bazılarının da bir nevi miraca mazhar olduklarını ifâde eder. Bu meseleye hadisten gelen delilleri de zâten Burak'la ilgili olarak kaydettik. 2416
Sidretü'l-Müntehâ':
Bir izafet terkibi olup "müntehâ sidresi", yani sidrenin sonu, nihâyeti demektir. Müntehâ kelimesi son, nihâyet, bitiş anlamlarına gelmektedir. Sidre kelimesi de, ağaç anlamındadır. Mütercim Âsım Efendi meşhur Kamus'unda "sidre" kelimesini şöyle açıklamaktadır: "Sidre, Arabistan kirazı denilen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gâyet koyu ve latifdir".
Sidretü’l-müntehâ' şeklinde Kur'ân-ı Kerim'de Necm Sûresinin 14. âyetinde geçmektedir. Ayrıca Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Mirac'ını anlatan ve birçok sahabeden rivâyet edilen Hadis-i şerifte de geçmektedir. Hem Kur'ân'ın Necm Sûresinde, hem de Hz. Peygamberin Mirac'ını bütün ayrıntılarıyla anlatan hadis-i şerifte geçen Sidretü’l-Müntehâ', "Cennetin uçlarındandır, üzerinde Sündüs ve İstebrekın Cennetlerinin etekleri vardır", diye açıklanmış, Keşşâf'ta da Sidretü’l-Müntehâ' Cennetin nihâyetinde ve sonundadır, diye geçmektedir.
Ayrıca Sidretü’l-Müntehâ', "Allahu Teâlâ'nın zât âlemi demektir ki, buraya ne meleklerin büyükleri, ne de Peygamberlerin büyükleri dâhil olabilir. Nitekim hadis-i şerifte de Hz. Peygambere refâkat eden Cebrâil (a.s.) da Peygamberimizi buraya kadar götürmüş, buradan ileriye geçmeye izinli olmadığını ifâde ederek, bundan sonra Cenâb-ı Hakk'ın daveti sebebiyle Hz. Peygamber’in yalnızca
2413] Nisa: 4/158
2414] Meryem: 19/57
2415] En'am: 6/75
2416] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/413-414
İSRÂ VE MÎRAC
- 615 -
gideceğini bildirmiştir. İşte bu yüzden bu terkib "son sınır, son hudud veya sınırın sonu" diye anlaşılmıştır.
Hadis-i şeriflerde ise belirttiğimiz gibi daha çok mi’râc hâdisesi ile ilgili kısımlarda geçmekte ve meşhur hadis kitaplarının; hemen hemen hepsinde sözkonusu edilmektedir: "...Sonra beni Sidretü’l-Müntehaya götürdü. Bir de gördüm ki, sidr ağacının yaprakları fillerin kulakları gibidir, yemişleri ise (Yemenin) Hecer (kasabası) testilerine benzer. Allah'ın emrinden her şeyi bürümekte olan şey Sidre yi tamamıyla bürüyünce bana başka bir hal oldu. Artık Allah'ın mahlûklarından onun güzelliğinin bir kısmını bile anlatmaya gücü yetebilecek hiç bir kimse yoktur... " 2417
İbn Mesud’dan (r.a.) gelen rivâyette de "Rasûlullah (s.a.s.) Sidretü’l-Müntehâ'ya varınca yeryüzünden çıkan ve yukarıdan inen burada son buluyor"dedi. Allah orada ona kendisinden önce gelen hiç bir peygambere vermediği üç şeyi verdi: Namazlar beş (vakit) olarak farz kılındı. Kendisine Bakara sûresinin son âyetleri verildi ve Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmadıkları müddetçe ümmetine büyük günahlar da bağışlandı. İbn Mesud, "Sidre'nin dört bir tarafı (meleklerle) çevrili iken" 2418 âyetini okudu ve "Sidre, altıncı göktedir" dedi. Süfyân "Altından Pervaneler!" dedi ve eliyle işaret edip elini titretti. Mâlik b. Mağfel'den başkası da şöyle diyor: "Yaratıkların ilmi "sidre'de" son bulur ve bunun üstü hakkında bilgileri yoktur." 2419. Mürre'nin Abdullah'tan rivâyetine göre "Rasûlullah (s.a.s.) İsrâ gecesinde Sidretü'l-Müntehâ'ya götürüldü ki, sidre altıncı göktedir..." 2420
Enes'in rivâyetine göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Ben Sidretü'l-Müntehâya götürüldüm. O, yedinci göktedir. Yemişi Hecer (kasabasının) testileri, yaprakları da fil kulaklarına benziyordu. Dibinden iki zâhir, iki hâtın olmak üzere dört nehir çıkıyordu. "Ya Cibril bu da ne?"dedim. Cibril: "Bâtın olanlar Cennettedir; zâhir olanlar ise Fırat ve Nil'dir" diye cevap verdi." 2421
Bu iki hadisi sahih kabul edenler onları şöyle telif etmişlerdir: Kökü altıncı gökte, dalları yedinci göktedir. 2422
Sidr denilen bu ağaç Cennetin en üst kısmındadır. Eskilerin ve yenilerin ilminin ulaştığı son noktadır. Arşın sağında yer almaktadır. Mi’râc gecesinde bu mevkiye vardıklarında Cibril geride kalmış; Rasûlullah (s.a.s.) geri kalmasının sebebini sormuş, Cibril şöyle cevap vermiştir: "Bu makam dostun dostta kalacağı bir makamdır. Eğer kıl kadar ileri gidersem yanar kül olurum. Bundan sonrasını geçmek sadece sana bahşedilmiştir..." 2423
Sidretü'l-Müntehâ' denilmesinin sebebi, buraya hem büyük meleklerin, hem de büyük peygamberlerin geçememesi ve burası hakkında bilgilerin yeterli olmamasıdır. Bunun için bu tabir kullanılmış ve beşerî, yani insanlara ait ilmin son sınırı diye de açıklanmıştır. Gerek peygamberlerin, gerekse diğer yaratılmışlardan
2417] Müslim, İmân 259
2418] en-Necm: 53/16
2419] Tirmizi, T. Suver 53
2420] Müslim'den naklen, Kurtubî, XVII, 94
2421] Kurtubî -Darekütnî'nin lafzıyla Müslim'den naklen-, XVII, 94
2422] et-Tehânevî, Keşşafu İstılâhati'l fünün, İstanbul 1984, I, s. 728; Kurtubî, a.g.e., aynı yer
2423] Keşşafu İstilâhati'l-Fünun, "Sidretü'l-Müntehâ" maddesi
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her âlimin ilmi burada son bulur, ondan ileri geçemez. Ayrıca büyük müfessirlerden Fahruddîn er-Râzî, Sidretü'l Müntehâ'yı, buraya kadar zikredilen mânâlarını yanı sıra, "hayret-i küsvâ" diye açıklamıştır ki, akılların hayretle kaldığı, bundan daha şiddetli bir hayretin tasavvur edilemeyeceği, insanın son derecede hayrete düştüğü bir makam olarak tavsif ettikten sonra; sadece, Hz. Peygamberin hayrette kalmadığını, şaşmadığını, gördüklerini açıkça gördüğünü kaydetmektedir.
Öyleyse biz âciz insanların Sidretü'l-Müntehâ'yı kesin olarak "şudur veya budur" diye açıklamamız mümkün görülmemektedir. Necm Sûresinin 9. âyetine ve hadis-i şerifteki rivâyete göre, sadece Peygamberimize "Kab-ı Kavseyne" kadar yaklaşmasına müsaade edilmiştir. Sidretü'l Müntehâ'dan ilerisi gayb âlemidir ki, Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimsenin ilmine ve bilgisine giremez, yani insanî ilmin son sınırıdır. Buradan ötesi Allahü Teâlâ'nın "Zât Âlemi" diye adlandırıldığı için, bu deyimi açık ve seçik bir tarzda ortaya koymamız mümkün değildir. 2424
Sidretü'l-Müntehâ: Sidre bir ağaç ismidir. Bunun yaprakları kurutulup dövülür ve sabun gibi temizlikte ve bilhassa beden temizliğinde, hamamlarda kullanılır. Bu ağacın meyvesine nebk denilir. Bu meyvelerin büyük olduğuna dikkat çekiliyor. Küpler gibidir. Küpün büyüklüğü, o zamanın insanlarınca ma'ruf olan Yemen'deki Hecer nam beldenin küplerine teşbih ediliyor. Küpler havz-ı kebirin asgarî nisabı olan bir kulle hacmindedir. Müntehâ son nokta, nihâi hedef mânâsına gelir. Meleklerin ilmi orada son bulduğu için buraya "Sidretu'l-Münteha" dendiği belirtilir. Bu durumda Sidretu'l-Münteha tâbirini daha âmayane bir ifâde ile hudud ağacı olarak tercüme edebiliriz: Mümkin ve mahlûk âlemi ile vücub yani esma ve şuunât-ı İlâhîye âlemini ayıran hudud. Nevevî, o hududu, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) hâriç hiç kimsenin aşamadığını söyler. Sidretü'l-Münteha'nın yeri hususunda rivâyetlerde ihtilaf var; altıncı semâda mı, yedincide mi diye. İbnu Mes'ud'dan gelen bir rivâyette altıncı semâda olduğu ifâde edilirken, Hz. Enes'ten gelen rivâyette yedinci semâda olduğu anlaşılmaktadır. İbnu Hacer aradaki ihtilafı: "Sidre'nin kökleri altıda, dal ve budakları yedide" diyerek kaldırmaya çalışır ve yedinci semâda sadece gövdesinin aslı vardır der. Bu ağacın güzelliği, ağacı kaplayan bazı mahlûklarla ilgili farklı yorumlar şerh kitaplarımızda yer alır. 2425
Refref: Yeşil kumaş ve bez, kenar saçağı, ince ve nazik ipek kumaş, ince ve nazik kumaş, döşek, minder, yastık döşeme, perde; perde ve örtü gibi şeylerin saçak yerlerine gelen fazlaları, saçakları; raf, terek, çeper; çadır, gömlek ve zırhın parçası, yanı ve en alt tarafı ve bunların etekleri; dış duvar: Kuşu çok olan çimenlik; salkım söğüd gibi dalları sarkık olan nazik ve latif ağaç; ağaç ve bitkilerden sarkan güzel dallar; her şeyin kenarlarında fazlası kalıp bükülen ve kıvrılan yerleri ve etekleri; güzel bahçelere benzeyen dokuma kilim ve halılar; pencere; bir çeşit deniz balığı, araba çamurluğu anlamında kullanılan bir sözcüktür.
Kur'ân-ı Kerim'de yastık, minder ve döşek anlamına gelir: Cennete girenler "Yeşil yastıklar, yahud minder ve döşekler üzerine (alâ refrefin hudrin) ve güzel döşemelere yaslanarak nimetlenirler." 2426 İbn Abbas'tan gelen rivâyete göre de bu âyette refref'in mânâsı cennet bahçeleri, demektir. Bu âyette "refref", cins ismi
2424] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/414-415
2425] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 15/415
2426] 55/Rahmân, 76
İSRÂ VE MÎRAC
- 617 -
veya refrefenin cem'i ismi (çoğul ismi) olarak ahdar veya hadrâ'nın çoğulu olan "hudr" ile sıfatlanmıştır. Refref, (refârif) şeklinde de çoğul yapılır. Nitekim şâz kıraatlerden birisinde er-Rahmân Sûresi, 76. âyet, "alâ refârife hudrin" şeklinde de okunmuştur.
Mi'râc hadislerinin bir kısmında refrefi bisât (örtü, perde ve sergi) anlamına gelir: Buhârî'nin Sahih'indeki rivâyete göre Abdullah b. Mesud "Andolsun Rasûlullah, Rabbinin pek büyük âyetlerini gördü."2427 âyetini tefsir ederken "muhakkak ufku kaplamış ve örtmüş olduğu halde yeşil bir refref (perde) gördü" demiştir. 2428
Tirmizi'nin rivâyetinde; Abdullah h. Mesud "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı” 2429 âyetini tefsir ederken "Rasûlullah, Cebrâil'i yerle gök arasını doldurmuş olduğu halde refref'den (yeşil kumaştan) bir hulle içinde gördü" der.2430 İbn Mes'ûd'un bu hadisi Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde "Hz. Peygamber cennetin yeşil bir refrefini (örtüsünü, tabakasını) baktığı ufku kaplamış olduğu halde gördü" şeklinde geçer. 2431
Bazı rivâyetlere göre Mi'râc gecesinde Hz. Muhammed'in (s.a.s.) Sidre'den sonra veya cennet ve cehennemi gördükten sofra oturduğu döşek veya cennet yaygısının ismi de refref'dir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bu refref isimli döşeğe oturarak çok yükseklere çıktı. Refref: Hz. Peygamberin mi’râc gecesinde bindiği bineklerden sonuncusunun da ismidir. 2432
Namazın Farz Kılınması ve Farz Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli:
İlim ehli ile siyer bilginleri arasında namazın, Peygamber’e (s.a.s.) Mekke’de İsrâ gecesi semâya urucu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, İsrâ’nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. 2433
Namazın İsrâ gecesi farz kılındığı Sahihi(Buhârî ve Müslim) de ve başkalarında açıkça ifâde edilmiştir. Aişe’den gelen rivâyete göre, namaz ikişer rek’at olarak farz kılınmıştır. Daha sonra ikâmet halindeki namaza iki rekât daha ilave edilerek dörde tamamlandı, yolculuk halindeki namaz da iki rekât olarak olduğu gibi bırakıldı. Eş-Şa’bi, Meymun b. Mehran Muhammed b. İshak da böyle demişlerdir.
Eş-Şa’bi, akşam namazı bundan müstesnâdır derken, Yunus b. Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi ki: Daha sonra Cibril (a.s.), Peygamber’e (s.a.s.) İsrâ gecesi namaz Hz. Peygamber’e farz kılındığında Hz. Peygamber’in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed (s.a.s.) de ona bakıyordu: Yüzünü yıkadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki
2427] 53/Necm, 18
2428] Buhârî, Tefsirü Sûreti'n-Necm
2429] 53/Necm, 11
2430] Tirmizî, en-Necm süresi tefsiri
2431] Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 449
2432] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, 5/239-240
2433] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/321
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rekât namaz kıldı ve bu iki rekâtte de dört defa secde etti. Rasûlullah (s.a.s.) geri döndüğünde, Allah gözüne aydınlık vermiş, ruhu hoşnut olmuş ve Yüce Allah’ın emrinden sevdiği bir husus kendisine gelmiş halde döndü. Hz. Hadice’nin elinden tutarak bu pınara geldi. Tıpkı Hz. Cebrâil’in abdest aldığı gibi o da abdest aldı. Sonra iki rekât ve iki rekâtte de (toplam) dört secde yapmak üzere -Hz. Hadice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hadice ile birlikte namaz kılıyorlardı.
Yine İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört rekât, yolculuk halinde de iki rekât olarak farz kılındı. Nafi’ b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebi’l-Hasen el-Basri de böyle demişlerdir. İbn Cüreyc’in görüşü de budur. Peygamber’den (s.a.s.) de buna uygun rivâyetler nakledilmiştir. Bu konuda rivâyette bulunanlar, Cebrâil’in (a.s.), İsrâ’nın gerçekleştiği gecenin sabahında zevale doğru indiği ve Peygamber’e (s.a.s.) namazı ve vakitleri öğrettiği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.
Yunus b. Bukeyr de Ebû’l-Muhacir’in azadlısı Sâlim’den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Meymun b. Mehran’ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) dört rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır.
Ebû Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun: “Bu böylece bir sünnet oldu” sözü münker bir ifâdedir. Aynı şekilde eş-Şabi’nin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı sözkonusu etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sabah namazı müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farîzasının dört rekât olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak ameli olarak ve oldukça yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz. 2434
Mescid-i Haram’a, Mescid-i Nebevi’ye ve Beytü’l-Makdis’e Yolculuk Yapmak:
3/Âl-i İmrân sûresi 97. âyetinde yeryüzünde (Allah’a ibâdet için) yapılmış ilk mescidin Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksâ olduğu geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk yıllık bir süre bulunduğu ise, Ebû Zerr yoluyla gelen hadisten anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın Mescid-i Aksâ’yı bina edip ona duâ etmesi ile ilgili rivâyet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu iki hadisin bir arada nasıl anlaşılacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Burada Hz. Peygamber’in: “Üç mescid dışındaki (mescidlere) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram’a, Benim bu mescidime ve İlyâ mescidine yahut Beytü’l-Makdis’e.”2435 Ancak “La tuşeddu’r-rihalu: Yükler bağlanmaz, vurulmaz” yerine “La tu’melu’l-matiyy: Binekler yola konulmaz…” lafzıyla); 2436 Bu hadisi İmam Mâlik, Ebû Hureyre yoluyla rivâyet etmiştir.
2434] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/324-325
2435] Muvatta, Cum’a 16.
2436] Buhari, Fadlu’s-Salati fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine: 1, 6; Savm: 67; Cezâiu’s-Sayd: 26; Müslim, Hacc: 415, 511; Ebû Dâvud, Menasik: 94; Tirmizi, Salat: 126; Nesai, Mesacid: 10; Darimi, Salat: 132; Ahmed, Müsned: 2/234, 238… 3/7, 34, 93; 6/7, 397
İSRÂ VE MÎRAC
- 619 -
Bu hadiste bu üç mescidin sâir mescidlerden daha faziletli olduğuna delil teşkil eden ifâdeler vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisine yakın olan mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç mesciddir. Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mescidlerde namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar.
İmam Mâlik ve ilim ehlinden bir topluluk da, düşmânâ karşı bir serhad karakolunda (ribatta) ribat yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bulunduğu yerde bu adağını yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, Yüce Allah’a bir itaattir. Ebû’l-Bahterî ise, bu hadisin rivâyetinde “el-cened mescidini” de ilave etmiştir. Ancak bu ifâde sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır. 2437
İsrâ Ve Mi'rac Olayı Bize Neleri Öğretiyor?
Hicretten bir veya bir buçuk yıl kadar önce Peygamber (s.a.s.) Efendimizin hayatında meydana gelen bu çok önemli olay, birtakım gerçeklere bizi irşat etmekte ve İslâm'ın geleceğini haber vermektedir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1- İslâm'ı saran tehlike çemberinin hız ve tesirini kaybetmek üzere olduğunu; inkârcı azgınların sonunun yaklaştığını haber veriyor.
2- Hakkın emekleyerek de olsa, bâtıldan önce hedefine ve amacına kavuşacağının müjdesini yansıtıyor.
3- İslâm'ın çok geçmeden yüceleceği, kıtalar üzerine yayılacağı; aynı zamanda Kudüs'ün fethedileceğini ilham ediyor.
Mevcut semâvî dinlerin artık yürürlükten kaldırıldığının kesin hatları çiziliyor. Gelip geçen bütün peygamberlerin, Hz. Muhammed'i (s.a.s.) önder ve imam kabul ettiklerinin misalini, Beytü'I-Makdis'te sergiliyor.
5- Burak adlı İlâhî aracın her adımını gözünün ulaşabildiği en uzak noktaya atmasıyla, İslâm'ın sür'atle gelişeceğine işaret ediliyor. İslâm mücahitlerinin “Allahu Ekber” sesleriyle akıllara durgunluk verecek bir hızla yeryüzüne yayılacaklarını bildiriyor.
6- Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz'in Burak'ı Beytü'l-Makdis'in kapısının önündeki halkaya bağlaması, son peygamberin her şeyi sağlam esaslara bağladığını ve bir gün İslâm mücahitlerinin savaş atlarını bu halkaya bağlayıp Beytü'I-Makdis'te cemaat halinde namaz kılacaklarını gönüllere rahmet havası içinde işliyor.
7- İlâhî emrin tecellilerinin göz alıcı renkleriyle işlenmiş Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkılması, oradaki güzelliği anlatmanın mümkün olmadığına dikkatlerin çekilmesi, İslâm'ın kuracağı medeniyetin ve getirdiği sistemin çok yüceleceğine, girdiği yerde rahmet ve cennet havası oluşturacağına milletlerin bu medeniyetten yararlanarak derin uykudan uyanacaklarına işaret yollu atıflarda bulunuyor.
8- Rasûlullah'ın (s.a.s.) gökleri bir bir aşması, her gökte saygı ile karşılanıp
2437] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/325-326
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
itibar görmesi, sesinin yedi iklimde duyulacağının bir başka remzi oluyor.
9- Melek Cebrâil'in refakati, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) kudsî âlemden kendisine gönderilen büyük bir kudrete mazhar olduğunu; küfrün, azgınlığın ve bâtılın her çağda bu kudretin karşısında çökeceğini gönüllere işliyor.
10- Beş vakit namazın, Allah'ın insanlığa -imân ve Kur'ân'dan sonra- verdiği en büyük hediyesi ve değişmeyen emaneti olduğunu ve insanlığın ancak bu ibâdetle huzur ve güvene kavuşabileceğini insan idrakine sunuyor.
11- Bakara sûresinin son iki âyetinin ikinci bir hediye olarak verilmesi, İslâm'ın zorluk, meşakkat, sıkıntı ve üzüntü dini olmadığını; insanlığa ruh ve beden afiyetini, rahmet ve hidâyeti getiren Allah'ın son mesajı bulunduğunu gönüllere işliyor.
12- Allah'a ortak koşmayan mü'minlerin hediyesi ise, Allah'ın insanlara, özellikle mü'minlere olan geniş rahmet ve mağfiretini; rahmetinin her zaman gazabının önüne geçtiğini yansıtıyor. 2438
İsrâ olgusunun insanlığa getirdiği faydalar, değerler nelerdir?
Bunları maddeler halinde şöyle tesbit edebiliriz:
a) Yüce Allah mesajlardan bir kısmını Hz. Peygamber'e öğretmek için özel bir öğretim ortamı hazırlamıştır.
b) Mescid-i Haram denen üniversite ile Yahudi ve Hıristiyanların üniversitesi olan Mescid-i Aksâ'nın birleştirilmesi, Hz. Peygamber'in onlara yakınlaşması, yaklaştırılması için gerçekleştirilmiştir. Bu olay, Yahudi ve Hıristiyanları İslâm'a davet için önemli bir yaklaşım niteliğini taşımaktadır.
Kitap ehlinin öğretileri ile İslâm arasında müşterek noktanın bulunması için gerçekleştirilen bir yaklaşım olan İsrâ, ayrılıkları, farklılıkları değil de kitap ehli ile olan müşterek noktaları öne çıkarmak için yapılan bir öğretim ve birleştirme faaliyetidir. Dedeleri Hz. İbrâhim ile torunlarından olan Hz. Süleyman'ın inşa ettiği Ma'bed ve üniversitelerin birleştirilmesi, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeylerin bitişmesini temin etmektir 2439. Demek ki isrâ, beyin, gönül ve nefis ülkelerinin bitişmesi gibi, Ma'bed ve üniversitelerin bitişmesini gerçekleştirmek amacını taşımaktadır.
c) Kur'ân, daha önceki tüm peygamberlerin evrensel mesajları ile yerel bazı mesajlarını alıp yer verdiği ve onları birleştirdiği gibi, İsrâda alınan, öğretilen, verilen mesajlarda da bir müştereklik vardır.
Bu demektir ki İsrâ denen öğretim faaliyeti, Kur'ân'in hem ma'bed hem değerler hem ibâdetler hem de tevhid inancı bakımından Kitap ehli ile Müslümanların sahip olduğu asgarî müştereki tesis etme amacını güdüyordu.
d) İsrâ olgusunun gece olması, Müslümanların insanlığı ihyâ edebilmeleri, geliştirebilmeleri için gece de çalışmalarını ilke haline getirmektedir. Gündüz herkes çalışıyor, ama geceyi değerlendirenler, medeniyette öne geçeceklerdir. Gece çalışanlar İsrâ olgusunu kendi hayatlarına tatbik ediyorlar demektir. Maddeyi
2438] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3459-3460
2439] 13/Ra'd, 21
İSRÂ VE MÎRAC
- 621 -
enerjiye, enerjiyi maddeye çevirenler, uzun mesafeleri kısaltacaklardır. Kafasını yorup teknoloji üretenlere, uzak mesafeleri kısaltacak şekilde Allah yardım edip onları yürütecektir. Çalışanı Allah yürütür.2440 Bu bilgiyi teknolojiye çevirme iledir ki insanlar göklerin ve yerin katlarını aşıp gideceklerdir.
Hz. Süleyman'ın yanındaki ilim adamının göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs'ın tahtını getirmesi2441 olgusu, mu'cizesi bilim haline dönüşecektir. Kur'ân'da bu iki olgunun, yani İsrâ ve Belkıs'ın tahtının anında getirilmesi insanların önüne çok ciddi ödevler koymaktadır. Aksi takdirde onlar tarihi bir olgu olarak kalır, sonraki nesillere bir kıssa olmaktan öte bir şey getirmez. Ama onlar bilimsel araştırma yapan üniversitelerin önüne program koymakta, hedef göstermektedir. 2442
İsrâ ve Mirac, Rûh ile mi, yoksa Beden ve Ruh Birlikte mi Olmuştur?
İsrânın, Hz. Peygamber’in ruhu ile mi cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de görüş ayrılığı vardır:
1) Hz. Aişe, Muaviye, el-Hasenu’l-Basrî ve İbn İshak’a göre İsrâ ruh ile gerçekleşti, beden yattığı yerden ayrılmadı. Onlar İsrânın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu görüşündedir. Çünkü esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır. 2443
Muhammed b. Cerir (et-Taberi’nin) tefsirinde, Huzeyfe’nin (r.a.): “Bu hâdise, bir rüya idi. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bedeni yerinden oynamadı. Allah onu, sadece ruhen götürdü, yürüttü” dediği rivâyet edilmiştir. 2444
Muhammed İbn İshak İbn Yessâr Siret’inde der ki: Bana Ya’kub İbn Utbe İbn Muğire İbn el-Ahnes dedi ki: Muaviye b. Ebi Süfyan’a Hz. Peygamber’in mi’râcı sorulduğu zaman, şöyle demiştir: Bu, Allah tarafından gösterilmiş sadık bir rü’ya idi. Ebûbekir’in ailesine mensub bazıları bana dediler ki: Hz. Aişe şöyle dermiş: Rasûlullah’ın cesedi kaybolmadı, sadece o, ruhuyla mi’râca çıkmıştı. İbn İshak der ki: “Onun bu sözü reddedilmemiştir. Çünkü Hassan’ın ifâdesine göre; “Sana gösterdiğimiz rü’ya ancak insanlar için bir imtihandı.” 2445 âyeti bu vesile ile nâzil olmuştur. İbrâhim’den bahsederken de Allah Teâlâ şöyle hikâye etmektedir: “Ben rü’yada seni kurban kesiyor görüyorum. Bak ne dersin?” Sonra bunu uygulamaya geçti. Anladım ki vahiy peygamberlere hem uyanıkken hem de uyurken gelir.”
İbn İshak der ki: “Rasûlullah (s.a.s.) “İki gözüm uyuyor ama kalbim uyanıktır”, buyurdu. Allah hangisinin gerçekleştiğini en iyi bilendir. Allah hangi durumu isterse onu uyurken ve uyanıkken gösterir. Bütün bunlar haktır, doğrudur.” Ancak Ebû Cafer İbn Cerir Taberi tefsirinde bu görüşü red ve inkâr ederek kötüler ve: Bu görüşün, Kur’an’ın akışının açık anlamına aykırı olduğunu belirtip yukarıda geçen bazı delilleri irade ederek bunu reddeder. Allah en iyisini bilendir. 2446
2440] Rahman 55/33
2441] 27/Neml, 40
2442] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/161-170
2443] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları, 10/321
2444] Fahreddin Razi, Mefatihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390
2445] 17/İsrâ, 60
2446] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları: 9/4652
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2) Bazı âlimlere göre İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü’l-Makdis’e kadar ve oradan da ruh ile olmuştur. Bunlar Yüce Allah’ın “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren münezzehtir.” buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu buyrukta Yüce Allah, Mescid-i Aksâ’yı İsrânın son noktası olarak zikretmektedir. Bu görüş sahipleri derler ki: Eğer İsrâ, Hz. Peygamber’in bedeni ile birlikte Mescid-i Aksâ’dan daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da sözkonusu edilirdi. Çünkü böyle bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ileri derecededir.
3) Selefin ve müslümanların büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği görüşündedir. Hz. Peygamber, Mekke’de Burak’a binmiş, Beytü’l-Makdis’e ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniyle İsrâ devam etmiştir. İşaret ettiğimiz haberler ile âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Hz. Peygamber’in bedeniyle ve uyanık olarak İsrâsının gerçekleşmesinde imkânsız ve olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedilerek te’vil yoluna ise, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabul edilmesinin imkânsız olması halinde sözkonusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçekleşmiş olsaydı, burada “kulunun ruhuyla” denilerek “kulunu” diye buyurmazdı. Yine Yüce Allah’ın: “Göz, başka yöne kaymadı ve şaşmadı da.”2447 buyruğu da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve mûcize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hz. Peygamber’e: “Sen bunu insanlara anlatma, seni yalanlarlar.” demezlerdi. Ebû Bekir es-Sıddık (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı. Kureyşlilerin de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Hz. Peygamber’in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta iman etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrikler ona şöyle demişlerdi:
“Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanımızla nerede karşılaştığını bildir.” O da şu cevabı vermişti: “Kervanınız filan, filan yerde idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üzerine o kimseye: ‘Ne gördün ey filan?’ denildiğinde, o: ‘Ben bir şey görmedim ancak develer gerçekten ürktüler.’ diye cevap vermişti.” Bu sefer Hz. Peygamber’e: “Peki kervanın bize ne zaman ulaşacağını haber ver.” demeleri üzerine Hz. Peygamber: “Kervanınız size şu, şu günü gelecektir.” dediğinde onlar:
“Hangi saatte?” diye sordular. Bu sefer Hz. Peygamber:
“Bilemiyorum, acaba güneşin bu taraftan doğuşu mu daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu taraftan görünüşü mü daha erken olacak” O gün gelince bir kişi:
“İşte güneş doğdu.” demiş, diğeri ise:
“İşte sizin kervanınız da göründü.” demişti. Rasûlullah’dan (s.a.s.), Beytü’l-Makdis’in nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hz. Peygamber de önceden Beytü’l-Makdis’i hiç görmediği halde onlara niteliklerini söyleyivermişti.
Sahih’de Ebû Hureyre’nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki:
“Ben, Hicr’de bulunuyorken Kureyş bana İsrâ’ma dair soru soruyorlardı. Beytü’l-Makdis hakkında iyice tesbit edemediğim bazı hususlara dair bana soru sordular. Bundan dolayı
2447] 53/Necm, 7
İSRÂ VE MÎRAC
- 623 -
daha önce benzeri görülmedik bir sıkıntıya düştüm. Yüce Allah, Beytü’l-Makdis’i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Her ne hakkında bana soru sordularsa, ben de onlara cevaplarını verdim.” 2448
Hz. Aişe ile Muaviye’nin: “İsrâ, ancak Rasûlullah’ın (s.a.s.) ruhu ile gerçekleşmiştir.” şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir: O sırada Hz. Aişe’nin yaşı küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber’den hadis de rivâyet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya tanık olmamış kâfir bir kimse idi. Bu konuda o, Rasûlullah’dan (s.a.s.) da hadis rivâyet etmiş değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, Kadı İyad’ın “eş-Şifa” adlı kitabından olayı takip etmelidirler. Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir.
Hz. Aişe’nin kanaatinin lehine, Yüce Allah’ın “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… ancak insanlara bir fitne kıldık.”2449 buyruğunu delil göstermişler ve burada Yüce Allah’ın buna “rüya” adını verdiğini söylemişlerdir. Ancak, Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren münezzehtir.” buyruğu bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında “geceleyin yürüten” tabiri kullanılmaz. Aynı şekilde gözle görmeye de ileride bu Sûrede açıklaması geleceği üzere “rüya” denilir. Konu ile ilgili sâbit haberlerde İsrânın, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet vardır. Eğer, aklen Yüce Allah’ın kudreti çerçevesinde câiz (mümkün) görülen herhangi bir hususa dair haber vârid olacak olursa, -özellikle de hârikulade olayların gerçekleştiği dönemde bu sözkonusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir yolu yoktur. Peygamber’in birçok mi’râcları vardır. Bunlardan bazılarının rüya ile olma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hz. Peygamberin, sahih hadiste yer alan: “Beyt’in yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum bir sırada…”2450 hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânın gerçekleşmesinden sonra tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. 2451
Bilginlerin ekseriyyeti, Hz. Peygamber’in bedeniyle ve ruhuyla uyurken değil uyanık olarak mi’râca çıktığı konusunda görüş birliği etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber’in bundan önce rüya ile buraları görmüş olması, sonra uyanık olarak görmüş olması da reddedilemez. Çünkü Hz. Peygamber ne zaman bir rüya görse rüyası gün aydınlığı gibi çıkardı. Buna delil Allah Teâlâ’nın “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya yürüten Allah’ı tesbih ederiz.” kavlidir. Tesbih, ancak çok büyük işler sırasında olur. Eğer Hz. Peygamber uyurken gerçekleşmiş olsaydı, bu büyük olarak kabul edilebilecek önemli bir şey sayılmazdı. Ayrıca Kureyş’li kâfirler onu yalanlamaya tevessül etmezlerdi. Müslüman olmuş bulunan bazı kimselerin de dinlerinden dönmelerine neden olmazdı. Ayrıca “kul”; ruh ve bedenin toplamından ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ: “Kulunu geceleyin götürmüştür.” buyuruyor. Ayrıca “Sana gösterdiğimiz rüya ancak insanlar için bir imtihandır.”2452 buyurmaktadır.
İbn Abbas der ki: “Bu, gözle görülen bir rüya idi. Rasûlullah’a (s.a.s.)
2448] Müslim, İman 278
2449] el-İsrâ: 17/60
2450] Buhârî, Bed’ul’l-Halk: 6; Müslim, İman: 264; Nesai. Salat: 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/207
2451] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 10/321-323
2452] 17/İsrâ, 60
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gösterilmişti.” Bu kavli Buhârî rivâyet eder. Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Göz ne kaydı ne de şaştı.”2453 Göz ruhun değil bedenin aletidir. Ayrıca Hz. Peygamber Burak’ın üzerinde taşınmıştır. Burak, beyaz, parlak ve göz alıcı bir hayvandır. Bu da ruh için değil, ancak beden için bir araç olabilir. Ruh hareketleri bakımından üzerine bineceği bir bineğe ihtiyaç duymaz. Allah en iyisini bilendir. 2454
Âyet, görüldüğü gibi yalnızca Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya olan İsrâ’yı zikretmektedir. Âyetten öyle anlaşılıyor ki İsrâ olayı uyanık bir halde ve bedenî olarak gerçekleşmiştir. Eğer uykuda olsaydı âyet, bu olayı bu açıklık ve kesinlikle zikretmesinin hikmeti olmazdı. 2455
Mi'rac Olayı Rüya Olabilir mi? Böylesine fevkalâde bir olay rüya yoluyla meydana gelmiş olsaydı, bunda şaşılacak bir cihet sözkonusu olmaz; Kureyş müşrikleri onu yalan sayma ihtiyacını bile duymazlardı. Zira Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin sık sık «rüyamda Cennet bana gösterildi, Cennet ile Cehennem bana arzolundu..» şeklinde gördüklerini arkadaşlarına anlatması, Mi'rac olayı hakkında cereyan eden itiraz ve yalanlamaya hiçbir zaman maruz kalmamış ve kimse bunu reddetmeyi düşünmemiştir. Çünkü rüyada o gibi olağanüstü olaylar görülebilir. O halde İsrâ ve Mi'rac'ın uyanık halde hem ruhen, hem de bedenen gerçekleştiği muhakkaktır.
Âyette «abd» tabiri bilhassa her türlü ihtimali ortadan kaldırmakta, Peygamber'in (a.s.) sözü edilen olayı her iki yapısıyla birlikte yaşadığı ifâde edilmektedir. Çünkü «abd» ruhla bedenin tamamına delâlet eden bir kelimedir 2456.
Mirac’ın Rûhânî Olduğu Görüşü ve Bu İddiaya Cevap: Buna delâlet eden Kur’an âyeti, bu âyettir. Bu delili şu şekilde izah edebiliriz: “Abd” (kul), beden ile ruhun toplamının adıdır. Binaenaleyh bu geceleyin yürütme işinin, beden ve ruh toplamı bir kul için tahakkuk etmiş olması gerekir. Bil ki bu istidlal, insanın sadece ruh mu, yoksa sadece beden mi, yoksa hem ruh hem beden mi olduğu meselesine dayanır. İnsanın sadece ruh olduğunu söyleyenler, bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) İnsan, ömrünün başından sonuna devam eden tek bir şeydir. Hâlbuki bedenin cüzleri, hep değişme, tebeddül ve intikal (geçiş) içindedir. Baki olan ise, değişmeyendir. O halde insan bu bedenden başka bir şeydir.
2) İnsan bazen bedeninin bütün parçalarının farkında olmasa bile, kendisini bilir. Bilinen ise, farkında olunmayandan başkadır. O halde insan, bu bedenden başka bir şeydir.
3) İnsan, normal fıtratı gereği, “elim, ayağım, beynim ve kalbim…” der. Diğer uzuvları için de durum aynıdır. Böylece o bütün bunları kendisine izafe eder. Hâlbuki muzaf, muzafun ileyh’den başkadır. O halde insanın hususi zâtının, bütün bu uzuvlardan başka bir şey olması lazım gelir.
Buna göre eğer onlar, “O, zâtını da kendisine izafe ederek, “Benim zâtım,
2453] Necm: 53/17
2454] İbn Kesir, Tefsirul-Kur’ani’l-Azim, Çağrı Yayınları: 9/4651-4652; İbn Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan, Hisar Y., 5/255
2455] İzzet Derveze, Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 2/327
2456] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 7/3460-3462
İSRÂ VE MÎRAC
- 625 -
benim nefsim!” demiyor mu? Binaenaleyh size, onun kendisinin zâtından başka olduğunu söylemeniz gerekir; hâlbuki bu, imkânsızdır” derlerse biz deriz ki:
Biz, sırf lafza tutunmuyoruz ki, bu söylediğiniz şey bize gereksin. Tam aksine, biz ancak sırf akla tutunuyoruz. Çünkü aklın sarih delili, insanın tek varlık olduğuna delâlet eder. Bu tek şey, eliyle alır, gözüyle, onun vâsıtasıyla görür ve kulağı vâsıtasıyla işitir. Binaenaleyh insan, tek şeydir. Bu uzuvlar, onun bu fiilleri yapması için var olan aletleridir, vâsıtalarıdır. İşte bu, insanın, bu uzuv ve vâsıtalardan başka bir şey olduğuna delâlet eder. Böylece bu izahlarla, insanın, bu dünya ve bedenden başka bir şey olduğu sâbit olmuş olur.
Bu sâbit olunca da biz diyoruz ki: “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan… götüren Allah münezzehtir.” âyetindeki “abd” (kul) kelimesiyle, ruh cevheri kastedilmiştir. Böyle olması halinde, âyette, “İsrâ”nın, beden ile olduğuna dair bir delâlet kalmaz. Şâyet onlar “İsrâ’nın, ruh ile yapılması, hârikulade bir şey değildir. Binaenaleyh “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan… götüren Allah münezzehtir.” denilmesi uygun düşmez” derlerse, biz deriz ki:
Bu da akıldan uzak bir şeydir; çünkü başkasının ruhu için tahakkuk etmeyen çeşitli mükâşefe ve müşahedelerin, onun ruh için tahakkuk etmiş olduğunun söylenilmesi akıldan uzak bir şey olmaz. Böylece de, pek yerinde olarak bu söz buraya uygun olur. Miracın, hem ruh hem de beden ile yapıldığını isbat hususunda, bu âyetle yapılan istidlâlin aleyhine olarak ileri sürülen sorunun izahı işte bundan ibarettir.
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: “Abd” (kul) lafzı, ancak, hem ruh hem de beden toplamını içine alan bir lafızdır. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk’ın “Bir kulu, namaz kılarken men edeni gördün mü sen?” 2457 âyetidir. Bu âyette geçen “abd” sözüyle, hem ruh hem de bedenin murad edilmiş olduğunda şüphe yoktur. Yine Cenâb-ı Hak, Cin Sûresi’nde, “Şu hakikat de: Allah’ın kulu O’na ibâdet için kalktığı zaman nerdeyse onlar, etrafında keçeler (gibi tortop) oluyorlardı.” 2458 buyurmuştur ki, buradaki “abd” kelimesiyle de, hem ruh hem de beden kastedilmiştir. İşte, bu âyette de böyledir.
Bunun haberden delili ise, sahih hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hadistir ki, bu hadis meşhur bir hadistir. Bu hadis Hz. Peygamber’in Mekke’den Beyt-i Makdis’e, oradan da göklere götürüldüğüne delâlet eder.
Bu hadisi kabul etmeyenler, şu şekilde istidlâl etmişlerdir:
1) Aklî izahlarla. Onların yapmış olduğu bu aklî izahlar da üç tanedir:
a) Bu kadar hıza ulaşmış olan bir hareket düşünülemez.
b) Ağır bir kütlenin göklere yükselmesi makul değildir.
c) Onun göklere yükselmesi, feleklerin yırtılmasını gerektirir. Hâlbuki bu, imkânsızdır.
2) Eğer bu doğru olsaydı, bu, diğer mûcizelerin en büyüğü olurdu. Bu durumda da Hz. Peygamber’in nübüvvet iddiasında doğru söylediğine istidlalde
2457] 96/Alak, 9-10
2458] 72/Cinn, 19
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bulunabilsinler diye, bunu halkın huzurunda ortaya koyması gerekirdi. Ama bunun, hiç kimsenin görüp müşahade edemediği bir zamanda tahakkuk etmesine gelince, bu abestir. Hâkim olan Allah’a ise bu yakışmaz.
3) Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın, “(Geceleyin) sana gösterdiğimiz o temâşâyı ancak insanlara bir fitne yaptık.” 2459 ifâdesine tutunarak şöyle demişlerdir: Bu rüyadan maksat, Mirac hâdisesidir. Hâlbuki bu, insanlar için ancak bir fitne olmuştur. Çünkü Hz. Muhammed’e inanan kimselerin pek çoğu, O’nun bu sözünü duyunca, O’nu yalanlamış ve kabul etmemiştir. Binaenaleyh, Mirac sözü, insanların fitneye düşmesine sebep olmuştur. Böylece bunun, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uykuda gördüğü bir rüya olduğu sâbit olmuş olur.
4) Mirac hadisi, pek çok (akıl almaz) uzak şeyleri ihtiva etmektedir. Mesela, onun karnının yarılıp, zemzem suyuyla temizlenmesine dair rivâyet edilen şey bunlardandır. Bu, akıl almaz bir şeydir. Çünkü suyla yıkanabilen şey, maddî olan pisliklerdir. Bunun, batıl inanç ve kötü huylara dair kalpte bulunan şeyleri temizlemede bir tesiri yoktur. Onun, Burak’a bindiğine dair rivâyet de bu tür şeylerdendir. Bu da akıldan uzaktır. Çünkü Allah Teâlâ onu, bu âlemden felekler âlemine hareket ettirdiğine göre Burak’a niye ihtiyaç duyulsun? Cenâb-ı Hakk’ın elli vakit namazı farz kıldığı, sonra da Hz. Muhammed’in (s.a.s.), Mûsâ’nın (a.s.) şefaati sebebiyle, o elli vaktin beş vakte indirilinceye kadar Allah ile Hz. Mûsâ arasında gidip geldiğine dair rivâyet de bu kabildendir. Kadi: “Bu, hükmün, daha uygulanmadan önce neshedilmiş olmasını gerektirir ve yine bu, Bedâ’yı (hükmün, Allah’a önce gizli kalıp, sonradan ortaya çıkması) icab ettirir. Hâlbuki bu, Allah hakkında düşünülemez.” demektedir. Böylece bu hadisin, kabul edilmesi uygun olmayan birtakım şeyleri ihtiva ettiği sâbit olmuş olur ve bu sebeple de reddolunur.
Bu değerlendirmeye karşı taraf şöyle cevap verir:
1) Cennetin iyilik ve hayırları çok büyük; cehennemin dehşet uyandıran halleri ise çok şiddetlidir. Binaenaleyh, şâyet Hz. Muhammed (s.a.s.), onları bu dünyada iken müşahade etmeyip de Kıyametin başlangıcında müşahade etmiş olsaydı, belki de cennetin hayır ve güzelliklerine arzu duyar, yahut da, cehennemin korkunç hallerinden korkardı. Ama o, onları bu dünyada Mirac gecesinde görüp müşahade edince, onlar, Kıyamet gününde onun gözünde ve gönlünde büyümez, böylece de kalbi onlarla meşgul olmaz. Bu durumda da, kendini sadece şefaate verir.
2) Onun, Mirac gecesinde, peygamberleri ve melekleri görüp müşahade etmesinin, hem kendisinin hem de ümmetinin faydasına olan şeylerin mükemmelleşmesine bir vesile olması imkânsız değildir.
3) Onun feleklere yükselip göklerin, kürsinin ve arşın hallerini müşahade etmiş olmasının, bu âlemin hallerini ve korkunç durumlarını görüp müşahade etmesini gözünde küçültmesine, önemsiz saymasına sebep olması imkânsız bir şey değildir. Böylece, onun kalbinde bir tür kuvvet meydana gelir; o bunları gözönüne aldığında, Allah’a davete başlaması mükemmelleşir ve Allah’ın düşmanlarına iltifat etmemesi de kuvvet kazanır. Bunu şu durum daha iyi izah eder. Bu konuda, Allah’ın kudretini görüp müşahade eden kimsenin, cihad vb. şeylerin
2459] İsrâ: 17/60
İSRÂ VE MÎRAC
- 627 -
sıkıntılarına göğüs germeye karşı gönlündeki kuvvet ve kalbindeki sebat, bunu görüp müşahade etmeyenlerin birkaç misli olur. Cenâb-ı Hakk’ın “âyetlerimizden bazısını gösterelim diye (bunu yaptık)” ifâdesi, adeta isrâfın faydasının bu olduğuna ve kesin olarak bunu ifâde ettiğine delâlet eder gibidir.
Onların dördüncü şüphelerine karşı şöyle cevap verilmiştir: Allah’a, yaptığı şeyler hususunda itiraz edilemez. O, istediğini yapar, dilediğine hükmeder. Allah en iyisini bilendir. 2460
Mirac Aklen Mümkündür
Süratte bu noktaya varmış olan bir hareket, bizâtihi mümkündür. Allah Teâlâ da, bütün mümkünata kadirdir. O halde bu, bu noktaya ulaşmış olan bu şekildeki hızlı bir hareketin imkânsız olmadığına delâlet eder. Bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin, haddi zâtında mümkün olduğunun isbat edilmesinden ibaret olan bu mukaddimenin delilleri şunlardır:
1) En büyük felek, gecenin başından sonra kadar, devrinin tamamının yarısı kadar hareket eder. Mühendislikte şöyle bir kural sâbittir, vardır: Çapın, devre (çevresine) nisbeti, birin üçe ve yediye nisbeti gibidir. O halde, yarıçapın, devrin yarısına nisbetinin de birin üç ve yediye nisbeti gibi olması gerekir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Mekke’den, en büyük feleğin üzerine çıktığının söylenilmesi durumunda, o, sadece yarıçap miktarınca hareket etmiş olur. Bu kadar zaman içinde, devrin yarısının hareketi tahakkuk edince, yarıçap kadar hareketin tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün bir şey olur. Binaenaleyh bu, gecenin üçte biri miktarında, Mekke’den Arş’ın üzerine çıkmanın, aslında mümkün bir şey olduğuna dair kesin aklî bir delildir. Durum böyle olunca da, bu yükselme işinin, bütün bir gecede tahakkuk etmesi, haydi haydi mümkün olur. Allah en iyisini bilendir.
2) Yine mühendislikte şöyle bir kural daha vardır: Güneşin kütlesi, yer kürenin yüz altmış küsür misli büyüklüktedir (Şimdiki hesaplara göre bu sayı 333.400 mislidir). Sonra biz, buna rağmen, güneş yuvarlağının doğuşunun, farkedilemeyecek bir zamanda tahakkuk ettiğini görmekteyiz. İşte bu da, hareketin, bu kadar bir hıza ulaşabilmesinin haddi zâtında mümkün bir şey olduğuna delâlet eder.
3) Katı cisimlerin, âlemin (dünyanın) merkezinden Arş’ın üzerine çıkmaları aklen mümkün olduğu gibi, latif, ruhani maddelerin de, Arş’ın üzerinden âlemin merkezine doğru inmeleri mümkündür. Binaenaleyh şâyet Hz. Muhammed’in (s.a.s.), bir gecede miraçta bulunmasının aklen imkânsız olduğu söylenecek olursa, o zaman Cebrâil’in de bir anda, Arş’tan Mekke’ye indiğinin söylenilmesi de imkânsız olur. Eğer biz bunun imkânsız olduğunu söylersek, o zaman bu, bütün peygamberlerin nübüvvetini ta’n etmek olmuş olur. Miracın tahakkuk ettiğini söylemek, nübüvvet meselesinin kabul edilmesine dayanmakta olan tali bir meseledir. Böylece, bu kadar bir sürate ulaşan bir hareketin imkânsız olduğunu söyleyenlerin, Hz. Cebrâil’in de bir anda, Arş’dan Mekke’ye inmesinin imkânsız olduğunu söylemelerinin gerektiği sâbit olmuş olur. Bu söylenemeyince, onların ileri sürdüğü şey de söylenemez.
2460] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390-394
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şâyet onlar, “Biz, Cebrâil’in bir yerden öbür yere geçen, intikal eden bir cisim olduğunu söylemiyoruz. Biz, Cebrâil’in inişinden kasdedilenin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ruhundan maddî perdelerin kaldırılışı; böylece de, Cebrâil’in (a.s.) zâtında tecelli eden mevcut şeylerin bir kısmının onun ruhunda meydana gelen mükaşefe ve müşahadeler olduğunu söylüyoruz” derlerse, biz deriz ki:
Vahyi bu şekilde anlamak, filozofların görüşüdür. Müslümanların çoğunluğuna gelince, onlar, Cebrâil’in cisim olduğunu; onun nüzulünün, felekler âleminden Mekke’ye intikal etmesinden ibaret olduğunu kabul ederler. Durum böyle olunca da, zikredilen ilzam güçlü ve kuvvetli olur. Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) mirac hâdisesinden bahsedince, herkes onu yalanlar ve Ebû Bekir’e giderek, ona: “Senin arkadaşın şöyle şöyle diyor” derler. Bunun üzerine Ebû Bekir: “Eğer o bunu söylemişse, mutlaka doğrudur” der. Daha sonra da Hz. Peygamber’in yanına varır. Hz. Peygamber de, meseleyi ona ayrıntılı bir biçimde anlatır. Bu meseleyle ilgili olarak Peygamber her ne söylerse, Ebû Bekir “Doğru söyledin” diyerek onu tasdik ederdi. Hz. Peygamber (miracla alakalı) sözünü tamamlayınca, Ebû Bekir: “Ben, senin hakikaten Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber de ona: “Ben de senin hakikaten “sıddık” olduğuna şehâdet ederim.” karşılığını verir.
Hâsıl-ı kelâm, Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle demek istemiştir: “Ben, onun peygamber olduğunu kabul ettiğimde, onu, bundan (yani miracdan)daha büyük bir şey hususunda tasdik etmiş oldum. O halde ben onu, bu hususta daha nasıl yalanlayabilirim?
4) Bütün inanç ve din mensuplarının ekserisi, “İblis’in mevcudiyetini, Âdemoğullarının kalbine vesvese ilka etmeyi üstlenenin o olduğunu ve onun, Âdemoğullarının kalbine vesvese vermek için, bir anda doğudan batıya geçebildiğini kabul ederler. Binaenaleyh onlar, İblis hakkında bu kadar hızlı bir hareketin olabileceğini kabul ettiklerine göre, onların aynı şeyi, peygamberlerin uluları hakkında da kabul etmeleri haydi haydi gerekir. İşte bu lizâm, İblis’in, bir yerden bir yere geçebilen (latif) bir cisim olduğunu kabul edenlere karşı güçlü bir lizâmdır. Ama İblis’in, kötü, şerir ruhlardan olduğunu, onun ne cisim, ne de maddî bir özellik taşımadığını söyleyenlere gelince, bu lizam onları ilgilendirmez. Ancak ne var ki, din mensuplarının ekserisi, İbis’in, bir yerden bir yere geçebilen latif bir cisim olduğu hususunda mutabıktırlar.
Buna göre şâyet onlar, “farzedelim ki melekler ve şeytanlar cism-i latif oldukları için, onlar hakkında böylesi bir hareketin tahakkuk etmesi doğru olur. Bu tür hareketin, onların zâtlarında bulunması imkânsız değildir. Ama insana gelince, bu kesif ve katı bir cisimdir. Binaenaleyh, böylesi bir hareketin tahakkuku, insan için nasıl düşünülebilir?” derlerse biz deriz ki: Biz ancak, hız itibarıyla bu noktaya ulaşmış olan bir hareketin tahakkuk etmesinin haddizâtında mümkün olduğuna, meleklerin ve şeytanların halleriyle istidlalde bulunduk. Ama bu hareketin, haddizâtında mümkün olması halinde, onun insan bedeninde de tahakkuk etmesinin mümkün olmasının izahına gelince, işte bu, eğer Allah dilerse, izahı yakında yapılacak olan başka bir konudur.
5) Kur’an’da, rüzgârların, Hz. Süleyman’ı kısa bir müddet içinde uzak beldelere götürdüğü zikredilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Süleyman’ın hareketini nitelerken, “Süleyman’a da rüzgârı (Mûsâhhar kıldık) ki sabahı bir ay(lık yol), akşam bir
İSRÂ VE MÎRAC
- 629 -
ay(lık yol)du.” 2461 buyurmuştur. Yani, bu âyete göre, Hz. Süleyman bir günde, iki aylık bir mesafe katediyordu. Hatta biz diyoruz ki, çok şiddetli esen rüzgârların, bir anda, bir yerden çok uzak olan olan başka bir yere gidebildiklerini duyularımız da göstermektedir. Ki, bu da, böylesi hızlı bir hareketin, haddizâtında mümkün olduğuna delâlet eder.
6) Kur’ân-ı Kerim, katında kitaptan ilmi bulunan bir kimsenin, Belkıs’ın tahtını Yemen’in en uç noktasından Şam Diyarı’nın en uç noktasına, göz açıp kapama süresi içinde getirip bulundurduğuna delâlet etmektedir. Bunun delili Cenâb-ı hakk’ın, “Nezdinde kitaptan ilim bulunan (zât), ben dedi, göz açıp kapama süresi içinde onu sana getiririm.” 2462 ifâdesidir. Bu, bazı kimseler için mümkün bir husus olunca, biz bunun esasen mümkün bir şey olduğunu anlamış oluruz.
7) Bazı kimseler şöyle demektedir: “Canlılar, görülecek şeyleri ancak, ışığın onun iki gözünden çıkıp görülecek şeyle birleştiğinde görürler. Binaenaleyh biz, gözümüzü açıp da bir adama baktığımızda, onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim gözlerimizden çıkan ışınlar, çok kısa bir anda o adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte bu da, bu kadar bir hıza ulaşmış olan bir hareketin, imkânsız olan şeyler cümlesinden değil, mümkün olduğuna delâlet eder. Böylece, yaptığımız bu izahlarla, sürat bakımından bu noktaya ulaşmış olan böylesi bir hareketin, esasen, var olması mümkün olan bir şey olduğu sâbit olmuş olur.
Böylesi bir hareket haddi zâtında mümkün olunca, onun Hz. Muhammed’in bedeninde tahakkuk etmesinin de imkânsız olmaması gerektiğini beyan hususundadır. Bunun delili şudur: Biz cisimlerin, mahiyetlerinin tamamı hususunda birbirlerinin dengi olduklarını kesin delilleriyle beyan etmiştik. Binaenaleyh, böylesi bir hareket bazı cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer cisimlerde de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da sâbittir. Binaenaleyh, böylesi bir hareket bazı cisimlerde tahakkuk edince, onun, diğer cisimlerde de tahakkuk etmesinin mümkün olması gerekir ki, bu da böylesi bir hareketin Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bedeni için tahakkuk etmesinin, esasen mümkün bir şey olduğuna kesinlikle hükmetmeyi gerektirir.
Bunun böyle olduğu sâbit olunca biz diyoruz ki: Âlemin yaratıcısının bütün mümkünata kadir olduğu delil ile sâbittir. Bu kadar bir sürate ulaşmış olan bir hareketin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bedeni için de tahakkuk etmesinin mümkün olduğu da sâbittir. Binaenaleyh, Allah Teâlâ’nın, buna (mümkün olduğu için) kadir olması gerekir. Bu durumda da, bu mukaddimelerin tamamında Mirac hâdisesinin bilfiil tahakkuk etmesinin, haddizâtında mümkün bir şey olduğu neticesi elde edilir. Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Burada geriye sadece, bu hâdiseye hayranlık duymak ve taaccüb kalır. Ancak ne var ki, bu hayret de, sadece buraya has değildir. Tam aksine bu, (eğer yapılacaksa) bütün mûcizeler için de sözkonusudur. Binaenaleyh bir değneğin, yetmiş bin değneği ve urganı yutacak, sonra da o anda, eskisi gibi küçük bir değnek haline dönüşecek bir ejderha olması da şaşırtıcı bir durumdur. Yine, koskoca bir dağdan büyük bir devenin çıkması, büyük bir dağın (Tur) havada adeta bir şemsye gibi tutulması da şaşırtıcı bir durumdur. Keza, bütün mûcizeler hakkında aynı durum sözkonusudur. Binaenaleyh, sadece bir hayret, bütün bunları inkâr etmeyi ve
2461] 34/Sebe’, 12
2462] Neml: 27/40
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kabul etmemeyi gerektiriyorsa, o zaman, mûcizelerin isbatıyla ilgili bütün görüşlerin, sözlerin, hükümlerin fasit, aslı esası olmadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Hâlbuki mûcizelerin isbatı ve kabul edilmesi, nübüvvet temelinin kabul edilmesinin neticesi olarak, fer’i bir husustur. Yok, eğer sırf bir taaccüb inkâr etmeyi gerektirmiyorsa, işte burada da gerektirmez. Mirac’ın imkânsız bir şey değil, mümkün olduğunu söylemenin izahı hususundaki sözün tamamı bundan ibarettir. Allah en iyisini bilendir 2463.
Göklere ve Arş’a Çıkmak Mümkün müdür? Göklere ve Arş’ın üzerine çıkmaya gelince, bu âyet buna delâlet etmez. Âlimlerin bir kısmı buna, Necm Sûresinin ilk âyetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna, Necm Sûresi’nin ilk âyetiyle istidlal ederken, bir kısmı da buna, Cenâb-ı Hakk’ın, “Siz hiç şüphesiz, bir tabakadan başka bir tabakaya bineceksiniz.” 2464 âyetiyle istidlâl etmişlerdir ki, bunların tefsiri, yerinde zikredilmiştir. Hadisin delâletine gelince yukarıda izah edildiği gibidir. Allah en iyisini bilendir. 2465
İsrâ ve Mirac Hâdisesini Kabul Etmeyenlere Cevap: Bazı kimselerin bu olayı imkânsızmış gibi görmeleri çok gariptir. İnsanın sınırlı -hem de çok sınırlı- güçleri ile Aya ulaşmayı başardığı bir zamanda, Allah'ın sonsuz ve sınırsız gücü ve kudreti ile Rasûlü'ne (s.a.s.) kısa bir zaman içinde bu yolculuğu yaptırabileceğini inkâr etmek çok saçmadır.
Her şeyin ötesinde, bir şeyin mümkün olup olmadığı konusundaki soru sadece sınırlı güçlere sahip olan insan hakkında geçerli olur. Fakat her şeye kadir olan Allah sözkonusu olduğunda bu tür sorular sorulamaz. Sadece Allah'ın her şeye kadir olduğuna inanmayan bir kimse, Allah kendisi, kulunu Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götürdüğünü söylediği halde bu olağanüstü olaya itiraz edip inkâr edebilir. Aynı şekilde, hadislerde geçen ayrıntılara yöneltilen itirazlar da, ikisi dışında, çok basit ve saçmadır:
Birinci itiraz şudur: Eğer hadislerdeki ayrıntıları kabul edecek olursak o zaman Allah'ın belirli bir yer ile sınırlı olduğunu kabul etmemiz gerekecektir; aksi takdirde bu amaçla kulun belli bir yerden başka bir yere götürülmesine gerek olmazdı. Bunun yanısıra hadislerin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) bu yolculuğunda cennet ve cehennemi, orada azap çeken insanları görmüştür. Buna yöneltilen itiraz da şöyledir: Neden bazı insanlar kıyametten sonra kurulacak mahkemeden önce azap çekmekte veya mükâfat görmektedirler?
Birinci itirazı ele alırsak, elbette Allah sınırsız ve sonsuzdur. Fakat O, kullarıyla münasebet kurduğunda, kullarının eksik ve zayıf yaratılışlarına uygun araçlar kullanır. Bu O'nun kendi eksikliği nedeniyle değil, kullarının zayıflık ve eksiklikleri sebebiyledir. Örneğin O, yarattıklarından herhangi biriyle konuştuğu zaman, kendisinin konuşmasında sınırlama sözkonusu olmamasına rağmen kulunun anlayacağı sınırlı konuşma şeklini kullanır. Aynı şekilde O, kuluna mülkünün muhteşem âyetlerinden bazılarını göstermek istediğinde, onu âyetlerin bulunduğu mekâna götürür. Elbette kul, Allah gibi evrende var olan âyetlerin tümünü görmeye güç yetiremez. Çünkü Allah'ın bir şeyleri görmek için bir yere
2463] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/390-394
2464] İnşikak: 84/19
2465] Fahreddin Râzi, Mefâtihu'l-Ğayb, Akçağ Y., 14/397
İSRÂ VE MÎRAC
- 631 -
gitme gibi bir ihtiyacı yoktur, fakat kul bunu yapmak zorundadır. Aynı şey kulun Allah'ın huzuruna çıkması için de geçerlidir. Gerçi Allah herhangi bir mekânla sınırlı değildir, fakat kul, O'nun huzuruna çıkmak için, O'nun âyetlerinin çok yoğun olduğu bir yere gitmelidir. Çünkü kul, sınırlı güçleri ile O'nun sonsuz ve sınırsız huzuruna varamaz.
İkinci itiraza gelince, bu da Hz. Peygamber'e (s.a.s.) gösterilen birçok âyetin sembolik olduğu konusunu anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Örneğin bir çukurdan şişman bir öküzün çıkması, fakat tekrar içeri girememesi fitnenin somutlaştırılmış bir halidir. Aynı şekilde zina yapanlar, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) önlerinde taze et olduğu halde, çürük ve kokmuş et yerken gösterilmişlerdir. Buna benzer bir şekilde kötülüklere verilen cezalar da ona âhirette verilecek olan cezaları önceden görebilmesi için sembolik bir şekilde gösterilmiştir.
Bu, Peygamberlerin gözleriyle gördükleri şeyleri tam bir "ayne'l-yakin" içinde başkalarına anlatabilmesi içindir. Çünkü bu deneyim onları, tüm teorilerini zanna dayandıran ve iddia ettiklerini müşahade edemeyen filozoflardan ayırır. Filozofların aksine Peygamberler insanlara sundukları şeyler konusunda şehâdet edebilirler, çünkü onları kendi gözleriyle görmüşlerdir." 2466
İsrâ ve Mirac Olayına Farklı Yaklaşımlar
(S. Ateş, Hamidullah, M. Esed)
Süleyman Ateş’in İsrâ, Mirac ve Mescid-i Aksâ ile İlgili Yorumu:
İsrâ Ve Mi'râc: “Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki kulunu, gecenin bir vaktinde, âyetlerimizden bir bölümünü kendisine göstermemiz için Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya yürüttü. Gerçekten O, işiten, görendir.”2467 (Sürâ) kökünden gelen (isrâ), gece yürütmek demektir; (sürâ) gece yürümektir. “Gecenin bir parçasında aileni yürüt!”2468 âyetinde de Lût'a, ailesini kentten çıkarması emredilmektedir.
Bir görüşe göre de geniş yer anlamına gelir. Bu takdirde âyet, Allah'ın, kulunu yüksek bir yerden götürdüğü anlatılmış olur. Bazılarına göre de esrâ, yükseklik anlamına gelir.2469 Bu durumda da âyette Allah'ın, kulunu gecenin bir vaktinde yükselttiği anlatılmış olur.
Bu âyette, Yüce Allah'ın, âyetlerini göstermek üzere kulunu, gecenin bir vaktinde, Mescid-i Haram'dan, çevresi bereketli olan Mescid-i Aksâ'ya isrâ' ettiği (yürüttüğü) bildirilmektedir. Mescid, secde, ibâdet edilecek yerdir. Mescid-i Haram, Kâbe'dir. Kâbe'nin kendisine mescid dendiği gibi, Harem adını taşıyan çevresine de Mescid-i Haram denilir. Âyetten, Hz. Muhammed'in, Kâbe'nin yanında bulunduğu sırada yürütme veya yükseltilme olayının vuku bulduğu anlaşılır.
İsrâ, gece yürümek veya yürütmek olduğuna göre, âyette ayrıca "geceleyin" kelimesinin getirilmesi, bu yürütme olayının, bütün gece değil, sadece gecenin bir parçasında olduğunu belirtir. Eğer bu kelime olmasaydı, sanki yürütmenin,
2466] Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 3/70-71
2467] 17/İsrâ, 1
2468] 11/Hûd, 81
2469] Râğıb, Müfredat, s. 231
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün geceyi kapsadığı anlaşılabilirdi. Oysa bu kelime, olayın çok kısa bir zamanda olup bittiğini anlatır.
Bir hadîse göre olay, Peygamber Kâbe'de Hacer-i Esved'in yanında, uyku ile uyanıklık arasında bir durumda iken, bir başka rivâyete göre de amcası Ebûtâlib'in kızı Ümmü Hani'in evinde iken cereyan etmiştir. Bu durumda âyette, Mescid-i Haram ile kasdedilen, Mescid-i Haram'in kendisi değil, çevresidir. Uzak mescid anlamına gelen Mescid-i Aksâ ise çoğunluğun kanısına göre Kudüs'te bulunan Süleyman ma'bedidir. Kur'ân'ın indiği zamanlarda burası harabe idi ve Mescid-i Aksâ adını taşımıyordu. Sonradan Hz. Ömer zamanında müslümanlar tarafından, Süleyman Ma'bedi harabesinin bir bölümü üzerinde yapılan mescide Mescid-i Aksâ denmiştir.
Peygamber’in (s.a.s.), geceleyin Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülmesine isrâ, göklere çıkarılmasına da mi'râc denilir. Âyette Peygamber'in, Mescid-i Aksâ'dan göklere çıkarıldığına dair bir işaret yoktur. Bu husus, hadîslerde geçer:
Enes ibn Mâlik'in rivâyetine göre Peygamber (s.a.s.), henüz kendisine vahiy gelmezden önce, Mescid-i Haram'da uyurken üç kişi gelmiş, birincisi: O, hangileridir? İkincisi: Ortancalarıdır, Üçüncüsü: En hayırlılarıdır. En hayırlılarınızı alınız, demiş. Allah'ın Elçisi, o gece kimseyi görmemiştir. Sonra bunlar, başka bir gece, gözü uyuyup kalbi uyumayan Peygamber'e -peygamberlerin gözleri uyur, kalbleri uyumaz- gelmişler, hiçbir şey söylemeden onu kaldırıp Zemzem kuyusunun yanına koymuşlar. Cebrâîl, onun boğazından göbeğine kadar karnını yarmış, göğsünde ve karnında olanları boşaltmış, Zemzem suyu ile yıkamış, altun bir teşt getirmiş, testin içinde iman ve hikmet dolu altun bir kab varmış. O hikmet ve imanla Peygamber'in göğsünü ve boyun damarlarını doldurup kapatmış. Sonra onu en yakın göğe çıkarmış, gök kapılarından birini çalmış. Gök halkı:
Kim o? diye bağırmışlar. -Cebrâîl, demiş.
Yanında kim var? demişler.
Yanımda Muhammed var, demiş.
Ona (gelmesi için haber) gönderildi mi (Ona, buraya gelmesi için davetiye gönderildi mi? Veya: Ona elçilik görevi verildi mi?) demişler.
Evet, demiş.
Hoş geldi, safa geldi, demişler.
Gök halkı onu görünce sevinmiş -gök halkı, yeryüzünde Allah'ın ne yapmak istediğini, Allah kendilerine bildirmedikçe bilmezler-. (Hz. Muhammed), en yakın gökte Hz. Âdem'i görmüş. Cebrâîl ona:
Bu, senin atan Âdem'dir, demiş. Âdem(Hz. Muhammed'e):
Sen ne güzel evlâtsın! demiş.
Henüz en yakın gökte iken iki ırmak görmüş:
Ey Cebrâîl, bu iki ırmak nedir? diye sormuş. Cebrâîl:
Bunların kaynağı Nil ile Fırat'tır, demiş.
İSRÂ VE MÎRAC
- 633 -
Sonra onu gökte dolaştırmış. Üzerinde inci ve zebercedden yapılı bir köşk bulunan bir ırmak görmüşler. (Hz. Muhammed,) Elini ırmağa dokundurunca halis misk olduğunu anlamış.
Ey Cebrâîl, bu nedir? demiş Cebrâîl:
Bu, Rabbinin, sana ayırdığı Kevser'dir, demiş.
Sonra onu ikinci göğe çıkarmış. Buradaki melekler de birinci gökteki meleklerin söyledikleri gibi:
Kim o? demişler. Cebrâîl, demiş.
Yanında kim var? demişler.
Muhammed var, demiş.
Muhammed'e haber gönderildi mi? demişler.
Evet, demiş.
Hoş geldi, sefa geldi, demişler.
Sonra Cebrâîl, onu üçüncü göğe çıkarmış. Oradakiler de birinci ve ikinci göklerdeki meleklerin söylediklerini söylemişler. Sonra onu dördüncü göğe çıkarmış, oradakiler de öyle söylemişler. Sonra beşinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. Yedinci göğe çıkarmış, onlar da öyle demişler. (Râvî Şerîk şöyle diyor): Enes, her gökte bulunan peygamberlerin adlarını söyledi. Fakat sadece ikinci gökte İdrîs'in, dördüncü gökte Hârûn'un adını belledim. Beşinci gökte de bir peygamber vardı ama adını hatırda tutamadım. Altıncı gökte İbrâhîm, yedincide Mûsâ vardı. Allah ile konuşması bereketiyle Mûsâ, yedinci göğe yükseltilmişti. Mûsâ: Rabbim, senin, benim üstüme bir başkasını çıkaracağını sanmıyordum, dedi.
Sonra Cebrâîl onu, yalnız Allah'ın bileceği makamlara yükseltti; Sidretu'l-muntehâ'ya geldi, yüce Rabbe yaklaştı, (Rab) sarktı, arada iki yay kadar, ya da daha az bir mesafe kaldı. Allah ona, orada vahyettikleri arasında: "Senin ümmetine her gün ve gecede elli vakit namaz" vahyetti. Sonra onu indirdi. Mûsâ'nın yanına geldiler. Mûsâ, onu yanında tuttu:
Ey Muhammed, Rabbin senden ne sözü aldı? dedi.
Bir gün ve gecede elli vakit namaz sözü aldı, dedi.
Ümmetin bunu yapamaz, dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi. Peygamber (s.a.s.), Cebrâil'e döndü, ona danışır oldu. Cebrâîl de:
Doğru, istersen dön, dedi.
Tekrar onu yüce Rabbe çıkardı. Peygamber yerinde durarak:
Ya Rabbi, bizden hafiflet, çünkü ümmetim bunu yapamaz, dedi.
On vakit namaz kaldırıldı. Tekrar Mûsâ'nın yanına döndü. Mûsâ, yine ona bunun çok olduğunu söyledi. Her seferinde onu geri döndüre, döndüre nihâyet namazlar beşe indirildi. Sonra Mûsâ:
Ya Muhammed, vallahi ben kavmim İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, gevşeklik gösterdiler, terkettiler. Senin ümmetin, bedence, kalbce, göz
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve kulakça benim kavmimden daha zayıftır; dön, Rabbin senden hafifletsin, dedi.
Mûsâ'nın her itirazında Peygamber Cebrâîl'e döner, ona danışır, o da Mûsâ'nın düşüncesini uygun bulurdu. Cebrâîl, Peygamber'i beşinci kez çıkardı. Peygamber:
Ya Rabbi, ümmetim zayıftır, bedenleri, kalbleri, kulakları, gözleri zayıftır. Bizden hafiflet, dedi. Yüce Rab:
Ya Muhammed, hay hay, ancak katımda söz değiştirilmez, namaz asıl Kitâb'da sana farz kıldığım gibidir, her iyiliğe on kat sevap verilir. O size beş vakit farz ise de Kitâb’da ellidir, dedi.
Peygamber tekrar Mûsâ'ya döndü. Mûsâ (selâm ona): -Ne yaptın? dedi. Peygamber:
Bizden hafifletti ama her iyiliğe on kat sevap verdi, dedi. Mûsâ:
Vallahi ben, İsrâîloğullarına bundan daha azını getirmiştim, terkettiler. Rabbine dön, senden hafifletsin, dedi. Peygamber (s.a.s.):
Ey Mûsâ, vallahi ben artık Rabbime itiraz etmekten utandım, dedi.
Öyle ise Allah'ın adıyla in, dedi.
Peygamber uykusundan uyandı ki kendisi Mescid-i Harâm'dadır. 2470
Mi'râcın ayrıntısı hakkında bundan az veya çok farklı rivâyetler vardır. Hepsini burada anmağa gerek görmüyoruz. Hepsinin omurgasını, Buhârî'nin rivâyetinde anlatılanlar oluşturmaktadır.
Hz. Mûsâ'nın, "Rabbim, senin, benim üstüme kimseyi çıkaracağını sanmıyordum" demesi, Mûsâ'yı diğer peygamberlerin üstüne, Hz. Muhammed'i de onun üstüne çıkaran bir anlam taşır. Zâten hadîsin râvîsi Şerîk ibn Abdullah'ın, bu hadîsi karıştırdığı; iyi hatırlayamadığı belirtilmektedir. 2471
Buhârî'nin rivâyetinde olay, Peygamber'in, henüz peygamber olmadan önce gördüğü bir rü'yâdan ibarettir ve âyette anlatılan İsrâ olayı ile bir ilgisi yoktur.
Ahmed ibn Hanbel'in, Sâbit el-Benânî yoluyla Enes'ten rivâyet ettiği benzeri ve daha ayrıntılı hadîste ise rü'yâdan ve olayın tarihinden söz edilmemektedir. Bezzâr'ın Müsned'indeki garîb rivâyette de olay, bir rü'yâ olarak anlatılır. Bu rivâyetten de olayın, İsrâ ile ilgisi olmadığı anlaşılır.2472 İbn Ebî Hatim'in, Ebû Mâlik yoluyla Enes'ten rivâyet ettiği hadîste ise Mi'râc olayı, İsrâ olayına bağlanmaktadır. İbn Kesîr, bu bağlamda çok tuhaf ve garîb şeyler olduğunu söylüyor. 2473
Bütün rivâyetlerin özünü, Buhârî'nin Enes'ten aktardığı rivâyet oluşturmaktadır. Olay, bir rü'yâ biçiminde anlatılsa da gerçeklere ters düşen şeylerle doludur:
2470] Buhârî, Hac 76, Enbiyâ 5, Tevhîd 73, Menâkıb 24; Müslim, İmân 259, 263; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/148, 149, 5/143
2471] İbn Kesîr, Tefsîr III/4
2472] İbn Kesîr, Tefsir III/6
2473] Tefsîr, III/8
İSRÂ VE MÎRAC
- 635 -
Henüz Peygamber olmayan Hz. Muhammed'in ümmetine namazın farz kılınması tuhaftır. Çünkü henüz peygamber olmayan Hz. Muhammed'in ümmeti de yoktur ki namaz farz kılınsın.
Allah namazı farz ettikten sonra Hz. Muhammed'in, Mûsâ'nın önerisini Cebrâîl'e danışması ve onun önerisi ile beş kez Allah'a dönüp "Ya Rabbi bunu bizden hafiflet, hafiflet" şeklinde itirazda bulunması, akıl ve mantığın alacağı bir şey değildir. Allah, verdiği emri henüz tebliğ edilmeden değiştirir mi? Değiştireceği şeyi neden emretsin? Verdiği emri şartların değişmesiyle değiştirmesi, yani nesh ve tebdîl etmesi, sosyolojik kurallara uygundur. Fakat emrini, daha tebliğ edilmeden, aradan zaman geçmeden geri alması, ma'kul değildir. Kadı Abdu'l-Cebbâr'a göre bu, henüz yürürlüğe konmayan bir hükmü neshetmektir ki bidâ' demektir.
Bidâ', iyi olmadığı sonradan anlaşılan şeyi ortadan kaldırmaktır. Yani Allah, önce insanların, buna dayanamayacağını bilmeyip sonra bunu anlamış ve değiştirmiş, hafifletmiş demektir ki muhaldir, imkânsızdır. Kabulü câiz olmayan düşünceleri taşıyan bu rivâyetin reddedilmesi gerekir. 2474
Allah sözünü değiştirmez. Bir lahza sonra değiştireceğini bildiği bir şeyi de emretmez. Kaldı ki Mi'râc, rûhânî bir yükseliştir. İnsan o anda beşerî irâdesini yitirir, normal düşünce sınırlarını aşar. Beşerî düzlemdeki gibi, istediğini düşünemez. Bütün hareketleri Allah'ın irâdesi içinde olur. Oysa bu konuşmalar, danışmalar, i'tirazlar, gelip gitmeler normal insan düşüncesi düzeyinde olan şeylerdir. Peygamber, Mi'râc gibi insanın aklını başından alan rûhânî bir vision'da Mûsâ'nın yanına gidip, hâşâ, Allah'ın emrini ona danışacak durumda olamaz. Çünkü o anda Allah'ın irâdesine teslîm olur, kendinden geçer, kendisine ne gösterilirse onu görür, ne söylenirse onu duyar. Birinden fikir alacak, sonra Allah'a dönüp "Ya Rabbi bu kadar namaz çoktur, bunu ümmetim yapamaz" diyecek irâdeye sahip değildir. O makam ve vision, danışma ile iş yapılacak makam değildir. Ayrıca emreden Allah olduğu bilindikten sonra artık O'nun emrini başr kasına danışmak, hâşâ O'na güvenmemek anlamını taşır. Bunu Peygamber değil, sıradan bir kul bile yapamaz.
Burada Peygamber'in, Allah ile tıpkı bir insanla konuşur gibi normal duyu ve düşünce sınırları içinde konuştuğu anlatılıyor ki bir insanın, Allah ile normal duyu ve düşünce düzeyinde konuşması olanaksızdır. Allah'ın tecellîsine mazhar olan dağ, pamuk gibi atılırken O'nun huzuruna çıkan insanda beşerî düşünceden eser kalır mı? Onda: "Ya Rabbi, bunu bizden hafiflet" deme gücü kalır mı? Allah'ı gören, kendisinden geçer. Zâten "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O latif (gözle görülmez), habîrdir (her şeyi bilen)." 2475 âyetinin açık söylemiyle Yüce Allah, baş gözüyle görülemez. Mutasavvıflara göre Allah, insanın beşerî düşüncelerini alır, ona kendi varlığını unutturursa o zaman insan Allah'ı görse de kendi insanî varlığı ile değil, Hakk'ın varlığı ile görür ki bu durumda Hakk'ı gören, yine Hak'tır. Nitekim Peygamber'in, Allah'ı görmediği, "Nurdur, O'nu nasıl göreyim?" dediği anlatılır. 2476
2474] Mefâtîhu'1-Ğayb, 20/152
2475] 6/En'âm, 103
2476] Müslim, İmân 29; Tirmizî, Tefsir, sûre 53; Ahmed İbn Hanbel de rivâyet etmiştir; İbn Kesîr, Tefsîr III/10
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
53/Necm, 1-15'nci âyetlerinde Cebrâil'in, Hz. Muhammed'e, iki yay arası, hattâ daha da az bir mesafe kalıncaya dek yaklaşıp ona vahyetmesi olayı, Mi'râc olayı ile karıştırılmış ve Allah'ın sarktığı, yaklaştığı ifâde edilmiştir. Oysa Hz. Âişe'nin ve Abdullah ibn Abbâs'ın belirttikleri gibi sarkan, yaklaşan Cebrâil'dir. 2477
Peygamber'in Cebrâil'i görmesi olayı İsrâ olayı ile karıştırılmıştır. Hattâ kanâatimizce Peygamber'in çeşitli zamanlarda gördüğü rü'yâlar da birbirine karıştırılıp, hepsi tek olaymış gibi anlatılmış, daha sonra çeşitli eklemelerle de olay efsaneleştirilmiştir.
Mi'râc rivâyetlerinde Peygamber, Mûsâ ile görüştükten sonra Allah'a varınca bir rivâyette farz kılınmış olan elli namazın şatır şatır (yarımşar, yarımşar), diğer rivâyette onar vaktinin indirildiği, başka rivâyette ise beşer vaktinin kaldırıldığı söylenir. 2478
Bunlar birbirine aykırı şeylerdir. Namazın elli vakit farz kılınmış iken Mûsâ'nın ikazlarıyla Hz. Peygamber'in, Rabbine dönüp bunun çok olduğunu, ümmetine ağır geleceğini söylemesi ve böyle böyle namazın beş vakte indirilmiş olması, Allah ile Peygamber arasında bir pazarlık gibi görünmektedir. Kaldı ki bu rivâyetlerde Mûsâ'nın, Peygamber'e, beş vaktin de çok olduğunu, kendi ümmetinin bunu dahi yapmadıklarını söylediği anlatılmaktadır. Oysa Mûsâ dininde de beş vakit namaz vardır. Böyle iken Mûsâ bunun tersini nasıl söyler?
Ayrıca biraz önce kaydettiğimiz Buhârî rivâyeti, Mi'râm, henüz peygamberlik gelmezden önce vuku bulduğunu ve beş vakit namazın o zaman farz kılındığını anlatıyor. Bundan çıkan sonuç, beş vakit namazın, peygamberlik gelmezden önce, bir ru'yâ üzerine farz kılındığıdır ki anlaşılır değildir. Peygamberlikten önce herhangi bir farz sâbit olamaz. Namazın farz olabilmesi için önce onu tebliğ edecek kişinin, peygamber olarak görevlendirilmiş olması gerekir.
Hâsılı, bu rivâyetlerin içine çok katma girmiştir. Beş vakit namazın Mi'râc'da farz kılındığı rivâyeti bir kanıttan yoksundur. Eğer öyle olsaydı, ondan sonra Peygamber bir süre Mekke'de, on yıl da Medine'de kaldı. Namazla ilgili vahiyler geldi. Bu vahiylerin hiçbirinde namazın beş vakit olduğu belirtilmemiştir. Ancak günün başında, sonunda, gecenin bir bölümünde namaz kılınması, Allah'ın anılması emredilmiştir. Fakat beş vakit namaz hakkında kesin âyet bulunmayınca, bunu sağlam bir esasa bağlamak için beş vaktin, Mi'râc gecesinde, doğrudan (aracısız) vahiy ile farz kılındığı rivâyeti ortaya atılmıştır.
Kaldı ki namaz Mi'râc'dan önce de kılınırdı. Ve namazın beş vakit olduğuna dair ne Mi'râc'dan önce, ne de sonra Kur'ân'da bir açıklık yoktur. Bu husus, Peygamber'in uygulamasından anlaşılmaktadır. Herhalde bu rivâyetler, namazın beş vakit olduğunu sağlama bağlamak için Mi'râc hadîslerinin arasına sokuşturulmuştur. Çünkü bazı kimseler, Kur'ân'da bulunmayan dinî uygulamalara itiraz ediyorlardı. Bunu yapanlar, Mi'râc olayının da, en sağlam rivâyete göre bir rü'yâdan ibaret olduğunu hiç anmamışlardır.
Kur'ân'da Mi'râc olayından da söz edilmez. İsrâ Sûresinin birinci âyetinde
2477] İbnKesîr, Tefsîr III/4
2478] İbn Kesîr, Tefsîr, III/4-21; Hâzin, IV/135
İSRÂ VE MÎRAC
- 637 -
anlatılan, Mi'râc değil, İsrâ olayı, yani Peygamber'in göklere çıkarılması değil, Mescid-i Harâm'dan, Mescid-i Aksâ'ya yürütülmesi olayıdır. Sûrede bunun dışında bir şey söylenmiyor. Ancak 60'ncı âyette: "Sana gösterdiğimiz rü'yâyı ve Kur'ân'da la'netlenmiş ağacı, insanları sınama (aracı) yaptık" buyrulmaktadır ki bundan da olayın, Peygamber'e gösterilen rûhânî bir müşahede (vizyon) olduğu anlaşılmaktadır. 2479
Çünkü Arapçada rü'yâ, baş gözüyle değil, uykuda veya gönül gözüyle görme olayına denilir. Reşid Rızâ da Mi'râc olayını, rûh ve cesetle birlikte, rûhaniyyetin ağır bastığı, beşerliğin ruhun etkisine girdiği bir vizyon olarak anlatmağa çalışmaktadır. Peygamberlerin, rûhânî varlıklarla görüştüklerini, rûhânîlerin, insan Sûretinde onlara göründüklerini söyleyen Reşid Rızâ, Hz. Peygamber'in, Cebrâîl'i, asıl kendi Sûretinde iki kez gördüğünü, fakat Sûretlere bürünmüş vaziyette belki yüzlerce kez gördüğünü; keza başka melekleri ve bazı cinleri şekillere bürünmüş vaziyette gördüğünü anlatmaktadır. 2480
Mi'râc'da Peygamber'in Allah ile karşılıklı konuştuğu ve beş vakit namazın orada vâsıtasız vahiy ile emredildiği kanısı yayılmıştır. Önce bu, vâsıtasız vahiy iddiasının temeli yoktur. Çünkü Şu'arâ Sûresinin 51'nci âyetinin açık beyanına göre Allah, bir insanla doğrudan konuşmaz. Ya ilham ile ya perde arkasından konuşur veya gönderdiği elçi, O'nun dilediğini, yine O'nun dilediği kuluna vahyeder.
İkinci olarak İsrâ, Mekke döneminin son yarısında vuku bulmuş bir olaydır. Bu âyetler ise o olaydan çok sonra, Medîne'de vahyedilmiştir. Çünkü Bakara Sûresinin tamamı Medine'de inmiştir.
Üçüncü olarak tefsirlerde bu âyetlerin iniş sebebi şöyle anlatılmaktadır: "Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah her şeye kadirdir." 2481 âyeti inince bunun anlamı, Allah Elçisi'nin sahâbîlerine ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah'ın Elçisi'ne gelip huzurunda diz çöktüler:
- Yâ Rasûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları yapabiliriz ama sana inen bu âyetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olamayız), dediler.
Peygamber (s.a.s.) onlara:
Siz, herhalde İsrâîloğullarının söylediği gibi "İşittik, isyan ettik" diyeceksiniz, dedi.
Hayır, "İşittik, itaat ettik" dediler.
İşte bu olay üzerine Allah Bakara Sûresinin son âyetlerini indirdi." 2482
Bu rivâyete göre Bakara Sûresi, İsrâ ve Mi'râc esnasında değil, Medine'de ashabın bu sorusu üzerine inmiştir. Bizce bu rivâyetin doğruluğu kuşkulu olsa da, Bakara Sûresinin tamamının Medine'de indiğinde müfessirlerin ittifakı vardır.
2479] Kurtubî, el-Câmi', III/425
2480] Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm, 9/162-163
2481] 2/Bakara, 284
2482] el-Câmi', III/427-428
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazı Mi'râc rivâyetlerinde anlatıldığı gibi Bakara Sûresinin son âyeti de Mi'râc'da değil, normal vahy yöntemi ile gelmiştir. Bütün Kur'ân'ın Cebrâil tarafından vahyedildiği, yalnız Âmene'r-Rasûlü ile başlayan Bakara Sûresinin son iki âyetini, Peygamber'in doğrudan Allah'tan işittiği hakkında Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbâs'a dayandırılan bir rivâyet vardır. Bu rivâyet, âyetleri, vâsıtasız vahye misal göstermektedir
Mi'râc hakkındaki rivâyetler, genellikle olayı görmeyen, ancak Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret ettikten sonra onun hizmetine girmiş olan Enes ibn Mâlik, Câbir ibn Abdullah ve Medine döneminin son yıllarında gelip müslüman olan Ebû Hüreyre gibi sahâbîler tarafından aktarılmaktadır. Rivâyetlerin birbirinden farklı yanları çoktur ve Hz. Peygamber'in, başka rü'yalarmdaki olaylar Mi'râc olayına karıştırılmıştır.
Bizim kanâatimize göre İsrâ ve Mi'râc, uyanık iken vuku bulmuş, ruhsal olaylardır. İsrâ olayı bir defa olmuştur, fakat Mi'râc olayı birkaç kez vuku bulmuştur. Necm Sûresinde anlatılan olay ile İsrâ olayı birbirinden ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü bu müşahedelerle Peygamber(s.a.s.)e, Rabbinin bazı büyük âyetleri gösterilmiştir ki işte bu, Mi'râc (mânâ âleminde yükselme, ruhen yüceler âlemine çıkma) demektir. Zîrâ İsrâ olayını anlatan âyette de bu olayın, ona Allah'ın büyük âyetlerinin gösterilmesi için düzenlendiği bildirilmektedir. Ancak Mi'râc olayını anlatan rivâyetlerde geçen ayrıntılar, inanılması gereken şeyler değildir. Biz, Kur'ân'ın dediği biçimde Peygamber'in, Necm Sûresinin inişine kadar Cibril'i iki kez gördüğüne, ondan vahiy aldığına, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya kadar da uyanık durumda, fakat ruhsal olarak yürütüldüğüne, bu arada Allah'ın birçok âyetini gördüğüne inanırız. İbn Kesîr şöyle diyor:
"Bu hadîslerin tümüne: sahihine, hasenine ve zayıfına vakıf olunca bunların hepsinin, Peygamber(s.a.s.)in Mekke'den Beyt-i-Makdis'e gittiğinde ve bunun bir kere vuku bulduğunda ittifak ettikleri görülür. Gerçi râvîlerin nakilleri birbirini tutmaz; kimi eksik, kimi fazla şeyler söylemiştir. Bu da normaldir, çünkü peygamberlerin dışında insanlar hatâ edebilirler. Bazı kimseler, bu rivâyetlerin her birinin ayrı bir olayı anlattığını, böylece birçok isrâ ve mi'râc olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu fevkalâde tuhaf bir görüştür. Bunlar, kaçılmayacak yere kaçmış ve bir yere de varamamışlardır." 2483
Bu sûrenin, Necm Süresindeki âyetlerin ve Buhârî ve Müslim'in rivâyetlerinin ışığında Mi'râc olayının, İsrâ'dan ayrı ve ondan önce; İsrâ'nın ise Mekke döneminin sonlarına doğru vuku bulduğu kanâatine varmış bulunuyoruz.
Peygamber'in, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülmesi anlamını taşıyan İsrâ olayının, rûhânî mi, cismânî mi yani sadece ruhla mı, yoksa hem rûh hem bedenle mi olduğu da ihtilâf konusudur. Çoğunluğun kanısına göre İsrâ, hem rûh, hem bedenle olmuştur. Fakat azınlıkta kalan âlimlere göre İsrâ ruhsal bir seyahattir. Hz. Âişe'nin: "Allah'ın Elçisi'nin cesedi yerinden ayrılmadı, fakat o ruhuyla seyahat ettirildi" dediği, Mu'âviye'nin de: "O, Allah'tan sâdık bir rü'yâ idi"dediği rivâyet edilir.2484 Bu görüşü savunan Muhammed ibn İshâk ibn Yesâr, sûrenin 60'ıncı âyetiyle Hz. İbrâhim'in, rü'yâsında oğlunu boğazladığını
2483] Tefsir, III/23
2484] İbn Kesîr, Tefsir, III/24
İSRÂ VE MÎRAC
- 639 -
gördüğünü anlatan 37/Sâffât, 102. âyetini delîl göstermekte, peygamberlere uyanık iken olduğu gibi uykuda da vahiy geldiğini, işte bu müşahedesinin de uykuda vuku bulmuş bir müşahede olduğunu söylemektedir. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz" 2485 buyurmuştur. Onun rü'yâda gördükleri de haktır. 2486
Biraz önce anlattığımız Buhârî hadîsinin son cümlesinden Mi'râc'ın ruhsal bir seyahat olduğu anlaşılır: "Peygamber uyandı ki Mescid-i Ha-râm'dadır." Ancak bu hadîste anlatılan, İsrâ'dan önce vuku bulmuş olan Mi'râc olayıdır. Burada İsrâ'dan söz edilmez.
Kanâatimize göre hem Mi'râc, hem de İsrâ olayları, rûhânî olaylardır. Bunların rûhânî olduğunu söyleyenler azınlıkta kalmasına rağmen bizce onların görüşü, âyetlerin ruhuna ve gerçeğe uygundur. Ancak bizim kanâatimize göre her iki olay da rü'yâ'da değil, Peygamber (s.a.s.) uyanık iken vuku bulmuş, ruhsal yükselmedir. Peygamber'in rûh (kalb) gözünden perdeler kalkmış, beşerî varlığından geçen, tasavvuf diliyle Allah sevgisinde kendisini yitiren Peygamber (a.s.), çıkarıldığı ruhsal seyahatte ruhsal makamları dolaşmıştır.
Bu ruhsal seyahati, onun bedensel seyahatine ve bedensel seyahatinde İsrâîloğullarıyla karşılaşacağına, yani Hicretine işarettir. Onun ruhsal seyahati, bedensel seyahatinden önce olmuştur. Eğer Mi'râc ve İsrâ, çoğunluğun söylediği gibi bedenle olmuşsa -ki bizce bu çok uzak bir olasılıktır- bunun da izahı mümkündür. Tasavvufta zikrullah ile insan cisminin nura dönüşeceğine inanılır. Yani zikirle, sevgi ile vücut, yoğunluğunu kaybedip nura dönüşebilir. Nûr, ışık demektir. Işık, saniyede üçyüz bin kilometre hıza sahiptir. İşte yoğunluğunu kaybederek nûr haline gelen insanın, birkaç saniyede dünyaları dolaşması mümkündür. Gerçeği Allah bilir.
İsrâ'nın vaktine gelince: Bir rivâyete göre peygamberlikten önce, bir rivâyete göre peygamberlikten onbeş ay sonra olmuştur. Bu tarih, 23'ncü sûreyi oluşturan Necm Sûresinin iniş tarihine uysa da İsrâ Sûresinin iniş tarihine uymaz. Çünkü İsrâ Sûresinin, Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kanısındayız. Başka bir rivâyete göre peygamberlikten beş yıl sonra olmuştur. Bu tarih de İsrâ Sûresinin iniş tarihine uyabilir ama
Necm Sûresinin inişinden çok sonradır. Necm Sûresi, bundan çok önce inmiş olan ilk sûrelerdendir. Kimi rivâyete göre de İsrâ ve Mi'râc, peygamberlikten beş yıl önce olmuştur ki bu tarih, hiçbir sûrenin iniş tarihine uymaz. İki olayın, peygamberlikten bir yıl önce olduğunu söyleyen çok garîb bir rivâyet de vardır.2487 Rivâyetlerden kimine göre İsrâ sadece bir kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre bir kez uyanık, bir kez de uykuda olmak üzere iki kere ve peygamberlikle Hicret arasında; kimine göre biri peygamberlikten önce, ikisi peygamberlikle Hicret arasında olmak üzere üç kere olmuştur. Bunların birisi rü'yâda, diğerleri uyanık iken, bedenle vuku bulmuştur.
Kimine göre İsrâ, Peygamber'in, Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürülüp oradan tekrar Mekke'ye döndürülmesinden ibarettir. Kur'ân da bu kadarını
2485] Müslim, Müsâfırîn 186; Tirmizî, Fiten 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/40, 49, 51
2486] İbnKesîr, Tefsîr, III/24
2487] Keşşaf, II/437
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlatmakta, Mi'râc'dan söz etmemektedir. Kimine göre İsrâ'yı Mi'râc izlemiştir. Mescid-i Aksâ'ya götürülen Peygamber, oradan göklere çıkmış, tekrar Mescid-i Aksâ'ya inip Mekke'ye dönmüştür. Kimine göre isrâ uyanık iken, Mi'râc uykuda iken olmuştur. 2488
Mi'râcın, peygamberlikten önce veya peygamberliğin ilk yıllarında olduğunu anlatan rivâyetler de gözönünde tutulursa, Mi'râc olayının da Necm ve Tekvîr Sûrelerinde anlatılan görme (vision) olayları sıralarında vuku bulduğu kanısına varılabilir. Ama İsrâ olayı, bu müşahedelerden ayrıdır ve bunlardan çok sonra, Mekke döneminin ortalarında vuku bulmuştur. Gerçeği Allah bilir.
Muhammed İzzet Derveze'nin ifâdesine göre İsrâ Sûresi, Mekke devrinin birinci yarısında, henüz müslümanlar Habeşistan'a hicret etmeden önce inmiştir. Bu takdirde İsrâ olayının, Habeşistan'a Hicretten önce vuku bulması gerekir. Fakat âyetlerin, özellikle İsrâîloğullarının tarihine işaretinden, olayın, Peygamber'in Hicretine yakın zamanlarda vuku bulduğu seziliyor. Derveze şöyle diyor: "İsrâ uyanık iken olmuştur. Hadîslerin bir bölümü bunun uykuda olduğunu söyler. Bu rivâyetlerde cennetin, cehennemin vasıfları, cennetliklerin, cehennemliklerin ni'met ve azabı; Allah'ı, melekleri ve peygamberleri görme; göğün, Arşın, Levh'in, Kürsî'nin, Kâlem'in, Sidretu'1-müntehâ'nın maddî biçimlerde nitelendirilmesi hakkında çok acâib şeyler vardır."2489 Kanâatimize göre Buhârî'de bulunmayan bu ayrıntılar, Peygamber döneminden sonraki zamanların ürünüdür.
Elbette Peygamber (s.a.s.), mânâ gözüyle çok şey görmüştür ama bu rûhânî şeyleri maddî biçimde tavsif etmek doğru değildir.
Önemli Bir Not:
Kaynaklar, Mescid-i Aksâ'nın, Süleyman Ma'bedi olduğunu söylüyorlarsa da Peygamber’in (s.a.s.) döneminde Süleyman Ma'bedi, bir harabeden ibaret olup adı Mescid-i Aksâ değildi. Hz. Ömer döneminde Süleyman Ma'bedinin yerine yapılan mescide, Mescid-i Aksâ adı verilmiştir. Bu durumda Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Aksâ olmadığına göre İsrâ Sûresinin bu ilk âyetinde sözü edilen Mescid-i Aksâ'nın, Süleyman Ma'bedi'nden ayrı bir mescid olması gerekir.
Alfred Guillaume, bir araştırma yazısında Mescid-i Aksâ'nın yeri hakkında iki kaynaktaki rivâyete dikkat çekmektedir. Bu kaynaklardan biri Vâkıdî'nin Mağâzîsi, diğeri de Ebû'l-Velîd Ahmed ibn Muhammed el-Ezrakî'nin (ö. 212, 217 veya 219), Ahbâru Mekke adıyla basılan kolleksiyonudur.
Vâkıdî (130-201 H.), Hz. Peygamber'in, Zî'1-Ka'de'nin son beş gününde, Perşembe günü Ci'râne'ye gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, orada karşı gecede bulunan Mescid-i Aksâ'ya geçip orada ihrama girdiğini, Rasûllah'ın namazgâhının Ci'râne'deki Mescid-i Aksâ olduğunu; Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) adını taşıyan Mescidi ise Kureyşli bir adamın yaptığını; Rasûlullah'ın, Ci'râne Vadisini ihrâmsız geçmediğini yazıyor.
Ezrakî ise bu konuda şöyle diyor: "Mücâhid'le birlikte Ci'râne'de Vâdî'nin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed ibn Târik, Hz. Peygamber'in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: 'Ben Ci'râne'de birlikte
2488] et-Tefsîru'l-Hadîs, III/215
2489] et-Tefsîru'1-Hadîs, III/217
İSRÂ VE MÎRAC
- 641 -
ihrama girdiğim Mücâhid bana dedi ki: Mescid-i Aksâ, Vâdî'nin öte yakasında, Peygamber'in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Ednâ (Yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır'." 2490
Bu durumda Mescid-i Aksâ, ne Kudüs'teki Süleyman Ma'bedi, ne gökte bir ma'bed'dir. Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı, Ci'râne Vâdîsinde bir namazgâhtır. Ci'râne Vâdîsinin Arafat yakınında bulunan kıyısında, bir Kureyşli tarafından yapılan mescide Mescid-i Ednâ, Hz. Peygamber'in namaz kılıp ihrama girdiği namazgâhına da Mescid-i Aksâ denmiştir. Ancak âyette bunun çevresi mübârek kılınan bir mescid olduğu söyleniyor. Bu bereketlilik sıfatı, Mekke'deki Mescid-i Haram için de kullanılmıştır: "Doğrusu insanlara (ma'bed olarak) ilk kurulan ev, Mekke 'de olandır. Âlemlere uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur."2491 Aynı kentte ve Hac Vakfesinin yapıldığı Arafat yöresindeki bir mescid için de bu sıfatın kullanılması gâyet doğaldır.
Eğer Mescid-i Aksâ, Ci'râne'de, Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber'in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci'râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah'ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan "Allah, kulunu yürüttü" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü O'nun şevkiyle olmuştur. Peygamber oraya vardıktan sonra tıpkı Necm Sûresinin 2492 "Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü; Sidretü'l-Müntehâ(uzak ağacın yanında, ki onun yanında oturulacak bahçe vardır. Sidre'yi kaplayan kaplıyordu. (Muhammed'in) Gö'z(ü) şaşmadı ve azmadı. Andolsun, Rabbinin büyük âyetlerinden bazılarını gördü." âyetlerinde anlatıldığı üzere Hirâ Dağı yakınındaki Sidretu'l-Muntehâ'da olağan üstü olaylara şâhid olduğu gibi, bir gece Allah'ın yönlendirmesiyle geldiği bu Ci'râne'deki Mescid-i Aksâ'da da olağanüstü olaylara şâhid olmuştur.
Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ'ya gidiyor idiyse mu'tâdı üzere bir gece Mescid-i Aksâ'ya da gitmiş, işte orada Rabbinin olağanüstü olaylarına şâhid olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber'in, Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksâ'ya gelmesi, normal bedensel bir yürümedir. Mescid-i Aksâ'da gördüğü olağanüstü olaylar ise ruhsal bir vizyondur.
Eğer Mescid-i Aksâ, Ci'râne'de, Hz. Peygamber'in, zaman zaman gidip namaz kıldığı yer ise, İsrâ olayı, Hz. Peygamber'in, bir gece, içine düşen güçlü bir arzu ile kalkıp Ci'râne mescidine bedenen gelmesidir. Bu yürüyüşü, Allah'ın içine düşürdüğü arzu ile olduğundan "Allah, kulunu yürüttü" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü O'nun şevkiyle olmuştur. Nitekim yine Allah'ın ilhâmıyla Bedir Savaşına çıkması da "Allah'ın, kendisini evinden çıkardığı" şeklinde ifâde edilmiş: Nitekim hak uğruna (savaşa gitmek için) “Rabbin seni, evinden çıkardı...”2493 buyrulmuştur. "O, kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya yürüttü." söylemiyle, “Rabbin seni evinden çıkardı” söylemi arasında bir fark yoktur. Nasıl ikincisi, Peygamber'in, Allah'ın vahiy veya ilhâmıyla evinden çıkıp Bedir'e gittiğini belirtiyorsa, birincisi de Peygamber'in, gecenin bir kısmında Allah'ın ilhamı ve dürtüsüyle Peygamber'in, geceleyin kalkıp Mescid-i Aksâ'ya yürüdüğünü belirtiyor.
2490] Alfred Guillaume, Where vvas al-Masjid al-Aqsâ, s. Al-Andalus, anılan eser, 2/167-168
2491] 3/Âl-i İmrân, 96
2492] 53/13-18
2493] 8/Enfâl, 5
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İkincisinde nasıl, havada uçurma, kaçırma yoksa, birincisinde de yoktur. Eğer öyle bir şey olsaydı, Kulunu uçurdu"denilirdi.
Bu Mescid-i Aksâ vizyonu, Necm Sûresinde belirtilen "Sidretu'l-Müntehâ" vizyonuna çok benzemektedir. Nasıl Hz. Peygamber, Hirâ yöresindeki Sidretu'l-Muntehâ'da "Rabbinin bazı âyetlerini gördü" ise, geceleyin geldiği Mescid-i Aksâ'da da "O'nun bazı âyetlerini görmüştür." Peygamber'in Sidretu'l-Muntehâ'ya ve Mescid-i Aksâ'ya gelişi, bedensel yürümedir ama oradaki müşahedeleri, ruhsal vizyonlardır. Yani İsrâ rûh ve bedenle yapılan normal yürüme, mi'râc ise ruhsal bir yükselme ve müşahededir.
Kur'ân'ın anlattığı bu sade vizyonlar, rivâyetlerde efsaneleştirilmiş, aslı olmayan senaryolara temel yapılmıştır.
Başka Dinlerdeki öykülerin Mi'râc Rivâyetlerine Etkisi:
Şimdi Mi'râc konusunda eski dinlerden bazı örnekler vermek istiyorum:
Paulos'un Vizyonu: Paulos, Kudüs yolunda Jaricho Dağı'nda, çocuk biçiminde görünen ruhsal bir varlık görür. Metinde zaman zaman kutsal rûh olarak da anılan bu melek, Paulos'u alıp göklere çıkarır. Paulos orada îsâ'nın havârîlerini görür. Dördüncü gökte ruhların yargılanmasını, beşinci gökte meleklerin, ruhları mahkemeye götürmelerini görür. Altıncı göğün, yukarıdan gelen bir ışıkla aydınlandığını gören Paulos, yedinci gökte parlayan bir taht üzerinde oturmuş yaşlı birini görür. Ogdoad'da ilerlemesine devam eden Paulos, dokuzuncu ve onuncu gökleri görür. Sonuncu göğe vardığında değişime uğrar ve artık arkadaşları olan havarileri göremez, ruhsal arkadaşlarını (yani ruhları) görür.
Ancak anlatım biçimi 19/3 de üçüncü şahıstan birinci şahsa, 19/18'de yine üçüncü şahsa, nihâyet 20/5'den itibaren yine birinci şahsa değişir. 2494
Douglas M. Parrot, THE APOCALYPSE OF PAUL (Paulos'un Vahyi) adlı yazısında, 2495 Paulos 'un özetlediğimiz vizyonunu, kendi sözlerinden aktarmaktadır. İzleyelim:
"Ve o ona şöyle dedi:
Hangi yolla Kudüs'e gideceğim? Küçük çocuk şöyle yanıt verdi:
Küçük çocuk onun Paulos olduğunu biliyordu. O, onunla konuşabilmek için bahane bulmak amacıyla bu sözlerle onunla sohbet etti.
Küçük çocuk şöyle dedi:
Senin Paulos olduğunu biliyorum. Sen annesinin rahmine düşmesinden itibaren kutsal olansın. Bu nedenle ben senin Kudüs'e, arkadaşlarının yanına gidebilmen için sana geldim. Ve sen, bu nedenle çağırıldın. Ve ben sana eşlik eden Ruhum. Paulos! Zihnini topla... Zira [...] bütün [...] krallar ve bu otoriteler ve baş melekler ve güçler ve şeytânların bütün soydaşları, vücutlara bir rûh tohumu indiren biri... Ve konuşmayı bitirdikten sonra o küçük çocuk, bana şöyle dedi:
Paulos, zihnini topla ve üzerinde durduğun bu dağın Jericho Dağı olduğunu
2494] The Nag Hammadi Library İN ENGLISH, Douglas M. Parrot. THE APOCALYPSE
2495] V, 17,19-24,9
İSRÂ VE MÎRAC
- 643 -
bil ki görünen şeylerdeki gizleri anlayabilesin. Şimdi sen on iki havariye gideceksin. Zira onlar seçkin ruhlardır. Onlar seni selâmlayacaklar.
Paulos gözlerini kaldırdı ve kendisini selâmlayanları (havârileri) gördü. Sonra kendisiyle konuşan Kutsal Rûh, onu yükseğe, üçüncü göğe çıkarttı. Ve oradan öteye, dördüncü göğe geçti. Kutsal Rûh ona şöyle dedi: Bak ve yeryüzündeki benzerlerini gör.
Paulos aşağı baktı da yeryüzündekileri gördü. O aşağıya uzun uzun baktı ve yeryüzündekileri gördü... Sonra dikkatle aşağı baktı ve yaratılışta kendisinin solunda ve sağında yer alan oniki havariyi ve onların önünde giden Rûh'u gördü.
Fakat ben sıralamaya göre dördüncü semâda gördüm. Ruhu ölüler ülkesinin dışına çıkaran tanrılara benzer melekler gördüm. Onlar o ruhu dördüncü göğün kapısına getirdiler. Ve melekler onu kamçılıyorlardı. Rûh şöyle dedi: Ben dünyâda ne günâh işledim?
Dördüncü gökte yaşayan kapıcı (melek) ona şöyle dedi:
Ölüler ülkesindeki bütün yasa dışı işleri işlemek doğru değildi. Rûh şöyle yanıt verdi:
Tanık getir! Onlar hangi bedende yasa dışı işler yaptığımı sana göstersinler (buna tanıklık etsinler).
Ve üç şahit geldi. Birincisi şöyle dedi:
İkinci saat vücutta değil miydim? Sen öfkeye, intikam hırsına ve düşmanlığa düşünceye kadar sana karşı koydum.
Ve ikinci şahit şöyle dedi:
Dünyada değil miydim? Ve ben beşinci saatte (vücuda) girdim ve seni gördüm ve arzu ettim ve o zaman bak! Ben şimdi seni işlediğin cinâyetlerle suçluyorum.
Üçüncü tanık şöyle dedi:
Ben sana günün onikinci saatinde, güneş batmak üzereyken gelmedim mi? Günâhlarını tamamlayana kadar sana karanlık verdim.
Rûh bu şeyleri (sözleri) işittiğinde üzüntüyle aşağıya doğru baktı ve sonra yukarıya doğru baktı. Sonra aşağıya atıldı. Aşağıya atılan rûh, kendisi için hazırlanan bir bedene gitti.
Sonra ben yukarı doğru baktım ve bana şöyle diyen Rûh'u gördüm:
Paulos, gel! Bana doğru ilerle.
Sonra ben giderken kapı açıldı ve ben beşinci semâya gittim. Ve ben Rûh bize eşlik ederken, benimle birlikte giden havari arkadaşlarımı gördüm. Ve beşinci gökte, elinde bir demir tutan yüce bir melek gördüm. Onunla birlikte üç melek daha vardı. Ve ben onların yüzlerine dikkatle baktım. Fakat onlar, ellerindeki kamçılarıyla ruhları hesap vermeğe sürerek birbirleriyle yanşıyorlardı. Fakat ben Rûh'la birlikte gittim ve kapı bana açıldı.
Sonra biz altıncı göğe çıktık. Ve ben benimle birlikte giden havari
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
arkadaşlarımı gördüm. Ve Kutsal Rûh onların önünde bana yol gösteriyordu. Ve ben yükseğe baktım ve altıncı göğe doğru parlayan bir ışık gördüm. Altıncı gökteki kapıcı (meleğe) şöyle dedim:
Bana ve önümdeki Kutsal Rûh 'a kapıyı aç! O bana (kapıyı) açtı.
Sonra biz yedinci göğe çıktık ve ben elbisesi beyaz olan ve ışıklı ..bir yaşlı adam gördüm. Onun yedinci gökteki tahtı güneşten yedi kat daha parlaktı. Yaşlı adam bana şöyle dedi:
Paulos, ey kutsal kişi ve ey annesinin rahminden ayrılmış olan kişi, nereye gidiyorsun?
Fakat ben ruha baktım ve o bana "Onunla konuş" diyerek başıyla işaret ediyordu. Ve ben yaşlı adama şöyle dedim:
Ben, geldiğim yere gidiyorum. Ve yaşlı adam bana karşılık verdi:
Sen neredensin? Şöyle cevap verdim:
Babil'in tutsaklığında tutsak edilen tutsaklığı, tutsak etmek için ölüler dünyasına gidiyorum.
Yaşlı adam bana şöyle karşılık verdi:
Benden nasıl kurtulacaksın? Bak ve emrimdeki prenslikleri ve otoriteleri gör.
Rûh bana şöyle dedi:
Ona sendeki işareti ver. O senin için kapıyı açacak.
Ve o zaman ben ona işareti verdim. Bunun üzerine o yüzünü aşağıya doğru, kendi yaratıklarına ve kendi otoritesine çevirdi.
Ve sonra yedinci semâ açıldı ve biz Ogdoad'a çıktık. Ve ben on iki havariyi gördüm. Onlar beni selâmladılar ve biz dokuzuncu göğe yükseldik. Dokuzuncu gökte bulunanları selâmladım ve biz onuncu göğe çıktık ve ben rûh arkadaşlarımı (havarileri) selâmladım." 2496
Ahd-i Cedîd'in son eki, Yuhanna'nın Vahyi bölümünde de Aziz Yuhanna'nın göklerdeki acâib olayları içeren vizyonu anlatılmaktadır. İçinde Mi'râc'ın ayrıntılı rivâyetlerinde bulunanlara benzer tasvirler ve olaylar vardır. 2497
M. Hamidullah’ın İsrâ ve Miracla İlgili Yorumları
İsrâ ve Mirac Yahut Allah’a Doğru Yükselme: Konuya girmeden önce, İsrâ ve Mirac deyimleri ile ilgili birkaç söz söyleyelim. İsrâ, kelime anlamı olarak, “birisini geceleyin seyahat ettirmek” anlamına gelir. Bu deyim Kur’an’ın 17. sûresinin ilk âyetinden alınmıştır ve gerçekten, sözünü edeceğimiz olay bir gece esnasında meydana gelmiştir. Mirac deyimi ise, yukarıya ya da yükseğe çıkmaya yarayan alet, merdiven anlamına gelir. Kimileri, kanaatimizce haksız olarak, bu iki deyimle birbirinden farklı iki ayrı olayın kastedildiğini ifâde etmişlerdir. İslâm edebiyatında her iki deyim de Muhammed’in (s.a.s.) hayatındaki o büyük olay için
2496] Anılan eser, The Apocalypse Of Paul, s. 257-259
2497] Bk. İncil, Çağdaş Türkçe Çevirisi, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1990, s. 486-512; Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, KUBA Y., 10/304-323
İSRÂ VE MÎRAC
- 645 -
kullanılmıştır: Allah, dinini yaymak için gönderdiği Elçisini yeryüzünde yapmış olduğu faaliyetlerinden dolayı onurlandırıp ödüllendirmek isteyerek onu göklerdeki kendi katına davet etmiş; Rasûlullah (s.a.s.), O’nun huzuruna kabul edilip kendisiyle ilâhî anlamda sohbet ettikten sonra, son nefesini vermeden önce onbeş yıl kadar daha yaşayacağı yeryüzüne dönmüştür. Yüce Yaratıcı’nın yaratılan varlıkların en mükemmeli olan insanla buluşmasının en yüksek ve seçkin durumunu dile getirmek için, farklı dinlerden bilginler çeşitli deyimler kullanmışlardır: “Allah ile birleşme ve bir olma hali”, “insanın Tanrısallığa katılımı”, “Allah’ın insan bedenine girmesi” (hulûl) vs. İslâmî anlayış, Allah’a olan saygı ve hürmeti, alçakgönüllülük ve haddini bilirliği ve nihâyet sahip olduğu edep duyguları nedeniyle, bir hulul ya da O’nunla bir kaynaşma olmaksızın, ancak İnsan denen varlığın Allah katına yücelmesinin sözkonusu olabileceğini öngörmektedir: Allah, Allah olarak kalırken; insan, Allah’a ne denli yakın olursa olsun, Allah’ın berisinde, yine insan olarak kalmaktadır. İnsan, “sadece Allah’ın vahiyle bildirdiği emir ve buyruklarına uygun bir hayat sürmek için kendi nefsanî arzu ve heveslerinden vazgeçebilir. Allah’ın, Sevgili Elçisi ve İslâm Peygamberi Muhammed’i (s.a.s.) onurlandırmak için hazırladığı ve İsrâ ile aynı anlama gelen bu Mirac mucizesi, haklı olarak, İslâm âleminin belli başlı şöhret ve gurur nedenlerinden birini oluşturur. Bu olaydan duyulan coşku, doğal olarak, yüzyıllar boyunca vaizlerin dillerinden ve yazarların kâlemlerinden dökülüp durmuştur. Olayın temelinde yatan güvenilir ve sahih gerçekler, daha sonraları nitelikli edebî ürünlere dönüştürülmüş ve uluslararası önem kazanmışlardır. Örneğin, Endülüslü Hıristiyanlar, bütün Avrupa’yı baştan başa dolaşan Mirac’la ilgili halk arasında yaygın anlatımları Latinceye tercüme etmişlerdir. Daha sonraları Binbir Gece masalları da aynı yolla Avrupa’ya yayılmıştır. Mirac’ta Cennet ve Cehennem’i ziyaretle ilgili olarak Rasûlullah’ın (s.a.s.) yaptığı tasvirler, Avrupalı şairlerin ilgisini çekmiş ve kimi zaman bu anlatılanların halkın gözünden düşürülmesi için onların hayal güçlerini coşturmuştur. Örneğin Dante, İlâhî Komedi (Divina Comedia) adlı eserinde bu konuya geniş bir yer vermiş ve o sığ ve küçük aklıyla, İslâm Peygamberi’ni (hâşâ) sapıklıkla itham ederek, insanın güzel duygularının hayal etmeyi bile uygun bulmadığı bir konuma mahkûm etmeye çalışmıştır. Bir insan ne denli yüce ve soylu olursa, kıskanç düşmanları da ahmaklık derecesinde o denli sert ve zehir kusucu olurlar. Ama herkes, Allah’ın huzurunda bireysel olarak yaptıklarından sorguya çekilecektir.
Mirac ile ilgili gerçek ve aslına uygun anlatımları asla eğlendirici turistik bir öykü gibi değil de, irşat edici ve bilgilendirici olaylar olarak okumak gerekir. Kişisel anlayış ve yorumlar çok farklı olabilir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim ve güvenilir hadislerde verilen ayrıntılı bilgilere dayanan Mirac ile ilgili çeşitli eserlerin iyiler ve daha az iyiler biçiminde derecelendirilmesi de buradan kaynaklanmaktadır.
(…) Âcizâne görüşüme göre, Allah nasıl tasvir ediliyorsa Mirac’ı da o şekilde tasvir etmek gerekir: Kur’an ve Hadis’te açıkça ifâdesini bulan anlatımlara inanmak ve öte dünyaya ait âlemlerin sözkonusu edildiğini ve insan hayal gücünün hissedip de ifâde edemediği şeylerden bahsedildiğini gözardı etmemek gerekir. Önemli olan içeriktir, yani insanın Allah’a yükselişidir, yoksa bunun şekli, “nasıl” ve “nerede” olduğu değil. Bu, tamamen mânevî âlemde cereyan etmiş bir olaydır ve onu, coğrafî ve turistik anlamı içerisinde değil, tasavvufî boyutu içerisinde ele almak gerekir.
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kuşkusuz mizaç ve yaratılışlar birbirinden çok farklıdır: Mirac’ın ertesi günü, Ebû Bekir henüz Rasûlullah’ın (s.a.s.) başından geçenleri onun ağzından dinleme fırsatı bulmadan önce, bazı müşrikler kendisine şöyle sormuşlardı: “Dostunun anlattığı şu yeni olay hakkında, yani gökyüzüne götürüldüğüne ve Allah tarafından kabul edildiğine dair sözleri hakkında ne düşünüyorsun?” Ebû Bekir şöyle cevap verdi: “Onun söylediği her şeyin doğru olduğuna inanıyorum.” Nakledildiğine göre, İslâm’ı yeni kabul etmiş olan bir grup insan, bu olayın büyüklüğüne dayanamayıp dinden çıkmışlardır. Yine anlatıldığına göre, Ebû Zerr, bu olaya tüm kalbiyle inanmakla birlikte, daha ayrıntılı bilgi almak için bazı sorular sormaktan da kendini alamamıştı: “Allah nasıldı? O’nu nasıl görebildin” vs. gibi. Dediğimiz gibi, türlü türlü mizaç ve yaratılış vardır.
Büyük siyer bilgini İbn Hişâm’ın açıkladığı bir olayla bu giriş bölümünü bitirelim: Vahiyler, Rasûlullah’a (s.a.s.) her çeşit vesile ile ve değişik biçimlerde geliyordu. Ancak Hira mağarasında kendisine gelen ilk vahiy, Rasûlullah (s.a.s.) uyuduğu sırada, rüyada iken gelmişti. Bu duruma şaşırmamalıyız. Zira alışılmadık ve tuhaf bir olay ilk kez meydana geldiğinde hissedilen sarsıntı, insan kalbinin tahammül edemeyeceği kadar büyüktür. Bu tür olaylara tamamen yabancı bir kimsenin semâvî yaratıklarla temas kurması kolay değildir: Bu duruma tedricen alışması gerekir.
Mirac’la İlgili Ayrıntılar: Zurkânî’ye göre, birbirinden az ya da çok farklı rivâyette bulunan en az 45 sahabe bize Mirâc olayı hakkında bilgi vermiştir. (Hz. Aişe gibi, henüz pek genç oldukları için, vukuundan hemen sonra olayın iç yüzünü kavrayamayanların anlattıklarını da küçümsememek gerekir. Zira daha sonra Rasûlullah’ın (s.a.s.) hanımı olması dolayısıyla, doğrudan doğruya Rasûlullah’la ilgili ayrıntıların sorulabileceği en uygun kişi idi. Ayrıca Rasûlullah (s.a.s.) onun zekâsını, entelektüel merakını ve ilime düşkünlüğünü yakından biliyordu.2498 Öte yandan, olayı anlatanların çokluğu, özellikle mirâc sırasında yaşanan olaylarla ilgili olarak bazı farklı durumların ortaya çıkmasına da yol açmıştır. İbn Kesîr, bu farklılıkları Tefsir’inde göstermiş ve bunlardan birinin diğerine tercih edilmesinde gözetilecek fıkhî görüşlerini de belirtmiştir. Biz, genel olarak onu esas almaktayız. Ama önce olayları Buhârî’nin ifâdesine dayanarak özetleyelim:
Bir gece, Rasûlullah (s.a.s.) henüz yatağına yatmıştı. Kendisini uyku ile uyanıklık arasında hissettiği bir sırada Cebrâil gelip Rasûlullah’ın (s.a.s.) göğsünü yardı ve kalbini yıkadı. Daha sonra kendisine Burâk adında, oldukça gösterişli bir binek hayvanı takdim etti ve birlikte, Kâbe’den doğruca birinci semaya doğru çıktılar. Koruma görevlileri kapıyı açtılar ve Rasûlullah (s.a.s.) orada kendisini karşılayan Âdem (a.s.) ile karşılaştı. Daha sonraki ikinci semada iki kuzen olan İsa ve Yahya (a.s.) vardı. Sonra sırasıyla üçüncü semada Yusuf’la (a.s.), dördüncü semada İdris’le (a.s.), beşinci semada Hârun’la (a.s.), altıncı semada Mûsâ (a.s.) ile ve yedinci semada da, arkasını Beytu’l-Ma’mûr mescidinin duvarına yaslayıp dinlenen İbrâhim’le (a.s.) karşılaştılar. (Görünüşe bakılırsa, Kur’an’ın 17. sûre 1. âyetinde adı geçen “en uzaktaki mescid”2499 burası olsa gerektir). Daha ilerde, sınır “Sidre” ağacı ile 2500 belirtilmişti. Cebrail (s.a.s.) şöyle dedi: “Ben bu sınırın
2498] Bk. Buhârî, 3/35
2499] Mescid-i Aksâ
2500] bk. Kur’an, 53/14
İSRÂ VE MÎRAC
- 647 -
ötesine geçecek olursam, İlâhî tecellî gereği yanarım, ama sen davetlisin, ilerle!”
Cebrail (a.s.), sınır görevi üstlenen Sidre ağacından sonra İlâhî Huzur’un eşiğine varıncaya dek izleyeceği yolu kendisine tarif etti. Yolda Muhammed (s.a.s.) önce, İlâhî hüküm ve kararları yazan kâlemlerin (günümüzün deyimiyle, sekreterlik bürosundaki daktiloların) çıkardığı gürültüyü işitti. Daha sonra, Kur’an’ın ifâdesiyle,2501 aralarında sadece bir yayın iki ucu hatta daha az bir mesafenin kaldığı İlâhî Makam’a vardı Birini aşıp geçebilmek için önce onunla eşit konuma gelmek gerekir. Yol güzergâhında rastladığı sekiz peygamber, Allah’a en yakın meleklerinki (Mela’ike-i Mukarrabin) gibi Cebrail için de tanınmış olan sınırı geçmesi bunu açıklamaktadır. Bu bağlamda geçen sekiz peygamberin hepsi de kendi miraçlarına erişmişlerdi: Âdem (a.s.) bizzat Cennet’te yaratılmış ve Allah kendisiyle doğrudan doğruya konuşmuştu. Yahya (a.s.), İsa (a.s.) ile manevi âlemde buluşmuş ve onu kutsamıştı. Ayrıca, aynı dönemde yaşayan kişiler olarak, onların da aynı İlâhî görevi üstlendikleri düşünülebilir. İsa (a.s.) konusunda Kur’an’ın ifâdesi2502 gâyet açıktır: “Fakat Allah O’nu kendi katına yüceltti…” Öyleyse İsa’nın urûcu Yahya (a.s.) için de geçerlidir. Yusuf (a.s.) ile ilgili olarak Kur’an’da şu ifâde yer almaktadır: “Eğer Rabbinin işaret ve uyarısını görmemiş olsaydı o da o kadını arzulamış olacaktı.”2503 İdris (a.s.) hakkında da Kur’an, “Biz onu üstün bir makama yücelttik.”2504 buyurmaktadır. Hârun (a.s.) ise sadece Mûsâ’nın yardımcısı, bir nevi, Mûsâ’nın duâsı üzerine2505 kendisine tahsis edilmiş bir ortak-peygamber durumundaydı. Krş.: 26/Şu’arâ, 16: “Biz, âlemlerin Rabbi’nin elçisiyiz” (elçileri değil). Kur’an’da Mûsâ’nın (a.s.) Allah’la buluşmasının anlatıldığı olay pek meşhurdur: “Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça etti. Mûsâ da bir çığlık atarak baygın düştü…” 2506 İbrâhim’in (a.s.) durumunu ise Kur’an şöyle açıklar: “Böylece Biz, kesin iman edenlerden olması için, İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını gösteriyorduk.”2507
Açıkça anlaşılabilecek ve güvenilir kaynakların bulunmaması nedeniyle, göklerde niçin sadece bu sekiz peygamberin bulunduğunun nedenini herkes kendisine özgü bir biçimde araştırmak durumundadır. Eskilerden pek azı bu konu üzerinde düşünmüşlerdir. Suheylî 2508, Ebu’l-Huseyn ibn Battal’ın Buharî Şerhinde bulduğu ve “Muhammed’in geldiği haberini aldıklarında tüm eski peygamberler onu görmek üzere koşuştular, kimileri önce davrandılar, kimileri ise geç kaldılar” şeklindeki açıklamayı haklı olarak reddeder. Suheylî’nin kendisi ise bu konuda aşağıdaki gerekçeyi öne sürmektedir: Bu sekiz peygamberin hayatıyla Muhammed’in başından geçenler arasında benzerlikler vardır. Şöyle ki:
1- Âdem (a.s.), Allah’a yakın ve O’nun himayesinde olmasına rağmen Şeytan onu Cennet’ten çıkardı; Muhammed (s.a.s.) de Beytullah’a yani Kâbe’ye komşu iken, şeytan ruhlu hemşehrileri kendisini oradan çıkardılar.
2, 3- Yahya ve İsa (a.s.), kendilerini öldürmeye kalkışan Yahudilerin
2501] 53/Necm, 9
2502] 4/Nisâ, 158
2503] 12/Yusuf, 24
2504] 19/Meryem, 57
2505] 20/Tâhâ, 29-34
2506] 7/A’râf, 143
2507] 6/Enâm, 75
2508] Ravz, I, 249-251
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zulümlerine maruz kaldılar; Muhammed (s.a.s.) de Medine ve Hayber’de aynı deneyimleri yaşadı.
4- Yusuf (a.s.) kardeşlerinin eziyet ve zulmüne uğradı, ama Mısır’da yetkili bir konuma gelince onları bağışladı; Muhammed (s.a.s.) de, doğduğu şehri fethettiğinde Mekkelilere aynı muâmeleyi yaptı.
5- İdris (a.s.), kâlemi ilk kullanan kimse idi; Muhammed (s.a.s.) de dünyadaki çeşitli hükümdarlara hitaben dine davet mektupları yazdı.
6- Hârun (a.s.), halkının gözdesi olmuştu; Araplar da, başlangıçta kendisinden hiç hoşlanmazken, sonunda Muhammed’i (s.a.s.) bağırlarına bastılar.
7- Allah, Mûsâ (a.s.)’ya putperestlerle savaşmasını emretmişti; Muhammed (s.a.s.) de, Tebuk’de, Dumetu’l-Cendel’de ve Mekke’de aynı şeyi yapmıştır.
8- İbrâhim(a.s.) ise, meleklerin mescidi olan ve Kâbe’nin tam izdüşümü üzerindeki Beytu’l-Ma’mur yakınlarında bulunuyordu. Ayrıca İbrahim, Tufan’dan sonra Kâbe’yi yeniden bina edip restore etmişti. Suheylî, görüşlerini açıklamayı bitirmeden önce daha başka nedenlerin de bulunduğunu, ancak insanlar bilmedikleri konularda acele ettikleri ve hemen reddetmeye kalkıştıkları, ayrıca bir başkasının getirdiği bir yenilik üzerinde düşünecek kadar açık yürekli olmadıkları için bu kadarla yetindiğini ifâde etmektedir. Suheylî’nin yanı sıra, Şe’mî de benzer sorulara cevap arar. 2509 Örneğin, 124 bin peygamberden niçin sadece sekizi yedi kat gökyüzünde bir araya gelmiştir? Belki diğer bazı biyografi yazarları da bu konuya deyinmişlerdir, ama sözü uzatmamak için üzerinde durma gereği görmüyoruz. Biz ise, kendi âcizane görüşümüze göre, bu sekiz peygamberden her birinin kendilerine özgü miraçlarını yaşadıklarını ve birisini bir hususta aşıp geçebilmek için önce onunla eşit konuma gelmek ve onun derecesine ulaşmak gerektiğini, ancak ondan sonra geçmenin sözkonusu olabileceğini söylüyoruz.
Onların Miraç gibi büyük bir ödüle nasıl lâyık görüldükleri ve bu ödülü almalarına vesile olan yüksek ve soylu vasıfları hakkında bir araştırma yöntemi benimsememize herhalde izin verilecektir. Örneğin, 1- Âdem (a.s.) fedakârlığı temsil eder ve Rabbinin yapmış olduğu tüm işlerden kendisini sorumlu tutar: Allah insanın fiillerini tayin edip yaratır, insan da, tüm bunları bizzat kendi işlemiş gibi, sorumluluğunu üstlenir. Ayrıca, işlenmemesi gereken günahlarından dolayı da en içten tevbelerini arz eder. 2, 3- Yahya ve İsa (a.s.), tatlılık ve yumuşaklığın timsali olmuşlardır ve düşmanları bile sevmeyi, başkasından gelebilecek kötülüklere karşı koymamayı, “Size biri bir tokat atarsa öteki yanağınızı da çevirmenizi” öğütlerler. 4- Yusuf (a.s.) en baştan çıkarıcı teklif ve girişimlere direnip, iffet ve namusunu korur. 5- İdris (a.s.), kâlem ve yazıyı icat etmek sûretiyle, bilimin ve kültürün gelişmesine kapı açar. 6- Hârun (a.s.), milletinin ruhî ve mânevî yaşantısına yön vermekle görevlendirilmiştir. 7- Mûsâ (a.s.), elindeki tüm imkânlarla şirk ve putperestlikle mücadele eder ve Tek Allah düşüncesi uğruna savaşır. 8- İbrâhim (a.s.), her şeyden çok Allah’ı sever, O’nun en zor ve güç buyruklarını bile itirazsız (biricik oğlunun kurban edilmesi gibi) yerine getirir; Tek Allah inancına karşı gelmektense, ateşe atılmayı kabul eder. Tüm bunlar yalnızca en soylu bir insanın üstesinden gelebileceği, meleklerin bile kapasitelerini aşan niteliklerdir. Sonuç olarak, bu sekiz peygamberden her biri bu niteliklerden yalnızca birine
2509] bk. Sübül’el-Hudâ, III, 179-185
İSRÂ VE MÎRAC
- 649 -
sahipken, Muhammed’in (s.a.s.) bunların hepsine birden sahip olduğunu söyleyebiliriz).
Bu İlâhî makamda, Muhammed (s.a.s.), namazın tahiyyat bölümünde okuduğumuz şu duâda bulundu:
Et-Tahiyyatu li’llâhi ve’s-Salevâtu ve’t-Tayyibâtu
Kutsanmış, saf ve içten gelen salât ve selâmlar Allah’a aittir!
Allah, bu duâya şöyle karşılık verdi:
Es-Selâmu aleyke eyyuhe’n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berakâtuh.
Ey Nebî! Selâm da, Allah’ın rahmet ve tüm bereketleri de senin üzerine olsun!
Muhammed (s.a.s.) şöyle karşılık verdi:
Es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn
Selâm bizlerin ve güzel davranışlarda bulunan Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun!
Daha sonra, Kur’an’ın ifâdesiyle; Allah Kulu’na (Muhammed’e) vahy etmek istediği şeyi vahy etti.” 2510 “ve daha önce Mûsâ’ya (s.a.s.) on emri (Evâmir-i Aşere) verdiği gibi, on iki emri vahy etti; bu konuya ilerde tekrar değineceğiz. Hadis’e göre Allah, kendisinin birliğine iman eden ve Muhammed’i rasûl olarak kabul eden bütün Müslümanların, eğer günahları varsa Cehennem’de bir süre cezasını çektikten sonra kurtulacaklarını vaat ederek, Muhammed’i (s.a.s.) çok cömert bir biçimde onurlandırmıştı. Daha sonra Allahu Teâlâ, Arş-ı A’lâ’daki Hazinesinden Kur’an’ın ikinci sûresinin (Bakara) son iki âyetini çekip çıkarmış ve onları bu yolculuğun bir anısı olarak kendisine hediye etmiştir. Nihâyet Allah, günde beş vakit namazı farz kılmıştır. (Aslında bu rakam 50 idi, ama daha sonra, dönüş yolculuğu sırasında Mûsâ’nın tavsiyesi üzerine, sayının azaltılmasını istemek için İlâhî Eşiğe tekrar varmış, sonunda bu rakam, her biri on vakit yerine geçmek üzere beşe indirilmiştir 2511. Bu arada Cebrail kendisine Cennet’i, oradaki nimetleri ve bu nimetlere layık görülen insanların mutlu hallerini; aynı şekilde Cehennem’i ve orasının korkunç hallerini ve bu hallere layık görülen insanların hallerini göstermiştir. Sonra gökyüzünden inilip, tüm eski peygamberlerin kendisini karşıladıkları ve kılacakları namaz için imamlık yapmasını istedikleri Kudüs’e varmışlardır (Zira artık onların kutsal görevleri sona ermiş, oysa onunki yeni başlamaktaydı). Buharî’de yer alan bu hadise göre, daha sonra Mekke’ye dönülmüş ve Muhammed, kendisini Kâbe’nin avlusunda bulmuştur.
Hz. Rasûlullah’ın (s.a.s.) sahabelerinin aklına da birçok soru takılmıştı. İşte bunlarla ilgili bazı hâtıralar: Kendisine “Allah’ı gördün mü?” diye soran Ebû Zerr’e, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle karşılık verdi: “O bir nûrdur, onu nasıl görebilirim?” Hz. Âişe de bu konuyla ilgili olarak öğrencilerine şu cevabı veriyordu: Kur’an’a göre “insanın bakışları Allah’a erişemez” 2512; ve “Allah bir kimseyle ancak vahiy yoluyla
2510] 53/Necm, 10
2511] Krş. 6/En’âm, 160
2512] 6/En’âm, 103
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ya da bir perde arkasından konuşur.” 2513; “O’nu bir defasında da Sidre-i Münteha’nın yakınlarında gördü”2514 ve “Kuşkusuz O’nu apaçık ufukta gördü” âyetlerine dikkati çekildiğinde ise, Hz. Âişe şu açıklamayı yapmıştır: “Rasûlullah (s.a.s.) burada Cebrail’in sözkonusu olduğunu ve O’nu Allah değil de bir melek biçiminde görmüş olduğunu söylemiştir.”
Rasûlullah’ın (s.a.s.) Mekke’den Kudüs’e ve oradan da gökyüzüne mi yükseldiği, yoksa Mirac dönüşü sırasında mı Kudüs’e uğradığı konusunda ihtilaflı rivâyetler vardır. Kudüs’e uğrayışın dönüşte gerçekleştiği rivâyetini benimseyen İbn Kesîr gibi birkısım yazarlar, örneğin şu tür delillere dayanmaktadırlar: Muhammed (s.a.s.)’ın Allahu Teâlâ ile göklerde buluşmasının ardından, önceki peygamberlerin kendisini kutlamak için karşılamaları, ve artık İlâhî görevlerinin sona ermiş olması nedeniyle ondan kendilerine imam olmasını istemeleri normaldir. Bu ilim adamları, “Allah’ın kulunu Mescid-i Haram’dan (Kâbe) en uzak mescide (Mescid-i Aksâ’ya), Kudüs’e götürdüğünü” ifâde eden âyete 2515 dikkatleri çekildiğinde, Kur’an’a göre 2516 Filistin’in Rasûlullah (s.a.s.) için “en yakın ülke”,2517 sınırdaş memleket, Arabistan’ın hemen yanı başındaki komşusu olarak nitelendirildiği, bu durumda, en uzak mescidin en yakın ülkede bulunamayacağı cevabını verirler. Yine bu ilim adamları en uzak mescidin,2518 meleklerin sürekli ibâdet halinde bulunduğu semâvî bir mescid olduğu kanısındadırlar.2519 Burada şu maddî hususu gözardı etmemek gerekir: Buharî gibi güvenilir kaynaklar Rasûlullah’ın (s.a.s.) şu hadisini naklederler: “Bineklerinizi şu üç mescid için hazırlayınız: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ.” Kuşkusuz burada semâvî bir mescid değil, Kudüs’deki mescid sözkonusudur. Ancak değinilmesi gereken iki husus vardır: 1- Hadiste geçen mescid sözcüğü bir tamlama öğesidir. Kur’an’daki 2520 mescid sözcüğü ise sıfattır. Dolayısıyla burada belirtilen iki mescid aynı değildir. 2- Buhârî’nin hocasının hocası Ebu’l-Yemân, sağlığında bu hadisi naklederken, hadisin o sıradaki metni şöyleydi: “Mescid-i Haram, şu karşınızda duran sizin Mescidiniz ve Aelia” (Mescid-i Aksâ ifâdesi yoktur).2521 Yine titiz bir hadis ravisi olan Müslim de, aynı hadisin metninde Aelia sözcüğünü kullanmıştır. Kudüs için kullanılan Aelia teriminin, Buharî tarafından, Ebû Sufyan’ın Herakliyus’la olan karşılaşmasının anlatıldığı meşhur hadiste 2522 de kullanıldığını hatırlatalım. Hulefâ-i Râşidîn döneminde, aynı Aelia terimi, Hz. Ömer Kudüs’ü fethettiği zaman şehrin sakinlerine verilen himaye ferman ve imtiyaznamelerinde kullanılmıştır. Bu belgelerde Aelia terimi beş kez geçmektedir. 2523 Kanaa2513]
42/Şûrâ, 51
2514] 53/Necm, 13-14
2515] 17/İsrâ, 1
2516] 30/Rûm, 3
2517] Edne’l-Arz
2518] 17/İsrâ, 1
2519] Benim (Muhammed Hamidullah) şu Arapça makaleme bakınız: “Mescidu’l-Aksâ ve’l-Mescidu’l-Aksâ”, el-Hidâye, Tunus, X/5, 1983
2520] 17/İsrâ, 1
2521] Bk. M. M. Azami, Studies in Early Hadits Literature, Arapça Ek, s. 154, Ebu’l-Yemân’ın elyazması nüshası
2522] Buharî, 1/1/6
2523] Bk. Tarih, I, 2405-6; benim yazmış olduğum Documents, II, No 261, ve el-Vesâ’ik, No 357; Lanepole, “The First Mohammedan Treaties with Christians”, Proceedings of Royal Irish Academy, 1904, s. 232 vd.
İSRÂ VE MÎRAC
- 651 -
timizce, Buharî’nin yaşadığı dönemde Halife Abdü’l-Melik tarafından Kudüs’de yaptırılan Kaya Mescid’e verilen ad o denli yaygın hale gelmişti ki, eski adı olan Aelia Capitolina çok geçmeden unutulmuştu. Kendi aralarında anlaşmak isteyen kimi yazarlar ise, artık kullanılmaz hale gelen bu ismin yerine, daha yaygın olan Mescid-i Aksa’yı kullanır oldular. Kuşkusuz Kur’an, biraz sonra gelecek olan âyette 2524 kısaca el-mescid terimini, yeryüzündeki bir mescid için, belki de Kudüs mescidi için (belki de bir önceden haber veriş bağlamında) kullanmaktadır. Ben şahsen, burada kastedilenin, ilk âyette geçen “mescidu’l-aksâ” ile aynı olduğunu sanmıyorum. Sûrenin ilk âyetinde Muhammed’in (s.a.s.) miracı sözkonusu edilmektedir. 2-8. âyetlerde ise, benzer bir olaya değinilerek, Mûsâ’nın (a.s.) miracından ve Yahudileri İslâm’ı kabul etmeye ikna etmek için İsrailoğulları arasında İlâhî emre karşı gelen kimselerin akıbetinden bahsedilmektedir. Bir yandan Muhammed’in gökyüzüne uruc ettiğini söyleyip, bir yandan da Kur’an’ın sadece Kudüs’ten söz ettiğini söylemek pek mantıklı görünmemektedir. Muhammed’in (s.a.s.) gökyüzünden dönüş sırasında önceki peygamberlerle birlikte kılınan namaza imamlık etmek üzere Kudüs’e uğradığı doğrudur, ancak bu, Miraç gibi büyük çaplı bir yolculuk içerisinde fazla önem taşımayan bir olaydır. Biz, Kudüs’ün de Miraç olayı içerisinde yer aldığını, ancak Kur’an’ın bundan bahsetmediğini söylemek istiyoruz).
Kâbe ile bu semâvî mescid arasındaki eksene Rasûlullah’ın (s.a.s.) bir başka hadisinde de dikkat çekilmiş ve Kâbenin tam olarak bu semâvî mescidin altında bulunduğu, başka bir deyişle, bu mescidten bir taşın atılması halinde Kâbe’nin damına düşeceği bildirilmiştir.
Bu semâvî yolculuğu, Kur’an “Sana gösterdiğimiz o görüntüleri (rü’ya) ancak insanları sınamak için meydana getirdik.”2525 şeklinde nitelendirmektedir. Yukarıda belirtmiş olduğumuz Buhari’den nakledilen hadiste, Rasûlullah’ın (s.a.s.) dönüş yolculuğu sırasında uyandığında, kendisini Kâbe’nin avlusunda bulduğunu görmüştük. Bu konuda daha farklı düşünen Taberî ve Râzî şöyle derler: Eğer sıradan bir rüya sözkonusu olsaydı, Mekke’li müşriklerin isyan edip ona yalan isnat ederek başkaldırmaları için bir neden olmazdı. Ancak müşriklerin karşı çıktığı şeyin bir rüya düşüncesi değil de, Allah’ın, kendilerinin düşmanı olan Muhammed’i, daha büyüğü hayal edilemeyecek övgü ve şereflerle kabul etmesi olduğu da düşünülebilir. Bu arada, peygamberlerin gördüğü rüyaların uyanıklık halinde başlarından geçenlerden daha az değerli olmadığını da hatırlatalım. Muhammed’e (s.a.s.) Hira mağarasında iken gelen ilk vahiy rüya halinde vuku bulmuştu. Kur’an’a göre İbrâhim (s.a.s.) çok sevgili biricik oğlunu kurban etme konusundaki İlâhî buyruğu bir rüyada almıştı.2526 Tevrat’a göre, Yakup (a.s.) da, Allah’ı gördüğü bir rüyaya nâil olmuştu.2527 Süleyman’a da (a.s.) Allah rüyada iken görünmüştü.2528 Bu arada, Buhari’nin ifâdesiyle, Rasûlullah’ın (s.a.s.) bizzat nitelendirdiği bu halin uyku ile uyanıklık arasında olduğunu da gözardı etmeyelim.
Mi’racın uykuda mı yoksa uyanık iken mi cereyan ettiği hususu daha ilk
2524] 17/İsrâ, 7
2525] 17/İsrâ, 60
2526] 37/Sâffât, 102-105
2527] Tekvîn 28/12
2528] Hükümdarlar I, 3/5, 9/2
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
günlerden itibaren tartışma konusu edilmiştir. Ibn İshak, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hanımı Âişe’ye göre, Mi’rac’ın uykuda iken olduğunu nakleder (Bu konuda Suheylî’nin Ravz adlı eserine ve Taberî ile İbn Kesîr’in de Kur’an tefsirlerine vs. müracaat ediniz). Âişe (r.a.), “Onun bedeni asla gözden kaybolmadı, onun ruhu nakledildi” diyerek, bu konuda ısrar eder. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kayınbiraderi ve vahiy kâtibi Mu’aviye de aynı görüştedir. İbn el-Kayyım’a göre (Zâd el Me’ad), Hasan el-Basrî de aynı kanıdaydı. İbn Kayyım’ın kendisi de, bu semâvî yolculuğun uyanıkken ama ruhen cereyan ettiğini söylemeyi yeğlemektedir. Sonraki kuşaklardan (Müteahhirîn’den) Şah Veliyyullah Dihlevî, aklî ilimlerle tasavvufî ilimleri bir araya getirmekle ünlüydü. Ona göre Mirac bedenen cereyan etmiş, ama o sırada beden ruhun niteliklerini taşır bir halde bulunmuştur. Kuşkusuz, Mi’rac’ın tamamen bedensel bir olay olduğunu ve bunun uzayda fiilen meydana gelen bir yer değiştirme olduğunu söyleyen başka kimseler de vardır.
Daha önceki dönemlerde yaşamış olan ve Mi’rac’ın fiilî bir yer değiştirme olduğunda ısrar eden bilginlere sonsuz saygı duymakla birlikte, ben kendi kendime, bu yer değiştirme olayının Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olma sıfatına ters düşüp düşmediğini sorarım. Kur’an’da Allah bizzat şöyle açıklamaktadır: “Biz ona şah damarından daha yakınız.”2529 Bir başka âyette ise: “(Can boğaza geldiği zaman, hastaya) Biz sizden daha yakınızdır”2530; “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir.”2531 Kısaca, biz nerede isek O da oradadır.2532 Aynı mealde daha birçok âyet vardır. Şâyet Allah’ın bizimle ve bize çok yakın olmadığı ve O’nu gökyüzündeki Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse, bu anlayış Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden, göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu anlamına gelir ki, Allah böyle düşünmekten bizi korusun!
Olayları kendi konumları içerisinde değerlendirmek en iyisidir. Bu yorum ve hüküm çıkarmalardan hiçbiri Rasûlullah’tan (s.a.s.) kaynaklanmadığı ve Rasûlullah da (s.a.s.) bu konuyla ilgili olarak hiçbir açıklamada bulunmadığı, dahası, Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashabının da bu konuda farklı görüşlere sahip olmaları nedeniyle, sözkonusu ihtilaflar burada herhangi bir kimse ya da grubu sapıklık ya da Ehl-i Sünnet yolundan sapma gibi ithamlara yol açmamalıdır. Herkes Allah’ın kendisine nasip ettiği bilgi ve hikmet yolunu izlemekte ve kendisini tatmin eden âlimin delillerini benimsemekte özgürdür. Şahsen ben, bir müslüman için bu anlamsız tartışmaya katılmamasının daha iyi olacağı kanısındayım; bunun yerine, Allah’ın insanlığa bağışlamış olduğu Mi’raç gibi yüce bir lütuftan mânevî olarak yararlanmak gerekir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) özellikle ifâde ettiğine göre,2533 namaz mü’minin miracıdır (başka kaynaklarda Allah’a yaklaşma, kurban ya da Allah’ın burhan’ı ifâdesi kullanılmaktadır). Rasûlullah’ın (s.a.s.) mirac’ı kendisine, bizim miraclarımız da, bireysel liyakatlerimize göre kendimizedir. Bununla birlikte, daha İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren, Mirac’ın değişik yorumlara konu teşkil ettiğini görürüz. Hoşgörülü olmamız gerektiği düşüncesiyle bu
2529] 50/Kaf, 16
2530] 56/Vâkı’a, 83-85
2531] 58/Mücâdele, 7
2532] 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 7
2533] bk. Ahmed İbn Hanbel, III, 321, 339; Suyûtî, vs.
İSRÂ VE MÎRAC
- 653 -
kadarla yetiniyoruz.
Yukarıda Mûsâ’nın (a.s.) kendi mirac’ında On Emir (Evâmir-i Aşere),2534 oysa Muhammed’in (s.a.s.) On iki Emir2535 aldığına işaret edilmişti. Bu emirleri şu şekilde karşılaştırmak mümkündür:
Kur’an:
1. Ancak O’na ibâdet ediniz.
2. Ana-babaya iyilikle muâmele et.
3. Akrabaya, fakire ve yolda kalanlara hakkını ver.
4. (Bu konuda) ne cimri, ne de savurgan ol.
5. Geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyiniz.
6. Zinaya yaklaşmayınız.
7. Haklı olduğunuz durumlar dışında kimseyi öldürmeyiniz.
8. (Sorumluluğunuz altındaki) Yetimlerin mallarına ancak güzel niyetlerle
yaklaşınız.
9. Verdiğiniz söz ve vaatleri yerine getiriniz.
10. (Tartarken) Ölçüyü tam yapın.
11. Hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın şeyin ardından koşma
12. Yeryüzünde gurur ve kibirle yürüme!
Tevrat:
1. Benim huzurumda başka ilahlara tapmayacaksın.
2. Yontma put ya da resim yapmayacak, onların önünde secde etmeyeceksin.
3. Zat-ı Ezelî olan Rabbinin adına boş yere yemin etmeyeceksin.
4. Dinlenme gününü (yevm-i sebt) hatırla.
5. Babana ve annene hürmet et.
6. Asla adam öldürme.
7. Zina etmeyeceksin.
8. Hırsızlık yapmayacaksın.
9. Yalan şahitlik yapmayacaksın.
10. Komşunun/akrabanın evine göz dikmeyeceksin, komşu ve yakınının hanımına, erkek ya da kadın hizmetçisine, öküzüne, eşeğine, ya da komşuna ait herhangi bir şeye göz dikmeyeceksin (Tevrat’ta geçen metin böyledir; Bu konuda Kur’an’ın vermiş olduğu metin ise biraz farklıdır. 2536
2534] bk. Çıkış, 20/3-17; Tesniye, 5/6-21
2535] İsrâ: 23-39
2536] Bk. 2/Bakara, 83-84
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu on iki emri zikrettikten sonra, Kur’an şu eklemede bulunur: “(Ey Muhammed!) İşte bunlar, Rabbinin sana vahy ettiği hikmetlerdir.” 2537
Çağdaşımız Süleyman Nedvî, Rasûlullah’ın (s.a.s.) hayat hikâyesi (Sîret) ile ilgili olarak, İsrâ sûresinin hemen tamamının Mi’rac’ı anlattığı tespitinde bulunmuş ve konuyu şöyle analiz etmiştir: Mi’raç, ilâhî kudretin bir göstergesi olduğu kadar, Rabbinin eşiğine kadar yücelme imkânı vererek kulu Muhammed’e (s.a.s.) bahşettiği İlâhî bir lütuf olarak da değerlendirilmelidir. İslâm Peygamberi, tüm peygamberlerin ayrı ayrı elde etmiş olduğu nimetleri kendi nefsinde toplamış ve böylece, iki kıble’nin, yani Âdem ve İbrâhim’in (a.s.) Kâbe’si ile Süleyman (a.s.) ve ondan sonra gelen peygamberlerin kıblesi olan Kudüs’ün peygamberi olmuştur. Bu sûrede Mekkeli müşriklere yönelik bir ceza tehdidi, Muhammed’in (s.a.s.) Medine’ye hicret kararı, emirlerin açıklanması, Muhammed’in (s.a.s.) peygamberlik vasfını ve Kur’an’daki İlâhî vahyi tartışan kimselere de bir cevap vardır. Öldükten sonra dirilmenin ve mucizelerin gerçek olduğu, Mûsâ’nın (a.s.) başından geçenlerden çıkarılması gereken derslere (kıssadan hisse) ait işaretler de bu sûrede yer almaktadır.
Bu arada, Tevrat, Mûsâ’ya (a.s.) verilen On Emir’den söz etmekle birlikte, Kur’an, “Andolsun ki biz Mûsâ’ya açık açık dokuz âyet verdik.”2538 buyurmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla, gerçekte On Emir sözkonusu iken, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Tirmizî, İbn Hanbel, Nesâî, İbn Mâce, Taberî gibi hadisçilerce nakledilen bir açıklamasına göre, sadece Yahudiler için olan sebt günü ile ilgili emir bunların dışında tutulmuştur. Kur’an da, sebt gününün genel bir İlâhî emir olmayıp, cemaat halinde yapılan haftalık ibâdetlerde ayrı baş çektiklerinden, Yahudiler için ihdas edildiğini açıklamaktadır. 2539
Konuyu bitirmek için, Arş’ın Hazinesinden çekip çıkarılan ve Bakara sûresinin son iki âyetinden oluşan şu İlâhî hediye konusuna değinelim:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de iman ettiler. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık. Dönüş sanadır!’ dediler.”
“Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur ya da hataya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabbimiz! Bize, üstesinden gelemeyeceğimiz işler de yükleme! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et! Çünkü Sen bizim mevlâmızsın/efendimizsin! Öyleyse kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!” 2540
Gerçekten bu çok hârika bir durumdur! Bu iki âyetten ikincisini tekrar ele alalım: “Allah bir kimseye ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler.” Bu ne hoş bir lütuf ve nimettir! Eğer bir görevin mutlak bir mükemmellik içerisinde yerine getirilmesi gerekseydi insanın hali nice olurdu? Ama eğer herkesin kendi güç ve yeteneğine göre elinden geleni yapması gerekirse, en az yetenekliler için bile
2537] İsrâ: 17/39
2538] 17/İsrâ, 101
2539] 16/Nahl, 124
2540] 2/Bakara, 285-286
İSRÂ VE MÎRAC
- 655 -
bir kurtuluş ümidi var demektir. Âyette “yaptığımız iyilik” ve “bilerek yaptığımız kötülük” arasındaki ayrıma da dikkat çekilmektedir. Öte yandan, ilk âyet insanlık adına, uluslararası ve dinlerarası ilişkiler adına çok büyük bir lütuftur: Yalnız ve sadece Muhammed’e (s.a.s.) ve Kur’an’a değil, tüm peygamberlere ve kutsal kitaplara inanmayı emretmektedir! Böyle bir hoşgörü diğer dinlerde duyulmuş şey değildir. Bu hoşgörü anlayışı, din ve ırklarının farklılığına rağmen yeryüzündeki tüm insanlar arasında barış ortamını tek başına oluşturmaya muktedirdir: Ancak bir İslâmî yönetim ortamında, Müslüman olmayanlar için bile barış ve adalet mümkün olabilir ve tarih boyunca da öyle olmuştur.
Son Birkaç Uyarı: Bu semâvî yolculuğun dönüşünde Rasûlullah (s.a.s.) bu “gece yolculuğu” (İsrâ) sırasında mânevî âlemde başından geçenleri anlattığında, kendisini dinleyenlerin tepkileri çok farklı olmuştu: Bazı Mekkeliler onunla alay edip, kendisinden Kudüs şehrini tarif ve tasvir etmesini istediler. Kimileri ise Filistin istikametinden gelecek olan ve günlerdir bekledikleri kervanlarının şimdi nerede bulunduğunu söylemesini istediler. Biri de Ebû Bekir’in evine koşarak, ona bu yeni “skandal”ı haber vermek istedi. Ama o sadık insan, bir an bile tereddüt etmeyip “Muhammed (s.a.s.)’ın söylediği her şeyin doğru ve gerçek olduğuna şehadet ederim” dedi. O günden itibaren, Ebû Bekir, Müslümanlar nezdinde herkesin gıpta ettiği Sıddîk lakabına nâil olmuştur.
Ramazan ayında Rasûlullah’a (s.a.s.) ilk vahyin geldiği geceden sonra, Mi’raç da, on yıl kadar sonra Recep ayının 27. gecesi vuku bulmuş ve Müslümanlar tarafından büyük törenlerle kutlanan bir gece olmuştur.
Delil, Âyet ve Hikmetlerle Dolu Bu Gecenin Son Saatleri: İlâhî huzura kabul edilip yeniden insanlar arasına dönen Muhammed (s.a.s.), kendisine yöneltilen İlâhî tebliğ görevini yerine getirmede eskisinden çok daha kararlı hale gelmişti. Artık, önyargılarla dolu olan kendi hemşehrilerinden çok ümitli değildi. Bununla birlikte, Mekke’ye uğrayan yabancı ziyaretçileri de ihmal etmedi. Nitekim onların nazarında çok da başarılı olmuştu. Hicret’ten önceki son yıllarda cereyan ettiklerinden emin olunmasına rağmen, aşağıdaki olayların kesin tarihlerini belli bir kronolojiye oturtmak zor görünmektedir:
İbn Hacer’in ifâdesine göre2541 Orta Arabistan bölgesinde yaşayan Benî Hanife kabilesinin reisi Sumâme ibn Usâl, Mekke’ye uğradığı bir gün Muhammed’e (s.a.s.) şöyle dedi: “Daha çok konuşursan seni öldürürüm.” Ancak bu konuda ayrıntılı bilgi verilmemiştir.
Yemen’deki Devs kabilesinden Tufeyl ibn Amr, bir şair ve oba reisiydi. Kendisini, Muhammed’in sözlerini dinleyenlerin fitneye uğradığı ve ailelerinde karılarla kocaların, çocuklarla ana-babalarının arasında ayrılıklar yaşandığı dedikodusuna inandırmışlardı. Tufeyl bu düşünceye kendisini o denli kaptırmıştı ki, ne zaman Muhammed (s.a.s.) orada iken Kâbe’nin önüne gelse, Muhammed’in büyüsünün kendisine erişmemesi için kulaklarına pamuk tıkardı. Bir gün, kendi kendisine: “Ne kadar bâtıl inançlı biriyim ben! Onun sözlerini duymakta ne kötülük olabilir? Eğer bu sözlerin herhangi bir değeri var ise, buna kendi kendime karar verecek kadar aklım ve mantığım vardır.” Bu düşüncelerle, Kur’an’ı dinledi
2541] İsâbe, No 961
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve Kureyşlileri büyük kederler içerisinde bırakarak, derhal İslâm’ı kabul etti. 2542
Yemen’in Ezd kabilesinden Damâd, büyük bir sihirbaz olarak ün yapmıştı. Mekke’ye uğradığı bir sırada, Kureyşlilerden şehirde bir “rakib”inin bulunduğunu öğrendi ve onlara, gidip onu iyileştireceğine dair güvence verdi. Muhammed’in (s.a.s.) yanına vardı ve onun kendisinin sihirli sözlerini dinlemesini istedi. Ancak Muhammed (s.a.s.), Allah’ı yüceltip O’nu senâ eden, O’nun sıfatlarını ve sonsuz kudretini ihtivâ eden âyetleri okuyunca Dâmad o denli etkilendi ki, Rasûlullah’a (s.a.s.) bunları üç kez tekrar ettirdi; sonra da İslâm’ı kabul etti. 2543
Muhammed Esed’in Miracla İlgili Yorumu
Muhammed Esed, Hz. Peygamber’in kendi miracının bedenle veya ruhla olduğu hakkında hiçbir açıklama bırakmadığını belirtir. Bunun sonucu olarak sahâbîlerden başlayarak Müslüman düşünürlerin farklı görüşler savunduklarını söyler. O da, sahâbîlerin büyük kısmının hem isrânın, hem de mi’râcın fiziksel olaylar olduğuna, yani bedensel olarak bu iki olayın gerçekleştiğine inandığını kabul eder. Ancak, küçük bir grubun bu tecrübenin tamamen ruhsal olduğu görüşünde olduğunu açıklar.
Hem isrâ’nın hem de mi’râc’ın ruhsal yorumu lehindeki en iknâ edici delilin, bu her iki tecrübe ile ilgili sahih Hadisler’de görülen son derece müteşâbih (allegorical) tasvirlerden kaynaklandığını belirten Muhammed Esed, bu tasvirlerin o kadar bâriz şekilde sembolik olduğunu belirtir ki, bunlar ona göre “fiziksel” terimlerle yapılacak bir yoruma asla imkân vermezler.
Muhammed Esed’e göre isrâ ve mi’râcın “bedensel” olduğuna inanmak için iknâ edici bir sebep bulunmamaktadır. “Buna rağmen, bu olayların objektif gerçekliğinden şüphe duymak için de bir sebep yoktur” der ve miracın inkâr edilmesine giden kapıları kapatır. Esed, mi’râc olayının ruhla olduğu görüşünü çok net olmayan ifâdelerle benimserken, bunun rüya ile de olmadığını ileri sürer. Ona göre bu olaylar ruhsal bir gezintidir. Bu ruhsal seyahat, rüyadan çok derin, çok kuvvetli, çok daha gerçektir. Modern psikologların bazı gözlemlerinin, insan rûhunun canlının bedeninden geçici olarak “kopma”sı ihtimalini doğruladığını söyleyen müfessir, bunun bütün dinlerin mistikleri tarafından da ileri sürülen bir durum olduğunu belirtir. Rûhun bedenden böyle geçici bir kopma durumunda, ruh veya canın, zaman ve mekânı serbestçe aşabileceğini belirtir. Bu noktada okuyucuların dikkatini, büyük İslâm düşünürlerinden biri olan İbn Kayyim’in “rûhî mi’râc” konusundaki katkılarına çeker. Ondan alıntılar yapar.
Mi’râcın ruhsal olarak gerçekleştiğini, bedenin ise hiçbir yere ayrılmadığını savunanların mi’râcın rüya halinde vuku bulduğunu söylemek istemediklerini belirtir. Onların sadece, fiilen isrâ ve mi’râcı yaşayanın Hz. Peygamber’in rûhu olduğunu ve böylece rûhun, ölümden sonra şâhid olacağı bedenden ayrılarak şâhit olacağı şeyleri gördüğünü kasdettiklerini söyler. Ona göre, Hz. Peygamber’in o esnâdaki durumu, (rûhun) ölümden sonraki durumuna benziyordu. “Ama Allah’ın Rasûlü’nün isrâ sırasında yaşadıkları, rûhun ölümden sonraki (olağan) tecrübelerinden daha yüce idi ve tabii, kişinin uykusunda gördüğü rüyalarının
2542] İbn Hişam, s. 252-254
2543] Müslim, I/237; Ahmed bin Hanbel, h. no: 2749; Buhârî, Târîhu Kebîr, “Dâmad” maddesine bakınız; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, c.1, s. 129-148
İSRÂ VE MÎRAC
- 657 -
çok üstündeydi” der.
Esed’in bahsettiği türdeki ruhsal tecrübeler, ona göre “bedensel” olarak yaşanabilecek herhangi bir şeyden daha az “gerçek” (yani, objektif) değildir. İsrâ’nın ve mi’râcın ruhsal olduğunu, bedensel olmadığını varsayarken, bu isrâ ve mi’râca atfedilen olağanüstü değeri azaltmadığını açıklamaktan geri durmaz.
Şimdi, onun Kur’an Mesajı adlı tefsirinin arkasına aldığı notlardan Ek IV, Gece Yolculuğu başlığı ile verdiği bilgileri kendi kaleminden görelim:
Hz. Peygamber’in Mekke’den Kudüs’e yaptığı “Gece Yolculuğu” (İsrâ) ve ardından “Göğe Yükseliş”i (Mi’râc), Medine’ye hicretinden yaklaşık bir yıl önce vuku bulmuş olan 2544 sırlarla dolu bir tecrübenin iki aşamasıdır. Sahih rivâyetlere dayanan birçok Hadis’e göre -ki bunlar İbn Kesir’in 17. sûre 1. âyetinin tefsiri ile ilgili yorumunda ve İbn Hacer’in Fethu’l-Bârî’sinde2545 nakledilmiş ve geniş şekilde tartışılmıştır. Allah’ın Rasûlü, yanında melek Cebrâil olduğu halde gece vakti Kudüs’deki Süleyman Mâbedi’ne götürüldü ve orada kendisinden çok önce vefat etmiş ve bir kısmıyla daha sonra gökte yeniden karşılaşacağı peygamberlere namaz kıldırdı. Mi’râc, İslâm Akaidi açısından özel bir önem taşır, çünkü günde beş vakit namaz, Allah tarafından bu tecrübe esnâsında İslâm İtikadı’nın temel bir si olarak emredilmiştir.
Hz. Peygamber’in kendisi, bu tecrübe ile ilgili (bedenle veya ruhla olduğu hakkında) doğrudan hiçbir açıklama bırakmadığından, Müslüman düşünürler -Hz. Peygamber’in sahâbîleri dâhil- onun gerçek niteliği konusunda farklı görüşler savundular. Sahâbîler’in büyük kısmı, hem isrânın hem de mi’râcın fiziksel olaylar olduğuna -başka bir deyişle, Hz. Peygamber’in Kudüs’e gidişinin ve sonra göğe çıkışının bedensel olarak gerçekleştiğine- inanırken; küçük bir grup ise bu tecrübenin tamamen ruhsal olduğu görüşündeydi. Bu ikinci grup arasında özellikle, “O, yalnızca rûhu ile (bi-rûhıhî) seyahat etti ve bedeni yerinden hiç ayrılmadı” diyen Hz. Peygamber’in bu olaydan sonraki yıllarda da en yakını olmuş olan eşi Hz. Âişe 2546 ile tartışmasız şekilde onunla aynı görüşü benimseyn sonraki kuşaktan büyük insan Hasan Basrî’yi (aynı kaynak) görürüz. Buna karşılık, isrânın ve mi’râcın fiziksel tecrübeler olduğuna inana akaidciler, sahâbîlerin büyük kısmının aynı yöndeki görüşlerine dayanırlar -ancak, Hz. Peygamber’in kendisinin onu kendilerinin anladıkları şekilde tasvir ettiğine dair tek bir Hadis bile getiremezler. Bazı Müslüman ilim adamları, 17. sûrenin 1. âyetinde geçen “esrâ bi-abdihî” (O, kulunu geceleyin götürdü) sözlerine dikkat çekerler ve “abd (kul)” teriminin bir canlı varlığın bütünlüğünü, yani ruh ile bedenin birlikteliğini gösterdiği görüşünü savunurlar. Ancak bu yorum, “esrâ bi-abdihî” ifâdesinin, Muhammed’in (s.a.s.), öteki bütün peygamberler gibi, sadece Allah’ın fânî bir “kul”u olduğunu ve hiçbir insanüstü vasıfla donatılmadığını bildiren birçok Kur’an ifâdesine uygun olarak sadece Hz. Peygamber’in beşerî vasfına işaret ettiği ihtimalini dikkate almaz. Bana göre bu durum, Hz. Peygamber’e, Allah’ın bazı sembollerinin (min âyâtinâ) gösterilmiş olduğu, yani Allah’ın mevcûdâtı yaratmasının altında yatan nihâî hakikatlerin tamamını değil, sadece bir kısmını görebilme yeteneği verildiği ifâdesinden sonra gelen yukarıdaki âyetin son sözlerinde -“yalnız O’dur
2544] karş. İbn Sa’d I/1, 143
2545] VII, 155 vd.
2546] karş. Taberî, Zemahşerî ve İbn Kesîr’in 17. sûre, 1. âyet ilgili yorumları
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her şeyi işiten, her şeyi gören”- ortaya konulmuştur.
Hem isrâ’nın hem de mi’râc’ın ruhsal yorumu lehindeki en iknâ edici delil, bu her iki tecrübe ile ilgili sahih Hadisler’de görülen son derece müteşâbih (allegorical) tasvirlerden kaynaklanmaktadır. Bu tasvirler o kadar bâriz şekilde semboliktirler ki, “fiziksel” terimlerle yapılacak bir yoruma asla imkân vermezler. Meselâ, Allah’ın Rasûlü, Kudüs’de ve sonra da gökte hepsi de kendisinden uzun süre önce göçüp gitmiş olan birçok önceki peygamberle karşılaştığını anlatır. Bir Hadis’e göre 2547Mûsâ’yı kabrinde ziyâret eder ve onu namaz kılarken bulur. Yine Enes’den rivâyet edilen başka bir Hadis’de 2548, Hz. Peygamber, isrâ esnâsında nasıl yaşlı bir kadınla karşılaştığını ve Cebrâil’in: “Bu yaşlı kadın ölümlü dünyadır (ed-dünyâ) dediğini anlatır. Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen başka bir Hadis’e göre ise (aynı kaynak) Hz. Peygamber, “tohum eken ve ekin biçen insanların yanından geçti; ekini her biçtiklerinde (bitki) yeniden büyüyordu. Cebrâil: “Bunlar, Allah yolunda savaşanlardır (mücâhidûn) dedi. Sonra kafaları taşlara çarpıp parçalanan insanların yanından geçtiler. Kafaları her parçalandığında hemen yeniden tamamlanıyordu. (Cebrâil:) Bunlar, kafalarında ibâdetten bir eser olmayanlardır” dedi… Sonra bozulmuş çiğ et yiyip pişmiş olarak tüküren bir grup insanın yanından geçtiler. (Cebrâil) onlar için: “Bunlar zinâ edenlerdir” dedi.
Mi’râc ile ilgili meşhur bir Hadis’de2549 Hz. Peygamber, başından geçenleri şu sözlerle anlatır: “Kâbe’nin yakınında (lafzen, Hıcr’de) uzanmış yatarken bir melek geldi, göğsümü yardı ve yüreğimi çıkardı. Ve sonra iman dolu altın bir leğen getirildi, kalbim (onun içinde) yıkandı ve (onunla) dolduruldu, sonra tekrar yerine kondu…” Bu Hadis göstermektedir ki, soyut bir kavram olan “iman”dan bu şekilde söz eden Hz. Peygamber’in bizzat kendisi, mi’râcın bu başlangıcını ve dolayısıyla mi’râcın kendisini ve tabii ki (ipso facto) isrâ’yı tamamen ruhsal tecrübeler olarak görmüştür.
İsrâ ve mi’râcın “bedensel” olduğuna inanmak için iknâ edici bir sebep bulunmadığı halde, bu olayların objektif gerçekliğinden şüphe duymak için de bir sebep yoktur. Yeterli psikoloji bilgisine sahip olmamaları normal olan ilk dönem Müslüman kelâmcılar, yalnızca iki ihtimal tasavvur edebilirlerdi: Ya fiziksel bir olay ya da bir rüya. Onlar, bu muhteşem olayların salt bir rüya âlemine hapsedilmeleri halinde anlamlarını büyük ölçüde yitirebileceklerini düşündüklerinden -ki haklıydılar- gayri ihtiyârî olarak fiziksel terimlerle yorumlamayı tercih ettiler ve Âişe, Muâviye ve Hasan Basrî’nin karşıt görüşlerine rağmen bu tavrı heyecanla savundular. Ancak, şimdi biliyoruz ki rüya, fiziksel gerçekleşmenin tek alternatifi değildir. Hâlâ bebeklik döneminde olsa da modern psişik araştırmalar göstermiştir ki, her ruhsal tecrübe (insan bedeninin bilinen organlarından hiç birinin gerçekleşmesinde rol oynamadığı bir tecrübe) mutlaka “zihn”in -bu terim her neyi kapsıyorsa- salt sübjektif bir tezâhürü olmak zorunda değildir; ancak böyle bir tecrübe, belli durumlarda insanın fizyolojik organizması aracılığıyla gerçekleştiğinden, kelimenin objektif anlamıyla daha az gerçek veya “olgusal” olduğu söylenemez. Bu tür istisnâî psişik aktivitelerin gerçek niteliği konusunda henüz çok az şey biliyoruz ve dolayısıyla onların özellikleri ile ilgili
2547] İbn Kesîr’de Enes’den naklen
2548] karş. Fethu’l-Bârî VII, 158
2549] Buhârî tarafından nakledilmiştir
İSRÂ VE MÎRAC
- 659 -
kesin sonuçlara ulaşmamız hemen hemen imkânsızdır. Bununla birlikte, modern psikologların bazı gözlemleri, insan rûhunun canlının bedeninden geçici olarak “kopma”sı ihtimalini -tarihin başından beri bütün dinlerin mistikleri tarafından ileri sürülen bir ihtimal- doğrulamıştır. Böyle geçici bir kopma durumunda, ruh veya can, zaman ve mekânı serbestçe aşabilir; normalde birbirinden geniş ölçüde farklı gerçeklik kategorilerine âit olan olayları ve olguları kendi kavrayış alanı içine alabilir ve ondan büyük derinlik, berraklık ve kapsayıcılığın sembolik kavrayışları içinde yoğunlaştırabilir görünmektedir. Ancak bu tür “hayâlî/görme/görüş” (daha iyi bir terim bulamadığımız için bunu kullanmak zorundayız) tecrübeleri, benzeri bir tecrübeyi hiçbir zaman yaşamamış olan insanlara anlatmak gerektiğinde, yaşayan şahıs -bu durumda Hz. Peygamber- mecâzî (figürative) ifâdeler kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu, isrâ ve mi’râc esrarlı tecrübeleri ile ilgili bütün Hadisler’in müteşâbih (allegorical) üslûbunu açıklayan bir unsurdur.
Bu noktada okuyucuların dikkatini, büyük İslâm düşünürlerinden biri olan İbn Kayyim’in “rûhî mi’râc” konusunda katkılarına çekmek isterim:
Âişe ve Muâviye, (Hz. Peygamber’in) isrâ tecrübesinin ruhsal olarak (bi-rûhıhî) gerçekleştiğini, bedeninin ise yerinden ayrılmadığını ileri sürdüler. Hasan Basrî’nin de aynı görüşte olduğu rivâyet edilmektedir. Ancak “isrâ, rüya halinde (menâmen) vuku buldu” sözü ile “bedeninden ayrı ruhsal olarak (gerçekleşti)” sözü arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir. Bu iki (görüş) arasındaki fark çok büyüktür… Rüya gören insanın gördüğü, zaten beyninde mevcut olan biçimlerin salt reprodüksiyonlarıdır (emsâl); böylece, (meselâ) rüyasında göğe yükseldiğini veya Mekke’ye yahut dünyanın (başka) bölgelerine götürüldüğünü görür, oysa (gerçekte) rûhu, ne yükselmiş ne de seyahat etmiştir.
“Allah’ın Rasûlü’nün mi’râcını bize rivâyet edenler iki grupta toplanabilirler: Bir grup, mi’râc’ın ruhsal ve bedensel olarak gerçekleştiğini ileri sürmüşler, diğer grup ise, onun ruhsal olarak gerçekleştiğini, bedenin ise hiçbir yere ayrılmadığını savunmuşlardır. Ama bu ikinciler (de) mi’râcın rüya halinde vuku bulduğunu söylemek istememişlerdir: Sadece, fiilen Gece Yolculuğu’na (isrâ) çıkan ve sonra Göğe Yükselen’in (mi’râc) Hz. Peygamber’in rûhu olduğunu ve böylece rûhun (ancak) ölümden sonra (lafzen, müfâraka, “ayrılma”) şâhid olacağı şeyleri gördüğünü kasdetmişlerdir. Hz. Peygamber’in o esnâdaki durumu, (rûhun) ölümden sonraki durumuna benziyordu… Ama Allah’ın Rasûlü’nün isrâ sırasında yaşadıkları, rûhun ölümden sonraki (olağan) tecrübelerinden daha yüce idi ve tabii, kişinin uykusunda gördüğü rüyalarının çok üstündeydi… (Allah’ın Rasûlü’nün gökte karşılaştığı) peygamberlere gelince, orada olanlar, bedenlerinden ayrılarak oraya gelen ruhlarıydı, Allah’ın Rasûlü’nün rûhu ise hayatta iken oraya yükselmişti.” 2550
Kesinlikle söylenebilir ki, bu tür ruhsal bir tecrübe, basit bir olay olmadığı gibi bedensel organların yapabileceği her şeyin veya ulaşabileceği her mertebenin de çok çok üstündedir. Ve İbn Kayyim’in biraz önce aktardığımız şeyden de kat kat üstündedir. Çünkü onların öznenin zihni dışında objektif bir gerçeklikleri yoktur. Oysa yukarıda bahsedilen türdeki ruhsal tecrübeler, “bedensel” olarak yaşanabilecek herhangi bir şeyden daha az “gerçek” (yani, objektif) değildir. İsrâ’nın ve mi’râcın ruhsal olduğunu, bedensel olmadığını varsayarken Hz.
2550] Zâdu’l-Meâd II, 48 vd.
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamber’in bu tecrübesine atfedilen olağanüstü değeri azaltıyor değiliz. Tersine, Hz. Peygamber’in böyle bir tecrübeyi yaşadığı gerçeği, bedensel bir mi’râc mûcizesini aşar; çünkü muazzam bir ruhsal mükemmelliği -ancak Allah’ın hak Peygamberi’nden beklenecek bir vasıf- gerektirir. Ancak, biz normal insanların bu tür ruhsal tecrübeleri tamamen mekân kavrayışlarımız tarafından sağlanan unsurlar dairesinde işleyebilir; ve bu özel kavramlar demetinin ötesine uzanan her şey, açık ve net bir tanım yapma teşebbüslerimizi her zaman boşa çıkarır.
Sonuç olarak söylemek gerekir ki, Hz. Peygamber’in Göğe Yükselmeden (mi’râc) önce Mekke’den Kudüs’e yaptığı Gece Yolculuğu (isrâ), açıkça İslâm’ın yeni bir öğreti olmadığını, ama hepsi de Kudüs’ü mânevî yurt edimiş eski (önceki/geçmiş) peygamberler tarafından tebliğ edilen aynı İlâhî mesajın bir devamı olduğunu göstermek amacındaydı. Bu görüş, Hz. Peygamber’in isrâ sırasında aynı zamanda Yesrib, Sina, Beytüllahm’da vb. namaz kıldırdığını söyleyen Hadisler2551 tarafından da doğrulanmaktadır. Onun bu bağlamda zikredilen öteki peygamberlerle karşılaşması da aynı görüşü sembolize etmektedir. İsrâ sırasında Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’da öteki bütün peygamberlere namaz kıldırdığını söyleyen meşhur Hadisler, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen İslâm’ın, insanın dinî gelişmesinin tamamlanmasını ve mükemmelliğe ulaşmasını temsil ettiği ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın elçilerinin en sonuncusu ve en büyüğü olduğu inancını mecâzî bir şekilde ifâde etmektedir. 2552
İsrâ ve Mîrâcın Düşündürdükleri
Mekke döneminin son yılları… Küfrün egemen güçlerce dayatıldığı bir zulüm beldesinde İslâm’ı yaşamanın, tebliğ edip hayata hâkim kılmanın getirdiği dayanılmaz zorluklar, baskılar, eziyet ve işkenceler… Bunca zorlukları kolaylaştırmak, kendi yoluna dâvet eden elçisine teselli vermek için Allah Teâlâ onu yüceltip göklere dâvet etti. Böylece âyetlerinden, alâmet ve hikmetlerinden bazılarını gösterip ona ikram etmek istiyordu. Aynı zamanda göklere çıkartarak Allah, gücünün bütün kâinata, tüm varlıklara geçerli olduğunu fiilen açıklamayı murâd ediyordu. Aynı şekilde böyle büyük bir mûcize ile insanları yeni bir imtihandan geçirmek istiyordu.
Sadece Ebû Cehil ve çağdaşları değildi sınava tâbi tutulanlar. Onların torunları olan bugünkü nesiller de denenmekteydi. Allah’a, Allah’ın verdiği habere güvenecekler mi, inkâr mı edecekler? Görmedikleri halde gökle ilgili aklın zor kabul edeceği nice hususlara, sırf bilim adamları öyle söylüyor diye inanan insanlar imtihandan geçirilmektedir. Gök cisimlerinin büyüklüğü, sayılamayacak çok galaksilere, güneşlere, yıldızlara, onların muhteşem sistemine inanan insan, göklerde ve yerde olup biten nice esrârengiz olayları kabul eden kişi, kendi içinde ve evrendeki nice hârika işleyişe şâhit olan Âdemoğlu, isrâ ve miraca inanmıyorsa, elbette sınavı kaybetmiştir. Gözüyle görmediği halde sırf bilime inandığı için maddenin içindeki çekirdeğe, atoma ve elektronların hareketine inananlar, insan aklıyla yapılan füzelerin binlerce kilometrelik hızını ve göklere tırmanışını kubullenenler miracı şüpheyle karşılayıp Allah’ın gücünün her şeye kadir olduğunu bilmek istemeyen akılsızlardır. Her gün gördüğümüz için hârikulâdeliklerini farkedemediğimiz gözümüzün önünde öyle enteresan olaylar olup bitmektedir
2551] Fethu’l-Bârî VII, 158’de nakledilmiştir
2552] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Terc. C. Koytak, A. Ertürk, İşaret Y., c. 3, s. 1337-1339
İSRÂ VE MÎRAC
- 661 -
ki… Her şey, Allah’ın yüceliğini, kudretini haykırmaktadır. Allah’ın yarattığı âciz insanoğlunun bile yaptığı nice teknolojik hârikalar olur da, Allah’ın gücü neye yetmez ki… İnsan, Allah’ın ihsan ettiği aklı ve sınırlı bilgisi sâyesinde sesleri, görüntüleri, fotoğrafları çok uzaklara naklediyor, insanları uzayın derinliklerine taşıyor, aya insan gönderiyor ve oradaki insanın görüntüsüne ve sesine şâhit olabiliyor ve bütün bunları kabulleniyor da Allah’ın, peygamberini semâya çıkartacağına inanmıyorsa, bunda başka gerekçeler aramak gerekiyor. İbrâhim (a.s.)’a göklerin ve yerin melekûtunu, muhteşem varlıkların gösteren,2553 İdris’i (a.s.) yüce mekâna, üstün bir makama yükselten 2554 ve İsa’yı (a.s.) Kendi nezdine kaldıran, onun rûhunu ve derecesini yükselten2555 ve Mûsâ’ya (a.s.) Tûr-ı Sina’da tecelli eden,2556 mümkün ki Yunus’a (a.s.) balığın karnında tecellî ettiği gibi, güzel kulu Muhammed’e de (a.s.) göklerde ikram ediyordu. Bir padişahın misafirini en güzel yerlerde ağırlaması gibi, mekândan münezzeh olan Allah da peygamberine âyetlerinden bazılarını göstermek için gökleri uygun görüyordu.
Kaldı ki, akıl, her şeyi kendi başına dosdoğru tartabilen bir ölçü değildir. Mü’minler gayba iman etmek durumundadır.2557 Gayba iman, Allah’a ve Allah’tan gelen hüküm ve esaslara, Allah’ın ve Rasûlünün haber verdiği şeylere görmeden iman etmektir. Hz. Peygamber’in mi’râca çıkışını ihtimal dışı görenler, Cebrâil’in göklerden inişini de aynı şekilde ihtimal dışı görebilirler. Miraç, imanların test edilmesidir. Miraç olan namaz da imanın dışa yansıması. Her davranışı namaz gibi ibâdete çevirmek ve Allah’ı görüyor gibi ihsan içerisinde güzel bir şekilde yapmak da iman iddiasının isbat edilmesidir. Mirac, “O’na zor olan bir şey olabilir mi, O dilerse ne olmaz ki?!” anlayışını pekiştirir. “O’nun işi, bir şey dilediği vakit, sadec ‘ol!’ demektir ve o şey derhal olur.” 2558
Rivâyete göre, mi’racda namazla birlikte Bakara sûresinin son âyetleri de indirilmiş ve Allah’a şirk/ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir.2559 Allah Rasûlü, böyle muhteşem bir gecede ve gördüğü bunca esrârengiz özellikler arasında, ümmetini unutmamış, orada da ümmetini hatırlayıp duâlar etmişti. “Ettehıyyâtu” içinde sâlih kullara selâm yollayıp selâmetler diliyordu.
Miracda ümmete hediye edilen namaz, Rabbimizin bizlere bir ikrâmıdır. Onunla arınıp kurtulalım, yücelere tırmanalım diye namaz bir lütuf olarak bize farz kılınmıştır. Bizi yaratan zât, bizim neye ihtiyacımız olduğunu bizden daha iyi bilmektedir; Rûhumuzun gıdâsı, şifâsı namazdadır ki, bize bu ikramda bulunmuştur. Biz de Peygamberimiz gibi miraca çıkmak istiyorsak yol, namazdan geçmektedir. Asansördür, kaldıraçtır namaz. “Namaz mü’minin miracıdır.” Allah’la buluşmak, O’nunla görüşmek demektir namaz. Secde üssünden kalkan füzeyle göklerin en yükseğine, "mirac"a doğru kanatlanmaktır namaz. Yükselip meleklerle beraber olmak isteyenler namaz asansörüne binmelidir. Secdeden kaçanlar, bunun "hubût", yani iniş, düşüş ve alçalma olduğunu bilmelidir. Secdeden kaçanlar şeytanlaşıp en aşağılara alçalıp yuvarlanırken; mü'min, secde füzesiyle
2553] 6/En’âm, 75
2554] 19/Meryem, 56-57
2555] 4/Nisâ, 158
2556] 7/A’râf, 143
2557] 2/Bakara, 3
2558] 36/Yâsin, 82
2559] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 422; Müslim, İman 279
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
fezâları aşıp yükselir.
Şimdi, isrâ için sonuç, miraç için başlangıç olan, etrâfı mübârek kılınan Mescid-i Aksâ ve çevresine bakalım:
Filistin Topraklarının Müslümanlar İçin Önemi: O topraklar mukaddestir. Bu kutsallık, hem hıristiyan, hem yahûdi ve hem de müslümanlar için geçerlidir 2560. O topraklar yeryüzü hâkimiyetinin tarih boyunca bir sembolü gibi kabul edilmiş, Filistin'e (Mescid-i Aksâ'ya) sahip olan ülkeler ve zihniyetler, hem psikolojik moral, hem de siyasal güç yönüyle rakiplerinden öne geçmişlerdir. Onun için, Hz. Ömer'in fethinden 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar müslümanların o topraklarda hâkimiyeti izzetlerinin bir göstergesi olmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar, Mescid-i Aksâ'yı vahiy gereği ilk kıble olarak seçtiler; Oraya yönelerek Rablerine kulluklarını yerine getirdiler ilk önce. Biz de ilk önce oraya yönelmeli, sonra Kâbe'ye teveccüh etmeliyiz, tefekkür ve görev bilinciyle. Hem namazdaki "kıyâm"ı, hem de namaz gibi ibâdet olan "kıyâm"ı kıbleler tâyin edecek; biz de kıblelerimize doğru yönelecek, yüzümüzü Aksâ ve Harâm Mescidlerine çevirecek ve oraya doğru "Allahu Ekber!" diyerek kıyâm'a duracağız/kalkacağız.
Rasûlullah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'dan veya diğer mescidlerden değil; Mescid-i Aksâ'dan çıktı mi'râca. Mescid-i Aksâ'ya ayak basarak yükseldi göklere. Dünya müslümanları olarak biz de namazlarımızın mi'râç olmasını arzu ediyorsak, yahûdilerin ayakları altında alçalmak değil de, göklere ve yücelere doğru yükselmek istiyorsak, Mescid-i Aksâ'yı kaldıraç kabul etmeli, onu merdivenimizin ilk basamağı olarak değerlendirmeliyiz.
Yeryüzünün halîfesi/efendisi olabilmek için, sadece Allah'a -hakkıyla- kul olunması, kulluk yapılması temel şarttır. Kulluk, yani ibâdet için de yönelinecek bir kıblenin olması gerektiğinden, bu, önce Mescid-i Aksâ, sonra Mescid-i Harâm olmuştur. Niçin önce Mescid-i Aksâ? Çünkü Kur'an tâbiriyle orası "arz-ı mukaddes"tir 2561, çevresi mübârek kılınan yerdir 2562. Peygamberlerle bereketlenmiş, çeşitli hayırlarla ve tarihî zenginliklerle şereflenmiştir. Doğunun ortası, Ortadoğunun kalbidir. Tarihî değeri, tüm büyük din mensupları tarafından kabul edilen bir gerçek olduğu gibi, günümüz açısından petrol yataklarına sahip olmasıyla da önemlidir. Yarınki dünyanın enerji kaynağı, büyük ihtimalle güneş olacaktır. Batı dünyası, istisnâların dışında güneşe hasret bir dünyadır. Sadece mânevî anlamda değil; ısı ve ışık kaynağı ve yarınki enerji kaynağı güneşe de hasrettir. Ve güneşten en fazla yararlanılabilecek topraklara da sahiptir Kudüs. Kim bilir, bugün henüz farkına varamadığımız daha nice bereketlere de sahip olduğu, yarınlarda ortaya çıkabilecektir. Tarihte hilâfet ve dünya hâkimiyeti açısından önemi gibi, günümüzde de oraya sahip olan dünyaya da egemen olduğunu göstermiş oluyor.
Filistin'in bugünkü durumunu anlatmak için lügatlardaki zulüm ve vahşetle ilgili bütün kelimeleri İsrâil denen vampir için eksiksiz saymak, mazlumluk ve acınmayla ilgili tüm sözcükleri de Filistin için sıralamak gerekiyor. Ya da Filistin'li
2560] 5/Mâide, 21; 17/İsrâ, 1
2561] 5/Mâide, 21
2562] 17/İsrâ, 1
İSRÂ VE MÎRAC
- 663 -
kızın şiirindeki ağlatıcı tek kelimeyi seçmek: "Utanın!" Peki, utanılacak bu durumdan kurtulmak, orayı kurtarma gayretiyle, kendimizi kurtarmak için ne yapılması gerekiyor?
a) Kudüs'ün Kurtulması İçin Çalışmak Bütün Müslümanlara Farzdır, Şarttır. İslâm'da cihadın farziyeti ve sebepleriyle ilgili hükümler, bütün müslümanlara görevlerini hatırlatacak kadar açık ve nettir. Cihad, müslümanlara savaş açanlara,2563 verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara,2564 Allah'a ve âhiret gününe inanmayarak Allah ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı,2565, yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak2566 gâyesi ile meşrû2567 ve mecbûrî2568 kılınmıştır.
"Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda siz de savaşın." 2569; "O halde, size karşı tecâvüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin."2570; "Size ne oldu da Allah yolunda ve 'Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!? İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." 2571; “Fitne tamamen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın.” 2572
b) Kurtarma Çalışmaları Yetersizdir. Dünya müslümanlarının oradaki zulmü sanki kendi inançlarına, kendi kutsallarına, her şeyiyle kendilerine yapılmamış gibi duyarsızlık ve tavırsızlık, ya da eksik, hatta yanlış tavırlar içinde oldukları bir vâkıadır. Bazılarına göre Arapların meselesi kabul edilerek "neme lâzımcı" tavırsızlıklar, bazılarınca da "uzlaşmacı" ve "dilenişçi" yaklaşımlar... Mücâdelenin Allah için olmaması, sadece bir toprak savunması, kavmiyetçilik ve benzeri beşerî ideolojiler uğruna yapılması ve yardımın tâğutlardan ve tâğûtî yöneticilerden beklenmesi...
c) Tek Çözüm Cihaddır. Zorbanın anlayacağı tek dil, kaba kuvvettir. Hitler'in tecâvüzlerine Müttefikler 2. Dünya Savaşında ne ile karşı koydular? Bildiriler, kınamalar ve barış görüşmeleriyle mi, yoksa savaşla mı? Şimdiki vahşet, H'li ve H'siz Hitlerin saldırılarından ne kadar farklı? Filistin toprakları daha önce müslümanların eline nasıl geçtiyse, yine aynı şekilde geçecek, "fetih"lerin sadece tarihte kalan nostaljik birer hâtıra olmadığı dosta düşmana gösterilecektir. “Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün; böyledir kâfirlerin cezâsı.”2573; "Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her
2563] 2/Bakara, 190
2564] 9/Tevbe, 12-13
2565] 9/Tevbe, 29
2566] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
2567] 22/Hacc, 39
2568] 2/Bakara, 216
2569] 2/Bakara, 190
2570] 2/Bakara, 194
2571] 4/Nisâ, 75-76
2572] 2/Bakara, 193
2573] 2/Bakara, 191
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
defasında hiç çekinmeden ahidlerini bozan kimselerdir." 2574
Nebevî ikazlar bütün müslümanları göreve çağırmaktadır: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”2575; “Müslümanlardan imdat isteyen bir mazlumun feryadını işitip de karşılık vermeyen, müslüman değildir!” Dünya sevgisi, yani dünyevîleşme ve Allah yolunda ölümü güzel görmemek, kendilerinden çok az sayıdaki kitap ehli ya da kitapsızların elinde müslümanların oyuncak olmasını sonuçlandırıyor, uhrevî cezânın dünyevî avansı olarak. Bunca zulüm; kavmiyetçilik, hizipçilik ve tefrikadan vazgeçmek için yeterli gelmiyorsa, bunca zillet; Azîz olan Rabbe yönelip onur ve şerefi O’nun dininde aramayı sonuçlandırmıyorsa, bunca saldırı; cihada sarılmayı gerektirmiyorsa, âhiret azâbına da aday olunur.
d) Cihad, Sadece Silâhla Savaş Değildir. Ekonomik savaş, günümüzde silâhlı savaştan daha az etkili değildir. Kur'an'da cihadla ilgili hemen her âyette, önce "mallarınızla cihad edin" ifâdesi dikkat çekicidir. “Müslümanım” diyenler, çoğunlukla yahûdilere hizmet veren bankalardaki paralarını çekse, Ortadoğudaki petrol üreten ülkeler petrolü ambargo, fiyat ayarlaması vb. şekilde silâh olarak kullansa, müslüman halklar İsrâil ve onun sömürgesi Amerikan mallarına boykot uygulasa... bırakın İsrâil denen yapay ülkeyi, ABD bile dünkü Sovyetler Birliği gibi teslim bayrağını çeker. İmamın dediği gibi, müslümanlar birlik olup birer kova su dökse İsrâil'i sel alır götürür.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1 milyar 150 milyon (2003 yılı istatistiklerine göre). Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrâil'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrâil'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
Her kaka kola İsrâil için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahûdi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Bankalara ve özel sigortalara para yatıran müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. Kapitalistin de siyonistin de dini imanı para ve madde olduğuna göre, onlarla savaşın bir cephesi de ekonomik olmalı ve siyonizme hizmet edenlerin mallarını alarak, kurumlarıyla çalışarak İsrâil silâhlarına kurşun taşıma ihânetini terketmeliyiz. İnternet sitelerinden binlerce ses yükseliyor: "İsrâil'in ve İsrâil'e yardım edenlerin mallarını protesto edelim!" Ve uzunca marka ve mağaza listeleri sıralanıyor. Tercih ettiğimiz bir marka, bilinçli veya bilinçsiz, hangi safta yer aldığımızı ele veriyor: "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır." 2576 Ve iki hadis rivâyeti:
2574] 8/Enfâl, 56
2575] Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87
2576] 4/Nisâ, 76
İSRÂ VE MÎRAC
- 665 -
"Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder.”2577; "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış çıkmış olur." 2578
Cihadın maddî, mânevî, hayâtî, her çeşidiyle, küçüğü-büyüğüyle, küçük ve büyük Mescid-i Aksâlarımızı kurtarmak için, küçük ve büyük İsrâillere, içimizdeki ve dışımızdaki siyonistlere karşı tavrımızı netleştirmeli, görevlerimizi kuşanmalıyız.
İsrâil’in ve Siyonist Yahûdilerin Dezavantajları:
a- Yahûdiler yaşamayı, dünyayı, maddeyi çok sever, ölümden çok korkarlar 2579. Uzun süreli ve insan insana savaşı sürdüremezler.
b- İsrâil halkı ve ordusu, insan gücü olarak azdır. Asker açığını kızlarla ve yer yer Amerika’dan getirdikleri paralı askerlerle kapatmaya çalışmaktadırlar.
c- Hıristiyanlara da düşman oldukları, insanî hakları çiğnedikleri, faşizan ırkçılıkları, tüm insanlığın kanını emdikleri dünya kamuoyuna yeterince duyurulursa Batılılar dâhil, onları kimse desteklemez, hatta nice Hitler adayları bile çıkabilir.
d- Başta Amerika olmak üzere Rusya ve Avrupa, hatta müslümanların yaşadığı ülkelerin çoğu yöneticileri bugün siyonizmi ve İsrâil’i desteklemektedirler. ama unutulmamalıdır ki, uluslar arası ilişkilerde dost yoktur; ülke menfaati vardır; onlar, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşünürler. İsrâil’i desteklemenin onların faydalarına olmadığı ve olmayacağı anlatılabilirse bu destek, tavır almaya dönüşebilir.
e- Her şeyden önemlisi, Allah’ın yardımı onlara gelmez. Onlar Kur’an’ın hükmüne göre; fesatçı, zorba, maddeyi ilâhlaştıran, azgın ve lânetli bir zihniyete sahiptir. Bu özelliklerin her biri, İlâhî yardıma engel olan özelliklerdir. Hele karşılarında Allah’ın askerleri olursa...
Zorbalıkları için silâh ve teknolojilerine güvenenler bilmelidirler ki, maddî silâhlar dayanıksız ve yetersizdir. İman silâhı ise ne kadar yok edilmeye çalışılsa daha da keskinleşmekte, muvahhid elindeki ebâbil taşı, Hak düşmanı zorbanın fil benzeri tankına gâlip gelebilmektedir. “Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın; hâlbuki kalpleri darmadağınıktır.” 2580
İsrâil'in Ortadoğunun Bağrında Hançer Olmasının Sorumlusu Müslümanlardır: Cihad görevinden kaçan, tâğutlardan korkan, beşerî ideolojiler peşinde koşan, gündelik işlerden dâvâya vakit ayıramayan, kâfirleri dost ve velî kabul eden dünyevîleşmiş müslümanlar kendilerine gelsin diye uyarıcı iğnedir İsrâil vahşeti. "Zâlim Allah'ın kılıcıdır, Allah onunla yoldan çıkanları cezalandırır, sonra ondan da intikamını alır." Zâlimlerden korkan, onlara karşı seyirci kalan insanlara, Allah zâlimleri Musallat kılar ve onların seviyesine indirir.
2577] Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih
2578] Râmuz el-Ehâdis, c. 2, s. 445
2579] 2/Bakara, 94-96
2580] 59/Haşr, 13-14
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâil kurulmazdan önce, Filistin çevresinde tampon ülkeler oluşturmayla işe başlandı; İsrâil'in kuruluşuna ve kalıcılığına altyapı olsun diye. Muhâlefetini kendileri seçen ve yönlendiren iktidarlar, çok uzun süre tahakkümlerini sürdürürler. İsrâil’i Amerika’dan sonra ilk tanıyan devlet, T.C. idi; hâlâ da işbirliği konusunda aynı çizgi sürdürülmektedir.
Nefsine hakaret edilse, parası gasp edilse ciyak ciyak bağıran insanımız, Kudüs günü bile tertip edemez; Filistin dâvâsı için fedâkârlık deyince bahaneleri sıralar. Kendi ülkelerinin ulusal günlerinde hâlâ bayram yapanlar, sözgelimi Bingazi’nin, Kahire’nin, İstanbul'un fethini tantana ile kutlayanlar, sahi niye Kudüs'ün, Mekke'nin fethini kutlamazlar? İşgal altında diye mi? Diğer kutlanılan yerler, işgalden kurtuldu mu ki? Aslında İsrâil de, işgal de içimizde. Beyinlerini ve gönüllerini, yaşadıkları çevredeki topraklarını ve hatta mescidlerini her çeşit işgalden arındıramayanlar, uzaklaştıkları mübârek yerleri ve büyük mescidlerini hiç kurtaramazlar.
İsrâil içimizde... İsrâil sadece Filistin’i işgal etmiş değil, işgalin kapsamı çok daha geniş, zulmün boyutları çok daha derin. Haber ajansları ve medyadaki ağırlıkları, sanat ve özellikle sinemadaki etkinlikleri, Mason locaları, Rotary ve Lions klüpleri, uluslararası nice teşkilatları, kendi ideallerine hizmet eden tâğutî rejimler ve her ülkedeki işbirlikçileriyle İsrâil her şeyiyle müslümanların içinde. Yahûdilerden mü'min olanlara, artık nasıl yahûdi denmezse, müslümanlardan yahûdileşenlere de artık müslüman denilmesi yanlış olur, o artık "yahûdi(leşmiş)" bir kimsedir. Kendisinde münâfıklık (itikadî anlamda) alâmetleri bulunanlar, hadis-i şerifteki ifâdeyle nasıl hâlis/tam bir münâfık oluyorsa, kendisinde yahûdilik alâmetleri bulunanlar da tam bir yahûdi olurlar. Yoksa, yaratılış ve ırk olarak yahûdi olmak, ne başlı başına bir üstünlük, ne de alçaklıktır. İnsanın, kendi elinde olmayan bir sebepten dolayı, şu veya bu ırka mensup olmasından ötürü gazab edilmesi ve lânetlenmesi Kur'an'ın bütünlüğüne uygun bir anlayış değildir. İnsan, irâdesini iyiye veya kötüye kullanmasından, kendi yaptıklarından dolayı ödül veya cezayı hak eder. Önemli olan Kur'an'da ifâdesini bulan yahûdi karakterine sahip olup olmamaktır. Aynen, müslüman bir anne-babadan doğmak, yani nesil olarak müslüman çocuğu olmak, müslüman sayılmak için kâfi olmadığı gibi.
Batılı kâfirlere, hıristiyan ve özellikle de yahûdilere ait Kur'an'da beyan edilen nice olumsuz özellik, bugün "müslümanım" diyenlerde hiç eksiksiz bulunmaktadır. Dolayısıyla hıristiyan ve yahûdilere verilecek dünyevî ve uhrevî cezalar, mü'minlerden onları örnek alan taklitçilere de verilecektir. Bu, İlâhî adâletin gereğidir. Lânete, gazaba uğrama ve dalâlet/sapıklık hükümleri/damgaları da. Bu değerlendirmeler, fertler için olduğu kadar; toplum için de geçerlidir. Toplumların, devlet ve rejimlerin, lânetli ve sapık yolu izledikleri zaman, helâkleri ve cezaları, tarihtekinden farklı olmayacaktır. Sünnetullah'ta (Allah'ın toplumsal kanunlarında) bir değişiklik olmaz. Saâdeti asra taşımak ve sahâbeleşmek mümkün olduğu gibi, İsrâil'leşmek de mümkündür. Bu tercih; mutluluk veya felâketi, cennet veya kıyâmeti seçmektir. Dışımızdaki yahûdiden daha tehlikeli olan, içimizdeki yahûdidir. Kalp ve kafamızdaki, el ve dilimizdeki küfürdür dünyamızı perişan, âhiretimizi zindan edecek olan. "Ey iman edenler! Siz (önce) kendinize bakın.
İSRÂ VE MÎRAC
- 667 -
Siz hidâyet üzere/doğru yolda olunca, dalâlette olan kimseler size zarar veremez."2581 Gönüllerdeki yahûdiliğe savaş ilân edip içimizdeki işgali kaldırmadan, dıştakine tavır almak mümkün değildir.
“Bir toplum, kendini değiştirinceye kadar Allah onlarda bulananı değiştirmez.”2582 “Ey iman edenler! Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.”2583; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmişseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.”2584; "Ey iman edenler, iman edin!" 2585
Gâvurlaşmaya, yahûdileşmeye giden yolu bırakıp, kendilerine nimet verilen peygamberlerin, sıddıkların, şehid ve sâlihlerin yolunu takip eden ve Allah için her imkânıyla cihad edenlere ne mutlu!
2581] 5/Nisâ, 105
2582] 13/Ra’d, 11
2583] 47/Muhammed, 7
2584] 3/Âl-i İmrân, 139
2585] 4/Nisâ, 136
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrâ Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
İsrâ Kelimesinin Kökü Olan Sery Kökünden Türeyen Kelimelerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 7 Yerde): 11/Hûd, 81; 15/Hıcr, 65; 17/İsrâ, 1; 20/Tâhâ, 77; 26/Şuarâ, 52; 44/Duhân, 23; 89/Fecr, 4.
B- İsrâ Mûcizesi ile İlgili Âyet-i Kerimeler: 17/İsrâ, 1, 60; 53/Necm, 13-18.
C- Mi’râc Kelimesinin Çoğul Şekli Olan “Meâric” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 2 Yerde): 43/Zuhruf, 33; 70/Meâric, 3.
D- Mi’râc Kelimesinin Kökü Olan Urûc Kökünden Türemiş Fiillerin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 15/Hıcr, 14; 24/Nûr, 61; 32/Secde, 5; 34/Sebe’, 2; 43/Zuhruf, 33; 48/Fetih, 17; 57/Hadîd, 4; 70/Meâric, 3, 4.
İsrâ ve Mirac Konusuyla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, Salât 1, 81, Tevhid 37, Enbiyâ 5, Bed’ü’l-Halk 7, Menâkıb 24, Menâkıbu’l-Ensâr 41, 42, Tefsir 17/9, Hac 42;
Müslim, İman 259, 262, 263, 279, 280, 283, 284, 285, 287,291, 292, Fezâil 164, Hac398-405
Ahmed bin Hanbel, Müsned I/309, 422, III/120
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Mirac Gecesi, M. Âsım Köksal, Ankara, 1955
2. Mirac Gerçeği, Süleyman Mollaİbrâhimoğlu, İst. 1991
3. Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslâm’da Miraç, Şinasi Gündüz ve dğr., Ankara, 1996
4. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Mevdûdî, Terc. Ahmet Asrar, Pınar Y., s. 861-880
5. İslâm Peygamberi, Muhammed Hamidullah, Terc. Salih Tuğ, Yeni Şafak Gaz. Y., c.1, s. 129-148; terc. M. Sait Mutlu, İst. 1966, c. 1, s. 90-
6. Mirac Gecesi Hz. Peygamber’e Verildiği Söylenen Âyetlerle İlgili Bazı Mülâhazalar, Ali Akpınar, Cumhuriyet Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, sayı 1, Sivas, 1996s. 95-101
İSRÂF
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İSRÂF
- 485 -
Kavram no 101
Ahlâkî Kavramlar 19
Haramlar 13
Bk. İnfak; Cimrilik-Cömertlik;
Rızık; Yeme-İçme; Haram
İSRÂF
• İsrâf; Anlam ve Mâhiyeti
• Müsrif; İsrafçı, Savurgan
• Cimrilik; İsrâfın Zıddı Olan Aşırılık
• İktisad; Harcamada Orta Yol
• Cömertlik; Allah’ın Verdiğini Allah Yolunda Sarfetmek
• Saçıp Savuranlar Şeytanın Kardeşleridir
• Kur’ân-ı Kerim’de isrâf Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İsrâf Kavramı
• Reklâm; İsrâfı Emreden Şeytânî İllüzyon
• Kapitalizm; Tüketimi ve İsrâfı Dayatan Rejim
• Mal; Dünya Varlığı
• Rızıktaki Farklılığın Hikmetleri
• Rızık Genişliği İmtihanı Karşısında Müslümanın Tutumu
• İnfak; İsrafın Alternatifi
• İnfakın Fayda ve Hikmetleri
• Mal Yığma
• Yeme-İçmede İsraf
• Tefsirlerden İktibaslar
• Tüketim Çılgınlığı ve İnsanımız
• Dünyaya, İsrafla Harcamak İçin Değil; Âhirete Azık Postalamaya Geldik!
“Çardaklı ve çardaksız (asmalı ve asmasız üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri ürün verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri/israf edenleri sevmez.” 1913
İsrâf; Anlam ve Mâhiyeti
İsrâf; İnsanın sahip olduğu nimetleri gereksiz ve aşırı tüketmesi demektir. Bu tür bir davranış, İslâm tarafından uygun görülmemiş ve insanoğlunun yeme, içme ve harcama konusunda belirli bir denge içerisinde kalması istenmiştir. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde bu hususa işaret etmiştir: "Elini bağlı olarak boynuna asma. Onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış pişman bir
1913] 6/En’âm, 141
- 486 -
KUR’AN KAVRAMLARI
halde oturup kalırsın" 1914. Burada "boynuna asma" tâbirinden cimrilik etmenin kasdedildiği belirtilmektedir. "Açıp saçma" tâbirinden kasdın ise, israf olduğu belirtilmektedir. Bu iki husus da birbirinin zıddı olan fakat tasvip edilmeyen alışkanlıklardır. İkisinde de hem kişiye hem de topluma sayısız zararlar bulunmaktadır.
Başka bir âyette Cenâb-ı Hak, "Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." 1915 buyurur. Cimrilik, meşrû bir şeyden faydalanmaktan nefsi mahrum bırakmaktır. İslâm ise, meşrû sınırlar içerisinde kişiyi faydalanmakla mükellef tutar, haram kılınmamış bir şeyi insanların haram olarak kabul etmelerinden hoşlanmaz. Çünkü hayatın güzelleştirilmesi, çirkinliğe ve israfa kaçmaksızın gerçekleştirilmelidir. İsraf hem fert ve hem de toplum için bir bozuluştur. Hepsi bu yolda verilse bile, Allah yolunda malı infâk etmek israf değildir.
Hz. Peygamber ve ashâbının; "Yüce Allah dağ gibi altın verse, bunu O'nun yolunda harcamayı temenni ettikleri" nakledilmektedir.1916 Bu yönüyle israf, İslâm'ın ileri derecede hoş görmediği lüks hayattan kaynaklanmaktadır. Servetin büyüyüp lüks uğruna harcanması sonucuna gitmemesi için malın zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olması İslâm tarafından reddedilmiştir.1917 Bu yüzden lüks, bir toplum için "şer" kabul edilmiştir. Lüksün hoş görülmediği ve haram kılındığı konusunda çeşitli nasslar bulunmaktadır. Ancak buradaki lüks'ü ileri teknoloji ürünü âletleri evimize sokma şeklinde anlamak yanlıştır. Burada lüksten içki, kumar, fuhuş, aşırı giyim, gücünün üzerinde gereksiz harcamalar, gurur-kibir, şan ve şöhret için ziyafet düzenlemeler gibi harcama ve yaşantılar kastedilir.
Kur'ân-ı Kerîm bazen tarih boyunca lüks ve rahat bir hayat sürenlerden söz eder. Bu tür halklar kendilerini helâke sürükledikleri gibi onlara uyanları da aynı âkıbete götürmüşlerdir. Bir toplumda lüks içerisinde olanlar varsa, mutlaka orada zayıf durumda olan mağdur kesimler de bulunur. Refah ve lüks içerisinde olanlar hasta ve rahat hayatlarına tutkundurlar. Şehvet ve lezzetlerine bağlıdırlar. Kur'an-ı Kerîm bu tür sapmış ve haddi aşmış toplumların isyan içerisinde bulunduklarından söz etmektedir. "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyuları aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah'ın katındadır."1918; "Biz herhangi bir ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, oranın zengin ve şımarık ileri gelenleri, mutlaka; 'Biz, sizin getirdiklerinizi inkâr ediyoruz' demişlerdir." 1919
İsraf, ferdin olduğu kadar İslâm toplumuna yön verecek otoritelerin de dikkat etmesi gereken bir husustur. Tüketici, gerekli ihtiyaç maddelerinden kabul edilen malları harcarken de, gereğinden fazla harcamamaya dikkat etmek durumundadır. Kişinin iyi bir hayat sürmesi için yapacağı harcamalara hiçbir şekilde sınırlama getirilemez. Elverir ki, bu harcamalar etkinliğin artmasına ve İslâm'ın gerçek bir müslümandan toplum içinde beklediği hizmetlerin yerine
1914] 17/İsrâ, 29
1915] 7/A'râf, 31
1916] bk. Buhârî, Fedâilü's-Sahâbe 6, Temennî 2, Zekât 4; Müslim, Münâfîkîn 52, Zekât 31, Fedâilü's-Sahâbe 221, 222; İbn Mâce, Mukaddime 10, Zekât 3
1917] bk. 59/Haşr, 7
1918] 3/Âl-i İmrân, 14
1919] 34/Sebe', 34
İSRÂF
- 487 -
getirilmesine yarasın.
Öte yandan "kıt kaynaklar" iddiasına rağmen sınırsız ihtiyaçlara göre üreten Batı iktisat sistemi tabii kaynakları alabildiğine israf eder. Oysa israf fikrinin olmadığı bir İslâm toplumu kaynakları verimli olarak kullanır. Yine İslâm toplumunda ihtiyaçları öncelikle zarûretler tâyin eder. İslâm, kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki ilişkileri esasta israfın bertaraf edilmesi gereği açısından düzenler. İsraf yasağı temeli üzerinde oluşan İslâmî üretim tarzı, İslâm devletine tâbi olanların beslenme, barınma, giyinme, ulaşım ihtiyaçlarını yeterli olarak karşılamak hedefine yöneliktir. Bu üretim tarzında ihtiyaç dolayısıyla tüketim, ilk sevkedici güçtür. Çağdaş kapitalist sistemde ise tüketimin sevkedicisi üretimdir. Üretim yapıldığı için insanlar tüketmek durumundadırlar. Tüketim için hevâ, yani sınırsız arzular, oldukça câzip pazarlama ve reklâm faâliyetleriyle sürekli olarak kamçılanır. Böylece ihtiyaçlar üretimin peşinde koşar.
Kapitalizmin tüketim hırsı, sınır tanımayan, açgözlü bir insan tipi ortaya çıkarmıştır. İslâm'da gerçekleştirilen üretimin hedefi insandaki maddî tatmini mânevî sahaya aktarmakla bu ihtiyacı giderir. Bir müslümanın tüketim sahasında gözönünde tutacağı başlıca esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma şeklinde ortaya çıkar.
İslâm, israf yasağı ile özel mülkiyet hakkına bir sınır getirmiş ve servet kimin olursa olsun, onda toplumun hakkı bulunduğu ilkesini benimseyerek, israfla bu hakkın yok edilmesine engel olmak istemiştir. İslâm'ın yasak ettiği her türlü harcama, -içki, kumar, uyuşturucu maddeler gibi- kişiye ve topluma hiçbir yararı olmayan ve insanı başkalarına muhtaç hale getirecek kadar ölçüsüz yapılan bağış ve harcamalar israf sayılmıştır. Yalnız israf kavramını daha geniş tutmak ve maddî-mânevî her türlü servet ve imkânın boşu boşuna harcanmasını israf olarak değerlendirmek mümkündür.
Sağlık, Allah'ın bize bir lütfu, bir nimetidir. Zaman yine bir nimettir. Sağlığımıza dikkat etmemek, zamanımızı boşa harcamak israftır ve bunun hesabı bizden sorulacaktır. Gereksiz olarak musluktan akıtılan su, yakılan elektrik israftır; Bütün ümmete ait olan nimetlerin boşa harcanmasıdır. 1920
‘İsraf’ kavramı, ‘serefe’ kökünden türemiştir. Kelime anlamı; herhangi bir işte normal olan sınırı aşmak, aşırı olmak demektir. Ayrıca, ihtiyaçtan fazla tüketmek, gereksiz yere harcama yapmak, savurganlık yapmak gibi anlamlara da gelir. Her türlü haddi (sınırı) aşmak, insanın ve onun içinde yaşadığı toplumun dengesini bozar onları huzursuzluğa götürür. İster harcamlarda aşırılık olsun, isterse davranışlarda aşırılık olsun sonuç aynıdır.
Kur’ân-ı Kerim, aşırıya kaçan, harcamalarında ve davranışlarında dengeyi kaçıran kimselerin yaptıklarını hoş görmemektedir. İsraf, sapmaların, bozulmaların, haksızlıkların, bozgunun kaynaklarından biri olarak gösterilmektedir. İsraf yapanlara ‘müsrif’ denir.
Kur’an’da İsrafın Mânâları: Kur’an bu kavramı iki anlamda kullanmaktadır.
Birincisi; ‘haddi (sınırı) ve ölçüyü aşmak anlamındadır ki, bu aynı zamanda
1920] Sami Şener, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 205-207
- 488 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inkârcıların bir sıfatıdır. Çünkü onlar, Allah’tan gelen helâl ve haram ölçülerini tanımazlar. O ölçüleri işlerine geldiği gibi değiştirmeye kalkışırlar. Onlar, insan olarak kulluk yapmaları gerekirken Allah’ın ölçülerini çiğneyip geçerler. İnsanla Rab arasında olması gereken dengeyi korumazlar. Davranışlarında normal sınırı gözetmezler ve konulan ölçünün ötesine geçerler, aşırıya giderler. “(Sâlih onlara dedi ki) Allah’tan korkun ve bana itaat edin. O müsriflerin (israf edenlerin) emrine uymayın. Onlar yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ve ıslah etmezler (düzeltmezler).” 1921
Görüldüğü gibi Kur’an, Sâlih peygamberi dinlemeyen ve inanmamaya devam eden inkârcılara müsrifler (israf edenler) demektedir. Kendilerini uyarmak üzere gelen bir şehir halkının tavrı da ibret verici bir ‘israf’ örneğidir. Allah’ın elçileri o şehir halkını doğru yola çağırdıkları zaman; onlar elçilerin davetine uyacakları yerde, onları uğursuzlukla suçladılar. Bunun üzerine elçiler şöyle dediler: “...Uğursuzluğunuz sizin kendinizdedir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz)? Hayır, siz müsrif (aşırı giden) bir kavimsiniz.”1922
Günlük yaşayışında ellerindeki malı, serveti, imkânları veya parayı gereksiz yere harcayanlar da bir çeşit sınırı aşanlar, aşırı gidip dengeyi bozanlardır. “Ey Âdemoğulları! Her mescide (gidişinizde) ziynetlerinizi alın (uygun elbise giyin). Yeyiniz içiniz fakat ‘israf’ etmeyiniz. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”1923 Buradaki ‘israf’ hem yiyecek ve eşya kullanımında aşırılık hem de Allah’ın koyduğu helâl ve haram ölçüsüne uymamak anlamındadır.
Câhiliyye Arapları, ‘günah işlediğimiz elbiselerle Kâbe’yi tavaf (ziyaret) edemeyiz’ diyerek Kâbe’yi çıplak olarak ziyaret ederlerdi, kendi anlayışlarına göre ibâdet ettiklerini sanarlardı. Bu âyet ile hem bu yanlış anlayış kaldırıldı hem de elbise, yeme-içme, eşya kullanma, Allah’ın hükümleri konularında bir ölçü ve denge getirildi. Kendini açlığa ve çıplaklığa alıştırarak veya helâl olan şeyleri kendine haram kılarak Allah’ı memnun edeceğini sananlar önemli bir aldanış içindedirler. Allah, böyle haramı helâl, helâlı haram yapan müsrifleri (sınırı aşanları) sevmez. Öyleyse insanlar, Allah’ın nasip ettiği helâl yiyecekleri ve eşyaları kullanacaklar, güzel ve süslü elbiseler giyecekler; ama israf etmeyecekler, ölçüde ve eşya kullanımında aşırıya kaçmayacaklar.
Allah’ın ölçüsüne göre, süslü elbise giymek günah değil, bilakis helâlı haram, haramı helâl sayma günahtır.
İsrafın ikinci anlamı savurganlıktır. Dünya nimetlerini Allah insanlar ve canlılar için yaratmaktadır. Bu nimetleri kullanma ve yeme arzusunu da insanın içerisine koyan yine Allah’tır. Bunları yemek, içmek veya kullanmak insanın hem hakkıdır, hem de şükrünün bir gereğidir. İnsan nimetleri yiyecek, ama nimeti vereni de bilecek. Savurganlık anlamındaki ‘israf yasağı’ çok güzel bir ‘ekonomik denge’dir. İsraf, bu dengeyi bozar. Birisi çok harcarsa, diğerinin hakkına el atmış olur. Herkes gücüne, çalışmasına ve şartlarına göre nimetlerden yararlanır. Ancak israf edenler bu nimet dengesini bozarlar.
Kur’an, hem aşırı harcamayı hem aşırı kısmayı (cimriliği) hoş görmüyor. İkisi arasında orta bir tutum tavsiye ediyor. “Elini bağlı olarak boynuna asma (cimri olma).
1921] 26/Şuarâ, 149-151
1922] 36/Yâsin, 19
1923] 7/A’râf, 31
İSRÂF
- 489 -
Onu büsbütün de açıp savurma (israf etme). Sonra kınanmış bir halde oturup kalırsın.”1924 Peygamberimiz de buyuruyor ki: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 1925
İnsana emânet olarak verilen malı saçıp-savurmak, gerekli yerlere harcamamak, insanlar arasındaki ekonomik dengeyi bozar, kişiler arasındaki kıskançlığı artırır. Cimrilik ise yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. İnfak ve sadaka ahlâkını köreltir. Hâlbuki infak kurumu yakın akrabanın ihtiyaçlarını karşılamayı temin eder, sadaka kurumu ise insanlardan muhtaç olanları sıkıntıdan kurtarmayı sağlar.
Kur’an, israf kelimesinin yanında bir de ‘bezr’ kavramını kullanıyor. ‘Bezr’ de israf gibi malı saçıp savurmaktır. ‘Bezr’ sözlükte tohum ekmek, ölçüsüz dağıtmak demektir. Buradan hareketle ‘tezbir’ masdarına; tohumu gereken yere atmamak, böylece onun kaybolmasına sebep olmak, karşılığında bir şey alamamak mânâsı verilmiştir.
‘Bezr’, malı saçıp-savurmak, gerektiği yerlere sarfetmemek, yerli yerinde değil de yok olup gideceği yerlerde harcamak demektir ki, israfla yakın anlama gelmektedir. Malı lüzumsuz yere, ihtiyaç olmayan yerlere harcamak, infak edilmesi gereken kimselere infak etmemek, malı hayır yollarında harcamamak eldeki serveti Allah isyan yollarında harcamak ‘bezr’dir.
İslâm insan hayatına her konuda bir denge getiriyor. İnançta, amellerde, ahlâkta, mal kazanma ve harcamada, duygularda, nefret ve sevmede hep orta yolu tavsiye ediyor. Ne aşırılık, ne de tembellik veya gevşeklik. Ne ifrat, ne de tefrit. İslâm ümmeti, ‘vasat bir ümmettir.’1926 Yani orta yolu izleyen, dengeli ve hayır yolları üzerinde olan bir ümmettir. Bu ümmetin mal konusundaki tutumu da dengelidir, harcamaları da ölçülüdür.
Mülk aslında Allah’a aittir. İnsana emanet olarak geçici bir süre için verilir. Malı ve geçimlikleri helâl yoldan kazanıp helâl yola harcayanlar, Allah yolunda infak edip hak sahiplerinin haklarını verenler, ‘bezr’ etmeyenler mal konusundaki imtihanı kazanırlar. Kur’an buyuruyor ki: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Bezr ederek saçıp-savurma. Çünkü bezr (israf) edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” 1927
İsraf; Arapça bir kelime olup, serefe kökünden gelmektedir. Seref, herhangi bir şeyde ma’kul haddi aşmak demektir. Lugatlarda, lüzumsuz yere harcamak, ihtiyaçtan fazla tüketmek, savurganlık gibi mânâlara gelen israf, ıstılâhta ise gayrımeşrû (şer'î olmayan) bir gaye için mal sarfetmeye denir. Ehl-i hal ûlema, "İsraf'ta hayır yoktur" vecizesi ile bunu gâyet güzel ifâde etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey Âdemoğulları, her mescid huzurunda (namaz ve tavaf anında -Celâleyn) ziynetinizi alın, giyin, yiyiniz, içiniz; israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri (müsrifleri) sevmez." buyrulmuştur.1928 Kadı Beyzâvî Envaru't Tenzil, isimli tefsirin1924]
17/İsrâ, 29
1925] Buhârî, Libas 1; İbn Mâce, Libas 23, hadis no: 3605; Nesâî, Zekât 66
1926] 2/Bakara, 143
1927] 17/İsrâ, 26-27, Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 311-313
1928] 7/A’raf, 31
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de, câhiliyye döneminde Arapların "Günah işlediğimiz elbise ile tavaf edemeyiz" gerekçesi ile Kâbe-i Muazzama'yı çıplak tavaf etmelerini, takbih ve setr-i avreti farz kıldığını beyan etmektedir. 1929
Bu âyet-i kerimeyi ve Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver."1930 Hadîs-i şerifini esas alarak: "Hayatta kalacak kadar yemek farzdır. Bir kimse yeme-içmeyi terketse ve bu yüzden ölse, âsi olmuş olur. Farz olan ibâdetleri ayakta eda edebilecek ve orucu kolaylıkla tutabilecek kadar yemek mendup, doyacak kadar yemek mübahtır. Bunun dışında haramlık başlar. Doymaktan ziyade bedenin kuvvetlenmesini kastederek yemek haramdır."1931 hükmü zikredilir. Allah Teâlâ mü'minlerle kâfirleri târif ederken: "Şüphesiz ki Allah iman edip, sâlih amellerde bulunanları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Küfredenlere gelince; onlar dünyada sadece zevk ü sefâ ederler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir."1932 buyurmaktadır. Fahrüddin-i Râzi, "kâfırlerin yemeleri ile hayvanların yemelerinin birbirine benzetilmesinde üç unsur vardır. Bunlar:
Kâfirler ancak hayvan gibi, sadece yemeyi içmeyi düşünürler,
Küfredenler, tıpkı hayvan gibi yediği nimetleri yaratanı, yani Allahû Teâlâ’yı düşünmezler,
Hayvanlar yeme içme sonucu semizlenip boğazlanacaklarını bilmedikleri gibi, kâfirler de bundan habersizdirler."1933 demektedir.
Mü’minler emek vermek, ev konforu ve diğer hususlarda ihtiyaçtan fazlasının israf olduğunun şuurundadırlar. Münâfıklar ise bu hususta ciddî değildirler. Bilindiği gibi, müsriflerin lideri Karun ve Ebû Cehil'dir. 1934
Müsrif; İsrafçı, Savurgan
Müsrif; Gereksiz harcama yapan israf eden, savurgan kimse demektir. İsraf, savurganlık, gitmek, yanılmak, gâfil olmak manâlarına gelir. Aynı zamanda, insanın yaptıklarında sınırı aşması anlamını da taşır. Bazılarına göre de malı gereksiz yerde harcamaktır. Süfyan-ı Sevri'ye göre az da olsa, Allah yolunda harcanmayan her şey israftır. Ayrıca israf, "Allah'ın haram kıldığı şeylere el uzatmak" şeklinde de tarif edilmiştir. 1935
Zarûrî ihtiyaçlardan fazla harcamak; şerîatın haram ettiği şeylere yönelmek, nefs ve şehvetin isteklerini yerine getirmek, gaflet ve saygısızca harcamak ifrat derecede bir israftır. Kulluk görevini yerine getiremeyecek kadar vücudun zarûrî ihtiyaçlarını kısmak da tefrid sayılacak bir israftır.
Müsrif, müsrifler, israf vb. kavramlar, Kur'ân-ı Kerim'in değişik âyet ve sûrelerinde değişik anlamlarda kullanılmıştır.1936 Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:
1929] Mecmuat'u't Tefâsir, Mtb. Amire, İst. 1318'den ofset, Çağrı Yayını, c. II, sh. 543
1930] İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192
1931] Musannıf İbrahim Halebi, İzahlı Mülteka el-Ebhur, İst.1976, c. IV; sh.132-133
1932] 47/Muhammed, 12
1933] Mehmed Vehbi, Hulâsat'ül Beyan fi Tefsirü'I Kur'an, İst. c. XIII, sh. 5385
1934] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Yayınları, s. 215-216
1935] İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu'l-Beyan, II. 262
1936] 3/Âl-i İmrân, 147; 4/Nisâ, 6; 6/En'âm, 141; 7/Arâf, 31; 20/Tâhâ, 127; 10/Yûnus, 12; 40/Mü'min,
İSRÂF
- 491 -
"Çardaklı ve çardaksız üzüm bağlarını, tadları ve yemişleri muhtelif hurmaları, hububatı (tahılları), zeytinleri, narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren Allah'tır. Her biri mahsul (ürün) verdiği zaman mahsulünden yiyin. Hasad (devşirme) günü de hakkını (zekât ve sadakasını) verin; israf etmeyin, şüphesiz Allah israf edenleri sevmez." 1937
İnsan, fikrî, ruhî ve bedenî ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin etmek zorundadır. Aksi halde fikren şüphe ve tereddüde, ruhen bunalıma, bedenen de zâfiyet ve güçsüzlüğe uğrar. Böyle bir durumda hem dinî, hem de bedenî sorumluluklarını yerine getiremez olur. Âyet-i kerimede görüldüğü gibi Allah'ın yarattığı her şeyin meşru yoldan ve ihtiyaç kadar yenmesi emredilmiştir. Ancak bu, aşırı ve taşkınlık derecesine varmamalıdır. Zira israf noktasına varan tüketimin zararları ferdi aşarak aile ve topluma yansır. Bu da haramdır.
İslâm, bütün ibâdetlerde niyeti şart koşmuştur. Niyet, müslümanın neyi, niçin, ne zaman, nasıl ve ne gaye ile yaptığının bilincinde olmasıdır. Dolayısıyla müslüman şuursuz, faydasız ve gayesiz bütün hareketlerden sakınır: İsraf da lüzumsuz ve gayesiz harcamalardır ve bunun için müslümana yasaklanmıştır: "Ey Âdemoğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyinin. Yiyin, için israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez..." 1938
Allah (c.c.), her türlü boş ve gayesiz harcamaları sevmez. Bu bir ekmek olabileceği gibi, bir ekmek kırıntısı olabilir. Bir damla su olabileceği gibi boşa akan bir nehir de olabilir. Bu bir ömür olabileceği gibi, boşa geçen bir dakika da olabilir. Bunun içindir ki israfın haram olması İslâm ekonomik sisteminin temel ilkelerinden biri kabul edilmiştir.
Müslüman müsrif olamaz, elindekileri israf edemez, lüzumsuz ve fuzûli yerlerde kullanamaz. İsrafın ferd, aile ve toplum hayatında açtığı yaralar, yaptığı tahribat, tarih boyunca olduğu gibi bu gün de başlıca sorunlardan biridir. Şuursuz bir tüketim toplumu yerine dengeli ve ruhî disipline girmiş bir toplum meydana gelmedikçe gerçekçi bir tasarruf yapılamaz ve gerekli yatırımlar gerçekleştirilerek dışa bağımlılıktan kurtulup bağımsız ekonomik sistem kurulamaz. Bunu da ancak İslâm'ın hâkim olduğu bir toplum gerçekleştirebilir.
Yılda bir milyon tona yakın ekmeğin (buğdayın) israf edildiği toplumda dökülerek israf edilen yemekler, boşa akıtılan sular, gereksiz harcanan enerji, lüzumsuz tüketilen elbise, süs malzemeleri vs. ilâve edilirse büyük bir bütçenin yok edildiği görülecektir. 1939
Bilindiği gibi, harcamalarda ve hareketlerdeki her türlü aşırılık, ölçüyü kaçırmak israftır. İslâm, insan hayatında ve ona emânet olarak verilen eşyanın (dünya nimetlerinin) harcanmasında denge, orta yol istemektedir. Bu orta yol, insanı aşırılıklardan, başkalarının ve Allah’ın hakkına tecâvüzden koruyacaktır. Eşyanın ve geçim kaynaklarını paylaşılmasına denge getirecektir. Çünkü her türlü aşırı harcama bir başkasının hakkına saldırıyı doğurur.
Söz gelimi, elindeki malını ölçüsüzce saçıp savuran, onunla kimseyi 128; 39/Zümer, 53
1937] 6/En'âm, 141
1938] 7/A'râf, 31
1939] Abdullah Ünalan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 383
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
faydalandırmaz. İsraf ettiği malı kazanmak için de belki başkasının hakkına el atar. Meselâ, Allah’ın içki yasağına kulak asmayıp haram ölçüsünü kaçıranlar, içki içerek kendilerine ve başkalarına zarar verirler. Bu da, davranışlarda aşırıya kaçmaktır.
Hareketlerinde ve harcamalarında israfa kaçanlara, israf edenlere ‘müsrif’ denir. Müsrifler, haddi aşan, ölçüyü kaçıran ve dengeyi bozan insanlardır. Gerek ekonomik hayatta, gerekse sosyal hayatta, aşırı davranışta bulunurlar. Ellerine geçirdikleri dünyalıkları ‘benimdir’ deyip, gerekli yerlere, yani ihtiyaç duyulan yerlere değil de, ihtiyaç olmayan ama nefse hoş gelen yerlere harcarlar. Böylece ekonomik dengeyi bozarlar, başkalarına faydalı olabilecek paylaşıma fırsat vermezler. Allah’ın kendilerine gönderdiği ölçüye uymayıp, canlarının istediğini yaparlar ve davranışlarında aşırıya kaçarlar. Bu da toplumun zararına yol açar, sosyal barışı bozar, hak ihlâllerine sebep olur.
Müsrifler, hakkı tanımak ve sâlih ameller yapmak üzere kendilerine verilen akıl ve irâdeyi, dünyanın geçici zevkleri uğruna kötüye kullanırlar. Hakkın âyetlerinden habersiz olarak, dünya zevklerini âhiretin mutluluğuna tercih edip ömürlerini boşa geçirirler. Müsriflerin yaptığı ‘israf’ faâliyetleri, bir sürü bozulmanın, zulmün ve sapmanın sebebidir. Müsriflere boyun eğmek insanı her bakımdan zarara ve bozulmaya götürür, toplumların dengesini bozar. Müsriflerin hâkim olduğu bir toplumda dengenin ve orta yolun kurulması mümkün değildir.
Müsrifler, İlâhî işaret doğrultusunda kurulması gereken dengeyi tanımayan ve bozan insanlardır. İsrafa düşmeyen mü’minlerin hareketleri ve harcamaları ise bir orta yol üzerindedir ve dengelidir. Kur’an, Lut kavmini ‘müsrif’ diye niteler. Çünkü onlar Allah’ın izin verdiği bir ilişki yerine sapık bir ilişkiye başvurdular. 1940
Firavun ve Sâlih (a.s.) kavminin zorbaları gibiler, Allah’a kulluk yapmaları gerekirken, kendileri için çizilen sınırları aşıyorlar, şirk koşuyorlar, haksız yere büyüklük taslıyorlar ve Allah’ın yolundan gitmek isteyenlere engel oluyorlardı. 1941
Allah, kısas konusunda mü’minlere bir ölçü koymuştur. Kısas dâvâları konusunda aşırıya gidilmesi (müsrif olunması), hakların sahiplerine gitmesini engeller, kan dâvâları çıkar, düşmanlıklar giderek artar.
Mü’minler duâ ederken, yaptıkları hataları ‘israf’ kabul ederler ve bu ‘israf’larının bağışlanmasını isterler.1942 Allah (c.c.) haddi aşıp alabildiğine hak aleyhine yalan söyleyen müsrifleri doğru yola iletmez.1943 Allah’a şirk koşmak ve O’nun emirlerini dinlemeyerek müşrik olan ‘müsrif’ler cehennem ehlidirler. 1944
Allah, mü’minlere; dengeli harcamalarını, kendilerine verilen temiz ve helâl yiyeceklerden yemelerini, süslerden yararlanmalarını; ama asla ‘israf’ ederek ‘müsrif’ olmamalarını emrediyor.1945 Allah’ın gönderdiği ölçüleri çiğneyip haddi aşarak ‘müsrif’ olmak, daha çok müşriklerin ve inkârcıların bir sıfatıdır. “Müsrif olmayın” emri, elbette bütün insanlara yöneliktir. Kur’an ayrıca yeme-içmede,
1940] 7/A’râf, 80-81
1941] 20/Tâhâ, 33; 26/Şuarâ, 151
1942] 3/Âl-i İmrân, 147
1943] 40/Mü’min, 28
1944] 40/Mü’min, 42-43
1945] 6/En’âm, 141; 7/A’râf, 31
İSRÂF
- 493 -
nimetleri paylaşmada, eşyayı kullanmada, hatta Allah yolunda infak etmekte aşırılığı hoş görmüyor ve mü’minleri sakındırıyor. Müsrifler, bir diğer deyişle ‘tebzîr’ edenlerdir (saçıp-savuranlardır). Tebzîr edenler ise şeytanın arkadaşıdırlar. 1946
Cimrilik; İsrâfın Zıddı Olan Aşırılık
Cimrilik: Harcanması gereken malı sarfetmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek demektir. Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik yapmış demektir.
Cimriliğin başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Peygamberimiz: "Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir." buyurmuştur. Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler vardır. Hâlbuki mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır.
Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. Allah Teâlâ: "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği Şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık." 1947 buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: ‘İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: ‘Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et)’ diye duâ ederler." 1948; "...Cimri kişi Allah'a uzak, Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır." 1949
Cimriler hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel anlatmaktadır. Bişr bin el-Hâris, cimriler hakkında şöyle demiştir: "Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak mü’minler için belâdır" Yahya bin Muaz da şöyle demiştir: "Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır." İbnu'l-Mutez'in cimrilik hakkındaki görüşü de şudur: "İnsan malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder."
Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır.
1946] 17/İsrâ, 27; Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 465-466
1947] 4/Nisâ, 37
1948] Riyazü's-Sâlihin, I, 253
1949] Tirmizî, Birr 40
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müslümanların, cimrilik konusunda, Allah Teâlâ'nın aşağıdaki ihtarını unutmamaları gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." 1950
Beşer nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaata karşı duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah'dan, maldan da üstün bir şey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızâsıdır. Mümin kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızâsı için malını infak etmekten çekinmez.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar, fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras Cehennemi haline gelir. Allah'a söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münâfıklıktan kurtaramaz. Ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını öngörür: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın."1951 Âyet-i Celîlede cimrilik, ellerini boynuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise, elini son haddine kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde ifâde ediliyor.
Cimri insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri olarak tanıtılmaktadır.
Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı katûr kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır. Anlamı, eli sıkı yahut çok cimri demektir. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri çar-çur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. "Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; (harcamaları) bu ikisinin arasında dengeli olur." 1952
Cimrilik konusu, Allah'ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur'an'da bir kelime daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh'dir. Kelime güçlü bir kötüleme anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir.
"O halde gücünüz yettiği kadar Allah'dan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin. İtaat
1950] 3/Âl-i İmrân, 180
1951] Tirmizî, Birr 40
1952] 25/Furkan, 67
İSRÂF
- 495 -
edin. Kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir."1953 Bu âyete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Nefsi, bu belâdan ancak iman kurtarır. Allah'a ve âhiret gününe inanan insan, infak ederek nefsindeki bu cahilî lekeyi temizler, bu belâdan kurtulur. Cimrilik belâsından kurtulamayan insan İslâmî bir hayata aşina olamaz. İslâmî hayata alışkın olmayan cimriler, Allah'ın rahmet hazinelerine sahip olsalar bile, biter korkusuyla cimrilik ederler. Hâlbuki Allah'ın hazineleri bitmez ve tükenmez.
"De ki, Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Hakikaten insan çok cimridir."1954 Bu ifâde ile cimriliğin son haddi dile getiriliyor. Allah'ın rahmeti, her şeyi kaplamıştır. Onun ne bitmesinden ne de eksilmesinden endişe edilebilir. 1955
İktisad; Harcamada Orta Yol
Arapça bir kelime olan iktisad; Orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak anlamına gelir. İktisad kelimesinin türediği “k-s-d” ve türevleri Kur’an’da 6 âyette geçer. 1956
İslâmiyet, yeme, içme, giyim, kuşam, eşya kullanımı gibi her hususla aşırılıktan kaçınmayı, orta yolu tutmayı emretmiştir. Savurganlık ve cimriliği yasaklamıştır. İşlerin hayırlısı orta olanıdır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Yürüyüşünde ölçülü ol; sesini kıs (bağıra bağıra konuşma)."1957; "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme; büsbütün açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın."1958 İktisadın karşıtı israftır. İsraf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve harcamaktır. Bu ise dinimizce yasaklanmıştır. Tutumlu olanlar kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde yaşarlar. "Tutumlu olan fakir olmaz."
İslâmiyet insanlar arasında eşitliğe, güçsüzü korumaya özel bir önem vermiştir. Zekât ve sadaka övülen davranışlardır. Toplum teşvik edilmiştir. Fakat servet ve refahın tabana yayılması esas alınmıştır. Servetin, çoğunluğun aleyhine bir azınlığın elinde toplanması yasaklanmıştır. "Servet içinizde zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın."1959 âyeti bunu ifade eder. İslâmiyet özel mülkiyeti korur ve teşvik eder. Emeğe üretim faktörleri içerisinde büyük değer verir. "Gerçekten de insan ancak kendi çalıştığını elde eder." 1960 âyeti bunu ifâde eder.
Peygamber efendimiz en kutsal kazancın el emeği ürünü olduğunu belirtmiştir.1961 Tembellik ve başkalarının sırtından geçinmek yasaklanmıştır. Bu nedenle fâiz yasak kılınmıştır.1962 Teşebbüse de büyük değer verilmiştir, sermaye emekle beraber değerlidir.
1953] 64/Teğâbün, 16
1954] 17/İsrâ, 100
1955] Osman Çetin, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 313-314
1956] 5/Mâide, 66; 9/Tevbe, 42; 16/Nahl, 9; 31/Lokman, 19, 32; 35/Fâtır, 32
1957] 31/Lokmân, 19
1958] 17/İsrâ, 29
1959] 59/Haşr, 7
1960] 53/Necm, 39
1961] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/466, IV/141
1962] bkz. 2/Bakara, 275-279
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsraf (savurganlık) yasağı, temel ilkelerden biridir. Ticarete önem verilmiş ve kâr haddi geniş tutulmuştur. Karaborsacılık ve haksız kazançlar yasaklanmıştır. Tüketicileri aldatacak faâliyetlerden kaçınılması istenmiş; malların üreticilerden tüketicilere en kısa yoldan ulaştırılması amaçlanmıştır. 1963
İktisat, amelde itidaldir. İstediğini iyi bilen, eğilip bükülmeden onu gerçekleştirmeye çalışandır iktisatlı. İktisat, istenen şeyi iyi bilmek mânâsına geldiğine göre, müslümanın istediği ye Allah rızâsıdır, öyle olmalıdır. Allah rızâsı Allah’ın emirlerine uymakla elde edilir. Allah’ın emirlerine uymada, yani ibâdetlerde para ve mal gibi şeyler önemli bir yer tutar. Her ibâdetin içinde para, mal, mevki, şöhret gibi şeyler vardır. Bunları müslümanca değerlendirmeyen kimsenin ibâdetleri ne derece kabul olur?
Bedir Savaşının pek çok hikmetlerinden biri de düşman kervanını vurmak, müşrikleri zayıflatmak, müslümanları iktisâden güçlendirmekti. Peygamberimiz’le birlikte başlayan dönemdeki İslâm tarihinin ilk savaşı içinde iktisâdî bir sebebin bulunması dikkat çekicidir. Zaten başta Peygamberimiz (s.a.s.) olmak üzere, sahâbîlerin tümü, diğer insanlar gibi “dünya hayatı” yaşadılar. Dünya hayatında paranın, malın, olmadığı yer olabilir mi? Onlar, her işlerini İslâm’a uygun hale getirdiler, kısa zaman içinde müşriklere, Pers ve Bizans İmparatorluklarına galebe çaldılar, devirlerinin işlerini İslâm’a uygun hale getirdiler ve tek süper güç oldular.
İslâmiyet, paraya, mala, sokağa, çarşıya, pazara müdâhale eden bir dindir. Kapitalizmle, sosyalizmle İslâm’ın alâkası yoktur. İslâm, insanlarla ilgili her şeyi kendine uygun hale getirmek ister. İslâm’da önemli olan, öncelikle “şirkten ve haramlardan kaçmak”tır. Şirk ve haramdan kaçan müslümanlar farz, vâcip ve sünnet sıralamasıyla ibâdetlerini yerine getiriyorsa, dünya onlar için terakkî ve sınav yeri, âhiret de ebedî saâdet diyarı olur. Hiçbir müslüman, iktisadın dışına çıkamaz. İnsanın ihtiyaçları, iktisat ile sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi, ihtiyaçların helâlinden temini de önemli ve sürekli bir ibâdettir.
Kur’ân-ı Kerim, cimriliği de, isrâfı da haram kılmıştır. “Akrabâya, miskîne/yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma... Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın. Çünkü Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir.”1964 Zenginlikte, fakirlikte ve ibâdette iktisad iyi şeydir. Âyet ve hadislerde geçen, yani İslâmî literatürdeki iktisaddan kasıt, tutumluluk değildir. Zira, hayırda israf, israfta da hayır yoktur. İslâm, hem kazandığımızı, hem de harcadığımızı kendi ölçüleri dâhilinde tutmamızı ister. İslâm’ın dışına çıkan her işlem, iktisaddan çıkıp ekonomiye girmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Biz (servete kavuştukları için) maîşetlerine/refahlarına şımarmış nice memleketleri helâk ettik.”1965 Bir bakıma, şu âyet bu konuya açıklık getirmektedir: “Allah güven (ve) huzur içinde olan bir şehri misal verir ki, o şehrin (halkının) rızkı, her taraftan bol bol gelirdi. Fakat, Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler de yapmakta
1963] bk. Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir 1984, s. 125-202; Günümüz Ekonomik Problemlerine İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s. 10 vd.; Orhan Oğuz-İlhan Uludağ, Genel Ekonomi, İstanbul 1981, s. 39-41; Abdullah Yücel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 125-126
1964] 17/İsrâ, 26, 29-30
1965] 28/Kasas, 58
İSRÂF
- 497 -
oldukları şeylerden dolayı Allah, onlara açlık ve korku elbisesini tattırdı.”1966 Bu anlatılanlar bizim için büyük ibret taşımaktadır. Şu âyet, meseleye iyice açıklık getiriyor: “(Cezayı hak etmiş bir toplumu) Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; Biz de orayı darmadağın ederiz.”1967 Yani, Peygamber lisânıyla, “Nasılsanız, öyle (bulunduğunuz ve lâyık olduğunuz hale göre) yönetilirsiniz.” O yüzden zenginlik veya fakirliğin hangisinin kendimiz açısından hayırlı olduğunu bilemediğimizden, “Yâ Rab, beni rızâna uygun noktada bulundur, hakkımda zenginlik ve fakirlikten hangisi hayırlı ise onu ver” diye duâ etmek en doğrusu olsa gerektir. Zaten müslüman halkımız da, atasözü olarak şöyle duâ eder: “Allah, çok verip azdırmasın, az verip gezdirmesin.”
İktisat, İslâm nizamı içindedir. “Bir şey, bütünüyle elde edilemezse, tümüyle de terkedilmez” sırrınca, İslâm nizamı içinde bulunmayan günümüz müslümanlarının çoğu, imkânı varsa kapitalistçe, imkânı yoksa ona özenerek yaşamaktalar. Hâlbuki hangi düzen ve ortam içinde bulunurlarsa bulunsunlar, müslümanlar, en azından kendi özel hayatlarında, ev ve işyerlerinde İslâm iktisadını yaşayabilirler. İslâm’ı yaşayan birkaç kişi bulup bunlarla bir araya gelebilirler. İslâm’ı yaşayanlar, aralarında işbirliğine giderek, hem maddî, hem mânevî açıdan kazanabilirler de. Biz, yaşantımızla İslâm’ı izhar etsek, diğer dinlerin toplumları kitleler halinde İslâm’ı kabul ederler. En etkili ve tekzip edilmez tebliğ, İslâm’ı yaşamaktır. Zaten ya inandığımız gibi yaşarız veya yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Parayla, malla ilgili ibâdetler hayli zordur. Müslümanların çoğu bu hususta başarısızdır. Felâketlerin çoğu da buradan kaynaklanmaktadır.
İnsan İktisadın Dışında Kalabilir mi? İktisadın mânâsının amelde itidal olduğunu belirttik. Bugünkü anlamı ise: Üretim ve tüketim işlerini düzenleyen, kaynakların insanlar arasında eşit veya âdil şekilde paylaşılmasını sağlayan maddî refah, iş hayatı demektir. Dolayısıyla iktisat anlayışı, bireylerden devletlere kadar uzanır. Hatta iktisat açısından dünyaya bakarsak, devletler arasında bu konuda öylesine sıkı irtibat var ki, sanki dünyada tek devlet bulunuyor. Giderek küreselleşen, tek bir şehir gibi birbiriyle iletişim ve etkileşim içinde bir dünyada yaşıyoruz. Dolar ve euro gibi paraların bütün dünyada işlem görmesi, dünyanın öbür ucundaki bir üretimin, en uzak bir yerleşim yerinde rahatlıkla pazarlanması buna bir örnektir. Zamanımızda para, eski dönemlere oranla daha büyük önem kazanmıştır; parasız hemen hiçbir şey olmuyor. İnsan, parasız bir hayat yaşayamadığına göre, herkes iktisatla sıkı sıkıya bağlıdır. İslâmiyet’te her türlü ibâdetin iktisat ile irtibatı vardır. Hatta riyâzâta çekilen bir âbidin, elindeki tesbihi, ağzındaki gıdası, üstündeki elbisesi iktisat içinde değerlendirilir.
İnsan; yemek-içmek, giymek ve barınmak zorundadır. Böylece iktisat fıtrî, doğal bir ilim dalıdır. İktisadı bilmeyen bu konuyla hiç ilgilenmeyen insan da, aslında iktisatla, para ile bir bütün yaşamaktadır. Nasıl ki güneş battığında karanlık kendiliğinden gelirse, İslâm nizamı ve ona bağlı İslâm iktisadı olmayınca, kapitalist anlayış ve diğerleri de kendiliğinden gelir ve müslümanlar, o iktisadın içinde yer alır.
Menfaat: Menfaat duygusu Allah tarafından içimize yerleştirilmiştir. Doğal
1966] 16/Nahl, 112
1967] 17/İsrâ, 16
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak herkes menfaatinin peşinde koşar. Menfaatinin peşinde koşanlar iki kısma ayrılır: Helâlı-haramı düşünmeden kazananlar ve helâl kazanç peşinde koşanlar. Bunlar tekrar iki kısma ayrılır: Menfaatini müşterek çalışmaların içinde görenler ve ferdî kazanç temin edenler. Elbette, kazanan kimse, harcayacak da. Harcamalar da içiçe daireler şeklindedir. Midesi için çokça harcama yapanlar, beynini doyurmak için çeşitli şekillerde bilgisini arttıran ve imanını güçlendirmek için İslâm’ın temel meseleleriyle meşgul olanlar. Çoluğuna çocuğuna bakanlar, akrabâlarını düşünenler, cemaat şuuruna erenler. Ümmet için didinenler, İslâm milleti için çalışanlar... “Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir millettir.”
Her şey Allah’ın ihsânıdır. Birkısım kimseler, Allah’ın ihsanlarını, Allah’a isyan etmekte kullanır. Allah bu hususta kullarını uyarır. Kur’an’da Allah, verdiği nimetleri hatırlatır. İnsan, menfaat duygusunu müsbete çeviremezse, menfaatine yardım eden şeyleri putlaştırır. Dikkat edilmesi gereken nokta, menfaat duygusunun iptal edilemediği, ama ya haramda veya helâlde çalıştırılmasıdır. Menfaat anlayışının dışına çıkamayan insan, ya sadece dünyevî basit çıkarına göre yaşar; ya da âhirette, bitmeyecek, sonu gelmeyecek menfaati öncelikleyen bir hayat sürer.
Herhangi bir günahı işleyen kimse, bu günah sadece kişi ile Rabbi arasındaki ilişkiyi ilgilendiriyorsa, Allah’la onun arasında kalmış bir durumdur; kazâ ederek, tevbe ederek affettirebilir. Ama bir şahsa olan borcunu birkaç gün geciktirse, bu durum o iki insanın arasını açar. Hele bu devirde... İstediği gün bankadan parasını çeken insan, tâyin edilen günde alacağını alamazsa, bir daha müslüman kardeşine para vermez, böylece müslümanların kardeşliği, birliği sarsılır, ümmet duygusu zedelenir, ortaklık, işbirliği ve yardımlaşma kolay kolay kurulamaz.
İmanın meyvesi ibâdettir. En önemli ibâdetler de mal ve etrafında bulunanlardır. Bunun için, her müslüman helâlinden kazanmaya, helâl dairede harcama yapmaya çalışmalıdır. Helâl daire, keyfe kâfi gelir/gelmelidir. Fertler tek tek şuurlu müslüman oldukları gün, bireylerden oluşan halk zâten İslâm’ı yaşayacaktır. Öyle ise, toplum hayatının dinden uzak olmasının cezâsını, dini yaşamayan her fert çekecektir.
Bugün “İslâm İktisadı” tâbiri yaygın olmakla beraber, böyle bir tâbir Kur’an’da ve hadislerde geçmemektedir. Çünkü İslâm’da iktisat, başlı başına bağımsız bir bilim dalı değil; İslâmî ilimlerin bütünündedir ve ibâdetlerin içindedir. Kısacası, insandan ayrı düşünülmeyen bir nesnedir. Psikolojide “yalınlama” diye bir tâbir vardır; yani elmayı, renginden ayrı düşünemezsiniz. Bunun gibi İslâmiyet’i, iktisattan ayrı, iktisadı da İslâm’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Aynen dünyayı âhiretten, âhireti de dünyadan ayrı düşünemeyeceğimiz gibi. Elbette, müslümanlar, helâlinden kazanıp zengin de olabilirler. Yine müslümanların içinde fakirler de bulunabilir. Son üç asırdır, zengin-fakir durumunda ciddî değişmeler oldu. Çünkü bir taraftan zekât unutulurken, öte yandan fâiz, zengini daha zengin edip, fakiri de daha çok fakirleştirdi. Zenginle fakir arasındaki makas iyice açıldı. Bu da zengin-fakir düşmanlığını doğurdu. Dünyanın % 20’lik nüfusu, yer altı ve yerüstü zenginliklerinin % 80’ine, geri kalan % 80’lik nüfus da servetin % 20’lik dilimine sahip oldu. İnfak ve yardımlaşma yerine sömürü egemen olduğundan, kapitalist-sosyalist çatışmaları çıktı, çok sayıda müslümanın yaşadığı ülkelerde de bu rüzgâr estiğinden, yemyeşil yapraklar sarardı.
İSRÂF
- 499 -
Bundan daha beteri de şu: Fakirin kaybedecek bir şeyi yoktur. Bir canı var, belki intihar etmeyi düşünmese de, ölümden de pek korkmaz. Zaman zaman yaşadığı hayat, ölümden beter olunca, ölmeyi mumla arayabilir. O zaman saldırgan olabilir. Zengine gelince; o, mal mülk sahibi oldukça, çoluk çocuk sayısı arttıkça, ölmek istemez. Bir yandan ölümden korkarken, öte yandan malının kaybından, yakınlarının ölümünden de korkmaya başlar, ıstırabı arttıkça artar. Bu tabloda ortaya çıkan terslik şudur: Fakir İslâm’ı öğrenip yaşamazsa, hangi yüce dâvâ için hayatını ortaya koyacak? Zengin de İslâm’ı öğrenip hayatına geçirmeye çalışmadığı, malını ve gerektiğinde hayatını Allah yolunda fedâ için ortaya koyamadığı durumda, İslâm’ı ne ölçüde koruyabilir? Âhirete inanmayan bâtıl bir dâvâ adamı, bir anarşist, terörist; ölümle sona ereceğini düşündüğü bir hayatta nice fedâkârlıklara katlanıyor, hapis hayatını, işkenceyi, fakirce yaşantıyı tercih ediyor, hatta niceleri ölümü göze alıyor. Hırsızlar, girdiği evde vurulursa, yakalanırsa, kaybedecek pek bir şeyleri yok. Ama ev sahibinin ise, çok haklı olmasına rağmen, kaybedecek çok şeyi bulunduğu için hırsızdan, karakoldan, soruşturmadan korkmaktadır. 1968
Cömertlik; Allah’ın Verdiğini Allah Yolunda Sarfetmek
Cömert; Eli açık, ikramcı, kerem sahibi demektir. Cömertlik; Sehâvet, İkram, ihsan ve yardım alışkanlığına denir. Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dâhilinde ve Allah rızâsından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.
Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. "Rızkı veren Allah'tır."1969 düşüncesi ile hareket ettiklerinden, kalpleri de temiz ve zengindir.1970 Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmağa çalışırlar. Allah Teâlâ'nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtacların hakkı olduğuna1971 inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.
Cömertlik vasf'ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması;1972 karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi;1973 yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması;1974 yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması1975 şarttır.
Sıralanan şartlar altında, İslâm âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:
Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin
1968] Hekimoğlu İsmail, İktisat Bilinci, s. 10 vd.
1969] 27/Neml, 64; 51/Zâriyât, 58
1970] 92/Leyl, 17-20
1971] 11/Hüd, 6
1972] 59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 11-18; 5/Mâide, 13
1973] 76/İnsan, 8-l0
1974] 2/Bakara, 263-264
1975] 3/Âl-i İmrân, 92
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.
Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir'in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.
Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saâdet'teki misâli; Medineli müslümanların (Ensâr), Mekke’li Muhâcirleri şehirlerine dâvet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ'nın takdirini kazanmalarıdır.1976 Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir'in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz. Peygamber için fedâ etmesidir. 1977
Kur'ân-ı Kerîm'de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir.1978 Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir.1979 Bazı âyetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. 1980
Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir.1981 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz."1982 buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder."1983 Oysaki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre; "Mal ve servet insan için bir imtihandır."1984 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. 1985
İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: "Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile "Başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır. Her şeyin gerçek Mâlik'i O'dur.1986 Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ'nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, iman eden kimse için en mâkul bir hadise olarak değerlendirilir. Mü’mindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Hz. Peygamber, şöyle buyurur: "Cömert kişi, Allah'a yakın, Cennet'e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah'tan uzak, Cennet'ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah'a daha
1976] bkz. 59/Haşr, 5
1977] 9/Tevbe, 40
1978] 2/Bakara, 254
1979] 2/Bakara, 222
1980] 2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11
1981] 92/Leyl, 17-20
1982] 89/Fecr, 20
1983] 2/Bakara, 268
1984] 39/Zümer, 49-52
1985] 64/Teğâbün, 15-17
1986] 3/Âl-i İmrân, 179; 57/Hadîd, 10
İSRÂF
- 501 -
sevimlidir."1987 "Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir."1988 Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: "Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." 1989
Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber'in cömertliğini şöyle anlatır: "Allah'ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi. Ramazan'da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi." Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah'ın yanına gelir, ona Kur'an öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: "Allah'ın Rasûlü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir." 1990
Câbir b. Abdullah şöyle derdi: "Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, ‘hayır’ dememiştir."1991 Hz. Ali'den şöyle rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah'dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, ‘peki’ derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiç bir şey için ‘hayır’ dememiştir." 1992
"Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslüman kardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi..." diyen Abdullah b. Ömer’in (r.a.) sözü, bize, ashâbın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir. Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızâsına uygun bir biçimde harcaması gerekir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: "-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve sâlihlerden olsam" demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın." 1993 Gazzâli der ki: "Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır." 1994
Saçıp Savuranlar Şeytanın Kardeşleridir
Saçıp savurmak anlamında Kur’ân-ı Kerim’de “bezr” kavramı kullanılır. Bezr: Tohumu verimsiz ve çorak yerde israf etmek, malı Allah'a isyanda, gereksiz ve faydasız yerde kullanmak demektir.
İslâm, orta yol olduğu gibi, İslâm ümmeti de orta ümmettir; yani, düşüncede ve davranışta, almada ve vermede, kısaca insan hayatının her safhasında ifratın ve tefritin İslâm'da yeri yoktur. İslâm, mülk her şeyden önce Allah'ın olduğu için, kişiye tahsis edilmiş özel mülkü bile dilediği şekilde ve dilediği yere harcama yetkisi vermemiştir. Her şeyden önce, müslüman yeryüzünün halifesi olarak, yeryüzündeki geçim kaynaklarını bu hilâfetin gerektirdiği biçimde kullanmak,
1987] Tirmizî, Birr, 40
1988] Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45
1989] Buhârî, Vesâya, 14
1990] Müslim, Fezâil 12, hadis no: 2308
1991] Yusuf Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1181
1992] Yusuf Kandehlevî, aynı yer
1993] 63/Münâfikûn, 10
1994] Ahmed Sezikli, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 322-323
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üretmek ve dağıtmakla yükümlüdür. Öyle ki, kişi üzerinde nefsinin bile bir hakkı olduğundan, mal benim, beden benim' anlayışı içinde tıka basa yemek veya kendisini yemek ve içmekten mahrum etmek, ifrat ve tefrit olduğu için yasaklanmış ve bedenin de, malın da Allah'a kulluk sınırları çerçevesinde kullanılması emredilmişti.
Dünya, âhiretin tarlasıdır ve âhirette biçeceği ekini kişi dünyada eker; Cenneti'ni de Cehennemi'ni de dünyada hazırlar. Attığı her adım, söylediği her söz insan için âhiret tarlasına atılmış bir tohumdur. Bu bakımdan, müslüman, sözünde ve davranışında ölçülü olmak, tohum israfında bulunmamak ve azamî verimi elde etmeğe çalışmak zorundadır. Bu bağlamda olmak üzere, akrabanın, düşkünlerin, fakirlerin ve yolcuların... müslüman üzerinde hakları vardır. Gerek insaniyet, gerekse kişinin kazanmasına yol açan güç, kabiliyet, toprak, su, ısı, ışık gibi temel öğelerin Allah vergisi olması ve muhtaçların da Allah'ın kulu bulunması bu hakkı gerekli kıldığı gibi; dünya hayatının ahenk ve düzeni de böyle bir hakka sebebiyet vermektedir.
Ayrıca, bu hakkın ifâsı da öyle rastgele olamaz. Her şeyden önce, verimsiz ve çorak arazi kendisine atılan tohumu vermeyeceği gibi, rastgele her toprağa atılan tohum da sahibini memnun etmez. Bu bakımdan, malın harcanma yeri, miktarı ve şekline de gereken dikkat gösterilmelidir ki; kişi ektiğinin karşılığını bol bol alsın. Bu yüzden, Kur'ân "Akrabaya, düşküne ve yolcuya hakkını ver: sakın bezr'e de gitme; çünkü bezredenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbi'ne karşı çok nankördür. Elini de boynuna asıp bağlama ve bütün bütüne de yayma; sonra kınanmış ve perişan olarak oturup kalırsın."1995 buyururken; bezr edeni, her yaptığı boşa giden ve Allah'ın nimetlerini inkârla kesin küfre düşen şeytanın kardeşi yapmakla, Allah rızâsı dışında ve İbn Abbas'la İbn Mes'ud'un tefsiri üzere, her türlü yersiz harcamayı bezr ve Allah'a karşı nankörlük saymaktadır.
Müslüman, ne ekonomik durumunu çökertecek ölçüde verip kendisini ve çoluk çocuğunu başkalarına muhtaç edecek; ne de malını faydasız yerlere, gösteriş, lüks ve günaha sarfedecektir. O, malını da, bedenini de, bilgi ve zekâsını da Allah'ın çizdiği ölçüler içinde kullanmak zorundadır. 1996
Kur’ân-ı Kerim’de isrâf Kavramı
İsrâf kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 23 yerde geçer. Savurganlık, saçıp savurma anlamındaki tebzîr kelimesi ve türevleri ise toplam 3 yerde zikredilir.
İsraf ayrıdır, cömertlik ayrı. Cömertlik, Allah’ın verdiği nimetleri Allah yolunda kullanmak için nefsin hevâsının emrettiği cimriliğin önüne geçmek, âhirete yatırım yapmaktır. Cömertliğin göstergesi olan "infak" kavramı, Kur'anda türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Cömertlik vasfının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması 1997; karşılığında hizmet, övgü, mükâfat beklenilmemesi;1998 yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan
1995] 17/İsrâ, 26-27, 29
1996] Ali Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 239-240
1997] 59/Haşr, 5; 57/Hadîd, 11-18; 5/Mâide, 13
1998] 76/İnsan, 8-l0
İSRÂF
- 503 -
kaçınılması;1999 yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması2000 şarttır.
Kur'an-ı Kerîm'de cömertlik, cihad ile aynı seviyede tutulmakta; Allah'ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir.2001 Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir. 2002 Bazı âyetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ'ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. 2003
Kalpler cömertlik sâyesinde temizlenir.2004 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz."2005 buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "Ben bu malı sarf edersem bana bir şey kalmaz" korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder."2006 Oysaki Allah Teâlâ'nın bildirdiğine göre: "Mal ve servet insan için bir imtihandır."2007 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. 2008
İsraf ve savurganlık kötü olduğu gibi,2009 bunların karşıtı olan “buhl” ve “şuhh” (cimrilik ve pintilik) de kötüdür.2010 Mü’min, daima orta yolu izler. 2011
Dünya tutkusu, mal yığma sevdâsı, gerçek dindarlıkla bağdaşmaz. “Ey iman edenler, hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yoluna engel olurlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara acı bir azâbı müjdele. O gün cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılıp (pullanır); bunlarla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. ‘İşte nefisleriniz için yığdıklarınız, yığdıklarınızı tadın!’ (denilir.)” 2012
Ebû Zerr-i Ğıfârî gibi bazı sahâbîler, bu âyete: “Ve sana Allah yolunda ne infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ‘Af (yani, ihtiyacınızdan fazlasını veya helâl güzel olan şeyleri verin)’.”2013 âyetine dayanarak zekâtı verilmiş dahi olsa, ihtiyaçtan fazla mal biriktirmenin, haram olan “kenz/yığma” sayılacağını söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de, kimin yanında ihtiyaçtan fazla şusu busu varsa, olmayanlara vermesini emretmiş, bu sözünü o kadar tekrar etmiştir ki, dinleyen sahâbîler, hiç kimsenin, ihtiyaçtan fazla bir şey saklamaya hakkı olmadığını sanmışlardır. 2014
Süs ve güzel rızıklar helâldir.2015 Ancak, başkalarını kıskandıracak davranışlardan imkânlar ölçüsünde kaçınmak gerekir.
1999] 2/Bakara, 263-264
2000] 3/Âl-i İmrân, 92
2001] 2/Bakara, 254
2002] 2/Bakara, 222
2003] 2/Bakara, 244; 5/Mâide, 13; 57/Hadîd, 11
2004] 92/Leyl, 17-20
2005] 89/Fecr, 20
2006] 2/Bakara, 268
2007] 39/Zümer, 49-52
2008] 64/Teğâbün, 15-17
2009] 17/İsrâ, 26-27
2010] 17/İsrâ, 29; 59/Haşr, 9
2011] 31/Lokman, 19
2012] 9/Tevbe, 34-35
2013] 2/Bakara, 219
2014] Müslim, Lukata 18; Ebû Dâvud, Zekât 32; Ahmed bin Hanbel, 3/34
2015] 7/A’râf, 31-32
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Şükreden zengin, sabreden fakirden; veren el, alan elden daha iyidir. “Allah’ın sana verdiği mal içinde âhiret yurdunu ara, fakat dünyadan da payını unutma!”2016 âyeti, her iki cihan için çalışmayı emrettiği gibi, “Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver!”2017 meâlindeki duâ âyeti de insana, iki cihan için de çalışmayı telkin etmektedir.
“Yetimleri, nikâha erişecekleri çağa kadar deneyin; şâyet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” 2018
“Çardaklı ve çardaksız (asmalı ve asmasız üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri ürün verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri/israf edenleri sevmez.” 2019
“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” 2020
“Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz." 2021
“Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.” 2022
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 2023
“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” 2024
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” 2025
“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” 2026
“Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur.” 2027
2016] 28/Kasas, 77
2017] 2/Bakara, 201
2018] 4/Nisâ, 6
2019] 6/En’âm, 141
2020] 7/A’râf, 31
2021] 7/A’râf, 81
2022] 10/Yûnus, 83
2023] 15/Hicr, 3
2024] 17/İsrâ, 26-27
2025] 17/İsrâ, 29
2026] 17/İsrâ, 100
2027] 25/Furkan, 67
İSRÂF
- 505 -
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir adamı "Rabbim Allah'tır" diyor diye öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer doğru söylüyorsa sizi tehdit ettiğinin (azâbın), bir kısmı olsun gelip size çatar. Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.” 2028
“Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” 2029
“Birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin ve bile bile günahla insanların mallarından bir bölümünü yemeniz için onları hâkimlere aktarmayın.” 2030
“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.” 2031
“Onlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize dünyada da hasene (iyilik ve güzellik) ver, âhirette de hasene (iyilik ve güzellik) ver ve bizi ateş azâbından koru’ der.” 2032
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah'ın rızâsını almak için kendini ve malını fedâ eder. Allah da kullarına şefkatlidir.” 2033
Hadis-i Şeriflerde İsrâf Kavramı
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” 2034
“Peygamber (s.a.s.) malın boşa harcanmasını yasakladı” 2035
“Müslüman olan, yeterli geçime sahip kılınan ve Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmesini bilen kurtulmuştur.” 2036
“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil; gönül tokluğudur.” 2037
“Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemesi gerekli ise midesinin üçte birini yemeye, üçte birini içmeye, üçte birini de nefes almaya (havayla doldurup boş tutmaya) ayırsın.” 2038
“Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi kişi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan obur gibidir. Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır.” 2039
2028] 40/Mü’min, 28
2029] 2/Bakara, 155
2030] 2/Bakara, 188
2031] 2/Bakara, 195
2032] 2/Bakara, 201; ayrıca: 7/A’râf, 156; 16/Nahl, 122
2033] 2/Bakara, 207
2034] Buhârî, Libas 1; İbn Mâce, Libas 23, hadis no: 3605; Nesâî, Zekât 66; Ahmed bin Hanbel, II/181-182
2035] Buhârî, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14
2036] Müslim, Zekât 125; Tirmizî, Zühd 35
2037] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130; Tirmizî, Zühd 40; İbn Mâce, Zühd 9
2038] Tirmizî, Zühd 47; Ahmed bin Hanbel, IV/132
2039] Buhârî, Vesâyâ 9, Cihad 27, Zekât 47, 50, Humus 19, Rikak 7, 11; Müslim, Zekât 96; Tirmizî, Fiten 26, Zühd 41; Nesâî, Zekât 50, 80, 93; İbn Mâce, Fiten 19
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” 2040
“Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.” 2041
“Eş’arîler, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de ailelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler Bendendir, Ben de onlardanım.” 2042
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı Hak yolunda infak edip tüketen kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.” 2043
“Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği Kur’an ile gece-gündüz meşgul olan kimse; diğeri, Allah’ın kendisine verdiği malı gece-gündüz infak edip harcayan kimse.” 2044
"Sadakanın en iyisi (insanın sağ iken) bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." 2045
“En cimri (Gerçek bahîl) olan, yanında anıldığım halde bana salevat getirmeyendir.” 2046
"Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver." 2047
"Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır." 2048
"İnsanlar dünyalık karşısında dört kısımdır: Bir kul vardır, Allah ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah'tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah'ın hakkını bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.
Bir diğer kul vardır, Allah ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah onu niyyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle önceki ile eşit olur.
Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah ilim vermemiştir, malını şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabbinden korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah'ın hakkını da bilmez. Bu en fena bir mertebedir.
Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah ona ne mal ne de ilim nasib etmiştir. Ancak, sefihlere gıbta ile: "Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar onun gibi yaşardım." Bu da niyyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar." 2049
Abdullah İbnu'ş-Şihhîr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Elhâkümü'ttekâsür
2040] Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178; Tirmizî, Et’ıme 21
2041] Müslim, Eşribe 179-181; Tirmizî, Et’ıme 21; İbn Mâce, Et’ıme 2
2042] Buhârî, Şirket 1; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe167
2043] Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’sitâm 3; Müslim, Müsâfirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22
2044] Buhârî, Temennî 5, Tevhid 45; Müslim, Müsâfirîn 266, 267; İbn Mâce, Zühd 22
2045] Buhârî, Vesâya 14
2046] Tirmizî, Deavât 100, h. No: 3540; Ahmed bin Hanbel, I/201
2047] İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192
2048] Tirmizî, Zühd: 26, hadis no: 2337
2049] İ. Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/169-170
İSRÂF
- 507 -
sûresini okurken yanına geldim. Bana: "İnsanoğlu 'malım, malım!' der. Hâlbuki Âdemoğlunun yiyip tükettiği, giyip eskittiği ve sağlığında tasadduk edip gönderdiğinden başka kendisinin olan neyi var? (Gerisini ölümle terkeder ve insanlara bırakır.)" 2050
"Altına tapanlar mel'undur, gümüşe tapanlar mel'undur." 2051
İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bir keresinde, "Hanginiz, vârisinin malını kendi malından daha çok sever?" diye sordu. Cemaat: "Ey Allah'ın Rasûlü, içimizde, herkes kendi malını vârisinin malından daha çok sever" dediler. Bunun üzerine: "Öyleyse şunu bilin: Kişinin gerçek malı hayatında gönderdiğidir. Geriye koyduğu da vârislerinin malıdır." 2052
"Sizden birine, dünyalık olarak bir hizmetçi ve Allah yolunda cihadda kullanacağı bir binek edinecek kadar mal toplaması yeterlidir." 2053
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi." 2054
Nu'mân İbnu Beşîr (r.a.) anlatıyor: "Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya âdi hurma bile bulamadığını gördüm." 2055
Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir sa' hurma, ne de bir sa' hububat gecelemiştir." 2056
Süleymân İbn Surad (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize geldi ve bir yiyecek (ikramına) gücümüz yetmeksizin -veya bir yiyeceğe gücü yetmeksizin- üç gece kaldık."
Hz. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedi ve yemekten çıkınca: "Elhamdülillah, şu şu vakitten beri mideme sıcak bir yemek girmemişti" buyurdu."
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) kızı (Fâtıma gerdek gecesi) bana gönderildi. Onun gönderildiği gece yatağımız koyun derisinden başka bir şey değildi."
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ etmişti: "Allah'ım, beni miskin (yoksul) olarak, yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyâmet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret." Hz. Âişe (r. anhâ) atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Rasûlü?" "Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe!
2050] Müslim, Zühd 3, 4, hadis no: 2958; Nesâî, Vesâya 1 hadis no: 6, 238; Tirmizî, Tefsîru Tekâsür, hadis no: 3351
2051] Tirmizî, Zühd 42, hadis no: 2376
2052] Buhârî, Rikak 12; Nesâî, Vesâyâ 1, hadis no: 6, 237-238
2053] Tirmizî, Zühd 19, hadis no: 2328; Nesâî, Zînet 119, h. no: 8, 218-219); İbn Mâce, Zühd 1, h. no: 4103
2054] Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361
2055] Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978
2056] Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, h. no: 1215; Nesâî, Büyû 50, hadis no: 7, 288
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine) yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın." 2057
"Fakirler, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler. Bu (Allah'ın indinde) yarım gündür." 2058 (Beş yüz yılın Allah indindeki yarım gün etmesi, Allah'ın indindeki bir gün, dünya ölçülerindeki bin yıla tekabül etmesindendir. Zîra âyette şöyle denmiştir: "Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir." 2059
Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." 2060
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Rasûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Rasûlullah da selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. “Ey Allah'ın Rasûlü!” dedik, o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen2061 kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Rasûlullah, ortamıza oturdu. Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca) Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." 2062
"(Mirâc sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler (yoksullar) olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler..." 2063
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız (onların duâları, tevekkül ve sabırları) sebebiyle yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz." 2064
"Kuvvetli mü'min Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevgilidir, ancak her birinde hayır vardır." 2065
"Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun."
2057] Tirmizî, Zühd, hadis no: 2353
2058] Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2354
2059] 22/Hacc, 47
2060] Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979
2061] 18/Kehf, 28
2062] Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352
2063] Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Zühd 93, hadis no: 2736
2064] Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-
2065] Müslim
İSRÂF
- 509 -
"Sen de mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Evet, ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm." 2066 (Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Hz. Mûsâ koyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da güderken peygamber oldum" dedi.)
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." 2067
Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) buyurdu ki: “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise yönelmiş geliyor. Bunlardan her ikisinin de kendine has evlâtları var. Siz âhiretin evlâtları olun. Sakın dünyanın çocukları olmayın. Zira bugün amel var hesap yok; yarın ise hesap var amel yok.” 2068 (Hz. Ali’ye atfedilen bu söz, merfû hadis olarak da rivâyet edilmiştir.)
İbn Ömer (r.a.): “Akşama erdinmi sabahı bekleme, sabaha erdinmi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap.” 2069
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbn Umeyr (r.a.) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Kâ'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." 2070
Ebû Ümâme İbn Sa'lebe el-Ensârî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" 2071
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu." 2072 (Verâ: Haramlardan, harama benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânâsına gelir.)
"Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz." 2073
2066] Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5, hadis no: 2149
2067] Tirmizî, Zühd 36, hadis no: 2351
2068] Buhârî, Rikak 4
2069] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
2070] Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478
2071] Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22, h. no: 4118
2072] Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521
2073] Tirmizî, Kıyâmet 20, hadis no: 2453
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet, ama kapıyı aç da gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim." 2074
Fudâle İbn Ubeyd (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) halka namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne'de misâfireten bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz" derdi." 2075
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." 2076
"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." 2077
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" 2078
Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: "Ensâr’dan bazı kimseler, Rasûlullah’tan (s.a.s.) bir şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemez)se, Allah onu iffetli kılar. Kim istiğnâ gösterirse Allah da onu zengin kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır."2079 Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."
"Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." 2080
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." 2081
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir,
2074] Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475
2075] Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369
2076] Tirmizî, Zühd 34, h. no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141
2077] Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342
2078] Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2350
2079] Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka 7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025; Nesâî, Zekât 85, -5, 95-
2080] Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344
2081] Tirmizî, Zühd 33, hadis no: 2345
İSRÂF
- 511 -
yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." 2082
Abdullah İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: "(Babası) Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah (s.a.s.), (zaman zaman) bana ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben): "(Ey Allah'ın Rasûlü!) bunu, buna benden daha muhtaç olan birine verseniz!" diyordum. Rasûlullah da: "Al bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen bir şey olursa onu al ve temellük et (yani kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama!" buyurdular. (Hadisi İbn Ömer'den rivâyet eden) Sâlim der ki: "Bu (hadis) sebebiyle Abdullah, kimseden bir şey istemezdi, (kendiliğinden) gelen bir şey olursa onu da reddetmezdi." 2083
Abdullah İbn Amr es-Sa'di'nin anlattığına göre, "kendisi, hilâfeti sırasında Hz. Ömer'ın yanına geldi. Hz. Ömer kendisine: "Bana haber verildiğine göre, sen Müslümanların işlerinden bir kısmını üzerine almışsın ve sana maaş verilince almaktan kaçınmışsın (doğru mu)?" diye sordu. Ben de: "Evet!" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Bundan maksadın ne?" dedi. Ben de: "Benim atlarım var, kölelerim var (halim vaktim iyidir), hayır üzereyim. Ben maaşımın Müslümanlara sadaka olmasını istiyorum" dedim. Hz. Ömer: "Hayır! Böyle yapma! Çünkü (bir ara ben de senin gibi düşünmüş), senin arzu ettiğin şeyi arzu etmiştim. Rasûlullah (s.a.s.) bana ihsanda bulunuyordu. Ben de: "Bu parayı ona benden daha çok muhtaç olan birine ver!" diyordum. Hatta bir seferinde (Peygamberimiz) yine bana mal vermişti. Ben yine: "Bunu, onu benden daha çok muhtaç olan kimseye ver!" demiştim. Rasûlullah: "Onu al, kendi malın yap, sonra tasadduk et! Bu maldan, sen talep etmeden, bekler vaziyeti almadan, gelen olursa onu al. Böyle olmayana gönlünü bağlama!" buyurdular." 2084
Amr İbnu Tağlib anlatıyor: "Rasûlullah’a (s.a.s.) bir mal -veya bir şey- getirilmişti. Hemen onu taksim edip dağıttı. (Ancak, bunu yaparken) bir kısmına verdi, bir kısmına vermedi. Kendilerine verilmemiş olan kimselerin, sonradan hakkında dedikodu yaptıkları kulağına geldi. Bunun üzerine, (uygun bir fırsatta, halka hitap etmek üzere doğruldu). Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra: "Sadede gelince; vallahi ben, birine verip diğerine vermediğim olur (bu doğrudur, ancak) vermediğim, nazarımda, verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben birkısım insanlara, kalplerinde gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle veririm; bir kısmını da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koymuş bulunduğu zenginlik ve hayra havâle eder (ve onlara bir şey vermem). İşte bunlardan biri Amr İbnu Tağlib'dir!" buyurdular. Amr devamla der ki: "Vallahi, Rasûlullah’ın (s.a.s.) (hakkımda telaffuz buyurduğu) bu kelâmına bedel kırmızı develerim olsaydı bu kadar sevinmezdim." 2085
Ebû Eyyub (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana (dini) öğret, fakat çok özlü olsun!’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Namaza kalktığın vakit (dünyaya) vedâ edenin (namazı gibi) namaz kıl. Sonradan (pişman olup) özür dileyeceğin sözü söyleme. İnsanların elinde bulunan (dünyalık şeylerden)
2082] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68
2083] Buhârî, Ahkâm 17, Zekât 51; Müslim, Zekât 110, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 105-
2084] Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 103- Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94, -5, 103-
2085] Buhârî, Cum'a 29, Humus 19, Tevhid 49
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ümidini kesmeye azmet.” 2086
“Malı şöyle, şöyle, şöyle ve şöyle dağıtanlar hâriç dünyalığı çok kazananlara yazıklar olsun!” “Şöyle” kelimesini Rasûlullah dört kere tekrar etti. Bunlarla “sağından, solundan, önünden ve arkasından (hayır için harcayanlar” demek istedi). 2087
“Âdemoğlu, ‘malım, malım’ diyor. Ey Âdemoğlu, senin yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, yahut tasadduk edip (sevabını) defterine geçirdiğinden başka senin malın mı var?!” 2088
“Kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasına gönlünde yer verirse, onun dünyevî gamlarını Allah izâle eder. Kim de gam ve tasalarını dünya ahvâline dağıtacak olursa, Allah onun, vâdilerden hangisinde helâk olacağına aldırış etmez.” 2089
Sehl İbn Sa’da (r.a.) anlatıyor: ‘Biz (hac sırasında) Zülhuleyfe’de Rasûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. O, birden, şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir davar ölüsüyle karşılaştı. Bunun üzerine şöyle buyurdu:“Şu leşin, sahibine ne kadar değersiz olduğunu görüyor musunuz? Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin olsun, şu dünya, Allah yanında, bunun sahibi yanındaki değersizliğinden daha kıymetsizdir. Eğer dünyanın Allah katında sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı, kâfire ondan ebediyyen tek damla su içirmezdi.” 2090
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) (bir gün) şöyle hitap ettiler: "Ey insanlar! Allah Teâlâ tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah'ın mü'minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teâlâ hazretleri (peygamberlere): 'Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de sâlih amel işleyin.' 2091 diye emretmiş, mü'minlere de: 'Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin' 2092 diye emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz-toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: 'Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki: 'Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duâsına nasıl icâbet edilir?" buyurdular." 2093
"Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin." (Hz. Ebû Bekir (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle buyurdukları bana haber verildi:) "Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse hâindir, hırsızdır." 2094
"Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş." 2095
Vedâ haccı sırasında hutbede Rasûlullah’ın (s.a.s.) şöyle söylediği rivâyet edildi: "Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın
2086] Kütüb-i Sitte, 17/579
2087] Kütüb-i Sitte, 17/571
2088] Riyâzu’s-Sâlihin, M. Emre Terc. s. 354
2089] Kütüb-i Sitte, 17/565
2090] Kütüb-i Sitte, 17/565
2091] 23/Mü'minûn, 51
2092] 2/Bakara, 172
2093] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
2094] Ebû Dâvud, Harac 10, hadis no: 2945
2095] Ebû Dâvud, Büyû' 62, h. no: 3477
İSRÂF
- 513 -
ve almayın!" 2096
El-Misver İbn Mahreme'ye Amr İbn Avf (r.a.) şunu anlatmıştır: "Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi Bahreyn'e, oranın cizyesini getirmek üzere yolladı. Mallarla dönünce ensâr geldiğini işitti. Sabah namazını Hz. Peygamber'le kıldılar. Namaz bitince, Rasûlullah'ın etrafını sardılar. Rasûlullah (s.a.s.) tebessüm buyurdular ve: "Öyle zannediyorum, Ebû Ubeyde'nin bir şeyler getirdiğini işittiniz" dedi. Hep birlikte: "Evet!" dediler. Bunun üzerine şunları söyledi: "Öyleyse sevinin ve sizi sevindiren şeyi ümid edin. Allah'a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum." 2097
"... Senin vârislerini zengin olarak bırakman, halka ihtiyaçlarını açan fakir olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen azîz ve celîl olan Allah'ın rızâsını arayarak her ne harcarsan, -hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa-, mutlaka onun sebebiyle mükâfatlanacaksın..." 2098
“Ümmetler (uluslar), insanların birbirlerini sofraya dâvet etmeleri gibi birbirlerini sizin üzerinize dâvet edecek ve üzerinize üşüşecekler.” Birisi sordu: “Bizim azlığımızdan mı?” Rasûlulullah cevap verdi: “Hayır, aksine, siz o gün çok olacaksınız. Fakat selin sürüklediği çer çöp gibi... Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize de ‘vehn’ atacak.” Yine birisi sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü, vehn nedir?” Cevap verdi: “Dünya sevgisi ve ölüme karşı isteksizlik.” 2099
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." 2100
"Ey Âdemoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefaf (yeterli miktar) sebebiyle levm edilmezsin. (Harcamaya), bakımları üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." 2101
"(Hakiki) Fakir, kapı kapı dolaşırken verilen bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat gerçek fakir, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan bir şey istemeyen kimsedir." 2102
Rasûlullah (s.a.s.), seferi uzatıp saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semâya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye duâ eden bir yolcuyu zikredip dedi ki: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duâsına nasıl icabet edilir?"
2096] Ebû Dâvud, Harac 17, hadis no: 2958, 2959
2097] Buhârî, Rikâk 7, Cizye 1, Meğâzî 11; Müslim, Zühd 6, hadis no: 2961; Tirmizî, Kıyâmet 29, hadis no: 2464
2098] Buhârî, Cenâiz 37, Vesâyâ 2, 3, Fezâilu'l-Ashâb 49, Meğâzî 77, Nafakat 1, Marzâ 13, 16, 43, Ferâiz 6; Müslim, Vesâyâ 5, hadis no: 1628; Tirmizî, 6, hadis no: 975; Ebû Dâvud, Vesâyâ 2, hadis no: 2864; Nesâî, Vesâyâ 3; Muvattâ 4 -2, 763-
2099] Ebû Dâvud, Melâhim 5; Ahmed bin Hanbel, V/278
2100] Tirmizî, Zühd 34, Hadis no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, Hadis no: 4141
2101] Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344
2102] Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim, Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7; Ebû Dâvud, Zekât 23, hadis no: 1631, 1632; Nesâî, Zekât 76
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
buyurdular." 2103
"Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderinde yazılandan fazla olmaz. Kimin de kasdi ahiret olursa, Allah, onun (dağınık) işini lehinde toplar, zenginliğini kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendiliğinden) gelir." 2104
"Benim nazarımda en ziyade gıbta etmeye değer kimse şu evsafı taşıyan kimsedir: (Dünyevi yükü ve) hâli hafif, namazdan nasibi fazla, insanlar içinde (adem-i şöhretle) gizli kalmış ve kendisine (cemiyette) iltifat edilmemiş mü'mindir. Onun rızkı (zaruri ihtiyaçlarına) yetecek kadardı, o buna sabretti, ölümü de çabuk geldi, az miras bıraktı, kendisi için mâtem tutan kadın da az oldu." 2105
"Kıyamet günü, dünyada iken yetecek kadar rızık verilmiş olmasını temenni etmeyecek ne fakir ne de zengin olacaktır." 2106
"Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır" buyurdular." 2107
"Şüphesiz, her derede, âdemoğlunun kalbinden bir parça bulunur (yani kalp her şeye karşı bir ilgi duyar). Öyleyse kimin kalbi bütün parçalara ilgi duyarsa, Allah onun hangi vadide helak olacağına hiç aldırmaz. Kim de Allah'a tevekkül ederse, kalbinin her şeye (ilgi kurarak dağılmasını önlemek için) Allah ona yeter." 2108
Hz. Ömer (r.a.) şöyle hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." 2109
“Cömert; Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a, cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır.” 2110
"Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar." 2111
“Veren el, alan elden daha üstündür/hayırlıdır.” 2112
“Kıyâmet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azâbın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, Bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden
2103] Müslim, Zekât 65, hadis no: 1015; Timizî, Tefsir Bakara, hadis no: 2992
2104] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/564
2105] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/566
2106] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/575
2107] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/578
2108] Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 17/579
2109] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68
2110] Tirmizî, Birr 40
2111] Buhârî, Vesâya, 14
2112] Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
İSRÂF
- 515 -
döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin." 2113
“Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” 2114
"Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Belâya duâ ile karşı koyun." 2115
"Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir." 2116
“Sizden biri, mal ve yaratılış itibarıyla kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin).2117 Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
“Dünya, Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değerli olsaydı, hiçbir kâfire asla ondan su içirmezdi.” 2118
Hz. Ömer bir gün Rasûlullah’ın hâne-i saâdetlerine girdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Efendimiz niçin ağladığını sorunca, şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Dünya kralları, kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın yerin izleri var...” Allah Rasûlü şu cevabı verdi: “İstemez misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!” 2119
Bir iftar sofrasında Hz. Ebû Bekir’e bir bardak soğuk su ikrâm edilir. Suyu ağzına götürdüğünde ağlamaya başlar. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: “Bir gün Rasûlullah, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş, sonra da ağlamış ve “O gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”2120 âyetini okuyarak, “İşte bu nimetten de hesaba çekileceğiz.” buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için ağladım.” 2121
“Hanımının senin üzerinde hakkı vardır. Misafirlerinin senin üzerinde hakkı vardır. Bedeninin de senin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” 2122
“Aşırı gidenler helâk olmuştur” 2123
“Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” 2124
“Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadınlardan da sakının! Zira benî İsrâilin ilk fitnesi kadın yüzünden çıkmıştır.” 2125
2113] Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218
2114] İbn Mâce, hadis no: 3256
2115] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
2116] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323
2117] S. Buhârî, Askalâni Şerhi, 11, s. 322
2118] Tirmizî; Kütüb-i Sitte, 17/565
2119] Buhârî, Tefsir (66) 2; Müslim, Talâk 31
2120] 102/Tekâsür, 8
2121] Müslim, Eşribe 140
2122] Müslim, Savm 181
2123] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Ahmed bin Hanbel, I/386
2124] Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81
2125] Müslim, Zikr 99; Tirmizî, Fiten 26; İbn Mâce, Fiten 19
- 516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim dünyaya çok önem verirse, Allah onun işini dağıtır (zorlaştırır). İki gözünün arasına fakirliği (aç gözlülüğü) koyar. (Hâlbuki) dünyadan ona ulaşacak olan kendisi için yazılandan başkası olamaz. Kimin de niyeti âhiret(i kazanma) ise Allah onun işini toparlar (kolaylaştırır). Onun kalbine zenginliği koyar. Ona dünyadan da ihtiyaç duyduğu şey ulaşır.” 2126
“Dünya, mü’mine hapishane; kâfire cennettir.” 2127
“Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.” 2128
“Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.” 2129
“Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!” Tirmizî’nin rivâyetinde, hadisin devamında şu ifade vardır: “Kendini (ölmeden önce) kabir ehlinden say.” 2130
“Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.” 2131
“Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.” 2132
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. (Hakiki) zenginlik göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." 2133
Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani alandan) daha hayırlıdır." 2134
“Hayır, vallahi ey cemaat! Ben sizin için ancak Allah’ın size vereceği dünya ziynetlerinden korkuyorum.” 2135
“Sizin elde ettiğiniz dünya metâı, hayır değil; bir fitnedir. Evet, hayır, ancak hayır getirir. Lâkin bu dünya ziynetleri hayır değildir. Çünkü bunlar fitneye sebep olur. Onlarla siz âhiret hususuna yönelmekten meşgul olursunuz. Baharın yetiştirdiği nebatların bazısı, çok yiyen hayvanları ya patlatıp öldürür yahut ölüme yaklaştırır. Ancak ihtiyacına kadar yiyenlere zarar vermez. Dünya malı da öyledir, insanlar ona hoş görerek meylederler. Bazısı mala gark oldu denilecek şekilde çok mal edinir, bazısı fazlasına tamah etmeyerek azı ile yetinir. Mala gark olanlar, ekseriyetle onun sebebiyle ya helâk olur yahut helâke yaklaşırlar.” 2136
“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda ancak öldürmekle ve zorla mülke erişilir, ancak gasb ve cimrilikle zengin olunur, ancak dinden çıkmak ve hevâya uymakla sevgi kazanılır; kim bu zamana ulaşır da zengin olmaya gücü yettiği halde fakirliğe sabreder, sevgi kazanmaya gücü yettiği halde buğz olunmaya sabreder, izzete gücü yettiği halde alçaltılmaya sabrederse Allah kendisine beni doğrulayan elli doğrulayıcı sevabı verir.” 2137
2126] İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4104, 2/1378; Tirmizî, Kıyâmet 31, hadis no: 2467
2127] Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 16
2128] Tirmizî, Tıbb 1
2129] İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588
2130] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
2131] Kütüb-i Sitte, 17/564
2132] Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478
2133] Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120, hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374
2134] Buhârî, Vesâyâ 9, Zekât 18; Müslim, Zekât 94, hadis no: 1033, 97, h. no: 1036; Tirmizî, Zühd 32, h. no: 2344; Ahmed bin Hanbel, II/4
2135] Ebû Dâvud, Harac 17, hadis no: 2958, 2959
2136] Müslim, S. Müslim Terc. ve Şerhi, c. 5, s. 474
2137] Naklen: Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 444-445
İSRÂF
- 517 -
“İhtiyarın kalbi iki şeyi sevme hususunda gençtir: Yaşama sevgisi ile mal sevgisinde.” Diğer rivâyetler de şöyledir: “Âdemoğlu ihtiyarlar, fakat onun iki şeyi genç kalır: Yaşama sevgisi ve mal sevgisi.” “Âdemoğlu büyür, onunla beraber iki şey de büyür: Mal sevgisi, uzun ömür sevgisi.” 2138
“Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü bir vâdi daha isterdi. Âdemoğlunun karnını topraktan başka bir şey dolduramaz. Ama Allah tevbe eden kimsenin tevbesini kabul eder.” 2139
Sehl İbn Sa’d es-Saidî (r.a.) anlatıyor. “Bir gün Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana öyle bir amel gösterin ki, ben onu yaptığım takdirde Allah beni sevsin, halk da beni sevsin’ dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Dünyaya rağbet etme, Allah seni sevsin. İnsanların elinde bulunanlara göz dikme ki onlar da seni sevsin!” 2140
"Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." 2141
Hz. Âişe (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur/sevinçli edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme." 2142
"Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver." 2143
Reklâm; İsrâfı Emreden Şeytânî İllüzyon
Reklâm; Bir malı övme, niteliklerini sayma, benzeri mallardan ayrıldığı veya üstün olduğu noktaları ortaya koyma demektir. Alış verişin amacı kâr sağlamaktır. İslâm hukukuna göre, çeşitli mallara yüzde hesabiyle bir kâr haddi belirlenmemiştir. Genel olarak arz ve talep kanunlarına bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden oluşacak fiyatlar ölçü alınmıştır. Ancak serbest rekabet esasını korumak ve insanların temel ihtiyaçlarının istismarını önlemek için birtakım tedbirler öngörülmüştür. Ribânın yasaklanması, haksız kazanç yollarının kapatılması ve gerektiğinde narh'a başvurulması bunlar arasında sayılabilir.
Reklâmın amacı, müşterileri kendi malına yönelterek, tercihi bu yönde yapmasını sağlamaktır. Malın doğrulukla gerçek özellikleri söylendiği, kendisinde olmayan sıfatlarla övme, bazı kusurları gizleme, sözlerini yeminle teyid etme gibi davranışlar bulunmadığı sürece reklâm mümkün ve câizdir.
İslâm hukukunda tarafların yalan ve hile ile birbirlerini aldatması ve böylece malın çok yüksek veya çok düşük fiyatla satılması meşrû görülmemiştir. Âyetlerde şöyle buyrulur: "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi
2138] Müslim, hadis no: 1046; S. Müslim Terc. ve Şerhi, 5/463
2139] Müslim, hadis no: 1048; S. Müslim, Terc. ve Şerhi, 5/465
2140] Kütüb-i Sitte, 17/563
2141] Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100
2142] Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781
2143] Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rızânızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir.”2144; "Onlar Allah'ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar. Fakat bunun farkında değillerdir."2145; "İnsanlardan bir şey ölçüp alırken tam alan, onlara bir şeyi ölçüp veya tartarken de eksik tutan hilekârların vay hâline!" 2146
Enes bin Mâlik’ten (r.a.) rivâyete göre, Hıbbân b. Munakkız alış-verişlerinde aldatılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine şu tavsiyede bulundu: "Alış-veriş ettiğin zaman şöyle de: Aldatma yok ve benim için üç gün muhayyerlik hakkı vardır." 2147 Bir gün Rasûlullah (s.a.s.) pazar yerine çıkmış, bir buğday yığınının içine elini sokunca alt tarafının ıslak olduğunu görmüştü. Buğdayın yağan yağmurla ıslandığını, daha sonra bu durumu müşterilerden gizlemek için, üzerine kuru buğday yayıldığını anlayınca şöyle buyurdular: "İnsanların görmesi için ıslak buğdayı meydanda bırakman gerekmez miydi? Hile yapan bizden değildir." 2148
Özellikle bu son hadis-i şerifte, malın gerçek özelliği gizlenerek veya maldaki kusur örtülerek yapılan bir reklâmla müşteriler etkilenmek istenmektedir. Diğer yandan, malın fiyatının bu dış görünüşe göre belirleneceğini, bunun da haksız kazanca ve haksız rekabete yol açabileceğini eklememiz gerekir.
Hileli reklâm fıkıhta "tağrir" terimiyle ifade edilir. Tağrir sözlükte; hile ve aldatma demektir. Alış-verişte hileden maksat; bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu malın gerçek değerinin üstünde bir satış bedeline râzı etmektir.
Hile Ve Aldatma Çeşitleri
1. Fiilî hile Taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış-verişe râzı etmek için birtakım hileli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala aynı cins fakat kaliteli bir malın damgasını vurmak, kalori değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak, sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya süt varmış gibi göstermek, otomobilin büyük ölçüde çürümüş olan kaportasını macun ve boya ile kapatarak satışa arzetmek ve böylece piyasa fiyatının üstünde, fâhiş gabin derecesinde bir satış bedeli ile satmaya çalışmak, fiili hileye örnek gösterilebilir.
2. Sözlü hile Taraflar birbirini etkilemek ve akde râzı etmek için, birtakım aldatıcı ve yanıltıcı sözlerle malın reklâmını yapmış olabilirler. Burada da amaç, malın tercih edilmesini sağlamak veya müşteriyi yüksek fiyat konusunda etkilemektir. Meselâ; satılanı mevcut olmayan niteliklerle övmek, malın kusurunu gizlemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükseltilmesini sağlamak bunlar arasındadır.
Reklâmın, diğer benzer mal sahipleri için yıkıcı rekabet özelliği taşımaması gerekir. Ebû Hureyre’den (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah (s.a.s.) şehirlinin köylü adına satış yapmasını ve müşteri kızıştırıp satış yapılmasını yasaklardı. Yine o; "Bir kimse kardeşinin satışı üzerine satış yapmaz, bir kıza dünürlük üzerine dünür göndermez. Bir kadın, onun kabındaki nimeti, kendi kabına doldurmak
2144] 4/Nisâ, 29
2145] 2/Bakara, 9
2146] 83/Mutaffifin, 1-3
2147] Buhârî, Büyû', 48, Husûmât, 3; Müslim, Büyû', 48
2148] Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud, Büyû’, 50; Tirmizi, Büyû’, 72
İSRÂF
- 519 -
için, mü'min kardeşi olan bir kadının boşanmasını istemez" buyurdu. 2149
Şehirlinin köylü adına satışı bir komisyonculuk olup, karaborsacılığa ve piyasaya kontrollü mal sürülerek fiyatların yükselmesine neden olur. Müşteri kızıştırma; başkalarının o malı tercih ettikleri imajını vermek için gerçek alıcı olmayanların alıcı gibi davranması anlamına gelir. Bu da bir çeşit hileli reklâm yolu olup yasaklanmıştır. Başkasının satışı üzerine satış yapmama ise, haksız rekabet yoluyla, diğer satıcıları saf dışı bırakma ve çeşitli yollarla onların satışını engellemedir. 2150
İmam Mâlik'e göre, piyasa fiyatından ne aşağı ve ne de yukarı bir fiyatla satış yapılmamalıdır. Piyasa fiyatı, ticaret yapanların büyük çoğunluğunun islâmî esaslar içinde serbest rekabetle oluşturduğu satış bedelleridir. Bu görüşün dayandığı delil; Hz. Ömer'in, Hâtıb b. Ebî Beltea (r.a.) ya söylediği narh'la ilgili sözlerle, Ömer b. Abdülazîz'in uygulamasıdır. II. Ömer'in hilâfeti zamanında bir bölge halkı, diğer bölge halkını engellemek için fiyatlarında bir indirim yapmışlardı. Halîfe fiyatların Allah'ın elinde olduğunu belirterek, kendilerinden bu duruma son vermelerini istedi. 2151
Ebû Hanife'ye göre, bir menkul veya gayri menkulü paylaşma hakkına sahip olanların, sırf fiyatları yükseltmek amacıyla, aralarında anlaşarak ortaklık kurmaları caiz değildir. Bu görüş, günümüzdeki hileli bazı reklâm ve yollarla hisse senedi fiyatlarının yükseltilmesini de kapsamına almaktadır. İşte İbn Teymiyye (ö. 728/1327) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 750/ 1350) bu görüşü ticaret kesimine de teşmil ederek şöyle demişlerdir: "Belli bir mal çeşidini alıp satmakta olan bir grup tüccar, piyasa fiyatından daha düşük ve kendi kararlaştırdıkları bir fiyatla satın alarak zulüm ederlerse ve sattıklarını da piyasa fiyatından daha yüksek bir fiyata satar ve aralarında ortaklık kurup, elde ettiklerini bölüşürlerse, bu işten alıkonulurlar." 2152
Burada öngörülen yasaklama ile günümüz ekonomilerinde görülen "kartel" uygulaması aynı niteliktedir. Kartel; çeşitli firmaların aralarında rekabete yer vermemek ve piyasayı istismar etmek amacıyla kurdukları bir birliktir. Bunlar, satış pazarlarını birleştirme, sürüm pazarlarını aralarında paylaşma, ortak büro açma ve asgarî bir satış bedeli belirleme gibi amaçlarla kurulur. 2153
Günümüzde, radyo, televizyon, gazete ve dergilerde yapılan reklâmlar büyük harcamalara yol açmakta ve bunlar maliyetleri etkilemektedir. Bunların İslâm hukuku bakımından maliyete eklenip eklenmemesi önemli bir problemdir. Mal sahibinin malın alımı, nakli ve pazarlaması sırasında yapacağı masraflar, malda veya kıymetinde bir artış meydana getirmişse bu girdiler mâliyete eklenebilir. Nakliye, dikiş, cilâlama, boyama, tamir ve bakım masrafları bunlar arasında sayılabilir.2154 Komisyoncu ücretinin eklenmesi de caiz görülmüştür. 2155
Ancak mal sahibinin kendi şahsı için yaptığı yeme, içme, yatıp kalkma vb.
2149] Buhârî, Büyû’ 58, 64, 70, Şurût 8; Müslim, Nikâh 52, Büyû’ 11, Birr 30
2150] bk. ez-Zebîdi, S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc, Kâmil Miras, Ankara 1984, VI, 486, 487
2151] el-Bâci, el-Munteka, V, 17-18
2152] İbn Teymiyye, el-Hisbe fil-İslâm, 1967, s. 16
2153] Feridun Ergin, İktisat, İstanbul 1964, s: 311-315
2154] el-Kasâni, Bedayius-Sanayi', Beyrut 1974, V, 223; İbnül-Hümam, Fethül-Kadir, Mısır 1316/ 1868, V. 225
2155] el-Kâsani, a.g.e., V, 223
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
masraflarla, çoban, bekçi, doktor veya veteriner masrafları anaparaya eklenmez. Çünkü bunlar malda veya kıymetinde artış meydana getirecek nitelikte değildir. Ayrıca bu konuda açık örf de yoktur. 2156
Sonuç olarak, reklâm masraflarının reklâmı yapılacak malın kendisinde veya kıymetinde doğrudan bir artış sağlayacak bir nitelikte olmadığı dikkate alınırsa, bunların mâliyete eklenmemesi gerekir. Çünkü mâliyete eklenen reklâm harcamaları müşterilere yansıtılmış olur. Alıcıların böyle bir yükün altına sokulması bedelsiz kalır. Diğer yandan, satıcı reklâmlar sayesinde oluşacak sürümden fazla kazanç elde eder. Bu yüzden, reklâm masraflarının fazla sürüm kârından karşılanması daha adaletli bir çözüm olur. Böylece aşırı reklâm yapma isteği frenlenmiş ve reklâm yapanla yapmayan arasında da ticari denge kurulmuş olur. 2157
Kapitalizm; Tüketimi ve İsrâfı Dayatan Rejim
Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.
Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.
İngiltere'de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) "Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme" adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı
2156] es-Serahsi, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, XIII, 80-81; el-Fetava'l-Hindiyye, III,162
2157] Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 244-245
İSRÂF
- 521 -
bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan "kusursuz özgürlük" aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücadelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.
Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı), dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.
I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afrika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücadelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü "bırakınız yapsınlar" politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.
Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddi zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği "bırakınız yapsınlar" kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması gereken başlıca nedenlerinden birisidir. 2158
Yeme-İçmede İsraf
Az Yemenin Dindeki Önemi ve Faydaları: Az yemede, kalbin (gönlün) safası, inceliği, hassâsiyeti vardır. Gönlün Hakk'a bağlılığı artar. Çok yemede kalp katılığı oluşur; giderek kalbin nuru kaybolur. Nitekim Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivâyet edilir: "Kalplerinizi çok yemekle öldürmeyin. Fazla suyun ekinleri öldürdüğü gibi, muhakkak fazla yemekle de kalp ölür." "Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), karnını tamamen doyurmaz ve şöyle buyururdu: "Mü'min, karnını tamamen doyurmaz."2159 Az yemek, insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu giderir. Nefis, açlıkla kırıldığı kadar hiç bir şeyle kırılmaz. Çok yiyenin gafleti artar. O yüzden Peygamberimiz (s.a.s.) az yeme hakkında ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur: “Âdemoğlu, midesinden/karnından daha şerli/fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Yok, birkaç lokma ile yetinmeyecekse (nefsinin galebesiyle) ille de midesini dolduracaksa hiç olmazsa onu üçe ayırsın: (karnının) üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğine/suya, üçte birini de nefesine (ayırsın, üçte birden fazlasına yemek koymasın).” 2160; “Çok yemek (nefse) kötülüktür. Ey Ebû Zer! Yemeği ve konuşmayı azalt ki, cennette benimle beraber olasın.” 2161
Bu hadis-i şerifte mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan zarfa benzetilmekte, böylece değer itibarıyla düşürülmektedir. Zira kap ve zarf, gaye değil; vasıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil; içlerine konan şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil; içlerine konan şeyler asıldır. Hadis, mîdeye ayrıca “şerli” sıfatı vererek ikinci bir değerden düşürmeye tâbi tutmaktadır. Yani mide, sıradan bir kap değil; zarar veren, şer getiren bir kaptır. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları vardır; dengesiz, kalitesiz... beslenmenin nice hastalığa sebep olması sözkonusudur. “Kimin fikri fazla ise yemesi azdır; kimin tefekkürü azsa yemesi çok, kalbi de katıdır.”2162; “Bu mal, tatlı ve hoştur. Ama bilin; kim onu nefsânî hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur.” 2163
Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: ‘Rasulullah (s.a.s.) kâfir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı. O kâfir onun sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti (adam doymadı). Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti. Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Rasulullah, bir keçi sağılmasını emretti. Adam onun sütünü içti, sonra ikinci bir keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Rasulullah
2158] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 299-301
2159] Dârimî, Vesâyâ 1, hadis no: 108
2160] Tirmizî, Zühd 47 –2381-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3349-; Kütüb-i Sitte, 11/131; Riyâzu’s Sâlihîn, Açlığın Fazileti Bâbı, hadis no: 26
2161] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 4238; Keşfu’l Hafâ, h. no: 3278
2162] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
2163] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
İSRÂF
- 523 -
(s.a.s.): “Mü’min bir mideye içer; kâfir ise yedi mideye içer.” buyurdular.’ 2164 Hadisin başka rivâyetinde “Bu gün o mü’mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü’min ise tek bir mideye yer.” Ve artık müslüman olan Ebû Gazvan’a “Senin dün yedi miden vardı; Bugün ise tek miden var!” 2165
Muhaddisler ve âlimler, kâfirlerin yedi mideye yemesi konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşler, cidden çok yönlü değerlendirmeler yapmışlardır. (Bu değerlendirmelerin özeti olarak yedi sayfa tutarında açıklamalar için 2166 Ulemâ bu konuda der ki: Hadis-i şeriflerde, dünyalık (yeme-içme) hususunda azlığa teşvik, bunda zühd ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye rağbet vardır. Akıllı kimseler, hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişlerdir. Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup vardır, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, câhil takımın amelidir. Bir grup vardır, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar (aşırılığa kaçmaksızın doyuncaya kadar) yer. Bir grup da vardır ki, bunlar nefislerini açlığa mahkûm ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar, yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler. 2167
Peygamberimiz, aza kanaat etme ve az yeme ve beraber yiyenlerin sayısı arttıkça yemeğin bereketinin de artacağı konusundaki meşhur bir hadiste de şöyle buyurur: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” 2168 Bu hadisin İbn Mâce’de gelen bir rivâyeti ise şöyledir: “Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üç-dört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.”
“Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin; zira beraber olunca bir kişilik yemek, iki kişiye de yeter.” 2169
Bir zât, Rasulullah’ın yanında öğürmüştü. Rasulullah ona şöyle buyurdu: “Öğürtünü/ geğirmeni bizden uzak tut. Zira, dünyada insanların en çok doymuş olanları, Kıyamet günü en çok aç kalacak olanlardır.”2170 Hadiste öğürtü/geğirti diye tercüme edilen 'cüşâ' kelimesi: “doyma sırasında mideden çıkan gaz” diye tarif edilir ki, çok yemenin belirtisidir. Rasulullah, öğürmeyi kınamakla, onun sebebi olan çok yemeyi takbih etmiş olmaktadır; nitekim hadisin devamından, çok yemenin kötülüğü rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu hadis-i şerif, çok yemenin ölçüsü hakkında bir ipucu vermektedir: Öğürme oluşturacak kadar yememek gerekir. Zira öğürme, çok yemeden oluşur. Yoksa, Rasûlullah, gayr-ı irâdî olarak meydana gelen bir olaydan dolayı kimseyi kınamazdı. Öğürme irâdî değildir; ama ona sebep olan çok yeme irâdeye bağlıdır.
Münâvi, bu hadisi şu manada açıklar: Esasen bu derece fazla yemek, tıbben de yasaklanmıştır. Mesele, dinî tabirle, “tokluk kişiyi şeytana yaklaştırır, nefsi azdırır ve tuğyâna atar; açlık ise, şeytanın yollarını daraltır, nefsin hâkimiyetini
2164] Buhârî, Et’ıme 12; Müslim, Eşribe 186 -2063; Tirmizî, Et’ıme 20 –1820-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 10 –2, 924-; K. Sitte, 11/122
2165] Hadisin farklı rivâyetleri için bkz. K. Sitte, 11/123
2166] bkz. K. Sitte, c. 11, s. 122-128
2167] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 128
2168] Buhârî, Et’ıme 11; Müslim, Eşribe 178 –2058-; Tirmizî, Et’ıme 21 –1821-; Muvattâ, Sıfatu’n Nebî 20, 52, 928; K. Sitte, 11/128
2169] Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 129
2170] Tirmizî, Kıyâmet 38 –2480-; İbn Mâce, Et’ıme 50 –3350-; K. Sitte, 11/130
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda çok değişik arzu ve hırslar harekete geçebilir. Bu da âhiret açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilir. 2171
Acıkmadan yemek yenmeyeceği ve mideyi fazla doldurmama ile ilgili, şu olay meşhurdur: Asr-ı Saâdette, hükümdarlardan biri Hz. Peygamber’e (s.a.s.) hizmet için bir doktor göndermişti. Bu tabip, Rasul-i Ekrem'in yanında uzun müddet kalarak ashâb ve ehl-i beytten hastaları tedavi için beklemiş, fakat tedaviye çok az kimsenin muhtaç olduğuna şahit olarak memleketine dönmek için izin isteyince, az hastalanmanın sebebi hakkında Hz. Peygamber, "Ashâbın iyice acıkmadıkça yemek yemediklerini ve yemekten iyice doymadan ayrıldıklarını" söylemiştir.2172 İbn Sîna da "yediğiniz yemeği hazmetmeksizin yemek yemekten sakının" diyor.2173
Az yemek konusunda bugünün tıbbı da şöyle diyor: Sofradan doymamış olarak kalkmalı, mideyi alabildiği kadar doldurmaya çalışmamalıdır. Bazı doktorlar, yiyeceklerin miktarı, rejimden daha önemlidir derler. Mideye fenalık etmenin başlıca yolları: Çok sık yemek, çok fazla yemek, çok sıcak veya çok soğuk şeyler yemek, yeteri kadar çiğnememek, alkol vb. şeyler kullanmaktır. 2174
Eskiden kuvvetli gıdalar almakla ve çok yemekle sağlıklı olunacağı ve daha uzun yaşanacağı zannedilirdi. Hâlbuki şimdi tıp ilmi de az yemeyi tavsiye ediyor. Araştırmacılar, farelere her zamanki yedikleri normal yiyeceği azaltarak sadece yüzde kırkını verdiler. Neticede bunların ömürlerinin uzadığını gördüler.
R. Walford gibi bilim adamları, insanlar da az yer ve açlık çekerlerse daha çok yaşayacaklarına inanıyor. Walford ve üç meslektaşı kendilerine iki sene süreyle az kalorili bir diyet uyguladılar. Neticede tansiyonlarının ve kandaki kolestrol seviyelerinin düştüğünü gördüler. Bugünkü tıp ilmi şişmanlığı bir hastalık, fazla yemeyi de zehir olarak kabul etmektedir. Bilim adamları, ayrıca sağlıklı ve uzun ömürlü olmak isteyenlere, sigara ve içki içmemeyi, bol jimnastik yapmayı ve az yağlı yemeyi tavsiye ediyorlar. Amerika Milli Yaşlanma Enstitüsü Araştırmaları tarafından bildirildiğine göre, küçük canlılarda ispatlanan az yiyerek daha uzun yaşama kuralı, maymunlarda ve insanlarda da geçerli olabilir.
Hayatı boyunca az yemeyi prensip edinen Peygamberimiz, ümmeti hakkında korktuğu şeylerden birini çok yeme hastalığı olarak sayar: “Benden sonra, ümmetim için üç hususta korkuyorum. Bunlar, sapık arzular, bilgiden sonra gaflet, çok yemek ve şehvetlere tutulmaktır.” 2175
İlim de kabul etmektedir ki, çok yemek zararlıdır. Romatizma, kalp hastalıkları, kan dolaşımındaki bozukluklar, şeker vb. hastalıklarda en büyük etkenlerin başında çok yemek yemek gelir. Çok yemenin sonucu, vücut lüzumundan fazla kilo alır ki, bu sebeple kalbin etrafı yağ tabakasıyla kaplandığı için, insan rahat nefes alıp veremez. Kollestrin (kanda yağ birikmesi) denilen hastalığın başlıca sebebi yine çok yemektir. Çok yemek neticesinde böbrekler vaktinden önce yorulur ve bozulur, görevini yapamaz olur. Mide doğal şeklini kaybeder, büyür,
2171] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 11, s. 130
2172] Milaslı İsmail Hakkı, Tıbb-ı Nebevî, s. 22
2173] Kastalâni, el-Mevâhibu'l Ledünniye, s. 22
2174] Hemmerdinger, Midenizi Koruyunuz, Terc. Cevat Bilge, s. 31
2175] Câmiu’s Sağîr, 1/13
İSRÂF
- 525 -
elastikiyetini koruyamaz. Dolayısıyla yenilenleri kolay kolay hazmedemez. Bu yüzden bütün vücut da rahatsız hale gelir. Çok kere mide ülseri, mide veya kalın bağırsakta çıban da meydana gelir. Bu saydıklarımız ve daha birçok rahatsızlıklar hep çok yiyip içme neticesi meydana gelen zararlardandır. Bu gibi hastalıkların oruç tutulmayan yerlerde ve oruç tutmayan kimselerde daha çok bulunduğunu hatırlatalım.
İslâm’ın yeme içme ile ilgili emir ve tavsiyelerinden, özellikle sünnete uygun olarak az yeme ile ilgili hadislerden şu yargılara varabiliriz:
Müslüman, hayatı; yalnız yeme içme, egoist duygu ve sınırsız arzuları tatmin etme felsefesine dayandıramaz. O yeme için yaşamaz; ibadete güç yetirebilmek, kulluk bilincine katkı için ve o miktarda yer.
Yiyecek ve içecek konusundaki yasaklara uymak ve sünnete uygun tarzda yemekle insan olgunlaşır, kendi içinden gelen arzulara ve çevreden gelen zararlı çağrılara gem vurmasını, fıtratı zorlamadan, insan bu yolla kazanabilir.
Yeme içme arzusu, disipline ve düzene sokulması gereken bir duygudur. Her konuda olduğu gibi bu hususta da aşırılık ve düzensizlik dinimizce yasaklanmıştır. “Bir lokma, bir hırka” anlayışı yanlış olduğu gibi; esas ve daha kesin olarak aşırı tüketim ve oburluk yasaklanmıştır.
İnsanlar, nefsinin her isteğine uyarsa, isteklerini sınırlamazsa, hem kendileri, hem toplumları bundan zarar görecektir. Hırs ve doymak bilmeyen isteklerine; kişi, dış baskılarla değil; insanda doğuştan mevcut olan din duygusuyla Rabbından korkarak O’nun rızâsı doğrultusunda kendisi sınır koymalıdır.
Nefis ve hevâ/aşırı istekler, insanın yapısına baskın çıkarsa, büyük savaştan insan, kendine zulmederek, kendine yazık ederek mağlup olarak çıkmış ve dünya imtihanını kaybetmiş olur.
Bedeni, akıl ve ruha tâbi kılmak gerekir. Bunun için de bedenin kuvvetini sınırlamak ve ruhun gücünü arttırmak lâzımdır.
Çok yemek, doymadan sofradan kalkmamak, hatta doyduktan sonra bile lezzetinden dolayı yemeye devam etmek, sigara ve içki gibi zararlı alışkanlıklar... bütün bunları önlemeye çalışmak, irâdeye hâkim olma mücadelesinde gâlip gelmek için azmetmek/kararlı olmak, helâl ve temiz gıdalara dikkat etmek; dinin bu konudaki önemli tavsiyelerindendir.
Tıka basa, oburca yemeyi, israf ve lüks tüketimi yasaklayan İslâm, insanı aza kanaat etmeye alıştırdığı gibi, açların halini unutturmayıp onları doyurmayı önceliklerinin arasına aldırır. İslâm, komşusu açken tok yatmayı, müslümanlardan ayrılmak ve insanlığa ihanet olarak görür.
Müslüman, imkân nisbetinde nâfile oruç tutmaya çalışacak, özellikle evlenmeye yol bulamayan gençler, orucu fazlalaştıracak ve az yiyecektir. Nefsi, yeme içmede dizginlenince, şeytanî bakış, düşünce ve duygulardan da korunmaya daha kolay alışacaktır.
Az yemek kanaati doğurur. Kanaat ise tükenmez hazinedir.
Geçim sıkıntısının önemli bir sebebi, gereksiz mutfak harcamalarıdır. Sünnet
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çizgisinde ve selim akıl ölçüsünde gerçekten ihtiyaç olmayan yiyecek ve giyecekler devreden çıkarılırsa, bereket artacak, huzur çoğalacak, sıkıntılarsa azalacaktır.
Sünnete uygun yenildiğinde kadınların ömrü mutfakta heder olmaktan çıkacak, kadına bu yönden yapılan zulüm, yerini hayırlı faaliyetlere bırakacaktır.
Sünnete uygun yeme içme kültürü, insanı doldur boşalt makinesi olmaktan, sömürüye kurban olmaktan, “çok kazan çok tüket” felsefesinden kurtaracaktır.
Yiyeceklerin Temiz ve Helâlinden Yararlanmak: Helâl kılmak da, haram kılmak da Allah’a ait bir haktır. Hiç kimsenin, zühdünden, yani dünyaya rağbet etmemesinden dolayı, nefsini kırmak için ve Allah’ın mubah kıldığı bir şeyi, lezzet verdiği için haram kılması caiz değildir. Bir şey, helal ise, nefsimizin hoşuna gidecek şekilde temiz ve lezzetli de olsa, ondan yararlanmak caiz olur. Çünkü İslâm, mubah oldukça lezzet veren şeylerden faydalanmayı kişiye yasaklamamıştır. Eğer o şey, haram ise, ondan uzak durmak ve o nitelik onda oldukça onu kullanmamak gerekir. Allah, haram kılmadığı bir zîneti, süsü veya temiz rızıkları haram sayanları reddeder. “De ki: ‘Allah’ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?’ De ki: ‘O, dünya hayatında mü’minlerindir; kıyamet günü de yalnız onlarındır.’ İşte Biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıklıyoruz.” 2176
Müslümana düşen, helalinden ne bulduysa yemesi, leziz olana kendini zorlamaması ve bunu âdet ve alışkanlık haline getirmemesidir. Tiryakilik, alışkanlık yapan, onsuz yapamadığımız şeyler, giderek helal olmaktan çıkan bir duruma gelebilir. Tiryakilik yapan gıdalardan sakınmaya çalışmalıdır. Peygamberimiz, bulduğu zaman karnını helal yiyeceklerle doyurur, ama yemede aşırıya, lüks ve israfa kaçmaz ve şükreder; bulamayınca da sabrederdi. Eline geçtikçe tatlı yer, rastladıkça bal şerbeti içer, buldukça et yerdi. Bunların hiç birini özellikle yapmadığı gibi; âdet ve alışkanlık da edinmemişti. 2177
“Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin. Ama bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra gazabım üzerinize iner. Kimin üstüne gazabım inerse artık o, (ateşe) düşmüştür.” 2178
Hz. Peygamber'in sünneti, az yeme ve sofradan doymadan kalkma konusunda ciddî tavsiyelerde bulunur. Fakat, bu konu, fıkıh açısından, haram ve helâl hükümleriyle yanlış değerlendirilmemelidir. İslâm fıkhı açısından hüküm şudur: Az yemek, sofradan doymadan kalkmak sünnet; doyuncaya kadar yemek câiz; doyduktan sonra yemek ise haramdır. Helâl ve temiz yiyecekleri doyduktan sonra yemeye devam etmek, öncelikle israf olduğu için haramdır. "Yiyin, için; fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”2179 Ayrıca, doyduktan sonra yemek, fıtratı zorlamaktır ve vücuda zararı kesindir. Bu yönlerden dolayı da câiz olmaz.
Allah, insanların ve canlıların ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, yeryüzüne depo etmiştir. İnsana düşen; hem bu dünyadaki, hem ahiretteki rızkı için gayret sarfetmektir. Ama gayretin yönü ve içeriği ile rızkın helâlını veya haramını tercih etmiş olacaktır. Böylece de ahiret rızkını bu dünyadan kendisi göndermiş veya sadece burada tüketmiş olacaktır.
2176] 7/A'râf, 32
2177] İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi'l Kur'an, c. 7, s. 198
2178] 20/Tâhâ, 81
2179] 7/A’râf, 31
İSRÂF
- 527 -
Tüketim Çılgınlığı ve İnsanımız
Dünya nüfusuyla birlikte beklentiler de artıyor. Otomobiller, cep telefonları, televizyonlar, gazeteler, ev eşyaları, seyahat acentaları, tatil köyleri, lokantalar artıyor. Trafik kazaları, sosyal patlamalar, kuşak kopuklukları, uyuşturucu kullanımı ve boşanmalar da artıyor. Cinâyetler, intiharlar, depresyon, yolsuzluklar da katlanarak çoğalıyor.
Böyle yoğun tempolu bir üretim-tüketim-harcama-harcanma ortamında, kendimiz ve çevremizin bir taşıma kapasitesi olduğunu anlamak zorundayız. Sürekli harcamaya programlanan toplumun mânevî termostatlarının nereye kadar dayanacağını tahmin edebilir miyiz?
Tüketim çılgınlığındaki ısrarımız pek çoğumuzu yorucu, sıkıcı ve ahlâkî yönden şüpheli işlerde çalışmaya mecbur bıraktı. İnsanlar, kendilerini sürekli para harcamaya şartlandırınca, geçmişte asla vazgeçemedikleri bazı inanç ve duygularından fedâkârlıklar yapmaya başladı. Sabır, kanaat, şükür ve cömertlikte gereken performansa ulaşamadı. Yardımlaşma refleksleri yavaşlarken, çıkarcılık ve hırslar arttı.
Dünyadaki bütün kurum ve kuruluşlar ister istemez, üretim-tüketim-pazarlama zincirinin herhangi bir yerinde bulunuyor. Televizyon yayınları, uydu bağlantıları, internet ağları ve telefon operatörleri yalnızca bir şeye odaklanmış: Tüketim. Trafik felâketinin, sağlık problemlerinin, globalleşen açlık felâketinin, sosyal patlamaların tetikleyicisi olan tüketim çılgınlığı, durdurulması gereken en önemli felâketlerden biri olsa gerek. İlk bakışta farkedilmese bile, yapılan araştırmalar, dünyada çözüm bekleyen dev problemlerin kaynağında tüketim çılgınlığı olduğunu gösteriyor.
Etrafımızı kuşatan tüketim girdabından kurtulmak, sanıldığı kadar zor değil aslında. İlk olarak kendi tüketim anlayışımızı sorgulamak ve bu konudaki sessizliğimize meydan okumak, yanlışlarımızı itiraf etmek gerekiyor. Tüketim çılgınlığında kendimize de meydan okuyalım, çevreye de. Ve hemen şunları soralım: “Her an para harcamak zorunda mıyım? Almak istediğim şeyler, gerçek bir ihtiyaç mı, geçici bir heves mi? Alışverişlerime belli bir gün, belli bir saat aralığı tâyin edebilir miyim? Tüketim çılgınlığı beni mutlu ediyor mu?” Bu soruları sormak, çözümün en zor. Ama en önemli aşaması. Sorulardan sonrası daha kolay. Sonraları aşamalarda daha sâkin ve ve sâde bir yaşam modeli geliştirip bizimle aynı düşünceleri paylaşan kişilerle görüş alışverişi yapabiliriz.
Çerçeveyi Belirlemek: Tüketim girdabından uzaklaşmak sanıldığı kadar zor değil. Bu konuda kararlıysanız, küçük gayretlerle büyük sonuçlar alınabileceğine inanıyorsanız, şu birkaç küçük öneri üzerinde düşünün:
Tasarruf edin, para biriktirin. Kendinize ait felâketli günler için, yardım etmekten hoşlanacağınız sevdikleriniz için, infak etmek, hayırlı bir işte kullanmak, yani Allah için para biriktirin. Daha az harcama yapın. Daha çok okuyun, daha az televizyon izleyin. Televizyon reklâmlarının bizi para harcamaya yönelten en büyük sebep olduğunu hatırlayın. Hayatınızı sadeleştirin. Yaşam tarzları sade olan dostlarla belirli günlerde bir araya gelip sohbet edin, cemaat çalışması yapın. Sahip olduklarınızdan fazlasını isteyince fakirliğe yaklaşacağınızı unutmayın.
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Efsânelerin Yanlışlarını Ortaya Koymak: Bizi sade bir hayat yaşamaktan ve böylece mânen doyuma ulaşmaktan alıkoyan birtakım efsânelerle kuşatılmış durumdayız. Bunları objektif bir şekilde tahlil ettiğimiz zaman, ciddî bir geçerliliklerinin bulunmadığını görür ve böylece sorunun çözümünde en önemli adımı atmış oluruz. İşte bunlardan birkaçı:
“Yaşam standardının yükselmesi, para harcamaktan ve konfordan geçer.” Hayır! Yaşam standardını yükseltmek, insanî ve ahlâkî değerleri canlandırmakla mümkündür. “Tüketim çılgınlığı normaldir.” Kesinlikle hayır! Tüketim çılgınlığı, geleceğimizi ipotek altına alan anormal bir şeydir. “Ekonominin işlemesi için, aşırı tüketim şarttır.” Asla! Sağlıklı bir ekonomi için tasarruflu harcama gerekir. “Hükümet programları, iş hayatının her şeyi kökten değiştiren prensipleri ve yeni teknolojiler aşırı tüketimle mümkündür.” Acaba? Bunların yanında sınırsız isteklerimizi frenlemek, hayat anlayışımızı değiştirmek ve ahlâkî değerler de gerekmez mi? “Bir kişinin değişmesiyle hiçbir şey düzelmez.” Bu anlayış geçmişte kaldı. Eğer para harcayan kişiler fikirlerini değiştirirse, dünya da değişir. Dünya değişmese bile kendi hayatımız değişir. O da bize yeter!
Tüketim Çılgınlığı Konusunda Birbirimizi Eğitmek: Her sohbet bir fırsat demektir. Ölçülü harcamayla ilgili fikir ve tecrübelerimizi arkadaş, komşu ve meslektaşlarınızla paylaşın. Onlarla tüketim çılgınlığıyla ilgili haberleşme, görüşme ve tartışmalar yapın. Birlikte bir çalışma grubu kurun. Basın ve yayın organlarından yararlanın. Bulduğunuz yöntemleri başkalarının da faydalanabilmesi için not edin.
Değişime Kendinizden Başlayın: Tüketim çılgınlığına karşı bütün dünyada yürütülen çalışmalar, “gönüllü Sadelik Hareketi” etrafında odaklanıyor. Bu hareketin gönüllüleri hemen her ülke, yaş ve meslekten kişiler. Hepsinin ortak özelliği hızlı ve karmaşık yaşam biçimine karşı alternatif tarzlar geliştirmek. Kredi kartlarından, televizyondan, eşya kalabalığından, aşırı yemekten, israftan kurtulmak.
Gönüllü sadelik hareketindekilerin, alış-veriş konusunda kendilerine her gün sordukları soru ise: “Bana ne kadarı yeterli?”2180
İhtiyaçlar nerede bitiyor, aşırılık ve israf nerede başlıyor? Bunu belirlemek için “yeterlilik” denen olağanüstü güzel şeyi keşfetmiş olmak lâzım. Onu keşfetmiş insanların güzel özellikleri var. Peygamberimizin yaşadığı hayatı gözümüzün önüne getirelim: “Ben kim, dünya kim! Dünya (hayatı) ile benim ilgim, bir ağacın altında gölgelenip sonra da bırakıp giden yolcunun durumu gibidir.”2181 Rasûlullah’ın (s.a.s.) yeterlilik ölçüsü şöyledir: "Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." 2182; "Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur. İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği bir elbise, katıksız bir ekmek ve su."2183 Ve müjde: "İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" 2184
2180] N. Kağan Çetin, Tüketici Efsaneleri, Özgür ve Bilge, sayı 3, Nisan 2002
2181] İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4109, 2/1386; Tirmizî, Zühd 44, hadis no: 2377, 4/588
2182] Tirmizî, Zühd 34, Hadis no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, Hadis no: 4141
2183] Tirmizî, Zühd 30, Hadis no: 2342
2184] Tirmizî, Zühd 35, Hadis no: 2350
İSRÂF
- 529 -
Tavsiyesi de o istikamettedir: “Dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol!”2185; “Birinize dünyalık olarak bir yolcunun azığı kadar yeterlidir.”2186; “Müslüman olup da kendisine ancak yetecek kadar rızık verilen ve Allah’ın kendisine verdiği ile kanaat getirdiği kimse muhakkak felâh bulmuştur.”2187; “Allah bir kulu sevdimi, onu dünyadan korur. Tıpkı sizden birinin (perhiz gerektiren hastalığa uğramış) hastasına suyu yasaklaması gibi.”2188; “Sizin için korktuğum şeylerden biri, dünyanın süs ve güzelliklerinin size açılmasıdır...” 2189
Sahip olduğu şeylerin az gibi görünmesi, çoğunlukla daha zengin insanlarla karşılaştırma yapma hatasından kaynaklanır. Bu konuda Peygamberî tavsiye şöyledir: “Sizden biri, mal ve yaratılış itibarıyla kendinden üstün bir kimseyi gördüğünde, kendinden daha aşağı olanına baksın (Kendisini onunla mukayese etsin).2190 Sahih-i Müslim’de şu ilave rivâyet edilmiştir: “...İşte bu, Allah’ın size olan nimetlerini hakir görmemek için uygun olan bir davranıştır.”
İnsan, sadece rûhunun ve maddî bedeninin zarûri ihtiyaçlarını düşünmek ve bunları helâl yolla temin etmekle yetinmiyor. Hırs, tamah ve dünyevî yarış kendini çekiyor; sonu gelmeyen psikolojik arzular ihtiyaçmış gibi gözüküyor, bu da sonu gelmeyecek kısır döngüyü oluşturuyor. İlâveler arttıkça, güçlükler de artıyor. İnsanlardan çoğu, içinde yaşadığımız tüketim kültürünün çılgınlığından ve adâletsizliğinden şikâyet etseler de, kendi uygulamalarının, söylediklerinden çok uzak düştüğünü hissediyor. Kimi utanarak, kimi suçluluğun acısı içinde, lüks tüketim konusundaki suçlarını itiraf ediyor.
“Sende var iken bunca varlık, bitmez gönlündeki darlık” diyen ve “yeterlilik”, “kanaat” denen olağanüstü güzel şeyi keşfetmiş olanların dünyası da bambaşka sâdelik ve güzellikte. Onlar, bir dâvâ adamı, arzuların sonsuz olduğunu, tümünün tatmin edilmesinin imkânsız ve bu gayretin dünyada huzursuzluğa, âhirette azâba sebep olacağının bilinci içinde. Gerçek ihtiyaçlarıyla geçici heveslerini birbirinden ayırabiliyor. Böylelikle tercihlerinin ve meşguliyetlerinin doğrultusu, yalnızca dâvâsına ve yaratılış amacına hizmet eden işlere yöneliyor.
İnsan, parasının hesabını yapabilmeli; parasının nereden geldiğini ve nereye gittiğini iyi bilip hesap edebilmeli. Ancak helâl yoldan ve kendini tüketmeden kazanacağı parayı, helâl yollara ve israfa kaçmadan zarûri ihtiyaçlarına yöneltip kalanı âhirette büyük yatırımlara dönüşecek şekilde infak edebilmeli. İnsan, sahip olduğu nimetleri takdir edemez ve kimden geldiğini düşünemezse, asla yeteri kadarına sahip olamaz, gerekli yerlere gerektiği gibi sarfedemez.
Yeterlilik bilincine sahip olan israftan kaçan insan, huzurludur, içsel bir tatmine sahiptir. Onlar vermenin zevkine varmış insanlardır. İmtihanı kazanmanın, nimetlere şükretmenin kazancını daha dünyadayken avans olarak tatmış insanlardır. Bu huzur, kesinlikle israf ile para harcanarak elde edilemez. İsraftan kaçıp aza kanaat eden yeterlilik bilincine sahip olanların kanaat duygusu, başkalarının neye sahip olduklarına bağlı değildir. Kendinden zengin olanlara bakma yerine kendi içlerine dönüp bakmayı tercih ederler. Sahip olacakları şeyler, onlara
2185] Buhârî, Rikak 2; Tirmizî, Zühd 25, hadis no: 2334
2186] Kütüb-i Sitte, 17/564
2187] Müslim, hadis no: 1054; S. Müslim Terc. ve şerhi, c. 5, s. 478
2188] Tirmizî, Tıbb 1
2189] Buhârî, Zekât 47, Cum’a 28; Cihad 37, Rikak 7; Müslim, Zekât 123; Nesâî, Zekât 81
2190] S. Buhârî, Askalâni Şerhi, 11, s. 322
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölümle bitmeyen bir mutluluğu sağlayacak mı, yoksa sadece depolanacak eşyalar arasına girmeye mahkûm mu olacak? Yatırımlarını âhirete mi, tuvalete mi yapmış olacaklar, bunları düşünürler. Olgun insan, kendini gerçekten huzura kavuşturup tatmin etmek için yeterli olacak ihtiyaçlarını belirler ve sadece o kadarını helâl olarak tüketmeyi hedefler. Yeterlilik ve kanaat, uyulacak bir prensip değil, bir keşiftir, doğru ve şefkatli bir İslâmî hayat aracılığı ile ulaşılacak bir keşif. Kapitalizmin yolları çıkmaz sokağa döndürdüğü ortamda bu keşif, insana kendini ve Rabbini kazandıracaktır.
Dünyaya, İsrafla Harcamak İçin Değil; Âhirete Azık Postalamaya Geldik!
Allah, merhametini göstererek ikaz etmekte, dünyanın aldatıcılığını hatırlatmaktadır: “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Babanın evlâdı, evlâdın da babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” 2191
“Dünya”ya, ister ‘yakın hayat’, ‘âhiretin önündeki hayat’ diyelim; isterse ‘ednâ’ kökünden alarak ‘en âdi, en değersiz, en iğreti en basit hayat’ diyelim; o insana ait istekler, arzular, şehvetler, uzun emeller ve bitip tükenmek bilmeyen hayaller olduğuna göre, “gönül” ile “Allah sevgisi ve O’na itaat” arasına perde olan her şey “dünya” sayılabilir. Akıllı insan, Allah sevgisi ile gönlü arasına girerek perde ve engel olabilecek bu imtihan dünyasına dikkat etmeli, aldanmamalı; onu kulluk bilinciyle değerlendirmelidir. Esas hayat, sonsuz hayat, en hayırlı hayat; sonraki hayatımız, yani âhirettir. Dünyada ekilenin orada biçileceğine göre, bu dünya hayatını âhiret bilinciyle yaşamalı, dünyadaki görevlerimizi yaparak, orası için hazırlanmalıyız.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü gibi, “...hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalış!” sözü de Kur’an ve sünnetin dünya konusundaki değerlendirme ve tavsiyelerine terstir; bunlar bazen hadis diye takdim edilmektedir, Kütüb-i Sitte’de böyle bir hadis rivâyeti yoktur. Bazı insanlar da “Allah, nimetlerini kulu üzerinde görmekten hoşlanır.”2192 şeklindeki hadis rivâyetini, kendilerini kibir ve gurura, lüks ve isrâfa yönelten haramları nimet diye takdim ederek, farkında olmadan da olsa, davranışlarıyla Allah’a ve Rasûlüne iftira atma gibi büyük bir yanlışa düşebilmektedir. Bu hadisle cimrilik, malı gerektiği şekilde kullanmama, sadece biriktirmekten hoşlanma kınanmış olmakla birlikte; nimeti Allah yolunda ve meşrû bir şekilde kullanmak tavsiye edilmiştir. Ama unutulmak istenen “nimet” tanımıdır. Esas nimet; İslâm’dır, takvâdır, yardımlaşmadır, kötü değil; iyi örnek olmadır. Allah, her şeyden önce bu nimetleri kulu üzerinde görmek ister.
Dünya bir aynadır. Aynanın rengi, büyüklüğü, çukur ve tümsekliğine, arkasındaki sırların dökülüp dökülmediğine göre şekil aldığı/yansıdığı, görüntüleri farklılaştırdığı görülür. Bir şeyin önemi, fazileti veya fenalığı, başka bir şeyle mukayese yapılarak anlaşılır. Dünya konusundaki değersizlik, kendi başına ifade edilirse yanlış olur. Dünya, Allah’ın imtihan alanı olarak yarattığı ve nice muhteşem sanatlarını sergilediği bir alan olduğu gibi; insanın da halifesi olduğu, sınav
2191] 31/Lokman, 33
2192] Tirmizi, Edeb, 54;Ebu Davud, Libas, 17;Ahmed, Halcim, Müstedrek, 4/135
İSRÂF
- 531 -
yeri olan, helâl nimetlerinden istifade edileceği, imar ederek gelişme ve kalkınmalarda bulunulacağı bir yerdir. Dolayısıyla kötü ve değersiz değildir. Ama âhiretle karşılaştırıldığında durum değişir. Âhiret devamlı ve dünyadaki eksik ve olumsuzlukların olmayacağı sonsuz bir mutluluk yeri olduğundan, âhirete göre dünya önemsizdir. Dünyayı değerlendirmede âhiret inancı temel ölçüdür. O yüzden âhirete inanmayanlar, onu başka bir şeyle karşılaştırma imkânından mahrum oldukları için veya yoklukla (ölüm, onlar için yok olmaktır) karşılaştırdıklarında câzip gelmekte ve dünyayı yalancı cennet gibi kabul etmektedirler.
Dünyanın zemmi, başlı başına bir hayır değildir. Her konuda olduğu gibi dünya konusunda da ölçü: “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. Eline geçmediği, sahip olamadığı için dünyayı kötüleyip tahkir eden kişi, erişemediği ciğere “pis” diyen kedi gibidir. Aslında eleştirisi, sevgisinden ileri gelmektedir. Yine, dünya, eline geçtiği halde, zaman akıp gidiyor, zamanla birlikte sahip olduğu dünyalıklar da azalıyor, eriyor diye teselli bulmak için kızdığından dünyayı kötülemek, dünyaya bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Makbul olan tahkir, Allah için, Allah sevgisinden, âhiret sevgisinden ileri gelendir. İnsanın, Allah’ın mağfiretine, muhabbet ve ibâdetine engel olduğu için, dünyanın zarûrî işlerinin, kendisini uhrevî güzelliklerden alıkoyduğu için veya cennetin güzelliklerine nisbetle dünyayı basit görmek, makbul olan bakıştır. Nasıl ki, Hz. Yusuf’la güzel/yakışıklı bir adam karşılaştırılsa, mukayese edilen yakışıklının çirkin göründüğü gibi, dünyanın kıymet verilen güzellikleri de cennetin güzellikleriyle mukayese edildiğinde “hiç” hükmündedir.
Dün, en sevdiğimiz gıdaları yemiş, eğlenmiş, günümüzü zevkle geçirmiş olsaydık, bugüne kalan hiçbir şey olmayacaktı, gafletle geçirilen, dolayısıyla kaybedilen zamandan başka. Hele o zevk ve eğlenmelerde ölçüye dikkat etmediysek, bugüne ve yarına kalacak olan sadece günah yükü olacaktı. Yok, dünü zorluk ve sıkıntılarla geçirmiş isek de bugün için pek bir şey değişmeyecek, hatta bu gün daha az sıkıntı içinde isek, dünle karşılaştırdığımızda bu, mutluluk sebebi olacaktı. Ve eğer o sıkıntılar Allah için idiyse ve sabrettiysek, bugüne ve yarınlara taşınacak kalan şey, sevaplar olacaktı. Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek. Hayat oyun ve eğlenceden ibaret. Hayat oyunu bitmek üzere, göz perdelerimizin kapanmasına kim bilir, belki fazla bir vakit kalmadı. Zevkler, sanal; hayat ise bir oyun, masal, rüya. Bir varmış bir yokmuş.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve ev/barınmadan ibâret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır... Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki, teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist”
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Çamaşır makinesi alınca ister istemez deterjan, yumuşatıcı, kireç sökücü gibi yan ürünlere de abone olacaksınız. Çamaşır için fakir komşuyu yardıma çağırıp onun da bu bahaneyle geçimine katkıda bulunma gibi düşünceler, makine alır almaz, artık aklınızın ucundan bile geçmeyecek. Örnekleri çoğaltabiliriz. TV, radyo, kasetçalar, bilgisayar, kendileriyle birlikte hangi kültür, oyun, anlayış ve ahlâkı da kaçınılmaz olarak getiriyor, düşünmek yetecektir.
İnsanımız artık aklıyla değil; bin bir çeşit göz alıcı illüzyonlarla tahrik edilen “doymak bilmeyen gözleriyle” düşünüyor, daha doğrusu düşündüğünü zannediyor. Çarşılar, pazarlar, marketler, vitrinler de insanın bu midesi olmayan gözlerine nasıl hitap ediyor? Başkalarına (kendinden maddî yönden öndekilere) bakıyor bu gözüyle düşünen insan ve mukayese ediyor: “Onda var, bende niye yok?” ve daha çok harcamak için daha çok çalışması, çalışması, çalışması gerektiğini görüyor. Sonra bakıyor ki, çalışarak kazanılan para “ihtiyaç” maskesini takmış “gereksiz” veya “olmasa da olur”lara yetmiyor, çalışmadan para kazanmanın yollarını arıyor. Herkes bir başkasını kandıracak yollar aramaya başlıyor. Kumarın binbir çeşidi, sahtekârlığın hiç akla gelmeyecek şekli, insanları en yakınlarına bile itimat edemeyen, yardım edemeyen, borç veremeyen duruma getiriyor.
Tüketim hastalığının mikrobu, moda, âdet, “ele güne karşı”, “iyi, ama herkeste var” ambalajlarıyla öyle çabuk bulaşıyor ki, kimini cebinden, kimini yüreğinden yaralıyor, hatta öldürüyor. Kendi değerini, eşyasının ve elbisesinin değeriyle ölçen insanlar, eşyasını ve giysisini teşhir ediyor; sözgelimi oturma odalarına, en dikkat çeken karşı duvara konulan vitrin, belki hayat boyu hiç kullanılmayan ve sadece göze hitap eden mutfak eşyalarının fuarı rolünü üstleniyor. Arabada motor olmasa da önemli değil; kaporta fiyakalı olsun yeter; insan, dış görünüşe, vitrine, makyaja değer vermeden çağdaş olabilir mi, ne dersiniz? Anadolu evlerinin çoğunda yer sofrasında yemek yenildiği halde, odanın biri veya büyükse salonun yarısı, süs ve gösteriş olsun diye yemek odası olarak düzenlenmiştir. Koltuklar da, evdeki hayatı daha rahat kılmak için değil; zorlaştırmak içindir. O halılar ve koltuklara şu kadar para verilmiştir, çoluk çocuk rahatça oturup keyfini çıkaramaz; annenin gözü oradadır, ya kirletirlerse...
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, sahâbe belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı. Herkeste benzeri şeyler olduğundan, modanın temel felsefesi olan farklı ve özel görünme tutkusunun sanallığını, eşyaya daha çok sahip olmada başkalarına ulaşılmaz fark atma imkânsızlığının ıstırabını yaşıyor günümüz insanı. Kullan at; al, yine al; yarışın sonu gelmiyor, ihtiyaçlar(!) tükenmiyor; âhirete yatırım yapamadan insan ölüp gidiyor.
Sadece moda için dökülen parayla neler yapılmaz? Hangi müslüman hanımın evindeki gardrobda boş yer vardır, buna rağmen alma isteği azalıyor mu dersiniz? Çeyizler, düğün ve evlilik için gerekli gereksiz masraflar... Kimileri için olmazsa olmaz ihtiyaç olan sigaraya yatırılan para, meselâ kitaba yatırılsa, vücudu zehirlemektense kafayı ve gönlü güçlendirse bu para, neler olur dersiniz? Eşya, para kötü bir şeydir demiyoruz. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı,
İSRÂF
- 533 -
insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibadeti... engelleyen tv. başta olmak üzere medya ve reklâmlar... Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada var oluş gayesini düşünemiyor.
Her konu paraya çıkıyor; söz, ufak bir tur attıktan sonra para durağında düğümleniyor; gönül plağı parada parazit yapıp takılı kalıyor. Lüks hayat, daha rahat yaşam, dipsiz bir kuyu, bir girdap, tatminsizlik cehennemi, bitmeyen, ama insanı bitiren sonsuz yarış. Yiyen ama doymayan insan, kendine/nefsine/hevâsına kul/köle. Para para diye paralanan insan, şükrü unutmuş, sabrı lugatından silmiş, şikâyetin ise binbir çeşidini tekrarlamakta. “Alma tutkusu”, “verme zevki”ni katletmiş. Hırs ve tamahın sonu yok. “İnsanoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa, üçüncüsünü ister” kutlu sözü ibret levhası olmaktan çıkmış. Sahâbe birbirleriyle hayırda yarışıyordu; şimdiki insan ise fâni eşyada yarışıyor. Akıl, midelerin hizmetçisi; gönül, vicdan ve fıtratın sesi çıkmıyor; demek ki duyguların esiri olarak hapis hayatı yaşıyor bunlar.
Dünkü lezzet veya acı, bugün yok hükmünde. Akıllı, bazı istek ve zevklerini ertelemesini bilen, az önemli ile çok önemliyi ayırt edebilen insandır. İnsan, en çok 60-70 yaşında hükmü infaz edilecek müebbet hapisteki bir idam mahkûmu gibi gününü bekliyor. Ölüm olmasa, belki bazı zevklerin kıymeti olabilir; ama ölüm var, ruh ve ego ise sonsuzluk ve yarınlarda mutluluk istiyor. Bir çelişki doğuyor. Temel çatışma denilen bu durumdan kurtulmak için insan, sonunu, yani ölümü hatırlamak istemeyip unutmaya çalışmak için eğlenceye, içki ve uyuşturucuya, futbol-müzik-tv. seyretmek gibi avutucuya yöneliyor; bu temel çatışmadan ölümü yok sayarak kurtulmaya çalışıyor. İslâm insanı ise, bilir ki, ölüm yokluk değil; daha güzel, daha hayırlı ve ebedî bir âleme açılan kapıdır. Dolayısıyla böyle bir çatışma, gerçek müslüman için sözkonusu değildir.
Allah'ın bizim için seçtiği İslâm'ın yaşanmadığı, onun yerine çıkarcı insanların düzeni olan acımasız sömürücü kapitalizmin yaşandığı tüm ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de servetin % 80'ine % 20'lik nüfus sahip olurken ve istedikleri gibi harcarken, % 80'lik insan nüfusu da % 20 ile yetinmeye çalışıyor. Bu fakirler aleyhine her gün biraz daha açılan makas, israf ekseninde bu açılışını sürdürüyor.
Kapitalistleşen modern insan, tüketim ve israf adlı şeytanları doyurup tatmin etmek ve azdırmak için dipsiz bir kuyuya dalıyor. Daha çok harcamak için sağlığından, onurundan, evinden, aile hayatının güzelliklerinden, cemaat çalışmalarından, ilimden, evlât ve âilesine faydalı olup onlara karşı görevlerini yerine getirmekten, insanlığından ve müslümanlığından, âhiretinden tâvizler veriyor.
Kredi kartlarıyla alışverişin nasıl bir israfa yol açtığını 2004 yılı ilk ayları itibarıyla 21.000'i geçen kredi kartı kullananların iyi bildiğini zannediyorum. Cebinde kredi kartı denilen tüketim canavarı olanlar, ayağını yorganına göre uzatma ihtiyacı hissetmiyor, yorganları kısacık da olsa, ayağını alabildiğine uzatıyor, sarkıtıyor. Sonradan ayağının niye üşüdüğünü, bütün vücudunun niye hastalandığını merak edip kendisinden başka suçlu aramaya kalkıyor.
Kapitalizmin, holdinglerin, hiper ve süper marketlerin, reklâmların, modanın... israfı teşvik etmek için uyguladıkları bin bir çeşit göz boyayıcı illüzyonuna kapılıyor günümüz insanı. Bir-iki kalem mal almak için girdiği süpermarketten arabayı doldurmadan çıkamıyor. Cebinin boşaldığını da farketmiyor, nasıl olsa
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kredi kartı var, parası yoksa da taksit imkânı var… Düşünmüyor ki, kendisine bu imkânları sağlayanlar bunları hayır olsun, sevap olsun diye yapıyor değiller ve bu yapılanlar da aslında âdî hırsızlıktan daha çirkin bir dolandırıcılık… Akılla düşününce bunca israfa, gereksiz harcamalara yönelmeyecek insanı, değişik uyutucu ve uyuşturucularla düşünemez hale getiriyorlar; zaten pek çalışmaz hale getirdikleri beyinleriyle değil, gözleriyle düşündürüp aldatıyorlar. İsraf, çoğunlukla psikolojik tatmin için göz aynası aracılığıyla insana câzip getiriliyor; şeytan kötü amelleri, israf ve savurganlığı güzel gösteriyor. Reklâm, pazarlama hileleri, albenili ambalajlar, şuuraltına hitap eden kapitalist cambazlıklar şeytanın illüzyon küresi, sirk aynası oluyor.
Öyle bir sömürü düzeni içinde, öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye döneminde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da kapitalistleşen halk için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal kitaptır artık. İslâm’dan başka dine teslim olmaması gereken muvahhid Müslümanlar, tevhidi kendi içlerinde, âilelerinde ve toplumlarında ikame etmek için öncelikle kapitalizm dinine savaş açmak zorundadırlar. Bu savaş da, onların safından çıkmakla, tuzağından kurtulmakla, onları beslemekten vazgeçmekle başlamalıdır.
Garibanların alın terini vampir dişleriyle sömürüp hortumlayan sömürü odakları, müslümanların ve müslüman geçinenlerin gereksiz tüketim hastalığı sebebiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, kredi kartı kullanmasa, taksitle alış-verişten kaçınsa, zarûrî ihtiyaç kategorisine girmeyen malları satın almasa, bankacı kapitalist sömürü düzeni kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini almanın eşiğine gelecektir. Sömürü düzenleri paranın sırtında egemenliklerini sürdürüyorlar. Halkın israflarıyla beslenen hortumları kesilmiş olsa, zâlim israfçı düzenler de “Hak geldi, bâtıl zâil oldu” hükmü gereği, üflemekle yıkılıverecektir. Siyonizm, ABD ve onların işbirlikçisi düzen ve etkili çevrelerle mücâdele etmede güçleri yetmediğini düşünen samimi müslümanlar, aslında hiç de güçsüz değiller. Günümüzde zâlim ve emperyalistlere karşı en etkili silâh paradır. Kapitalizm ve kapitalistler için para her şeydir. Gariban halk, kendi cebinden onların midelerine giden hortumları kesse, kendisi bu parazitten kurtulup canlanacak, kendi kanıyla beslenen can düşmanı asalak da zâil olacaktır. Bu azgın canavarlar da ancak gereksiz tüm harcamalar kısılarak aç bırakılıp ölüme mahkûm edilebilir.
Kapitalist düzen, israfçıdır, savurgandır. Halktan aldığı ağır ve haksız vergi parasıyla fabrika yerine heykeller yapan, bazı semtlerde yılda birkaç kez kaldırım taşı değiştiren israfçı zihniyet, Meclis’i, askeriyeyi, devlet dairelerini israfhânelere çevirmiştir. Halktan alıp hak etmeyenlere dağıtan, dağıtırken de bal tutan parmağını yalayan yapıdadır yöneticilerin hemen tamamı; çünkü düzen öyle kurulmuştur. Adı üstünde kapitalizm, kapitalin/paranın, yani israfın egemenliği demektir. Holding, kartel, banka ve hortumcularla yardımlaşıp işbirliği yapan ve daha çok onların düzeni olduğunu ispatlayan kurulu düzen, haksız vergilerle, harçlarla, enflasyonla… fakirin cebindeki parayı devlete aktarmakla yetinmez, hırsız sömürücülerin bin bir hile ile halkı dolandırıp kazıklamasına yasal çanaklar tutar. Daha çok ihtiyaç adlı tuzağa konulan israf yemiyle fakir halk gâfil avlanır. Ne zorluklarla biriktirdiği para, devletin ve egemen güçlerin büyük israflarına ayrılır. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını zenginlere peşkeş çekmek,
İSRÂF
- 535 -
banka boşaltanlara ve diğer hortumculara ceza vermek yerine, onların boşalttığı bankaları fakir halka vergiler bindirerek ödetmek devletin temel görevlerinden sayılır bu ülkede. Bütün bu zulümlerin arkasında yatan temel faktörü “israf” olarak değerlendirebiliriz. Faizin, sigortanın tüm toplumu saran anaç israf açısından tahribatı hesap edilemeyecek boyuttadır ve bunun izâlesi, düzen bataklığının kurutulmasından başka şekilde mümkün değildir. Devlet dairelerinde müthiş insan israfı vardır. Devlet dairelerinde vakit israfı da çok ciddi boyuttadır. Hastaneye işi düşenlerin saatleri kuyrukta geçer. Emekli maaşı kuyruğu gibi, hemen her devlet kurumuna işi düşen tüm kişilerin vakitlerinin israfı, günlük toplam kim bilir kaç milyar saattir?
Vakit israfı, nakit/para israfından çok daha vahim sonuçlar doğurur. Vakit, nakitten kıymetlidir çünkü. Trafikte, kahvede, maçta, televizyon karşısında... insanların zamanları israf edilir. Belediye otobüsü saatinde gelmediği, bilmem kaç dakika geciktiği için duraklardaki o kadar insanın vakitleri israf olur. Toplantılar, dersler, düğünler, programlar hep duyurulan saatten hayli geç başlar. Çünkü vakitlerin israfı nedense bazılarının pek hoşuna gider. Vakit öldürmenin adı, “felekten gün çalmak”tır bu bazılarınca. Dersi kaynatmak, uzunca tatil yapmak, boş vakit geçirmek kazanç sayılmaktadır müsrif insanlarca. Bazı âlimlerin yemek yerken ve uyku uyurken geçen vakitlere bile üzülüp bunu azaltacak formüller bulmaya çalıştıklarını günümüz insanına anlatamayız. Evet, günümüz insanı da namaza, ibâdetlere, ev halkına, hatta kendine ve Rabbine vakit ayıramamaktan şikâyet eder, ama vakitlerini nerelere israf etmez ki… Tembelhane demek olan kahvehanelerin sayısı ve içinde ömür tüketen, kendini tüketen insanların oranı, câmi ve kütüphanelerle karşılaştırma yapılsın, netice ortaya çıkacaktır. Televizyon karşısında katledilen saatler, insandan dünya ve âhirette intikamını almayacak mı sanılıyor? Geyik muhabbetlerinin boynuzları insanın gönlüne darbe vurmuyor mu zannediliyor? Tatili en bol ülke sayılıyor Türkiye. Buna rağmen nefis tembelliği sever, israftan yana doymaz.
Moda adlı bir maske takarak çok sayıda farklı iş alanı, sektör olmuş, yolunacak kaz veya kız arıyor. Genç erkeklerin hayâlarını, müslümanca yürüme hakkını çalmaya çıkan genç kız ve kadınlar da ava giderken avlanıyorlar. Bu moda canavarı, ne israflarla karnını doyuruyor, düşünen pek çıkmıyor. Moda baştan sona israftır, hem haddi (sınırı) ve ölçüyü aşmak anlamında israf, hem de savurganlık anlamında…
Tüketim çılgınlığının ne boyutta olduğuna bir örnek olarak makyaj ürünlerini verebiliriz. Makyaj ürünlerine bir yılda tam 18 milyar dolar harcanıyor. Eğitimin yeterli olması için 5 milyar dolara, sağlığa da 12 milyar dolar yatırımın yeteceği ifade edildiğini göze alırsak, makyaj gibi olmasa olabilecek israf ve fitne araçlarına ayrılan bütçenin büyüklüğü anlaşılabilir. Evinin eşyasının alımında en büyük karar mercii olan ve gıda gibi temizlik ürünleri gibi maddeleri de direkt olarak çoğunlukla kendisinin aldığı kadınlar, israf konusunda erkekleri geçiyor diyebiliriz. Tabii az sayıda olgun, haramlardan kaçınan ve tutumlulukta kocasına bile örnek ve yardımcı olan hanımları takdirle anmamız gerekir. Kadınların özel ihtiyaçları, giyim ve süslerine ayrılan para, tüm kadınların çalışarak kazandıkları paranın toplamından daha fazla olsa gerektir…
70 milyonluk ülkede bir çekilişte 36 milyon adet milli piyango bileti satılıyor.
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kim demiş "müslüman mahallesinde salyongoz satılmaz!" diye. Millî takım kadar, millî marş gibi “millî” olan piyangoya, diğer “şans oyunları” adı verilen kumar çeşitlerini ilâve edin ve halkın hırs ve hayallerini sömürüp paraya çeviren kumarbaz devlete mi, geçimden başka bir şey düşünemez hale getirilip inanç ve ahlâkî değerlerden soyutlanan kurban garibana mı daha çok kızmak gerektiğine karar verin. Kur’an’a göre “dinî” anlamına gelen “millî” piyangonun halk açısından ne büyük israf olduğunu, bu kumara ne kadar para ayrıldığını düşünmek bile israfın boyutlarının ne büyük olduğunu göstermeye yeter. Mâsum ve mübârek atlar da âlet edilir kumar adlı soygun ve israflara. At yarışlarına her hafta yatırılan umutların, paraların, mutlulukların hesabını kim tutabilir? Toto, loto, sayısal, kazı kazan gibi cadı kazanlarına her ay yenileri ilâve edilmeye çalışılır. Televizyon kanalları da isrâfa "yarışma" ve "para dağıtıyoruz" maskesi takarak, halktan (ç)alıyor değil, ona veriyor görüntüsünü sihirli kutu sâyesinde gözünü boyadığı halka hizmet adıyla katılır. Hep halk kandırılarak israfa gönüllü koşturulur. Kapitalizmin nassları durumundaki sloganlar, hizmet eder bu isrâfa: “Halka hizmettir, hizmette sınır ve sinir yoktur. Hatta halka hizmet hakka hizmettir, aynen vergilendirilmiş her türlü haram paranın kutsal olduğu gibi, soyguncu devlete itaatin ibâdet olduğu” gibi; hutbelerde duymadınız mı yoksa? Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinde her yıl tekrarlanarak okutulan konuları da mı unuttunuz?
İsraf denilince akıllarına sadece para ve mal gelen insan, maddeden daha önemli şeylerin varlığını kabul etmiyor olmalı. Esas israf, daha büyük değerler üzerinde olmaktadır. Sağlıklarını, ilimlerini, akıllarını, gönüllerini, enerjilerini, imkânlarını, fırsatları, Allah’ın açtığı kredi ve avansı, yani hayatı israf edip boşa harcayanlar en büyük israfçı müsriflerdir. Bu dünyada israflarının hesabı sorulmasa bile, bütün insanlar öteki dünyada, sağlığını nerelerde harcadığından, malını nereden kazanıp, (israf için mi, meşrû yolda mı) nereye harcadığından, ilmine uygun davranıp davranmadığından (ilmini israf edip etmediğinden), gençliğinin hakkını verip vermediğinden, ömrünü israf edip etmediğinden mutlaka hesaba çekilecektir.
Sigara içmek (özellikle tiryakilik) kaç yönüyle israftır, haramdır saymak vakit israfına yol açar mı bilmem. Hele geçim darlığından şikâyet edenlerin nafaka mükellefiyetleriyle ilgili zorluklara da sebep olan israf daha büyüktür. Sigara hem içenin sıhhatine, hem de yanında bulunanların sıhhat ve rahatına zarar vererek sağlık gibi bir büyük nimetin israf edilmesidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.): “Ne doğrudan ne de karşılık olarak zarar vardır.” 2193 buyurarak zarar vermeyi men etmiştir. Allah Teâlâ da “Kendinizi elinizle tehlikeye atmayın...” 2194; “kendinizi öldürmeyin...”2195 buyurmuştur. Malı faydasız yere harcamak da israftır. “Yiyin, için; isrâf etmeyin”2196 âyeti ile “Peygamber (s.a.s.) malın boşa harcanmasını yasakladı”2197 hadisi, isrâfı haram kılmaktadır. Nafaka mükellefiyeti: Kocalar, babalar ve muhtaç yakınlarına bakan erkekler, nafaka (onların yiyecek, giyecek, mesken, tedâvi... ihtiyaçlarını temin) ile mükelleftir. Çoluk çocuğunun nafakasından keserek sigaraya para vermek, israfla ilgisi açısından kesin haramdır. Tabii ki, sigaraya benzeyen nargile,
2193] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 5/327; Muvattâ, Akdiye, 31; İbn Mâce, Ahkâm 17
2194] 2/Bakara, 195
2195] 4/Nisâ, 29
2196] 7/A'râf, 31
2197] Buhârî, Zekât 18; Husûmât 3, İ’tisâm 3; Müslim, Akdiye 14
İSRÂF
- 537 -
her çeşit tütün, bira ve alkollü içkiler, uyuşturucu çeşitleri de aynı hükme tâbîdir. Tiryakilik yapan, kendisine esir eden her çeşit yiyecek-içecek ve oyun cinsinden alışkanlık, çeşitli isrâfa yol açmaları yönüyle müslümanların kaçınması gereken hususlardandır.
Gazetelere yansıdığı şekliyle CIA'in resmî istatistiklerine göre, dünyada sigara içen insan sayısı 1milyar 150 milyon. Sigara içen müslümanların sayısı 400 milyon. En büyük sigara üreticisi Phillip Morris. Bu da kazancının % 12'sini İsrail'e gönderiyor. Müslümanların, çeşitli markalarla piyasaya sunulan Morris'e günlük cirosu: 800 milyon dolar. Müslümanlarların ortalama günlük kâr katkısı 80 milyon dolar. 9.600.000 dolar müslüman parası her gün İsrail'e gitmiş oluyor, evet her gün! Ve Türkiye, yıllık 150 milyon kg. sigara tüketimiyle; Brezilya, Güney Kore ve Hindistan'dan sonra 4. sırada yer alıyor. Dünya Bankasının 1999-2000 yıllarında yaptığı sigara araştırmasının sonuçlarına göre, sigara kullanımı son on yılda dünyada % 4,12 azalırken, Türkiye'de ise % 52,18 oranında arttı.
Sigara ve içki tükettikçe tükenen insanımız, bir yandan bedenini, enerjisini, sağlığını tüketirken, diğer yandan da parasını tükettirmekte, hem de en azılı düşmanlarına. Her sigara, İslâm düşmanlarına malzeme, her iskambil bileti, müslümanın karşısına bir silâh olarak çıkmaktadır.
Her kaka kola İsrail için bir kurşun, her MC Donald hamburgeri, bir tank mermisi, her Amerikan ve Yahudi firmalarının sattığı bir ürün, bir Filistin çocuğunun ölümü demek. Parasını israf eden, sağlığını harap eden, imanî hayatını tehlikeye atan ve yavaş yavaş intihar eden içki ve kumar gibi haramlara parasını veren her müslüman, farkında olmasa da, İslâm’a ve müslümanlara savaşa katkıda bulunuyor, tâğut yolunda infakçı ve savaşçı oluyor. "İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvalar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır."2198 Ve iki hadis rivâyeti: "Kim bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder." "Kim, bildiği halde zâlime yardım kastı ile onunla beraber yürürse, o kimse İslâm'dan dışarı çıkmış olur."
At yarışı, piyango, loto, şans topu, on numara gibi resmî ve millî kumarlardan halkın cebinden çıkan bu kara, kapkara paranın, 2001 yılında tam 1 katrilyon 37 trilyon lira olduğu açıklandı. 2002 yılının ilk sekiz ayında ise 1 katrilyon 198 trilyon liraya yükselmiş bu rakam. Halk, evine ekmek götürmekte zorlansa da sigaraya ve kumara yatıracak parayı bulabiliyor demek ki. Bu hale gelen vatandaşı kandırıp umut satmak da, ona hizmet etmekle görevli düzene düşüyor elbette. Halkın cebinden çıkan bu paraların yarısından çoğu, devlete gidiyor. Diğer kalanlar da Ahmed’in parası Mehmed’e... Kumar vebalini de kazanan ve kaybeden herkes sırtına yüklenirken; psikolojik, sosyal ve daha önemlisi din yönüyle kaybeden hep halk oluyor. Dolaylı ve dolaysız bunca vergi vermek yetmiyor mazlum halka, bir de bu tür kumarlarla “enâyi vergisi” veriyor, “cehâlet vergisi” ödüyor. Dünyada huzursuzluğu, âhirette cehennemi dişinden tırnağından artırdığı, çocuklarının da hakkı olan para ile satın alıyor. Ne kötü bir alışveriş bu! “İşte onlar, hidâyete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazanmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.”2199 Bu katrilyon liraların içine vergisi verilmediği için kaçak/yasak kabul edilen kahvehane ve gayri resmî kumarhanelerde
2198] 4/Nisâ, 76
2199] 2/Bakara, 16
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oynananlar tabii ki dâhil değil. Alıp satacak bir şeyi kalmayan gariban insanlara umut tâcirliği yapan, onlara umut satarak sukut-ı hayaller içinde başka ciddî meseleleri düşünemeyecek müstaz’af yığınlar düzenin eseridir; doğru, ama bu oyuna gelen halkın hiç mi kabahati yoktur? Hatta bunlara seyirci kalan müslümanların, tebliğcilerin?!
Ülkenin niye kalkınamadığı, maddî yönden Batı ülkelerinin çok gerisinde kaldığını fâiz örneği çok iyi açıklamaktadır. 1993 ilâ 2002 yılı arasındaki son 9 yılda Türkiye Cumhuriyeti, tam 211,4 milyar dolar fâiz ödedi. 9 Yılda fâize ayrılan 211 milyar dolar yatırıma yöneltilebilseydi, kişi başına millî gelir 2003 yılında 2857 dolar yerine, 3922 doları bulacaktı. 2003 yılında ödenecek fâiz tutarı tam 40 milyar doları bulmaktadır. Bir başka deyişle bir saniyede 1078 dolar fâiz parasına gidiyor. Evet, ayda 2 milyar 833,3 milyon dolar, günde 93 milyon 151 bin dolar, sâniyede 1078 Amerikan doları, halkın, fakir-fukaranın cebinden çıkıp fâize ayrılıyor. T.C.'nin 2003 yılında ödeyeceği borç fâiz ödemeleriyle İstanbul boğazına 142 adet köprü yapılabileceği, 87 adet Atatürk Barajı inşâ edilebileceği, 2 milyon 200 bin sosyal konut, ya da 5585 kilometre otoyol yapılabileceğini söyleyelim. Yine, bu parayla tanesi 140 milyon dolardan 261 üniversite kurmak, İzmir limanı gibi 39 liman yaptırmak, değeri 40 milyon dolardan 977 adet çimento fabrikası yapmak mümkün olmaktadır.
Halkın dertlerine derman olması gereken devlet, halkın cebine elini uzatıyor, bulduğunu alıyor, bulamadığını borçlandırıyor ve (ç)aldıklarını fâizcilere sunuyor. 1993 yılında toplam yatırımların dörtte biri (% 24.1) kadar olan iç ve dış borç fâiz ödemeleri, 2001 yılında toplam yatırımların % 96.2’sine ulaştı. Bu rakamın 2002 yılında % 81.1 oranında gerçekleşeceği, 2003 yılında ise % 91.2 oranında olacağı tahmin ediliyor. Toplam kamu fâiz ödemeleri 1993 yılında 67 katrilyon 873 trilyon lira olarak belirlendi.
Yapılan araştırmaya göre açlık sınırı, 2003 Ocak ayında 401 milyon liraya yükseldi. Asgarî net ücret ise 2003 Ocak ayında 226 milyon lira olarak belirlendi. Yoksulluk sınırı ise 2003 Ocak ayı itibarıyla 1 milyar 200 milyon liraya ulaştı. Asgarî ücretin 300 milyon TL. civarında olduğu ve ülkenin % 12’sinin işsiz bulunduğu bir ülkede bu istatistikler gerçekten dehşet vericidir. Bütün bu vahim rakamlara rağmen yoksulluk, Türkiye’de hâlâ öncelikli bir sorun olarak ele alınmamakta ve fâizle israfın bu yoksullaşmadaki rolü değerlendirilmemektedir.
Halktan alarak devletin ödediği ve ödemek zorunda olduğu fâize ayrılan bu paralarla neler yapılmaz ki! Bunun yanında devletin; elektrik, su, doğalgaz, telefon, SSK primi ve vergi borçlarına uyguladığı gecikme fâizleri oranlarının enflasyonun çok üzerinde olduğunu hatırlamak da gerekiyor. 1997-2002 yılları arasındaki son 6 yılda enflasyonun % 346 artmasına karşılık, devletin vatandaşa uyguladığı gecikme fâizleri, % 929 arttırılmıştır. Kamu kurumlarından aldığı mal ve hizmet karşılığı devlete 100 milyon lira borcu bulunan bir vatandaşın, bu borcu ödeyememesi sebebiyle 2002 yılında 929 milyon lira ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa, enflasyon oranlarına göre, aynı vatandaşın 346 milyon lira ödemesi gerekirdi. Bu şekilde devlet, vatandaştan 583 milyon lira fazladan fâiz almaktadır.
Bankalardan kredi alarak fâizle borçlanan çiftçilerin, esnafın durumu tümüyle içler acısıdır. Tüm hayvanlarını ya da evini barkını satarak fâiz borcundan
İSRÂF
- 539 -
kurtulmaya çalışan nice insan vardır. Sadece kumar değildir evi barkı söndüren, aynı zamanda fâiz de depremden büyük hasarlar ortaya çıkarmaktadır. 2003 yılı ocak ayı hesabıyla Türkiye’de kredi kartı kullanan insan sayısının 16 milyon olduğunu belirtirsek, müslüman geçinen halkın banka ile fâizle nasıl içli-dışlı olduğu anlaşılır. Kredi kartları temerrüt fâizinin % 500 civarında olduğunu, kartla borçlanan kişinin kısa zaman sonra borcunun 5 katına yükseldiğini, ödemeyi uzattıkça, borcun daha katlanarak yükseldiğini bilmeyenimiz yoktur. Ne acıdır ki, insan emeğini sömürüp kan emici vampir olan bankalar, müslümanların ve müslüman geçinenlerin desteğiyle bu zülmü sürdürüyorlar. Namaz kılan müslümanlar bankalardan paralarını çekse, sadece bankalar değil, bankacı kapitalist sömürü düzeni de kendiliğinden yıkılacaktır. Müslümanlar Amerikan dolarını boykot etseler dolar tepetaklak düşecek, ABD çok kolay tarihin çöplüğünde yerini alacaktır.
Öyle bir karanlık ve fırtınalı câhiliyye dönemi yaşıyoruz ki, fâizden en kaçınanımız bile, Peygamberimiz’in lisânıyla fâizin tozundan kurtulamıyor. "İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı (veya tozu) ulaşacak." 2200 Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da, bir kapitalist için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır. "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; / Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!"
İsrafın ne olduğunun anlaşılması için lüksün ne olduğunun bilinmesi, lüksün tanımı için de zarûretin doğru tanınması gerekir. Örnek olarak “tatil” kavramını ele alabiliriz. Tatil ihtiyaç mıdır, ihtiyaç ise kim için, ne kadar, nasıl, hangi şartlarla? Tatil ne demektir? Tembellik, boşa vakit geçirmek, zamanı israf etmek, parayı israf etmek, israf edilecek ne varsa onları bulup boşa harcamak demek midir tatil?
Kadınların fazla takıları (beş-on bilezik, beş-on altın, kolyeler, gerdanlıklar vs.), bankalarda yatan paralar, yastık altında duran paralar hep israf kavramıyla izah edilebilir. İslâm fıkhında meselâ para veya kıymetli eşyanın küp’e, sandığa konulup toprağa gömülmesi israf sayıldığı için câiz görülmez, kenz sayılır. Kullanılmayan arsaların, bahçe ve tarlaların boş olarak tutulmasına onay vermez dinimiz. Üç yıl ekilmeyen, faydalı şekilde kullanılmayan, yani israf edilen arsa, tarla veya bahçelerin işleyecek insana verilmesini tavsiye edip hükme bağlar dinimiz.
Henüz tıbbın, psikiyatrinin alanına girmeyen hastalık ve anormallikler giderek salgın hale geliyor. Tüketim virüsü, sahip olmanın câzibesi mânen nice ölümcül hastalıklara yol açıyor. Alışverişkolik insan tipi oluştu artık; para harcamanın dayanılmaz hafifliği ve paranın, o da yoksa kredi kartı ve taksitlerin gıdıklaması, kaşındırması, sahibini almaya zorlaması… “Hastalık” kelimesi bile bu fecî durumu ifade etmekte yetersiz kalmakta. Şeytan amelleri süslüyor. Vermeye unutan insan almanın yalancı zevki içinde paranın ve malın kulu-kölesi oluyor. Evlerinde çöp biriktiren, oluşturduğu çöp evlerde hiç kullanılmayacak eşyalarından ayrılamayan, mutluluğu sahiplendiği çöplerde arayanlar var. Henüz bu kapitalist hastalığın da adı konulmuş değil. Bir de harcadıklarını çöpe atanlar var. Bazı
2200] Ebu Dâvud, Büyû’ 3, h. no: 3331; Nesâî, Büyû’ 2, h. no: 7, 243; İbn Mâce, Ticârât 58, h. no: 2278
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlar harcamamak için çöp biriktirir, çöp yapar; bazıları da harcayarak çöp yapar. Esas olarak âhirete yatırım yapması gereken insan, en büyük yatırımını tuvalete, çöpe yapmış oluyor israf sâyesinde. İnsan, onca harcamayı az sonra tuvalette pislik olacak ya da çöp kutusuna atılacak şey için yapmış oluyor.
Teknolojik araçların da çoğu, ihtiyaçtan çok sahip olma duygusuna ve alışkanlık gibi, moda gibi şeytanî dürtülere hitap ediyor aslında. Tiryakilik de yapıyor. Gameboy, atari, volkmen, müzik seti gibi araçlar ve bu araçlarla oyun-eğlence, bir zamanların vazgeçilmez tiryakilikleri idi. Moda sürekli değişiyor. Şimdi laptoplar başta olmak üzere bilgisayar ve yan ürünleri, CDler, digital fotoğraf makineleri ve özellikle de cep telefonu moda. İlkokul öğrencilerinin bile ceplerinde cep telefonu. 2004 yılı verilerine göre 68 milyonluk Türkiye’de 24 milyon cep telefonu kullanıcısı olduğu belirlendi. Bu telefon sahiplerinin kaçta kaçı gerçekten ihtiyaç olduğu için bu araca sahip olmuştur? Avrupa ülkelerinde ortalama bir buçuk yıl olan telefon modelini değiştirme müddeti, Türkiye’de ortalama altı ay. Onca para verilerek alınan bu aygıt birkaç ay sonra ölü parasına elden çıkarılıyor, bir üst modelle değiştiriliyor. Yeni modeller Avrupa’dan daha fazla Türkiye ve benzeri ülkelerde fakir kitlelere daha câzip geliyor. Sadece telefon adlı iletişim gerecine verilen para değildir israf olan. Cepte uslu uslu durmamaktadır bu israf âleti. İnsanı arada bir gıdıklamakta, “kullan beni!” diye insanı tahrik etmektedir. Gerekli-gereksiz insan uydu aracılığıyla konuşacak birini arayıp bulacaktır. İnsanların günlük konuşmalarının % 85’i gereksiz, olmazsa olabilecek sözlerden oluşmakta olduğu araştırma sonucu. Bu tespit, telefonla konuşmalar için de en az bu oranda değerlendirilebilir. Hem paralar, hem sözler, hem vakitler israf ediliyor.
Otomobil kim için ihtiyaçtır, kim için de hastalık; tespit zor. Lüks arabanın kimse için ihtiyaç olmadığını söyleyelim. Kocaman araba, çoğunlukla sadece bir, bilemediniz iki kişinin ihtiyacını karşılıyor, diğer koltuklar boş duruyor. İşine toplu ulaşım araçlarıyla belki daha rahat gidebilecek insanlar biraz da hastalık icabı ve çeşitli fiziksel hastalıklara kapı açacak şekilde arabayla gitmeyi tercih ediyor, yürümeyen hareketsiz insan sağlığını da israf etmiş oluyor. Her sene kaç değişik marka kaç değişik modelle israfı otomobil adıyla da tahrik ediyor, sayılması bile hayli zor.
İnsanlar artık evde tertemiz pişirilen yemeklerden zevk almıyor, hangi ürünlerden ve nasıl pişirilip hazırlandığı bilinmeden sunulan fastfoodlar moda. Kim bilir kaç hastalığa dâvetiye çıkaran hamburger vb. bu Batı tipi yemek gençlerin kolay terkedemeyeceği bir israfı da getiriyor. Çarşılar bu tür yiyecek mekânlarıyla dolup taşıyor. Ev araç ve gereçlerinin kaçta kaçı olmazsa olmazlardan, kaçta kaçı da israflardan oluşuyor, tespiti çok zor. Çünkü tespiti yapan da eşya tutkunu olduğu için zarûret ile ihtiyacı, ihtiyaç ile lüks ve israfı ayırt etmekte objektif olamıyor.
İnsan israfı, bazen beyin göçü şeklinde kendini gösterir. Yetişmiş eleman israfı, nice zorluklarla yetişmiş kaliteli insanların uygun şekilde değerlendirilmeyip harcanması, yani israfı hem devletin, hem cemaatlerin, hem toplumun ciddi problemidir. Okullarda geçen zamanın, askerlikte geçen zamanın kaçta kaçı verimli ve gerekli, ne kadarı da israftır? Bunu okullardan ve askerlikten geçmiş her insan bilir, ama yetkililer israfsız bir dünya istemedikleri için bilmezlikten gelirler. En az beş milyon erkek işsiz iken, karı-koca çalışanların durumu israfla izah
İSRÂF
- 541 -
edilemez mi? Kadınların Türkiye’de tezgâhtar ve sekreter olarak çalışmaları, israf açısından araştırılmalıdır. İşyerinde erkeklerle birlikte süslü püslü bir bayanın hem kendisi, hem çevresine ne gibi israflara yol açtığı değerlendirilmelidir. Kazandığının kaçta kaçı kendini güzel göstermeye gitmektedir? Her çeşit kozmetik araçların, moda ve yan ürünlerinin durumu israf açısından tam madalyalıktır.
İlaç israfı da ciddi boyutlardadır. Avrupa’da reçetelere nâdiren ve bir-iki çeşit yazılan ilaçların çoğu, kutu ile değil, tane ile hastaya yetecek kadar verilirken, Türkiye’de eczacıları ve daha çok da çoğu yabancı ilaç üreticilerini semirtecek boyutta reçeteler önlü-arkalı, bazen birkaç sayfa doldurulmaktadır. Herkesin evi, kullanılmayan ilaçların deposu şeklindedir. Kimi insan ilaç bulamazken nice insanın ilaç israfına niçin çözüm bulunmaya çalışılmaz? Çarşılarda, pazarlarda en çok giyim ve yeme-içme ile ilgili çok çeşitli ticarethaneler göstermektedir ki, insanlar elbise ve gıda israfına çok düşkündür. Kâğıt israfı ayrı bir yaradır. Sadece gazetelerdeki kâğıt israfını düşünün. Bir gazete kaç sayfa çıkar, ama lüzumlu yazılar aslında kaç sayfaya sığabilir? Gazetelerin en azından onda dokuzunun ve gazete sayfalarının onda dokuzunun israf kavramıyla izah edilebileceğini söyleyebiliriz. Romanlar ve kitaplar için de benzer değerlendirmeler yapılabilir mi tartışılabilir, ama gereksiz yazışmalar, dilekçe ve bürokratik kâğıt masrafları ciddi bir israftır. Erken kalkılmayıp gece geç yatıldığı için enerji israfını hesaplayacak makineler icat edilebilmiş değil, icat edilse o da israf olmaz mı, o da ayrı bir konu. Evler de bir tembelhanedir, her tembelhane sadece vaktin değil, aynı zamanda paranın, sağlığın ve daha birçok şeyin israf edildiği yerdir.
Çöpe atılan ekmekler, dökülen yemekler, damlayan musluklar, boşa yanan ampuller, önemsiz görülmemelidir. Denizde, okyanusta abdest alırken bile suyu fazla kullanmak israf kabul edilmiştir İslâm fıkhında ve câiz görülmemiştir. Abdest organlarını üç yerine dört veya daha fazla yıkamak da aynı şekilde mekruh görülmüştür. Bir ton ağaç için en az on yedi ağacın katledildiğini hesaba kattığımızda israfın ne tür doğal tahribata yol açtığı değerlendirilebilir. Bir düğünün olmazsa olmazları yanında olmasa da olabilecek ne tür israflara sahne olduğu, bir seçimin kaç milyon insanın asgarî ücretine eşit olduğu hesap edilebilir. Kapitalizm denilen sömürü düzeni, “tüket, kim olursan ol, ne olursa olsun tüket!” anlayışının kaçınılmaz devamını devreye soktu: “Kullan at!” Artık, teknolojik ve elektronik araçlar başta olmak üzere her türlü ev eşyaları ve araç gereçlerin tamiri tarihe karışmak üzere. Bozuldu, hatta bozulmasa da eskidi ve hatta hatta eskimese de modası geçti diye yüksek meblağlar harcanarak alınan eşya, araç-gereç çöpe atılmaya başlanıyor. Evler kullanım dışı lüzumsuz eşya çöplüğüne dönüşüyor. Yeni imal edilen birçok araç ve eşya, “kullan at!” mantığına uygun üretiliyor. Kâğıt mendil ve plastik çay bardağı gibi mâsum ve bütçeyi zorlamadığı zannedilen israf, giderek jiletten fotoğraf makinesine çok çeşitli araç-gereç ve eşyanın da içine dâhil olduğu bu alışkanlık, bir yaşam biçimi haline geliyor.
Devletin, belediyelerin israfları Avrupa ülkelerinin benzer harcamalarının kat kat üstünde olduğu, “ayranı yok içmeye...” vecizesini hatırlatır. Zahmetle kazanılmayan paranın israfı daha kolaydır. Halkın bütçesinden kerhen de olsa alınan vergilerle toplanan paralar, müteahhitlere, bankerlere peşkeş çekilir, sokağa kaldırımlara ve daha abesi heykellere yatırılır. Fâiz belâsının açtığı israf, T.C. hükümetlerinin halkın sırtına yüklediği büyük kamburdur. Dış borçların fâizleri on yıllardır ödene ödene bitmiyor. Dışa bağımlı sanayi, ihrâcâtın birkaç misli
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ithâlât, madenlerin işlenemeyip çok ucuza ham olarak dış ülkelere satılması ve en az misli fiyatla işlenmiş olarak tekrar ithal edilmesi gibi ihânet derecesindeki ihmal ve problemler israf açısından da değerlendirilmelidir. Küçük bir bilgisayar çipi imalinde bile gelişme gösteremeyip basit elektronik ve teknolojik araçlarda bile yabancı ülkelere bağımlılık israf rakamlarını şişirmektedir. Uçak, helikopter ve her çeşit ağır silâh için ne büyük rakamlar kimlere gitmektedir? Bu kimlerin içinde İsrail gibi İslâm ve Müslüman düşmanlığında sınır tanımaz barbarların olduğu ve bu ülkelerin Türkiye’nin güçlenmesini istemediği istemediği için yapıp sattığı şeylerin de o cinsten olacağı da görülmek istenmemektedir. Ülke, Batının elektronik ve teknik çöplüğü olmaya doğru hızla gitmektedir.
Bütün bunların yanında hiç tükenmeyecekmiş gibi doğayı yağmalamak, orman katliamı yapmak, toprak ve deniz ürünlerini yok edecek şekilde israf etmek elbette cezâsı sadece âhirette görülecek suçlardan değildir. Bu tür israfların cezâsı, sadece o israfı yapanlara değil; aynı zamanda seyirci kalıp karşı çıkmayanlara da ulaşır.2201 Tarihin hiçbir döneminde görülmeyecek kadar 20. ve 21. yüzyılda tabiat ve kaynakları israf edilmiştir, edilmektedir.
İnsanoğlu, suçlu olduğunu, elleriyle yaptıklarından dolayı cezâyı hak ettiğini vicân mahkemesinin kararıyla anladığından dolayı, yakın gelecekteki azap endişelerinin cezâsını şimdiden çekmeye başladı. Bin bir çeşit isrâfın cezâsı olarak, medyada sık sık yakın gelecekteki kıtlıktan, kuraklıktan, iklim değişikliklerinden bahsediliyor. “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde (şehirde ve kırda) fesat yayıldı, düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” 2202 Toplumsal fesâda ve yeryüzünün düzenini bozacak israfa, çevre felâketlerine yol açacak zararlı davranış ve kötü fiillere, ibret olsun diye dünyadayken verilen karşılıklar için “bir kısmı” denmekte ve asıl cezânın âhirette olduğuna işaret edilmektedir.
Kur’an’a teslim olup onun hükmünü tatbik etmeyen insanlar, kendilerini ve nesillerini de mahvedip helâk edilmesine sebep olacak fesattan kurtulamıyorlar. Teknolojik araçların hiçbir sınır tanımadan artması sadece paranın israfına sebep olmuyor, aynı zamanda doğanın tahrip edilmesine sebep teşkil ediyor. Teknoloji yoluyla paranın, doğanın, oksijenin israfı, ozon tabakasının delinmesine, ormanların mahvedilmesine, zararlı zannedilerek sayısız haşeratın topraklardan, arâzilerden yok edilmesine, denizlerin petrol ve benzeri atıklarla kirletilmesine sebep olarak, israfın cezâsı peşinen görülmeye başlanıyor. Bu israf, fesat ve fitnenin cezâsı, sadece onu yapmaktan çekinmeyen toplumlara, uluslara ve devletlere has değildir. Dünyayı israfa boğup kirleterek fesâda boğanlar, bunun cezâsını mâsum insanlara da çektiriyorlar. Kur’an, bizi uyarmaktadır: “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (tüm insanlara sirâyet eder, hepsini perişan eder). Bilin ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.”2203; “...İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah ve fesat) yüzünden hepimizi helâk edecek misin? ...Bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin.” 2204
Filmlerde çeşitli tehlike sahneleri, artık yerini helâk sahnelerine bırakıyor.
2201] 8/Enfâl, 25
2202] 30/Rûm, 41
2203] 8/Enfâl, 25
2204] 7/A’râf, 155
İSRÂF
- 543 -
Toplumsal helâk senaryoları romanların ve filmlerin temel konusu gibi oldu. Armagedon, Altıncı Element, Yarından Sonra gibi filmler, bir taraftan yaklaşan helâkin sinyallerini verirken, diğer yandan bu yaşayışın çıkmaz sokağını, yolun sonunun nasıl bir helâk olduğunun cezâsını da düşündürüyor, hatta sanal âlemde de olsa, psikolojik olarak kısmen yaşatıyor.
Yeryüzünde halife olması için yaratılan, kendi emrine müsahhar kılınıp boyun eğdirilen doğayı Allah’ın hükmü doğrultusunda imar etmesi gereken insan, intihara doğru sürüklenmektedir. Küresel ısınma, çölleşme, buzullaşma gibi insanın iklim değişikliklerine sebep olabilecek küresel israf, fitne ve fesatlarının sonuçlarını, Allah bilir ama bu çağın insanı tadacağa benziyor. Batının gidişi, teknolojinin aldığı boyut, uygarlık diye takdim edilen İslâm dışı dünya görüşünün durumu, toplu problem ve azapları paratoner gibi çekiyor. “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” 2205
Fıtrat israfı kabul etmez; fıtrat, israfçıdan intikam alır. Tembelin vücudu, sağlığı bozulur. Fazla yiyen müsrif, çok yönlü hastalıklara kapı açan ve kendisi de bir hastalık olan obezite başta olmak üzere nice hastalıklara musallat olur. Yeme-içme yönüyle israf, vücutta ur gibi şişen göbek tarafından deşifre edilir. Vücut israfa isyan etmektedir bu yağ deposuyla. Bu ikazdan anlamayanlara birçok hastalık sırayla geçit resmi yapacak, vücut, sahibine israf suçunun cezâsını avans şeklinde çektirmeye başlayacaktır. “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.” 2206 "Mide hastalıklar evidir. Perhiz ve az yemek, her devânın (şifânın) başıdır. Bedenine âdet ettiği şeyleri ver." 2207
Sigara ve içkiye verilen para ile neler yapılmaz ki?! Avrupa’da dondurma için yılda on milyar dolar sarfediliyor. ABD’de köpek mamasına ayrılan para yılda tam 35 milyar dolar. Dünya ülkelerinde, zayıflamak için yılda kırk milyar dolar harcanıyor. Bu paranın büyük kısmı Amerika ve Avrupa’daki insanların cebinden çıkıyor. Şişmanların sayısı orada çok fazla çünkü. Afrika zayıf, Asya zayıf. Zayıflık ne kelime, açlıktan ölenler var. Bir deri bir kemik halinde yaşamaya çalışanlarla, zayıflamak için yılda kırk milyar dolar harcayanlar aynı dünyanın insanları; ne garip! Diyet sektörünün bu derece büyümesine sebep olanlar, paylaşmayı bilmeyen Avrupa ve Amerika’nın oburları. Sadece zayıflamak için o kadar para harcayan oburlar, şişmanlayana kadar kim bilir kaç milyar dolar harcamakta!? Ölçülü olmayı bilseler, bütün para ceplerinde kalacak hâlbuki. Hem zayıflamak için, hem şişmanlamak için harcadıkları bütün para tasarruf edilebilecek. Ve sağlıklı yaşayacaklar. Belki o zaman paylaşma fikri de doğacak kendiliğinden.
İsraf; toplumsal fesâdı, anarşi ve huzursuzluğu da körükler. “Kimi yer, kimi bakar, kıyâmet ondan kopar.” Açlıktan dert yanan insanlar, karşılarında yemeklerinin yarısını çöpe atanları, bir gece eğlencesinde asgarî ücret miktarı parayı tüketenleri görünce, kendilerini onlarla karşılaştıracak, israfçılara karşı düşman olacaktır. Böylece israf, İslâm yeterince bilinmediği için sosyalizmi, komünizmi de dâvet edecektir. İnsanlar israf edenlere tepkisini servet ve zengin düşmanlığıyla gösterecek, anarşi ve fesat yollarıyla da olsa zenginlere ve haksız kazanç
2205] 42/Şûrâ, 30
2206] İbn Mâce, hadis no: 3256; yine bk. 47/Muhammed, 12
2207] İmam Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmû'1 Kur'an, Kahire, 1967 (3. bsm.) c. VII, sh.192
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sahiplerine saldırmayı düşünecektir. Unutmayalım, israfçılar, saçıp savuranlar şeytanın kardeşleridir, dostlarıdır.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” 2208
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin arzuları veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya israf ya infak. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
“Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş emel onları oyalayadursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!” 2209
“Fıtratta israf da yoktur, faydasızlık da. Hilkatte israf ve abes yoktur. Ezelî hikmet, kısa ve müstakîm yolu terketmez. Evrende israfa ve ölçüsüzlüğe yer olmadığı, bakmasını bilen gözler için açık bir gerçektir. Bütün kâinatın temel düsturu iktisattır. İsrafçı kimse, tüm yaratıklara muhâlefetiyle onların mânevî nefret ve buğzunu üzerine çeker.”
“Bütün nimetlerin sahibi, insanlığa verdiği sayısız nimetler karşılığında şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimetleri küçümsemektir.”
“İsraf, kanaatsizliği neticelendirir. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar.”
“İsraf, sefâhetin, sefâhet de sefâletin kapısıdır.”
“İktisat ve kanaat, İlâhî hikmeti harekete geçirir. Tat alma duyusunu, kapıcı hükmüne geçirerek ona bahşiş verir. İsraf o hikmete zıt hareket ettiği için tokat yer, mideyi karıştırır, gerçek iştahı kaybeder. Yiyeceklerin çeşitliliğinden gelen yapay ve yalancı bir iştah ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
“On bin liraya bir lokma yiyecek yenilebildiği gibi yüz bin liralık da bir lokma vardır. ağza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra ikisi de birdir. Yalnız birkaç saniye ağızdaki lezzette farklılık olur, o kadar. Müfettiş ve kapıcı olan tat alma duyusunu okşamak ve memnun etmek için bir ücretin on misline çıkmak, israfın en sefîhidir.”
“Bu zamanda, israflara yol açacak para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, nâmus, rüşvet alınıyor. Birazcık israfa para ayırmak için bazen dinin mukaddesâtı karşılık olarak veriliyor. Demek ki, israfa ayrılacak maddî bir birim karşılığı bir mal, mânevî olarak on misli zarar ile karşılanmaktadır.”
"Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf olarak harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun." 2210
2208] 61/Saff, 10-13
2209] 15/Hicr, 3
2210] Hasan-ı Basrî r.a.
İSRÂF
- 545 -
"İktisâda (tutumluluğa) riâyet eden kimse fakir olmaz." 2211
"Yoksulluk korkusu ile ömrünü servet toplamak peşinde harcamak fakirliğin ta kendisidir."
"Kişinin günahları çoğaldığı vakit (günahlarına keffâret olarak) Allah Teâlâ onu geçim sıkıntısı ile imtihan eder." 2212
"Günahlardan öyleleri vardır ki, onları ancak geçim sıkıntısı uğrunda çekilen zahmetler mahveder." 2213
"Ey Âdemoğlu, şaşıyorum sana! Kendi arzularının yerine gelmesi için israf olarak harcıyorsun da, bir dirhem ile Rabbinin rızâsını kazanmakta cimrilik ediyorsun." 2214
"Hayırda israf, israfta hayır yoktur."
"Fakir zengini taklide girişti mi, mahvolur."
"Dünyanın en yoksul insanı, paradan başka hiçbir şeyi olmayandır."
"Aza sahip olan değil, çoğu isteyen yoksuldur."
"İnsanlar, fakir olmaktan korkarak dünyalık için çalıştıkları kadar cehennemden korkup korunmak için âhirete çalışsalardı, mutlaka Cennete girerlerdi."
"Yokluk varlıkta, güçlük darlıkta." 2215
"Esas fakirlik, fakir olmaktan korkmak; esas zenginlik ise Allah'a güvenmektir."
"Zengin, çok mala sahip olana denmez; zengin kalbi olana denir." 2216
"Zengin, bilgisi çok olan insandır." 2217
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zenginlik, dünya köleliğinden âzâd olmaktır."
"Dünyanın en zengini, iktisadı bilen, en yoksulu cimri olan insandır."
"Bir ülkede vahiyden, akıl ve sanattan çok maddî servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır."
"Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır."
"İki şeyin hazmı çok güçtür. Biri zenginlik, diğeri şöhret."
"Çoluk çocuktan, maldan veya benzeri şeylerden her ne ki seni Rabbinden alıkoyarsa, bil ki o senin için hayırsızdır/uğursuzdur."
2211] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2212] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2213] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2214] Hasan-ı Basrî r.a.
2215] Atasözü
2216] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2217] Hz. Ali
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Mevki ve zenginlik, çoğu zaman yüz kızartıcı hareketlere karşı alınan rüşvettir."
"Servetin toplandığı yerde, çoğu zaman insanlar ahlâkını yitirir."
"Zengin olmak istiyorsan, kazanmayı düşündüğün kadar biriktirmeyi de düşün."
"Hayatın en büyük trajedisi, yoksulluk değil; zenginliğe doyamamaktır."
"Dünyanın en zengini, tutumu bilen; en yoksulu cimri olan insandır."
"Zengin adam, elindekini yeterli görendir."
"Zenginliğe açılan kapı küçüktür; oraya girmek için eğilmek gerekir."
"İnsan ancak kendini harcayarak zenginleşir."
"Hiçbir iyi adam, birden zengin olmamıştır."
"İlimsiz, hünersiz zenginler de bir çeşit fakirdir."
"Zenginlik, kullanılacak bir silâhtır; tapınılacak bir mâbut değil."
"Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azâbı ile beraber olan zenginlikten bin kere bin kere bin daha iyidir."
"Büyük servetler, çoğu zaman insanı yalnızlaştırır."
"Servetin batırdığı insan sayısı, kurtardığından elbette fazladır."
"Zenginlik, soysuzları daha çok soysuzlaştırır."
"Mâlik olduğundan fazla bir şey istemeyen insan zengindir."
"Nice zengin geceleyenler, ertesi gün fakir olurlar."
"Hayırlı para, insanın kendisine, ailesine ve geçimine harcadığı paradır." 2218
"Para her şeyi yapar' diyen adam, para için her şeyi göze alan adamdır."
"İnsanlar sahte para yaparlar, ama çok kere para da sahte insanlar meydana getirir."
"Para yağmuru altında çok şeyler delinir."
"Ak akçe kara gün içindir." 2219
"Sakla samanı gelir zamanı." 2220
"Paralı olmak ve onun bekçiliğini yapmak üzüntü doğurur."
"Cebiniz delikse, onu para ile doldurmanın bir yararı yoktur."
"Son ağaç yıkılıp, son nehir kirletilip son balık da tutulduktan sonra, paranın yenmediğini anlayacaksınız." 2221
2218] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2219] Atasözü
2220] Atasözü
2221] Kızılderili Atasözü; Greenpeace'in sloganı
İSRÂF
- 547 -
"İnsanoğlunun hiçbir icadı, para kadar fesat verici değildir."
"Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz."
"Para, çok kimseye kötü yollar öğretir."
"Para vererek ölümden, ağır hastalıklardan, yaklaşan ağrılı yaşlılıktan kurtulanamaz."
"Dünyada hem yokluğu, hem çokluğu kötü yalnız bir şey vardır: Para."
"Kalmadı artık paranın nazarımda kadri / Kirli ellerde görünce paradan iğrendim."
"Parayı yönetmesini bilmeyen bir adamı mahvetmenin en emin yolu, ona biraz para vermektir."
"Kapitalizmde fertler, sosyalizmde devlet, İslâm ekonomisinde millet zengin olur."
"Müslüman, materyalistlerin putlaştırdığı parayı esir alıp İslâm’a köle etmeden süper güçlere kafa tutamaz."
"Birikmiş para ya bizi idare eder, ya bize itaat eder."
"Para sevdâsında olmayan kişi, her nerede olursa olsun selâmettedir."
"Para olmadan onu harcamaya başlama."
"İnsana paraya davrandıkları gibi davrananlar, onu harcamak için kazanırlar."
"Para en iyi dost ve en tehlikeli düşmandır."
"Para, iyi bir uşak, kötü bir efendidir."
"Para, ya bizim başımızın belâsı, ya da bizim hizmetkârımızdır."
"Para, insana hizmet eder, ya da hükmeder."
"Paranın en büyük değeri, paraya gerçek değerinden daha yüksek bir değer tanıyan bir dünyada yaşamamızdan ileri gelmektedir."
"Saçarak paranı nâhak yerde / Olma muhtâc sakın nâ-merde."
"Uzun ve ağır bir emekle, alın teriyle kazanılmış parayla; kaldırımda rastgele bulunmuş paranın değeri aynı mıdır?"
"En dar zamanlarda bile münâsebetsiz işlere harcanacak devlet parası vardır."
"Budala ile parası, uzun zaman bir arada duramaz."
"Para, naz, nimet çok devam etmez."
"Paranın, insana işletemeyeceği suç yoktur."
"Akçenin değerini ancak üstündeki pas belli eder."
"Paranın saklanılması kazanılmasından daha zahmetli bir iştir."
"Bir insanın dostluk derecesini tâyin etmek ister misiniz? Menfaatine hafifçe dokununuz."
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan."
"Az malın hesabı daha azdır." 2222
"Mal ve mevkîye aşırı düşkünlük, suların sebzeleri yeşerttiği gibi insanın kalbinde nifak tohumunu yeşertir."
"Bir şeye sahip olmanın hakları olduğu kadar, görevleri de vardır."
"İnsanların seni sevmesini istersen, malının artan kısmını onlara dağıt. 2223
"Malın hayırlısı, kulun şeref ve ırzını koruması için sarfettiği malıdır."
"Doğduğumuz zaman dünyaya hiçbir şey getirmediğimiz gibi, ölürken de hiçbir şey götüremeyiz."
"Malı ve parayı hor gören çoktur; ama Allah için veren azdır."
"Allah'a karşı takvâya yardımcı olan mal ne güzeldir."
"Zühd ü takvâ bir ağaçtır ki, kökü kanaat, meyvesi rahattır." 2224
"Dünyalık sana yöneldiği zaman sen de vermesini bil. Zira vermek, onu tüketmez. Dünyalık senden yüz çevirdiği zaman yine ver. Çünkü o devamlı kalmaz." 2225
"Mal kazanılmakla şan kazanılmaz, kişi kerim gerek." 2226
"Malın bekçisi zekâttır." 2227
"Malını yemiş de onmuş var mı?" 2228
"Müjde o kimseye ki, İslâm hidâyetine ulaşmış, geçimi yetecek kadar verilmiş ve buna kanaat etmiştir." 2229
"Her gün bir melek: 'Ey Âdemoğlu, sana yetecek kadar az varlık, seni azdıracak çoktan hayırlıdır' diye seslenir." 2230
"Şüpheli şeylerden sakın, insanların en âbidi olursun. Kanaatkâr ol, insanların en çok şükredeni sayılırsın. Kendin için sevdiğini başkaları için de sev ki, mü'min olursun." 2231
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"Kanaat, tükenmeyen hazinedir."
"Yeryüzünde ıstırapların çoğu, aza kanaat etmemekten doğar."
2222] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2223] Hadis rivâyeti
2224] Atasözü
2225] Hz. Ali
2226] Atasözü
2227] Atasözü
2228] Atasözü
2229] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2230] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2231] Hadis-i Şerif Rivâyeti
İSRÂF
- 549 -
"Kanaatten nasibi olmayanı dünya malı nasıl zengin eder?"
"kime yeteri kadar az gelirse, ona hiçbir şey yetmez."
"Yetişir kanaat devlet istersen / Tükenmez âlemde nimet istersen."
"Kanaattir nefse yular demişler."
"Cömert, Allah'a yakın, insanlara yakın, Cennete yakın ve Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah'tan uzak, insanlardan uzak, Cennetten uzak ve Cehenneme yakındır. Allah katında cömert bir câhil, cimri olan bir âlimden daha sevimlidir. En ağır hastalık, cimrilik hastalığıdır." 2232
"Allah cömerttir, cömertliği ve güzel ahlâkı sever." 2233
"Akıllı kimse odur ki; Malını güve düşmeyecek, hırsız çalmayacak yerde saklayandır; yani Allah yolunda harcayan." 2234
"Her sabah iki melek: 'Allahım, cimrinin malını tezden elinden al, cömerdin malını da artır' diye duâ ederler."
"Geçim kaynağı için çalışmasına veya ticaretine haram karıştıranlara şunu hatırlatmak gerekir: 'Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat ettiğinde mi rızkını vermeyip kesecek?"
"Cömertlik fazla vermekten ziyade, yerinde ve zamanında vermek demektir."
“Kişi bu dünyaya tenezzül etti mi, bala kapılmış sineğe döner.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” 2235
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” 2236
“Müslümanlar arasında nerede ve ne zaman tartışma çıkarsa, bilin ki işin içinde servet, şöhret veya şehvet, yani para, makam veya kadın vardır. Ya bunlardan biri veya birkaçı. Kavganın sebebi bilindiğine göre tedâvisi kolaydır. Bize verilen her şeyin emânet olduğunu ve bunlarla sınava çekildiğimiz şuuru. Müslüman olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak ve Allah’ın bize devamlı gördüğü
2232] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2233] Hadis-i Şerif Rivâyeti
2234] Abdullah bin Mes'ud r.a.
2235] Abdullah bin Ömer
2236] Selmân-ı Fârisî
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
şuurunda yaşamak.”
“Çarşıyı pazarı müslümanlaştırmadan, İslâm’ı çevreye hâkim kılmak mümkün değildir.”
“Paraya hâkim ol(a)mayan müslümanıın dünyası da, büyük ihtimalle âhireti de cehennem olacaktır.”
“Her işini para ile görüp paraya düşman olan müslümanlar; konforlu hayat yaşayıp ‘dünya sevgisi hataların başıdır’ diyenler; sermâye biriktirip bankayla iş görüp kapitalizme düşman olanlar; kapitalistler gibi yaşayıp sosyalizmin gelmesini istemeyenler tezat içindedir.”
“Hapse girmemek için T.C. kanunlarına gösterilen gayret kadar, Cehenneme girmemek için Allah’ın kanunlarına uyulsa, dünyamız da, âhiretimiz de cennete dönüşecektir. Üniversite sınavına hazırlanan bir genç kadar âhirette Cennet kazanmak için dünya imtihanına özen göstersek Cennetin bütün kapıları bize açılır. Dünya huzuru da avans olur.”
“Helâl-haram gözetmeden para kazanan ehl-i dünyadır, laiktir, kapitalisttir. Haramdan kaçan, helâl kazanç sağlayan ise ehl-i diyânettir, mü’mindir, mübârektir. Karun gibi, Firavun gibi, yahûdiler gibi zengin olmak, dini satıp dünyayı da mezara kadar sırtlamaktır. Her yolcu, bir şeyler götürür. Âhirete giden de sevaptan, günahtan başka bir şey götüremez.”
“Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” 2237
“Dünya, âhiretin tarlasıdır.” 2238
“Âhirete nisbetle dünya, sizden birinizin parmağını denize daldırması gibidir. Dikkat etsin, o, parmağıyla neyi geri getirebilir?”
“Ebedî olan âhirete inandığı halde bütün mesâisini aldatıcı olan dünyalık için harcayanlara alabildiğine şaşarım.”
“Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.”
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın.”
“Hasta adam, hastalığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya meyleden de dünya sevgisi sebebiyle ibâdetlerin tadını alıp zevkine varamaz.”
“Dünyanın lezzetini, zevkini, saâdetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyifle yetinin. O, keyfe kâfidir.”
“Şu dünya; imtihan meydanıdır ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”
2237] Hadis-i Şerif
2238] Hadis-i Şerif
İSRÂF
- 551 -
“Dünya, kâmil mü’minin kıymetsiz oyuncağı, gâfillerin değersiz salıncağıdır.”
“Dünya, ‘bir gün’ gibi çabucak geçecek, Kur’an’ın ‘yarın’ dediği gün uyanacak, ‘dünya’ için ‘dün ya!’ diyeceksin.”
“Dünya sana oyuncak olarak verilmişken, oyuncak seni oynuyor!”
“İnsan dünyada ancak dünyaya boş verdiği zaman mutlu olur.”
“Dünya âhiretin bir şantiyesi mesabesindedir.”
“Bu dünyaya aşırı tutkun olup meyletmek, insanın kalbinden imanın tadını çıkarır.”
“Dünya kalbe yerleşince, âhiret kalpten göç edip gider.”
“Kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa, dünya ondan mehir bedeli olarak, dinini ister.”
“Dünyanın karakteri, önce yaldızlı şeylerle aldatıp sonra helâk etmektir. O, kendini beğendirmek için süslenip püslenen, evlendikten sonra da kocasını öldüren bir kadına benzer.”
“Dünya malı çok olanın, aldanma dünyasına.
Dünya benim diyenin, gittik dün yasına.”
“Bazıları ‘dünyada mekân, âhirette iman’ der; ama doğrusu şöyle olmalı: ‘Dünyada sağlam iman, Âhirette cennet gibi mekân.”
“Dünyada hırs ve tamah varken, dolandırıcılar açlıktan ölmez.”
“Bir başka âlemin bekleme odasıdır bu dünya”
“Dünya terzi dükkânı, ölçüyü veren gider.”
“Kim dünyaya mâlik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”
“Âhirette mü’mini bekleyen nimetler, güzellikler yanında, dünya hayatı ne kadar güzel ve şâşaalı bile olsa, zindan gibi kalmaktadır.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” 2239
“Mü’min, dünyada, doktoru yanında olan bir hastaya benzer. Doktoru, ona faydalı olanı ve olmayanı bilir. Hasta kendisine zararlı bir şeyi isterse ona engel olur. Mü’minin hali de buna benzer. O, birçok şeyi arzu eder; ama imanı, ona zararlı olan şeylere mâni olur. Ölünceye kadar, bu böyle sürer gider.” 2240
"Komşusu açken tok yatan Biz’den değildir." 2241
"Az yiyenin içi nurla dolar." 2242
2239] Abdullah bin Ömer
2240] Selmân-ı Fârisî
2241] Hadis-i Şerif
2242] Hadis-i Şerif
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Tıka basa yiyip içmekten sakının. Bu, bedeni yıpratır, hastalık getirir." 2243
"Tembellik ve karın büyüklüğünden Allah'a sığınırım." 2244
"Sadaka ömrü uzatır." 2245
"Az ye, çok yaşa!" 2246
"İnsanın kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek de yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür." 2247
"Tok olan cümle cihanı tok sanır,
Aç olan âlemde ekmek yok sanır."
"Az yemekdir âdeme mahz-ı şifâ
Çok yemekten olur emrâz-ı belâ."
"Yiyin efendiler, yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!" 2248
"Câhiller, 'Üzümünü ye, bağını sorma' dese de, ey müslüman! Sen, bağını sormadığın -şüpheli- üzümü yeme!"
"Tok iken yemek yiyen mezarını dişiyle kazar."
2243] Hadis-i Şerif
2244] Hadis-i Şerif
2245] Hadis-i Şerif
2246] Hadis-i Şerif
2247] Hadis-i Şerif
2248] T. Fikret
İSRÂF
- 553 -
İsrâf Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İSRÂF KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 23 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 147; 4/Nisâ, 6; 5/Mâide, 32; 6/En’âm, 141, 141; 7/A’râf, 31, 31, 81; 10/Yûnus, 12, 83; 17/İsrâ, 33; 20/Tâhâ, 127; 21/Enbiyâ, 9; 25/Furkan, 67; 26/Şuarâ, 151; 36/Yâsin, 19; 39/Zümer, 53; 40/Mü’min, 28, 34, 43; 43/Zuhruf, 5; 44/Duhân, 31; 51/Zâriyât, 34.
B- SAVURGANLIK, SAÇIP SAVURMA ANLAMINDAKİ “TEBZÎR” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 3 Yerde): 17/İsrâ, 26, 26, 27.
CİMRİLİK ANLAMINDAKİ “BUHL” KELİMESİ VE TÜREVLERİNİN GEÇTİĞİ ÂYET-İ KERİMELER (Toplam 12 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 180, 180; 4/Nisâ, 37, 37; 9/Tevbe, 76; 47/Muhammed, 37, 38, 38, 38; 57/Hadîd, 24, 24; 92/Leyl, 8.
İSRAF VE İKTİSAT (SAVURGANLIK VE TUTUMLULUK) KONUSUYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
İsraf Etmekten Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.
Saçıp Savurmaktan Sakınmak: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31; 17/İsrâ, 26-27, 29.
Mü'minler İsraf Etmezler: 25/Furkan, 67.
Allah İsraf Edenleri Sevmez: 6/En'âm, 141; 7/A'râf, 31.
EKONOMİK EŞİTLİĞİN ANLAMI
Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: 16/Nahl, 71; 17/İsrâ, 21; 42/Şûrâ, 27; 43/Zuhruf, 32.
Zengin Fakir Ayırımı Yoktur: 6/En'âm, 52-53.
ZENGİNLİK VE ZENGİNLER
Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.
Zenginliği Veren Allah'tır: 53/Necm, 48.
Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: 6/En'âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.
Kâfirler Mal Gururuna Kapılırlar: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
CİMRİLİK
Cimrilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmrân, 180; 4/Nisâ, 36-37; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 23-24; 92/Leyl, 8-10.
Malı ve Parayı Biriktirmek: 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4.
İnsan Cimridir: 17/İsrâ, 100; 70/Meâric, 19-21; 100/Âdiyât, 8-11.
Şeytan Fakirlikle Korkutur: 2/Bakara, 268.
Cimrilik Etmekten Sakınmak: 17/İsrâ, 29, 31; 47/Muhammed, 37-38; 59/Haşr, 9; 64/Teğâbün, 16.
Mü'minler Cimrilik Yapmaz: 25/Furkan, 67.
İ- CÖMERTLİK
Cömert Olmak: 17/İsrâ, 29.
Allah Cömerlere Bolluk Verir: 2/Bakara, 268.
J- YEDİRİP İÇİRMEK
Fakirlere Yedirip İçirmek: 22/Hacc, 28, 36; 76/İnsan, 8-12.
Yetimlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan 8-12.
Esirlere Yedirip İçirmek: 76/İnsan, 8-12.
Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: 36/Yâsin, 47; 69/Haakka, 34; 74/Müddessir, 43-44; 107/Mâûn, 1, 3.
K- RIZIK
Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: Bakara, 212; Al-i İmran, 27, 37; Kasas, 79-82; AnkEbût, 62; Şura, 19.
Allah, Rızkı Daraltır veya Genişletir: Bakara, 245; Ra'd, 26; İsra, 30; Kasas, 82; AnkEbût, 62; Rum, 37; Sebe'36, 39; Zümer, 52; Şura, 12, 27; Mülk, 21.
Rızkı Veren Allah'tır: Yunus, 31; Hicr, 21; AnkEbût, 17, 61; Rum, 40; Sebe',24, 39; Fatır, 3; Zariyat, 58.
Rızık Konusunda Kimi kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah, Bütün Canlıların Rızkını Verir: Hud, 6.
Rızık Verenlerin En Hayırlısı Allah'tır: Hacc, 58; Mü'minun, 72; Cum'a, 11.
Allah, En Temiz Nimetlerden Rızıklandırır: Mü'min, 64.
Allah, Cimrilik Etmeyenlere Bol Rızık Verir: Bakara, 268.
Yer Üzerinde Rızık Sebepleri Yaratılmıştır: Hıcr, 20.
Rızık Endişesi, Hakka Davet Görevine Engel Olamaz: Taha, 132.
Yağmurla Gökten Rızık İner: Zariyat. 22.
Rızık Aramak: Cum'a, 10.
Rızkın Bolluğu ve Darlığında, İbretler Vardır: Zümer, 52
Yaratılan Her Şeyin İnsan İçin Olmasında İbretler Vardır: Casiye, 13
Rızık Endişesi, Tebliğ Görevine Engel Olamaz: Taha, 132
Zenginliği Veren Allah'tır: Necm, 48
Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: En'am, 52-53
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: Haşr, 7.
Kâfirler, Mal Gururuna Kapılırlar: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114
Cahil ve Gururlu Zenginler: Alak, 6-7, 12
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: Enfal, 28; Teğabün, 15.
Fakir Düşmekte Hikmet Vardır: En'am, 42, Tevbe, 28.
Rızık Konusunda Kimi Kiminden Farklıdır: Nahl, 71; İsra, 21; Şura, 27; Zuhruf, 32.
Zengin Fakir Ayrımı Yoktur: En'am, 52-53.
L- İNFAK
İnfak/Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra'd, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münâfıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21
Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
İnfak Edenler Takva Sahibi Mü'minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
Kafirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Mâûn, 1, 3.
Kâfirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Kâfirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
Cömert Olmak: İsra, 29.
Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
Sail'i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
Kâfirler, Fakirleri Küçük Görürler: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
Kâfirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44;
İSRÂF
- 555 -
Mâûn, 1-3
M- MAL VE MALI KULLANMAK
a- Mal, Fitnedir, İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
b- Mal, Dünya Hayatının Süsüdür: 18/Kehf, 46.
Zenginlik, Bir Üstünlük Sebebi Olamaz: 6/Er’âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Devlet/Servet Olmamalıdır: 59/Haşr, 7.
Malı Kullanmakta Reşit Olmak: 4/Nisâ, 5-6; 17/İsrâ, 34.
Sefihlere (malını İyi Kullanamayacak Akılsızlara) Mal Verilmez: 4/Nisâ, 5.
Ekonomik Esâret: 59/Haşr, 7.
Malı ve Parayı Biriktirmek (Stokçuluk): 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 14-18; 104/Hümeze, 1-4.
Mal Sevgisi: 3/Âl-i İmrân, 14; 9/Tevbe, 35; 89/Fecr, 20.
Mal Sevgisini, Allah’tan, Peygamber’den ve Allah Yolunda Cihaddan Üstün Tutmak: 9/Tevbe, 24, 34-35; 63/Münâfıkun, 9; 92/Leyl, 8-11; 96/Alak, 6-8.
Mal, Dünyada Kalacaktır: 6/En’âm, 94.
Kâfirlere Malları ve Evlâtları Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Haakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
Münâfıklar, Mal Sevgisi ile Doludurlar: 9/Tevbe, 58-59, 67, 75-76; 48/Fetih, 15; 49/Hucurât, 14, 16-17.
Mûsâ (a.s.)’nın Ümmetinden Karun’un Mal Sevgisinin Sonu: 28/Kasas, 76-84; 29/Ankebût, 39-40.
N- MÜLK VE MÜLKÜN SAHİBİ
Mülk Allah’ındır: 35/Fâtır, 13; 57/Hadîd, 10; 64/Teğâbün, 1; 67/Mülk, 1.
Allah, Mülkü Dilediğine Verir: 2/Bakara, 247; 3/Âl-i İmrân, 26.
Göklerdeki ve Yerdeki Her Şey, Allah’ındır: 2/Bakara, 255, 284; 3/Âl-i İmrân, 109, 129; 4/)Nisâ, 126, 131-132; 5/Mâide, 120; 10/Yûnus, 55; 14/İbrâhim, 2; 16/Nahl, 52; 20/Tâhâ, 6; 22/Hacc, 64; 24/Nûr, 64; 30/Rûm, 26; 31/Lokman, 20, 26; 34/Sebe’, 1; 42/Şûrâ, 4; 53/Necm, 31; 57/Hadîd, 2, 5.
Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsîn, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/: Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Fetih, 14; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
O- DÜNYA NİMETLERİ
Cennetin Nimetleri Dünya Nimetlerinden Hayırlıdır: 3/Âl-i İmrân, 14-15; 16/Nahl, 30.
Dünya Nimetleri Fânîdir; Âhiret Nimetleri Son Bulmaz: 4/Nisâ, 77; 16/Nahl, 96; 35/Fâtır, 5; 42/Şûrâ, 36.
Dünya Nimetleri İle Âhiret Nimetlerinin Karşılaştırması: 28/Kasas, 60; 29/Ankebût, 64.
Sâlih Amel, Dünyanın Süsünden Hayırlıdır: 18/Kehf, 46; 19/Meryem, 76.
P- ZENGİNLİK VE ZENGİNLER
a- Allah, Dilediğine Hesapsız Rızık Verir: 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 27, 37; 28/Kasas, 79-82; 29/Ankebût, 62; 42/Şûrâ, 19.
b- Zenginliği Veren Allah'tır: 53/Necm, 48.
Zenginlik Bir Üstünlük Sebebi Değildir: 6/En'âm, 52-53.
Mal, Zenginler Arasında Dolaşan Bir Servet Olamaz: 59/Haşr, 7.
Kâfirler Mal Gururuna Kapılırlar: 6/En'âm, 52-53; 7/A'râf, 49; 11/Hûd, 27; 18/Kehf, 28; 26/Şuarâ, 106-114.
Câhil ve Gururlu Zenginler: 96/Alak, 6-7, 12.
Mal, Fitne ve İmtihan Sebebidir: 8/Enfâl, 28; 64/Teğâbün, 15.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Zenginlere ve Zengin Olmak İsteyenlere, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 1993
2. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş Y. İst. 1993
3. Zenginler, Yoksullar ve Robotlar, Deniz Can Saner, Birleşim Y. İst. 1993
4. Neden Bu Kadar Fakirler, Abdullah Arslan, Akademi Y. İst. 1989
5. Hayatın Pahalılanmasını Nasıl Engelleyebiliriz? Birlik Y. Ank. 1979
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
6. Niçin Yoksuluz? Birlik Yayıncılık, Ank.
7. Ulusların Yeni Zenginliği, Guy Sorman, Afa Y.
8. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. Fakir: Osman Eskicioğlu, c. 12, s. 129-131; Fakr: Süleyman Uludağ, c. 12, s. 132-134; İsraf: Cengiz Kallek, c. 23, s. 179-180; Kanaat: Mustafa Çağrıcı, c. 24, s. 289-290
9. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Fakirlik: Hamdi Döndüren, c. 2, s. 141-143 el-Ğanî: M. Sait Şimşek, c. 2, s. 212-213; (Kanaat: Zübeyir Tekkeşin) c. 3, s. 297-298; Tevekkül c. 6, s. 211; Zenginlik: Arif Köten, c. 6, s. 448 ?Miskin, Zühd? İsraf?, Müsrif? Cimrilik? Cömertlik? Mal?
10. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 324-329
11. Delilleriyle Ticaret ve İktisat İlmihali, Hamdi Döndüren, Erkam Y.
12. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y.
13. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y.
14. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y.
15. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y.
16. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Şehir Y. /Yeni Şafak Gazetesi Y.
17. Tüketicinin El Kitabı, Osman Altuğ, Sezai Dumanoğlu, Yasa Y.
18. Tüketicinin Korunması, Mehmet Aydın
19. Tüketicinin Korunması, Pazarlamacı Karşısında Tüketici, Yıldırım Kılkış
20. Pazarlama Yönetimi I-II, Philip Kotler, Bilimsel Y.
21. Pazarlama İlkeleri, İsmet Mucuk, Der Y.
22. AT’de Tüketiciyi Koruma Politikaları ve Türkiye’de Durum, İsmet Mucuk, TÜSİAD Araştırmaları Y.
23. Yarın Çok Star Olacak, Jaques Seguela, Afa Y.
24. Amerikan Yüzyılının Sonu, Mustafa Özel, İz Y.
25. Piyasa Düşmanı Kapitalizm, Mustafa Özel, İz Y.
26. Küresel Rekabet, Derleyen Mustafa Özel, İz Y.
27. İktisat Risaleleri, Derleyen Mustafa Özel, İz Y.
28. Birey Burjuva ve Zengin, Mustafa Özel, İz Y.
29. İktisat ve Din, Hazırlayan Mustafa Özel, İz Y.
30. İktisat, Siyaset ve Din, Mustafa Özel, Yeni Şafak, İst. 1995
31. Tüketicinin Korunması Hakkında Mevzuat, Mehmet Köksal, Alfa Y.
32. Tüketici Hukuku ve İlgili Mevzuat, İ. Yılımaz Aslan, Ekin Kitabevi Y.
33. Tüketici Davranış ve Tüketicilik Bilinci, Rauf Arıkan, Yavuz Odabaşı, Anadolu Ün. Aç.Öğ. Fak. Y.
34. Reklam Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
35. Reklam Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
36. Reklamcılık, Arman Mattelart, İletişim Y.
37. AT Ülkelerinde Tüketici Politikaları ve Türkiye TSE Y.
38. Kapitalizm ve Özgürlük, Milton Frıedman, Altın Kitaplar Y.
39. Tüketim Köleliği, İvan İllich, Pınar Y.
40. Şenlikli Toplum, İvan İllich, Ayrıntı Y.
41. İslâm'ın İktisadî Görüşü, Sabahaddin Zaim, Yeni Asya Y. İst. 1981
42. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y. İst. 1987
43. İslâm'a Göre Banka ve Sigorta, Hayreddin Karaman, Nesil Y. 3. Bs. İst. 1992
44. İslâm'da Para, Ahmed el-Hasenî, Çev. Adem Esen, İz Y. İst. 1996
45. İdeal Ekonomik Politikası, Abdurrahman Maliki, Ta-ha Y.
46. Müslüman ve Para, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y. 7. bs. İst. 1996
47. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
48. İktisat Penceresinden İslâm, Ferit Yücel, Şahsi Y. İst. 1979
49. Herkes İçin Ekonomi, George Soule, Gerson Antell, Çev. Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayın, 3. Bs. İst. 1996
İSRÂF
- 557 -
50. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
51. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat, İst. 1992
52. İslâm'da İşçi-İşveren Münâsebetleri, Hayreddin Karaman, Marifet Y.İst. 1981
53. İslâm'da Ticaret Prensipleri, M. Cevat Akşit, Gaye Vakfı, İst. 2001
54. İslâm'da Ticaret Hukuku, Abdülkerim Polat, Sabah Gaz. Kültür Y. İst. 1977
55. İslâm'da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y. Ank. 1994
56. İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Fahri Demir, D.İ.B. Y. Ank. 1988
57. Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, İklim Y. İst. 1988
58. Aksiyon, Ahlâk, Ekonomi, Zübeyir Yetik, Çığır Y. İst. 1975
59. Ekonomi Bir Din midir, Zübeyir Yetik, Beyan Y. İst. 1991
60. Sınıfsız Dünya, Saadettin Elibol, Dergâh Y. İst. 1978
61. Gazâlî’nin İktisat Felsefesi, Sabri Orman, İnsan Y. İst. 1984
62. Alışverişte Vâde Farkı ve Kâr Haddi, Heyet, İlmî Neşriyat
63. İktisadî Kalkınma ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat
64. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
65. İşçi İşveren Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1990
66. Toplumların Çöküşünde Rüşvet, Seyyid Hüseyin el-Attas, Çev. Cevdet Cerit, Pınar Y. İst. 1988
67. Sosyal Siyaset Açısından İslâm'da Ücret, Adem Esen, T. Diyanet Vakfı Y. 2. Bs. Ank. 1995
68. Ekonomik Adâletin Temelleri, Muhammed Nuveyhi, Beyan Y. 2. Bs. İst. 1984
69. Tüketim Köleliği, Ivan İllich, Çev. Mesut Karaşahan, Pınar Y. İst. 1990
70. Küreselleşen Dünyada Özgür Birey, Zengin Toplum, Mehmet Traş, Birey Y. İst. 2003
71. Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, Ali Gevgilili, Bağlam Y. İst. 2. Bsk, 1989
72. Ana Hatlarıyla İslâm Ekonomisi, Servet Armağan, Timaş Y.
73. Çağdaş Ekonomik Doktrinler ve İslâm, İ. M. İsmail, Boğaziçi Y.
74. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Y.
75. Ekonomiye Değinmeler, Zübeyir Yetik, Akabe Y.
76. El-Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y.
77. Hz. Muhammed’in Getirdiği Ekonomik Düzen, Sadık Yılma, Yeni Ufuklar Neşriyat
78. Hz. Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa, Cengiz Kellek, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
79. Hz. Ömer Döneminde Ekonomik Yapı, İrfan Mahmud Rânâ, Bir Y.
80. İktisat Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. İst. 1996
81. İslâm Devlet Bütçesi, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
82. İslâm Ekonomi Sistemi, Muhammed Bakır Sadr, Rehber Y.
83. İslâm Ekonomisi Sistemi, M. Ömer Çapra, Fikir Y.
84. İslâm Ekonomi Düşüncesi, Sıddıkî, Bir Y.
85. İslâm Ekonomi Toplumunun Kuruluşu, Muhammed Abdülmennan, Fikir Y.
86. İslâm Ekonomisi (Teori ve Pratik), M. A. Mannan, Fikir Y.
87. İslâm Ekonomisi ve Sosyal Güvenlik Sistemi, Faruk Yılmaz, Marifet Y.
88. İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri, Heyet, Ensar Neşriyat
89. İslâm Ekonomisinde Gelir ve Sermaye, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y.
90. İslâm Ekonomisinde Tasarruf ve Ekonomik Gelişme, M. Sabri Erdoğdu, Sebil Y./Marm. Ü. İl. FkV.Y.
91. İslâm Ekonomisinin Temel Meseleleri, M. Ekrem Han, Kayıhan Y.
92. İslâm İktisadında Helâl Kazanç, İmam Muhammed Şeybani, Seha Neşriyat
93. İslâm İktisadının Esasları, Celâl Yeniçeri, Şamil Y.
94. İslâm İktisat ve Metodolojisi, Yusuf Mısri, Birleşik Yayıncılık İst.
95. İslâm İktisat Tarihine Giriş, Abdulaziz Durî, Endülüs Y. İst. 1991
96. İslâm’da İktisadî Nizamı, Ömer Çapra, Çev. Hulûsi Yavuz, Sebil Y.
97. İslâm Şirketler Hukuku (Emek-Sermaye Şirketi), Osman Şekerci, Marifet Y.
98. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Konular, M. A. Mannan, Fikir Y. İst. 1984
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
99. İslâm ve Çağdaş Ekonomik Doktrinler, Muhammed İsmail, çev. Cemal Karaağaçlı, Serda, Yeni Neşr.
100. İslâm Ekonomisinin Strüktürü, Sezai Karakoç, Diriliş Y.
101. İslâm’da Ekonomik ve Sosyal Düşüncenin Çağdaş Görünümü, Heyet, Düşünce Y. İst. 1978
102. İslâm Devletinde Malî Yapı, S. A. Sıddıkî, Çev. Rasim Özdenören, Fikir Y. 2. bs. İst. 1980
103. İslâm ve Ekonomik Hayat, Ahmet Tabakoğlu, D.İ.B. Y.
104. İslâm ve İktisadi Ekoller, M. Bakır es-Sadr, Akademi Y. İst. 1991
105. İslâm ve Mülkiyet, Mahmud Talegani, Yöneliş Y.
106. İslâm’da Tüketici Hakları, Hüseyin Arslan, T. Diyanet Vakfı Y.
107. İslâmî Yaklaşımlar, Hamdi Döndüren, Kültür Basın Yay. Birliği
108. İslâmî Açıdan Borsa, Heyet, Ensar Neşriyat
109. İslâmî İktisadın Felsefesi, Murtaza Mutahhari, İnsan Y.
110. İslâm İktisadında Narh, Davut Aydüz, Işık Y. x
111. İslâm’da İktisat Anlayışımız, M. Said Çekmegil, Nabi-Nida Y. 2. bs. Malatya, 1994
112. Çağdaş İktisadi Sistemleri, Beşir Hamitoğulları, Savaş Y.
113. Adil Ekonomik Düzen, Necmettin Erbakan, Ank. 1991
114. Modern İktisat ve İslâm, Sabahaddin Zaim, MTTB Basın-Yayın Md. Neşr. 3. bsk. İst. 1969
115. Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Yahya S. Tezel, Tarif Vakfı Yurt Y.
116. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
117. Türkiye’de Özel Finans Kurumları ve İslâm Bankacılığı, İsmail Özsoy, Timaş Y. İst. 1987
118. Türkiye’de Ekonomik Güçlükler ve Çözüm Yolları, Emin Çarıkçı, Adım Y.
119. Türkiye’de Enflasyonla Mücadele, Tuncay Artun, Tekin Y.
120. Türkiye’de Özelleştirme, Cevat Karataş, Ziya Öniş, Yeni Yüzyıl Kitaplığı Y.
121. Darbelerin Ekonomisi, Mehmet Altan, Afa Y. İst. 1990
122. Yabancı Sermaye, Komisyon, TÜGİAD Y.
123. Toplum Suskun, Sermaye Serbest, Heyet, Bireşim Y.
124. Ekonomi ve Ahlâk, N. Haydar Nakvî, İnsan Y. İst. 1985
125. Tüketim Virüsü, Mustafa Karaalioğlu, Yeni Şafak Y. İst. 1995
126. Ekonomik Çözüm, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y. İst. 1991
127. Risk Sermayesi, Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, Murat Çizakça, İlmî Neşriyat
128. Türkiye’de Zekât Potansiyeli, Heyet, İlmî Neşriyat
129. Reklâm Dünyasının İçyüzü, Jim Ring, Milliyet Gazetesi Y.
130. Reklâm Bize Sırıtan Bir Leştir, Oliviero Toscani, Milliyet Gazetesi Y.
131. Parasal Bunalımlar ve Uluslar arası Reform, İsmail Şengün, T. Ekonomi Kurumu Y.
132. Türkiye’de Ekonomi Politikaları ve İşsizlik Meselesi, Şevki Çobanoğlu, Uhud Y.
133. Bireysel Yatırım Araçları, Mehmet Çavaş, İletişim Y.
134. Tarikat Sermayesinin Yükselişi, Faik Bulut, Öteki Y.
135. Faiz, Ebû’l-A’lâ Mevdûdî, Çev. M. Hasan Beşer, Hilâl Y. İst. 1966
136. Faiz, Seyyid Kutup, Çev. Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
137. Faiz, Mehmet Zahid Kotku, Seha Neşriyat
138. Faiz ve Problemleri, İsmail Özsoy, Nil A.Ş. Y.
139. Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma, Cihangir Akın, Kayıhan Y.
140. Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli, Heyet, İlmî Neşriyat İSAV, İst. 1987
141. Türkiye’de Dünyada Faizsiz Bankacılık ve Hesap Sistemleri, Mustafa Uçar, Fey Vakfı Y.
142. Faiz Politikalarının Enflasyon Üzerindeki Etkileri ve Türkiye, Muhammed Akdiş, Yimder Y.
143. İslâm’da Faiz Meselesine Yeni Bir Bakış, Süleyman Uludağ, Dergâh Y. İst. 1988
144. Alternatif Faizsiz Banka, Süleyman Karagülle, İz Y. İst. 1991
145. Teşvik Kredileri ve Faiz, Ali Özek, İlmî Neşriyat
146. Tefsîr-i Âyeti’r Ribâ, Seyyid Kutup, İslâmoğlu Y.
147. İslâm’a Göre Faizsiz Banka, Kalkınma ve Sigorta, M. Ahmet Zerkâ, Kalem Y.
İSRÂF
- 559 -
148. Türkiye’de Faiz Politikaları, Adnan Büyükdeniz, Bilim ve Sanat Vakfı Y.
149. Türkiye’de Serbest Faiz Politikası, Tuncay Artun, Tekin Y.
150. Para, Faiz ve İslâm, Heyet, İlmî Neşriyat, İSAV, İst. 1987
151. Para, John Kenneth Galbraith, Altın Kit. Y.
152. Para Bulma ve Yatırım, Ali Sait Yüksel, Beta Basım Yayım
153. Para ve Banka, Halil Dirimtekin, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
154. Finansal Kurumlar ve Piyasalar, Mustafa Çıkrıkçı, Derya Kitabevi Y.
155. Finsal Kurumlar, Güven Sevil, Anad. Üniv. A. Öğr. Fak. Y.
156. Finansal Teknikler, Ali Ceylan, Ekin Kit. Y.
157. Finansal Yönetim, Niyazi Berk, Türkmen Kitabevi Y.
158. Dünyada ve Türkiye’de Yatırım Fonları, Gürman Tevfik, T. İş Bankası Y.
159. 100 Soruda Para ve Para Politikası, Sadun Aren, Gerçek Y.
160. Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, Carlo M. Cipollo, Bağlam Y.
161. Kriz Ekonomisi, M. İlker Parasız, Ezgi Kitabevi Y.
162. Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, S. Rıdvan Karluk, Tütünbank Y.
163. Dünya Ekonomisi ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler, Tuba Ongun, Evrim Y.
164. Döviz Ekonomisi, Emin Ertürk, Der Y.
165. Altın, Nedim Şener, Dünya Y.
166. Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünyadaki Örnekler, Nedim Şener, Dünya Y.
167. Sınıf Açısından Azgelişmişlik, Yves Lacoste, Göçebe Y.
168. Tek Pazardan Ekonomik ve Parasal Birliğe Avrupa Birliğinin Yetkileri, Komisyoın, İKV Y.
169. Türkiye Avrupa Ekonomik Topluluğu Ortaklığı (Anlaşmalar), Tevfik Saraçoğlu, Akbank Y.
İSLÂM
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İSLÂM
- 463 -
Kavram no 100
İman 16
Bk. İman; Tevhid; Küfür; Câhiliyye
İSLÂM
• İslâm; Anlam ve Mâhiyeti
• İslâm Dini'nin Gayesi
• İslâm Dini'nin Hükümleri
• İslâm’ın Genel Özellikleri
• İslâm’ın Eski Şeriatlerle İlişkisi
• Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı
• İslâm’ın Rükûnları (Temelleri)
• Din Olarak İslâm
• İslâm'a İnanıp Teslim Olan Kimse; Müslim/Müsliman
• İslâm’a Teslim Olmanın Boyutları
• İslâm’ın Tebliği
• İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
İslâm; Anlam ve Mâhiyeti
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir.
İslâm’ın terim anlamı: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir sistemdir, kanundur.
İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.1843 İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, müslüman oluşlarına şâhidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”1844 Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor
1843] Bk. 6/En’âm, 162 ve 4/Nisâ, 65
1844] 3/Âl-i İmran, 83
- 464 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve deniliyor ki “Ey insan, İşte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslâm, imanın bir tezâhürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslâm olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münâfıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslâmîyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızâsıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.
İnsan da kendi hür irâdesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslâm’ı seçip müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, dünyada halife olur.
İslâm dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslâm’ın muhtevâsı ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslâm, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslâm’da hükmü açıklanmamış hiçbir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vâcip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibâdet, siyaset, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’ân-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar: “Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.”1845 Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslâm ümmetinin müctehid âlimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.
Peygamberimiz İslâm’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir: “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” 1846
Yukarıdaki hadis, İslâm binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslâm’ın temelleridir, ama İslâm’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibâret olduğu nasıl söylenemezse, İslâm’ın bu beş temelden ibâret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlâktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslâm, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslâm’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslâm’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.
Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslâm’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehâdet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binâen dört
1845] 16/Nahl, 89 ve yine Bk. Yusuf, 111
1846] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
İSLÂM
- 465 -
amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i sâlih. İslâm, şehâdet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslâm; namaz, zekât, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibâdetlerdir. Bunlara İslâm’ın rükûnları, temelleri denilir. İslâm’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslâm’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlâkî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslâm’ın hâkimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır (Müeyyide: Kanun ve ahlâkî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezâlar, Allah’ın dünya ve âhirette verdiği Rabbânî cezâlardır. O halde İslâm; inanç, ibâdet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.
İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana cezâ vardır. İslâm, Allah Teâlâ’nın indirdiği ahkâm (hükümler), akîde, ibâdet, ahlâk, muâmelât, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.
İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?” 1847
Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzellik ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmîyetten olan bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene bağlanır. Şâyet bu insan hakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslâm’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde bulunanları affeder, ama inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” 1848
Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o
1847] 5/Mâide, 50
1848] 4/Nisâ, 48
- 466 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”1849 Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.
İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muamelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve bu câhiliyyelere uyan ne kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin) ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır. 1850
İslâm Dini’nin Gâyesi
İslâm’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de âhiret saâdetini kazanacaktır. İslâm, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saâdetlere ulaştırır. Toplumun saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslâm, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.
İslâm Dini’nin Hükümleri
İslâm Dininin hükümleri dört kısımdır:
a-) İman (İtikadî hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla mânevî gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.
b-) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere amelî hükümler denir. Duâ etmek, zekât vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.
c-) Ahlâk: Hal ve hareketleri, davranışları, İslâmî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlâkın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.
d-) Hukuk (Muamelât, Ukubat): İman, ahlâk ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları
1849] 2/Bakara, 85
1850] Bk. Din ünitesi
İSLÂM
- 467 -
içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticarî ve siyasî işleri, kısaca İslâm devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir. Bu dört hüküm (iman, amel, ahlâk, hukuk) İslâm dininin bir bütün ve homojen bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Böyle olmasına rağmen, özellikle yirminci yüzyıl müslümanları hukukla (muâmelâtla) ilgili hükümleri terkettikleri veya terkettirildikleri için İslâm’ın bütünlüğü hayata yansıyamamıştır. İslâm bütün olarak yaşanamamaktadır. Bunun sonucu olarak, imanî konular saptırılmış, ameller (ibâdetler) yozlaştırılarak, ruhsuz ve anlamsız bir şekilde ifa edilen bir gelenek halini almıştır. Yine aynı şekilde müslüman topluluklar İslâm ahlâk ve edebini yitirmişlerdir.
Bu dört hüküm parçalanmaz bir bütündür. Yani birisi olmadığı zaman İslâm’ın bütünlüğü bozulduğu gibi; başka herhangi bir şeyle (düşünceyle, hukukla, dinle) sentezi (karışımı) halinde de bütünlüğü ve safiyeti bozulur; Ortaya apayrı başka bir din çıkar. İslâm sosyalizmi, Türk-İslâm sentezi... gibi. Zaten sentez de ayrı iki şeyin bir araya getirilmesiyle yepyeni bambaşka bir şeyin oluşması demektir.
İslâm, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslâm, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslâm, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibâdeti, ahlâkı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurâfe ve bid’atleri kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.
İslâm’ın Genel Özellikleri
1- Rabbânîlik: (Rabbe ait olmak, İlâhî olmak) İslâm, hak ve İlâhî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbânîdir. Allah’ın rızâsı bir müslüman için her şeyde vazgeçilmez amaçtır. İslâm’ın kaynağı ve metodu da Rabbânîdir.
2- İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslâm insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslâm’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, rûhî unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslâm, insanın hiçbir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslâha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslâh etmeyi hedef alır. İslâm’ın tüm hükümleri insanın dünya ve âhiret saâdetine yöneliktir.
3- Kapsamlılık ve evrensellik: İslâm, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve âhiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslâm’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibâdette, tasavvurda, ahlâk ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.
4- Vasatlık ve denge: İslâm; denge, orta yol, adâlet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve
- 468 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibâdet, ahlâk ve teşrîde vasat (adâlet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya-âhiret, madde-mânâ, zengin-fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, rûhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.
5- Açıklık ve netlik: İslâm’ın inanç esasları, dinî kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.
6- Hâlis din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirilemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurâfelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve râzı olunmuş tek hak dindir.
7- Tevhid: İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslâm’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiçbir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’tan başkasına tapınılmaz, duâ edilmez.
8- Tüm peygamberleri tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.
9- Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslâm; hüküm, hâkimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.
10- Sağlam kaynak: İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyâmete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.
11- Evrenle uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden müslüman sayılırlar. İslâm’ı seçip teslim olan insan da kâinatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkânlarıyla bütünleşir. İslâm, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.
12- Tek toplum (ümmet) oluşturur: İslâm, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akîde bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adâlet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücâdele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, fâiz... gibi kötü ahlâk ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.
13- Kolaylık ve müjde: İslâm; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehâdet getirip buna uygun yaşayan herkesi müslüman sayar. Eşitlik ve adâlet esasına dayanır. Kimsenin zorla müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbâdetlerin yapılmasında
İSLÂM
- 469 -
gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslâm’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslâm, insanın rûhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azâbıyla ikaz edilirler.
14- Akla ve ilme önem verir: İslâm vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lâzım ki, İslâm akılcı değildir, akıllıların dinidir.1851
15- İnsan hakları: Hiçbir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:
a- Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b- Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.
c- Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızâlardan koruyucu tedbirler alır.
d- Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e- Mal emniyeti: İslâm malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkânını tanır.
Özetle İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, cezâ anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. Kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatleriyle İlişkisi
a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinin adıdır.1852 İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlerle (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri din bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyâmete kadar geçerli olacak bir
1851] Bk. İslâm Nizamı, Yusuf el Kardavi, Esra Y.
1852] Bk. 2/Bakara, 130 - 133
- 470 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinin hükümlerini (şeriatlerini) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şeriatidir.
d) İslâm dini, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı
“el-İslâm” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 6 âyette geçer.1853 “İslâm” ve “müslim” kelimeleri, çekimleriyle birlikte Kur’an’da toplam 50 yerde kullanılır. İslâm ve müslim kavramlarının kökü olan “silm” kelimesi ve türevleri ise, toplam 157 yerde kullanılır.
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.” 1854
“Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslüman olarak ölün' dedi.” 1855
“Biz, Allah’a ve O’nun yanından bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kup ve esbât’a (torunlarına) indirilene, Mûsâ ile İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah’a teslim olduk, O’nun için müslümanız’ deyin.” 1856
“Allah katında gerçek din İslâm’dır.” 1857
“İbrâhim, ne Yahûdi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan (hanîf) dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.” 1858
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” 1859
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı verip ondan râzı oldum...” 1860
“Allah kimi doğru yola hidâyet etmek/iletmek isterse, onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar, gönlüne genişlik verir; kimi de dalâlete bırakmak/saptırmak isterse, onun göğsünü/kalbini daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle murdarlık verir. Bu (İslâm), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.” 1861
1853] 3/Âl-i İmrân, 19, 85; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 125; 39/Zümer, 22; 61/Saff, 7
1854] 2/Bakara, 128
1855] 2/Bakara, 132
1856] 2/Bakara, 136
1857] 3/Âl-i İmran, 19
1858] 3/Âl-i İmrân, 67
1859] 3/Âl-i İmran, 85
1860] 5/Mâide, 3
1861] 6/En’âm, 125-126
İSLÂM
- 471 -
“(Yusuf şöyle duâ etti:) ‘…Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” 1862
“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse (gerçek müslüman olursa) muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” 1863
“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde olmaz mı? Kalpleri Allah’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir dalâlet/sapıklık içindedirler.” 1864
“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” 1865
Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı
“İslâm, beş esas üzerine binâ edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.” 1866
Cibril hadisi: Abdullah bin Ömer (r.anhüma), babasından rivâyet ederek şöyle demiştir: “Bana babam Ömer ibnü’l-Hattâb rivâyet ederek şöyle dedi: “Bir gün Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanında bulunduğumuz bir sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğruca Peygamber’in (s.a.s.) yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
-Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu haber ver! dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İslâm; Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. O zât:
-Doğru söyledin!’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.
-Bana imandan haber ver!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-İman; Allah'a ve Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman etmen, bir de kadere; hayrına şerrine inanmandır.” buyurdu. O zât (yine):
-Doğru söyledin!’ dedi. (Bu sefer:)
-Bana ihsândan haber ver!’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” Sonunda Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “O Cibril’di; size dininizi öğretmeye gelmişti.” 1867
1862] 12/Yûsuf, 101
1863] 31/Lokman, 22
1864] 39/Zümer, 22
1865] 61/Saff, 7
1866] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3
1867] Buhâri, İman 37; Müslim, İman 1, Hadis no: 8; Tirmizî, İman 14, h. no: 2738; Ebû Dâvud, Sünnet 16, h. no: 4695; İbn Mâce, Mukaddime 9, h. no: 63, 64; Nesâi, İman 6
- 472 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"Her çocuk, İslâm fıtratı (Allah'ı tanıma ve O'na teslim olma) yaratılışı üzere doğar." 1868
"Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa, daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, onun lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah yazılır." 1869
"Sizden biri içiyle dışıyla müslüman olursa, yaptığı her bir hayır, en az on mislinden yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hal, Allah'a kavuşuncaya kadar böyle devam eder." 1870
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdular ki: "Bana Cebrâil a.s. gelerek: 'Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi şirk/ortak koşmadan ölürse cennete girer' müjdesini verdi" dedi. Ben (hayretle) 'zina ve hırsızlık yapsa da mı?' diye sordum. "Hırsızlık da etse, zina da yapsa!" cevabını verdi. Ben tekrar: 'Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!' dedim. "Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!" Hz. Peygamber (s.a.s.) dördüncü keresinde ilâve etti: "Ebû Zerr çatlasa da cennete girecektir." 1871
"Muhammed'in nefsini eliyle tutan zâta (Allah’a) yemin ederim ki, bu ümmetten her kim, yahûdi olsun, hıristiyan olsun, beni işitir, sonra da bana gönderilenlere inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem ehlinden olacaktır." 1872
"İmanın tadını; Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar." 1873
Yeni müslüman olan bir sahâbe, Allah Rasûlünden şunu sordu: 'Allah, seninle bizlere ne gönderdi?' Hz. Peygamber (s.a.s.) şu cevabı verdi: "İslâm'ı." Adam, 'Pekâlâ, İslâm'ın alâmetleri nedir?' diye sordu. Rasûlullah, şöyle buyurdu: "Kendimi Allah'a teslim ettim, başka şeyleri terkettim' demen, namaz kılman, zekât vermendir. Her müslüman bir başka müslümana haramdır. İki müslüman birbiriyle kardeştir ve birbirlerine yardımcıdırlar. Bir kimse müslüman olduktan sonra müşrikleri terkedip müslümanlara karışmadıkça hiçbir ameli (Allah yanında) makbul değildir." 1874
"Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır." 1875
"İslâm garip olarak başladı, tekrar başladığı gibi garip hale dönecektir. Gariplere ne mutlu! O garipler ki, benden sonra insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecekler." 1876
"İnsanlar arasında Allah'ın en çok buğzettiği üç kişi vardır: Harem'de sapıtıp haktan ayrılan, İslâm'a girdiği halde câhiliyye sünnetini (yol, âdet ve tatbikatlarını) arayan, haksız
1868] Müslim, Kader 25; Ahmed bin Hanbel, 4/24
1869] Buhârî, İman 31; Nesâî, İman 10 -8, 105-
1870] Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205, hadis no: 129
1871] Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, hadis no: 94; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2646
1872] Müslim, İman 240, hadis no: 153
1873] Müslim, İman 56, hadis no: 34; Tirmizî, İman 10, hadis no: 2625
1874] Nesâî, Zekât 72, hadis no: 5, 82
1875] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28
1876] Müslim, İman 232, hadis no: 145; Tirmizî, İman 13, hadis no: 2631, 2632
İSLÂM
- 473 -
yere kanını dökmek için bir adamdan kan talep eden." 1877
Adiyy bin Hâtem (r.a.) anlatıyor: "Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) yanına vardığım zaman bana: "Ey Hâtem'in oğlu Adiyy, müslüman ol ki selâmete eresin!" buyurdu. Ben de: 'İslâm nedir?' diye sordum. Şöyle buyurdular: "Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim de O'nun rasûlü olduğuma şehâdet etmen ve hayır, şer; tatlı ve acı her şeyiyle kadere iman etmendir." 1878
"Kim İslâm'dan başka bir din adına yalan yere yemin ederse o kimse, dediği gibidir." 1879
"...İslâm, kendinden önceki günahları yok eder. Hicret de ondan önceki günahları yok eder. Hac da ondan önceki günahları yok eder." 1880
Bazı kimseler Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah, biz câhiliyet devrindeki yaptıklarımızdan mes'ul olacak mıyız?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: "İslâm'da sizden kim iyi ameller işlerse câhiliyet devrindeki yaptıklarından dolayı muâhaze olunmaz; ama kim kötülük ederse, hem câhiliyet devrindeki hem de İslâm'da yaptıklarından dolayı muâhaze olunur." 1881
"Din nasihatten ibarettir!" Yanındakiler sordu: 'Kimin için ey Allah'ın Rasûlü?' "Allah için, kitabı için, Rasûlü için, müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Her biriniz, kardeşinin aynasıdır; onda bir ezâ/rahatsızlık görürse, bunu ondan gidersin."1882
Bir adamın, “hangi müslüman hayırlıdır?” sorusuna karşılık; Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir” 1883
“Müslümana sövmek fısk’tır (büyük günahtır), onu öldürmek ise küfür (kâfir olmak) gibidir.” 1884
“Müslüman sevdiğini Allah için seven, Allah ve Rasûlünü her şeyden çok seven, kendisine imanı nasip ettikten sonra küfre dönmeyi, cehenneme yüzüstü atılmaktan daha kötü gören kimsedir.” 1885
İslâm’ın Rükûnları
İslâm’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikame etmek, zekât vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak.
Peygamberimiz’in İslâm’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslâm’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (câhil halkın yanlış olarak İslâm’ın beş şartı dediği) bu beş temelin
1877] Buhârî, Diyât 9
1878] Kütüb-i Sitte Muht. Terc. Akçağ Y., c. 16, s. 498
1879] Müslim, İman 176, hadis no: 110
1880] Müslim, İman 192, hadis no: 121
1881] Müslim, İman, 189, hadis no: 120
1882] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1927, 1928, 1930; Müslim, İman 95, hadis no: 55
1883] Müslim, İman 14, hadis no: 40; Ebû Dâvud, Cihad, hadis no: 2481; İbn Mâce, Fiten 2, hadis no: 3934
1884] Buhârî, İman 36; Müslim, İman 27, hadis no: 116; İbn Mâce, Fiten 4, hadis no: 3939-3941
1885] Nesâî, İman 3-4
- 474 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sayıldığını biliyoruz. Şehâdet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) daha önce “Tevhid” ünitesinde işledik. Burada, bu ibâdetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i sâlih olarak etrafını câmi sûrette tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği Fıkıh, İlmihal kitaplarında ve Fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.
Amel-i sâlih nedir? Sâlih amel, Allah katında râzı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslâm şeriatına uygun olması, ikincisi; niyetin Allah rızâsı için ve O’na ibâdet kasdıyla, bu bilinçle olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i sâlihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevâbı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, sâlih amel işlesin, Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi şirk/ortak koşmasın...” 1886
Amel-i sâlihin İslâm’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, âhiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehâdetin (tevhidin) mânâsı, amel-i sâlih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslâm kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibâdetsiz İslâm’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i sâlihin İslâm’daki öneminden dolayı birçok âyet onu övmektedir. Bu âyetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükâfatını açıklar, bazısı da özellikle âhiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun Asra ki, Muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.” 1887
Amelin kabulü için İslâm’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i sâlihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızâsı niyyetiyle ve İslâm şeriatına uygun bir amel de işlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslâm’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükâfat vardır. 1888
Amel-i sâlih çok çeşitlidir. İbâdet olsun, muâmelât olsun, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbine itaatı, Şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızâsını taleb etmeyi düşünerek hayırlı bir amel işlediği zaman, amel-i sâlih ehlinden olur.
Bu amel-i sâlihin başında (dar anlamıyla) ibâdetler gelir. İbâdetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekât gelir. Bunlar İslâm’ın temelleridir. Bu ibâdetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle câiz değildir. Bunun için İslâm’ı tanımlayan meşhur hadiste bu ibâdetler açıkça bildirilmiştir.
İslâm’da ibâdetlerin önemi büyüktür. İbâdetler, kişinin Rabbiyle olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbâdetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibâdetlere özen göstermek ve başkalarını önce imanî esaslara, sonra ibâdetlere dâvet etmek gerekir. İbâdetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün
1886] 18/Kehf, 110
1887] 103/Asr, 1-3. Diğer örnek âyetler için meselâ Bk. 5/Mâide, 9; 13/Ra’d, 29; 16/Nahl, 97; 18/Kehf, 30; 19/Meryem, 76; 29/Ankebût, 7, 9.
1888] Bk. 3/Âl-i İmran, 85
İSLÂM
- 475 -
değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere ibâdetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibâdetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.
Bu ibâdetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslâm; namazı, müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alâmet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal câizdir. Onu terketmek ve bu konuda tembellik göstermek münâfıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin mânâsını kişiye devamlı hatırlatan bir ibâdettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’da birçok âyet vardır. 1889
Müslüman, namaza “Allahu Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiçbir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.
Oruç, hac, zekât ve diğer bütün ibâdetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlâs, irâde ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekât, müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mâlî bir ibâdettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emânetçiden başka biri olmadığını insan zekâtla daha iyi kavrar. Zekât, mal sevgisine, Allah rızâsını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adâletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, müslümanın amelî eğitimidir. Hac ibâdetiyle müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takvâ, Allah sevgisi ve O’nun azâbından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu sâlih amellerin başında gelir.
Din Olarak İslâm
‘İslâm’, bütün peygamberlere gönderilen semâvî (İlâhî) dinin adıdır. Çünkü İlâhî vahyin kaynağı birdir ve O da Allah’tır. Allah’ın ‘İslâm’ adını verdiği bu İlâhî din, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile olgunluğa ulaşmış, bütün hükümler açısından tamamlanmış, bütün ilkeleri Peygamber tarafından açıklanmış bir hidâyet yoludur. Allah katında geçerli din, yalnızca İslâm'dır.1890 Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir.1891 Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm'a dâvet ettiler. 1892
Mü’min kelimesinin türediği ‘emn’ kelimesi, her tür korkudan ve şüpheden
1889] Bu âyetlerden bazıları şunlardır: 30/Rûm, 31; 2/Bakara, 1-3, 153, 238; 4/Nisâ, 103, 142; 29/Ankebût, 45...
1890] 3/Âl-i İmrân, 19
1891] 22/Hacc, 78
1892] 2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.
- 476 -
KUR’AN KAVRAMLARI
emin olmak mânâsına gelmektedir. İslâm kelimesi ise, barışı ve güvenliği ve bir anlamda emin olmayı ifade etmektedir. Mü’min, kendisine ‘emânet’ edilen inanma işini yerine getirir, emânetin sahibine teslim olur (müslüman olur) ve böylece gerçek emniyete ve kurtuluşa erer. Bütün organlarıyla Allah’a teslim olmuş birisi; hem imanın emniyetine, hem de İslâm'ın getirdiği ‘silm’e (barışa) girmiş demektir. Müslüman olan kimse, bir taraftan Allah’a teslim olmakta, bu teslimiyetiyle yalnızca O’na boyun eğmekte; bir taraftan da gerçek ‘selâm’a (barışa) ve güvenliğe kavuşmaktadır. Demek ki İslâm, yalnızca inanç ilkeleri değil, aynı zamanda dünya hayatının barışı ve güvenliği için bir yoldur.
İslâm, evrendeki bütün varlıkların uyduğu, teslim olduğu ve insanın da isteyerek uyması istenen hayattır, yaşama biçimidir. Evrendeki bütün varlıkların hayatı ‘İslâm’dır. Yani bütün varlıklar, evrenin Sahibine teslim olmuşlardır, barış ve güvenlik içerisinde hayatlarını devam ettirmektedirler. İnsanlar da İslâm'ı kendilerine hayat tarzı, yaşama biçimi yaparlarsa, aynı sonucu elde ederler. Böylesine Allah’a teslim olmuş insanlardan kurulu toplum da ‘selâm’ toplumudur, barış ve güvenliğe kavuşmuş toplumdur. Onların yaşadıkları yerler o zaman "Dârü’s-Selâm" ve "Dâru'l-İslâm" olur.
Bu açıklamalar ışığında diyebiliriz ki, İslâm kavramı içiçe birkaç anlamı içeriyor:
İslâm’a teslim olan, inanan kimseye ‘müslim’ veya ‘müslüman’ denilir. Müslim kavramı, Mü’min kavramından daha dar kapsamlıdır, ama bu iki önemli kavram arasında sıkı bir bağlantı vardır. Müslim, aynı zamanda, iman eden mü’min’dir; mü’min de İslâm'a teslim olmuş müslim’dir. Mü’min, İslâm’a şüphesiz bir şekilde inanan kimsedir. O imanın içerisinde emniyet de vardır, teslim olma da. Bazı insanlar İslâm'ın büyüklüğü ve gücü karşısında (kelimenin sözlük anlamıyla) teslim (müslim) olmuş, müslümanların otoritesine itaat etmiş olabilirler. Ancak kalbe inmeyen bir imanın, iman ilkeleri karşısında gönülden teslim olmayan bir itaat anlayışının fazla bir değeri yoktur. 1893
Bir kimse diliyle şehâdet kelimesini söylese veya ben ‘müslümanım’ dese, o kimse hükmen müslümandır. Ancak iman kalbinde kökleşmemişse onun müslümanlığı ancak dilinde kalır. İslâm, hem inanmayı hem de inanılan ilkeleri yaşamayı kapsar. İman kalpte kökleşirse, kişi; imanının gereğini yapmaya gayret eder. Müslümanlar arasında yaşayarak ‘ben de müslümanım’ deyip, sonra da her türlü aşırılığı yapan kimseler zayıf imanlı veya imansız kimselerdir. Kuvvetli bir iman, insanı kötülüklerden korur ve sahibini sâlih amellere götürür.
İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Bu ilâhî din, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’la tamamlanmıştır.1894 İslâm, Allah’ın insana teklifidir (önerisidir). Bu teklifi candan kabul eden, müslüman olur ve İslâm'ın getirdiği barış ve güvenliğe, huzur ve mutluluğa kavuşur. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm,
1893] 49/Hucurât, 14
1894] 5/Mâide, 3
İSLÂM
- 477 -
Allah’ın dini olarak devam edecektir. İslâm iki ana kaynağa dayanır: Kur’an ve Peygamberimizin Sünneti; yani Allah'ın kitabı ve Rasûlünün hayatı, yani İslâm'ı uygulaması.
İslâm'ın iki ana bölümü vardır: Bunlar; 1- Akaid, 2- Şeriat'tır. Akaid bölümünde İslâm'ın inanç ilkeleri yer alır. Bir insanın nelere ve nasıl inanması gerektiği, neleri ve nasıl reddetmesi icap ettiği akaidin konusunu belirler. İslâm'ın şeriat bölümü ise ibâdetleri, muamelât dediğimiz aile, toplum, alış veriş, karşılıklı ilişkiler konularındaki ilkeleri, suçları ve bunlara verilecek cezaları, bir de müslümanın ahlakî hayatını içine alır.
Bu iki bölümü birbirinden ayırmak mümkün değildir. İslâm yalnızca inançlar bütünü olmadığı gibi; yalnızca ahlâk da değildir. İslâm, insanla ilgili bütün alanları kapsar. İslâm, bir hayvanın nasıl kesileceğini, bir çocuğun nasıl yetiştirileceğini gösterdiği gibi, ticaretin nasıl yapılacağını da, bir devletin nasıl olması gerektiğini, bir toplumun nasıl yönetileceğini de anlatmaktadır. Çünkü o, İlâhî bir sistem olarak insanları barışa (sulha), emniyete (güvenliğe), Allah’a teslimiyete, O'ndan başka tanrı kabul etmeyip sahte ilâhlar karşısında eğilmeyerek özgürlüğe, en yüce ahlâka ve nihayet önce dünya sonra âhiret mutluluğuna kavuşturmak için gönderilmiştir. Kısaca ‘İslâm’ Allah’ın insanlara, onların faydasını gözeterek gönderdiği Din’in, bir anlamda iki dünyadaki saâdetin ve kurtuluşun öteki adıdır. 1895
İslâm'a İnanıp Teslim Olan Kimse; Müslim/Müsliman
Müslim Kelimesi ve Türevleri: ‘Müslim’, İslâm'a inanmış, Allah’a teslim olmuş, din olarak İslâm'ı seçmiş kimse demektir. ‘Müslim’ kelimesi, "teslim olmak, müslüman olmak, kurtulmak" anlamına gelen İslâm kelimesinin fâil (özne) ismidir. Kökü, ‘silm’dir. Müslim; teslim olan, kurtulan, müslüman olan demektir.
Kur’an’da İslâm'ı kabul eden, Allah'a teslim olarak kurtulan anlamında "müslim" kavramı kullanılır. Türkçede kullanılan "müslüman" kelimesi ise Farsçadaki ‘müselman’ söyleyişinin bozulmuş şeklidir. Bilindiği gibi İslâm, kelime anlamı olarak, teslim olmak, müslüman olmak demektir.
Müslüman Kime Denir? İslâm'a teslim olmuş mü’minlerin kalbi selîm’dir. Allah katında malların ve çocukların çokluğunun bir faydası olmayacak, ancak selîm bir kalbe sahip olmak bir işe yarayacaktır.1896 Müslim, Allah’a itaat eden, boyun eğen, bağlanan, kendini Allah’a veren, ihlâslı bir şekilde Allah’a yönelen ve hakkıyla müslüman olan kişidir. Kelimenin sözlük anlamları da bunu çağrıştırır. Evren, kendisinde bulunan ‘fıtrat’ gereği, âlemlerin Rabbine teslim olmuştur.1897 O, Allah’a boyun eğmiştir, itaat etmektedir, O’nun emrine teslim olmuştur. Bu öyle bir teslimiyettir ki, evren ve onun içinde ne varsa tümü, O Allah’ın kendileri için çizdiği çizginin dışına asla çıkmazlar, kayıtsız şartsız O’na itaat ederler, kendileri için konulan kanuna uymaktan başka bir şey yapmazlar. İslâm bu şekilde teslim oluşun kurallarını ve yollarını gösteren dinin adıdır. Müslim de bu ölçüye, bu ilâhî nizama uyan insandır.
1895] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 307-310
1896] 26/Şuarâ, 88-89
1897] 2/Âl-i İmrân, 83
- 478 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Mü’min, şüpheden uzak olarak bir şeyden emin olmak, güvende olmak ve güven vermek işini yapan insandır. Mü’min, Allah’tan emin olan, O’na ve O’ndan gelen her şeye inanıp kendini sağlama alan, böylece emniyete kavuşan; huzur ve güvenin sağlanmasının aracı olan ‘emânet’i (Allah’ın tekliflerini) kabul eden kimsedir. O, aklıyla ve kalbiyle bu ‘emânet’i yüklenir, bununla mü’minliğini olgunluğa ulaştırır. Müslim de aynı anlamdadır. O da bu emânet yüküne itaat eden kimsedir. Bu ‘emânet’i taşımayan mü’min de olamaz, müslim de.
Bütün organlarıyla, kalbiyle ve bedeniyle emâneti yerine getiren kişi, bütünüyle Allah’a teslim olmuş, böylece ‘müslim’ sayılmış ve ‘silm’e (barışa ve huzura) girmiş olur. Emâneti yerine getirmenin kural ve yollarını gösteren ‘İslâm’a teslim olan ‘müslimler’, gerçek huzur ve barış olan ‘selâm’a ulaşırlar.
İslâm, gerçek mü’min olmanın kuralları ve yoludur. İyi bir mü’min, İslâm’ın gereklerine uydukça iyi bir müslim olur. Zaten insanın görevi de budur.
Allah (c.c.) bütün insanlara: “Ancak müslümanlar olarak can verin”1898 diye dâvette bulunmaktadır. Müslümanlar duâ ederken Allah’a şöyle yalvarırlar: “(Yâ Rabbi) canımı müslim olarak al ve beni sâlih (doğru yolda olan) insanlar arasına kat.” 1899
Selâm - Müslim Bağlantısı: İslâm, bir anlamda, evrendeki bütün varlıkların ister istemez, insanlardan bir kısmının ise kendi istekleriyle (özgür irâdeleriyle) uydukları hayatın ve nizamın adıdır. Bütün varlıkların hayatı ‘İslâm’dır; bütün yaratıklar Allah’a teslimiyet ve itaat içindedirler. İnsan da hayatını İslâm'laştırarak ‘selâm’a, selâmete (kurtuluş) ve huzura kavuşabilir. Bu anlamdaki müslimler, yaşadıkları yerde Allah'ın hükmünü uygulayarak o toprakları "Dâru'l-İslâm" yapmalıdır. Yine, müslümanların yaşadığı toplum, bir ‘selâm’ toplumu, "Dâru’s-Selâm" olmalıdır. İnsanların yaşadığı toplumlar veya üzerinde yaşadıkları bölgeler, bütünüyle selâm yurdu olamaz. Bu açıdan Allah (c.c.) mü’minlerin gideceği Cennet’e "Dâru’s-Selâm/Selâm Yurdu" demektedir. 1900
Müslimler, birbirlerine ‘selâm’ verirler. Böylece hem onlara; ‘selâmette, huzur içinde olun, benden güven içinde bulunun’ derler, hem de bu selâmla, onlara ‘selâm yurduna kavuşun’ diye duâ ederler. Gerçek anlamıyla iman edip İslâm’a teslim olan kişilerin kalpleri ‘selîm’ kalptir. Gerçek kurtuluşa ermek için de ‘selîm kalp’ sahibi olmak gerekir. 1901
Allah (c.c.) insanları müslüman olmaya dâvet ediyor. Çünkü yaratılışın amacı Allah’a kulluktur, yalnızca O’na ibâdet etmektir. Bu kulluğun gerçekleşmesinin yolu, Allah’ın din olarak uygun gördüğü; yani boyun eğilmesi, itaat edilmesi, inanç ve yaşayış haline getirilmesi için seçtiği yaşama biçimi olan İslâm’dır. İnsanlar, İslâm’ın ilkelerine itaat edip teslim olurlarsa müslim/müslüman olabilirler.
Allah’a iman eden bir mü’min, emânetin gereğini yapabilmek için; bunu yerine getirebilmenin yolunu ve kurallarını bildiren İslâm’a itaat eder. İşte bu itaate ibâdet denir. Bütün peygamberler insanları Allah’a ibâdet etmeye, dolaysıyla müslüman olmaya dâvet etmişlerdir. İbâdet; imanın yaşanmış, pratize edilmiş halidir, İslâm'ın en önemli rüknüdür; bir anlamda, İslâm'ın kendisidir.
1898] 2/Bakara, 132
1899] 12/Yûsuf, 101
1900] 10/Yûnus, 25
1901] 26/Şuarâ, 89
İSLÂM
- 479 -
Mü’min ve Müslim: Mümin ile müslim arasında fark olduğunu söyleyenler bulunmaktadır. Kur’an’da şöyle buyruluyor: “Bedeviler dediler ki: ‘İman ettik’. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ancak, İslâm (müslim veya teslim) olduk’ deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değil. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”1902 İslâm’ın yükselen gücü karşısında teslim olup, ‘biz de müslümanız’ demekten başka çareleri kalmayan bedevîlere Allah (c.c.), gerçek imanın kalpte kökleşmesi gerektiğini hatırlatıyor. Dışarıdan İslâm’ın gücüne teslim olmak yetmiyor. İman, çaresiz kalıp da teslim olmaktan biraz farklı bir olaydır. İman edip İslâm’ın gereklerine uyanlara Allah (c.c.) hak ettikleri karşılığı verecektir. Ancak, pratikte mü’min ile müslim kavramları arasında pek fark bulunmamaktadır. İkisi de birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
İslâm’a Teslim Olmanın Boyutları
İslâm’a teslim olmak üç şekilde ortaya çıkar:
a) Kalp ile olur ki; bu, kesin bir imandır.
b) Dil ile olur; bu, ikrardır yani inandığını dil ile söylemektir.
c) Organlarla olur ki; bu da yapılan ibâdetlerdir; Allah'ın hükmüne uygun davranışlardır.
Müslim/müslüman bu üç bağlılığı, itaati ihlâslı bir şekilde yapan insandır. O, İslâm’ın bütün hükümlerine hem iman eder, hem de onlar karşısında teslimiyetini ortaya koyar, yani onları yapma, onlara uyma noktasında bir itirazı olmaz. Bütün emir ve yasaklara boyun eğer, İslâmî ilkelere itaat eder.
Bütün peygamberler müslimdi. Öyleyse İslâm’a itaat eden bütün mü’minler onların izinden yürürler. Onların getirdiği Tevhid dinine gönül verirler. Müslimler tıpkı İbrâhim (a.s.) gibi, Allah’tan “teslim ol; yani hakkıyla müslüman ol!” şeklinde bir dâvet gelince, onlar hemen “âlemlerin Rabbine hakkıyla teslim oldum, gereği gibi müslüman oldum” derler. 1903
Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Bu teslimiyet, düşman silâhı karşısındaki teslimiyet gibi değildir. Bir güvenin, kurtuluşun, huzuru aramanın, en doğru yola ulaşmanın, içinde ve dışında selâmeti istemenin bir teslimiyetidir. Bu teslimiyet, hem Allah’ın kudretinin yüceliğini idrâk etmek, hem de O’ndan gelen kurtuluşu ve barışı seçmektir. İslâm, bir anlamda kurtuluş ve gerçek barış olduğuna göre, müslim de; o barışı ve kurtuluşu isteyen, onu sağlayan İslâm’a itaat eden kimsedir.
Müslümanın Özellikleri: Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde müslimlerin özellikleri farklı açılardan anlatılmaktadır. Kur’an’daki emir ve yasaklar, ideal müslümanın nasıl olması gerektiğinin teorisini çizer. Pratik olarak da Allah (c.c.) nasıl bir kul istediğini, başta Peygamber olmak üzere örnek müslimleri ve onların güzel hallerini anlatarak bize göstermektedir. Kâmil bir mü’min, güzel bir müslüman, Allah’a ve Rasûlüne kayıtsız şartsız itaat eden, severek gönülden bağlanarak İslâm’ı hayatına geçiren insandır. Müslümanın tüm özelliklerini saymak için
1902] 49/Hucurât, 14
1903] 2/Bakara, 131
- 480 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’daki tüm emir ve tavsiyeleri, kıssalarda anlatılan örnek anlayış ve yaşayışı tek tek belirtmek gerekir. Müslümanın özelliği, Kur’an ve Sünnette açıklandığı, Rasûlullah tarafından pratize edildiği için bu ölçülere teslim olmaktır. Peygamberimiz (s.a.s.) de müslümanlarda bulunması gereken bazı sıfatları anlatmıştır. Bunlardan bir iki örnek verelim:
Bir adamın, “hangi müslüman hayırlıdır?” sorusuna karşılık; Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir.”1904; “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve başkalarının da zulmetmesine râzı olmaz.” 1905
“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmını almak, hasta ise ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, (meşru) davetine uymak, hapşırdığı zaman ‘yerhamükellah-Allah sana rahmet etsin’ demek.”1906; “Müslüman, sevdiğini Allah için seven, Allah ve Rasûlünü her şeyden çok seven, kendisine imanı nasip ettikten sonra küfr’e dönmeyi, cehenneme yüzüstü atılmaktan daha kötü gören kimsedir.” 1907
Müslim/müslüman; hayırlı insandır, kendisi için hep hayırlı işler yaptığı gibi, başkasına hayrı dokunur. O çevresinde bulunan hiç bir şeye ve hiç bir kimseye zarar vermemeye çalışır. Herkese iyilik eder, insanlara ikramda bulunmaktan zevk alır. O, insanı küçülten bütün iş ve davranışlardan uzak durur. Hayatı Allah için yaşar, bir gün öleceğinin ve hayatının hesabını vereceğinin bilincindedir. İmanı onu hep doğruya ve hayırlara/faydalalara götürür. “Müslim, yürüyen İslâm’dır” dersek herhalde yanlış olmaz. 1908
İslâm’ın Tebliği
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslâm, herkese tebliğ edilmelidir. Bu dâvet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır. “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”1909 âyet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle “Müslümanım” diyenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslâm bildikleri şeyler İslâm olmayabilir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.
İslâmî dâvetin gayelerinden biri de, İslâm’ı tekeline alıp onu kimseye ulaştırmayanların elinden İslâm’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslâm, hiçbir gücün tekelinde olamaz. Hiçbir güç İslâm’ın bazı ibâdetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslâm adına yapsınlar, isterse câhiliyye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar
1904] Müslim, İman 14, hadis no: 40; Ebû Dâvud, Cihad hadis no: 2481; İbn Mâce, Fiten 2, hadis no: 3934
1905] Buhârî, Mezâlim 3
1906] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 3, hadis no: 2162; Ebû Dâvud, Edeb hadis no: 5030; Nesâî, Cenâiz 52; Tirmizî, Edeb 1, hadis no: 2736
1907] Nesâî, İman 3-4
1908] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 461-464
1909] 3/Âl-i İmran, 104
İSLÂM
- 481 -
saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan İslâm’a ulaştırmak... İşte, İslâm budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.
İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
İnsanlık tarihi boyunca, İslâm’ın esas dayanağı olan temel ilke “Lâ ilâhe illâllah” kuralıdır. Yani ulûhiyeti, rubûbiyeti, saltanat ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inanç; duygu ve hareketlerde ibâdet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezâhür etmelidir. Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, böyle kâmil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslâm’a saygısızlık yapılmış olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tâbi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasûlullah’dır (s.a.s.). Bu kaide ise İslâm’ın ilk şartı olan şehâdet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed (s.a.s.) Allah’ın Rasûlüdür.”1910 İşte İslâm’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekâmil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın râzı olduğu nizam budur.
İslâm, hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.
İslâm’ın hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”1911 “İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...” 1912
1910] 48/Fetih, 29
1911] 3/Âl-i İmran, 110
1912] 2/Bakara, 143
- 482 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- “İslâm” ve “Müslim” Kelimeleri, Çekimleriyle Birlikte (50 yerde): 2/Bakara, 128; 3/Âl-i İmrân, 19, 85; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 125; 9/Tevbe, 74; 39/Zümer, 22; 61/Saff, 7; 49/Hucurât, 17. Müslim ve çoğulu: 2/Bakara, 128, 132, 133, 136; 3/Âl-i İmrân, 52, 64, 67, 80, 84, 102; 5/Mâide, 111; 6/En’âm, 163; 7/A’râf, 126; 10/Yûnus, 72, 84, 90; 11/Hûd, 14; 12/Yûsuf, 101; 15/Hıcr, 2; 16/Nahl, 89, 102; 21/Enbiyâ, 108; 22/Hacc, 78; 27/Neml, 31, 38, 42, 81, 91; 28/Kasas, 53; 29/Ankebût, 46; 30/Rûm, 53; 33/Ahzâb, 35, 35; 39/Zümer, 12; 41/Fussılet, 33; 43/Zuhruf, 69; 46/Ahkaf, 15; 51/Zâriyât, 36; 66/Tahrîm, 5; 68/Kalem, 35; 72/Cinn, 14.
B- “İslâm” Kelimesinin Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (22 yerde): 2/Bakara, 112, 131, 131; 3/Âl-i İmrân, 20, 20, 20, 83; 4/Nisâ, 125; 5/Mâide, 44; 6/En’âm, 14, 71; 16/Nahl, 81; 22/Hacc, 34; 27/Neml, 44; 31/Lokman, 22; 37/Sâffât, 103; 39/Zümer, 54; 48/Fetih, 16; 49/Hucurât, 14, 17; 40/Mü’min, 66; 72/Cinn, 14.
İslâm Kavramıyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
Buhârî, İman 1, 31, 36, 37; Tevhid 33; Mezâlim 3; Salât 28; Diyât 9; Cenâiz 2.
Müslim, İman 1, hadis no: 8; İman 14, hadis no: 40; İman 22; İman 27, hadis no: 116, İman 56, hadis no: 34; İman 95, hadis no: 55; İman 176, hadis no: 110; İman 205, hadis no: 129, İman 192, hadis no: 121; İman 232, hadis no: 145; İman 240, hadis no: 153; İman 153, hadis no: 94; İman 13, hadis no: 2632; İman, 189, hadis no: 120; Selâm 3; Kader 25.
Tirmizî, İman 3; İman 10, hadis no: 2625; İman 13, hadis no: 2631; İman 14, hadis no: 2738; İman 18, hadis no: 2646; Edeb 1, hadis no: 2736; Birr 17, 18, hadis no: 1927, 1928, 1930.
Nesâî, İman 3, 4, 10, 13, 16; İman 9, hadis no: 8, 105; Zekât 72, hadis no: 5, 82; Cenâiz 52.
Ebû Dâvud, Cihad hadis no: 2481; Edeb hadis no: 5030; Sünnet 16, hadis no: 4695.
İbn Mâce, Fiten 2, hadis no: 3934, Fiten 2, hadis no: 2931; Fiten 4, hadis no: 3939-3941; Mukaddime 9, hadis no: 63,64
Ahmed bin Hanbel, 2/491; 4/24
Kütüb-i Sitte Muht. Terc. c. 16, s. 498; c. 17, s. 549
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 243-251, c. 2, s. 242-246
2. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 101-103, 215
3. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 409-425, c. 2, s. 329-334
4. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 254-263
5. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 544-578, c. 3, s. 1197-1203
6. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 227-237, 562-566
7. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 3, s. 454-506
8. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 420-444
9. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 2, s. 341-359
10. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 238-248
11. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 128-134
12. Kur'an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 31, 91-92, c. 3, s. 177
13. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 168-182
14. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 3, s. 25-43
15. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 265-277
16. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s.252-291
17. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (Hamdi Döndüren,) c. 3, s. 179-191, (Ahmed Güç,) 380-383
18. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s.475-480
19. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 307-310, 461-464
20. Türkiye’de İslâmlaşma ve Önündeki Engeller, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 95-122
21. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 153-156
22. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 1/58-61
23. Selefin İzinde, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 281-290
24. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 265-276
İSLÂM
- 483 -
25. Yeryüzünün Vârisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 160-176
26. Kur'an'da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Kevser Y. s. 187-217
27. Kur'an'da Dinî ve Ahlakî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 251-256
28. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 75-106
29. Allah Erinin Ahlak ve Kültürü, Said Havva, s. 63-74
30. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y. s. 51-55
31. Tevhid ve Değişim, Celâlettin Vatandaş, Pınar Y. s.76
32. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 302-309
33. İman Küfür Sınırı, A. Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 41-46
34. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 67-74
35. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, B. İslâmoğlu, Pınar Y. s. 53-78
36. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Beyan Y. s. 536-537, Nil Y. s. 507-519
37. İslâm Davetinin Esasları, A. Zeydan, Risale Y. c. 1, s.13-20 ve 61-102
38. İslâm, Said Havva, Hilal Y. (s. 5-25), Tekin Y./ Petek Y.
39. İslâm, Mevdudi, Furkan Y. s. 19-37, 39-53
40. İslâm, Abdülkadir Udeh, çev. E. Sıddık Korkmaz-Cafer Tayyar, İslâmoğlu Y.
41. İslâm, Abdülkadir Udeh, çev. Ali Kuzudişli, Ögün Y.
42. İslâm, Fazlur Rahman, Selçuk Y.
43. İslâm, İsmail Farukî, çev. Osman Tunç, Risale Y.
44. İslâm, Fethi Yeken, Ravza Y.
45. İslâm: Fikir, Hareket, İnkılâb, Fethi Yeken, çev. Cuma Ağaç, İnkılâb Y.
46. İslâm: İdealler ve Gerçekler, Seyyid Hüseyin Nasr, çev. Ahmet Özel, Akabe Y./İz Y.
47. İslâm: Süreklilik ve Değişim I-II, J. Obert Voll, Yöneliş Y.
48. İslâm Meydan Okuyor, Vahidüddin Han, çev. Cihad H. Reşad, Sebil Y.
49. İslâm’ı Nasıl Anlamalı, Nasıl Anlatmalı, Heyet, Nesil Basım-Yayım
50. İslâm Ahmet Hulûsi, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
51. İslâm, Ahmet Hamdi Akseki, Nur Y.
52. İslâm Dini, Ahmet Hamdi Akseki, Nur Y.
53. İslâm Dini, Mehmet altunkaya, Şelâle Y.
54. İslâm Dini Esasları, Hidâyet Aydar, Hamdi Kocakaya, Marifet Y.
55. İslâm Dini Esasları, H. Hüseyin Dilaver, Abdulgaffar Gündeşli, Gün Y.
56. İslâm Dini ve İlmihali, İsmail Kaya, Madve Y.
57. İslâm Ne Der? Mehmet Dikmen, Cihan Y.
58. İslâm Nedir? Ali Şeriati, Birleşik Y.
59. İslâm Nedir? W. Montgomery Watt, çeav. Elif Rıza, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
60. İslâm Farkı, Vehbi Vakkasoğlu, Cihan Y.
61. İslâm’ın Gerçeği, M. Said Çekmegil, Pınar Y.
62. İslâm Gerçeği, Heyet, Ortadoğu Y.
63. İslâm Gerçeği Kitabı Üzerine, Mehmet Bayraktar, Fecr Y.
64. İslâm Hakkında Ne Dediler, Tahir Yücel, İz Y.
65. İslâm Düşüncesi, Seyyid Kutub, I-III, Dünya Y./İşaret Y.
66. İslâm Düşüncesinin İlâhî Yönü, Muhammed el-Behiy, çev. Sabri Hizmetli, Fecr Y.
67. İslâm Düşüncesinin Kur’anî Temelleri, Seyyid Ali Hamaney, çev. Alican Bahadır, Endişe Y.
68. İslâm Nizamı, Yusuf El Kardavi, Esra Y.
69. İslâm Nizamı, Mevdudi, çev. Ali Genceli, Hilal Y.
70. İslâm Nizamı, Mahmud Şakir, Kahraman Y.
71. İslâm Nizamı I-III, Ali Rıza Demircam, Eymen Y.
72. İslâm Toplumu, Mücteba Uğur, Çağrı Y.
73. İslâm Toplumunun Oluşumu, Said Ramazan el-Bûtî, Şûrâ Y.
74. İslâm Toplumuna Doğru, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
- 484 -
KUR’AN KAVRAMLARI
75. İslâm Toplumuna Doğru, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
76. İslâmî Topluma Doğru, Reyhan Şerif, Akabe Y.
77. İslâmî Yöneliş, Raşid el-Gannuşi, Bir Y.
78. İslâm Üzerine Konuşmalar, Heyet, Seha Neşriyat
79. İslâm Şeriatı, Abdülkadir Udeh, Nur Y.
80. İslâm Üzerine Düşünceler, Derleme, T.D.Vakfı Y.
81. İslâm ve Beş Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
82. İslâm’da Yaşayış Esasları, İsmail Hakkı Uca, Can Kitabevi Y.
83. İslâm’a Bağlılığım Neyi Gerektirir? Fethi Yeken, Özgün Y.
84. İslâm’ın Keşfi, Ekber S. Ahmed, İz Y.
85. İslâmî Kimlik, İlkeler ve Hareket, Komisyon, Ekin Y.
86. İslâm’ı Yaşama Sanatı, Ahmet Şahin, Nesil Y.
87. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
88. İslâm’ın Anlayışına Doğru, Mevdudi, Nizam Y.
89. İslâm’ın Etrafındaki Şüpheler, Muhammed Kutup, Hisar Y.
90. İslâm’ın Vadettikleri, Roger Garaudy, Pınar Y.
91. İslâm’ın Dünya Görüşü, Seyyid Kutub, Arslan Y.
92. İslâm’ın Çağrısı, Mevdudi, Bir Y.
93. İslâm’a İlk Adım, Mevdudi, İnkılâb Y.
94. İslâm’a Giriş, Muhammed Hamidullah, çev. Cemal Aydın, T. D. Vakfı Y.
95. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
96. İslâm Ansiklopedisi, Heyet, T.D.Vakfı Y. 1-22 (yayınlanmaya devam ediyor)
97. Şamil İslâm Ansiklopedisi 1-6, Heyet, Şamil Y.
98. İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi 1-3, Heyet, Hikmet Neşriyat
99. İslâm’da İnanç, İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi I-III, Heyet, Çağ-Kültür Y.
100. Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? Fethi Yeken, İslâmoğlu Y./Ravza Y.
101. Müslümanca Yaşama Sanatı, Mehmet Emre, Çile Y.
102. Müslümanın 24 Saati, Mehmet Ali Karahasanoğlu, Cevher Y.
103. Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y.
104. Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Rasim Özdenören, İz Y.
105. Müslümanca Yaşamak, Rasim Özdenören, İz Y.
106. Müslümanca Yaşamak, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y.
107. Müslümanın Müslümanlaşması, Ömer Vehbi Hatiboğlu, Mesaj Y.
108. Müslümana Muhtacız, Vehbi Karakaş, Timaş Y.
109. Müslüman Şahsiyeti, M. Ali Haşimi, Risale Y.
110. Müslümanı Anlamaya Çalışmak, Ziya Kesriklioğlu, Zafer Y.
111. Müslüman İmajı, Heyet, T. D. Vakfı Y.
İSA (a.s.)
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İSA (a.s.)
- 423 -
Kavram no 99
Peygamberler 5
Bk. Peygamberlik; İncil; Tahrif
İSA (a.s.)
• Hz. İsa; Hayatı, Tebliği ve Tevhid Mücâdelesi
• Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa
• Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
• İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri
• Hz. İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi
• Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi
• Mehdî
• Deccal
“Andolsun Biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik. Ondan sonra ardarda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.” 1631
Hz. İsa; Hayatı, Tebliği ve Tevhid Mücâdelesi
“İsa” kelimesi, Süryânice asıllıdır. “Mübârek” anlamına gelir; aslı “Îşau”dur. Bazı hıristiyan toplumlar “Yesû(s)”, Frenkler “Jesu(s)” derler. “Mesîh” İbrânice bir kelime olup aslı “Meşîha”dır. Hz. İsa’nın bir lâkabıdır, elini sürdüğü hastayı iyileştirdiği, bereketle meshedilerek mânevî kirlerden arındığı, çok seyahat ettiği, annesinden yağ sürülmüş ve tertemiz olarak doğduğu için bu isim verildiği belirtilir. “Meryem” ise Süryânice hizmetkâr anlamındadır. Allah’a adanıp dinin ve Mescid-i Aksâ’nın hizmetinde bulunduğu için bu isim verilmiştir.
Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya gelmiştir. Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir. Kur’an’a göre İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ) zikir ve ibâdetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi. Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu. Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle
1631] 2/Bakara, 87
- 424 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dedi: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı...” 1632
Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu, Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibarıyla Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” 1633
Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de, sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.1634 İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış, O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”1635 Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelemiştir. 1636
İsa Mesih, İsrâiloğullarına birçok mûcizeler gösterdiği halde bu mûcizelerin sahibinin Allah olduğunu, mûcizelerin kendi peygamberliğine alâmet olduğunu açık seçik ilân ettiği halde, onlar yine inanmaya yanaşmadılar, küfür ve inatlarında ısrar ettiler. Bütün bunlara rağmen İsa (a.s.) dâvâsından vazgeçmiyordu. “İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik, şâhit ol ki bizler müslümanlarız’ cevabını verdiler. (Havârîler:) ‘Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şâhitlerden yaz’ dediler.”1637 Havâriler, Hz. İsa’nın yardım isteğine ânında cevap vermişler, Allah’ın yolunda yardım, sosyal nizamı gerçekleştirmeye yardım için derhal ileri atılmışlardı. Her dâvetçinin mutlaka yardımcılara ihtiyacı vardır. Rasûlullah da hicretten az önceki hac mevsiminde şöyle demişti: “Rabbimin sözünü tebliğde bana yardım edecek kimdir? Muhakkak ki Kureyş, Rabbimin sözünü tebliğ etmemi engelliyor.” Nihâyet Allah, Medinelileri yardımcı yaptı. Havârî, Habeşçe’den Arapçaya geçmiş bir kelime olup “yardımcı” anlamına geliyordu. Hz. İsa’nın havârileri gibi Hz. Muhammed’in de (s.a.s.) yardımcıları çıktı. “Yardımcılar” anlamına geliyordu “ensâr” kelimesi de.
Havâriler Hz. İsa’ya yardım etmek istediklerinde, İsrâiloğulları, kendi süflî çıkarlarını zedeleyen peygamber hakkında komplo kurmuşlardı; ama Allah, onların tuzaklarını boşa çıkaracak, hilelerine karşılık verecekti.1638 Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Kudüs valisi Romalı Pontus Pilatus’a şikâyet ederek şöyle dediler: “Birisi çıkmış, insanları saptırıyor, düzene ve krala itaatten insanları çeviriyor, bölücülük yapıyor, birliği parçalıyor, insanların arasına nifak sokuyor. Baba ile evlâdın arasını ayırıyor...” Hatta büyük bir iftira ile kötü kadının oğlu olduğunu bile söyle1632]
Bk. 19/Meryem, 16-37
1633] 3/Âl-i İmrân, 59
1634] 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27
1635] 3/Âl-i İmrân, 50-51
1636] 61/Saff, 6
1637] 3/Âl-i İmrân, 52-53
1638] 3/Âl-i İmrân, 54
İSA (a.s.)
- 425 -
mekten çekinmediler. Yöneticileri Hz. İsa’nın aleyhine tahrik ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda da Hz. İsa’ya ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.”1639 Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.
Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.1640 Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir.
Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semâdaki yerine kaldırmıştır. Kıyâmetten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım...” 1641
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 1642
“İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” 1643
Hz. İsa’yı ve annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz. İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. 1644
Hıristiyanlık, Hz. İsa’ya ilk olarak inanan havârilerin kabullerinden oluşmaktadır. Aslında Kur’an’ın ifadesine göre, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din hıristiyanlık, havâriler de hıristiyan değildi. Onlar saf ve temiz müslümanlardı: “Havârîler dediler ki: ‘Biz Allah'a iman ettik; şâhid ol ki biz müslümanlarız.”1645 Sonra İslâm’dan ferâgat edilerek, özellikle Pavlos’un ve bazı mühtedî rolündeki yahûdilerin kasıtlı, bazı câhillerin de iyi niyetli tahrifleriyle hıristiyanlık adı altında yeni bir din ortaya çıktı. “Hıristiyanlık” ismini ilk kez kullanmaya başlayan 43-44 yıllarında Antakya’lı
1639] 4/Nisâ, 157
1640] Bk. 43/Zuhruf, 61
1641] 3/Âl-i İmrân, 55
1642] 5/Mâide, 117
1643] 19/Meryem, 30-31
1644] Bk. 5/Mâide, 117
1645] 3/Âl-i İmrân, 52
- 426 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müşrikler oldu. Pavlos ve Barnabas Antakya yöresine gelip dinlerini yaymak istediklerinde, kendilerine karşı çıkan müşrikler onlara alaylı bir şekilde Mesîhî anlamına gelen “hıristiyan” dediler. Daha sonra bu isim yaygınlık kazandı ve o günden itibaren kullanılmaya başlandı. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa’ya tâbi olanlara hiçbir zaman hıristiyan denilmemiştir. Onlara “nasârâ”, yani “yardımcılar” adı verilmiştir. 1646
Nasârâ, yani Hz. İsa’nın yardımcıları, onun insanların arasından çekilmesinden sonra çeşitli fırkalara ayrıldılar. Kimileri inkâr etmeye kalkarken, kimi de onu Tanrı’nın oğlu, hatta daha da ileri götürerek Tanrı ilân etmeye başladılar. Kur’an, bunların küfür ve şirklerini ilân ediyor: “Andolsun ki ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih: ‘Ey İsrâiloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin. Bilin ki kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki tek bir ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap vardır.” 1647
İsa (a.s.) hakkında böyle fırkalara ayrılan İsrâiloğulları, yaklaşık üç yüz sene sonra Doğu Roma İmparatoru Konstantin hıristiyanlığı kabul etti. Onun putperest anlayışı benimsetmek ve hıristiyanlığı bozmak için bu dine girdiği de söylenir. Şurası kesindir ki, Konstantin, Mesih’in getirdiği dini devlet dini haline getirmek için değiştirip tahrif etti. Dinde atmalar ve katmalar yaptı. Tevhid içerikli İncilleri yaktırdığı gibi, papalığı ilk defa o ortaya çıkardı. Kiliselere resimler, heykeller, putlar girmeye başladı. Mesih’in işlediğini zannettikleri bir günah sebebiyle orucu on gün arttırdılar. Böylece Mesih’in dini Konstantin’in dini oldu. Bunun yanı sıran Konstantin, on iki binden fazla kilise, manastır yaptırdı. Kendi adıyla anılan Kostantiniyye (İstanbul) şehrini kurdu ve kraliyet ailesini yeni dine soktu.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’dan sonra sadece tevhid kavramını zedelemekle kalmadılar. Bir çeşit putperestliğe de başladılar; azizlere, havârîlere, râhiplere ve mezarlara tapmaya başladılar. Kiliselere Hz. İsa, Hz. Meryem, havâriler, melekler ve hûrilerin heykelleri/putları yerleştirildi. 431 yılında papa kurulu bir araya gelerek Hz. İsa’nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem’in “Tanrı’nın anası” olduğu akîdesini resmen kabul ettiler. Yahûdilerin Tevrat’ı ve Hz. Mûsâ’nın dinini tahrif ettikleri gibi; hıristiyanlar da İncil’i ve Hz. İsa’nın getirdiği dini tahrif ettiler. 1648
Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece İslâmîyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın peygamber, hem de vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine müslümanlardan çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinin öldürdüklerini ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna da inanmazlar.
1646] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 544
1647] 5/Mâide, 72-73 ve Bk. 9/Tevbe, 30-31
1648] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 81-82
İSA (a.s.)
- 427 -
Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında, gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en büyük vebal, Hz. İsa’nın yoluna ihanet eden Pavlos’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa
“İsa” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 25 yerde geçer. Hz. İsa’nın lâkabı olan “Mesîh” 11 yerde ve çoğunluğu “İbn Meryem” şeklinde olmak üzere “Meryem” ismi de 34 yerde kullanılır. İsa ismi, Kur’ân-ı Kerim’de geçen âyetlerin tümünde “İbn Meryem -Meryem oğlu-” ifadesiyle geçer. Bu şekilde kullanılması, Hz. İsa’nın bir beşer olduğu ve bir beşerden doğduğunun vurgulanması için olmalıdır.
İsa, Meryem’in oğludur. Bâkire olan Meryem’den Allah’ın yaratıcı kudretinin bir nişanesi olarak doğmuştur; Allah’tan bir kelime’dir veya Allah’ın kelimesi’dir1649 ki, Allah onu Meryem’e ilka etmiş ve ona “Kün (Ol)!” demiş o da olmuştur.1650 Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişini yadırgayanlara Kur’an, Hz. Âdem’i örnek göstermektedir. Allah Âdem’i nasıl anasız ve babasız yaratmışsa ve buna gücü yetmişse İsa’yı da babasız yaratmıştır. Bunda Allah'a ve O’nun yüce kudretine iman edenler için bir gariplik yoktur. 1651
Hz. İsa’nın bir ünvan ve sıfatı da Mesih’tir. Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem, Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor: Adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.”1652 Bir âyette İsa’dan “Allah’ın rûhu” olarak bahsedilmektedir: “Meryem oğlu İsa Mesih... O’ndan bir rûhtur.”1653 Başka âyetlerde Yüce Allah’ın Âdem’e de rûhundan üflediği ifade edilmiştir.1654 Kur’an’da geçen “Kendinden bir rûh”, “Allah’tan bir rûh”, “Rûhumuzdan” ifadeleri, Allah’ın emrinden, yaratıklar âleminden bir rûh demektir. Allah’ın rûhu, hâşâ Allah’ın kendisi demek değildir. Bir erkek olmadan, sırf melek vasıtasıyla üflenen ruhtan yaratıldığı için, Hz. İsa’ya “Allah’tan bir rûh” veya “Rûhumuzdan” denmiştir. “Meryem’e kendi rûhumuzdan üfledik” âyeti de aynı anlamdadır. Bazı şeylerin Allah'a nisbet edilmesi, onların Allah katındaki değer ve itibarını belirtmek içindir. Hz. İsa da, Allah’ın yarattığı ruhtan, sperm aracılığı olmadan ve sadece meleğin üflemesiyle ana rahminde oluştuğu için “Allah’tan bir rûh” denmiştir.
Hz. İsa, Kur’ân-ı Kerim’e göre ancak bir kuldur.1655 Abdullah, yani Allah’ın kuludur.1656 Kur’an, onun kul olmanın ötesinde bir sıfatla anılmasını veya insanüstü bir varlık olarak düşünülmesini kesin ifadelerle reddeder ve Hz. İsa’nın da, gözde meleklerin de Allah'a kul olmaktan asla çekinmeyeceklerini belirtir.1657 Kendilerini Allah’ın kulu olarak ifade etmekten onur duyan peygamberlere tapılmaz,
1649] 3/Âl-i İmrân, 45; 4/Nisâ, 171; 19/Meryem, 34
1650] 4/Nisâ, 171
1651] 3/Âl-i İmrân, 59
1652] 3/Âl-i İmrân, 45
1653] 4/Nisâ, 171
1654] bk. 15/Hıcr, 29; 38/Sâd, 72
1655] 43/Zuhruf, 59
1656] 19/Meryem, 30
1657] 4/Nisâ, 171
- 428 -
KUR’AN KAVRAMLARI
onlara tanrı muâmelesi yapılmaz.
İsa (a.s.) dünya ve âhirette şerefli (vecîh) ve Allah'a yakın kılınanlardandır (mukarrabîn);1658 mübârek,1659 yani kendisinde başkaları için hayır ve bereket bulunan biridir. Beşikte iken konuşmuştur.1660 Şahsiyet olarak cebbâr, zorba ve şakî biri değildir.1661 Bir nebîdir: “Allah beni nebî/peygamber yaptı.”1662; rasûldür1663; Kitabı vardır.1664 “Kavlu’l-Hakk” hakikatin sözüdür veya gerçek sözdür.1665 Sâlihler (iyiler)dendir.1666 Muhâtaplarına “beni ilâh edinin” dememiştir;1667 Kitabının adı İncil’dir.1668 Kendinden önce geçen peygamberleri ve kutsal kitapları tasdik edip doğrulayan bir Allah elçisidir1669. Kendisi ve anası mûcize oldukları gibi,1670 peygamberliği de bir mûcize ve rahmettir. 1671
Hz. İsa, İsrâiloğullarına bir mesel, bir remz kılınmış,1672 muhâtaplarına belgeler ve hikmet getirmiş1673 ve Allah tarafından Rûhu’l-Kuds ile desteklenmiştir.1674 Allah kendisine Kitab’ı, hikmeti, Tevrât’ı ve İncil’i öğretmiştir.1675 İnkâr eden yahûdiler onun dili ile lânetlenmiştir. 1676
(Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Hz. İsa’nın (a.s.) geleceğini söylediğine dair mütevatir bir haber yoktur, ama Hz. İsa’nın Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini müjdelediğini, mütevatir haber olarak Kur’an’dan öğreniyoruz. Hz. İsa, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) geleceğini haber vermiştir: “Ey İsrâil oğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.”1677 Tevrat’ta olduğu gibi İncil’de de “ümmî peygamber”in geleceği yazılıdır.1678 Hz. İsa’nın has ve sâdık arkadaşları havârîler Allah'a ve O’nun elçisi Hz. İsa’ya iman ederek müslüman olmuşlardır.1679
Kur’ân-ı Kerim Hz. İsa’nın bazı mûcizelerine de temas etmektedir. Allah’ın izni ile o, ölüleri diriltmiş, hastalara şifa vermiş, balçıktan kuşlar yaparak onlara can vermiş, anadan doğma körü, alaca hastalığına tutulmuş kişiyi iyileştirmiş,
1658] 3/Âl-i İmrân, 45
1659] 19/Meryem, 31
1660] 3/Âl-i İmrân, 46; 5/Mâide, 110
1661] 19/Meryem, 32
1662] 19/Meryem, 30
1663] 4/Nisâ, 156, 171; 5/Mâide, 79; 61/Saff, 6
1664] 19/Meryem, 30
1665] 19/Meryem, 34
1666] 3/Âl-i İmrân, 46; 6/En’âm, 85
1667] 5/Mâide, 116
1668] 5/Mâide, 50; 57/Hadîd, 27
1669] 5/Mâide, 46; 3/Âl-i İmrân, 50
1670] 23/Mü’minûn, 50
1671] 19/Meryem, 21
1672] 43/Zuhruf, 57, 59
1673] 43/Zuhruf, 63; 5/Mâide, 109; 2/Bakara, 87, 253
1674] 2/Bakara, 87
1675] 5/Mâide, 110
1676] 5/Mâide, 78
1677] 61/Saff, 6
1678] 7/A’râf, 157
1679] 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111; 61/Saff, 14
İSA (a.s.)
- 429 -
İsrâil oğullarının yediklerini ve evlerinde sakladıkları şeyleri kendilerine haber vermiştir.1680 Hz. İsa, kulluk görevlerini bizzat yaptığını muhâtapları olan insanlara ifade etmiş, Allah’ın kendisine namaz kılmayı, zekât vermeyi, annesine iyi davranmayı emrettiğini açıklamıştır. 1681
Kur’an, Hz. İsa hakkında gerçek dışı inançlarında ısrar eden ehl-i kitabın dinde taşkınlık yapmamalarını, teslisten (üç tanrı anlayışı) vazgeçip Allah’ı birlemelerini emretmiştir.1682 Kur’an, bu âyetin dışında, değişik yerlerde de Allah’ın “çocuğu olmadığı” gerçeğini vurgular.1683 İsa (a.s.) kendisine insan olmanın dışında bir sıfat izâfe etmek isteyenlere “kul” olduğunu hatırlatma ihtiyacı duymuştur: “Ben şüphesiz Allah’ın kuluyum.”1684 Allah’ın bu konudaki soracağı soruya karşı: “Ben onlara sadece ‘Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ diye bana emrettiğini söyledim” diyecektir. 1685
Kur’an, bütün peygamberlerin yolunun ve tabiatıyla Hz. İsa’nın yolunun da “İslâm” olduğunu, onların müslüman olarak ölmeyi çocuklarına vasiyet edip öğütlediklerini;1686 kendilerini teslim olanlardan kılması, nesillerinden de teslim olan müslüman bir ümmet göndermesi için Yüce Allah'a duâda bulunduklarını1687 zikrettikten sonra şu soruyu yöneltmektedir: “Yoksa siz, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yakup ve torunlarının, yahûdi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: ‘Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” 1688
Hz. Muhammed (s.a.s.), İsrâiloğullarına ve hıristiyanlara da gönderilmiş bir peygamberdir. O, ehl-i kitabın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu kendilerine açıklamıştır. Ancak yahûdi ve hıristiyan toplumlar, kendilerini “Allah’ın oğulları ve sevgilileri” sayarak O’na karşı çıkmışlardır. Ehl-i kitap, aynı zamanda Uzeyr’i, İsa’yı (a.s.) Allah’ın oğlu sayan kimselerdir ve bu davranışlarından dolayı küfre girmişlerdir.1689 Hâlbuki Allah, İhlâs sûresinde de ifade edildiği gibi tektir, birdir, ortağı yoktur, mutlak hüküm sahibidir, hiçbir şeye muhtaç değildir; kimseden doğmadığı gibi kimseyi de doğurmamıştır. Onların küfür ve şirk anlayışları, bir âyette şöyle cevaplandırılır: “Allah, Meryem oğlu Mesih’i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi dilerse kim O’na karşı koyabilir?” 1690
Kur’an, Hz. İsa’nın tevhid inancını tebliğ eden bir Allah elçisi olduğunu açıklar ve onun tanrılaştırılmasına şiddetle karşı çıkar; Kur’an’a göre ona verilen gerçek İncil, bir hidâyet ve nur kaynağıdır; öğüt vericidir, yol göstericidir.1691 Hz. İsa’ya verilen saf ve gerçek İncil’de hıristiyanlara, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeleri ve iyi işler yapmaları emredilmiştir. Fakat ehl-i kitap, Tevrat ve İncil’e
1680] 5/Mâide, 10; 3/Âl-i İmrân, 49
1681] 19/Meryem, 33
1682] 4/Nisâ, 171
1683] Bk. 2/Bakara, 116; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 170; 19/Meryem, 88, 92; 21/Enbiyâ, 26; 25/Furkan, 2; 112/İhlâs, 3
1684] 19/Meryem, 30
1685] 5/Mâide, 117
1686] 2/Bakara, 132
1687] 2/Bakara, 128
1688] 2/Bakara, 140
1689] 5/Mâide, 12-18
1690] 5/Mâide,17
1691] 5/Mâide, 46
- 430 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uymamış, Rabbe kul olanlar ve bilginler günah söylemek, haram yemekten çevresindekileri yasaklamamışlardır. 1692
Hıristiyanların bu konudaki yanlış anlayışlarına cevap mâhiyetinde Kur’an, Hz. İsa konusunda sapık anlayışları düzeltir: “Meryem oğlu Mesih (İsa), sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de dosdoğru biridir. İkisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi...”1693 Hz. İsa da, kendisinden önce yaşamış peygamberler gibi normal bir insandı; Allah’ın elçisi idi. Diğerlerinden farklı bir yanı yoktu. Her peygamber gibi o da Allah’ın izni ile bazı mûcizeler göstermişti. Diğer insanlardan farkı olarak, tek hârikulâdeliği babasız dünyaya gelmiş olmasıydı. Onun sadece bu gözle görülmesi, böyle düşünülmesi gerekirdi. Fakat hıristiyanlar böyle davranmadılar. Onu Allah’ın tanıttığından başka türlü tanımaya ve tanıtmaya çalıştılar. Azıp saptılar; doğru yoldan çıktılar ve: “Hıristiyanlar, ‘Mesih, Allah’ın oğludur’ dediler.” Allah’ın oğlu ve kızı olmayacağı gerçeğini bir kenara ittiler. Peygamberlerin uyarılarını dikkate almadılar. Kur’an, onların bu iddialarının hiçbir haklı ve mantıkî gerekçesinin olmadığını, “Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir.” şeklinde ortaya koyar. Ve bu inançlarıyla da müşriklere benzediklerini belirtir.1694 Gerçekleri bu ölçüde saptıran kişileri de şöyle lânetler: “Allah onları kahretsin!” 1695
Hıristiyanlar Hz. İsa’ya Allah’ın oğlu demekle yetinmediler. Daha da ileri gittiler: “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir, dediler.”1696 Bu sözleriyle Meryem oğlu Mesih’in Allah olduğunu öne sürdüler. Kur’an, bir başka âyette hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili tanrılık iddialarının bir başka yönüne de işaret eder: “(Hıristiyanlar) Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler.”1697; “Oysa kendilerine yalnız tek mâbud olan Allah'a ibâdet/kulluk etmeleri emredilmişti.”1698 Bu emri dinlemediler. Azdılar ve saptılar. Şirkin en kötüsüne düştüler. Hâlbuki, Hz. İsa’nın dilinden kendilerine şöyle seslenilmişti: “... Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin (şirke düşmeyin). Zira kim Allah'a şirk/ortak koşarsa, şüphe yok ki Allah ona Cenneti haram etmiştir ve onun (neticede dönüp dolaşıp) varacağı yer Cehennemdir; zâlimlerin (böyle şirke düşenlerin) asla yardımcıları yoktur.” 1699
Hıristiyanlar, Hz. İsa’ya Allah veya Rab dedikleri gibi, anası Hz. Meryem’e de bu hususta bir pâye verdiler. Bir âyette Yüce Allah Hz. İsa’ya şöyle hitap eder: “Ey Meryem oğlu İsa! ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh edinin’ diye sen mi söyledin insanlara?”1700. Bütün gayesi, insanlara tevhidi, Allah’ın hak ve tek mâbud olduğunu öğretmekten ibaret olan bir peygamber kendisinin veya anasının ilâh olduğunu, kendisine veya anasına tapılmasını arzu edebilir mi? Bunun için en küçük bir îmada bulunabilir mi? Elbette bulunamaz. Nitekim, Hz. İsa, bu ağır ithama şöyle karşılık vermiştir: “Hâşâ, dedi, Sen yücesin. Benim için (böylesine) gerçek
1692] 5/Mâide, 63
1693] 5/Mâide, 75
1694] 9/Tevbe, 30
1695] 9/Tevbe, 30
1696] 5/Mâide, 17
1697] 9/Tevbe, 31
1698] 9/Tevbe, 31
1699] 5/Mâide, 72
1700] 5/Mâide, 116
İSA (a.s.)
- 431 -
dışı birşeyi söylemek yakışmaz. Eğer söylemiş olsam Sen bunu bilirsin.”1701 Hz. İsâ muhataplarına neyi telkin ve tavsiye ettiğini açıklama ihtiyacı duydu ve şöyle devam etti: “Ben onlara; ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet/kulluk edin’ diye Senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim.” 1702
Ehl-i kitabın yanlış söz ve inançlarını eleştiren Kur’an, şöyle emir ve tavsiye eder: “Allah'a ve elçilerine iman edin; (ilâhlar) üçtür demeyin! Kendi faydanıza olarak buna son verin... Allah, ancak bir tek ilâhtır.”1703 Yahûdiler de: “Meryem oğlu Mesih’i öldürdük” dediler. 1704 Rab ölür mü? Allah -hâşâ- öldürülür mü? Ölen veya öldürülen varlık ilâh olur mu, düşünmediler. Allah, gerçekleri kabul etmeyişleri sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir.1705 Yahûdilerin önemli bir yanlışı da şöyle düzeltilir: “Onlar onu (Hz. İsa’yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Kesin olarak onu öldürmediler.” 1706
Peygamberimiz ve bütün peygamberler gibi Hz. İsa da, muhâtaplarının çeşitli ithamlarına mâruz kalmıştır: “(İsa) İsrâiloğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkâr edenler, ‘bu apaçık bir büyüdür’ demişlerdi.”1707 Yüce Allah onların vermeleri muhtemel zararlardan İsa’yı (a.s.) korumuştu. 1708
Hz. İsa ile ilgili, Onun hayatını, tebliğ ve mücâdelesini anlatan âyetleri görelim:
“...Meryem oğlu İsa’ya da mûcizeler verdik. Ve onu, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik...“ 1709
“Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrâhim ailesi ile İmrân ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir. İmrân’ın karısı şöyle demişti: ‘Rabbim! Karnımdakini âzatlı bir kul olarak sırf Sana adadım. Adağımı kabul buyur. Şüphesiz (niyazımı) hakkıyla işiten ve (niyetimi) bilen Sensin.’ Onu doğurunca, Allah, ne doğurduğunu bilip dururken: ‘Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu Senin korumanı diliyorum’ dedi. Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyyâ’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık bulur ve ‘Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?’ der; o da: ‘Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir’ derdi.” 1710
“Melekler demişlerdi ki: ‘Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesîh’dir; dünyada, âhirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır. O, sâlihlerden olarak beşikte iken ve yetişkinlik halinde insanlara (peygamber sözleriyle) konuşacak.’ Meryem: ‘Rabbim! dedi, bana bir erkek eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?’ Allah şöyle buyurdu: ‘İşte böyle, Allah dilediğini yaratır. Bir işe
1701] 5/Mâide, 116
1702] 5/Mâide, 117
1703] 4/Nisâ, 171
1704] 4/Nisâ, 157
1705] 4/Nisâ, 155
1706] 4/Nisâ, 157
1707] 5/Mâide, 110 ve benzer ifade için Bk. 61/Saff, 6
1708] 5/Mâide, 110; Hz. İsa’nın hayatı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 235-265
1709] 2/Bakara, 87
1710] 3/Âl-i İmrân, 33-37
- 432 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmedince ona sadece ‘ol!’ der; o da oluverir.’ (Melekler, Meryem’e hitâben İsa hakkında sözlerine devam ettiler:) ‘Allah ona Kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretecek. O, İsrâiloğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) ‘Size Rabbinizden bir mûcize getirdim: Size çamurdan bir kuş sûreti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o, kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’min kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir mûcize getirdim. O halde Allah’tan korkun, bana da itaat edin. Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur.’
İsa, onlardaki inkârcılığı sezince: ‘Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?’ dedi. Havârîler: ‘Biz, Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a iman ettik, şâhit ol ki bizler müslümanlarız’ cevabını verdiler. (Havârîler:) ‘Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve Peygamber’e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şâhitlerden yaz’ dediler. (Yahûdiler) tuzak kurdular; Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak Kur’anların hayırlısıdır. Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.” 1711
“Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.” 1712
“Bir de inkâr etmelerinden ve Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından. Ve ‘Allah’ın rasûlü, Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden... Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” 1713
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (O) Allah’ın rasûlüdür, Meryem’e ulaştırdığı (“Ol=kün”) kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan (O’nun tarafından gönderilmiş, yahut te’yid edilmiş, veya Cebrâil tarafından üfürülmüş) bir ruhtur. Allah'a ve peygamberine iman edin. ‘(Tanrı) üçtür’ demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah'a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 1714
“Allah o zaman şöyle diyecek: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene (verdiğim) nimetimi hatırla! Hani seni mukaddes rûh (Cebrâil) ile desteklemiştim; (bu sayede) sen beşikte iken de yetişkin çağında da insanlarla konuşuyordun. Sana Kitabı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrât ve İncil’i öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey
1711] 3/Âl-i İmrân, 45-55
1712] 3/Âl-i İmrân, 59
1713] 4/Nisâ, 156-159
1714] 4/Nisâ, 171-172
İSA (a.s.)
- 433 -
yapıyordun da ona üflüyordun, hemen Benim iznimle o bir kuş oluyordu. Yine Benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun. Ölüleri Benim iznimle (hayata) çıkarıyordun. Hani İsrâiloğullarını (seni öldürmekten) önlemiştim; kendilerine apaçık deliller (mûcizeler) getirdiğin zaman inkâr edenler: ‘Bu apaçık bir sihirdir, başka değil’ demişlerdi.” 1715
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin’ diye sen mi dedin?’ buyurduğu zaman o şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; Hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim Sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin; hâlbuki ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybı/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 1716
“(Rasûlüm!) Kitapta Meryem’i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. Meryem, onlara karşı bir perde çekmişti. Derken, Biz ona rûhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: ‘Senden, çok merhametli olan Allah'a sığınırım! Eğer Allah’tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma). Ruh: ‘Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim’ dedi. Meryem: ‘Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir?’ dedi. Melek: ‘Öyledir, (zira) Rabbin buyurdu ki: ‘Bu Bana kolaydır. Çünkü Biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız’ dedi. Bu, hüküm ve karara bağlanmış bir iş idi. Meryem ona hâmile kaldı. Bunun üzerine onunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. ‘Keşke, dedi, bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’
Altından (İsa veya melek) ona şöyle seslendi: ‘Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma ağacını kendine doğru silkele ki, üzerine olgun taze hurma dökülsün. Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: ‘Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım. Nihâyet onu kucağında taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: ‘Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş yapmışsın! Ey Hârun’un kızkardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine çocuğu gösterdi. ‘Biz, dediler, beşikteki bir sabî ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: ‘Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O, beni mübârek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa, Hak sözünce budur. Allah için bir evlât edinmek, olur şey değildir. O, münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman, ona sadece ‘Ol!’ der ve hemen olur. Muhakkak ki Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur.” 1717
Ve birkaç hadis-i şerif: “Ben, dünyada da âhirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peygamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” 1718
1715] 5/Mâide, 110
1716] 5/Mâide, 116-117
1717] 19/Meryem, 16-36
1718] Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fezâil 145, hd. no: 2365; Ebû Dâvud, Sünnet 14, hd. no: 4675; Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 179-180
- 434 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Nasârânın (hıristiyanların) İbn Meryem’i (Hz. İsa’yı) bâtıl üzere medhettikleri gibi siz de beni medhetmekte mübâlâğa etmeyin! Şüphesiz ki, ben bir kulum; bana: ‘Allah’ın kulu ve O’nun rasûlü’ deyin.” 1719
“Zamanındaki dünya kadınlarının hayırlısı İmrân kızı Meryem’dir. Bu ümmetin kadınlarının hayırlısı da Hadîce’dir.” 1720
Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yaklaşık 30 yaşına geldiği zaman, Vaftizci Yahya insanları şu tarzda uyarmaya başlamıştı: “Tevbe edin, çünkü göklerin saltanatı yakındır.”1721 Vaftizci Yahya’nın Yahûdiye çölündeki bu irşad hareketine Hz. İsa da katılmış ve diğer insanlarla beraber o da vaftiz edilmişti. Bir gün duâ ederken gökler açılmış ve kendisine “Rûhu’l-Kuds” aracılığı ile ilk “ses” gelmiştir.1722 Hz. İsa’nın söyledikleri halkı sevindirmiş ve onun etrafında kümelenmelerine yol açmıştır. Ancak yahûdilerin önderleriyle okumuşları onu devrimci bulmuş ve öğrettiklerini tehlikeli saymışlardır. Önceleri ses çıkarmamışlarken, sonraları amansız düşman kesilmişlerdir. Bundan sonra Hz. İsa “şâkirtler” (Kur’an’da “Havârîler”) diye anılan 12 öğrenci ile daha çok meşgul olmuş ve onları eğitmiştir. Baştan kendisinden hoşlanan halk, karşı telkinlerin de etkisiyle onu reddetmiş, hatta ailesi bile bu harekete sıcak bakmaz olmuştur. Kudüs’teki dinî otoritelerin İsa’yı (a.s.) tutuklatmalarından önce onun aktif bir çalışma içinde olduğu anlaşılmaktadır1723. Tutuklanan Hz. İsa, yahûdi yüksek mahkemesince ölüme mahkûm edilmiş, bu mahkûmiyet Roma valisince çarmıha germe şekline dönüştürülmüştür.
İsa’nın (a.s.) askerlerce götürülmesi ve tutuklanması üzerine bütün öğrencileri ve sevenleri kendisini yalnız bırakmışlardır. Belki de pek çoğu ümitleri tamamen sönmüş vaziyette evlerine çekilmişlerdir. Haçta ölen ve mezarı kapatılan Hz. İsa’nın kabrinin iki gün sonra boş bulunduğu söylenmektedir.1724 Hz. İsa’nın mezarından kıyam etmiş olduğuna kendi öğrencileri (Havâriler) bile önceden güçlükle inanmışken, sonradan, onun yaşadığı kanaatini benimsemişlerdir. 1725
Hıristiyanların temel inançlarından biri, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesiyle ilgilidir. Hz. Âdem, yasak meyveyi yiyerek Allah'a âsi olunca onun bu günahı soyunda devam edegeldi. Âdem soyundan gelen bütün insanlar, atalarının işlediği, kendilerine miras kalan bu günah yüküyle doğarlar. İnsanlar, hem kendi işledikleri günahlarından ve hem de babaları Âdem’in günahından ötürü cezaya müstahak oldular. Adâlet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günah yüzünden bir problem ortaya çıktı: Âdemoğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalandırmaması da adâletine aykırı düşecekti. İşte Allah, düşündü; nihâyet günümüzden yaklaşık iki bin sene önce, bu iki sıfatını bağdaştırmanın yolunu buldu: Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyaya gelecek, insanlar
1719] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 181
1720] S. Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 167
1721] Matta, 3/1
1722] Luka, 3/21
1723] Bk. Rasullerin İşleri, 10/37-38; İşaya, 61/1-2; Luka, 4/16-19
1724] Markos, 16/2-6; Rasullerin İşleri, 2/23-24; Luka, 24/44-51
1725] Bk. Luka, 24/44-51
İSA (a.s.)
- 435 -
gibi yiyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu fedâ ederek insanlığı ezelî günahından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsa’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günahtan kurtarmak için kendini fedâ etmesidir.
Eldeki 4 İncillerin hepsinde Hz. İsa’nın haça gerildiği belirtilirken, aynı zamanda haça gerilen kimsenin lânetli olduğu da belirtilir. Güya Hz. İsa, tüm insanlık uğruna kendini feda ederken, lânete müstahak da olmuş, ödül yerine ceza almıştır. Kitab-ı Mukaddes’te bu konu şöyle ifade edilir: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak bizi şeriatın lânetinden kurtardı; çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”1726 Bu konu, Ahd-i Atik’te (Tevrat’ta) şöyle yer alır: “...Asılmış olan adam Allah tarafından lânetlidir.”1727 Hem tanrı ve hem de lânetli olmak! Tam dalâlet ehlinin/sapıkların, aklını kullanmayan, kitaplarını tahrif ve dinlerini oyuncak edenlerin anlayışı...
Aslında çarmıha gerilme ve göğe kaldırılma inancı, eski dinlerden beri süregelen bir inançtır; şirk inancı. İnsanlık için kendini fedâ etme hikâyesi, çeşitli toplumlarda din kurucusu ve liderlerine uyarlanmıştır. İlâhî adâlete ve mantığa uymayan bu itikad, putperestlikten hıristiyanlığa geçmiştir. Hinduizm’de de insanlığın ezelî günahından ve bunun kaldırılması için babasız dünyaya gelen Krişna’nın, kendisini fedâ ettiğinden, asılırken başında altın bir taç bulunduğundan söz edilir. Krişna, elleri ayakları delinerek, yani çivilenerek asılmıştır. Hıristiyanlara göre de İsa asılırken başında dikenden bir taç vardı. Eski Uzakdoğu dinlerinin birçoğunda elleri ayakları çivilenerek asılmak suretiyle insanlığı ezelî günahtan kurtaran bir din büyüğünden söz edilir ve bu adam, Allah’ın insan biçiminde bir görüntüsü kabul edilir.1728
Şeyh Tantâvi, İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilmesi hikâyesinin, bir Bâbil efsânesinden hıristiyanlığa adapte edilmiş olduğunu, müslümanlığı kabul etmiş olan Lord Headly’nin “İslâm İçin Batılıları İkaz” adlı kitabından naklediyor. Lord Headly, 1903-1904 yıllarında Alman arkeologlar tarafından keşfedilen Asur yazısıyla yazılmış iki Bâbil yazıtından Bill’in dramının, aynen hıristiyanlığın kabul ettiği İsa dramına benzediğini 14 benzer delil göstererek izah ediyor.1729 Yine, Yunan mitolojisindeki, diğer tanrılar görmeden ateşi çalıp insanlara götüren ve sonra tanrıların yakalayıp cezalandırdığı, insanlık için kendini feda eden Promete adlı Yunan tanrısının etkisi vardır.
Allah’ın Hz. İsa’nın doğumuna dek bu kadar yıl -hâşâ- kullarını kurtaracak bir yol bulamaması, Hz. Âdem’den binlerce yıl sonra ancak çare bulabilmesi, -hâşâ- bu uzun süre içinde câhil ve âciz kalması, Hz. İsa’dan önce yaşamış insanların günahkâr ve cehennemlik olarak ölmesi, içlerinde peygamberlerin de bulunduğu bu insanların kendi işlemedikleri suçtan mahkûm olmalarının adâletle nasıl bağdaşacağı, Allah’ın bir günahı direkt bağışlamaya gücünün yetip yetmemesi, İsa’nın asılmasından başka çarenin niçin olmadığı, kendi oğlunun haça gerilmesinin ayrıca bir suç teşkil edip edilmemesi, Allah’ın âciz ve zayıf bir çocuk şekline girip anne karnında kalan zavallı biri olarak görülmesinin ilâhî azametle/
1726] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
1727] Tesniye, 21/23
1728] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm, c. 6, s. 32-33
1729] Tantavî, El-Cevâhir, 10/23; naklen S. Ateş, K. Ans. 10/213-214
- 436 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yücelikle nasıl bağdaşacağı, haça gerilenin İncillere göre mel’ûn kabul edilmesiyle1730 bu olayın bağdaştırılması gibi nice sorular sorulabilir; ama hıristiyanlardan pek mantıklı cevap alınamaz. Çünkü aklı bırakmadan hıristiyan olunamayacağı belirtilir.
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Tanrı, hem birdir, hem üçtür; üçlü koalisyon olarak insanları gökten yönetmektedirler. Hz. İsa, insanların doğuştan sahip oldukları aslî günahın keffâreti olarak kendini insanlık için fedâ etmiştir.
Hz. İsa’nın Çarmıha Gerilmesiyle İlgili İncillerdeki Kuşkular: Kur’an, Hz. İsa’nın haça gerilmediğini, idam edilmediğini kesin bir dille belirtirken, bu olayın şâhitlerinin de kuşkularını dile getirir: “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil; zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler.”1731 İncillerde Hz. İsa’nın şâkirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediği belirtiliyor. İsa’nın bizzat öğrencileri, onun hakkında kuşkuya düşeceklerine göre, olayı sisleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gâyet doğaldır. Bugünkü 4 İncil’de İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldırıldığı, birbiriyle hayli çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. 1732
İncillere göre çarmıha gerilme olayı gece olmuştu. İsa’yı yakalamağa gelenler onu tanımıyorlardı. Askerler geldikleri zaman, bütün şâkirtleri (havârileri) İsa’nın yanından kaçmışlardı. Sadece Petrus, çok uzaklardan olayı seyretmiş, ama askerlerin Hz. İsa’yı yakaladıklarını yakından görememişti. Demek ki Hz. İsa’nın yakalanışını ve çarmıha gerilişini, onu tanıyanlardan hiç kimse görmemişti. Onu ihbar eden Yahuda da İsa (a.s.) yakalandıktan sonra bir daha görülmemiştir.
İncillerin anlatımından, vali Platus’un İsa’yı sevdiği, onu korumak istediği anlaşılmaktadır. Nitekim yahûdi kâhinlerine, bu suçsuz adamı asmak istemediğini, onun yerine başka birini asmaya râzı olmalarını önermişti. Yahûdiler ille onun asılmasını isteyince, vâli, İsa’yı yakalayıp onun yerine bir başkasını İsa diye çarmıha gerdirmiş olabilir. Nasıl olsa kâhinler ve askerler içinde İsa’yı tanıyan yoktu. Yine İncillere göre, çarmıha gerildikten sonra İsa’nın kabrine gidenler, onun cesedini görememişlerdi. Demek ki İsa çarmıha gerilmemişti. Fakat onlar İsa’nın mutlaka çarmıha gerilip öldürüldüğüne inandıkları için cesedini kabirde göremeyince İsa’nın dirilip cesediyle birlikte göğe çıkartıldığına inandılar.
İsa’nın şâkirtleri, Taberiye gölünde balıkçılık yapan kimselerdi. Öyle parlak zekâlı, bilgin kişiler değillerdi. Bir olayın bütün yanları görülüp anlaşılmayınca özellikle ümmî insanlar arasında efsaneleştirme, olaya olağanüstülük niteliği verme eğilimi vardır. İşte İsa’nın (a.s.) cesedinin kaldırılıp göğe yükseltilmesi inancı da olayın niteliğinin bilinmemesinden doğmuştur. Peygamberlerin mûcizesi elbette vardır, ama ölen kimsenin dirilip cesediyle birlikte göğe çıkması Kur’an’da sünnetullah denen ilâhî yasalara aykırıdır.
Yine Kur’an’ın Hz. İsa’nın asılmadığını ve bu konuda şâhitlerin şüpheye düştüğüyle ilgili diğer bir izah tarzı şudur: Hz. İsa’yı öldürecek olanlar, İncillerin
1730] Bk. Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14; Tesniye, 21/23
1731] 4/Nisâ, 158
1732] Bu çelişkiler için karşılaştırın: Matta, 26-27. Bap; Markos, 13; Luka, 23-24; Yuhanna, 13. baplar
İSA (a.s.)
- 437 -
verdiği habere göre onu tanımıyorlardı. İncillere göre otuz gümüş karşılığında İsa’nın bulunduğu yeri haber veren şâkirdi/havârisi Yahuda İskaryot, askerlere: “Ben kimi öpersem, İsa odur, onu yakalayın” diye işaret vermişti.1733 Barnaba İncilinde askerlerin, İsa sanarak Yahuda İskaryot’u yakaladıkları, çünkü onun İsa’ya benzetildiği belirtilir.1734 Dört İncil’le Barnaba İncili’nin birleştiği nokta, İsa’yı yakalamağa gelenlerin, onu tanımadıklarıdır. Tanımadıklarına göre yakaladıkları şahsın isa olduğundan emin olamazlardı. Hıristiyanlarca mûteber İncillerden üçü, Yahuda’nın, yaptığı ihanete pişman olarak İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra kaybolup görünmediğini söylüyor. Kimine göre İsa, yakalanınca Yahuda üzüntüden kendisini asmış,1735 kimine göre de Yahuda İsa’yı haber vermesi karşılığında aldığı paralarla bir tarla satın almış, oradaki tepeden baş aşağı düşüp ortadan çatlamış, bütün bağırsakları dökülmüştür. 1736
Bu rivâyetler, İsa’nın (a.s.) yakalanmasından sonra Yahuda’nın bir daha görünmediğinde birleşiyorlar. Ama onun âkıbeti hakkında kesin bilgi yoktur. Gerçekten görünmemiştir, çünkü İsa yerine o asılmıştır. M. Reşid Rızâ, bu konuda özetle şöyle diyor: “İsa’ya çok benzeyen Yahuda, önce İsa’nın saklandığı yeri para karşılığında askerlere haber verdi. Sonra bu yaptığına pişman oldu, vicdan azabından kurtulmak için kendisini İsa diye tanıtıp asıldı. Hıristiyan kaynaklarında İsa’yı haber veren Yahuda’nın İsa’nın asılmasından sonra bir daha görülmeyip intihar ettiği belirtilir. Kendini İsa diye tanıtıp askerlere teslim olması da bir çeşit intihardır. Demek ki Kur’an’ın dediği gibi Allah, İsa’ya ikram edip onu düşmanlarının elinden kurtarmış ve İsa, gizlice başka bir ülkeye gidip normal hayatını yaşadıktan sonra vefat etmiş, vefatından sonra da ruhu, Allah katında yüce derecelere yükseltilmiştir. 1737
İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri
Hz. İsa’nın normal bir insan olduğuna dair 4 İncil’in hemen her sayfasında satırlara veya bunu ifade eden anlatımlara rastlanmaktadır. “Çocuk büyüyor, kuvvetleniyor ve hikmetle doluyordu; Allah’ın inâyeti de onun üzerinde idi.”1738; “İsa, hikmette ve kamette (boy ve bosca), Allah ve insanlar yanında terakkî ediyordu.”1739; “Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir çocuk bulacaksınız.” 1740
İncillere göre Hz. İsa, bir çocuk olarak konuşmaya son derece arzulu idi ve özellikle dine karşı büyük bir ilgi duymakta idi. Fazlaca seyahat etmiş ve bu gezilerinden yorgun düşmüştü. Susayan, yiyip içen, uyuyan, neşelenen, dertlenen bir insandı. Bilgisi ve gücü sınırlı idi. Dostluklardan hoşlanır, kişisel dikkatli davranışları takdir ederdi. Memleketini ve halkını seviyor, dertleriyle dertlenip ilgileniyordu. Doğaya, çiçeklere, kuşlara düşkündü. İncillerde 26 yerde Allah'a duâ ettiği bildirilmektedir. Ondan fazla yerde onun, Allah’ın irâdesini aradığı belirtilmiş; şuurlu bir şekilde Allah'a bağlı olduğu açıklanmıştır. Hz. İsa’nın, kendisi için
1733] Matta, 26/48
1734] Barnaba, fasıl 210, s. 309
1735] Matta, 27/5
1736] Rasullerin İşleri, 1/18
1737] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 10, s. 203-205
1738] Luka, 2/40-43. 48, 51
1739] Luka, 2/52
1740] Luka, 2/12
- 438 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullandığı deyim, bir “insan oğlu” olduğudur. Bu deyim, 4 İncil’de en az 70 defa geçmektedir. Bu ifade, Hz. İsa’nın kendisini normal bir insan saydığını en açık bir şekilde göstermektedir. 1741
Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. İncillerde tam 37 yerde Hz. İsa, kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini belirtir. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”1742 Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamd ediyorlardı.”1743 Hz. İsa, kendisini Allah’ın gönderdiğini söyler: “Ben kendiliğimden bir şey yapamam; işittiğim gibi hükmederim ve benim hükmüm doğrudur. Zira ben kendi irâdemi değil; fakat beni gönderenin irâdesini ararım.”1744 Bunları söyleyen birinin tanrı olması veya kendini ilâh diye tanıtması, hatta bu konuda en küçük bir îmada bulunmuş olması düşünülemez. “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.
Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte, benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim; Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân edecektir.”1745; “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.”1746 Bu ifadeye göre Hz. İsa, çarmıha gerilirken Allah’a kendisine niçin yardım etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?
İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibâdet ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi.”1747; “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek için dağa gitti.”1748; “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” 1749
“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim? Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır; ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar. Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip dedi: Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara tenbih ederek emretti.” 1750
1741] Abdullah Aydemir, a.g.e. s. 247
1742] Matta, 21/11
1743] Luka, 7/16
1744] Yuhanna, 5/30
1745] Matta, 12/18
1746] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
1747] Matta, 14/22-23
1748] Markos, 6/46
1749] Luka, 6/12
1750] Luka, 9/18-21
İSA (a.s.)
- 439 -
“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip duâ edinceye kadar siz burada oturun.”1751 Duâ bir ibâdettir. Zaten özel yere çıkıp duâ etmesi, namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a göre bütün peygamberler gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.1752 İbadet etmek, kulluk alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara anlat!
Hıristiyanlıkta Allah’tan, daha ziyade “Baba” diye bahsedilmektedir.1753 Dört İncil’de çeşitli vesilelerle Hz. İsa’nın 150 defa “baba” kelimesini kullandığı belirtilmekte ve aynı kelimenin Yeni Ahid’de 300 kez geçtiği görülmektedir. Belki de şefkat, bağışlama, güven ifadesi olarak mecâzi anlamda kullanılan “baba” kelimesi, sonradan Hz. İsa’nın babası olarak karşımıza çıkmıştır. Tabiatıyla İsa da -hâşâ- Allah’ın oğlu olmuştur. Zamanla “Allah’ın oğlu”nun alelâde bir insan olarak görülmesiyle yetinilmemiş, ona önce ilâhlıkta bir pâye verilmiş ve daha sonra da ilâh olarak karşımıza çıkmıştır ve işin sonu, tesliste karar kılınmıştır.
Bugünkü bilinen en eski İncil bile, orijinal İncil’in latince çevirisidir. Hz. İsa’ya indiği dilde bir İncil elde mevcut değildir. Orijinalinde ne olduğunu bilmediğimiz kelimeler latinceye “baba” ve “oğul” şeklinde çevrilmiştir. Fakat bu latince tercümelerde bile “oğul” kelimesi sırf Hz. İsa için değil; Allah’ın tüm sevgili kulları için kullanılır. Aynı şekilde “baba” kelimesi de, sadece Hz. İsa’nın babası anlamında değil; tüm kulların babası manasında kullanılır: “Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız.”1754; “... Benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Allah’ımın ve sizin Allah’ınızın yanına çıkıyorum.”1755 Yani mevcut İncil’i şu andaki tercümesiyle eline alan bir kişi bile, şu andaki anlatımıyla “Allah’ın oğlu tanrı İsa”yı İncil’de bulamaz. Çünkü bu tâbirin tüm insanlar için kullanılması, bu kavramın mecazî anlamda kullanıldığını gösterir. Büyük bir ihtimalle İncil’in orijinalinde “kul” manasına yakın bir kelime “oğul”; Yaratıcı anlamına yakın bir kelime de “baba” diye (cahilce veya kasıtlı tahrif gereği) çevrilmiştir. Fakat her şeye rağmen, İncil’in her yerinde bu kelime, bu tarzda çevrildiği için, kelimenin tüm insanlık için kullanılmış olmasından, ne mana kasdettiği anlaşılabilir. Problem, kutsal kitabın tahrifi kadar; belki ondan da büyük yanlış olarak, Kitab’ın müteşâbihat cinsinden olan kelime ve kavramlarını tahrif etmek, beşerî yorumları vahyin önüne geçirmek, Kitab’a göre inanılması gerektiği halde; yanlış kabullere göre Kitab’ı te’vil etmektir. İbret alınmadığı müddetçe, bu problemin müslümanlara yansıması da kaçınılmazdır.
Hıristiyanlara göre teslisin asıl unsuru Baba’dır. Allah’ın özü, Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Rûhu’l-Kuds Tanrı olarak görünse de, yine o birdir. Kitab-ı Mukaddes’te Allah’ın bir olduğunu kesin şekilde belirten tevhidle ilgili ifadeleri tümüyle atamayan hıristiyanlar, bunu te’vil etmişler, aklın almayacağı izahlarla olayı geçiştirmişlerdir. Onlara göre Allah, hem birdir hem üçtür. Kutsal üçlük’ün üç şahsının her biri Tanrı’dır. Bunlar, bir olan Tanrı’nın değişik tezâhürleri, sıfatları olarak izah edilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanlarca bu üçlük, “izahı zor, fakat inanılması gerekli bir sır” olarak formüle edilmiştir. Hıristiyan inancına göre Baba
1751] Matta, 26/36) (Ve yine Bk. Luka, 11/1
1752] 19/Meryem, 31
1753] Luka, 23/46
1754] Matta İncili, 5/45
1755] Yuhanna İncili, 20/17
- 440 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak nitelendirilen Tanrı, nurdur; İsa da O’nun oğludur. Tanrı, İsa’nın şahsında insan ile birleşmiştir. İsa’nın bedeni insan, ruhu tanrıdır. Onda tanrılık bir öz vardır. Bu görüşler, nasıl te’vil edilirse edilsin Kur’an’a göre “şirk”tir, Allah’a eş koşmaktır.1756 Kur’an’a göre Hz. İsa, bir tevhid peygamberi olarak bunlardan münezzehtir. 1757
Hz. İsa’nın Babasız Doğma Mûcizesi
Her müslüman, Kur’an’ın açık ifadesine inanarak Hz. İsa’nın babasız doğduğuna inanır. Kur’an, Hz. İsa’nın babasız doğumunu, annesiz ve babasız yaratılan Hz. Âdem’e benzetir: “Allah yanında İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir; Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi, hemen oluverir.” 1758
Determinizm ve materyalizm 19. asır Avrupa’sında patlak verince tüm mânevî değerlere saldırdı; bu arada Hz. İsa’nın babasız doğuş mûcizesini de inkâr ederek alay konusu haline getirdi. Hatta, biyolojiye koydukları “kendi kendine üreme olmaz” ilkesinde sırf Hz. İsa’ya sataşma amacı gütmüşlerdir. Her konuda olduğu gibi, biyolojide de erken ve eksik bilgilere rağbet ederek böyle yanlış kural ve yargılara varmak ateistlerin âdetidir. Bilimdeki gelişmeler, eski yanlış teorileri çökertmekte, çok kere bilim, kendi putunu kendi devirmektedir. Dün, “babasız çocuk olmaz” diyen bilim adamları, bugün canlıları klonlayarak laboratuar şartlarında canlı kopyalamaya çalışmaktadırlar. Aslında çağımız biyolojisi, bir embriyonun oluşumunu ve gelişimini oldukça iyi ölçülerde tanıyabilmektedir. Bugünkü biyoloji verileri ile şöyle demek daha doğru olur: Asıl mûcize, babasız çocuk doğurmak değil; babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır. Çünkü ince hikmet nedeniyle annenin yumurta hücresi bir çocuğu tümüyle meydana getirme yeteneğine sahip iken, özellikle yetkisi Allah tarafından elinden alınmıştır. 1759
Hz. İsa’nın babasız doğmasına bazılarının akıllarının ermemesi; bakmasını bilmedikleri, bakış açılarının yanlışlığı sebebine dayanır. Allah’ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarını aynı kefeye koyup mukayese etme yanlışlığıdır. Bilinmesi gerekir ki, insanlar için yapılması imkânsız olan şeylere Allah’ın “ol” demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa da değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misalleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.
Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sonra ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir. Bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Bu tip üremeye biyolojide “partenogenetik üreme” denilir.
Hz. İsa’nın babasız oluşunu, “aklımız almıyor” diye inkâr edenler, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini hangi akılla ve nasıl açıklayacaktır?
1756] 5/Mâide, 17, 72-73; 9/Tevbe, 30-31
1757] 5/Mâide, 72
1758] 3/Âl-i İmrân, 59
1759] Halûk Nurbaki, Kur’an’dan Âyetler ve İlmî Gerçekler, s. 332
İSA (a.s.)
- 441 -
Bir başka örnek de yaprak bitleri (afidler)’dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşayan bu böcekler çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilkbaharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda meydana gelir. Su pireleri (dafnialar) de belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar. Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları da babasız ürerler.
Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenâb-ı Hak mânen diyor ki: “Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın.” Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde sadece birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri yoktur. Meselâ, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Akıl, hâfıza, hayal, sevgi, nefret, şefkat gibi mânevî cihazlarımızı nereden aldık? Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu hârika yapıyı o tek hücreden çıkardı? Mâdem biz varız; Kendimizi inkâr edemiyoruz ve mâdem tek bir hücreden yaratılmışız. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?
Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtasıyla olacak diye bir kural yoktur. Bakteriler birkaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var, ne de baba. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve oluyor iki bakteri. Diğer taraftan ilk insan Hz. Âdem’in annesiz ve babasız yaratıldığı gibi, milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.
Her sebebin, her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı sözkonusudur. Hikmet-i İlâhî böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa, büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mûcizeler ise zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mûcizesi de tıpçıları âciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, ölüleri diriltme gibi mûcizelerle devam etmiştir. Başta babasız doğum olmak üzere bu mûcizelerle ruhu inkâr eden ve insanı sadece maddî organlardan ve sebep sonuç ilişkilerinden ibaret kabul eden topluma, ruh ve can konusunu düşünmeleri hatırlatılır. Hz. İsa’nın babasız doğuşu, Allah’ın istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu olay ile O, bizim sebepleri putlaştırıp sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Allah’ın kendi yarattığı sebeplere uyma zorunluluğunun olmadığını isbat ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları annesiz babasız da yaratabileceğini gösteriyor. 1760
Hz. İsa’nın Ref’i ve Nüzûlü Meselesi
Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yahûdilerin şikâyeti üzerine, Romalılar
1760] A. Tatlı, M. Dikmen, (İ. Arıcıoğlu) Merak Ettiklerimiz, s. 48-50
- 442 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tarafından çarmıha gerilmiş ve haçta insanların günahı için ölmüştür. Gömülmesinden üç gün sonra kıyam etmiş, havârilerine görünmüş, onlarla yemek yemiş ve sonunda göğe yükselerek Allah’ın yanına çıkmış, O’nun sağına yerleşmiştir. Kıyâmetten önce dünyaya gelecek, dünyayı sulh ve adâletle dolduracak, kendisine inanmayanlardan öç alacak ve saltanatı ebedî olarak sürecektir. 1761
Muharref İncillerde, Hz. İsâ’nın göğe çekildiği ısrarla üzerinde durulan konulardan biridir. “Hiç kimse göğe çıkmamıştır; ancak gökten inmiş olan İnsanoğlu çıkmıştır; o ki, göktedir. Ve Musa’nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece İnsanoğlu da yukarı kaldırılmak gerektir, ta ki, iman eden her adamın onda ebedî hayatı olsun. Zira Allah dünyayı öyle sevdi ki, biricik Oğlunu verdi; ta ki, ona iman eden her adam helâk olmasın, ancak ebedî hayatı olsun. Çünkü Allah dünyaya hükmetsin diye değil, ancak dünya onun ile kurtulsun diye, Oğlunu dünyaya gönderdi.” 1762
Tanrının, merhameti sebebiyle oğlunu insanlara yollayıp onu feda etmesi motifi çok yaygındır. Yunanistan’da Zeus’un oğlu Dionysos, Mısır’da yer ve gök tanrısının oğlu Oziris, Fenike’de Baal’in oğlu Alein; işkence, ölüm ve dirilmeyle ilgili ilgili dramatik tanrılardır. Onlar insan kaderini yüklenir, onun gibi çileleri ve ölümü tadarlar. Ölen tanrı tipi, eski Orta Şarkta (Dumuzi, Tamnuz, Adonis, Oziris) olduğu kadar, Orta Amerika eski medeniyetlerinde de yaygındır. Mesih de, buna bağlanmak istenmiştir; gerçekten, mevsim âhengine uyarak periyodik olarak kaybolup tekrar görünen bir tanrı sözkonusudur. 1763
Kur’an, Hz. İsa’nın öldürüldüğü ve çarmıha gerildiği tezini reddetmektedir. O öldürülmemiş, çarmıha gerilmemiştir. Allah onu kendi katına “ref” etmiş, yüceltmiş ve yükseltmiştir.1764 Hz. İsa’ya ait bu yüceltme ve yükseltme işinin beden ile mi, yoksa ruh ile mi; beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü olup yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği hususu müphemdir. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir. Bunu aydınlığa kavuşturmaya çalışan tarih ve kıssa yazarlarıyla müfessirler belli ölçüde yahûdi ve hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden etkilenmişlerdir. Kezâ Hz. İsa’nın nüzûlü ve kıyâmetten önce dönüşü konusu da tartışılmaktadır. Eldeki rivâyetlerin gözden geçirilerek değerlendirilmesinde fayda vardır. Hadis rivâyetlerinde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu müfessirleri, âyetlerde geçen1765 kelimeleri yoruma (te’vil) zorlamış ve “âhad” olsalar da hadisleri değerlendirmeye almışlardır. Gerçekten de bu haberlerde, oldukça detaylı bilgiler yer almaktadır. İki asırdan beri hıristiyan ilâhiyatçıların ve oryantalistlerin Hz. İsa’nın dönüşü konusunu değişik metodlarla müslüman câmia içinde yayma gayretlerinin doğurduğu antipatinin de tesiriyle İslâm dünyasında konu bazı bilginlerce yeniden ele alınmış ve selef çığırının dışına taşan tartışma ve yorumlara neden olmuştur. 1766
Bazı müfessir ve âlimler, bu konuda fazla yorum yapmak istemezler. “Allah
1761] Korintoslulara 1. Mektup, 15/22 vd.
1762] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, 3/13-17
1763] Bu tip örnekler için Bk. Challaye, Dinler Tarihi, s. 40, 208-209; Suad Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyet, s. 346
1764] 4/Nisâ, 157-158
1765] 3/Âl-i İmrân, 55; 4/Nisâ, 156-159; 5/Mâide, 117
1766] Abdullah Aydemir, Peygamberler, s. 254
İSA (a.s.)
- 443 -
buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim.”1767 Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: “Onun vefatı ve ref’ edilmesi mugayyebâta ait bir husus olup, te’vilini Allah’tan başkasının bilemeyeceği müteşâbih meselelerdendir. Zaten bunun ötesinde akîdeye ve şeriata müteallik, fazla bir mesele de yoktur. 1768
Mevdûdî, Nisâ, sûresi, 158. âyetindeki “Allah onu kendisine yükseltti” ifadeyi tefsir ederken şöyle der: Burada Allah, meselenin gerçeğini anlatıyor. Kur’an yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürmeyi başaramadıklarını, Allah’ın onu kendisine yükselttiğini açıkça söyler; fakat meselenin nasıl olduğunu ve ayrıntıları konusunda sessiz kalır. Ne Allah’ın onu bedeni ile birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiğini, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp rûhunun göğe yükseltildiğini belirtmez. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, olay hakkında, olayın olağanüstü mûcizevî olduğunu söylemekten başka bir yorum yapmak imkânsızdır. 1769
Aynı âyetle ilgili Muhammed Esed, Hz. İsa’nın beden olarak semâya yükseldiğini kabul etmez ve şu açıklamayı yapar: “Allah onu kendi katına yükseltti.”1770; “Âyette Allah, Hz. İsa’ya ‘Seni ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim’ buyurur. ‘Refaahû’ (lafzan, onu yüceltti yahut onu yukarı çıkarttı), bir insanın ref’ edilmesi fiili, ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma”, yahut “yüceltme” anlamlarına gelir. Kur’an’ın hiçbir yerinde, Allah’ın Hz. İsa’yı yaşadığı sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın inancı destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki âyetteki “Allah onu kendi katına yüceltti” ibâresi, Hz. İsa’nın Allah’ın özel rahmeti mertebesine yükseldiğini gösterir; “rafe’nâhu (onu yücelttik)” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı 19/Meryem, 57. âyetinden açıkça anlaşılacağı gibi bu, bütün peygamberlerin yararlandıkları bir lütuftur. 1771
Müfessirlerden çoğunun kanaatine göre Hz. İsa, rûhu ve cesediyle birlikte göğe yükselmiştir ve âhir zamanda tekrar yeryüzüne inecektir. Birkısım müfessirlere göre de göğe yükseltilen, İsa’nın (a.s.) cismi değil; rûhudur. Kur’an’da ifade edilen “Seni Bana yükselteceğim.”1772 hitabıyla kast edilen, Hz. İsa’nın rûhudur. Çünkü rûh, insanın hakikatidir. Ceset, emanet elbise gibidir, artar eksilir. Değişmeyen insanın rûhudur.1773 Yine Hz. İsa’nın göğe kaldırıldığı kabulünün müslümanlara hıristiyan inançlarından geçtiği belirtilerek bu olay şöyle değerlendirilir: Gök ile kast edilen, maddî gök ise bu, yıldızlardan, galaksilerden ibarettir. Yani İsa, şu yıldızlardan birine mi çıkarılmıştır? Eğer kast edilen mânevî gök ise oraya ceset gitmez, rûh gider; çünkü orası maddî değildir. 1774
1767] 3/Âl-i İmrân, 55
1768] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, c. 1, s. 297
1769] Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’an, c. 1, s. 380
1770] 4/Nisâ, 158
1771] Muhammed Esed, İslâm Mesajı, c. 1, s. 177
1772] 3/Âl-i İmrân, 55
1773] Tefsîru’l-Menâr, 3/316-317
1774] S. Ateş, Kur’an Ans. 10/206
- 444 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an, İsa’nın (a.s.) göğe yükseltildiğini değil; Allah'a yükseltildiğini söyler: “Bel rafaahu’llahu ileyh”1775 cümlesi: “Allah, onu göğe yükseltti” değil; “Allah, onu kendisine yükseltti” anlamındadır. Bu konuyla ilgili diğer âyette de aynı ifade vardır.1776 Göğe yükseltmek başka, Allah'a yükseltmek başkadır. Allah’ın onu kendine yükselttiği mecburen kabul edileceğine göre, onun göğe yükseltildiğini söylemek, Allah'a belli bir mekân tahsis etmek olur. Oysa Yüce Allah her yerdedir. İsa’nın Allah'a yükselmesi için göğe çıkması gerekmez. Allah, göklerin de yerin de ilâhıdır. Allah’ı gökte imiş gibi düşünüp Allah'a yükseltilen İsa’nın göğe yükseltildiğini söylemek, âyetin ifadesine uymamaktadır. Âyetin anlamı, İbn Cüreyc’in dediği gibi, Allah’ın İsa’nın rûhunu yüceltmesi, şanını yükseltmesi, katında O’na değer vermesi demektir.
Yüce Allah, Hz. İsa’yı saldırganların elinden kurtarmak suretiyle mânevî derecelere nâil eylemiş, şanını yüceltmiştir. Nitekim “Kıyâmet gününe kadar sana uyanları, inkâr edenlere üstün kılacağım”1777 âyetinden bu anlam anlaşılmaktadır. Gerçekten Hz. İsa’ya uyan ve ona yakın olanlar yahûdilere hâkim olagelmiştir. Bu da onun Allah katındaki şanının yüceliğini gösterir.
Müfessirlerin “Seni vefat ettireceğim, Bana yükselteceğim.”1778 âyetini, genellikle İsa’nın göğe çıktığı şeklinde tefsir etmelerinin başlıca iki etkeni vardır: Bunlardan birincisi ve en önemlisi, hıristiyanlar ve yahûdiler hakkındaki âyetlerin izahı için İslâm’a yeni girmiş olan yahûdi ve hıristiyan âlimlerine başvurmaları ve onların söylediklerini tam gerçek kabul edip aktarmalarıdır. İkinci etken de, İsa’nın (a.s.) göğe çıktığı ve âhir zamanda yere inip Deccal’ı öldüreceği, haçı kıracağı ve İslâm şeriatıyla amel edeceği hakkında anlatılan hadis rivâyetleridir.
Âl-i İmrân 55. âyetiyle Mâide, 117. âyetine göre Hz. İsa’nın bedeninin öldüğü açıkça belirtilmiştir. Ama Hz. İsa’yı başkaları öldürmemiş, Allah onu eceliyle vefat ettirmiştir. Yükseltilen onun mânevî derecesi, Allah’ın katına çıkan rûhudur. Zaten bütün peygamberlerin ruhları Allah’ın huzuruna çıkar, O’ndan ikram görür. Hz. İsa’nın vefatını haber veren âyetleri, âhad haberlere dayanarak te’vil etmek yerine bu hadisleri te’vil etmek daha doğrudur. Bu hadisler şöyle te’vil edilir: İsa’nın rûhu, yani ümmeti mahvolmadı, daha yaşayacaktır. Fakat kıyâmetten önce bu rûh, yani İsa ümmeti, İslâm’a dönecektir. Bu hadislerden, hıristiyanların bir gün müslüman olacakları değerlendirilebilir. Said Nursi bu kanaattedir. Meşhur müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır da yaklaşık bunu söylemektedir:
“Her peygamberin rûhânî eceli, ümmetinin ecelidir. Rûhânî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler var ki Kur’an’da zikredilmemişlerdir. Allah’ın seçkin peygamberleri içine giren büyük peygamberlerin, derecelerine göre rûhânî semâda bekaları devam etmektedir ki bunlar da İbrahim âilesidir. İmrân âilesi de bunlardandır. İsa’nın cesedi Allah'a kaldırılmış, fakat İsa’nın rûhu da kabzedilmemiş, yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrâiloğullarının sû-i kastı, hilesi ile hıristiyanlık mahvolmamış, yaşamış ve İsa’nın rûhu, Mûsâ maiyetinde (beraberliğinde) yaşamıştır. Bunun için mahvoldu zannedilen bir avuç tâbileri, bu rûhtan istifade ederek kısa bir zamanda yahûdilerin üstünde bir hayata kavuşmuşlardır. Ve nihâyet
1775] 4/Nisâ, 158
1776] Bk. 3/Âl-i İmrân, 55
1777] 3/Âl-i İmrân, 55
1778] 3/Âl-i İmrân, 55
İSA (a.s.)
- 445 -
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) gelmesiyle hepsi, Hz. Muhammed’in rûhunun emri altına geçmiştir. Artık bundan sonra İsa da diğer peygamberler gibi, Muhammed’in (s.a.s.) rûhu maiyetindedir. Bir gün gelecek, ümmet-i Muhammed’in daraldığı bir devirde, Allah’ın garib bir kelimesi olan İsa’nın rûhu ortaya çıkacak, Muhammed’in rûhu maiyetinde hizmet edecek ve fakat kıyâmetten evvel vefat eyleyecektir.” 1779
Muhammed Abduh da bu konuda şöyle diyor: “Bu te’vile göre İsa’nın zamanı, insanların İslâm şeriatının rûhuna bağlanacakları ve şekilleri bırakıp içleri ıslah için İslâm şeriatının özüyle amel edecekleri zamandır.” 1780
Müfessirlerden bir kesimi, Hz. Peygamberimiz’in Miraç’ta Hz. İsa ve Hz. Yahyâ’yı ikinci gökte görmüş olmasını Hz. İsa’nın rûhu ve cesediyle göğe çekilmesiyle ilgili delillerden biri sayar. Eğer Hz. Peygamber’in Miraç’ta görmesi Hz. İsa’nın cesediyle göğe çıktığına delil ise, Hz. Yahyâ’nın ve diğer peygamberlerin de cisimleriyle göğe çıktığına delildir. Çünkü Hz. Peygamber, öteki peygamberleri de çeşitli göklerde görmüştü. Oysa hiç kimse, başka bir peygamberin rûhu ve cesediyle birlikte göğe çıktığını ileri sürmemiştir. Zaten bütün peygamberlerin rûhları yücelere, melekût âlemine yükselirler.
Hz. İsa’nın nüzûlü, Kur’an’da geçmez. Bu konudaki kabul, mütevâtir olmayan hadis-i şerif rivâyetlerine, yani haber-i vâhide (âhad hadislere) dayanır. Bu hadislerin sahih olduğu kabulünden dolayı, bazı âyetler bu hadisler çerçevesinde yorumlanmış, te’vil edilmiştir. Aslında hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, Kur’an âyetlerine göre tashih, te’vil ve yorumlarının yapılması daha doğru bir yol kabul edilseydi, bu zorlama te’viller yapılmazdı. Bu konuyla ilgili bazı hadis rivâyetlerini görelim:
Hz. İsa’nın Gökten İneceğini İfade Eden Hadis Rivâyetleri
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak yakında Meryem oğlu İsa, âdil bir hâkim olarak inecektir. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. O zaman, mal o kadar artacak ki, onu kimse kabul etmeyecek. Artık Allah'a bir kere secde etmek dünya ve dünyanın içinde olan her şeyden daha hayırlı olacaktır.” 1781
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücâdeleye Kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa ibn Meryem de iner. Bu müslümanların reisi: ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat İsa (a.s.): ‘Hayır!’ der, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz.” 1782
“İbn Meryem gökten sizin yanınıza indiği zaman devlet reisiniz kendinizden, namazda imâmınız olduğu (İsa da imâmınıza uyduğu) halde bakalım nasıl olursunuz?” 1783
“Meryem oğlu (İsa a.s.), Feccu’r-Ravhâ adlı mevkide, hac yapmak veya umre yapmak
1779] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 2, s. 1112-1114
1780] M. Reşid Rızâ, Tefsîru’l Kur’âni’l-Hakîm, c. 3, s. 317
1781] Buhârî, Büyû 102, Mezâlim 31, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242, hd. no: 155; Ebû Dâvud, Melâhim 14, hd. no: 4324; Tirmizî, Fiten 54, hd. no: 2234; Ahmed bin Hanbel, II/240, 294, 538; Tecrîd-i Sarih Terc. c.6, s. 532
1782] Müslim, İman 247; Küt. Sitte, 14/274
1783] S. Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c. 9, s. 182
- 446 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yahut da her ikisini de yapmak için telbiye getirecektir.” 1784
Bir hadis rivâyetinde “Meryem oğlu İsa kıyâmetin 10 alâmetinden biri” sayılmakla beraber onun gökten ineceğinden söz edilmez,1785 Bazı hadis rivâyetlerinde, “Şam’daki beyaz minareye iner.”1786; “Hz. İsa inmeden kıyâmet kopmaz.”1787; “O indikten sonra kırk yıl kalır.”1788 Bir rivâyette İslâm ümmetine imamlık yapmaz, İslâm kumandanı Mehdî’nin cemaati olurken, başka bir rivâyette “Rumları yenen, İstanbul’u fetheden askerler, orada zeytin ağaçlarına kılıçlarını asmış vaziyette ganimetleri bölüşürken şeytanın ‘Mesih evlerinize sahip oldu’ diyeceği, Bunların Şam’a gelerek savaşmak için kılıçlarını düzeltirken namaz kılacağı, namazlarında İsa’nın inip onlara imam olacağı, Allah’ın düşmanı Deccal’ın onu görünce tuzun suda erimesi gibi erimeye başlayacağı”1789 söylenir. “O, Deccâl’ı Ludd kapısında öldürecektir.”1790 Deccâl’dan bahseden bir hadis rivâyetine göre, Meryem oğlu İsa’nın geleceği, Allah’ın onu Deccâl’dan koruyacağı, Allah’ın vahyiyle mü’minleri Tur’a çıkaracağı, sonra Ye’cûc ve Me’cûc’un zuhur edip Taberiye Gölüne doğru yürüyecekleri, İsa ve adamlarının kuşatılacağı, sonra İsa ve adamlarının dağdan yere inecekleri, yerde her şeyin bollaşacağı, nihâyet kıyâmetin kopacağı”1791 anlatılmaktadır.
Hadis rivâyetlerinde bunlar gibi daha birçok detay bilgiler verilmektedir. Rasûlullah’ın (s.a.s.) kendi zamanında İsa’nın inme ihtimalinden bahsedilir: “Ben, ömrüm uzarsa Meryem oğlu İsa’ya ulaşacağımı umuyorum. Eğer ecelim acele gelirse, sizden ona ulaşan selâmımı söylesin.” 1792
Lâfızları, birbirinden hayli değişiklikler gösteren bu hadis rivâyetlerinin, manalarında da bir birlik yoktur. Birinde İsa zuhur edince çok bolluk olacağı, Deccâl’ı öldüreceği belirtilirken, ötekinde İsa ve adamlarının, Ye’cûc ve Me’cûc tarafından kuşatılacağı, bir süre çok darlık çekecekleri söylenmektedir. İsa’nın ineceği ifade edilen bu rivâyetlerde, iniş safhalarının birbirinden farklı anlatıldığı görülür. Hadis rivâyetlerinde geçen İsa’nın bütün kiliseleri yıkacağı ifadesi de 22/Hacc, 40 âyetine aykırıdır. Bu âyette Allah’ın koruduğu ve kulları vasıtasıyla savunduğu Allah’ın adı anılan mâbedleri İsa nasıl yıkar? Âyete göre Hz. İsa’nın bu mâbedleri koruyanların başında olması gerekir.
Ayrıca bu rivâyetlerde müslümanların kılıçlarını düzelteceklerinden söz edilmektedir. Bu, asırlar öncesi savaş silâhını ifade eder ama Deccâl’ın çıkacağı kıyâmete yakın zamanların silâhını ifade edemez. Herhalde modern çağlarda müslüman askerleri, silâh olarak kılıç değil; modern silâhlar taşırlar. Ayrıca bu istikbal haberleri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği hakkındaki âyetlere 1793 aykırıdır.
1784] Müslim, Hacc 216, hd. no: 1252; Küt. Sitte Terc. c. 13, s. 152, Buhârî Tecrîd-i Sarih Terc. c.2, s. 431
1785] Ebû Dâvud, Melâhim, bâbu Emârâti’s-Sâah
1786] Ebû Dâvud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33
1787] Buhârî, Mezâlim 31; İbn Mâce, Fiten 33
1788] Hindî, Kenzu’l-Ummâl, 14/336
1789] Müslim, Kitab 52, bab 9, hadis 34
1790] Tirmizî, Fiten 62
1791] Müslim, Kitab 52, bab 20, hadis 110
1792] Ahmed bin Hanbel, II/298-299
1793] 7/A’râf, 188; 27 Neml, 65; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 123; 6/En’âm, 50, 59
İSA (a.s.)
- 447 -
İsa’nın ineceğine inanmak, itikadî bir meseledir. İtikad, şek üzerine kurulmaz; yakîn ve mütevâtir nass üzerine kurulur. Hz. İsa’nın göğe çıktığına ve âhir zamanda ineceğine dair yakîn (kesin bilgi) ifade edecek herhangi mütevâtir bir haber yoktur. Bu konudaki rivâyetlerin hepsi âhad haberlerden ibarettir. Hz. İsa’nın ineceği hakkında anlatılanlar, Ehl-i Beyt’ten Mehdî adındaki âdil bir imamın geleceğine dair anlatılan rivâyetlere de çok benzerlik gösterir. Mehdî hakkındaki rivâyetlerde de bir kesinlik yoktur. Bu rivâyetler, mütevâtir olmadığı gibi meşhur bile değildir. Hadisçiler katında sahihin altında bir derece olan “hasen hadis” kabul edilmiştir. Kesinlik ifade etmeyen bu hadis rivâyetleriyle itikad kurulamaz.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önce hiçbir insana ebedî yaşama verilmediği, ondan öncekilerin hepsinin öldüğü belirtilir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize döndürüleceksiniz.”1794 Peygamberimiz’in de bir gün öleceği vurgulanan bu âyetlere göre Hz. Hz. İsa’nın öldüğüne inanmak gerekir. 1795
Ahmet Keleş, “Hadislerin Kur’an’a Arzı” adlı kitabında Hz. İsa’nın ref’i ve nüzûlüyle ilgili hadislerin Kur’an’a arzedilmesini tavsiye eder ve şöyle der:
Bazı âlimler, Hz. İsa’nın nüzûlünün Kur’an’da da zikredildiği, birkısım âyetlerin bu konuda bilgi verdiği gerekçesiyle, sözkonusu hadislerin Kur’an’a da uygun olduğunu iddiâ etmiştir. Bu konuda delil kabul edilen âyetler şunlardır:
“Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şâhit olacaktır.” 1796
“Şüphesiz ki o, kıyâmet için bir bilgidir. Sakın onda şüpheye düşmeyin ve Bana uyun; çünkü bu, dosdoğru yoldur.”1797 Bu âyette geçen “o”, Hz. İsa olarak kabul edilmiş ve âyette geçen “ilm” kelimesi, kırâat farklılığı olarak “alem” şeklinde de okunmuştur. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: “O (İsa), kıyâmet için bir alâmet/işarettir.”
Bu iki âyetten hareketle kıyâmetten önce Hz. İsa’nın geleceği söylenmiştir. Ancak bu âyetlerdeki işaretler sarih/açık olmadığından dolayı, onlar için bu iddianın, açık bir delil olması sözkonusu değildir. Bazı müfessirlerin bu kanaate varmalarında hadis rivâyetlerinin önemli ölçüde rolü olmuştur. Çünkü Elmalılı, bu konuda yaptığı tefsirinde; “Yâ İsâ! Seni öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.”1798 âyetini açıklarken, bu âyetteki “öldüreceğim” anlamındaki “müteveffîke” kelimesini başka anlama te’vil etmenin câiz olmadığını, sarih anlamıyla anlamak gerektiğini ifade etmektedir.
Ancak, hadislerdeki Hz. İsa’nın tekrar ineceğini bildiren haberlerden dolayı bu âyeti uygun bir şekilde te’vil etmek gerektiğini söylemektedir.1799 Bu ifadeler bize, “şâyet bu rivâyetler olmamış olsaydı, müfessirler bu âyetlere böyle mana vermeyeceklerdi” kanaatini vermektedir. Âyete verilen anlamda rivâyetlerin rolü
1794] 21/Enbiyâ, 34-35
1795] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 10, s. 216-218
1796] 4/Nisâ, 159
1797] 43/Zuhruf, 61
1798] 3/Âl-i İmrân, 55
1799] Elmalılı, Eser Y. II/372
- 448 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gâyet açıkça görülmektedir. Ancak, sahâbenin Kur’an ilimleri ve tefsiri konusunda en meşhuru, bu âyetteki kelimeye farklı anlam vermez: İbn Abbâs (r.a.): “Ey İsa, şüphesiz ki seni vefat ettirecek olan (onlar değil) Benim”1800 âyetindeki “müteveffîke” ibâresini “seni öldürecek olan” diye açıklamıştır. Bu rivâyeti Buhârî, bab başlığında kaydetmiştir. 1801
Bu âyetlerden sözkonusu “nüzûl/inme”nin anlaşılmayacağı üzerinde de durulmuştur. Hz. İsa’nın öldüğünü, tekrar gelmesinin sözkonusu olamayacağını, bu konudaki âyetlerin yanlış anlaşıldığını ifade eden âlimler de olmuştur. 1802
Zeccâc, “ölümünden önce ona mutlaka bütün ehl-i kitap inanacaktır.”1803 âyetindeki “ona” ifadesindeki zamirin, hem Hz. İsa’ya, hem de Hz. Muhammed’e (s.a.s.) râci olabileceğini, her iki anlamının da doğru olduğunu söylemektedir. Çünkü ona göre, bu âyetin ifade ettiği anlam şöyledir: “Her peygamberi inkâr edenler, ölümlerinden önce gerçeği görmek sûretiyle yanlış yolda olduklarını anlar ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğuna inanırlar.”1804 Yine müellif; “Bu âyetten Hz. İsa’nın gökten inip de bütün ehl-i kitabın ona inanacağını anlamaya dil müsâit değildir. Çünkü âhir zamanda olanlar ona inanacaklardır, diyelim; o zamana kadar olanları ne yapacağız? Doğrusu bu âyetten böyle bir mana çıkarmak doğru değildir” demektedir. 1805
“O, kıyâmet için bir bilgidir/alâmettir.”1806 âyetinin de, Hz. İsa’ya delâletinin kat’i olmadığını bildirmişlerdir. Zeccâc, buradaki alâmetin Kur’an olması da mümkündür demektedir.1807 Taberî, her iki anlamı da birçok müfessirden naklettikten sonra, kurrânın ekseriyetinin bu kelimeyi “ılmun” şeklinde okuması nedeniyle, kıyâmete âit bilginin “Kur’an” olması görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Kur’an, kıyâmetin bilgisini vermektedir.
Bu iki âyetin ifade ettikleri anlamlara arz ederek Hz. İsa’nın ineceğine dair hadisleri tashih etmek, arz usûlü olarak belirtilen prensipler muvâcehesinde mümkün değildir. Şimdi, Kur’an’da zikredilen âyetlerin Hz. İsa’nın her ölümlü gibi öldüğüne, tekrar dünyaya gelmesinin imkânsız olduğuna dair Kur’an metinlerini görelim:
“Her nefis/can, ölümü tadacaktır. Sonra da Bize döneceksiniz.” 1808
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” 1809
“Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün
1800] 3/Âl-i İmrân, 55
1801] Buhârî, Tefsir, Sûretu’l-Mâide 13; Küt. Sitte Terc. c. 3, s. 365
1802] Bk. Mahmut Şeltut, İsa’nın Ref’i; S. Ateş, Y. K. Ç. Tefsiri, II/396-410; A. Hatîb, Mesîh fi’l-Kur’an, s. 532
1803] 4/Nisâ, 159
1804] Zeccâc, Meâni’l-Kur’an, II/129-130
1805] a.g.e. s. 130
1806] 43/Zuhruf, 61
1807] a.g.e. 4/417
1808] 29/Ankebût, 57; ayrıca Bk. 3/Âl-i İmrân, 185; 21/Enbiyâ, 35
1809] 21/Enbiyâ, 8
İSA (a.s.)
- 449 -
kılacağım. Sonra dönüşünüz Bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda hükmü Ben vereceğim.” 1810
“Allah’ın rasûlü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük, dediler. Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık/şüphe içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendine yüceltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” 1811
“(İsa:)Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün selâm/esenlik banadır.” 1812
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 1813
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” 1814
Bu Kur’an âyetleri açık bir şekilde ve muhkemât olarak Hz. İsa’nın öldüğünü bildirmektedir. Bu âyetler, mezkûr hadislerin tesirinde kalmadan anlaşılınca bu anlam, sarih olarak anlaşılacaktır. Bu nedenle, önceki âyetler, bu konuda vârid olan hadisler için arz metnini oluşturmazken, bu âyetler anlamlarındaki açıklık ve kat’ilik nedeniyle arz metnini oluşturmaktadırlar.
Âyette ifade edilen, yahûdilerin Hz. İsa’yı öldürememeleri, asamamaları, Allah’ın da onu öldürmediğine bir delil sayılamaz. Çünkü Allah diğer âyetlerinde onu öldürdüğünü açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Muhammed’in son nebî olması da onun tekrar gelmesine engeldir. Hz. İsa’nın peygamber olarak gelmeyeceği görüşü de kabul edilemez. Çünkü Hz. İsa’nın geleceğini kabul edenlerin en önemli gerekçeleri, ehl-i kitabın ona inanmasıdır. Ehl-i kitap ona ne olarak inanacaklardır? Müslümanlar “mehdîye tâbi olur” şeklinde bir yorumla problemi çözmüş görünmektedirler, ama işaret edilen nokta, gözardı edilmiştir. Hz. Mesih’in, ehl-i kitabı Hz. Muhammed’e (s.a.s.) inandırmak için geleceğini kabul etmek ise kabul edilir bir görüş olamaz. Hangi şekilde gökten inecek bir Mesih, hıristiyan dünyayı müslüman edecektir? Onları imana zorlayacak açık bir mûcizeyle gelmesi, herkesin zorunlu olarak ona inanması, dinin imtihan sırrına muhâliftir, kabul edilemez. Böyle zorunlu bir inandırma, ne Hz. Mesih’in kendi sağlığında ne de başka peygamberin hayatında gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi de Kur’an’ın bildirdiği imtihan mantığına aykırıdır.
Şâyet böyle bir açık mûcizeyle gelmez ise, kimse ona inanmayacaktır. Sıradan bir insan çıkıp da “ben Mesihim” dese buna kim inanır? Nitekim; 1340’da Nahcivan’da doğan Fazlullah Esterâbâdî, 1819’da Hindistan’da doğan Mirza Ali Muhammed ve 1830’da Hindistan’da doğan Ahmed Kadıyânî gibi kimseler, Mehdî ve İsa olduklarını söylemişler ve kendilerine inananlar da olmuştur, ama
1810] 3/Âl-i İmrân, 55
1811] 4/Nisâ, 157-158
1812] 19/Meryem, 33
1813] 5/Mâide, 117
1814] 33/Ahzâb, 40
- 450 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bu inanma hiçbir zaman hadislerde anlatılan gibi olmamıştır.
Hz. İsa’nın tekrar dünyaya gelmesini, hem de tekrar dünyevî ceset giymesini, gerçekten ölmüş bile olsa gerekli görenler, Hz. İsa’yı yere indiğinde “iman nuru” ile kendisine çok yakın olanların tanıyabileceğini söylemişlerdir.1815 Bu ifâdeler de Hz. İsa’nın inmesi konusunda zikredilen rivâyetler ile delil sayılan âyetlerin, reel olarak anlaşılabilmesinin ve tahakkukunun imkânsız olduğu kanaatini vermektedir. Çünkü birkaç kişinin tanıyacağı bir Mesîh, hadislerde anlatılan misyonu üstlenemez. Ayrıca bu şekilde “kurtarıcı” beklentilerinin, müslüman irâdeyi ve İslâmî aktiveteyi nasıl etkileyip körleştirdiği, her biri bir Mesîh ve Mehdî görevi üstlenmesi gereken mü’minlerin, bu kutsal tebliğ görevinden kendilerini, haber verilen bu “muntazar/beklenen” şahıslar yüzünden devre dışı tutmakta ve bu dini, bütün insanlığa ve ehl-i kitaba tebliğ etmek görevini üstlenip de yerine getireceklerine, gökten inecek Hz. İsa ile Hz. Mehdî’ye bırakmakla yetinmektedirler. Sözkonusu hadislerin müslüman dünya için oluşturduğu bu fâsit telakkî bile bu rivâyetleri reddetmek için yeterli bir neden sayılmalıdır.
Bu konuda zikredilen hadislerin İsrâiliyat kaynaklı olmasını ve İslâmî literatüre de hıristiyan öğretisinden geçmiş olacağını da vurgulamak gerekir. Bu konuda Pavlos’un II. Mektubunun II. babında ve Müşâhedât’ın 19. babında Hz. İsa’nın Deccâlı öldüreceği yazılıdır. 1816
Bazı araştırmacılara göre Şiî müslümanların Muntazar İmam Mehdî, sünnî müslümanların çoğunluğunun da Mehdî inancı, hıristiyanların, halen yaşadığına inandığı ve bir gün yeryüzüne inip kurtarıcı krallık yapacağını beklediği Hz. İsa inancından kaynaklanmaktadır. Çünkü ölmediği, maddî bedeniyle göğe çıktığı, binlerce, belki milyonlarca yıl bedeniyle göklerde kaldıktan sonra yeryüzüne ineceği sanılan İsa ile Muntazar imam aynıdır. Yalnız isim değişmiş; İsa yerine imam veya Mehdi denmiş, bazen de ikisi aynı şahıs kabul edilmiştir. 1817
Hz. Mesîh’in tekrar dünyaya geleceğini bildiren rivâyetler, Kur’an’ın bu konudaki açık nasslarıyla çeliştiğinden, tekrar dünyaya gelmesinin İslâm’ın getirdiği mesaj ve tebliğ ile uyumunun bulunmamasından dolayı kabul edilmesi zordur. Ancak, Hz. Mesih’le ve mehdiyle ilgili hadisler birer sembol kabul edilerek zâhirî anlamlarıyla değerlendirilmeyip “bunlar müteşâbih hadislerdir, bunlarla kast edilen başka anlamlar vardır” denilir ve ne itikadî ve ne de amelî bir bağlayıcılığı olmamak ve herhangi bir mükellefiyet de getirmemek kaydıyla kabulünde ve zikrinde mahzur olmayabilir.1818 Bu müteşâbih olanlardan ilimde rüsûh sahibi olanlar, kendileri için bir mesaj alıyorlarsa, bu öznel anlamaya bir şey denilemez. Fakat, genel olarak âhir zaman telakkîsi ve dine hizmet, bu rivâyetler üzerine binâ edilemez.1819
Hz. İsa’nın eceliyle ölmüş olduğunu Kur’an’ın açık naslarına rağmen kabul etmek istemeyenler, iki bin yaşını çoktan geçmiş olarak, (hıristiyanların inancının bir benzeri şekilde, göğe kaldırılıp orada) yaşadığını ve dünyaya geleceğini
1815] bk. Said Nursi, Mektûbât
1816] Geniş bilgi için bkz. Zeki Sarıtoprak, İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccâl, s. 25-48
1817] S. Ateş, Kur’an Ans. s.222
1818] Âhir zamanda zuhur edecek bu tür haberlerin sembol olduğu görüşü için Bk. Said Nursî, Lem’alar, s. 112; Şualar, 5. Şua, s. 459-471; Reşid Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, III/317-318
1819] Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, s. 220-223
İSA (a.s.)
- 451 -
değerlendirirken, hadis rivâyetlerinin dışında, delil olarak sadece şu âyeti gösterirler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”1820 Bu âyette kullanılan “rafea (kaldırdı, yükseltti)” kelimesi, aynı şekilde meselâ, İdris (a.s.) için de kullanılmıştır: “Kitapta İdris’i de an. Hakikaten o, pek doğru bir insan, bir peygamberdi. Onu üstün bir makama yükselttik (rafa’nâhu).”1821; “Allah onu kendisine yükseltmiştir” ifadesini tek başına ele alıp “Hz. İsa ölmedi, o halen yaşıyor” diyebiliyorsak, aynı ifadeden hareketle Hz. İdris de ölmemiştir, halen yaşamaktadır, Allah onu da göğe yükseltmiştir” dememiz gerekmektedir. Hz. İdris için, yükseltme, “Allah indindeki makamı yükseltildi; manevî derece olarak Allah katında mertebesi yükseltildi” denilirken aynı kelime kullanıldığı halde, Hz. İsa için niye mecazî anlam olarak, “Allah katında manevî makamı yükseltildi” anlamı verilmez ve bu çelişki nasıl izah edilir? Bu çelişkiden daha büyük yanlış, -hâşâ- Allah’a mekân isnad etmektir. Âyette “Allah onu kendi nezdine yükseltmiştir” ifadesinden “göğe yükseltilme” anlamı nasıl çıkacaktır? Allah, hâşâ gökte midir ki, kendine yükseltmesi, göğe kaldırma olarak değerlendirilebilsin?!
Eski Ezher şeyhi Mahmut Şeltut, bu âyetle ilgili olarak şunları söyler: “Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine yükseltmiştir (rafeahû).”1822 Bu âyet, Hz. İsa’yı kesin olarak öldürmediklerini anlatan ifadeden sonra gelmiştir. Ref’ (yükseltme)den maksat, İsa’yı (a.s.) düşürmeyi amaçladıkları şeye engel olmak suretiyle İsa’nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır: “Allah İsa’yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun derecesini yükseltmiştir. Böylece âyet, Allah Teâlâ’nın şu sözüyle tamamen uyuşmaktadır: “Seni vefat ettirecek, seni Bana yükseltecek (ref’) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım.”1823 Bu âyet, onların İsa’nın cismiyle, diri olarak ref’i konusundaki tezlerini çürütmektedir. İmam Fahreddin Râzi, tefsirinde şöyle demektedir: “Seni tertemiz kılacağım. Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref’ (yükseltme) lafzıyla şanının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla da arındırma manası bildirilmiştir.
Tüm bunlar, onun şanının ve derecesinin yükseltilmesindeki mübâlağaya işaret etmektedir. Alla Teâlâ’nın şu sözünün anlamı hakkında da şöyle demektedir: “Sana tâbi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım.”1824 Buradaki “üstünde”likten kast edilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Bil ki, âyet-i kerimedeki ref’ine delâlet eden “seni Bana yükselteceğim”, derecenin ve şanın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekânla ilgili değildir. “Üstünde” kılmada olduğu gibi mekânla ilgili bir durum değil; tamamen derece ve şanın yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.” 1825
“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi
1820] 4/Nisâ, 158
1821] 19/Meryem, 56-57
1822] 4/Nisâ, 158
1823] 3/Âl-i İmrân, 55
1824] 3/Âl-i İmrân, 55
1825] Mahmut Şeltut, Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Haksöz, sayı 20 (Kasım 92)
- 452 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hakkıyla görensin.”1826 Bu âyet, dolaylı yoldan başka bir tevhid gerçeğine dikkat çekmektedir: Peygamberlerin, ölümlerinden sonra artık dünya üzerinde tasarruf imkânlarının kalmadığı. Böyle bir tasarruf sözkonusu olduğunda akla gelecek ilk isimlerden biri olan peygamber Hz. İsa’ya: “İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü/tanık idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun” diye söyletilmesi gösteriyor ki, hiçbir insan, ne kadar büyük olursa olsun, ölümünden sonra, dünya üzerinde tasarruf sürdüremez. Böyle bir şey, beşer olmakla çelişir. Ve tüm peygamberler de beşerdir. Buradan hareketle tasavvuf bünyesine sokulan “ölüm sonrası evliyâ tasarrufları” anlayışının Kur’an dışı olduğunu rahatlıkla farkederiz. Bu tevhid dışı anlayış, asırlarca kabirleri, ölüleri, ölülerin eşyasını tanrılaştırma illetinin kucağına itmiş, vahyin rahmetiyle aramıza engeller koymuştur.
Hz. İsa’nın ineceğine ve İslâm şeriatıyla amel edeceğine dair hadis rivâyetleri şöyle te’vil edilebilir: Bir peygamberin dini yaşadıkça kendisi mânen yaşamaktadır. İsa’nın (a.s.) fikriyâtını yahûdiler öldürememişlerdir. Bilâkis onun tebliğleri yayılmış, yahûdiliğe egemen olmuştur. Onun rûhunu temsil eden ümmeti, bir gün ismen olmasa bile, mânen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) fikriyâtını benimseyecek, onları uygulayacaktır. Bunlar, görünürde hıristiyan olsalar bile, uygulamada İslâm’ın özüne mensup olacaklar veya bunlar, tamamen hıristiyanlığı bırakıp İslâm’a döneceklerdir. Nitekim, 21. asrın başlarında Avrupa ve Amerika’da İslâm’ın sesi soluğu duyulmaya başlamıştır, Afrika ve Amerika’da İslâm süratle yayılmaktadır. İslâm, olduğu gibi anlatıldığı takdirde dünyanın her yerinde hak dinin hâkim duruma geçeceği şüphesizdir. Bu gün değilse yarın; işte bu, Hz. İsa’nın rûhunun dirilmesi, onun mesajının hâkim olması, onun Muhammed ümmetine tâbi olması (hizmet etmesi), haçın kırılıp domuzun öldürülmesi demektir. İslâm, kıyâmete kadar bâkî olacak hak dindir. Onun güçlenmesine yardım eden, bu uğurda canını fedâ etmeğe hazır olan her müslüman, İsa’dır, Mehdîdir, imamdır. İslâm düşmanları ve onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak gösteren araçları (özellikle televizyonun bu amaçla kullanılışı) da Deccâl ve onun silâhlarıdır.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’yı bir peygamber olarak tanıtır. Onun peygamberliği, daha doğumunun ilk gününde ilân edilmişti: “Çocuk şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı.”1827 Hz. Muhammed (s.a.s.) ise, peygamberlerin sonuncusudur: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.”1828 Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra dünyaya gelmesi, bu âyetler ışığında değerlendirilince mümkün değildir. Gelmiş olsa, son peygamber Hz. Muhammed değil; Hz. İsa olur.
İkinci gelişinde Hz. İsa’nın peygamber olmayacağını iddia etmek, İsa’nın peygamberliği ile ilgili âyetleri inkâr anlamına gelebilir. Hz. İsa geldiğinde Kur’an âyetlerini inkâr etmeyeceğine göre kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber oluşunu inkâr etmiş duruma düşmeyecek midir? Hz. İsa, Kur’an’ın tanıttığı şekliyle bir peygamberdir. Peygamberliği olmayan bir İsa’nın diğer insanlardan farkı,
1826] 5/Mâide, 117
1827] 19/Meryem, 30
1828] 33/Ahzâb, 40
İSA (a.s.)
- 453 -
etkisi, inandırıcılığı ve gücü ne olabilir? Yine Hz. İsa’nın nüzûlü ile bazı haramları helâl edeceğine dair hadis rivâyetleri, İslâm dininin tamamlandığını bildiren “... Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”1829 âyetiyle çelişir.
Kendisinin İsa olduğunu iddia eden nice insanlar çıkmış, çıkmakta ve çıkacaktır. Gerçek İsa’yı (a.s.) insanlar nasıl tanayacaktır; daha önce gösterdiği gibi mûcizeleri de, peygamber olarak gelmeyeceği için gösteremeyecektir. Bu da kendisinin Mehdi olduğunu iddia edenler gibi istismar konusu olacak, sahte Mesihlerin insanları kandırma yolu ardına kadar açılmış olacaktır.
Bilindiği üzere, Papa suikastçısı M. Ali Ağca bile, tarihin çöplüğünde yer almış yüzlerce sahtekâr kişi gibi, kendisinin Mehdi ve İsa olduğunu iddia edebilmektedir. Eski bir müftü ve milletvekili olan Hasan Mezarcı’nın da kendisinin Hz. İsa olduğunu ve gökten indiğini iddia ettiğini de biliyoruz. Hz. Peygamberimiz zamanında minare olmadığı halde, Hz. İsa’nın Şam’daki beyaz minareye ineceği iddia edilebilmektedir. Hatta Adıyaman’daki meşhur şeyhin bulunduğu câminin minaresi bembeyaz renge boyanmış, Hz. İsa’nın oraya ineceği iddia edilerek, köye “inilecek yer” anlamına gelen “Menzil” adı verilmiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar, ne ilk ve ne de sondur. Bunun gibi nice beklentiler, oyalanmalar, kurtarıcı bekleyip sorumluluktan kaçmalar ve istismarlar sözkonusu olduğu gibi bu gidişle çok daha olacaktır.
Mehdî
Bu kavram ‘hedy-hidâyet’ kökünden türemiş bir kelimedir. ‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek demektir. ‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidâyete eren, doğru yolu bulan, Allah’ın hak olan yola yönelttiği kimse demektir.
Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de ‘mehdi’ dendiği olmuştur. (Hutbelerde okunan dualarda dört halife hakkında ‘mürşidûn-mehdiyyûn- irşad ediciler, hidâyette olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.) Hz. Hüseyin ve bazı halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır. İslâm tarihinde ‘Mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzünü, adâletle dolduracağı, İslâm’ı hâkim kılacağı sanılan kişidir.
Mehdi’nin günün birinde geleceğiyle ilgili hadis kitaplarında âhad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır. Buharî ve Müslim’in kitaplarında ise mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir. Bazı hadis rivâyetlerine göre mehdi, Ehl-i Beyt’tendir ve Fâtıma (r. anhâ) soyundandır.1830 Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa mehdinin gönderileceği haber veriliyor. 1831
İlk dönem itikat kitaplarında mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra
1829] 5/Mâide, 3
1830] Ebû Dâvud, Mehdi, hadis no: 4282-4284, 4/106; İbn Mâce, Fiten 34, hadis no: 4082-4088, 2/1366
1831] Ebû Dâvud, Mehdi, hadis no: 4282-4283, 4/106; Ahmed bin Hanbel; nak. Şamil. İsl. Ans. 4/107
- 454 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazılan Akaid kitaplarında mehdiden bahsedilmektedir. Mehdiden bahseden hadisler mütevâtir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almaması gerekir. Ancak, İslâm tarihinde mehdi iddiasıyla birçok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve bir çoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.
Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan siyasî tartışmalar ve siyasî mezhepleşmelerden sonra daha çok gündeme gelmiştir. Özellikle Şîîlerde mehdi inancı dinin esasından sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar) gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzünü adâletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fâtıma (r. anhâ) soyundandır, günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şiilerin çeşitli kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan İmâmiyye’ye göre ise beklenen mehdi, on ikinci imam, Ebu’l Kasım Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur (gâibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.
Ehl-i sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır ama onların beklediği mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan ve takva sahibi bir önderdir.
Anlaşıldığı kadarıyla mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Âhad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde birçok mehdi çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zâlim yöneticilerle mücâdele etmek isteyen iyi niyetli önderlerin bir kısmı bu mehdi beklentisinden yararlanmıştır.
Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açıkgözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istismarcısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.
Mehdi beklentisi birçok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevk etmiştir. Öyle ya, nasıl olsa mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevk etmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücâdele etmeyi terketmiş, zâlimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.
Allah (c.c.) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidâyet aracıdır. İnsanlara düşen, Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir.
Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de sâlih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını, gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarında uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.
İSA (a.s.)
- 455 -
Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız?
İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı ve mehdi taslağı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zâlimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir mârifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine(!) dönsünler. İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar, İslâm ülkelerindeki tâğutların hâkimiyetlerine ve zulümlerine dur desinler.
Kur’an, müslümanlara mehdi beklemeyi değil; hakiki anlamda iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir.1832 Eğer mehdiyi hidâyete götüren, hidâyet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdîdir (hâdî-hidâyete erdiricidir). İnsanlar bu mehdiye uyarlarsa doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa dâvet etmektedir. 1833
Deccâl
Sözlükte, bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasındaki ‘decl’ kökünden türemiş bir sıfat olup, çok yalancı, aldatıcı, hilekâr demektir. Kavram olarak Deccâl, âhir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir.
‘Deccâl’ ile ilgili Kur’an’da herhangi bir bilgi yoktur. ‘Deccâl’ ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır. Daha çok da “Mesîh Deccâl -yalancı Mesih-” olarak geçmektedir.
‘Deccâl’ inancı eski dinlerde olduğu gibi yahudilikte ve hıristiyanlıkta da vardır. Bozulmuş Tevrat ve İncil’de ‘Deccâl’ ile ilgili verilen bilgilere bakılırsa İslâm’daki Deccâl inancının onlardan etkilenmiş olabileceği akla gelmektedir.
Ancak birçok meşhur hadis kitabında ‘Deccâl’ ile ilgili pek çok hadis yer almaktadır. Rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.s.) buyurmuştur ki: “Şüphesiz on alâmet ortaya çıkmadıkça kıyamet kopmayacaktır: Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında bir yerin batması, duman’ın çıkması, Deccâl, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc, güneşin batıdan doğması ve Yemen’de bir ateşin çıkarak insanları toplanacakları yere (mahşer yerine) sürmesi.” 1834
Deccâlın Özellikleri: Hadislerde geniş bir şekilde Deccâlın özelliklerinden ve yapacağı işlerden bahsedilir. Buna göre Deccal bir insandır ve olağanüstü yetenekleri vardır. Rüzgâr gibi hızlıdır. Yağmur yağdırıp, bitkileri yeşertebilecek. Yanında su ve ateş bulunacak. Fakat gerçekte onun suyu ateş, ateşi de sudur. Bir gözü kördür ve patlamış üzüm gibidir. Alnında kâfir yazılıdır. Genç bir kimsedir, esmer ve parlak tenlidir. Kısa boylu olmasına rağmen heybetlidir.
1832] bk. 103/Asr Sûresi
1833] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 390-392
1834] Müslim, Fiten 13, hadis no: 2901, 4/2225; Ebû Dâvud, Melâhim, hadis no: 4311, 4/114; İbn Mâce, Fiten 25, hadis no: 4041 ve 4055, 2/1341
- 456 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âhir zamanda doğudan gelecek ve müslümanların oturduğu şehirlerin birinde ortaya çıkacak. Birçok yeri dolaşacak ama Mekke, Medine ve Mescid-i Aksâ’ya giremeyecek. Önce peygamberlik sonra ilâhlık davasına kalkışacak, karşı gelenleri cehennem adını verdiği yere atacak. Ama aslında onun cehennemi cennet gibi, cenneti ise cehennem gibidir. Bir rivâyete göre Hz. İsa tarafından Şam yakınlarında öldürülecektir. 1835
Bütün peygamberlerin ümmetlerini Deccâl fitnesine karşı uyardıklarını, Peygamberimiz’ in de dualarında sık sık Deccâl fitnesinden Allah’a sığındığını bildiren hadisler bulunmaktadır. Rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hiç bir peygamber yoktur ki, ümmetini yalancı köre (Deccâla) karşı uyarmamış olsun. Dikkat edin o kördür… İki kaşının arasında kâfir yazılıdır.” 1836
Hadislerden anlaşıldığına göre ‘Deccâl’ bir insandır. Çıkacak yeri ve zamanı tâm net değildir. Hatta bir rivâyete göre otuz kadar ‘Deccâl’ çıkacaktır1837. Bazı rivâyetlerde ise yetmiş kadar Deccâl çıkacağı ifade edilir. 1838
Deccâl hakkında rivâyet edilen hadislerdeki çelişkiler bu konuda İslâm âlimlerinin farklı yorumlar yapmasına sebep olmuştur. Kimilerine göre bu çelişkiler, giderilebilecek şeylerdir. Onlara göre ‘Deccâl’ ahir zamanda ortaya çıkacaktır. Kimileri birden çok Deccâlın çıkacağını, Hz. Ali zamanında ortaya çıkan bir kimsenin ilk Deccâllardan olduğunu, Firavun ve Nemrut gibi inkârcıların ve onlara benzeyenlerin Deccâl olabileceğini, onun muhtemelen Doğudan çıkacağını, onun yanındaki bir günün kırk gün olması; onunla geçecek günlerin zor olması anlamına geldiğini ileri sürdüler. Kimileri Deccâlın göstereceği olağanüstü olayların bir aldatmaca olduğunu, Deccâlın şer ve bozgunculuğun, hurâfe, yalancılık ve kötülüklerin sembolü olduğunu söylemişlerdir. Kimileri de Deccâlı, insanlığa zararlı inkârcı akımlarla yorumlamışlardır. Kimilerine göre de Deccâl, küfrü ve inkârı yayan herkestir.
Bazı araştırmacılara göre Deccâlla ilgili rivâyetlerin çoğu zayıf ve birbiriyle çelişkili, hatta Peygamberimiz’in söylemesine imkân olmayan gerçek dışı rivâyetlerdir. Birçoğu âhad haber (tek kanalla gelen rivâyet) olduğu için akaidde delil olamazlar. Dolaysıyla Deccâl bir akaid konusu değildir.1839 Ancak, Kur’an’ın temel referans alınmadığı bütün klasik Akaid kitaplarında ‘Deccâl’ın çıkmasının hak olduğu yer almakta, bu konudaki rivâyetler bir yekûn tutmaktadır. (Hâfız İbn Kesir, Deccâl’la ilgili 185 rivâyeti el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserinde bir araya toplamış ve hepsini ayrı ayrı değerlendirmiştir. Eşref b. Abdulmaksûd b. Abdurrahim de bu rivâyetleri el-Mesîhu’d-Deccâl adıyla Mısır’da ayrı bir kitap olarak yayınladı. Deccâlla ilgili rivâyetler için ayrıca bkz. S. Havva, H. İslâm Akaidi, 9/345-415)
Deccâl hakkındaki rivâyetlerden anlaşılması gereken önemli bir nokta şurasıdır: Deccâl, yeryüzünde inkârcılığı yaymaya çalışan, kutsal değerlerle savaşan, şer işleri yürüten kişi ve onların yürüttükleri çalışmalardır. Bu çalışmaların
1835] Müslim, Fiten 20, hadis no: 2932-2937, 4/2247; Buhârî, Fiten 26-27, 9/74-76
1836] Müslim, Fiten 20, hadis no: 2933, 4/2248; Tirmizî, Fiten 62, hadis no: 2245, 4/516; Buhârî, nak. İbn Kesir, el-Mesîhu’d-Deccâl 42; S. Havva, H. İslâm Akaidi, 9/366
1837] Müslim, Fiten 18, hadis no: 2923, 4/2240; Buhâri, Fiten 25, 9/74
1838] Bk. İbn Kesir, el-Mesîhu’d-Deccâl, s. 35
1839] Y. K. Çağdaş Tefsiri, 8/88-90
İSA (a.s.)
- 457 -
her devirde değişik temsilcileri olmuştur. Deccal, olağanüstü bir kişilik olmaktan çok, her devirde şer olan şeyleri temsil eden bir tiptir. Böyle bir tipin olması hem akıl yönünden mümkündür, hem de müslümanlar için bir imtihan sebebidir. Mü’minler, kendilerini şerre çağıran, İslâm dışı şeyleri İslâmî kılıfla sunmaya çalışan bozguncu kimseleri tanımak ve onların kurduğu düzenlere karşı uyanık olmak zorundadırlar. Deccâl tipli kişi ve kuruluşların sunacağı su ve ateşe dikkat etmek gerekir. Zaten mü’minler Deccâlı ve onun zararlı faaliyetlerini iman ferâsetiyle bilirler, Deccâl tiplileri iyi tanırlar ve onlarla mücâdele ederler.
Türkiye’de yakın tarihte ve günümüzde İslâmî değerlere karşı mücâdele veren, İslâmî hükümleri yürürlükten kaldırmış güç ve iktidar sahiplerine halkın ‘Deccâl’ demesi oldukça anlamlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tarih boyunca ve günümüzde Hakka karşı çıkanlar olmuştur ve olacaktır. Hakka karşı çıkanlar da her zaman fesadı yayan, şer işleri artıran, zulme sebep olan tiplerdir.
Birtakım hile ve oyunlarla halkı etkileyip kolaylıkla kandıran Deccallar her dönemde bulunduğu gibi, günümüzde de mevcuttur. İşte bunlar Deccal tiplerdir. Bunlar, halkın karşısına hiç bir zaman asıl yüzleriyle çıkmazlar. Halka yalan vaadlerde bulunurlar, onlara mutluluk sözü verirler ama mutsuzluğu getirirler. İnsanlara ‘su’ sunduklarını iddia ederler, ama sundukları ateşten başka bir şey değildir. Onlar Allah’ın hidâyetini kötü gösterirler, hâlbuki ilâhî dâvet ‘su’ gibi insanlara hayat kaynağı olmaktadır. Kendilerinde olağanüstü marifetler olduğuna kitleleri inandırırlar. Çünkü onların nefislerine hitap ederler, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna ederler. İknâ olmayanları ise sindirirler. Ancak onların olağanüstü marifetleri yoktur. Usta göz boyayıcı (sihirbaz gibi) oldukları için akı kara, karayı ak gösterirler ve kitleler de onlara rahatlıkla kanarlar.
Günümüzdeki maddeci, çıkarcı, nefislere hitap eden, bencil ve dalâlet olan dünya görüşü ve düzenleri insanlara dayatanları, kendilerini üstün, başkalarını geri ve gerici sayanları, kitleleri çeşitli hile, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenleri, bütün güçlerini Allah’ın dâvetine mücâdele için kullananları, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanları Deccallar sınıfına koymak yanlış olmaz.
Hadislerde yer alan çelişkili rivâyetler, âdeta masal havasına büründürülerek anlatılanlar; ya zayıf rivâyetler, ya râvilerin yanılarak yaptıkları ilâveler, ya da kendi görüşleri olabilir. Bu nedenle bu konuda dikkatli olup, her rivâyeti bir akaid konusu olarak almamak gerekir.
‘Deccâl’ kavramı, olabir ki, bâtılın ve küfrün azılı önderlerini (imamlarını) bir nitelemedir, onların kötülüklerine ve insanları kandırma konusundaki hilelerine, onların sapıklıklarına bir dikkat çekmedir. Müslümanları bu gibi kötü kişilere ve kötülük odaklarına karşı uyanık olmaya, yeri ve zamanı gelince de onlarla mücâdele etmeye bir çağrıdır.
Bütün Deccâl işlerinden ve Deccâl tipli kimselerin şerrinden Allah’a sığınırız. 1840
Hz. İsa, ruha önem verilmeyen bir topluma rûhî özellikleri yeniden ihyâ etme yönüyle çeşitli mûcizelerle geldi: Ölüleri diriltme, hastaları iyileştirme, körlerin gözlerini açma, dilsizi konuşturma gibi. İşte günümüz toplumunda da bu rûhî
1840] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 136 vd.
- 458 -
KUR’AN KAVRAMLARI
özellikleri ihyâ eden İsa nefesli insanlara ihtiyaç var. Böylece yahûdilerin katı kapitalist etkileriyle ruhları, rûhî özellikleri bombardıman edilen insanların ölümcül kalpleri ve ruhları dirilsin, ruh maddenin önüne çıksın, böylece tatmin olsun. Hasta kalpler ve ruh hastalıkları iyileşsin. Hakkı göremeyen gözler açılsın, basîret ve ferâset sahibi olan insanlar eşyaya Allah’ın nuruyla bakabilsin. Sadece görünenleri değil; perdenin arkasındakileri de görebilsin. Hakka kilitli dilleri açılsın, bülbül gibi şakısın. Bunların yerine gelmesi için Hz. İsa’nın gökten inmesini beklemeye lüzum yok. Hz. İsa’nın nefesine, Hz. Mûsâ’nın asasına, Hz. Muhammed’in Haktan getirdiği mesaja mirasçı sensin. Kurtuluş istiyorsan kurtarıcı beklemekten vazgeç; vazifeni yap. Hem sen kurtul, hem toplum kurtulsun ey İsa nefesli müslüman! 1841
İsa veya Mehdi bekleyerek kendi üzerine farz olan görevleri, kurtarıcılara havâle edip ertelemek, Allah erine yakışmaz. Biz, İslâm’ı yaşayıp çevremize hâkim kılmaya çalışalım. Gerisi bizi fazla ilgilendirmemelidir. Allah da zaten bizi bazılarını beklemeye çağırmıyor. Her şuurlu müslümanın hidâyete götüren, hidâyet veren anlamında en büyük mehdî olan Kur’an’a uyması kurtuluş için yeterlidir. Her tebliğcinin de, mânen ölmüş canlı cenaze durumundakilere İsa nefesiyle hayat vermeye gayret etmesi gerekmektedir. Kurtarıcı beklemeyi bırakıp kendimiz kurtarıcı olmaya çalışmalı, böylelikle hiç değilse kendimizi kurtarmanın yolunu bulmalıyız. O zaman Deccallar da bize zarar veremeyecektir: “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidâyette/doğru yolda olduğunuz müddetçe dalâlette olanlar (sapıklar) size zarar veremez.” 1842
1841] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, s. 54
1842] 5/Mâide, 105
İSA (a.s.)
- 459 -
Hz. İsa İle İlgili Âyet-i Kerimeler
Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
Hz. İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
Hz. İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
Hz. İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
Hz. İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
Hz. İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
Hz. İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
Hz. İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
Hz. İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
Hz. İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
Hz. İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
Hz. İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
Hz. İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
Hz. İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 337; 2/371-376; 3/119-121
2. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 187; 2, s. 297
3. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 81, 230-231, 377-381
4. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 24, 177
5. Hülâsatü’l Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 171; c. 2, s. 613-616
6. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 204-206
7. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 411-412
8. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 176-178; c. 4, s. 141-144
9. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 176-240
10. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 136-139; 390-392
11. Kur’ân-ı Kerim’den Âyetler ve İlmî Gerçekler, Halûk Nurbaki, T. D. Vakfı Y. s. 332-336
12. Merak Ettiklerimiz, A. Tatlı, M. Dikmen, Cihan Y. 48-50
13. İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, Beşir İslâmoğlu, Denge Y. s. 76-84
14. Hadislerin Kur’an’a Arzı, Ahmet Keleş, İnsan Y. s. 220-224
15. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 17-22; 354-358
16. Fetvâlar, Mevdûdi, Nehir Y. c. 3, s. 42-43; 150-152
17. Lem’alar, s. 112; Şualar, Said Nursi, s. 459-471
18. İslâm’a ve Diğer Dinlere Göre Deccal, Zeki Sarıtoprak, Nesil Basım Yayın, s. 25-48
19. Mehdilik ve İmamiye, İbrahim Süleymanoğlu, Nil A.Ş. Y. s. 213-238
20. Mehdî ve Altın Çağı, Harun Yahya, Nasajans Y. s. 188-208
21. Mehdilik, Avni İlhan, Beyan Y.
22. İmamiye Şiasında On İkinci İmam ve Mehdi İnancı, Mustafa Öz, Mar. Ü. İl. Fak. Vakfı Y.
- 460 -
KUR’AN KAVRAMLARI
23. İntizar (Bekleyiş), Âyetullah İbrahim Emini, Evrensel Y.
24. Çağın Beklediği İnsan Mehdî, Âdil Gökburun, Tek Yol Y.
25. Mehdi ve Deccal, Şaban Döğen, Gençlik Y.
26. Deccal, Hıristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
27. Âhir Zaman Fitneleri, Derleme, İttihad Y.
28. El-Mesîh fi’l-Kur’an ve’t-Tevrat ve’l-İncil, Abdülkerim Hatîb, Beyrut, 1976
29. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. D. V. Y.
30. Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T.D.V. Y.
31. Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
32. Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
33. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
34. Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
35. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
36. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
37. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
38. Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
39. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
40. Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
41. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
42. Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
43. Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
44. Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
45. Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
46. İslâm-Hıristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
47. İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
48. Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
49. Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
50. İnsanoğlu İsa, Halil Cibran, Anahtar Kit. Y.
51. Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
52. Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
53. Hz. İsa’nın Ref’i Hakkında, Mahmud Şeltut, Haksöz, 20 (Kasım 92)
54. İsa’nın Ref’i, Mahmut Şeltut, A.Ü.İ.F. Dergisi, Ankara, 1978, s. 319-324
55. Peygamberler, Safvet Senih, Nil A.Ş. Y.
56. Peygamberler Aydınların Önderleri, Abdülkerim Süruş, Kıyam Y.
57. Peygamberler Tarihi, M. Âsım Köksal, T. Diyanet Vakfı Y.
58. Peygamberler Tarihi, İlhami Ulaş, Osmanlı Y.
59. Peygamberler Tarihi, Bünyamin Ateş, Nesil Basım Yayıyn
60. Peygamberler Tarihi, Mustafa Necati Bursalı, Ölçü Y.
61. Peygamberler Tarihi, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
62. Peygamberler Tarihi, 1, 2, 3, Ahmet Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
63. Peygamberler Tarihi, Ahmet Behçet, Uysal Kitabevi Y.
64. Peygamberlerden Kıssalar, Muhammed el-Habeş, İklim Y.
65. Peygamberlerin Hayatı, Seyyid Kutub, Ravza Y.
66. Peygamberlerin Hayatı, S. Kutub-Abdülkadir Cûde es-Sahhar, İslâmoğlu Y.
67. Peygamberlerin Hayatı, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Risale Y.
68. Peygamberlerin Kıssaları, Ebu'l Hasan en-Nedvî, Arslan Y.
İSA (a.s.)
- 461 -
69. Peygamberlerin Mucizeleri, H. İbrahim Acıpayamlı, Tuğra Y.
70. Peygamberlik ve Peygamberler, Muhammed Ali Sâbûni, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
71. Kur'an-ı Kerim'e Göre Peygam. ve Tevhid Mücâdelesi, 1, 2, 3, M. Solmaz, İ. L. Çakan, Nesil/Ensar
72. Kur'an'da Peygamber, Muhittin Akgün, Işık Y.
73. Kur'an'da Peygamberler ve Peygamberimiz, Afif Abdülfettah Tabbara, Gonca Y.
74. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber, Muhittin Akgül, Işık Y.
75. Kur'an'ın Tanıttığı Peygamberler, A. Lütfi Kazancı, Nil A. Ş.
76. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber'in Hayatı, Mevdudi, Pınar Y.
77. Adayış Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
78. Sahih-i Buhâri Tecrîd-i Sarih Terc. c. 2, s. 431; c. 6, s. 532; 9, s. 167, 179-182
79. Kütüb-i Sitte Terc. c. 3, s. 365; c. 12, s. 363-366; c. 13, s. 152, c. 14, s. 266-276
İRTİDÂD
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İRTİDÂD
- 357 -
Kavram no 98
İman 15
Bk. Tevhid; Şirk; Küfr
İRTİDÂD
• İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
• Mürted
• Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
• Ridde Savaşları
• Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde İrtidâd Kavramı
• Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
• İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri
• Gizli İrtidâd
• Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik
• Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
• Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
• İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” 1392
İrtidâd; Anlam ve Mâhiyeti
İrtidâd, Arapça bir kelime olup, ridde’nin türevidir. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelir. Istılahta, iman ettikten sonra, İslâm’dan dönmeye verilen isimdir. İslâm dinini terkedip başka bir dine geçmek veya eski inancına dönmeye irtidat; bunu yapan kimseye de “mürted” denir.
Kur’an’da irtidatla ilgili şöyle buyrulur: “Sizden kim irtidat eder (dininden döner) ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa çıkmıştır ve onlar cehennem ehlidir, orada ebedî kalacaklardır.”1393; “Kim imanı küfürle değiştirirse, şüphesiz o, dümdüz yolun ortasında sapıtmıştır.” 1394
İrtidâd edip, dinden dönen, İslâm’ı terkedip küfrü veya şirki seçen kimseye mürde denir. İslâm’dan çıkma olayına ‘ridde’ veya ‘irtidat’ denilmektedir. Mürted, müslümanlığı kendi isteğiyle, hiç bir baskı olmadan seçtiği halde, sonradan
1392] 2/Bakara, 217
1393] 2/Bakara, 217
1394] 2/Bakara, 108
- 358 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çeşitli nedenlerle yine kendi arzusu ile terkeden, küfrünü açıkça ortaya koyan insandır. Kur’ân-ı Kerim, böylelerinin çirkin durumunu açıklayarak onları kötü bir âkıbetin/sonucun beklediğini haber veriyor. 1395
Mürtedin Kişiliği: Mürted, kişilik zaafı olan biridir. Doğru bir bilgiye ve sağlam bir görüşe sahip olamamıştır. İnandım dediği dini yeterince benimsememiştir. Bir başka fikir veya inanç, hoşuna giden bir dünyalık onu daha çok etkilemiştir. ‘İslâm’dan çıkarsam, gayri müslimlerin safına geçersem maddî bir çıkar kazanabilirim’ diye düşünmüştür. Kendisine çok süslü gösterilen, İslâm dışı hayat şekilleri daha çok hoşuna gitmiştir. Nefsinin arzuları kabarıp taşmıştır. Çok şey istemektedir, birçok şeyden zevk alma arzusundadır, ama müslüman kaldığı müddetçe bunlara ulaşması zordur. Zaten pamuk ipliği ile bağlı olduğu İslâm bağını hemen koparıp atmaktadır.
Mürtedlik aslında sıradan bir mesele değildir. Allah katında din seçmek insan varlığı için en önemli olaydır. Âlemlerin Rabbi, insana değer veriyor, onu kendisine muhâtap (hitap edilecek kişi) olarak kabul ediyor, deyim yerindeyse, insanı ‘adam yerine koyuyor’. Ona elçiler ve din gönderiyor, ona doğru yolu gösteriyor. Buna karşın insanların bir kısmı buna aldırmıyor yahut elçilerle gelen dâvete karşı çıkıyor, ya da onu eğlenceye alıyor. Bunun bir belirtisi olarak da bazen inandığını söylüyor, bazen de bu inandığı dini terkediyor. Kimileri de dışarıdan inanmış gibi görünüyor, ancak içinden inkârcılığa devam ediyor. Aslında pek de âciz olan ve ölünce mutlaka Rabbinin huzuruna çıkacak olan insanın bu denli cesur olması, cür’ette bulunması, korkmaması, yaptığı işin sonunu düşünmemesi ne kadar acıdır!
Kendisine verilen değeri anlamayan ve değerini çok çok yüceltecek olan ilâhî dâvete kulak vermeyen insandan daha akılsızı, daha bedbahtı/şanssızı var mıdır? Böyleleri bile bile zararlı ve kötü olanı tercih ediyorlar, derecelerini kendi elleriyle alçaltıyorlar. Bir kısmı da kurtuluş ve mutluluğun adı olan İslâm’ı kabul ettikten sonra şu veya bu sebepten dolayı onu terkediyorlar. Onu ya beğenmiyorlar, ya küçümsüyorlar, ya da çıkarlarına engel görüyorlar.
Hangi sebeple olursa olsun bu tavır Allah’ın sevmediği bir tavırdır. Bu davranış âlemlerin Rabbi Allah ve O’nun aziz dini İslâm ile -hâşâ- dalga geçmek gibidir. Bu bir ciddiyetsizlik, câhillik ve dönekliktir. İslâm’a göre, elbette din ve inanç hürriyeti vardır. İsteyen istediği dini ve yaşama biçimini seçebilir. Bu konudaki seçim hakkı bireyin kendisine aittir. Onu hiç bir kimse bir inanca ve ideolojiye bağlanmaya zorlayamaz. Herkesin cehenneme gitme, orayı tercih etme özgürlüğü vardır. Ancak bir kimsenin İslâm’ı din olarak seçtikten sonra onu terketmesi hem onun için çok önemli bir kayıp, hem müslüman toplum için bir sorun, hem de İslâm’ın yüceliğine gölge düşüren bir durumdur. 1396
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, İslâm’ı bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet
1395] 2/Bakara, 217
1396] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 457-459
İRTİDÂD
- 359 -
politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi, şu söz ve davranışıyla şirke düştü; mürted oldu, müşrik oldu, ona hangi cezayı verelim?’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikler ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Şirk konusu, bu bilgileri çevremizdeki düzenin kurbanı ve câhil insanlara karşı kılıç gibi kullanmak için öğrenilmez. Şirki, irtidâdı tanımak, yani tevhidî şuur, kendimizi, en küçük bir ihtimalle bile şirke düşürebilecek davranışlardan şiddetle sakınmak ve insanları bu hale getiren bataklıkla mücâdele etmek, şirk düzeni ile savaşılmadan bunun önününün alınamayacağını idrâk etmek ve insanları en büyük tehlike olan bu belâdan kurtarmanın yollarını aramak, tebliğ etmek, canlı Kur’an olmaya çalışıp tevhidi bayraklaştırdığımızı davranışlarımızla isbat etmek için olmalıdır.
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 1397
Mürted
Mürted; geri dönmek, geriyi istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidâd" masdarının fâil ismidir, yani irtidad eden kimse demektir. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimidir. Dinden çıkma olayına "riddet", İslâm’dan çıkana da “mürted” denir.
Müslümanın dinden çıkıp irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:
1- Allah Teâlâ'ya ibâdette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur."1398 İbâdet türlerinden herhangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibâdet ettikleri ilâhlarının/putlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatçilikte bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatçilerimizdir derler."1399; "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın."1400; "Doğru duâ ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan başka diğer varlıklar duâ edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duâsı sapıklıktan başka bir şey değildir." 1401
Allah'tan başkasına duâ edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icmâ'ı olup, buna muhâlif görüş beyan
1397] 6/En’âm, 82
1398] 5/Mâide, 72
1399] 10/Yunus, 18
1400] 72/Cinn, 18
1401] 13/Ra'd, 14
- 360 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eden hiç bir kimse yoktur.
Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibâdette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır. O ancak kendisine ibâdet etmenizi emretti." 1402; "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz." 1403
Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hıristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icmâ'ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir.
3- Muhammed’in (s.a.s.) getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir." 1404
4- Rasûlullah’ın (s.a.s) dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz." 1405
5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidâyete erdirmez." 1406
6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler." 1407
7- Bazı insanların, Hz. Muhammed’in (s.a.s) şeriatini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "İslâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." 1408
8- Üzerine icmâ vâki olmuş İslâm'ın farzlarından birisi üzerinde tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak. İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahûdilerle, Hıristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir. 1409
1402] 12/Yusuf, 40
1403] 18/Kehf, 26
1404] 47/Muhammed, 9
1405] 9/Tevbe, 65-66
1406] 5/Mâide, 51
1407] 46/Ahkaf, 3
1408] 3/Âl-i İmrân, 85
1409] Miftâhü'l Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5
İRTİDÂD
- 361 -
Bir kimse şehâdet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden ve İslâm'a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlullah (s.a.s.); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir."1410; "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır."1411 buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi câiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir."1412 Bunun içindir ki ashâb, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.
Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." 1413
Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: "Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu kaldırdı."1414 Kalbi imanla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vâki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkâr edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır." 1415 İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır 1416
Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında âlimler arasında ihtilâf vardır.
İslâm'ın ilk dönemlerinde on bir fırka dönden dönmüştür. Bu vak'alardan üçü Hz. Peygamber'in hayatının sonlarına doğru meydana gelmiş, yedisi Hz. Ebû Bekir devrinde, biri de Hz. Ömer devrinde olmuştur. Ama bizim için önemli olan
1410] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111
1411] Buhârî, İlim, 49
1412] Müslim, İmân, 152
1413] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
1414] İbn Mâce, Talâk, 16
1415] 16/Nahl,106
1416] el-ihtiyâr, II/106
- 362 -
KUR’AN KAVRAMLARI
husus, bunları birer tarihî vak'a olarak anmak ve anlatmak değil, günümüz insanının bir irtidad keyfiyetiyle ilgisi ve bulaşıklığı olup olmadığının incelenmesidir. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi irtidâd, bir veya birkaç olaya ve belli bir zamana münhasır değildir. Yani değişik karakterler arzetse de irtidâd etme halleri, hiçbir devirde ve toplumda tümüyle ortadan kalkmamıştır. Kur'an âyetlerinin hükmü de umûmidir.
İrtidâd olayının temel illeti, sadece inkâr değil; çoğu kere İslâm otoritesine karşı gelmektir. Meselâ, bugün de zekât, İslâmî ulu’l-emr tarafından toplanacak olsa, vermeyecekler çoğunluktadır. Asr-ı saâdetteki irtidâd olaylarına baktığımızda, açıkça görülür ki, mürted olmanın temelinde biraz ekonomik, biraz da Hz. Peygamber'in (veya O'ndan sonra başa geçen Hz. Ebû Bekir'in) iktidarını kabul etmemek gibi siyasî etkenler de vardır. Bu arka plan, hemen her devirdeki irtidâd olaylarında da sözkonusudur.
Mürted, İslâmî otoriteye (âdetâ) savaş açmış bir bağî ve muhârip durumundadır.
İrtidad, bilinçli ve kasıtlı yapılan bir eylemdir. İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren kimseye mürted denir.
Gaflet içindeki kimselerin sorumsuzca sarfettikleri bir sözden, yaptıkları bir eylemden ya da gösterdikleri yanlış bir tavırdan dolayı küfre saptıkları, yaşanan bir olaydır. Bunların mürted olup olmadığına gelince, çoğunun demeçleri, günlük konuşmaları ve genelde tavırları, bu insanların kendilerini müslüman veya mü'min saydıklarını açıkça göstermektedir. Hâlbuki mürted böyle değildir. Mürted insan, İslâm'ı reddettiğini, Onun yerine dinsizliği, ya da başka bir dini tercih ettiğini açıkça ifade eden veya bu doğrultuda eylem yapan insandır. Örneğin vaktiyle namaz kılan, oruç tutan, benzeri İslâmî ibâdetleri yaptığı görülen bir kimsenin, daha sonra bir kiliseye girerek fiilen âyine katılması veya bir put karşısında saygı duruşu göstermesi onun mürted olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Öyle ise birçok gâfil insanın bir an için işledikleri küfür, genelde riddet anlamını taşımaz.
Elbette ki mürted insan da netice itibarıyla kâfirdir. Çünkü İslâm'ı açıkça reddetmiştir. Ancak onun işlediği suç, küfrün türlerinden biridir. Yani şirk nasıl ki aynı zamanda küfrün bir alt kümesi ise, irtidâd da aynen öyledir. Fakat mürtedi sıradan müşrik ve kâfir insandan ayıran ciddî çizgiler vardır. Çünkü genellikle şirk ve küfür, bir insanın hayatına yanlışlıklarla birlikte girer. Çok kere kişi, bilinçsiz bir şekilde bu suçu işler. Ama irtidâd böyle değildir. Tıpkı nifak gibi mutlaka bilinçli işlenen bir suçtur.
İrtidad olayı, daha çok bilgisizliğin ya da düşünce kaosunun sonuçlarından olan küfür ve şirkle karşılaştırıldığı takdirde görülür ki, mürted insan, sıradan kâfir ve müşrikten çok farklıdır. Çünkü irtidâd düşünüp tasarlamayı, ondan sonra karar vermeyi gerektirmektedir. Böyle bir insan ise, anca son derece bilinçle hareket eden biri olabilir. İşte bu nedenledir ki, geleneksel küfrün ve şirkin yaygın olmasına karşın, irtidâd çok ender rastlanan bir olaydır.
İrtidâd, neden küfrün en az rastlanan türüdür? Bunun nedenini iki noktada aramak gerekir:
İRTİDÂD
- 363 -
Birincisi: Bir insanın özellikle düşünerek ve karar vererek İslâm'dan bilinçle çıkıp dinsiz olmak, ya da başka bir dini seçmek için bir haklı ve mantıklı neden bulamamasıdır. Çünkü İslâm, gerçeklerin tümünü kucaklayan en büyük gerçektir. İslâm'ı yalanlamaya, Onu çürütmeye, hiçbir mantık ve hiçbir otorite güç yetirememiştir. Aynı zamanda İslâm o kadar rahat, o kadar kolay anlaşılan bir hayat ve kâinat düzenidir ki, insan zaten Onun atmosferinden dışarıya çıkamamaktadır.
İslâm, bir anlamda fıtrat ve doğa demektir. Dolayısıyla bilgi ve kültür düzeyi ne olursa olsun her müslüman, İslâm'ı âdeta solumaktadır. Onun için de başka bir din arayışı müslümanın akıl ve hayalinden hiçbir zaman geçmez. Oysa İslâm'ın dışındaki bütün dinlerin mensuplarında, hatta onların aydınlarında, râhiplerinde ve her rütbeden din adamlarında bile bu arayış vardır.
İrtidâda ender rastlanmasının ikinci nedeni ise çok ilginçtir. Çünkü kimliğindeki "İslâm" sözcüğünden başka İslâm'la hemen hiçbir bağı olmayan, buna rağmen kendini belki de müslüman sanan birçok insan daha vardır ki, bunlar da İslâm'dan çıkıp başka bir din seçmeyi hiçbir zaman düşünmemektedirler. Çok şaşırtıcı gibi görünen bu gerçeğin arka planındaki neden şudur: Aslında çoğu pozitivist kâfir ya da müşrik olan bu insanların İslâm'dan başka bir din aramamaları, onların hemen hiçbir dine önem vermemelerinden kaynaklanmaktadır. Onlara göre; İslâm demek, mevlitler, kandiller, çelenkler, âyinler, tarikatler, fal ve büyüler gibi İslâm'la uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir sürü gelenekler, törenler ve şarlatanlıklar demektir. Ve yine onlara göre; İslâm da aynen hıristiyanlık, yahûdilik, budizm ya da şintoizm gibi bir dindir; dolayısıyla İslâm'dan çıkıp başka bir dine girmek ya da dinsiz olduğunu söylemek anlamsızdır.
Tarihte iki kez toplu riddet olayı meydana gelmişse de bu her iki olayın temelinde o günlerin özel nedenleri yatmaktadır. Bunların birincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatı üzerine henüz İslâm'a ısınmamış bulunan câhil çöl Araplarının yaşadıkları deprasyondur. İkincisi ise, yine İslâm'ı pek kavrayamamış olan Hazar Türklerinin 8. yüzyılda Kral Bulan'ın eğilimi üzerine topluca yahûdiliğe girmeleri olayıdır.
İrtidâd, imanî bir sorunun ötesinde genelin vicdanına karşı cüretkâr bir isyan, toplum düzenini sarsıcı ve anarşiyi dâvet edici sinsi bir suçtur. Bazen de organize hale dönüşür. İslâm hukukuna göre bir kimsenin mürted sayılabilmesi için onun daha önce müslüman, akıllı ve özgür olması şarttır. Şu halde hiç müslüman olmamış, ya da aklî dengesi bozuk veya zorlanarak irtidâd eden kimse için böyle bir durum sözkonusu olmaz. Kâfirlerin ve müşriklerin, diğer şirk ve küfür dinlerinden herhangi birini seçmeleri için de İslâm'a göre bir engel yoktur. Çünkü sonuç itibarıyla "ehl-i küfür bir tek millettir." 1417
Fıkhî İctihadlara Göre Mürtedin Cezası
Bir müslümanın dinini değiştiriliprip irtidâdı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şâhitlik edilmesi hallerinde sâbit olur.
Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: "Dinini değiştireni öldürün" 1418. Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı hükmün uygulanacağı
1417] Ferit Aydın, İslâm'da İnanç Sistemi, s. 190-195
1418] Buhârî, Cihâd, 149
- 364 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşündedirler. Ancak Hanefiler bu konuda farklı görüştedirler. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin 1419 hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. 1420
Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilâf vardır. Âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a.), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya sadece ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir.
Hz. Ali (r.a.), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. en-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli İslâm'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür. Ancak, bu görüş, Sünnet ve icmâ ile sâbit olan irtidad cezasının uygulanmasını imkânsız kılacağından itibara şâyân değildir.
İmam Mâlik, Leys, İshak ve Ebû Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Çünkü zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez. Allah Teâlâ; "Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesnâ."1421 buyurmaktadır. Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu âyet-i kerîme gösterilmektedir: "İman edip sonra inkâr eden, sonra imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir." 1422
Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır. Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır. Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez. Çünkü Allah'a ve Rasûlüne küfretmek haddi gerektirir. Tevbe ise haddi düşürmez. 1423
Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün sâlih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır." 1424
Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda İslâm âlimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şâfiî'ye göre irtidad edip, sonra İslâm'a dönenin haccı da dâhil hiç bir ameli düşmez. İmam Mâlik'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer. 1425
1419] Ebû Dâvud, Cihad, 121
1420] İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII/125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y.), II/385 vd.
1421] 2/Bakara, 160
1422] 4/Nisâ, 137
1423] İbn Kudâme, a.g.e., 125 vd
1424] 2/Bakara, 2/217
1425] el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III/48).
İRTİDÂD
- 365 -
İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir sözkonusu olmaz. Hanefîler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak olarak kabul etmişlerdir. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kâfire mirasçı olamaz." 1426
Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali (r.a), Hasan, Şa'bi, Leys, Ebû Hanife ve İshak ibn Raheveyh müslüman yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik ve Şâfii'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe'ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey hükmündedir 1427. Ebû Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir. Ebû Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâl u kârda mirâs olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Kurtubî; "İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." 1428 hadisinin hükmünün mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında verâset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir. 1429
Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup, bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz. Öldürülmeyi hak etmiş olması, O'nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez. Bu konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir. Bunun gibi, kaçıp daru'l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez. İslâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma altına alınır. 1430
Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da câiz değildir: "Ne peygamberin ne de mü'minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz." 1431
Bir kimse İslâm'dan çıkıp başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına hükmedilerek cezalandırılır. Ancak, irtidat olayı bununla sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine girmesi de irtidad mı sayılır? Âlimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz. Çünkü küfür tek bir millettir. Ancak, İslâm'ı terkedip başka bir dine girenin durumu, hidâyetten yüz çevirip dalâleti seçtiği için farklılık arzetmektedir. Mâlikîler ve Hanefîler bu görüştedirler.
Şâfiîler'de ise bu konuda iki farklı görüş vardır. Bir kâfir, dininden döndükten
1426] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
1427] Kurtubî, a.g.e., III/49
1428] Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizî, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
1429] Kurtubî, aynı yer
1430] Seyyid Sabık, a.g.e., II/390
1431] 9/Tevbe, 113
- 366 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra, ya İslâm'a girer ya da öldürülür. Taberânî İbn Abbas'tan merfû olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: "Dininden çıkıp kendisine İslâm'dan başka bir din seçeni öldürün." 1432 Ahmed ibn Hanbel'in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde irtidat cezası uygulanır; Yahûdi veya Hıristiyan'ın Mecusîliği seçmesi gibi. 1433
Mürtedin öldürülmesinin hikmeti: İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibâdettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de âhirettir. O, akıl ve mantık üzerine binâ edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun ebedî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkâr ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gâye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
Diğer bir açıdan bakıldığında da İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı takdirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.
İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihânet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.
Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihânet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır. Bu, İslâm'ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların itirazlarının gerçekte, İslâm'a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. İslâm'ın mürted'e uyguladığı cezanın mantık dışı hiç bir tarafı olmadığı ortadadır. Zaten tarihe bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet ellerinden gitmiş, İslâm toplumu İslâm dışı güçlerin baskısı altında ezilir hale gelmiştir. 1434
Hanefî fıkhına göre İslâm’dan çıktığını açıkça gösteren söz, tutum ve davranışlarda bulunan kişi, mürted sayılır ve tevbe etmediği takdirde idam edilir.
1432] Seyyid Sabık, a.g.e., 382
1433] Bk. Seyyid Sâbık aynı yer
1434] Seyyid Sâbık, a.g.e., II/387; Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 369-372
İRTİDÂD
- 367 -
Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki; mürted, İslâm’ın Allah indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla dinini terketmiştir. Bu duygular, mürtedi müslümanlara karşı harbî (muhârip, savaşçı) durumuna getirir. Çünkü irtidatla birlikte sahip olduğu ismet-i şahsiyetini (kişisel mâsumluk ve dokunulmazlığını) kaybetmiştir. Gayr-i müslim olan kâfir ise, dâvete muhtaçtır. İslâm hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir.
İbn Âbidin: “İrtidat eden ve muhârip durumuna geçen kimsenin öldürülmesi, dinin muhâfazası için zarûridir. Çünkü dinin muhâfazası, maslahatların en üstünüdür” hükmünü zikreder. Hanefî fukahâsı: “irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir. Çünkü kadın, muhârip (savaşçı) durumunda değildir.” Bu noktada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Mürted olan erkek derhal öldürülmez; önce irtidat sebebi araştırılıp, şüpheye düştüğü husus izah edilir ve tecdîd-i imana dâvet edilir. Bütün bunlardan sonra, durum değişmezse ulu’l-emr tarafından öldürülür. Bu cezayı herhangi bir mü’min, kendi şahsî değerlendirmesiyle yapamaz. Çünkü velâyete tecâvüz câiz değildir. Ulu’l-emr, bütün ümmetin velâyetine sahiptir. 1435
İslâm dini temelde din ve vicdan hürriyetine büyük önem vermiştir. Bu yüzden hiç kimse müslüman olmaya zorlanamaz. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulur: "Dinde zorlama yoktur. Artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, şüphesiz ki o, kopmayan sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir."1436 Kendi hür irâdesiyle müslüman olan kimsenin ise artık İslâm dininin esaslarına uyması gerekir.
İrtidad, bir bakıma İslâm toplumuna ve devletine karşı baş kaldırma, ciddi bir isyanda bulunma hareketidir. Bu yüzden mürtede uygulanacak müeyyideler ağır tutulmuştur. Bir hadis rivâyetinde şöyle buyrulur: "Kim dininden dönerse, onu öldürün."1437; "Müslüman bir kimsenin öldürülmesi ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur: İmandan sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasden öldürme."1438 İrtidad edenin öldürüleceğine dair hüküm Hanefîler'e göre, yalnız erkekleri kapsamına alır. İrtidad edene, İslâm dini arzedilerek tevbe etmesi istenir. Bu müstehaptır. Kendisine daha önce İslâm dâveti ulaştığı için, bu çağrı farz değildir. O, yeniden İslâm'a dönerse problem bitmiş olur. Eğer küfürde ısrar eder, devlet başkanı tevbe ümidi görürse veya mürted, süre istemiş bulunursa; kendisine üç gün süre verilir. Eğer devlet başkanı tevbe ümidi görmez ve mürted de bir süre talebinde bulunmamış olursa, derhal öldürülür. Bu konuya delil olarak Hz. Ömer'in uygulaması gösterilir. İslâm ordusunda irtidad edip, derhal öldürülen bir adamın durumu Hz. Ömer'e haber verilince şöyle demiştir: "Onu bir yerde üç gün hapsetmeniz her gün bir ekmek vermeniz ve tevbeye dâvet etmeniz gerekmez miydi? Umulur ki o, tevbe eder ve Allah'a dönerdi. Ey Allah'ım! Ben bu olayda hazır bulunmadım. Emir vermedim. Haber bana ulaştığı zaman rızâ da göstermedim."1439 Rivâyete göre Hz. Ali de mürtedi üç defa tevbeye dâvet eder ve şu âyeti okurdu; "İman edip sonra inkâr eden, sonra iman edip tekrar
1435] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 214
1436] 2/Bakara, 256
1437] Buhârî, Cihad, 148; İ'tisâm, 28
1438] Buhârî, Diyât, 6, Kasâme, 25, 26
1439] el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi’, Beyrut 1402/1982, VII/134-135
- 368 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir."1440 Mürted'in tevbeye dâvet edilmeden önce öldürülmesi mekruhtur. Ancak dinden dönmekte ismetini yitirdiği için, onu öldüren yetkiliye bir şey gerekmez. Mürtedin tevbesi, kelime-i şehâdet getirmesi ve girdiği dinden yeniden İslâm'a dönmesi, hangi konuyla ilgili irtidâd etmişse o konu ile ilgili İslâmî hükümleri kabul ettiğini ilân etmesidir.
Dinden dönen kadının öldürülmesi câiz değildir. Fakat o, yeniden İslâm'a girmeye zorlanır. Zorlama şöyle olur: Hapsedilir ve her gün çıkarılarak tevbe etmesi istenir. İslâm'a dönerse serbest bırakılır. Aksi halde ölünceye kadar hapiste kalır. Öldürülmeme konusunda delil şu hadistir: "Kadın ve çocukları öldürmeyin!" 1441
İmam Şâfiî'ye göre, mürted kadın da erkek gibi öldürülür. Delil: "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz" 1442 hadisinin genel ifadesidir. Çünkü kanın mubah olmasının illeti, imandan sonra küfürdür. Mürted erkeğin öldürülmesinin sebebi budur. Aynı özellik mürted kadında da vardır. İmandan sonra küfür, aslî küfürden daha ağırdır. 1443
Mürted mânen ölmüş sayıldığı için o, kimseye mirasçı olamaz. Mürtede başkalarının mirasçı olması konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, dinden çıkanın irtidaddan önce veya sonra kazandıkları kendi müslüman vârislerine intikal eder. Ebû Hanîfe'ye göre ise, irtidaddan önce kazandıkları kendi mirasçılarına, sonra kazandıkları ise beytülmâle gider. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise tüm malı beytülmâle intikal eder.
Mürtedin nikâhı geçersiz olur, irtidâd eden erkek, müslüman hanımından; irtidâd eden kadın da müslüman kocasından boşanmış olur. Karı-koca birlikte irtidad etseler veya birlikte İslâm'a girseler, nikâh bağları devam eder. İmam Züfer'e göre ise bu durumlarda da nikâh akdi fâsit olur. Eşlerden biri diğerinden önce İslâm'a girerse, nikâh akdinin fâsit olacağı konusunda görüş birliği (icmâ') vardır. 1444
İman sahibi olduktan sonra İslâm'ı terkedenlerin dünya ve âhirette karşılaşacakları tehlikeleri haber veren pek çok âyet vardır. 1445
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Hz. Ebû Bekir'in halîfeliğinin ilk günlerinde dinden dönme olayları görüldü. Ebû Bekr’in (r.a.) onlara savaş açarak kararlı tutumuyla İslâm'ın bütünlüğü korunmuş oldu. Ebû Hureyre'den şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlullah vefat edip de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği ve Araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Hz. Ömer, Ebû Bekir'e şöyle dedi: "Allah Rasûlu; "İnsanlar, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, 'Allah'tan başka ilâh yoktur' derse, malını ve canını benden korumuş olur. Ancak İslâm'ın hakkı müstesnâdır. Onun asıl hesabı ise Allah'a kalmıştır" buyurduğu halde, nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? Ebû Bekir şöyle cevap verdi: Allah'a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka
1440] 4/Nisâ, 137
1441] Ebû Dâvud, Cihâd, 90
1442] Buhârî, Cihâd, 149; İ'tisam, 28
1443] el-Kâsânî, a g e., VII, 135
1444] el-Kâsânî, a.g.e., VIII/136-137
1445] 2/Bakara, 217; 3/Âl-i İmrân, 3/86-91, 106; 4/Nisâ, 115, 137; 5/Mâide, 54
İRTİDÂD
- 369 -
savaşacağım. Çünkü zekât malî bir haktır. Allah'a yemin ederim ki, Rasûlullah'a vermiş oldukları bir deve yularını bile bana vermezlerse, onlarla savaşırım" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Azîz ve Celîl olan Allah Ebû Bekir'in gönlünü savaş için genişletmiş ve yine anladım ki, onun görüşü doğrudur." 1446
Hz. Ebû Bekir'in zekât vermeyenlerle savaşa karar vermesinin delili, Hz. Peygamber'in şu uygulamasıdır. Allah Rasûlu, Eşca' kabilesinden birisinin zekâtını alması için bir memur göndermiş, vermeyince, ikinci defa göndermiş, üçüncüde yine vermezse boynunu vurmasını söylemiştir 1447. Diğer yandan, namaz kılmayanlarla harp edileceğine dair sahâbenin icmâ'ı vardır. Ebû Bekir burada zekâtı, namaza kıyas etmiştir. 1448
Hattâbî'ye göre, bu dönemde dinden dönenler iki sınıftır:
1. Dinden tamamen dönenler: Museylimetü'l-Kezzâb ile el-Esvedü'l Ansî'ye uyanlar. Ebû Bekir (r.a.) bunlarla savaşmış, Müseylime'yi Yemâme'de, el-Ansî'yi ise San'a'da öldürtmüştür. Onlara uyanların çoğu da öldürülmüş, kalanlar ise kaçmış ve dağılmıştır. Diğer yandan dinin bütün hükümlerini inkâr edip namaz ve orucu terkedenler de vardı. Bunlar câhiliyye devrindeki hallerine dönmüşlerdi.
2. Namazla zekâtı birbirinden ayıranlar: Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. İçlerinde kabile reisinden korkarak zekât vermeyenler de vardı. Meselâ; Benû Yerbu' kabilesi kendi arasında zekâtı toplamış, Hz. Ebû Bekir'e göndermek üzere iken Mâlik b. Nuveyre bunu duymuş ve toplanan zekâta el koyarak kabileye dağıtmıştır. Bazıları da; "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin bir zekât al." 1449 âyetini yalnız Hz. Peygamber'le ilgili görüyor ve zekât vermek istemiyordu.
İşte Hz. Ömer'in tereddüdü ve Halîfe Ebû Bekir'e itirazı bu ikinci madde ile ilgilidir. Diğer yandan Hz. Ömer'in dayandığı; "İnsanlar Allah'dan başka ilâh olmadığını söyleyinceye kadar... onlarla savaşmakla emrolundum" hadisi, başka rivâyetlerde "Hz. Muhammed'e imanı, kıblemize dönme, kestiklerimizi yeme, bizim gibi namaz kılma" gibi ilâvelerle nakledilmiştir. Hz. Ömer'in başlangıçta, bu ayrıntıları düşünmeden karşı çıkmış olması de muhtemeldir. 1450
Ridde Savaşları
Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra dinden dönüp İslâm devletine savaş açanların isyanlarının bastırılması için yapılan askerî harekâtlara Ridde savaşları denir.
Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefat haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazı kabileler özellikle zekât ödemeyi reddederek isyan ettiler. Ayrıca Rasûlullah’ın
1446] Ebû Dâvud, Zekât, l
1447] Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1984, V/21
1448] Sünen-i Ebû Dâvud Terceme ve Şerhi, N. Yeniel - H. Kayapınar - N. Akdeniz, İstanbul 1988, VI/93
1449] 9/Tevbe, 103
1450] Bk. Buhârî, İmân, 17, 28, Salât, 28, Zekât, 1, İ'tisâm, 2, 28; Müslim, İmân, 32-36; Ebû Dâvud, Cihâd, 95; Tirmizî, Tefsîru Sûre (88); Nesâî, Zekât, 3; İbn Mâce, Fiten, 1-3; Dârimî, Siyer, 10; Ahmed bin Hanbel, IV/8; Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. c. 3, s. 175-176
- 370 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(s.a.s.) vefatı ile ortaya çıkan karışık ortamdan istifade etmek isteyen bazı kimseler de peygamberliklerini ilan etmişler ve kendilerine inandırdıkları kalabalıkları peşlerine takarak İslâm hükümranlığını tehdit etmeye başlamışlardı. Rasûlullah’ın (s.a.s.) sağlığında onun hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kalarak müslüman olan, ancak imanın kalplerine nüfuz edip yerleşmediği bu bedevî topluluklar, onun vefatıyla cesaretlenmiş ve kalplerinde gizlediklerini açığa çıkarmışlardı. Aslında onların bu durumu bilinmiyor değildi. Zira Allah Teâlâ onlar için bir âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed! Bedeviler "İman ettik" derler. Sen onlara şöyle de: "Hayır! İman etmediniz. Siz ancak, müslüman olduk deyin. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir." 1451
İrtidat hareketlerinin başlamasıyla başkent Medine her taraftan düşmanlarla kuşatılmış bir duruma geldi. Öte taraftan Yahûdi ve Hıristiyanlar, ortaya çıkacak fırsatları değerlendirmek için müslümanların durumunu izlemeye başladılar. Tarihçiler müslümanların o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri, sayılarının azlığı ve düşmanlarının çokluğu yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu ve karanlık bir gecede sahrâda kaybolmuş koyun sürüsüsün durumunu andırıyordu"1452 şeklinde ifade etmektedirler. Medine'nin bu şekilde ciddi olarak tehdit altında bulunmasını ileri süren bazı kimseler, Rasûlullah’ın (s.a.s) vefatından az önce yola çıkan Usâme'nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebû Bekir’e (r.a.) mürâcaat ettiler. İslâm devletinin başına henüz geçmiş olan Hz. Ebû Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usâme'nin ordusu için Rasûlullah’ın (s.a.s.) emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım" 1453 dedi ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.
İlk dinden dönme hareketi Peygamber’in (s.a.s.) sağlığında Yemen'de ortaya çıkmıştı. Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansî, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, peşinden de San'a’yı, vali Şehr ile yirmi beş gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in âmil ve muallim olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebû Mûsâ el-Eşarî'ye iltihak etmiş daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi.1454 İbnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitne bir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı."1455 Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan Rasûlullah’ın (s.a.s.), Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansî'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin İslâm'da sebât eden bölgedeki bütün müslümanlara ulaştırılması gibi tâlimatlar yer almaktaydı. 1456
Rasûlullah’ın (s.a.s.) emri San'a'daki müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikast ile Esved el-Ansî, Firûz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar İslâm'ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi
1451] 49/Hucurât, 14
1452] Taberî, Tarih, Beyrut ty, III/225; İbnü’l-Esîr, Tarih, Beyrut 1979, II/33
1453] Taberi, a.g.e., III, 225, 228; İbnül-Esir, a.g.e., aynı yer
1454] Taberiî III/229-230
1455] İbnül-Esir, II, 338
1456] Taberî, III/231; İbnül-Esîr, II/338
İRTİDÂD
- 371 -
Medine'ye Rasûlullah’ın (s.a.s.) vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı. 1457
Peygamber’in (s.a.s.) ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktılar, Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tâbi olarak dinden döndüler. Gatafan ise, Uyeyne b. Hısn'ın başkanlığı altında isyan etti. Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureyşten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır" diyerek, Tuleyha'ya tâbi oldu.1458 Havâzinliler ise zekâtlarını ödemeyeceklerini bildirdiler. Her taraftan irtidat haberleri Medine'ye ulaştığı zaman Ebû Bekir (r.a.), elçiler göndermek sûretiyle İslâm'a dönmelerini sağlamaya çalıştı ve Usame'nin ordusunun dönüşünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'ın Medine'ye saldırmaları üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faâliyete geçmek zorunda kaldı. Bu arada diğer birtakım kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazı kılacaklarını, ancak zekât'ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edilmesini istediler.
Ebû Bekir (r.a.) elçilere; "Zekât olarak vereceğiniz hayvanların, bağlanacakları ipleri vermediğiniz takdirde bile sizinle savaşacağım" şeklinde sert bir cevap verdi.1459 Hz. Ebû Bekir (r.a.) tarafından istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine'de bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onları heveslendirdiler. Ebû Bekir (r.a.) sayılarının azlığını öğrenen mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerini anladığı için birtakım tedbirler aldı. Yakında olan düşman birliklerinin şehre girişini önlemek için Ali (r.a.), Talha (r.a.), Zübeyr (r.a.) ve İbn Mes'ud’u (r.a.) şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmişlerdi. Ancak yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler ve durumu Hz. Ebû Bekir'e bildirdiler. Ebû Bekir (r.a.) mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladıkları bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler. Öte taraftan Ebû Bekir (r.a.), geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı. Merkezinde Ebû Bekir’in (r.a.) bulunduğu ordu yaya olarak (sadece aracı birlikte süvâriler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar olan-bitenlerden habersiz olarak dururken, müslümanların âni saldırısı karşısında çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir, kaçanları Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada bırakarak Medine'ye döndü. İrtidat eden Absoğulları ile Zubyanoğulları, aldıkları bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara saldırmaya başladılar. Bu haber Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı zaman o, müthiş bir şekilde hiddetlendi ve müslümanları çeşitli şekillerde öldüren mürted kâfirlerin, öldürdükleri müslümanlara karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin etti.1460 Bu olaydan sonra, müslümanların
1457] geniş bilgi için Bk. Taberî, III/227 vd
1458] İbnül-Esîr, II, 342
1459] Taberi, III, 244
1460] Taberî, III, 246; İbnül-Esîr, II, 345
- 372 -
KUR’AN KAVRAMLARI
moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidat eden kimselerin bir bölümü tekrar İslâm'a dönmeye ve yeniden zekât mallarını Medine'ye göndermeye başladılar. İbnül-Esir'in kaydına göre de kırk gün sonra Usâme bin Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Hz. Ebû Bekir onları sefer yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine'de bıraktı ve tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasını istediler. Bu kimseler, eğer Halife Ebû Bekir (r.a.)'a bir şey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe ediyorlardı. Ebû Bekir (r.a.); müslümanları bizzat koruyacağını söyleyerek bu teklifi reddetti. 1461
Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benû Bekr'ler dağılarak suratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebû Bekir (r.a.), Benû Zübyan'ları mağlup etti ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benû Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çoğunluğu tekrar İslâm'a döndü. Ebû Bekir (r.a.), itaat altına aldığı bu kimselere karşı Rasûlullah (s.a.s.)'in sünnetine uyarak oldukça yumuşak davranmıştır. Öte taraftan, dağılan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha'nın yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargâh kurdu. Medine'ye dönen Ebû Bekir (r.a.) savaş hazırlıklarına girişti ve orduyu on bir kısma ayırarak her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi. Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile savaşacak, peşinden Butah'da bulunan Mâlik b. Nuveyre üzerine yürüyecek, İkrime bin Ebi Cehl Müseyleme ile mücâdele edecek, Muhâcır b. Ebî Ümeyye, Esved el-Ansî'nin bağlılarına karşı harekete geçecek, peşinden de Kays b. Makşuh ve onu destekleyen diğer Yemenliler'e karşı, Ebnalar'a yardım edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına; Amr b. el-As, Kuzâ'aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mıhsan, Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b. Haciz, Benî Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrın, Yemen'in Tıhame bölgesine; Alâ b. el-Hadramî, Bahreyn'e gidecekti. Halife, Şurahbil b. Hasane'yi de, İkrime bin Ebî Cehl'in arkasından göndererek, İkrime'nin Yemen'den ayrılıp Kuzâ'alılar üzerine yöneldiği zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi. 1462
Ebû Bekir (r.a.), orduyu Zül-Kassa'da taksim etti ve görevlendirdiği komutanlar birliklerini alarak görev bölgelerine doğru harekete geçtiler. Hz. Ebu Bekir irtidat eden kabilelere elçilerle, orduların önünden mektuplar göndererek onları İslâm'a dönmeye dâvet ediyor ve tavırlarının doğuracağı sonuçlar hakkında onları uyarıyordu.1463 Öte tarafta, mürtedlere karşı gönderdiği komutanlara da, düşmanla karşılaşıldığı zaman nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda talimatlar verdi. Bu talimatlar; Allah'dan korkmaları, Allah'ın emri dışına çıkanlarla savaşmada gayretli olmaları; savaştan önce düşmanın İslâm'a dâvet edilmesi;
1461] Taberî, III, 247
1462] Taberî, III, 248-249
1463] Bu belgenin tam metni için bk. Taberi, Tarih, III, 249-251
İRTİDÂD
- 373 -
karşı tarafa fayda ve zararlarına olan her şeyin açıkça izah edilmesi; emirlere uyanların açıkladıkları sözlerinin kabul edilerek iyi muâmelede bulunulması; ganimetin şer'i kurallara göre taksimi ve müslümanlara her hal ve durumda iyi davranılması gibi maddeleri içeriyordu.
Halid bin Velid'in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi: Tuleyha, Beni Esed bin Huzeyme'ye mensup olup, Rasûlullah’ın (s.a.s.) son zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulunduğu Esedoğullarına kendisine Cebrail'in geldiğini söyleyerek bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tâbi olmalarını istiyordu. Kendisine tâbi olanlara namaz kılarken secde etmeyi yasaklıyor ve Allah'ın buna ihtiyacı olmadığını, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. İbnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayı çok sayıda Arap ona tâbi oldu" demektedir.1464 Bu yüzden ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlılar Taybe'nin güneyinde toplanmış, Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırında beklemekte idiler. Tuleyha'nın mensup bulunduğu Esed oğulları ise Sumeyra'da toplanmıştı. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında, Ebrek'de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer bir kısmı da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmişlerdi. Bizzat halifenin başında bulunduğu kuvvetler tarafından, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra'dan ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında bir su kenarı olan Buzaha'da karargâh Kur’an Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerine Tuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavş boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.
Ebû Bekir (r.a.), Hâlid bin Velid'e ilk önce Eknaf'da bulunan Taylıların üzerine yürümesi, peşinden Buzaha'da toplananlarla savaşması, sonra da Butah'a yönelmesi tâlimâtını verdi. Halid'den önce, Adiy b. Hâtem et-Taî Medine'den kabilesinin yanına giderek onları üzerlerine gelen orduyla korkuttu ve Halife'ye itaate çağırdı. Onlar, bu çağrıya uyarak, Adiy'den kendileri için Halid'den eman almasını ve kendilerine mühlet vermesini istediler. Onlar, Buzaha'da bulunan kabilenin diğer mensuplarını, Tuleyha'nın öldürmesinden korkuyorlardı. Adiy, durumu Halid'e bildirdi. O da onlara zaman tanıdı. Taylılar, Tuleyha'nın yanında bulunan akrabalarına haber gönderdiler. Onlar da oradan ayrılarak Halid'le birleştiler. Daha sonra Adiy'in teşebbüsü ile Cedileliler de İslâm'a dönüp Halid'e iltihak ettiler. Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin iltihakıyla daha da güçlenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nın üzerine yürüdü. Benu Amirliler etraftan, hangi tarafın galip geleceğini gözetlemekte idiler. Halid b. Velid Tuleyha ile savaşa tutuştu. Tuleyha'nın yanında Uyeyne b. Hısn komutasında yedi yüz kişilik Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın şiddetlendiği bir sırada Uyeyne birkaç defa Tuleyha'nın yanına gidip kendisine Cebrail'in savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savaşı kazanacaksın. Değirmen gibi insan öğüten kanlı bir savaş... Ve işte unutamayacağın bir söz" diye haber getirdi" dedi. Uyeyne ona; "unutamayacağın bir sözmüş..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün" emrini verdiğinde adamları ona uydu. Savaşı kaybeden Tuleyha, atına binerek Suriye'ye
1464] İbnül-Esir, a.g.e., II, 344
- 374 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaçtı. Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti. Esed oğulları ve Gatafanlıların tekrar İslâm'a döndüğünü duyduğu zaman o da iman etti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatından sonra Medine'ye gitmiş ve Ömer’e (r.a.) bey'at etmişti. Tuleyha Hz. Ömer döneminde vuku bulan Kadisiye ve daha sonraki savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer gerçekten iman ettiği İslâm için hayatını sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamıştır.
Benû Âmir, Havâzin ve Suleymlilerin İrtidâdı: Benû Âmirler, Tuleyha'nın komutasında savaşan Esed ve Gatafanlıların durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardı. Tuleyha mağlup olduğu zaman, Kurre b. Hubeyre, Kâ'b oğullarının; Alkame b. Ulase ise, Kilaboğullarının başına geçerek kendilerine katılan diğer kimselerle Kâ'boğulları arazisine gelerek kamp kurmuştu. Alkame, Rasûlullah (s.a.s.) zamanında müslüman olmuş, peşinden irtidat ederek Suriye'ye kaçmıştı. Onların irtidat haberi ve hazırlıkları Ebû Bekir’e (r.a.) ulaştığı zaman Ka'ka b. Amr'ı bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulunduğu yere geldiği zaman, o kaçmayı tercih etti ve peşinden takip edenlerden kurtulmayı başardı. Ka'ka' ise, onun eşini, çocuklarını ve orada bulunan diğer kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardım etmediklerini, dolayısıyla irtidatla suçlanamayacaklarını ileri sürdüler. Ebû Bekir onları serbest bıraktı. Alkame de Medine'ye gelerek İslâm'a girdiğini açıkladı. 1465
Benû Âmirler ise Tuleyha'nın Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine; "Döndüğümüz dine girelim. Allah'a ve Rasûlüne iman edelim" dediler. Onlar Halid bin Velid'e giderek ona zekât vermek de dâhil İslâm'ın her rüknüne uyacaklarına dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Âmirlerden, irtidat durumunda iken müslümanları yakarak öldüren, onlara müsle yapan ve İslâm'a düşmanlıkta bulunan kimselerin teslim edilmesinden önce bu kabilelere eman vermedi. Onlar Halid'in bu istediğini yerine getirip bu suçları işleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karşı işledikleri cinâyetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandırdı. 1466
Kur'ân-ı Kerim'de İrtidâd Kavramı
Kur'an'da irtidâd kelimesinin türediği kök olan r-d-d kelimesi ve türevleri toplam 60 yerde geçer. Kur’an’da, din hürriyeti temel hak ve özgürlüklerden kabul edilmiş, kimsenin zorla dine sokulması uygun görülmemiş, dinde zorlama olmadığı ilân edilmiştir.1467 Bunun yanında müslümanlardan, sahih bir iman ve ona yakışan sâlih amel istenmiş ve müslümanlar olarak can vermeleri emredilmiştir.1468 Kitabın/dinin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek şirk veya irtidâd kabul edilmiştir. 1469
İrtidâd ile ilgili âyetlerde, irtidâdın dünyevî cezasından hiçbir şekilde bahsedilmemiş, uhrevî cezalar dile getirilmiştir. İnsan, sonucuna katlanmak şartıyla dilediği dine girebilir, dilediği şekilde yaşayabilir. Hak dinden dönen kimselerin
1465] Taberî, III/261-262
1466] İbnül-Esîr, II/350; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5, s. 262-267
1467] 2/Bakara, 256
1468] 3/Âl-i İmrân, 102
1469] 2/Bakara, 85
İRTİDÂD
- 375 -
amellerinin/yaptıkları iyiliklerin dünyada da âhirette de boşa gideceği vurgulanır.1470 Bütün amelleri, İslâm inancına sahip iken yaptıkları hasenâtın hepsi, dünyada ve âhirette bâtıl olur, boşa gider; telâfîsi kabil olmayacak bir sûrette tutulur, yani bütün çalışmaları heder olur. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri, asla kabul edilmeyecektir.1471 İslâm’dan başka bir din arayan kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. Mürtedlere Allah’ın hidâyet nasip etmeyeceği vurgulanır. Bunların cezâsı olarak, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Onların azapları hafifletilmez; âhirette yüzlerine de bakılmaz.1472 Kâfirler ve özellikle ehl-i kitaptan çoğu, mü’minleri imanından vazgeçirip küfre döndürmek isterler.1473 O yüzden onlara uymak, mürtedliğe kapı açar.1474 Onlar eğer güçleri yeterse, mü’minleri dinlerinden döndürünceye kadar onlara karşı savaşırlar. 1475
Mürtedlere şeytan günah işlemeyi kolaylaştırmış ve onları uzun emellere, arzulara düşürmüştür.1476 Büyük günahları işlemeyi onlara önemsiz ve kolay göstermiş, emellerini ve kuruntularını çoğaltmış, kendilerinin çok ömür süreceklerini onlara telkin etmiştir. 1477
Kur’ân-ı Kerim’de irtidâd, mâhiyet ve vasıf değişikliği ile hal ifade eden dönüş mânâlarında kullanılmıştır. Küfre dönüşün acıklı sonunu tasvir eder ve gayr-ı müslimlere itaatin mü’minleri küfre ve dolayısıyla irtidâda götüreceği haber verilir. Bu, tatbik edilen sosyal nizam, ekonomik sistem ve genel kabul gören dünya görüşü için de böyledir. Eğer bir toplum, kendi dünya görüşünü, sosyal, ekonomik ve siyasal sistemini İslâm’dan seçmiyorsa, o toplum câhiliyye toplumudur ve tümüyle küfür içindedir. Eğer önceleri müslüman iken sonradan bu duruma düştüler ise mürted bir toplumdur.
“...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezâsı, ancak, dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” 1478
“...Kim imanı küfre değişirse, şüphesiz dümdüz yoldan sapmış olur.” 1479
“Ehl-i kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler...” 1480
“Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: ‘Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak, (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak;
1470] 2/Bakara, 217
1471] 3/Âl-i İmrân, 89-90
1472] 3/Âl-i İmrân, 85-91
1473] 2/Bakara, 109
1474] 3/Âl-i İmrân, 100, 149
1475] 2/Bakara, 217
1476] 47/Muhammed, 25
1477] Beyzavî, Mecmua, 5/511
1478] 2/Bakara, 85
1479] 2/Bakara, 108
1480] 2/Bakara, 109
- 376 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bunlar Allah katında daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden irtidâd edip döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” 1481
“Dinde ikrâh/zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. O halde kim tâğutu inkâr edip Allah’a iman ederse, hiçbir zaman kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah (her şeyi) işitir ve bilir.” 1482
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır. İman ettikten, Rasûl’ün hak olduğuna şehâdet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkârcılığa sapıp kâfir olan bir topluluğa Allah nasıl hidâyet nasip eder? Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez. İşte onların cezâsı: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lâneti onların üzerinedir. Bu lânette ebedî gömülüp gidecekler. Zira onların azapları hafifletilmez; yüzlerine de bakılmaz. Ancak, bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar/yola gelenler başka. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir. İman ettikten sonra kâfirliğe sapıp sonra inkârcılıkta/küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Ve işte onlar, sapıkların ta kendisidirler. Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden -dünya dolusu altını fidye olarak verecek olsa dahi- kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” 1483
“Ey iman edenler! Kendilerine Kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip (irtidat ettirip) kâfirler haline getirirler.” 1484
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” 1485
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır. Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün). Şimdi, yüzleri kararanlara, ‘inanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azâbı!’ (denilir.)” 1486
“Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” 1487
“Alllah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk/ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” 1488
“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Zira tâğûta inanmamaları/küfretmeleri kendilerine emrolunduğu halde, tâğutun önünde muhâkemeleşmek, onun hükümleriyle hükmetmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” 1489
1481] 2/Bakara, 217
1482] 2/Bakara, 256
1483] 3/Âl-i İmrân, 85-91
1484] 3/Âl-i İmrân, 100
1485] 3/Âl-i İmrân, 102
1486] 3/Âl-i İmrân, 105-106
1487] 3/Âl-i İmrân, 149
1488] 4/Nisâ, 48s
1489] 4/Nisâ, 60
İRTİDÂD
- 377 -
“İman edip sonra inkâr edip kâfir olanları, sonra yine iman edip tekrar küfre girenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.” 1490
“O Kitap’ta size indirmiştir ki: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münâfıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” 1491
“...Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 1492
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki); Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı aziz/onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah’ın lutfu ve ilmi geniştir.” 1493
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk) o zâlimler topluluğu ile oturma. (Allah’ın azâbından) korunanlara, inanmayanların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Lâkin onlara doğruyu hatırlatın. Umulur ki, korunurlar. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen, böylece kendilerini dünya hayatı aldatmış olan kimseleri (kendi hallerine) bırak. Sen yalnız Kur’an’la nasihat et ki, hiçbir kimse kazandığı (günah) yüzünden helâke sürüklenmesin. Onun Allah’tan başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. O, bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz (kabul olunmaz). Onlar kazandıkları (günahlar) yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr etmekte oldukları gerçeklerden ötürü onlar için kaynar sudan ibâret bir içecek ve acıklı bir azap vardır. De ki: ‘Allah’ı bırakıp da bize fayda ya da zarar veremeyecek olan putlara mı tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise: ‘Bize gel!’ diye doğru yola çağırdıkları şaşkın kimse gibi ökçelerimizin üzerinde irtidat edip gerisin geri (küfür ve şaşkınlığa) mı döndürüleceğiz?’ Allah’ın (gösterdiği hidâyet) yolu, doğru yolun ta kendisidir. Ve bize âlemlerin Rabbine teslim olmamız emrolundu.” 1494
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman etmez. O, murdarlık (azâbını), akıllarını kullanmayanlara verir.” 1495
“Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Şu kadar var ki, Allah onları (cezâlandırmayı), gözlerin şaşkınlıktan bakakalacağı bir güne erteliyor.” 1496
“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) ikrâh olunan/zorlanan hâriç, kim, iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse (ona Allah’ın gazabı vardır). Ama kim, kâfirliğe göğüs açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve onlara büyük bir azap
1490] 4/Nisâ, 137
1491] 4/Nisâ, 140
1492] 5/Mâide, 44
1493] 5/Mâide, 54
1494] 6/En'âm, 68-71
1495] 10/Yûnus, 99-100
1496] 14/İbrâhim, 42
- 378 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardır.” 1497
“Ve de ki: ‘Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr edip kâfir olsun. Biz, zâlimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır...” 1498
“Onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz/işlerimiz bize, sizin amelleriniz size; size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler. Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; bilâkis, Allah dilediğine hidâyet verir ve hidâyete girecek olanları en iyi O bilir.” 1499
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzularına uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın Kitap’tan indirdiğine inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışmayı gerektiren bir durum yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” 1500
“Şüphesiz ki kendilerine hidâyet/doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönüp mürted olanları, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor. Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak? Ona sebep, onların Allah’ı gazaplandıran şeylerin ardınca gitmeleri ve O’nu râzı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın kendilerine besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslûplarından tanırsın. Allah bütün işlediklerinizi bilir.” 1501
“İnkâr edip kâfir olanlar, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Hâlbuki Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” 1502
“İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz.” 1503
“...Sen onların üzerinde bir cebbâr/zorlayıcı değilsin, sadece tehdîdimden korkanlara Kur’an’la öğüt ver.” 1504
“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 1505
Bir Tefsirden İktibas
"Onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler." Bu açıklama her şeyi bilen ve her şeyin içyüzünden haberdar olan Allah'tan
1497] 16/Nahl, 106
1498] 18/Kehf, 29
1499] 28/Kasas, 55-56
1500] 42/Şûrâ, 15
1501] 47/Muhammed, 25-30
1502] 47/Muhammed, 32
1503] 47/Muhammed, 34
1504] 50/Kaf, 44-45s
1505] 109/Kâfirûn, 6s
İRTİDÂD
- 379 -
gelen doğru bir tespittir. Burada kötülüğe ve müslümanları dinlerinden koparmaya yönelik iğrenç bir ısrar açığa vuruluyor. Bu ısrarlı çaba, İslâm düşmanlarının sürekli hedefleri olmuştur. Bu çaba nerede ve hangi zaman diliminde olursa olsun müslüman cemaatin düşmanlarının değişmez amacıdır. İslâm'ın yeryüzündeki varlığı, bu dinin düşmanları, her dönemdeki İslâm cemaatinin düşmanları için başlı başına bir kin ve korku kaynağı olmuştur. Başlı başına İslâm onları rahatsız ediyor, korkutuyor, kinlerini kabartıyor. İslâm o kadar güçlü, o kadar sağlam bir dindir ki, bütün Batı taraftarları ondan korkuyor, bütün haydutlar ondan ürküyor ve bütün bozguncular (müfsitler) ona karşı antipati duyuyor. İslâm gerek başlı başına gerek içerdiği apaçık hakk, gerek tutarlı sistemi ve gerekse sağlıklı sosyal düzeni ile doğrudan doğruya somut bir savaştır; o bütün bu nitelikleri ile batıla, haydutluğa, zulme ve bozgunculuğa karşı doğrudan doğruya somut bir savaştır. Bundan dolayı batıl taraftarları, haydutlar, bozguncular onun varlığına katlanamıyorlar. Bu yüzden müslümanların karşısında hep pusudadırlar, onları dinlerinden koparmak, kâfirliğe döndürmek için yanıp tutuşurlar. Kâfirlik olsun da hangi türü olursa olsun, onlar için farketmez. Zira yeryüzünde bu dine inanan, bu sistemin izinden giden, bu düzeni yaşayan bir tek müslüman cemaat varken batıl düzenlerinin yaşayacağına, haydutluklarının ve bozgunculuklarının devam edebileceğine güvenemiyorlar.
Bu İslâm düşmanlarının savaş metodları ve savaş araçları zamanla farklılaşır, fakat hedef hiçbir zaman değişmez. Bu hedef, gerçek müslümanları dinlerinden döndürmektir. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri kırılsa, bozulsa başka bir silah çekerler. Ne zaman ellerindeki silâhlardan biri körelse, etkisini yitirse bir başkasını bilerler.
Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'ın vermiş olduğu bu doğru haber karşımızdadır, müslüman cemaati bu düşmanlara teslim olmamaları hususunda uyarıyor, onlara tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor, onları düşmanların oyunları karşısında direnmeye, savaşın zorluklarına dayanmaya çağırıyor. Aksi halde karşılaşılacak sonuç dünya ve âhiret hüsranı zararıdır, hiçbir mazeretin ve hiçbir gerekçenin önleyemeyeceği bir azaptır:
"Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse böylelerinin bütün yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gider. Bunlar Cehennemliktirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır." Burada geçen "Hubut" kelimesi, merada otlayan bir devenin zararlı bir ot yemesi sonucunda önce şişip arkasından ölmesini anlatan bir deyimden türemedir. Kur'an-ı Kerim, burada bu kelime ile insanın işlediği amellerin önce kabarıp sonra yok oluvermeleri olayını anlatmak istiyor. Görüldüğü gibi bu kelimenin somut anlamı ile soyut anlamı arasında sıkı bir uyum var. Yani batıl amelin önce kabarması, görüntüsünün şişmesi, sonunda ise ortadan çekilip yokluğa karışması olayı ile zehirli ot yiyen devenin şişmesi ve bu şişkinlik sonunda patlayıp ölmesi olayı arasında sıkı bir çağrışım vardır.
Kim İslâm'ı taddıktan, onu tanıdıktan sonra baskı ve caydırma darbeleri altında bu dinden dönerse -uğradığı baskının ve karşılaştığı caydırma girişimlerinin çapı ne olursa olsun- yüce Allah tarafından belirlenen akıbeti budur. Yani amellerinin hem dünyada ve hem de ahirette boşa gitmesi, buna ek olarak da hiç bitmeyecek bir Cehennem azabına çarpılmasıdır.
İslâm'ın tadına varan, onu tammış olan bir kalp, gerçek anlamda asla ondan
- 380 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dönemez, vazgeçemez. Bu dönüşün sözkonusu olabilmesi için o kalbin düzelmez, ıslâh olmaz derecede bozulması gerekir. Yalnız, insan takatını aşan ağır işkence karşısında görünüşte taviz verilerek başvurulan korunma önlemi (takıyye) bu sözümüzün dışındadır. Zira yüce Allah merhametli olduğu için insanın dayanma gücünü aşan işkence karşısında müslümana dinini bırakmış gibi davranarak canını kurtarma izni verdi. Fakat bu zor durumda müslümanın kalbi İslâm'a bağlılığını sürdürmeli, imanını seve seve korumalıdır. Başka bir deyimle bu durumda müslümana verilen müsaade, gerçekten kâfir olma, (Allah korusun) sahici bir "dininden dönme" müsaadesi değildir.
Yüce Allah'ın bu uyarısı dünyanın son anına, Kıyamet gününe kadar geçerlidir. Hiçbir müslüman işkenceye, çeşitli caydırma girişimlerine boyun eğerek dinini, Allah'a kesin bağlılığını bırakmakta, imanından ve İslâm'a bağlılığından dönmekte mazur sayılamaz. Yapılması gereken şey cihaddır, mücadeledir, yüce Allah bir çıkış yolu gösterinceye kadar sabretmek, direnmektir. Hiç kuşkusuz yüce Allah kendisine inanan ve O'nun yolunda işkencelere maruz kalan kullarını yüzüstü bırakmaz. O, onları, fedakârlıklarına karşılık olarak iki güzel sonuçtan biri ile; ya zafer ya da şehitlik ile ödüllendirecektir. 1506
Hadis-i Şeriflerde İrtidât Kavramı
Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre, eğer doğruysa Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. 1507
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin hesâbı/muhâsebesi ise Allah'a aittir.” 1508
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” 1509
Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp
1506] Fi Zılâl, 2/218
1507] Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231s
1508] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
1509] Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1
İRTİDÂD
- 381 -
karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur.1510 Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir. 1511
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den rivâyete göre, (Yemen’de vali iken) bir adam önce İslâm’a girmiş, sonra da yahûdiliği kabul etmişti. (Muâz bin Cebel) dedi ki: “Allah’ın ve Rasûlünün hükmü gereğince onu öldürmedikçe oturmayacağım.” 1512
"Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz." 1513
"İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur." 1514
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” 1515
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır." 1516
Ebû Zer’in (r.a.) rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) ‘zina ve hırsızlık yapsa da mı?’ diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa (patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. 1517
"Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir." 1518
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 1519
"Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" 1520
"Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar." 1521
"Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı şeylerden sorumluluğu
1510] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67s
1511] Fethu'l-Bârî, 12/293
1512] Buhârî, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1
1513] Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1
1514] Ebû Dâvud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6
1515] Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
1516] Buhârî, İlim, 49
1517] Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
1518] Müslim, İmân 152
1519] İbn Mâce, hadis no: 4205
1520] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111
1521] Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudûd,1; Nesâi, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15
- 382 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaldırdı." 1522
Mürtede Verilecek Dünyevî Cezânın Tahlili
Fıkıh bilginlerinin çoğuna ve geleneksel anlayışa göre mürtedin cezası, ölümdür. Dinden dönmenin cezâsının idam olduğuna hükmedenlerin dayandığı delilleri şöyle özetleyebiliriz: “...Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktir ve orada devamlı kalırlar.” 1523
İbn Abbâs’tan rivâyet edilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Men beddele dînehû fa’ktulûhu -Kim dinini değiştirirse, onu öldürün-!” 1524
Fakîhler, yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak mürteddin idam edilmesinin gerektiğini kabul etmişlerdir. Hanefî hukukçu Serahsî, mürteddin öldürülmesinin asıl dayanağı: “Bedevîlerden (Hudeybiye seferinden) geri kalmış olanlara de ki: ‘Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azâba uğratır.” 1525
Rahatlıkla görülebileceği gibi, bu iki âyette de dinden dönenin öldürüleceğine dair açık bir hüküm yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dinden dönme ile ilgili1526 yanında başka âyetler de vardır. Bunları, yukarıda gördük. Ancak bunlardan hiçbiri dünya hayatında verilmesi gereken bir cezâdan bahsetmemektedir. Sadece âhirette uğrayacakları cezâdan bahsetmektedir. Bu da, cehennem ateşi ile ziyana uğramak ve yapılan amellerin yok olup gitmesidir.1527 Ancak bu âyetlerde de dünyevî cezâdan bahsedilmemektedir.
Hadis rivâyeti konusunda, aşağıda belirtilecek çok önemli tenkitler yapılmış ve bunun sahih olamayacağı, en çok da bir sahâbî görüşü olduğu değerlendirmesi yapılmıştır. Hadis-i şerif, sahih olmuş olsa bile, âhad hadistir. Birçok ilim adamına göre, hadler âhad haberle sâbit olmamaktadır. Şâyet, âhad haberle hadler sâbit olsa bile, burada mürtedden kastedilen, onun mücerred olarak İslâm’dan ayrılması, küfrü benimsemesi değildir.
Abdülkerim Zeydan, bu konuda şunları söyler: “Dinden dönen kimseye uygulanan cezayı inanç özgürlüğüne getirilmiş bir kısıtlama gibi görenler yanılmaktadır. Bunun inanç hürriyeti ile hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü irtidâd, bilindiği gibi, bir müslümanın dinden dönmesidir. Bu nedenle karşımızda suç işleyen müslüman vardır; dininden, inancından zorla çıkarılan bir hıristiyan veya yahûdi değil. Zaten kimsenin dininden zorla çıkarılamayacağı Kur'an teminatı altındadır. Eğer insanlar zorla İslâm dinine sokulabilseydi, İslâm hukukunda zimmet akdi (zimmîlerle ilgili hükümler) meşrû görülmezdi. Ayrıca, mürtedin dinden çıktığını
1522] İbn Mâce, Talâk, 16
1523] 2/Bakara, 217s
1524] Buhârî, Cihad 149, İ’tisâm 28, İstitâbe 2, Ahkâm 16, Mürteddîn 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282, 283, 323, V/231
1525] 48/Fetih, 16) âyeti olduğunu belirtmektedir (Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, 1978, c. 10, s. 68
1526] 2/Bakara, 217
1527] 47/Muhammed, 25; 5/Mâide, 54). Ayrıca, imandan sonra kâfir olmakla ilgili bazı âyetler de vardır (4/Nisâ, 37; 5/Mâide, 5, 3/Âl-i İmrân, 86; 18/kehf, 29 gibi
İRTİDÂD
- 383 -
herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Böylece mürtedin dinden çıkışını ilân etmesi, bir başka suç teşkil eder. Çünkü bu ilânda, ümmetin inancını alaya alma vardır, İslâm nizamını hiçe sayma vardır. Ayrıca mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. Bu suçların önlenmesi, ancak mürtede verilecek ceza ile mümkün olur. İslâm hukukunda (bu şekilde savaşçı konumunda olan) mürtede ölüm cezası öngörülmüştür. Çünkü İslâm nizamını bozucu (ve onu yıkmayı hedefleyen) davranışta bulunmak çok büyük bir suçtur.
Nitekim bazı davranışlar, çok kötü sonuçlar verdiği için cezası da ona göre ağırdır, bunda garipsenecek bir şey de yoktur. Meselâ devletle orduya erzak temin etmek üzere anlaşan bir insanın, tam savaş sırasında kasden ordunun erzâkını kesmesi, onun idamı için yeterlidir. Çünkü yaptığı hareket basit gibi görünse de korkunç sonuçlar doğuracağı için cezası da büyük olur. Bir başka örnek; bir bebeği emzirmeyi üzerine alan bir kadın kasden yavruyu emzirmez ve bundan dolayı çocuk ölürse, bazı hukukçulara göre, kadının cezası idamdır. Böyle bir durumda kadın, "önce kabul ettim, sonra fikrimi değiştirdim, fikrimi değiştirme, fikir özgürlü hakkım yok mu?" diyebilir mi? Bununla birlikte, İslâm hukuku, mürtedin suçunun büyüklüğüne rağmen, ona üç gün mühlet vermeyi gerekli görmüştür. Bu müddet içinde pişman olursa cezası düşer. Bütün bunlara rağmen "mürtedi cezalandırmada inanç hürriyetinin kısıtlanması vardır" denilebilir mi? Hayır, denilemez!” 1528
Abdülkerim Osman ise şu tesbitlerde bulunur: “Şu kadarını söylemeliyiz ki; Dinden çıkma ile dine karşı çıkma arasında fark vardır. Dinden çıkma, genellikle fert bazında olur. Oysa dine karşı çıkma, daha çok topluca olur; tıpkı Rasûlullah dönemindeki yahûdi gruplar ile Hz. Ebûbekir dönemindeki Arap mürtedler gibi. İkinci olarak, bir fiili yasaklamak ile o fiilin karşılığında bir ceza koymak arasında fark vardır. Mürtedin cezası had değil; tâzirdir, bu cezanın şekli, veliyyü'l-emrin (İslâm devlet başkanının) kararına bırakılmıştır. İbn Kayyım'a göre, mürtedin cezasının İslâm'daki inanç hürriyeti ile ilgisi yoktur; bu, siyasî bir husustur. Bundan maksat, müslümanları ve İslâm devletinin nizamını düşman saldırılarından korumaktır.” 1529
İrtidadın Dünyevî Cezası Yoktur Diyenlerin Delilleri
Günümüzde Kur'an etrafında oluşturulan problemlerin büyük bir kısmını, Kur'an dışı rivâyetlerle yanlış olarak elde edilen yorumlar teşkil eder. Örnek vermek gerekirse; Kur'an'da mürtedd'in (İslâm'dan, başka bir dine dönenin) öldürüleceğini emreden hiçbir nass mevcut değilken; bu hüküm âdeta tartışmasız bir İslâmî ceza olarak kabul edilmiştir. Oysa böyle bir hüküm, birçokları meyanında1530; "Dinde zorlama yoktur..."1531 âyetine de aykırı düşmektedir.
1528] Abdülkerim Zeydan, Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Beyrut 1407/1986, s. 415-416
1529] Abdülkerim Osman, en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, s. 66-67
1530] 2/Bakara, 217; 5/Mâide, 54s
1531] 2/Bakara, 256
- 384 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber sonrası uygulama ve ictihadlardan yararlanmak gerektiği halde, dogmalaştırılıp İslâm haline getirilmesi, din anlayışlarımızla ilgili problemlerin çoğunu teşkil etmektedir. Öncelikle Kur'an dışı rivâyetleri, Kur'an'ın önüne geçirmemek, ona tahakküm ettirmemek sûretiyle birçok problem bertaraf edilmiş olur. Geriye kalan problemler ise, Kur'an'ın doğru anlaşılmasına dayanan problemlerdir. 1532
İrtidad, büyük bir günah olmakla beraber Kur'ân-ı Kerim'de buna dinî bir cezâ (önleyici bir yaptırım) konmamıştır. Çünkü iman gönül işidir; zorlama ile olmaz. Dinden dönen, içinden inkâr ediyorsa dil ile inandığını söylese bile gerçekte mü'min değildir. Öyle ise dinden dönen kimse, zorla dine sokulamaz. "Dinde ikrâh yoktur!"1533 İrtidâd edenin öldürüleceği hakkında rivâyetler varsa da Kur'an'a ters olan bu rivâyetlerin bir değeri yoktur.
İrtidâd Allah'a karşı işlenen bir suç olduğundan buna bir cezâ belirlenmemiş, diğer tür dinî hükümler gibi cezâsı âhirette Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. Mürteddin öldürüleceği hakkındaki bazı görüşler dinin değil; insanların kendi kanaatleridir. Kur'an bu konuda bir cezâ belirtmemiştir.
Mürteddin öldürüleceğine dair bazı zayıf rivâyetler vardır ki, bunlar hadisten çok, sahâbî sözü (eser) olarak aktarılmıştır. Abdullah İbn Abbâs'ın, güvenilirliği çok tartışmalı âzâdlı kölesi İkrime'den gelen rivâyete göre güya Hz. Ali, kendisine tanrı diyenleri yahut zındıkları veya gizlice putlara tapanları ateş dolu hendeklere attırıp yaktırmış. Bunu duyan Abdullah İbn Abbâs: "Ben olsaydım, onları yakmazdım. Çünkü Peygamber (s.a.s.), "Allah'ın azâbıyla azâb etmeyiniz!" buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünkü Peygamber (s.a.s.): "Dinden döneni öldürünüz!" buyurmuştur. 1534
Bu rivâyet çelişkilerle doludur. Çünkü önce rivâyetten Peygamber döneminde henüz bir çocuk olan Abdullah İbn Abbâs'ın, mürteddin hükümlerini, Peygamber döneminde icraatın içinde yoğrulmuş Hz. Ali'den daha iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bu, mantıklı değildir. İkinci olarak Abdullah İbn Abbâs, Hz. Ali döneminde Kûfe'de Hz. Ali'nin yanında idi. Hz. Ali'nin çukurlar eştirmesi, bu çukurlara doldurduğu yakıtları ateşleyip bu insanları ateş hendeklerine attırıp yaktırması, toplumdan gizli kalacak bir şey değildir. Abdullah da muhakkak ki orada idi ve olayı görüyordu. Eğer böyle bir uygulama olsaydı, bu konuda düşüncesini Hz. Ali'ye söyleyebilir, onu bu korkunç uygulamadan caydırabilirdi.
Ayrıca bu rivâyetlerde ateşte yakılanların kimliği de değişmektedir. Bir rivâyette Ali'nin yaktırdığı kişiler zındıklar (gizli Mani dini bağlıları), bir rivâyette gizlice putlara tapan fakat müslüman görünen kişiler, bir diğer rivâyette de Ali'nin Tanrı olduğunu söyleyen Yemen'li Abdullah İbn Sebe' ve adamlarıdır.
Aslında birçok yazarın allandıra ballandıra fitne olaylarının kaynağı olarak gördükleri bu Abdullah İbn Sebe', gerçekte efsânevî bir kişidir, tarihî bir kişi değildir. Bu olayların altında hep bir yabancı parmağı arama alışkanlığındaki
1532] Hikmet Zeyveli, Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
1533] 2/Bakara, 256
1534] Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282
İRTİDÂD
- 385 -
kişilerin ürettiği sanal bir kişidir. Yüz elli Uydurma Sahâbî adlı kitabın yazarı, bu kişinin uydurma bir kişi olduğunu ispatlamaktadır.
Kimi rivâyette Hz. Ali bunları yakmamış, hendeklere attırıp üstlerine duman salarak boğdurmuş; kimi rivâyette de bunları önce hapsetmiş, bunlara ne yapmak gerektiğini adamlarına danışmış. Adamları bunların öldürülmesini önermişlerse de Hz. Ali: 'Hayır, ben bunlara, babamız İbrâhim'e uygulanan cezâyı uygulayacağım!' demiş ve öyle yapmış.1535 Sanki Hz. Ali, Hz. İbrâhim'in ateşe atılmasını yerinde bir cezâ görmüş ki zorba kâfirlerin, tevhid imamına uyguladıkları o tüyler ürpertici cezâyı, bu zavallı insanlara uygulamaya heveslenmiş. Hz. Ali'den gelen başka bir rivâyette ise mürted öldürülmeden önce tevbeye çağrılır ve tevbe etmesi için kendisine bir ay süre tanınır. 1536
Ahmed bin Hanbel'in bir rivâyetine göre Ebû Mûsâ el-Eş'arî'nin, Allah ve Elçisi'nin hükmüne göre mürtedin derhal öldürülmesini istediği söylenirken, devamı olan başka bir rivâyette ise Ebû Mûsâ'nın, kendisine gelen mürtedi yirmi gece veya buna yakın bir süre tevbeye çağırdığı, Muâz gelince hâlâ tevbe etmemiş olan bu adamın boynunun vurulduğu belirtilmektedir.
Enes'in rivâyetine göre "Hz. Ömer, yanına gelen Enes İbn Mâlik'e: Bekr İbn Vâil'den irtidât eden altı kabileye ne yaptıklarını sormuş. Enes, onların savaşta öldürüldüklerini söyleyince; Ömer, onların öldürülmesini uygun bulmadığı için 'İnnâ lillâh...' demiş. Enes: 'Onlar için öldürülmekten başka bir yol var mıdır?' diye sormuş. Ömer: 'Evet, onlara İslâm'ı arz ederim, kabul etmezlerse onları hapsederim' demiştir."1537 Hz. Ömer'in bu sözünden, mürtedin sadece hapsedileceği, fakat öldürülmeyeceği anlaşılmaktadır.
Hâlid bin Velîd, "Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı söylüyor (inanmış görünüyor)" gerekçesiyle kısmeti (ganimet taksimini) kabul etmeyen bir kişiyi öldürmek için izin isteyince Allah'ın Rasûlü: "Bana insanların kalbini yarıp karınlarını deşip imanlarını araştırmam emredilmedi' buyurmuştur.1538 Bir rivâyette Peygamber (s.a.s.): "Bırak şunun boynunu vurayım" diyen kimseye, "Hayır, ben ashâbımı öldürmem!" demiştir. 1539
Başka olaylar saldırgan düşmanlara karşı takınılması gereken tavrı belirleyen âyetleri, derûnî (içsel) olan ve asla zor kabul etmeyen vicdânî inanca müdâhaleye dayanak yapmak, Kur'an'ın din ve vicdan özgürlüğüne tamamen aykırıdır. İman gönül işidir. İnanmadığı takdirde öldürüleceğini anlayan insan, zor karşısında inansa da mü'min sayılmaz ki. İkrâh ile ne iman, ne de küfür olur. İman serbest olarak benimsenip kabul edilen düşüncedir. "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâğutu inkâr edip Allah'a iman ederse, muhakkak ki o, kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." 1540
İslâm'ın kimseyi zorla dine sokmayı emretmediği, herkese din ve vicdan hürriyeti tanıdığı, başka dinden insanlara dinlerini yaşama fırsatı verdiği
1535] Fethu'l-Bârî, 12/270; Neylu'l-Evtâr, 7/191, 194s
1536] Fethu'l-Bârî, 12/270
1537] Neylu'l-Evtâr, 7/191 -Beyhakî'den
1538] Buhârî, Meğâzî 61; Müslim, Zekât 144; Fethu'l-Bârî, 8/67
1539] Fethu'l-Bârî, 12/293
1540] 2/Bakara, 256; Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c. 10, s. 170-172
- 386 -
KUR’AN KAVRAMLARI
herkesin bildiği bir gerçektir. Her şeyden önce, "Lâ ikrâhe fi'd-dîn -Dinde zorlama yoktur-."1541 âyetiyle bu hüküm ilân edilmiştir. Bir başka âyette de; "Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı, o halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın?"1542 buyrulmakla, Allah'ın insanoğluna bahşettiği kendisine inanıp inanmama özgürlüğüne işaret edilmiştir. Yoksa tüm insanları, mü'min ve itaatkâr kullar olarak yaratması ve yeryüzünde hiçbir kâfir kul bırakmaması işten bile değildi. Fakat o zaman insanoğlunun yaratılmasının altında yatan hikmet, geçersiz hale gelirdi. 1543
Bazılarına göre bu hürriyet, dine girmeden öncedir. Kimse, zorla müslüman edilemez, ancak dine girdikten sonra dilediği gibi davranamaz, onun kurallarına uymak gerekir. Bu doğrudur, bir sistemi benimsemek onun kurallarına uymayı kabul etmek anlamına gelir. Aykırı davranışların müeyyideleri de olmalıdır. Ancak, İslâm'ın insanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetini müslüman olmadan önceki bir zamana hasretmek sadece bir izah tarzıdır ve böyle bir davranış, Hıristiyan ve Yahûdilere tanınan din ve vicdan hürriyetinin Müslümanlardan esirgenmesi demektir ki, nasslarda böyle bir sınırlama mevcut değildir. 1544
Din ve inanç hürriyeti var" diyoruz, ama İslâm dininden dönen kişinin (yani ben müslüman değilim diyen insanın) öldürülmesi gerektiği konusunda hâlâ büyük bir ittifak var. Yani, din hürriyetini hıristiyana, yahûdiye tanıyoruz, ama müslümana tanımıyoruz gibi bir kanaat var. Yani hıristiyan hıristiyan olarak, yahûdi yahûdi olarak kalacak, ama Mehmet Aydın dinden çıkarsa? Onun cevabı pek hoş değil. "Lâ ikrâhe fi'd-dîn gayi müslimler içindir, müslümanlar için değildir" diyenler, böyle anlayanlar var; hâlâ bu böyle yorumlanıyorsa ciddî bir inanç hürriyeti problemi var demektir. 1545
Zorla iman olmaz. Gönül ferahlığı ile dinden çıkan kişinin, inandıktan sonra inkâr eden kimsenin cezası nedir? Kur'ân-ı Kerim, buna bir ceza koymamıştır. Şöyle bir kural konabilir: "Toplum hukukunu ilgilendiren, toplum haklarına dokunan suçlar işlendiği takdirde Kur'an'ın ona belirlediği cezalar vardır, ama toplumun haklarını ilgilendirmeyen, Allah ile kul arasında kalan tamamen vicdanî meselelerde suç işleyen kimselerin Kur'an'da bir cezası yoktur." Yani bir adam hırsızlık yaparsa, bu, toplumun hakkına saldırıdır. Allah katında günah ama aynı zamanda toplum hakkına da saldırıdır. Bir adam zina ederse bu, toplum hakkına saldırıdır. Allah katında suç olduğu gibi, bir de toplum düzenine saldırı var. Bunların elbette cezaları vardır. Ama oruç tutmamanın dünyada cezası var mıdır? Yoktur; cezası âhirettedir. Yani Allah ile kul arasında olan suçların cezası uhrevîdir, ama toplum düzenini ihlâl eden suçların cezası dünyevîdir. Âhirette Allah onu ya affeder veya etmez; o ayrı bir konu. İrtidad da tamamen Allah ile kul arasında olan bir meseledir. O yüzden cezası uhrevîdir. Sonradan bir ceza uygulanmış ama bu Kur'an'ın getirdiği bir ceza değil. O toplumun yaptığı ictihaddır.
Bugün biz Kur'an bağlamında düşündüğümüz zaman görürüz ki, irtidâdın cezası olmadığı gibi, dinde de zorlama yoktur. Adam "ben dine inanmıyorum,
1541] 2/Bakara, 256
1542] 10/Yûnus, 99
1543] Mevdûdi, Tefhimu'l Kur'an, c. 2, s. 340
1544] Ahmet Yaşar, İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, s. 98
1545] Mehmet Aydın, 1. Kur'an Sempozyumu, s. 353
İRTİDÂD
- 387 -
dinden çıkıyorum" derse çıksın, biz onu zorlamayız ama ikaz ederiz. Kabul eder veya etmez, o ayrı mesele. Zaten "inan!" diye zorlasak, o da "inandım" dese, acaba gerçekten inanmış mıdır? Bu, bir vicdan işidir. Hatta bir sahâbî savaşta bir insanı selâm verdiği (Lâ ilâhe illâllah dediği) halde öldürüyor. Durumu Peygamberimize iletiyorlar. Peygamberimiz onu öldüren kişiye "neden öldürdün?" diyor. O da, "sadece korkusundan, öldürüleceği endişesiyle selâm verdi (Lâ ilâhe illâllah dedi)" diyor. "Hel lâ şekakte kalbehu = kalbini yarıp da baksaydın ya" diyor. Biz, adamın zâhirine, görünüşüne değer veririz. Dinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır. Farazâ şimdi bir Alman, Türk vatandaşlığını kabul etse, bu adam T.C.'nin kanunlarına uymayı kabul etmiş demektir, ona uymak mecbûriyetindedir. T.C.'nin kanunlarına göre suç olduğu halde; "ben hırsızlık ederim, adam öldürürüm" diyebilir mi? Devlet, ona keyfî hareket etme serbestliğini verir mi? Elbette ki vermez. İslâm da hiçbir müslümana kendi kurallarını çiğneme hakkını vermez. Aksi halde nizam diye, hukuk diye bir şey kalmaz. Elbette bu konularda zorlama vardır. Ama iman meselesinde bir zorlama yoktur. 1546
Hayreddin Karaman Hoca ise, bu konuda şunları söylemektedir: “İrtidad, bir insanın müslümanken İslâm’ı terkedip dinsiz olması yahut başka bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman değilken din değiştirse, ona irtidad demiyoruz. Dilediğine inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi zaten serbesttir. Müslüman bir kimsenin din değiştirmesidir problem. Şimdi korkuyor ya birkısım insanlar, “ya gelirseniz ne olacak?”
Bugün Türkiye’de yaşayanların % 99,6’sı müslüman(mış); iyi de, şimdi, bazı alevî vatandaşlarımız çıkıyor, diyorlar ki: "25 milyon alevî var." Onlara soruyoruz: “Bu alevîlik nasıl bir şeydir?” Anlatıyorlar; bir kısmının anlattığı şeyin İslâm’la alâkası yok. Zaten böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar ki; “biz bir kere sünnî değiliz ya, bizimki İslâm da değil; apayrı bir kültürdür, vs.dir.” Bu, tüm alevîler için doğru olmadığı halde, onların sözcülüğünü üstlenen niceleri böyle diyor, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri çıkıyor, diyor ki: “Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu kadar filan inançtan kişi var, şu kadar şu ideolojiye mensup insan var. Bunlar söyleniyor. Kaleme vuruyorsun, neticede % 99 gibi bir şey gözükmüyor. Bunların hepsini biz müslüman sayıp da, yarın adam “ben müslüman değilim” deyince, mürted sayma hakkımız var mı? Bu soru olarak ortaya atılan cümlenin cevabı içinde vardır. Yani bu tür kimseleri mürted saymaya hakkımız yok. Biz, bu kimseleri henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz. Ham madde ama ahsen-i takvîme, eşref-i mahlûkata yönelik, ona tâlip ham madde. Bütün gayretimizle onlara İslâm’ı sevdirmeye çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil. Kur’ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm’a kazanacağımızı, nasıl dâvet edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet vardır, paylaşma vardır. İslâm’ın güzelliklerini anlatma, gönülleri ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insanları kazanmaya çalışacağız, mesele budur ve korkulacak bir şey yoktur.
İkincisi, diyelim ki hakikaten bir müslüman, -Allah esirgesin- nasıl olduysa bir gün İslâm’dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama meselâ müslümanların karşısına geçip
1546] S. Ateş, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383
- 388 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müslümanlara hiyânet etmedi, müslümanların düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece dinini değiştirdi, İslâm dinini terketti. Sırf bundan dolayı bu insan öldürülür mü? Bu soruya İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür diyen var, öldürülmez diyen de. Nitekim Ebû Hanife diyor ki: Kadın irtidad ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muhârip değildir. Yani kadın bilkuvve muhârip, savaşçı değildir. Bilfiil bazı kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı için kadın öldürülmez diyor.
Eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının da öldürülmesi lâzım gelirdi. Çünkü kadın da insandır ve kadının Allah’a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekten hiçbir farkı yoktur. Öyle olunca, eğer bir insan, sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın da öldürülürdü. O halde “İslâm’da mürted öldürülür” diyen fıkıhçının gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca, başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi, insanların sonradan kâfir olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla iman içinde tutulamaz.” 1547
Mürtede karşı tavır konusunda dikkatli olmak mecbûriyeti vardır. Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları gözönüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.
Mürted’e verilecek ceza konusunda fıkıhçıların değişik görüşleri var. Bazıları, eğer toplu irtidat olmuşsa bu; İslâm toplumunun veya devletin güvenliğini ilgilendirdiği için, onlarla topluca savaşılır, zararları def edilir demektedirler.
Günümüzde batılı ülkelerin ulaştığı zenginlik ve kalkınma, birçok zayıf imanlı müslümanı onlara hayran ediyor. Bir kısmı da onların İslâm’a uymayan fikirlerini, hayat şekillerini benimsiyor, onlar gibi olmaya çalışıyor. Bu, gerçek İslâm’ı gereği gibi bilmemenin ve ona imanın zayıf olmasının bir sonucudur. Bazı müslümanlar da, yönetildikleri rejimler tarafından İslâm dışı ideolojilere, uyguladıkları eğitim, medya ve devlet politikasıyla inandırılmaya, İslâm’dan koparılmaya çalışılıyor.
Bugün yapılması gereken, ‘falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi cezayı verelim’ diye fetvâ arayışı değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı haksız ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur. 1548
Kanaatimize göre, mürtedden kasıt, İslâm nizamına, İslâm devletinin varlık ve bütünlüğüne karşı çıkıp ona baş kaldırmak için dinden dönmedir. İşte dört mezhebin ittifakıyla mürtede uygulanan idam cezâsı, bu düşünceyle dinden
1547] Hayreddin Karaman, İslâm’da İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, s. 72-73
1548] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 459
İRTİDÂD
- 389 -
dönmenin cezâsıdır, yoksa kılıç zoruyla insanları dinde tutmak için değildir. Birçok âyette belirtildiği gibi, dini zorla kabul ettirmek gibi bir şey zaten yasaklanmıştır. 1549
Muhammed Hamidullah’ın şu sözleri de bu kanaatimizi desteklemektedir: “İrtidâd suçu, İslâm milletine karşı işlenen bir bağy (isyan) suçu olduğundan, hem siyasî, hem de dinî cezâ gerektirmektedir.”1550 Bilindiği gibi, bağy suçunun cezâsı, Hucurât sûresinin 9. âyetiyle sâbittir. Peygamberimiz döneminde mürted olan ve sayıları hiç de az olmayan insan çıkmıştır. Hicreti göze alamadığı için Mekke'de kalmaya devam eden ve çevre şartlarına, oradaki baskılara dayanamayıp irtidad edenler, Habeşistan'a hicret edip oranın şartlarına uyum sağlayıp irtidad edenler vardır. Yine, Hz. Peygamber'e vahiy kâtipliği yapmış olan Kays, sonradan mürted olup kaçmıştır. Hz. Peygamber, bu mürtedlere herhangi bir ceza uygulamamıştı. Yani Rasûlullah'ın fiilî sünnetinde mürtedlere idam cezası gibi bir hükümden bahsetmek doğru değildir. Mekke'nin fethi sırasında Hz. Peygamber'in öldürülmelerini emrettiği bazı müşrikler yanında kimi mürtedler varsa da, bunlar, salt mürted oldukları için bu cezâya çarptırılmamıştır. Mürted olduktan sonra İslâm düşmanlarını müslümanların aleyhine kışkırttıkları için, İslâm'a büyük oranda zarar vermeye çalıştıkları, savaşçı konumları için bu cezaya müstahak olmuşlardır.1551 Hatta bunlardan bir kısmı tekrar müslümanlığı kabul etmiştir.
Özellikle Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde “ridde savaşları” diye bilinen savaşlar, hele zekât gibi o dönemde devlete verilen bir vergiye itiraz edenlere karşı uygulandığı gözönüne alınınca, bunların bağî/isyankâr oldukları, meşrû İslâm devletine karşı ayaklandığı, savaşçı konumunda oldukları ve bunun cezâsı olarak kendileriyle savaşıldığı değerlendirilmelidir. Hz. Ebû Bekr'in mürtedlere ve zekât vermeyenlere karşı savaş açması, tamamen devletin düzenini yıkma girişimlerine karşı verilmiş bir savaştır. Tarihte devlet adamları, kamunun yararını dikkate alarak bazı uygulamalarda bulunmuş olabilirler, ama bunlar siyasî amaçlıdır, başkaldırılara karşı tedbirden ibârettir. Yoksa, savaşçı konumunda olmadıkları için kadınların sırf irtidad ettikleri için öldürülmemeleri gerektiği hükmü de değerlendirilmemiş olur. Dolayısıyla İslâm’la ve/veya müslümanlarla savaşçı durumunda olan ister önceden beri kâfir/müşrik, ister mürted kimselerle savaşılır, onlar öldürülür. Ama savaşçı durumunda olmayan kendi halindeki mürtedlerin öldürülmesi, Kur’an hükümlerine uygun değildir, Kur’an’ın inanç özgürlüğü ilkelerine terstir. İslâm fıkhında dört mezhebin ittifak ettiği mürtedin idamla cezalandırılması hükmü, devletin düzenine karşı başkaldırması ve bir bağy suçu işlediği içindir. Yoksa, Şeltut'un da dediği gibi; kendi kendi kendine, İslâm'ı karalayıp suçlamadan bir başka dini benimseyen kimseye idam cezası verilmez. 1552
Peygamberimiz’in (s.a.s.) müslümanlar arasında münâfıkların varlığından haberdar olduğu halde, bu insanları cezalandırmadığı, hatta onları mescidinden kovup mahcup etmediği bilinmektedir. Bu da, müslümanların ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun bir delilidir. Bunun için diyoruz ki, mürtedin ölüm cezasına çarptırılması, İslâmî sisteme, devletin egemenliğine karşı çıkma haliyle
1549] Bk. 2/Bakara, 256; 10/Yûnus, 99; 18/Kehf, 29 vb
1550] Vâkıdî, Kitâbu’r-Ridde, Hamidullah’ın Mukaddimesi, s. 9
1551] Bk. İbn Hacer, el-İsâbe, II/317
1552] Mahmut Şeltut, el-İslâmu Akîdeten ve Şerîah, s. 301
- 390 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sınırlıdır.1553 Bugün hemen hemen bütün dünyada bu suçu işleyenlerin cezası hep aynıdır; idam.
Mürtedin dinden çıktığını herhangi bir şekilde ilân etmesi gerekir. Aksi takdirde onun dinden döndüğüne hükmedilemez. Çünkü o takdirde bu kişi mürted değil; münâfık sayılır. Bu ilân ile de İslâm nizamını hiçe saymış olur, mürted, bu davranışıyla kendisi gibi olanları bu yola teşvik etmiş, İslâm aleyhinde en azından soğuk savaş başlatmış, yıkıcı propagandaya girişmiş olur. En azından zayıf inançlı kişilerin kalplerine şüphe tohumlarını ekmiş olur. Bütün bunlar, toplumun sarsılmasına ve İslâm nizamının zedelenmesine sebebiyet verir. Bunlar büyük suçlardır. İslâm'da kimsenin gizli hallerini araştırmak, yani tecessüs câiz olmadığına göre,1554 fıkıhçılar tarafından irtidâd için öngörülen idam cezâsı, aslında bu davranışın açıkça propaganda yoluyla İslâm nizamına karşı gelinmesinden dolayıdır.
Dinden çıkma ile dine karşı çıkma ayrı ayrı şeylerdir. Fıkıhçılara göre, idam cezasına çarptırılan mürted, dinden dönen herhangi bir kimse değil; dine karşı saldırıya geçen savaşçı kimliğindeki insandır.
İrtidâd, akıllı ve bâliğ kimsenin zorlama olmadan İslâm dinini fiil, söz veya inanç bağlamında terketmesiyle gerçekleşir. Delinin, aklı ermeyen çocuğun ve mükrehin/zorlananın dinden dönmesi geçerli değildir. Kişinin sözlü, fiilî veya itikadî olarak gerçekleştirdiği davranışının dinden çıkmayı gerektirdiğini bilmesi ve bunu bilerek yapması gerekir. Hatta Şâfiî’ye göre, kişinin bu işi bilerek yapması da yetmez, dinden çıkmaya niyetlenmesi de gerekmektedir. Çünkü ameller niyetlere göre değer kazanır. 1555
Özellikle, günümüz câhiliyye ortamlarında insanlar, müslüman olduğunu iddiâ edenler, ya da müslümanların yaşadığı yerlerdeki insanlar, çevrelerinden İslâm’ı ne kadar, doğru bir şekilde öğrenme, güzel örneklerini görme imkânlarına sahiptir? Çoğunlukla bid’at ve hurâfelerle yer yer tahrife uğramış, medyada, okullarda, hatta kimi câmilerde tanıtılan ve yaşanılan İslâm’ın ne oranda gerçek İslâm olduğu sorulmalıdır. Ve bütün bu olumsuz şartlar içinde insanın bazen hurâfelere, zâlimlerle işbirliği yapanlara karşı çıktığını zannedip değerlendirerek hak adına hakka karşı çıkabildiğini unutmamak gerekiyor. Câhillik, bilinmeyen İslâm’a karşı çıkmayı neticelendirdiği gibi, bazen bu câhiller sevdiği(ni zannettiği) dinin gerçeklerine karşı çıkıp çıkmadığını bile bilip değerlendirmeden aklına göre bir hükmü kabul etmeyebiliyor. Nice insan İslâm için kendini belki fedâ edebilecek durumda Allah’ı ve Rasûlünü sevdiği halde, düzen ve ortamın kurbanı olarak, ilim ve amel konularında da ihmalin neticesi, bazı müslümanlarca mürted ilan edildiği için idamı hak eden duruma düşebiliyor. Acınması ve kurtarılması gereken bu zavallılara karşı görevlerini yerine getirmeyen müslümanların, bunları asılması gereken insanlar olarak ilân etmeleri ne kadar doğru olur? Bunlara ne verdik ki, ne istiyoruz? Bataklıktan, hele gübrelikten çok güzel kokulu güller mi çıkacak? Tek tük çıksa bile, gübreliğin gülistan olmasını beklemek
1553] M. Şeltut, a.g.e. s. 301
1554] 49/Hucurât, 12
1555] Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1; Itk 6, Menâkıbu’l-Ensâr 45, Talâk 11; Eymân 23; Müslim, İmâre 155; Ebû Dâvud, Talak 11; Nesâî, Tahâre 59, Talak 24, Eymân 19; İbn Mâce, Zühd 26; Abdülkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, 2/719
İRTİDÂD
- 391 -
idealizmin anormallik boyutu değil midir? Bataklık/gübrelik kurutulmadan b... böceklerinin veya sivrisineklerin önüne geçmek mümkün mü? Cehâlet, aldatmalar, saptırmalar, akın kara, karanın da ak gösterilmesi gibi tavırlar değerlendirilmeden ve bunlara çözümler bulunmaya çalışılmadan insanların hakka tümüyle nasıl teslim olabileceğini düşünmek gerekiyor. Derdimiz bağcı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Yargı yerine dâvet öne çıkmalı, tekfir ve mürtedlik damgalamasıyla öldürülecek adam aramak yerine; ihyâ edilecek, hidâyetlerine sebep olunacak tavırlar gerekiyor. Mesleğimiz yargıçlık değil, itfaiyecilik ve doktorluk olmalı. Bilinçli şekilde savaşçı konumunda olmayanları öldürmeye değil, onları kurtarmaya, ihyâ etmeye koşmalıyız. Militanlık değil, merhamet fedâiliği gerekiyor ıslah için, amel-i sâlih için, hakkı ve sabrı tavsiye için. Unutmayalım ki, bir canı kurtaran/ihyâ eden, bütün insanları kurtarmış gibi; haksız yere birini öldüren de bütün insanları öldürmüş gibi olur. 1556
Gizli İrtidâd
İçinde bulunduğumuz toplumun önemli bir kesiminin, itikad ve fikir bakımından halleri, gizli irtidâd vak'asına uymaktadır. Bu kalabalıkları, bundan başka hiçbir kalıba oturtmak mümkün olmamaktadır.
Tanzimat denilen kökü imanın dejenere olması psikolojisiyle başlayan Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemleriyle gelişen kâfirlere özenme ve her konuda onlara benzeme, batılaşma şeklindeki hâlet-i rûhiye ve bu ruh halinin sonucunda, akîde, düşünce ve sosyal yaşantıda meydana gelen değişim, öyle bir insan türü oluşturdu ki, bu insan türü, mukaddesat cümlesinden bazı şeyleri "bu benim aklıma ve çağdaş anlayışa uymuyor..." diyerek kolayca reddedebilecek, inanç bakımından zararlı olan birçok şeyi de rahatlıkla isteyerek benimseyip bir kurtuluş düsturu gibi sarılabilecek hale düşmüştür.
Batılılaşma adı altında gelişen bâtıllaşma ve değişim, diğer adıyla yabancılaşma çığırında gelinen bugünkü nokta, tam anlamıyla bir gizli irtidâd olgusunu sergilemektedir. Hem resmî, hem de özel ve sivil planda İslâmîyet'in dışlanması demek olan bu hal, gizli irtidâd hükmünden başka hiçbir şeyle izah edilemez. Çünkü bu toplum, bir zamanlar İslâmîyet'i -tam ve mükemmel olmasa da- esası itibarıyla benimsemiş bir toplumdu.
Ama sonra onu çağın gerisinde kabul ederek kendine göre çağdaş normlar edinmek gibi bâtıl bir yola saptı, daha doğrusu saptırıldı. İşte bu kültür ve bu anlayışla oluşan bir toplumun içinde fikrî ve itikadî alanda, tevhid ölçüsünde ve çizgisine göre birçok sapmaların olması ve ne idüğü belirsiz, melez, şahsiyetsiz/kimliksiz insanlardan oluşan bir toplumun ortaya çıkması kaçınılmazdır,
İlk dönemde kendini gösteren irtidâd olayları ile son dönemlerde gizli ve itikadî esaslarda da meydana gelen gelen irtidâd hallerinde, temelde yatan etkenler ve reddetmenin dışa vuruş şekilleri bakımından ortak nitelikler ve benzerlikler vardır. Meselâ, kendini mü'min saydığı halde, zekât diye bir görev tanımayan zenginler, (Hz. Ebû Bekir'in konumundaki) yetkili mercîler tarafından tahsil edilecek olsa vermeyecek durumda mü'min olduğunu iddiâ eden zenginler... "Fâizi bankalar kendi rızâsıyla veriyor veya biz kendi isteğimizle ödüyoruz..."
1556] 5/Mâide, 32
- 392 -
KUR’AN KAVRAMLARI
diyerek böyle dinî bir haramı kabul etmeyen ve bu fâizi meşrû sayan şahıs ve kurumlar... ("Alan râzı, veren râzı, bu haram olan zorla ırza geçme değildir ki, zinâ olsun" deyip kerhâneleri savunanlar, devlet eliyle işletilen kumarı, meselâ milli piyangoyu, altılıyı, sayısalı, totoyu... haram kabul etmeyip meşrû gören, önceden de müslüman olduğu bilinen kişiler...)
Yine meselâ, icabında oruç tutan, kurban kesen, Cuma namazı kılan, fakat beş vakit namaz diye bir görevi yerine getirmeyip böyle bir yükümlülüğü de âdeta kabul etmez bir tavır içinde olan kalabalıklar... Ve daha yaygın bir hastalık olarak, laik ve şeriatsız bir dindarlığa güya taraftar olanlar... (Lâ'sı olmayan, ilâh kavramına girecek çağdaş bâtıl zihniyet ve putlardan hemen reddedecek hemen hiçbir şeyi olmayan, tâğuta karşı çıkmayan, bâtılı reddetmeyen insanlar... "Biz de bir zamanlar bu yollardan geçtik, bunlar boş şeyler, çağın gereklerine, yaşanılan gerçeklere, konjönktüre uymuyor" deyip cihada, İslâmî tavırlara karşı çıkan bukalemun gibi her renge giren veya renksizleşenler...)
Bütün bunlar "ridde" ve "irtidâd" ölçüsünden başka hangi kalıba oturtulabilir? Yine bu tür düşünce sahipleri, belki de mü'min bir âileden gelmektedir ya da gençliklerinde tam müslümandılar. Dinden dönme olayının bireysel ve toplumsal düzeyde vuku bulduğunu biliyoruz. Bu durumu, müfessir Hamdi Yazır merhum da şöyle belirtiyor: "Demek oluyor ki, bu gibi televvünât (yani itikadî bakımdan değişik renklilikler göstermek) sadece efrâd (fertler) hakkında değil; cemaatler hakkında da sebeb-i felâkettir. Binâen aleyh, bir zamanlar İslâm dinine hizmet etmiş olup da bilâhere kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffâra istihâle etmiş (dönüşmüş, yabancılaşmış) olanların halâs ve selâmet bulmalarında asla ihtimal olmadığı da anlaşılmış oluyor." 1557
Yani bu (mürted) toplumlar iflâh olmazlar. Felâh, refah ve terakkî gibi zâhirî bakımdan iyi gibi görünen hallere rağmen, bunun gerçek bir saâdet ve iyileşme olmadığı şüphesizdir. Asıl kurtuluş, toplumların benlik ve şahsiyetlerini bulmasıdır. Bu da ancak İslâmîyet'le mümkündür. İslâm'ın dışında herhangi bir mercîye ve düzene yöneliş, durum ve derecesine göre küfür, şirk, nifak ya da irtidâd hallerinden biriyle nitelenip hükme bağlanabilir. 1558
Şirkin Çağdaş Yansımaları; Özendirilen ve Dayatılan Mürtedlik
Şirk, Allah’a ait özellikleri bir anlamda gasbetmek ve onları hak etmeyenlere vermektir. Haddi aşan insanlar veya aklını iyi kullanmayanlar, Allah’ın rabliğini, melikliğini, ilâhlığını, hâkimiyetini gasbederler. Bütün bu ilâhî özellikleri bazı şeylere, insanlara veya birtakım güçlere verirler. Sonra da onların önünde şöyle veya böyle boyun eğerler, onlara mutlak anlamda itaat ederler. İnsanların şirk içinde olması Allah’ın rabliğine zarar vermez. İnsan, kendi aleyhine olarak şirke yuvarlanır. Ancak, şirkin zararı sadece müşrikle sınırlı kalmaz, topluma da yayılır. Şirkin ve müşriklerin güçlü olduğu yerlerde fesat yaygınlaşır, toplumun huzuru bozulur. Allah’tan başka yaratıcı, öldürücü, mutlak tasarruf sahibi, sınırsız güç sahibi, sevilen ve ibâdet eder gibi itaat edilen, hükmüne -Allah’ın hükümlerine aykırı olarak- boyun eğilen her şey, şirke götüren sahte tanrılardır. Şirk içinde
1557] Hak Dini Kur'an Dili, Eser Y. c. 3, s. 1499
1558] Ekrem Sağıroğlu, Kur'an'da İnsan ve Toplum, s. 213-216
İRTİDÂD
- 393 -
olanlar, şüphesiz toplum içinde, tabiatta ve insan ilişkilerinde dengeyi bozarlar. Hâlbuki Tevhid bu hayatî dengeyi kurmak ve korumak için gönderilmiştir.
Şirke düşenler hiç bir zaman “Allah (c.c.) evreni şu kadar ortakla, yardımcı ile idare ediyor” demiyorlar. Onlar, yaptıklarının şirk olduğunu çoğunlukla kabul bile etmezler. Hatta birçoğu İslâm’a ve Kur’an’a saygı duyduklarını dahi söylerler. Ancak, şirk koşmaktan maksat, Allah’ın evren üzerindeki hâkimiyetini tanımamak, O’nun hükümlerini reddetmek ve O’na Rabliğinde ortaklar bulmak, öyle inanmaktr. Dolaysıyla hayata ait hükümleri, ilâhî ölçüleri Allah’tan almamak, kulluğu, mutlak itaati başka sahte ilâhlara yapmaktır.
Bu anlamda çağımızda yepyeni şirk örnekleri gelişmiştir. Eskiden görülen şirk çeşitlerine yenileri de ilave olmuştur. Artık atalar dini, eskiden beri devam eden putçuluk, falcılık, kurtarıcı liderlik, siyasal güçler, mezarda yatan ölüler, spor kulüpleri, ikon (put) haline getirilen sevgililer, her bir şeyi taklit edilen sanatçılar, dünya çıkarları, makamlar, heykeller ve ölümlü kişiler birer şirk aracı haline getirilmiştir. Allah’a inandığını söyleyen niceleri, O’nun Rabliğini göklere gönderirken, O’nun yalnızca göklere karışmasını isterken, kendi hayatına ve toplum hayatına başkalarının ilkelerini daha uygun görmekte, Allah’ın peygamber aracılığıyla gönderdiği ölçüye aldırış etmemektedirler. Bir kişinin veya bir siyasal gücün ilkelerini Allah’ın hükümlerinin önüne getirebilmektedirler. Çok üstün sandıkları birtakım kişilere ve şeylere Allah’tan ve O’nun hükümlerinden daha fazla değer vermektedirler. İslâm, insanın bu sapıklıktan kurtulup Tevhidle hayat bulmasını istiyor. Allah’ı birlemek ve yanlızca O’na kulluk yapmak üzere yaratılan insanın fıtratına uygun olan da budur. İnsana düşen, Kur’an’ın “De ki O Allah tektir. O’nun eşi ve benzeri yoktur. Doğmamış, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk/eş değildir.”1559 gerçeğine teslim olmak ve gereğini yapmaktır. 1560
İnsan, müslümanım dediği, kelime-i tevhidi söylediği halde, cehâlet ve düzenin/ortamın cahilî yapısından dolayı -Allah muhâfaza etsin- kolaylıkla şirke düşebilir. Mü’min olmak, çok zor değildir; esas önemli olan, özellikle İslâm’ın hâkim olmadığı çevrelerde mü’min kalmak ve müslüman olarak ölmektir. Günümüzde sık görülen şirk unsurlarının, tevhidi bozan durumların en yaygın olanları şunlardır:
Güncel Câhilî Eğitimde Şirk: Câhilî eğitim kurumlarında bilginin temel kaynağı olarak vahy kabul edilmeyip, sadece akıl ve duyu organları kabul edilir. Bu, hem eski Arap câhiliyyesinde, hem de günümüzdeki şirke dayalı düzenlerin güdümündeki modern câhiliyyede ortak şirk kaynağıdır. Dünyanın oluşumu ve insanın ortaya çıkışı konularında ortaya atılan teoriler câhilî eğitimin temelini teşkil eder. İlk insanı, tesadüf sonucu veya doğa kanunları gereği hayvanın evrim geçirmiş türü kabul eden günümüz bilimleri ve eğitim anlayışları, yaratmayı ve eğitip terbiye etmeyi (rabliği) Allah'a hiç dayandırmayan, yaratıcı ve rab olarak başka tanrılara inanan müşrik tip yetiştirmek için çabalar. Yaratma konusunda Arap müşrikleri kadar bile Allah’ı kabul etmeyen çağdaş şirk zihniyeti, dünyadaki ilk insanların yaşayışını, karanlık çağ safsatası ile başlatır. Çağ tasnifleri ve tarihe bakış, tevhidî inanıştan tümüyle farklıdır. Hz. Âdem’den beri devam eden tevhidî hayat ve hak-bâtıl mücadelesi unutturulmak istenir. Müşriklerin hâkim
1559] 112/İhlâs, 1-4
1560] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 640-641
- 394 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olduğu devlet düzenleri, ileri medeniyetler olarak tanıtılır, câhiliyye hayatı ideal toplum modelleri olarak sunulur. Câhiliye eğitiminden geçmiş ve İslâm’ı hakkıyla öğrenememiş her ırktan insanın asr-ı saâdeti; Roma, Atina ve Isparta uygarlığı, Mısır veya Bâbil medeniyetidir.
Günümüzde ekonomik yorumlar da baştan sona şirk anlayışı içerir. Sadece iktisat ve ekonomi eğitimi veren kurumlar değil; medyanın, hatta halkın gündemindeki ekonomik değerlendirmelerin hemen hepsinde para, ilâhların başında gelir. Tüm mülkün, para, mal ve nimetlerin Allah'a ait olduğu anlayışı olan “ekonomik tevhid” anlayışına yer yoktur. İnsanların ekonomi yönüyle de evrim geçirdiği, ilkel komünal toplumdan köleci topluma, feodal toplumdan, kapitalist ve sosyalist topluma doğru seyri ve bu çeşit tasnifi, insanların Allah’tan bağımsız olarak sürekli evrim geçirdiği iddiasını haklı çıkarmaya dayanır. İlk insanın, ilk peygamber ve ilk yaşama biçiminin vahyin ışığında tevhid olduğu gerçeği, en küçük bir teori ve ihtimal dâhilinde bile değerlendirilmez.
Siyasal şirk anlayışı da bilimsel kılıflarla takdim edilir. En iyi sistem, milyonlarca yıllık tecrübe sonunda cumhuriyet ve demokrasi olarak adlandırılır. Hakk’ın değil; halkın egemenliğini, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi alternatif bile kabul etmeyen bu câhiliyye düzenlerini neredeyse tüm insanlar canla başla savunur. Faşist, kapitalist veya sosyalist olsun her farklı grup, gerçek demokrasinin kendi savundukları ideoloji ve düzen anlayışında olduğunu iddia ederlerken, kendini müslüman sayan nice insan da bu orkestraya katılır.
Devlet yönetiminde dine yer yoktur, eğitim ve sosyal hayatın düzenlenmesi laik ve Kemalist esaslarla düzenlenmek zorundadır. Din anlayışı, din eğitimi ve din kurumları da laik düzenlemeye tâbidir. Dinlerin ortaya çıkışı, ilk insanın yapısı, konumu, evrim inancı gibi nice hususlar batı câhiliyyesinden aynen aktarılmış, zanna dayalı uydurma teorilerdir. İlk insan da, ilk peygamber Hz. Âdem değildir bu şirk anlayışında; insan, önce tabiata, totemlere tapmış, sonra çok tanrılı dinleri icad etmiş, çok sonraları da tek tanrılı din anlayışı oluşturmuştur...
Modern câhiliyyenin sosyal ve siyasal şirk anlayışı gereği, devlet, din esaslarına -en küçük çapta bile- dayandırılamaz. Tüm kurum ve kurallarıyla şirkin dışına çıkılamaz bu devlet anlayışında. Halk da sosyal hayatta, kamu alanında tevhidî inancını sergileyemez, muvahhid bir şekilde yaşayamaz. Ama demokrasi vardır; halk şirk arasında istediği tercihi özgürce yapabilir, istediği tâğutu rab olarak seçebilir.
İnsanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı, göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor, yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara, kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah'ı dünya işlerine karıştırmak istemiyorlar, buralarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul
İRTİDÂD
- 395 -
ediyorlarsa, buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz. Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara, içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa, konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa, bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez.
Câhiliyye Arapları, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kesin bir şekilde kabul ediyorlardı.1561 Modern câhiliyye insanı ise, Allah'a bu kadar bile inanmıyor; ne olduğunu ve hangi vasıflara sahip olduğunu düşünmeden doğa/tabiat ve tesadüfe yaratıcılık atfediyor. Tabiatı ilâhlaştırarak çocukları, çiçekleri, güzellikleri doğanın armağanı olarak kabul ediyor. Bazen de bu “tabiat tanrısı”na kendisini ve hemcinslerini ortak koşuyor, kendisinin veya başka insanların yaratıcılıklarından bahsediyor.
Tüm bunların yanında, her dönemde görülebilen şirk unsurlarını da katarsanız, muvahhid insanın, istisnalar dışında niye yetişmediği, huzursuzluk ve zilletin, kaos ve krizlerin niye artarak devam ettiğinin temel sebebi daha iyi teşhis edilecektir.
Yalnız, burada unutulmaması gereken önemli bir husus var: Allah'a ortak koşan birisinin, şirk koştuğu şey için, “bu da bir ilâhtır” , “ben buna da tapıyorum” demesi veya böyle düşünmesi de, olayın şirk olması için şart değildir. Şirk, öncelikle kalpte yer eder, sonra düşünce ve hareketlere yansır. Şirkin temeli, Allah’tan başka herhangi bir şeyi Allah'a tercih etmektir.
Hızır olarak adlandırılan ölümsüz zannedilen zat, gerçekte hayatta olmayan bir kimsedir. Yine Hızır gibi bazı ilâhî vasıflara sahip olduğu zannedilen “evliyâ”nın, tanrılaştırılıp bunların her yerde hazır ve nâzır olduğuna, insanları gözetlediğine, bazen koruyup yardım ettiğine inanılır. Dünyanın varlık sebebinin bu gibi zatlar olduğu kabul edilir. Müslümanım diyen nice insan, Allah’ın dünyayı ve özellikle yaşanılan coğrafyaları onların yüzü suyu hürmetine ayakta tuttuğunu, yoksa çoktan helâk edeceğini kabul edip dillendirir. Bu tür inançların gerçekle de, temel hakikat olan tevhidle de hiçbir ilgisi yoktur. Tümüyle bâtıl itikatlardır. Allah, dünyayı kendi irâdesiyle ayakta tutmaktadır. O’nun irâdesine engel olacak veya onu değiştirecek hiçbir ölü veya diri zât olamaz. Allah, dünyanın ve evrenin işleyişi ile ilgili kanunlar koymuş, hikmetler belirlemiştir. Evren bu ilâhî kanunlarla ayakta durur. Allah’ın otoritesinde ve tasarrufunda hiçbir kimsenin ortaklığı yoktur. Dolayısıyla Allah’tan başkasına, sanki bir güce sahipmiş gibi duâ etmek şirktir. Ölülerlerden medet ummak câhiliyye sapıklıklarındandır.
1561] 29/Ankebût, 61, 63; 31/Lokman, 25; 39/Zümer, 38; 43/Zuhruf, 9, 87
- 396 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muvahhid bir mü’min, bunlardan kesinlikle uzak durmalıdır. O, yalnızca Rabbinden dilekte bulunmalı, O’na yönelmeli ve O’na duâ etmelidir.
İttibâ Şirki: İnsanın inanç, düşünce ve davranışları yönüyle şirki üçe ayırmak mümkündür: İtikad şirki, ibâdet şirki ve ittibâ şirki. Bırakın eğitim kurumlarını, câmiilerde bile (istisnalar dışında) tevhidden şirkten pek bahsedildiği olmaz. Olursa bile yasak savma bâbından ve fincancı katırları ürkütmemeye özen göstermek adına ve bazen de hakla bâtıl karıştırılarak veya hakkı ketmederek... Abdesti bozan şeylerin üzerinde durduğu kadar insanlar tevhidi bozan konulara önem vermez. Hâlbuki insanların kurtuluşunun yolu, Kur’an kavramlarının tashihi, boşaltılan içlerinin yeniden Kur’anî değerlendirmelerle doldurulmasıdır. Özellikle de lâ ilâhe illâllah kavramının, yani tevhid ve şirk gibi temel kavramların düzeltilmesi gerçekleşmeden dünyamızın da âhiretimizin de kurtulması mümkün değildir. Bütün şikâyet edilen olumsuzluklar, bu kavramların düzeltilmesine ve sağlam şekilde yaşanmasına bağlıdır. Filistin topraklarında siyonist yahûdiler başta olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden zâlim kâfirler silâhtan korkmuyor, zaten müslümanın elindeki silâhın pek korkutmaya yetecek önemi de yok. Ama onlar, eliyle (veya buna gücü yetmiyorsa) diliyle, kalemiyle kendilerini taşlayan mü’minin akîdesinden çekiniyor, korkuyor. Tevhid eri Allah’ın askerini, ölümden korkmayan canlı şehidi korkutup yıldıracak hiçbir silâhın mevcut olmadığı gibi; tevhid bilincine sahip insan da imanı oranında kâfirlerin korkulu rüyası olmaktadır.
Islah çalışmaları, ülkeyi kalkındırma planları en azından iki yüz senedir uygulanan batılı tarzdaki yaklaşımlarla iflas etmiştir. Şirk düzeninin ıslah edilmesi mümkün de değildir, doğru da olmaz. “Zulmedenler, hangi inkılâpla devrilip döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.”1562 Çözüm, câhiliyye düzenini devirip yerine saâdet asrının anlayışını yerleştirmektir. Aynen Peygamber’in yaptığı gibi. İnsanları sahih akîdeye, tevhidî bilince, Kur’ânî eğitime, inkılâbî çizgiye yönlendirmedikçe uğraş ve gayretler, delik kabı suyla doldurmaya benzeyecektir. Siz ne kadar (sadece fazilet, ahlâk ve benzeri özellikleri teşvik ederek) delik kabı doldurursanız, o, kısa zaman içinde boşalacaktır.
Tevhid, İslâm’ın birinci ve en büyük esasıdır. Kur’an’ın en fazla önem verdiği konudur. Mekke’de inen âyetlerin hemen hepsi tevhide vurgu yapan âyetlerdir. Medine’de inen âyetler de, çoğunlukla tevhide atıfta bulunur, onu kökleştirmeye çalışır. Ahkâm âyetlerinin ekserisi “Ey iman edenler...” diye tevhide işaretle, o temeli güçlendirmek ve üstüne binâ dikmek için alt yapıya dikkat çeker. Tevhid, bir zaman konuşulup birazcık üstünde durularak başka söze geçilecek bir konu değildir. Hemen her konu buna dayanmalı, müslümanın hayatından hiçbir zaman geri planlara atılmamalı, bu konu hiç bitmemelidir. “Ey iman edenler, İman edin! (imanınıza devam edin, yeniden ve kâmil anlamda iman edin, imanınızı yenileyin, güçlendirin, imanda sebat edin).” 1563
“Lâ ilâhe illâllah” hükmü, beşerî hayatta süreklidir. Sadece kâfirler inanmak için, müşrikler inançlarını düzeltmek için çağrılmaz ona. Mü’minler de ona çağrılır ve onlara sık sık hatırlatılır. Kalplerinde canlı ve sâbit kalması, hayatlarında etkili olması, gereklerini ihmal etmemeleri için “Ey iman edenler, İman edin!” diye
1562] 26/Şuarâ, 227
1563] 4/Nisâ, 136
İRTİDÂD
- 397 -
uyarılır. Kur’an, insanın hayat programını çizen bir kitap olduğu için tevhide karşı bu önemi ve titizliği gösterir. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici, rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah, kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan muhtaçtır ve her an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah'a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan, imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır. Âdemoğlu, hem Allah'a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz.1564 “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah'a yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele!”1565 Bunun için insan daima “Lâ ilâhe illâllah”a muhtaçtır.
Bütün peygamberler, kavimlerine bu sözü tebliğ ediyor, “yalnız Allah'a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur” diyerek insanları tevhide dâvet ediyorlardı. Peygamberimiz de kavmini bu esasa çağırıyordu. Amcası Ebû Tâlib’e “Onu söyle, onunla Allah’ın yanında sana şefaatçı olmam için bir cümle: Lâ ilâhe illâllah...” diyordu. Câhilî tavır, eski peygamberlerin kavimlerinden itibaren bu cümleyi kabullenmiyor, bu dâveti reddediyordu. Niçin? Sadece bir cümle için mi, yoksa o cümlenin anlam ve gerekleri için mi? Çağrıldıkları hayatla, yaşadıkları hayat arasında bir uçurum vardı. Dâvete karşı çıkışlarının çeşitli şekilleri ve çeşitli sebepleri vardı: Vahy olayını, yeniden dirilmeyi, hesap ve cezayı yalanlıyorlardı. İlâhın tek bir ilâh olmasını, babalarının yolundan ayrılmayı, Kitab’a uymayı, Allah’ın hudûdunu kabul etmiyorlardı. Bir de ahlâkî çıkmazları vardı: İçki, kumar, zina, zulüm... Ama bunların temeli itikad ve itaat idi; inanç, düşünce, helâl ve haram ve ahlâkı içeren kapsamıyla Allah’tan bir din kabulünü benimsemedikleri gibi böyle bir dinin bağlayıcılığını da kabul etmiyorlardı.
Kur’an’ın önemle vurguladığı, bütün sorunları içeren iki baş sorun vardı: İbâdetin tek olan Allah'a yapılması ve helâl-haramda Allah’ın indirdiğine uyulması. Şirk, inançta Allah’tan başka ilâhların varlığına inanma, amelde ve ibâdette Allah’tan başkasına yönelme ve Allah’tan başkasının Allah'a rağmen hüküm koyması, helâl haram tayin etmesidir. İşte bunun için müşrik Araplar, kelime-i tevhidi kabul etmediler, onu söylemeye yanaşmadılar. Yığınlar, tutucudur; alıştıkları çok sayıdaki ilâhları, atalarının yolunu bırakmayı kolay kabullenmezler. Elleriyle tutabildikleri, duyu organlarıyla algıladıkları eşyaya bağlıdırlar. Mele’ (ileri gelenler, müstekbirler, tâğutlar) ise, onların ilâhlara bağlılığı gerçekçi değil; sahtedir, şeklîdir. Mevcut sahte ilâhları savunmaları, onların adıyla halk kitlesini sömürmelerinden kaynaklanır. Bu zâlimlere göre, gerçek sorun hâkimiyet sorunudur. Onlar mı, yoksa şeriatının uygulanması yoluyla Allah mı? Bütün câhiyyelerdeki müstekbirleri tevhid çağrısıyla savaşa iten gerçek sorun budur. Hakları olmayan egemenliğin ve otoritenin ellerinden çıkıp sömürünün ortadan kalkması onların işine gelmez. Hâlbuki otorite, hüküm; tek yaratıcı, rızık verici... Allah'a aittir. “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”1566; “...Hüküm sadece Allah’a aittir.”1567; “Hiç yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”1568; “Allah’tan başka size gökten ve
1564] Bk. 33/Ahzâb, 44
1565] 39/Zümer, 17-18
1566] 7/A’râf, 54
1567] 12/Yûsuf, 40
1568] 16/Nahl, 17
- 398 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka ilâh yoktur. O halde, nasıl oluyor da (tevhidden) çevriliyorsunuz (imanı istemeyip küfre dönüyorsunuz)?” 1569
Buna rağmen, toplumun üst tabakası açık veya gizli diktatörlükle yığınlar üzerindeki otoriteleri neticesinde hevâlarına, süflî arzu ve heveslerine hizmeti kaybetmek istemezler. Aslan payının ellerinden çıkmasına tepkiyi arkasına gizlendikleri, aslında kendilerinin de inanmadığı sahte putların gölgesine sığınarak, güya onlar adına sürdürürler. Yönetimi ve rantı elinde bulunduranlar, bundan dolayı, koltuklarına alternatiflerden, makamlarına aday olanlardan daha çok, tevhid çağrısından çekinirler. Bütün güçlerini tevhidle savaşa hazırlarlar. Yığınları kandırır, korkutur, tevhidi savunanları karalar, onlara komplo kurar ve halkı onlara karşı kışkırtırlar. “Firavun dedi ki: ‘Bırakın, Mûsâ’yı öldüreyim de, o Rabbine duâ etsin, yalvarsın (bakalım O Mûsâ’yı kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bir fesat/bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum.” 1570
Mekke’deki olay da aynıydı. Mele’, Kureyş’ti orada. Düşmanlık ve savaş, onlarla Rasûlullah arasında değil; onlarla dâvet, tevhid arasındaydı. Kendilerine karışmayacak “el-emîn” Muhammed’den (s.a.s.) şikâyetçi değillerdi. Onun için, dâvetten vazgeçmesi halinde mal, mülk, dünya varlığı, hatta yöneticilik teklif ve takdim ediliyordu. Dâvetle düşmanlık, ister istemez onlarla dâvetin temsilcisi arasında bir savaşa dönüşüyordu. Putlar yalnız değildi rablik anlayışında. Şirk de tek çeşit değildi: Kabile, tapınılan bir rabdı, baba ve dedelerin örfü/töre, kamuoyu tapınılan bir rabdı. Kureyş ve diğer büyük kabileler, Araplara dediğini yaptıran ve dilediğini haram yapan rablardı.
Ve bazıları iman etti; Örnek nesil, sahâbe denilen altın nesil. Lâ ilâhe illâllah nasıl yer ediyordu onların hayatında? Ondan ne anlıyorlardı? Sadece kalple tasdikten, dille ikrardan mı ibaretti onların hayatında? Mü’minlerin nefisleri (her şeyleri) tevhidle değişince, şirkin pis renklerinden aklanınca onlarda çok büyük değişme/inkılâb oldu. Sanki yeniden doğmuşlardı... İnsanlık açısından, bir insanın bir şeye inanması, ardından da bütün tavırlarının inandığının tersi veya muhâlifi olması normal midir, mümkün müdür? Zehirli bir yılanın öldürücü olduğuna inanan ve ölmek de istemeyen bir insanın, elini yılanın ağzına hiç tedbir almadan sokması düşünülebilir mi? Ateşin yakıcı olduğuna inanan kimsenin elini ve tüm vücudunu ateşe atması?! Peki, gerçekten Allah'a iman eden tevhid eri bir mü’minin Allah'a itaat etmemesi, O’nu tek mâbud, tek rızık verici, tek otorite... kabul ettiğini davranışlarında göstermemesi nasıl olur?!
İman iddiası, itaat ile isbat edilmeden insanı kurtaramaz. Bu konuda Kur’an’dan açık hükümleri görelim: Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”1571 Adiy: “Ya Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din
1569] 35/Fâtır, 3
1570] 40/Mü’min, 26; Ve yine Bk. 10/Yûnus, 75-78; 43/Zuhruf, 54
1571] 9/Tevbe, 31
İRTİDÂD
- 399 -
adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 1572
“Rabbınızdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.”1573; “Yoksa, Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşrû kılacak ortakları mı vardır?”1574; “Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.”1575; “...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.”1576; “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”1577; “(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.”1578; “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”1579; “Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?”1580; “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?”1581; “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.”1582; “Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”1583; “...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbı Allah ne yücedir!”1584; “İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.”1585; “...Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 1586
Allah’a ve Rasûlüne itaat, ebedî cennete götürdüğü gibi, Allah’a ve Rasûlüne itaatsizlik/isyan da kişiyi ebedî cehenneme ulaştırır: “Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.”1587; “Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: ‘Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir. O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”1588; “Tâğuta kulluk et1572]
Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
1573] 7/A’râf, 3
1574] 42/Şûrâ, 21
1575] 42/Şûrâ, 10
1576] 6/En’âm, 121
1577] 4/Nisâ, 65
1578] 24/Nûr, 47-48
1579] 5/Mâide, 44
1580] 5/Mâide, 50
1581] 95/Tîn, 8
1582] 4/Nisâ, 59
1583] 33/Ahzâb, 36
1584] 7/A’râf, 54
1585] 6/En’âm, 82
1586] 12/Yûsuf, 40
1587] 4/Nisâ, 13-14
1588] 8/Enfâl, 1
- 400 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.”1589; “(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 1590
Ve bir hadis-i şerif: “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 1591
Hüküm koyma (teşrî), “Lâ ilâhe illâllah”la direkt ve sağlam bir şekilde irtibatlıdır. Bu bağ da, hiçbir durumda kopmaz. “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.”1592 âyetinde fukahâ, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimse, bunu helâl saymadıkça tekfir edilmez, eğer helâl saymıyorsa, dinden çıkarmayan küfür (küfrün gerisinde bir küfür, yani büyük günah) demişlerdir. Taraflardan birinden rüşvet aldığından, önündeki meselede Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm veren hâkim de bu yaptığıyla tekfir edilmez. Allah’ın gazabına uğramış bir günahkârdır. İctihad edip önündeki konuda yanılan ve Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermiş olan biri ise günahkâr da değildir. Bilâkis niyeti ihlâslı oldukça ictihadına ecir de vardır. Ve sayılan diğer fıkhî hususlar...
Evet, lâkin bunların hiçbiri, Allah’ın indirdiği dışında bir şeyi teşrî ile ilgili değildir. Önündeki bir konuda, helâl saymamak şartıyla, fıkıh kitaplarında belirtilen herhangi bir nedenle Allah’ın indirdiği dışında bir şeyle hüküm vermek başka, Allah’tan ayrı olarak teşrî/hüküm koyma başka bir şeydir. Birinci durumda Allah’ın dinini kaynak olarak kabuldeki itiraf (uygulamadaki farklılığa rağmen) bozulmuyor. İkinci durumda, kendi yanından Allah’ın dinine muhâlif haramlar helâllar koyuyor. Ardından açıkça veya lisan-ı haliyle: “Allah’ın dinini değil; benim hükmümü/kurallarımı uygulayın, çünkü bu, ona denktir veya bu, Allah’ın kanunundan daha üstündür, kıymetlidir” diyor. İslâm tarihinde fıkıh âlimleri, bunun dinden çıkaran bir şirk ve küfür olduğunda ihtilâf etmemiştir. Yine, fıkıh âlimlerinin tarihten bu yana hiç ihtilâf etmeden şirk ve küfür olduğunu kabul ettikleri bir mesele de şudur: Bilmesine rağmen ve kendi irâdesiyle Allah’ın dini dışında bir teşrîe (hüküm koymaya) râzı olmak. İkrâh bunun dışındadır;1593 çünkü ikrahta rızâ yoktur.
Şirkin ve zulmün hâkimiyeti ve egemen tâğutî güçlerin de etkisiyle insanların İslâm’dan kopukluğu arttı. Artık, kendisinin müslüman olduğunu da söyleyen nice insan, açıkça şirk olan inançlara sahip olmaya, şirk ideolojilerini kabullenmeye, elfâz-ı küfrü dilleriyle ulu orta söylemeye başladı. Allah’ın hükmüne uymak, İslâm’a teslim olmak, her konuda helâl ve haramlara dikkat etmek, Allah’ın sınırlarına riâyet etmek gibi değerler, müslüman olduğunu iddia eden nice insanın
1589] 39/Zümer, 17-18
1590] 3/Al-i İmrân, 31-32) Yine Bk. 4/Nisâ, 60, 61, 64; 49/Hucurât, 15; 29/Ankebût, 2-3; 2/Bakara, 214; 24/Nûr, 50-54; 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16; 23/Mü’minûn, 115
1591] İbn Mâce, hadis no: 4205
1592] 5/Mâide, 44
1593] 16/Nahl, 106
İRTİDÂD
- 401 -
gündeminden çıktı. Bütün bunlar ve sayılması uzun sürecek şirk unsurlarına rağmen, insanlara, “lâ ilâhe illâllah” deyince müslüman olacakları, İslâm’ı yaşamasa da insanın küfre düşmeyeceği ısrarla söyleniyordu. Müstekbir oburların önüne konulmuş çanaktaki yem gibi oldu bu kelimeyi sadece diliyle söyleyenler. 1594
Tarihten bu yana, tevhîdî muhtevanın soyulmasının bazı etkenleri, sebepleri vardır. Tekliflerden kaçınma, uyarının (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker) yetersizliği, aşırı bolluk (lüks ve rahata meyil, yani dünyevîleşme), siyasî istibdat ve mürcie düşüncesi, israfa ve dünyevîliğe pasif tepki şeklinde ortaya çıkan, zulümle mücâdele ve toplumsal tavır yerine kabuğuna çekilme anlayışının oluşturduğu mistisizm... bu etkenlerin başında gelir.
Şirk ve irtidâdla ilgili bu bilgilerden sonra, içinde yaşadığımız toplumu değerlendirmeye çalışalım: Eski ümmetler gibi bu toplum da helâk olsa, deprem vb, bir âfetle yerle bir olsa, aradan uzun asırlar geçtikten sonra buralarda yaşayan insanlar, kazılarla elde edecekleri heykel ve eğlence araçlarından, tesbit ettikleri, araştırıp buldukları şeylerden bu zamanki toplumun yaşam tarzı ve dini hakkında neye hükmederler dersiniz? Ya da (hayâlî bir şey de olsa) "zaman tüneli"nden bir sahâbeyi geçirseler, bizim yaşadığımız zaman ve ülkeye misafir etseler, (meselâ bir gece kulübüne, bir mahkemeye, bir okula, çarşıya, ya da bir eve) baksa, bu toplumun inancı konusunda ne tür bir yargıya varırdı? Hasan Basrî'nin daha 3. nesil müslümanlarına söylediği sözü hatırlayalım: "... Onlar sizi görseydi, müslüman demezlerdi."
Okullar, törenler, mahkemeler, meclisler, resmî kurumlar, bankalar, stadyumlar, ...hâneler, kumar ve eğlence yerleri... toplumun dinini yansıtmıyor mu? Hele yasalar ve hükümler... Seçim öncesi halkın yönetici adaylarından beklediklerinin, onların vaadlerinin hangi dinle izahı yapılabilir? Küçük Amerika hülyâları, sadece dünyevî ve fânî istekler...
Anket yapsanız, halkın kendini hangi sıfat-isimle benimseyip başkasına tanıtmak istediğini sorsanız, içinde, "Atatürkçü/Kemalist, laik, demokrat, Batıcı, Sosyalist, falancı, Avrupa Birliğine üyeliği çok önemseyen, özgürlük taraftarı, falan partili, filan takım taraftarı veya şu sanatçı hayranı gibi kelimeler sıralasanız, bu listenin sonuna da "müslüman" kelimesini ekleseniz; bunlardan birini tercih etmesini isteseniz, son kelimeyi isim-sıfat olarak tercih edenler gerçekten hâlâ bazılarının düşünmeden söyledikleri gibi % 99'ları bulur mu dersiniz?
Meselâ, Taksim'e, ya da şehrin işlek bir caddesine, meydanına çıksanız, gelip geçen gençlere teklifte bulunsanız, "alın size bin dolar, ama şurada 'falan dini seçiyorum' diye söz verecek, -meselâ- şu belgeyi de imzalayacaksınız" deseniz, nasıl bir netice ile karşılaşırsınız? Ya da "ayda 500 milyon maaşla bir Yahûdi sinegogunda Yahûdiliğe hizmetle ilgili iş vereceğim" veya "yurtdışına, meselâ Amerika'ya gönderiyoruz, ama farklı bir dinle ilgili bazı şartlarımız var" deseniz... Bu konularda sonucu tahmin etmeden önce, Harp Okullarına, emniyete veya bir devlet kurumuna girmek için can atan gençleri, anıtkabire akın eden insanları, çok rahat elfâz-ı küfür söyleyen, hatta dine ve mukaddesâta sövebilen kışladaki subayları, kahvedeki vatandaşları... gözönüne getirmeli ve özellikle insanın para için neler yapabildiğini, nâmusunu hem de çok ucuza satan bayanları,
1594] Geniş bilgi için bkz. Muhammed Kutub, Tevhid, Risale Y.
- 402 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"ne iş olursa yaparım, ağabey, sen yeter ki paradan haber ver!" diyen insanları değerlendirmelisiniz. Hele devletin emri veya yasağı olan konularda, halkın anormal görmediği durumlarda...
Diyanet'in açıklamasına göre, Adapazarı deprem bölgesinde 100 civarında insan, misyonerlerin hummalı çalışmaları sonucu İslâm'ı bırakıp resmen Hıristiyanlığı seçmiş. Her gün dininden kopan, farklı ideoloji ve hayat görüşlerini benimseyen ama resmen farklı bir dine geçtiği değerlendirilmeyen insanların sayısını kimse bilmiyor. Medya, okullar, resmî kurumlar devamlı mürted yetiştiren programlarıyla ha bire müslümanları adı konulmamış farklı dinlere çekmekteler. 2 Ocak 1976'da çıkan Sebil adlı Haftalık gazetenin kapaktan sorup, sayfalarında işlediği konu şöyleydi: "Nasıl Hıristiyan Olacaktık?" Kâzım Karabekir Paşa'nın hâtıralarından alıntılar yapılıyor, TBMM'de ilk yılında meclis başkanının riyâsetinde devletin resmî dininin Hıristiyanlık olmasının ısrarla savunulduğu ve bu konudaki tartışmaları anlatıyordu. Devlet, resmen Hıristiyanlığı kabul etmemişti, ama çok kısa zaman sonra Anayasadan "Devletin dini İslâm'dır" ifadesi kaldırılmış, "laik demokratik devlet" ifadesi konulmuştu. Sonra da bu doğrultuda dayatmalar, devrimler, takrir-i sükûn kanunları ve İstiklâl Mahkemeleri...
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 1595
Toplumla ilgili esas problem, ekonomik kriz değildir, maddî sıkıntılar da, açlık da. Hatta yolsuzluklar, ahlâk eksikliği de değildir. Problem, iman problemi; kriz, tevhid krizidir. İmanı olmayan topluma hangi ahlâkî ilkeleri yerleştirmek isterseniz isteyin, delik kaba su doldurmaya çalışmış olursunuz. Arabanın motorunu çalmışlarken kaportadaki çiziklerin ne önemi var? Kalbi olmayan birinin, nesi olursa olsun, o insan değildir artık. İmanını yitiren toplumun her şeyi gitmiş/bitmiş demektir.
Mürtedliğe Giden Yollar
Mürtedliğe Yol Açan Sebepler: Mürtedlik, söz, fiil/eylem ve inanç (ve şüphe) ile ortaya çıkar. Mürtedlerin İslâm’dan dönmelerinin birkaç sebebi olabilir:
1- İslâm’ı ve onun hükümlerini beğenmemek,
2- İslâm’ı çıkarlarına ve zevklerine engel görmek,
3- Dünyalık bir makam elde etme ihtirası,
4- İman zayıflığı veya İslâm’ı yeterince tanımama,
5- Gayri müslimlere özenme, onların zevk içinde yaşamalarına imrenme ve onları bazı konularda üstün ve ileri kabul etme anlayışı ve diğer sebepler.
Bir Müslümanı Mürted Yapan Tavırlar: Bir müslümanın İslâm’dan çıkmasına sebep olacak bazı durumları şöylece özetleyebiliriz.
Müslüman olduğu halde, Allah’a şirk koşmak; Allah’ın dışında bir kimseye, bir otoriteye, putlara tapınmak, Allah’tan istenecek yardımı ölülerden veya
1595] İbn Mâce, hadis no: 4205
İRTİDÂD
- 403 -
mezarlardan istemek, birtakım örgütleri veya devletleri Allah gibi düşünmek, kişiyi İslâm’dan çıkarır, mürted yapar.
İslâm’ın küfr veya kâfirlik dediği şeyler konusunda şüphe etmek; İslâm da bellidir, onun dışındaki bâtıl yollar da bellidir. Küfür olan konularla ilgili olarak “acaba onlar da doğru olabilir mi?” düşüncesi İslâm inancına aykırıdır. Onlar doğru olsaydı, İslâm’ın Hz. Muhammed ve Kur’an’la gönderilmesine ne lüzum vardı? Bütün bâtıl dinler, bütün İslâm dışı ideolojiler, insanlar adına nisbet edilen hayat sistemleri İslâm tarafından reddedilmektedir (Komünizm, Hinduizm, Hıristiyanlık, Demokrasi, Marksizim, laisizm, Kemalizm ve diğerleri).
Peygamberimiz’in bize bildirdiği bazı şeyleri beğenmemek, onlara karşı yüzü buruşturmak, râzı olmamak. 1596
Müslümanlara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, onlara yardım etmek. 1597
İslâm’ın ilkelerine, şeriata karşı gelmek, onlarla alay etmek, onların yerine başka otoritelerin veya kişilerin görüşlerini daha iyi, güzel veya çağdaş bulmak.
Kesin deliller ile ümmetin icmâsı ile sâbit olmuş, dinden sayılan hükümlere karşı gelmek, onları kabul etmemek.
Bunlar veya bunlara benzer davranışlar ve sözler bir müslümanı dinden çıkarabilir, mürted yapabilir. Bunlar birer hükümdür ve müslümanları din konusunda dikkatli olmaya teşviktir, onları tehlikeden sakındırmaktır. Kişi ya inanır, ya inanmaz. Ama tutarlı olması gerekir; inandığı dinin gösterdiği gibi inanması ve yaşaması lâzımdır. İslâm, Allah’ın dinidir ve ona nasıl inanılması gerektiği ortaya konulmuştur. O, insanların görüşü değildir ki, dileyen dilediği gibi kullansın.1598
Günümüzde insanlar, ortamın ve çevre şartlarının İslâmî değil; câhiliyye yapısı arzettiğinden, İslâm’ı doğru bir şekilde kavrama ve sırât-ı müstakîm çizgisini kolaylıkla sürdürme imkânlarına yeterince sahip değildirler. İslâm dışı, hatta İslâm’a düşman düzen ve buna bağlı kurum ve kuralların etkisiyle her an bâtıl yollara bilinçsiz de olsa dalma riskiyle karşı karşıyadır. Bunlardan bir kısmı, belki imanını tümüyle giderecek ve kişiyi mürted yapacak durumda değilse de, birkısım insan bilerek ve seçerek İslâm’dan farklı yollar/ideolojiler/dinler edinmektedirler. Bu kimselerin mâzîsinde İslâm’ı gerçek anlamıyla bilip bir bütün halde kabul etme ve yaşama gayreti var iken, sonradan bilinçli bir tercih sonucu dinini değiştirme sözkonusu olmuş ise, -neûzü billâh- mürtedlik vuku bulmuş olur. Mü’min iken kişinin mürted olması sonucunu veren birtakım söz ve fiillere şunlar örnek gösterilebilir:
Müslüman bir kimsenin kendi irâdesiyle açıkça; ‘Ben Allah’a ortak koşuyorum’ demesi, yahut Allah’ın varlığını inkâr etmek, peygamberleri reddetmek ya da bir tek peygamberi dahi yalanlamak gibi küfrü gerektirici bir söz söylemek, açıkça küfrü gerektiren -Mushaf’ı ya da bir parçasını pisliğe atmak gibi- bir fiil işlemek, namazın farz oluşu, zinânın haram oluşu gibi İslâm’ın kesin bir hükmünü inkâr etmek, farz namazların, -bunların bir rekâtinin bile olsa- farz olduğunu, dinin emri olduğunu reddetmek gibi veya farz olmadığı kesin delillerle sâbit bir
1596] 47/Muhammed, 9
1597] 9/Tevbe, 65-66
1598] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s.458-459
- 404 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hükmün farz olduğuna -meselâ farz namazlara bir rekât ilâve etmek gibi- inanmak, peygamberliğin insanların kendi gayretiyle kazanılabileceğini ileri sürmek gibi hususlar küfrü gerektirir. Bu gibi küfrü gerektiren inanç ve tavırlar önceden müslüman bir kimse tarafından kabul ediliyorsa, bu kimse mürted olur.
Çağımızda ortaya çıkan birtakım şartlar vardır ki, müslüman kimse iman açısından bunların da hükmünü bilmelidir. Bunların en başında hiç şüphesiz Allah’ın indirdiği hükümlerin dışındaki hükümler ile hükmetmek gelir. Konuyla ilgili olarak Abdülkadir Udeh’den alıntı yapalım: “Çağımızda reddetmek, kabul etmemek yoluyla küfrün açık örneklerinden bir tanesi de, Allah’ın şeriatiyle hükmetmeyi kabul etmemek ve onun yerine insanlar tarafından konulmuş hükümleri, kanunları uygulamaya koymaktır. Çünkü İslâm dininde aslolan kural, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farz, ondan başka kanun ve hükümler ile hükmetmenin ise haram olduğudur. Kur’ân-ı Kerim’in bu hususa dair nasları gâyet açık ve kesindir.
İslâm şeriatine aykırı her türlü yasa ve hükmün bâtıl olduğu hususunda fakîhler ile ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Yine onların ittifakına göre İslâm dışı hükümlere itaat gerekmez, hatta İslâm şeriatine aykırı olan her şey, müslümanlara haramdır. İsterse bu haramı emreden ya da mubah kılan egemen otorite ya da başkası olsun. Yine ittifakla kabul edilen hususlardan bir tanesi de şudur: Sahih olduğuna inandığı bir te’vile dayanmaksızın müslümanlardan her kim Allah’ın indirdiklerinden başka hükümler ortaya atarsa, o kimseler hakkında Yüce Allah’ın verdiği “kâfir, zâlim ve fâsık” hükümleri verilir. Meselâ, başka bir hükmü ondan daha üstün, daha güzel gördüğü için İslâm’ın öngördüğü cezaları ve hükümleri uygulamaktan yüz çeviren bir kimse, kesinlikle kâfirdir, daha önce iman etmiş ise bu tavırlarıyla mürted olur.
İttifakla kabul edilen hususlardan bir diğeri: Allah’ın ya da peygamberinin emirlerinden herhangi birisini reddeden bir kimse, bunu ister şüphe ve tereddüt yoluyla, isterse de terk ve kabul etmemek yoluyla, isterse de o hükme teslim olmamak dolayısıyla reddedecek olursa İslâm’dan çıkar, mürted olur. Çünkü sahâbe-i kirâm, zekât vermeyi kabul etmeyenleri mürted olarak değerlendirmişlerdir. Yüce Allah kendisinin ve Rasûlünün hükmünü teslimiyetle kabul etmeyenlerin kâfir olduklarına dair açık hükmünü indirmiştir: “Rabbine andolsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda Senin hükmüne başvurmadıkça ve verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.” 1599
Elfâz-ı Küfür: Elfâz'ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise "kefera" fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfâz-ı küfür" adı verilir.
Bir mü'mini küfre düşüren sözler beşe ayrılır. Bunlar: İstihlâl, istihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihlâl, Allah’ın yasakladığı bir haramı helâl, helâlı haram kabul etmek; İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması
1599] 4/Nisâ, 65; 21Abdülkadir Udeh, et- Teşrîu’l-Cinî el-İslâmî, Beyrut, 2/708-710 -İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk-
İRTİDÂD
- 405 -
gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah'ın zatı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah'a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. "Allah ile O'nun âyetleriyle, O'nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz." 1600
Peygamberlik kurumunu önemsememek ve peygamberlikle alay etmek, onlar hakkında küçük düşürücü sözler söylemek istihkar (hakaret ve sövme) sayılır. Bu yüzden herhangi bir peygamberi küçük gören, alay eden ve O'na ezâ veren dinden çıkar. "Şüphe yok ki, Allah'a ve Rasûlü’ne eziyet verenlere Allah dünyada ve âhirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap hazırlamıştır."1601; "Münâfıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve 'O her söyleneni dinleyen bir kulaktır' diyorlar. De ki, 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a da inanır, mü'minlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah'ın Rasûlüne eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır." 1602
Hz. Peygamber'e hakaret dinden çıkardığı gibi, mukaddes kitaplara ve Kur'ân-ı Kerim'e hakaret veya mukaddes kitapların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur'an'la, bir sûresi veya âyetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür. Meleklere hakaret etmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil'in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e (s.a.s.) vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır. Azrâil'e, ölüm meleği olduğu için hakaret etmek, meleklerin dişi olduğunu söylemek de küfürdür. Sahâbeleri tekfir ederek, onların mü'min olmadığını söylemek de küfür kabul edilmiştir. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid'at ve sapıklıktır. 1603
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irâde ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse, ikrâh-ı mülcî yani tam zorlama ile öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme gibi işkence veya bu tehditler varsa küfür sözü söyleyebilir. "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesnâ olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sîne açarsa Allah'tan onlara bir azap vardır."1604 Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye'yi İslâm'dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir'in oğlu Ammâr'ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammâr işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm'dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber'e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye mâruz kalırsa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki âyet-i kerime bu olay üzerine inmiştir.
1600] 9/Tevbe, 65
1601] 33/Ahzab, 57
1602] 9/Tevbe, 61
1603] Bk. 48/Fetih, 18; 9/Tevbe, 100
1604] Nahl, 106
- 406 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah'ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah'a ait olan "en büyük" ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında ilâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. "İşimiz Allah'a kaldı", "Allah'lık" gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail'e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza "Melek" ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah'ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah'ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah'tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah'tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.
Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)
Allah’la İlgili:
"Allah'lık" (saf bir insan için)
"Allah'sız" (Bunun Allah'ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)
"İşimiz Allah'a kaldı" (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)
"İnşâallah deme, kesin söz ver" (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)
"Gökte Allah var", "yukarıda Allah var" (Allah'a mekân isnadı anlamında)
"Seni Allah gibi seviyorum" (Allah'ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)
"Seni elimden Allah bile kurtaramaz" (Allah'ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)
"Burada Allah yok, Peygamber izinde" (Karakolda, hapishanede vb. Allah'ın yardım edemeyeceği anlamında)
"Allah'ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim" (Allah'ın olmadığı yer olabileceği anlamında)
"Allah, ondan verdiği canı alamıyor" (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah'ın âcizliği anlamında)
"Allah'ın hükmü burada geçmez" veya "o eskidendi, şimdi Allah'ın hükmü uygulanmaz, devir değişti" (Allah'ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)
İRTİDÂD
- 407 -
"Şu işin (şeyin) Allah'ını yapar" (Allah'ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)
"Sen Allah mısın be?" (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)
"Ye Allah ye", "vur Allah vur" (Allah'ı kula benzetmek anlamında)
"Allah Baba", "Allah'ın oğlu gelse..." (Allah'a çocuk isnad etme anlamında)
"Tapılacak kadın" (Allah'tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü anlamında)
"Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası" (Allah'tan başka ilâh kabulü anlamında)
"Hâkimler hâkimi" (Allah'ın dışında bir varlığa Allah'ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)
"Sezar'ın hakkı Sezar'a, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya" (Allah'a denk başkasının hakkı olduğu, Allah'ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)
"Allah bizi unuttu" (Allah'ın zorluklarla denemesi konusunda Allah'ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)
"Filan kimse şu şeyi yarattı" (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme manasında başka birine verme, Allah'ın fiiline ortak kabulü anlamında)
"Allah'ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?" (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O'nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)
"Allah bilir ki, şu iş şöyledir", "Allah şâhit şunu şöyle yaptım" dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah'a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)
"Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir" (Hâkimiyetin, egemenliğin Allah'ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah'ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)
"En büyük filân takım, başka büyük yok" (Ekber/en büyük sıfatının Allah'tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah'ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)
"Allah'ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir" (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah'ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)
"Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu" (Allah'ın yarattığını beğenmemek, O'na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)
"Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi" (Allah'ın hükmünü beğenmemek anlamında)
(O konuda âyet olmadığı halde,) "Allah şöyle buyurmuştur" demek (Kur'an'da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah'a isnâd etmek, dolayısıyla Allah'a iftira etmek anlamında)
(Allah'ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken "Allah'ın ismiyle (Bismillâh)" demek (Allah'la, Allah'ın haram hükmüyle alay etme anlamında)
- 408 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah'ı, O'nun kurallarını, O'nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.
Allah'a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.
Allah'tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.
Allah'tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için söyleme: "Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.", "Mihrâbım diyerek yüz sürdüm" , “Bir Allah'a, bir de sana taptım", "Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter" , "Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk" vb.
Allah'tan başkasına dua etmek veya bir kuldan meded istemek
Allah'ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek
Allah'tan başkası adına kurban kesmek, Allah'tan başkasına adak adamak
Allah'ın kesin yasağına rağmen Allah'ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek
Allah'ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: "Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir", "Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür" demek.
Allah'ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah'ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah'ın dışında otoriteler tanımak
Fayda ve zararı Allah'tan bilmemek, "şu doktor benim hayatımı kurtardı", "frene basmasaydı ölmüştüm", "şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor" "Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer"
İbadet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
b- Dinle İlgili:
"Din ayrı, dünya ayrı" (Dünyayı dinin dışına itmek, dini dünyaya karıştırmamak ve laiklik anlamında)
''Din ayrı, siyaset ayrı" (İnsanların yönetiminin dinle ilgisi yok, siyaset dinden bağımsız olmalıdır anlamında)
"Dinde zorlama yoktur" (Din seçme konusundaki özgürlükle ilgili Bakara sûresi, 256. âyetini farklı ve yanlış bir konu için delillendirerek, bir müslümana karışılamayacağı, onun haramları işlemede özgür olduğu anlamında; dinin ahkâmla/muâmelâtla ilgili konularını inkâr etmek veya geçerli olmayacağını iddia anlamında)
"Zevklere ve renklere karışılmaz" (Arzu ve heveslere hiç kimsenin müdahale etmesine hakkı yoktur, ben neden zevk alıyorsam onu yaparım, din adına bile
İRTİDÂD
- 409 -
olsa hiç kimse ona karışamaz anlamında)
"Bu benim özel hayatımdır, kimse karışamaz.", "Demokrasi var, bana kimse karışamaz, canım ne isterse onu yaparım" demek (Allah'ı, Allah'ın hükümlerini önemsememek ve O'na teslim olmamak, nefsini, hevâ ve hevesini putlaştırıp ilâhlaştırmak anlamında)
"Biz babamızdan, atalarımızdan böyle gördük" (geleneği, ataların yolunu mutlak doğru olarak kabul etmek, dine ters düşse de atalarının yolunun en doğru yol olduğunu kabul anlamında)
"Din şöyle diyor, doğru ama...", "haklısın, fakat..." (Dinin emir ve yasaklarının doğru olduğunu kabul etmekle birlikte, hayata geçirmenin imkânsız gibi çok zor olduğu, yaşanamayacağı, başka alternatiflerin zaruri olduğu anlamında)
"İslâm dini akıl dinidir, mantık dinidir" (Nakli dışlama, vahyi temel ölçü almama, aklı putlaştırma anlamında)
"İslâm şeriatı eskidenmiş, bundan sonra din hâkim olamaz." (Dini, eski zamana ait tarihî bir vaka gibi kabul etme ve gelecekle ilgili Allah'ın vaadlerini inkâr anlamında)
"Dine bağlı yaşamanın, dindâr olmanın zamanı geçti; doğru olursan bu devirde aç kalırsın" (Dinin bütün zamanlar için geçerli olmasının reddi anlamında)
"Dinî günler" (Zamanı, günleri dinî olan ve dinî olmayan diye ayırıp, bazı günlerin dinle ilişkilerinin olmaması gibi anlaşılabilmesi anlamında)
"Hayat yalnız bu dünyadadır" (âhireti inkâr anlamında)
"Sen benim kalbime bak, kalbim temiz" (Dinin bazı emirlerini yerine getirmeyişin mâzereti olarak kalbin temizliği anlayışı ve ibâdet edenlerin kalbi temiz değil ki ilâhî emirleri yerine getiriyorlar anlamında)
"Paranın açmadığı kapı yoktur" (Parayı putlaştırmak, kapitalizmin her şey olduğu anlamında)
"Demokrasilerde çare tükenmez" (Beşerî bir düzen olan demokrasi (halkın kendi kendisini yönetmesi)nin her konuya çözüm getiren en üstün idare şekli olduğu; İslâm’ın siyâset ve devlet anlayışından daha üstün bir yönetim şekli olduğu anlamında)
"Aşırı dinciler" , "dinciler" "fundemantalistler", "dinci teröristler" gibi çirkin ithamları gerçek mü'minlere etiket olarak takmak, müslümanları, dolayısıyla İslâm'ı kötülemek anlamında)
İslâm'a irticâ, gericilik, fundemantalizm, taassup ve benzeri çirkin sıfatlar takmak.
İslâm'a, şeriata, tesettüre karşı tavır almak veya bu tür dinle ilgili hususlara düşman olanları desteklemek.
İslâm'ın kutsal kabul ettiği hususların dışında, özellikle de İslâm'a düşman olan rejimlerin sembollerini yüceltmek veya onlara saygı duymak
- 410 -
KUR’AN KAVRAMLARI
c- Cennet, Melek ve Kaderle İlgili:
"Eşek cennetini boyladı" (Cenneti küçümsemek, cenneti yakışıksız bir şeyle vasıflandırmak anlamında)
"Sensiz cennet kötü, seninle cehennem bana ödül" gibi sözler (Cenneti, cehennemi önemsiz görmek veya âşık olduğu bir insanı bunlardan daha önemli kabul etmek anlamında)
Bir insana "Meleğim" demek, "Çarli'nin melekleri" veya bir kıza "Melek" ismi vermek, ya da birine “melek gibi” demek (Melekleri insan gibi olduğunu, şekillerinin, yapılarının insana benzediğini kabul etmek anlamında)
"Azrâil onun canını yanlış yere aldı" , "Azrâil'le savaşıyor" gibi sözler, Azrâil'e hakaret etmek, onu eleştirmek anlamında)
"Kader utansın" gibi kadere isyan anlamında sözler
"Felek"le ilgili hem hakaret, hem kaderi belirlediği inancı, göklerin (yıldız ve burçların) insan üzerinde etkinliğini, insanların kaderini/geleceğini gök cisimlerinin tayin ettiğini kabul anlamında)
Ve bunlara benzer, düşünmeden, ya da bilinçli olarak söylenen, şirk düşüncesini yansıtan nice sözler...
Ef’âl-i Küfür: Ef'âl-i küfür, küfür fiil ve davranışları demektir. İnsanların bazı hareket, kıyafet ve davranışları küfre alâmet sayılmıştır. Bu fiillerin bir kısmı müslüman olmayan toplumlara benzemek kastıyla yapılan hareket ve davranışlardır. Küfre alâmet sayılan ef'âl-i küfür kabul edilen hareketleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
a- Puta tapmak: Puta tapmak, Allah'a şirk/eş koşmak demektir. "Nihâyet elçilerimiz canlarını almak üzere onlara geldikleri zaman şöyle diyecekler: 'Allah'ı bırakıp da tapındığınız putlar nerede?' Onlar şöyle cevap verecekler: 'O putlar bizi bırakıp kayboldular.' Onlar kendi aleyhlerine kâfir olduklarına şâhitlik edeceklerdir."1605; "Onlar Allah'ın yolundan saptırmak için Allah'a eşler uydurdular. De ki: 'Eğlenip keyfinize bakın! Çünkü gidişiniz muhakkak ateştir."1606 Allah'tan başkasına tapmanın küfür alâmeti/ef'âl-i küfür olduğu kesindir.
b- Mushafı pisliğe atmak gibi saygısızca davranmak: Mushafı pisliğe atmak da küfür fiillerinden biri sayılmıştır. Üzerinde Kur'an'dan bir bölüm, Yüce Allah'ın veya Peygamberin adı yazılı bir kâğıdı pisliğe atmak da aynı hükme tâbi tutulmuştur. Tabii ki atma, kasden ve bilerek olursa, kâğıdın üzerindeki şeyi inkâr sözkonusu olacağından küfür davranışı kabul edilmiştir. Zaman zaman medyaya yansıdığı gibi, üzerinde âyet veya Allah lafızlarının yazılı olduğu ayakkabı, bayan elbisesi şeklinde eğlence ve aşağılama kabul edilecek tarzda bunları giymek de aynıdır.
c- Gayr-i müslimlerin tapınaklarına ibâdet kasdıyla gitmek: Kilise, havra, katedral, puthane gibi yerlerde ibâdet ve duâ etmek, veya buralarda Allah'a ibâdet etmenin daha faziletli olduğuna inanmak da kişiyi İslâm'dan çıkarır. Fakat bu tür yerlere ibâdet kasdı olmaksızın, bilgi edinmek veya incelemek için
1605] A'raf, 37
1606] İbrahim, 30
İRTİDÂD
- 411 -
gitmekte bir sakınca yoktur.
d- İbâdet kasdıyla herhangi bir şahsa secde etmek: Bir kimse tapınma kasdı olmadan sadece hürmet ve saygı için bir büyük karşısında eğilse, yeri öpse bu günah kabul edilse bile küfür kabul edilmez. Kişiye tapmak anlamına gelecek davranış küfürdür.
e- Ölülerden duâ ederek bir şey istemek, kabirleri tapınak yapmak: Sadece Allah'a yapılması gereken ibâdet ve duâyı1607 Allah'tan başkasına, ister ölü ister diri olan birine yapmak küfürdür. Allah'tan başkasına kesilen kurban, Allah'tan başkasına adak, kabirleri tavaf, kabirde yatandan duâ ile bir şey istemek, ölülerden imdat ve medet istemek küfür davranışlarıdır.
f- Haç takınmak: Hıristiyanların takındıkları madalyon olan haç, onların iddiasına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmiş şeklinin remzidir ve onlara göre kutsaldır. İslâm âlimleri, haç takınmanın küfür davranışı olduğunda hemfikirdirler. Günümüzde de böyle bir madalyonun ancak hıristiyanlar tarafından takıldığını unutmamak gerekir.
g- Ğıyar ve zünnâr: Ğıyar, zimmîlerin omuzlarına attıkları alâmet yahut kumaş parçasıdır. Zünnâr da hıristiyan ve mecûsîlerin küfür alâmetleri olan bir çeşit kuşaktır. Bunlar gayr-i müslimlerin özel giysileri ve dinlerinin alâmetleri olarak sembol olduğundan, bunları kullanmanın küfür fiilleri olduğu belirtilmiştir.
h- Mecûsî ve yahûdi şapkası: Mecûsîlerin ve yahudilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını onlara benzemek kasdıyla giymek de küfür sayılmıştır.
Bu alâmetler, her asırda ve bölgede değişiklik gösterebilir. Buradaki temel espri, İslâm'ın dışındaki dinleri benimsemiş kişilerin özel kıyafetleri, dinlerine ait kıyafetleridir. Tabii, râhibe elbisesi ve papaz cübbesi giymek de küfür fiillerindendir. Her devrin küfür alâmeti değişik olmaktadır. Belli bir zaman küfür alâmeti olan şey, belki kısa zaman sonra küfür alâmeti olma özelliğini kaybedebilmektedir. Bu konuda en açık örnek, şapkadır. Belli bir döneme kadar şapka, özellikle fötr küfür alâmeti sayılırdı; Âtıf Hoca gibi nice âlimler ve müslümanlar şapka giymediği ve bunun küfür olduğunu belirttikleri için idam edilmiştir. Bu âlimler, küfrün sembolü olduğunu bildiklerinden dolayı buna karşı çıkmayı idamı göze alma pahasına sürdürmüşlerdir. Ama şimdi şapkanın küfür ve kâfir özelliği olduğunu iddia güçtür. Artık şimdi gayr-i müslimler, müslümanlar kadar bile şapka giymemektedirler. Dolayısıyla küfür alâmeti değişince, hüküm de değişmektedir. Küfür alâmetlerinin çağlara göre farklılık arzetmesi sebebiyle, eskiden küfür sayılan giysilerle ilgili bir husus, bugün küfür olmayabilir. (Veya tersi; eskiden küfrün sembolü sayılmayan bazı şeyler, sonradan kâfirlerin simgesi olarak kabul edilebilir.)
i- Sihir: Sihri öğrenip öğretmenin, sihir yapmanın haram oluşunda mezhepler arasında ihtilâf yoktur. Bütün mezhepler, sihrin mubahlığına inanmanın küfür olduğunda da müttefiktir. Fakat sihrin haram olduğuna inanmakla beraber, sihir/büyü yapan kimsenin, bu davranışıyla kâfir olup olmadığında ihtilâf vardır. Ebu Hanife ve tâbileri, İmam Mâlik, Ahmed bin Hanbel ve tâbilerine göre büyücü/sihirbaz kâfirdir. Bu gruba göre, sihirbaz sihrin haramlığına inansa da
1607] 1/Fâtiha, 4
- 412 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanmasa da tekfir olunur ve öldürülür. İmam Şâfii'ye göre ise kendisinde küfrü gerektirecek bir inanç, söz ve fiil bulunmayan sihir küfür değil, sadece haramdır. 1608
Müşrik ve Mürtedlerle Mücâdele
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesnâ; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir.” 1609
Şirk ehliyle, müşriklerle, özellikle de mürtedlerle mücâdele esastır. Müslüman, zaman ve şartların durumuna göre savaş(a)mıyorsa bile, onlara en azından “Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza ibâdet etmem. Sizin dininiz size; benim dinim bana!”1610 deyip, onları reddettiğini göstermek zorundadır. “Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylerinize, putlarınıza da yuh olsun! Siz, akıllanmaz mısınız?” 1611
İslâm dininin en temel esası tevhiddir. Tevhid kelimesi ise, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Mânâsı: Allah’tan başka ilâh yoktur, yani bütün kâinatta Allah’tan başka ibâdet edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki kelime-i tevhid önce Allah’tan başka diğer ilâhları reddetmekle başlıyor. Müslüman, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir.
İslâm dininin ilk indiği zamanlarda -tıpkı bugün olduğu gibi- şirk hâkimdi. İnsanlar putlara tapıyorlar, ilâhlık vasıflarını insanlara ve bazı varlıklara veriyorlardı. Araplar, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlar, ehl-i kitap olan yahûdi ve hıristiyanlar da, Allah’a oğullar isnat ediyorlardı. Helâl ve haram koyma yetkilerini din adamlarına vererek, onları ilâh ediniyorlardı. Peygamberimiz’in bu ortamda en küçük bir tâviz vermeden sürdürdüğü tebliğde, en çok vurguladığı konu tevhiddi. Esasen insanlık tarihi, Allah’a hakkıyla iman edenlerle, şirk koşanların, birden fazla ilâha inananların kavgasından ibârettir.
Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar tevhid’den söz etmektedir. Bütün peygamberler tevhid’i ikame etsinler diye gönderilmişlerdir. Kur’an’a baktığımız zaman, bütün peygamberlerin üzerinde ısrarla durdukları ve insanların kavramaları için her türlü zorluklara katlandıkları hususlar; Allah’ın her hususta, yani hayatın her sahasında “tek” olarak kabul edilmesi ve O’na kesinlikle şirk koşulmamasıdır. Tevhid, insanın hayatındaki düşünceden başlayarak, günlük hayatındaki her tavrına kadar, Allah’ın belirlediği sınırlara uyması, onların korunması için seferber olması ve Allah’ın ortaya koyduğu ölçü ve onun pratikteki şekli olan sünnetin yaşanılmasıdır.
İrtidad ve mürtedlerle ilgili bu hükümleri bilmenin büyük önemi vardır. Bu sâyede imandan sonra küfrün ne kadar büyük bir vebali gerektirdiği tekrar gündemimize girmiş olacak ve müslümanın imanını korumak üzere gereken hassâsiyet ve titizliği göstermesi gerektiğinin her şeyden daha önemli olduğu
1608] A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, s. 160-165
1609] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
1610] 109/Kâfirûn, 1, 6
1611] 21/Enbiyâ, 67
İRTİDÂD
- 413 -
vurgulanacaktır. Bununla birlikte, tevbe kapısının açık olduğunu hatırlayarak, herhangi bir şekilde ve herhangi bir sebepten ötürü böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalmış insanlar için her şeyin bitivermediği de değerlendirilecektir. Evet, irtidadın, küfrün, şirkin günahı büyüktür ve Allah bu günahı affetmez.1612 Ama tevbe edilmediği müddetçe. Tevbe edilen şirk ve irtidad da affedilir. Allah tüm günahların bağışlayıcısıdır; elverir ki tevbe edilsin ve bu tevbe üzere hayatın sonuna kadar müslümanca yaşansın. “De ki: ‘Ey (isyan ederek) nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü muhakkak Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayandır, çok rahmet edendir. Size azap gelmezden önce (tevbe ederek) Rabbinize dönün ve O’na teslim olun.” 1613
Şirk, Küfür ve İrtidaddan Korunma Yolları
Muvahhid bir mü’min olabilmek, öyle yaşayabilmek ve Allah’ın râzı olacağını ve kulları için seçip beğendiğini belirttiği İslâm dini üzere ölmek, bir müslümanın, bir mü’minin en büyük emelidir. Yüce Allah’ın da emri budur, bütün peygamberlerin ümmetlerine tavsiye ettikleri de budur. “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece, hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.”1614 Kişinin âhiret hayatında Yüce Rabbimizin azâbından kurtulup ebedî mükâfatlarına nâil olabilmesi, günahlarının bağışlanabilmesi, ancak mü’min olarak, muvahhid olarak Yüce Allah’a herhangi bir şeklide herhangi bir şeyi, bir kimseyi, kurum ve nesneyi, madde ya da mânâyı, ideoloji ve putu şirk/eş koşmayarak Rabbine kavuşmasına bağlıdır. Çünkü kim Allah’a şirk koşarak ölürse cehhenneme girecektir.1615 Kim de Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığı gerçeğini bilerek ve Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmaksızın ölürse, o da cennete girecektir. 1616
Bu büyük gerçeği Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen her sayfasında çeşitli şekilde dile getirilmiş olarak görebilmekteyiz. O halde müslümanın iman ve tevhid konularında gereken hassâsiyeti göstererek imanını her nefes, her an ve her durumda korumaya, ona herhangi bir zarar getirmemeye çalışması, bunun için âzamî gayretini harcaması gerekmektedir. Bunun için, yani imanı korumak ve şirk ve irtidaddan korunmak ve küfre yaklaşmamak için gerekli olan bazı önemli hususları kısaca sayalım:
Sahih bir iman, akaid bilgisi ve güçlü bir inanma/yakîn,
Kur’ân-ı Kerim’in ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret harcamak,
Allah’ın ve Peygamberinin uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
Akîdemiz uğrunda gereken mücâdeleyi vermekten hiçbir şekilde geri kalmamak; inancımızla taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
1612] 4/Nisâ, 48, 116
1613] 39/Zümer, 53-54
1614] 3/Âl-i İmrân, 102
1615] Buhârî, Tefsîr 2, Sûre 22, Eymân 19, Cenâiz 19; Müslim, İman 150, 151 ve 4/Nisâ, 48, 116
1616] Buhârî, Cenâiz 1, Rikak 13, 14, Tevhid 33; Müslim, İman 43, 150, 151; Tirmizî, İman 18; Nesâî, Cihad 18
- 414 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akîdemizi hâkim kılmak azmi ve emelini daima canlı tutmak, bu uğurda aynı hedefi paylaşanlarla bir ve beraber olmak,
Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek, onların emir ve buyruklarını bütün emir ve direktiflerden üstün tutmak, onlara bağlanmayı her şeyin önünde bilmek, onların rızâlarını esas almak,
Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmayan, onun sünnetini baştacı bilen, onun dışında izlenmeye, yolundan gidilmeye değer hiçbir kimsenin varlığını kabul etmeyenleri, başta sahâbeleri, güzel bir şekilde onların izinden gidenleri mümkün mertebe yakından tanımak, onların bu akîde uğrunda verdikleri mücâdele ve cihadı, kendi mücâdele ve cihadımız için yol azığı edinmek,
İslâm’a, Kur’an ve Sünnet esaslarına kesin ve tâvizsiz bir şekilde bağlı kalmak, dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmek,
Yüce Peygamberin dahi küfürden, şirkten, riyâkârlıklardan ve benzeri kalbî/imanî hastalıklardan Allah’a sığındığını bilerek, hatırlayarak, imanımızı son nefesimize kadar muhâfaza edebilmek için Rabbimize daima duâ etmek, yalvarmak, fiilî olarak duâ bâbından elimizden gelen tüm gayreti göstermek. Rasûlullah (s.a.s.) duâlarında: “Sonrası küfür olmayan bir iman” ister1617; her namazın akabinde “küfürden, fakirlikten ve kabir azâbından”1618; “küfürden ve borçlanmaktan” Allah’a sığınırdı 1619. Hz. Ebû Bekir’e ve onun şahsında bütün mü’minlere sabah akşam yapmasını tavsiye ettiği duâda, “şirkten” Allah’a sığınmak yer almaktadır: “Bile bile şirk koşmaktan Allah’a sığınırım, bilmediklerimden de Senden af dilerim” 1620
İrtidâd, İrticâ/Gericilik Demektir; Mürted de Mürtecî/Gerici
Gerici; geriye dönmek isteyen, geride kalan dönemi ve bu dönemin değer yargılarını benimseyen, özleyen kişi ve bu kişinin niteliğine denir. Gerici ve gericilik kavramları mürteci ve irtica kelimeleriyle de dile getirilir.
Gericilik, kavram olarak zamansal bir geriye dönüş isteğini de içermekle birlikte, temelde değerlerle ilgilidir. Bu nedenle savunduğu değerlerin geçmişe, geride kalan bir döneme ait olup olmaması değil; bu değerlerin mâhiyeti, niteliği kişiyi gerici ya da mürtecî yapar. Bu temel anlamına karşılık İslâm toplumlarının Batılılaşmasından, Batılı câhilî değerlerin egemenliği altına girmesinden sonra gerici ve gericilik deyimleri İslâm dışı yönetimler ve işbirlikçisi kimseler tarafından tam tersi anlamda, siyasal ve ideolojik bir suçlama ve sindirme aracı olarak kullanılmaya başlandı. Gerçek anlamdaki gericiler, siyasal güçlerine dayanarak bu kullanımla İslâm'ı topluma yeniden hâkim kılma mücâdelesi veren müslümanlara gerici, mürtecî; İslâm'a da gericilik, irticâ nitelikleri yamamaya çalışmaktadırlar.
Gericiliğin temel nitelikleri, câhiliye kavramının ihtivâ ettiği anlamlarla ifâde edilebilir. Bunlar, Râğıb el-İsfehânî izlenerek söylenirse; bilgisizlik, gerçek dışı ve yanlış inanç, yanlış davranış olarak tesbit edilebilir. Kur'an'a göre bilgisiz insanlar kişisel arzu ve hevâları peşinde koşar; diledikleri gibi yaşamak, istedikleri
1617] Tirmizî, Deavât 30
1618] Nesâî, İstiâre 16, 29
1619] Nesâî, İstiâze, 16, 29
1620] Ebû Dâvud, Edeb 102; M. Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, s. 351-354
İRTİDÂD
- 415 -
gibi kanunlar koymak isterler ve bu nedenle doğru yoldan saparlar.1621 Diğer bir özellikleri de hevâlarına uygun çeşitli ideolojiler (emâniy, ümniye) geliştirmek1622 ve bunu yaparken zanlarına dayanmaktır.1623 Bu etkenler câhilî bir sistem, bir hayat, düşünce ve inanç biçimi oluşturur. Bu sistemin temel özelliği şirktir. Şirk, ya Allah'ın ilâhlığını, Rabliğini, Melikliğini tanımama ya da Allah'a bu ve benzeri konularda ortaklar tanıma biçiminde kendini gösterir. Şirkin toplum hayatındaki başlıca pratik sonuç ve işaretleri evrende ve insan hayatında Allah'tan başka bir yaratıcı, öldürücü, tasarruf edici, boyun eğilecek, sevilecek, korkulacak, tevekkül edilecek, hüküm ve kanunlar koyacak varlık, kişi ya da kurumlar tanımaktır. Şirkin davranışlar alanındaki sonucu ise, bu tür kişi ve kurumların koydukları kanun ve kurallara gönüllü olarak boyun eğmek, itaat etmektir.
Kur'an'ın öngördüğü inanç, düşünce ve hayat biçiminin dışında beşerî istekler, ideolojiler ve zanlara dayalı bilgiler doğrultusunda oluşturulan toplumsal düzenler, şirk düzenleri, eş deyişle câhiliye düzenleridir esas irticâ/gericilik. Böyle bir toplum modeli peşinde koşan insan, bu model; ister geçmişte uygulanan bir model olsun, ister henüz uygulanma imkânı olmayan bir tasarı olsun; adı ister Demokrasi, ister Sosyalizm; isterse Komünizm ya da Faşizm olsun, gericidir, mürtecidir.
Gerici ve gericilik kavramları İslâmî terminoloji içerisinde mürtecî ve irticâ kavramlarının yanısıra mürted-irtidâd, münâfık-münâfıklık, fâsık-fısk, tâğî-tuğyân, mücrim-cürm gibi başka kavramlarla da anlam ilişkileri içindedir. Bir İslâm toplumunda câhilî eğilimler, önlemler içindeki kişi, itikadî ve amelî durumuna göre mürted, münâfık, fâsık gibi adlar alır. İslâm'ın öngördüğü inanç ve toplum yapısını kabul ettiği halde sonradan bunu reddederek herhangi bir câhilî inanç sistemini, toplum modelini benimseyen kişi, İslâm'la bütün bağlarını keserek geriye dönmüş, irtidâd etmiş, mürted olmuştur. İrtidâd, gericiliğin en kesin ve açık biçimini oluşturur. Câhili inanç esaslarını terketmeden çeşitli nedenlerle İslâm'ı benimsemiş görünen ve hayatını müslümanlar arasında sürdüren münâfıklar da gericidirler. Bunlar, içlerinde taşıdıkları inançları ve bu inançların yansıması olan gerici eğilimleri zaman zaman davranışlarında, düşünce ve hayat biçimlerinde göstermek zorunda kalırlar. Gericiliğin bu biçimi gizli, ama İslâm toplumu için en tehlikeli olandır. İrtidâd ve münâfıklık boyutlarına ulaşmayan kimi gericilik biçimleri de kişinin İslâm hüküm ve kuralları karşısındaki tutumu; benimseyerek sürdürdüğü câhiliye gelenek, görenek ve davranışlarına göre fısk, tuğyân, cürm gibi çeşitli adlarla ifâde edilir. Bütün bunlar kişiyi İslâm'ın doğru ve aydınlık yolundan saptırıcı ve belli bir cezayı gerektirici gerici davranışı belirtirler.
İslâm'ın değerler açısından baktığı gerici ve gericilik kavramlarına çağdaş câhil ve gerici dünya daha çok zamansal açıdan, eskilik-yenilik, gerilik-ilerilik kavramlarının yedeğinde bakar. Buna göre gerici, yeni olana direnerek eski olanı korumaya çalışan ya da tarihin tekerleğini geriye döndürmeye çalışan kişidir. Bu tanıma göre gerici, ilericinin karşısında yer alır ve gericilik; bilgisizlik, tutuculuk, sağcılık gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Tanım, doğal olarak eski olanın kötülüğü, yeni olanın iyiliği kabulüne dayanmaktadır. Buna göre müslümanlar gerici,
1621] 6/En'âm, 119
1622] 2/Bakara, 78
1623] 6/En'âm, 116
- 416 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm da gericiliktir. Bu yargı şöyle açıklanır: "Kendilerinin değerli buldukları düzeni ve kurumları değişime karşı şiddetle savunan muhâfazakârlar, bu uğraşlarında başarısızlığa uğradıkları takdirde, bir kısmı yeni beliren düzeni evrenin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olarak kabul edecektir. Fakat eski ideallerini hâlâ benimsemekte devam eden mağlup olmuş muhâfazakâr ister istemez bir "gerici' olacaktır. Yeni gelişen dünyayı tenkid edecek ve gelecekte, eskiden var olmuş olduğuna inandığı "altın bir çağı' tekrar yaşamak için harekete geçecektir." 1624
Alışılmış Batılı bakışı yansıtan bu değerlendirmenin, yanlışlığı, tutarsızlığı açıktır. Çünkü belli bir inanç biçiminin ve buna bağlı değerler düzeni ile toplum modelinin zaman bakımından önce ya da sonra oluşu, onun iyilik ya da kötülüğünün, gerilik ya da ileriliğinin ölçütü olamaz. İslâm'ın Türkiye'de terkedilmiş bir inanç ve toplum modelini temsil etmesi, doğal olarak, onun kötülük ve geriliğini göstermez. Bu nedenle Türkiye'de ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut sistem yerine İslâm'ı öngören, İslâm'ı geçirmeye çalışan müslümana gerici denemez. Müslümanlar, toplumu tarihin belli bir zamanına döndürme amacı peşinde değillerdir. Tam tersine, insanların, içinde bulundukları koşullara göre oluşturdukları bir inancı ve toplumsal düzeni değil, zaman ve mekânın üstünde bir kaynaktan gelen ve bütün zamanlar için geçerli olan evrensel bir inanç ve değerler düzenini amaçlamaktadırlar. Bu inanç ve değerler düzeni ise Garaudy'nin deyişiyle "bilim, teknik, millet, para, cinsellik, büyüme gibi sahte tanrılar üretilerek oluşturulan politeizm (çok tanrıcılık) üzerine kurulan çağdaş uygarlığın iflâsının artık iyice anlaşıldığı günümüzde bütün insanlığın önünde duran kurtarıcı tek seçenektir."1625 Dolayısıyla müslümanların gerici, İslâm'ın gericilik gibi gösterilmesi, Kur'an'ın terimleriyle söylenirse zanlarına dayanan, hevâları ve ideolojileri (ümniye) peşinde koşan sapkın kişilerin câhilî değerlendirmelerinin bir işaretinden başka bir şey değildir.1626 Nakıl ve akıl çerçevesinde irticâ/gericilik, başta mürtedlik ve her çeşit şirk için bir sıfat; mürtecî/igerici de, adı, dünya görüşü, diploması, kültürü ve yaşadığı zamanı ne olursa olsun her çeşit mürted ve müşriğin temel vasfıdır.
Gerek sözlük ve gerekse ıstılahî mânâsından anlıyoruz ki, irtidâd, bir geri dönüş hareketidir. Kaynaklar bunu “ric’at” veya “rücû” olarak da ifâde eder. İslâm’dan geri dönen, aynı zamanda Hak Dinden “rucû” ve “irticâ” etmiş demektir. Geri dönüş ve irticâ; bilgisizliğe, inkâra ve küfre rücû ettiğinden “câhiliyye”ye sapmış olur. İslâm’a ulaşmak, onu gerçek hayat ve bilgi kaynağı, dosdoğru yol kabul etmek, ilmin ta kendisine sahip olmakla, hidâyetle özdeştir. Câhiliyye ise, Allah’ı ve O’nun indirdiği hak hükümleri bilmemek/tanımamak veya inkâr etmek olduğundan bilgisizlik ve cehâlettir. O halde zaman zaman İslâm düşmanları tarafından hakaret ve itham ifâdesi olarak İslâm için kullanılan “irticâ”, “mürtecîlik”, yani “gericilik”, “geriye dönüş” aslında ilkel ve modern her çeşit küfür ve şirk için, İslâm dışı hayat görüşleri için kullanılabilir/kullanılmalıdır. İslâm’ı bildiği halde ve özellikle müslümanlıktan sonra başka bir dünya görüşü ve yaşama biçimi (ideoloji/din) seçenlerdir “mürtecî”, “gerici”. Çünkü onlar, İslâm’ın dışına çıkmakla geriye dönük bir hareket yapmış ve câhiliyyeye sapmış kimselerdir. Mü’minler, “Rabbim Allah” demişler ve kaalû belâ’da vermiş
1624] Ahmet Yücekök, Türkiye'de Din ve Siyaset, s. 90
1625] Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, s. 29
1626] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 232-233
İRTİDÂD
- 417 -
oldukları bu sözden1627 ve Allah’ın hidâyetinden dönmezler, döneklik yapmazlar. İrtidâd, bir geri dönüştür, dönekliktir. Hem de gerçek ilimden ve mutlak hakikatten, fazîlet ve erdemden geri dönüş ve irticâdır. Bu anlamda İslâm, her zaman ve gerçek ilmîliği, ilericiliği (hem de dünya ile sınırlı olmayan, âhireti de kuşatan istikbal anlayışı, ilericilik ve tekâmülü) temsil eder. Mürted kişi; zulmün, fıskın, küfrün ve sapıklığın, kısacası câhiliyyenin bataklığına döndüğü için bir “mü’min” iken kazandığı yüce ve şerefli mevkiini kaybetmiş, ahsen-i takvîmden esfel-i sâfilîne irtidâd ile redd olunmuştur.1628 Müslüman, bir mürtedin/döneğin/gericinin bu aşağılık ve câhilî inanış ve yaşayışına göre elbette çok üstün ve çok ileridir. “...Eğer gerçekten iman etmişseniz, siz üstünsünüz.”1629; “...İzzet/üstünlük/şeref, ancak Allah’ın ve Peygamberi’nin ve mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” 1630
İmandan sonra küfre düşme ihtimalini ateşe atılmak olarak gören ve imanını en kıymetli bir mücevher gibi koruyan, İslâm düşmanı bilinçli mürtedlerle mücâdeleyi bayraklaştıran muvahhid gençlere selâm olsun!
1627] 7/A’râf, 172
1628] 95/Tîn, 4-5
1629] 3/Âl-i İmrân, 139
1630] 63/Münâfıkûn, 8
- 418 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İrtidat Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Kur'an'da, İrtidat Kelimesinin Türediği Kök Olan R-d-d Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler
(60 yerde): 2/Bakara, 85, 109, 217, 217, 228; 3/Âl-i İmrân, 100, 149; 4/Nisâ, 47, 59, 83, 86, 91; 5/Mâide, 21, 54, 108; 6/En'âm, 27, 28, 62, 71, 147; 7/A'râf, 53; 9/Tevbe, 45, 94, 101, 105; 10/Yunus, 30, 107; 11/Hûd, 76; 12/Yusuf, 65, 65, 96, 110; 13/Ra'd, 11; 14/İbrâhim, 9, 43; 16/Nahl, 70, 71; 17/İsrâ, 6; 18/Kehf, 36, 64, 87; 19/Meryem, 76; 21/Enbiyâ, 40, 40; 22/Hacc, 5; 27/Neml, 40; 28/Kasas, 7, 13, 85; 30/Rûm, 43; 33/Ahzâb, 25; 38/Sâd, 33; 40/Mü'min, 43; 41/Fussılet, 47; 42/Şûrâ, 44, 47; 47/Muhammed, 25; 62/Cum'a, 8; 79/Nâziât, 10; 95/Tîn, 5.
İrtidat ve Mürtedler
Dinden Dönmek: 2/Bakara, 108, 217; 4/Nisâ, 137.
İmanı Küfür ile Değiştirmek: 2/Bakara, 108.
İmandan Sonra Küfre Sapanlar, Hidâyete Eremez: 3/Âl-i İmrân, 86-87; 4/Nisâ, 137.
Dinden Dönenlerin Yaptıkları Boşa Gider: 2/Bakara, 217.
Dinden Dönenlerin Tevbesi: 3/Âl-i İmrân, 89-90.
Dinden Dönenlere Şeytan Uzun Ömür Telkin Eder: 47/Muhammed, 25.
Dinden Dönenlerin Malları, Kendilerine Fayda Vermez: 53/Necm, 36-38.
Dinden Dönmenin Müeyyidesi/Yaptırımı: 3/Âl-i İmrân, 87-88, 106; 16/Nahl, 106-109.
Şirk
Allah'a Eş/Şirk Koşmak: 4/Nisâ, 36, 48, 116; 6/En’âm, 151; 17/İsrâ, 23, 39; 29/Ankebût, 68; 33/Ahzâb, 57.
Şirkin Misali: 30/Rûm, 28.
Şirk Büyük Bir Zulümdür: 31/Lokman, 13.
Hevâ ve Hevesi Putlaştırmak: 45/Câsiye, 23, 47/Muhammed, 12.
Allah'a Çocuk İsnâd Edenler: 18/Kehf, 5, 102; 19/Meryem, 88-92.
Allah'a Eş Koşmak Haramdır: 7/A’râf, 33; 16/Nahl, 74; 22/Hacc, 31.
Putlara Tapmak: 5/Mâide, 76; 23/Mü’minûn, 117; 46/Ahkaf, 5.
Allah, Kendisine Şirk Koşmayı Affetmez: 4/Nisâ, 48, 116.
Şirkten Sakınmak: 26/Şuarâ, 213; 28/Kasas, 88; 30/Rûm, 31; 39/Zümer, 65-66; 40/Mü’min, 66; 41/Fussılet, 37; 51/Zâriyât, 51.
Şirkten Sakınanların Mükâfatı: 47/Muhammed, 15, 36.
Mekke’li Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
D- Müşrikler
Müşrikler, Allah'a Çocuk İsnâd Ettiler:6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Saffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’tan Başkasını Tanrı Edindiler: 2/Bakara, 165; 3/Âl-i İmrân,151; 4/Nisâ, 117; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 1, 107, 136, 150; 7/A’râf, 191; 10/Yûnus, 18, 66; 11/Hûd, 109; 14/İbrâhim, 30; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 73; 19/Meryem, 81; 22/Hacc, 11-13, 71, 74; 25/Furkan, 3, 55; 36/Yâsin, 74-75; 37/Saffât, 11; 38/Sâd, 5-7; 39/Zümer, 15 45, 67; 40/Mü’min, 10-12; 42/Şûrâ, 9; 52/Tûr, 43.
Müşrikler, Kötülükleri “Atalarımızdan Devraldık” Diye Savunurlar: 2/Bakara, 170-171; 5/Mâide, 103-104; 7/A’râf, 28; 11/Hûd, 109; 31/Lokman, 21; 37/Saffât, 68-71; 43/Zuhruf, 22-25.
Müşrikler, Allah’ın Âyetlerini İnkâr Ederler: 6/En’âm, 4-5, 66-67, 105, 110, 124; 8/Enfâl, 31-33, 52; 9/Tevbe, 9; 10/Yûnus, 15; 37/Saffât, 68-71; 38/Sâd, 8.
Müşrikler, Put Diye Şeytana Taparlar: 4/Nisâ, 117.
Müşrikler, Hem Kendileri Peygamber’den Uzaklaşırlar, Hem de İnsanları Uzaklaştırmak İsterler: 6/En’âm, 26, 116-117; 21/Enbiyâ,. 2-5; 25/Furkan, 7-9; 31/Lokman, 6-7; 34/Sebe’, 43-44; 38/Sâd, 8, 50/Kaf, 1-2, 5; 54/Kamer, 3; 68/Kalem, 46-48, 51.
Müşrikler, Öldükten Sonra Dirilmeyi İnkâr Ederler: 6/En’âm, 29-30, 134; 11/Hûd, 19, 25/Furkan, 11, 32/Secde, 10-11, 36/Yâsin, 78-79; 37/Saffât, 16-21; 41/Fussılet, 7; 44/Duhân, 9-10 34-36; 45/Câsiye, 24-26; 50/Kaf, 2-4; 51/Zâriyât, 12-14; 64/Teğâbün, 7.
Müşrikler, Peygamberlerden İnanmayacakları Mûcizeler İsterler: 6/En’âm, 37, 57-58, 109-111, 158; 10/Yûnus, 20, 46; 11/Hûd, 12; 13/Ra’d, 6-7, 27, 40; 15/Hıcr, 6-8; 17/İsrâ, 59, 90-93; 20/Tâhâ,
İRTİDÂD
- 419 -
133-135; 21/Enbiyâ, 5, 37-39; 25/Furkan, 7-8; 29/Ankebût, 50-51, 53-54; 32/Secde, 28-29; 37/Saffât, 176-177; 45/Câsiye, 25; 70/Meâric, 1-3, 5-7; 74/Müddessir, 52-53.
Müşrikler İman Etmezler: 7/A’râf, 192-193; 10/Yûnus, 42-43; 25/Furkan, 9; 36/Yâsin, 7-10; 41/Fussılet, 4, 14; 43/Zuhruf, 40, 88; 68/Kalem, 42-43; 109/Kâfirûn, 1-6.
Müşrikler, Putları Şefaatçi Kabul Ederler: 10/Yûnus, 18; 13/Ra’d, 14; 16/Nahl, 55; 19/Meryem, 81-82; 39/Zümer, 3, 43-44.
Müşriklerin Şirki: 6/En’âm, 100; 30/Rûm, 28-29, 31-32; 34/Sebe’, 41; 43/Zuhruf, 20-21, 57-59.
Müşriklerin Peygamberimiz’e İftiraları: 21/Enbiyâ, 5-6; 25/Furkan, 4-5; 34/Sebe’, 43, 46; 38/Sa’d, 4; 44/Duhân, 14; 46/Ahkaf, 8-9; 51/Zâriyât, 8-11;52/Tûr, 29-30, 32-33; 68/Kalem, 1-2, 5-6, 51.
Müşrikler, Peygamberimiz’le ve Mûcizelerle Alay Ederler: 21/Enbiyâ, 36; 25/Furkan, 7-9, 41-43; 37/Saffât, 11-12, 14-15, 35-36; 40/Mü’min, 83; 43/Zuhruf, 31-32, 57-58; 54/Kamer, 2; 70/Meâric, 1-2, 36-39.
Müşrikler, Kur’an’ı Dinlerler ve “Eskilerin Masallarından İbaret” Derler; Kur’an’la Alay Ederler ve O’nu Yalanlarlar: 6/En’âm, 25; 10/Yûnus, 42-43; 17/İsrâ, 47-48; 21/Enbiyâ, 5; 25/Furkan, 4-6; 34/Sebe’, 43; 37/Saffât, 167-170; 38/Sa’d, 7; 43/Zuhruf, 30-31; 46/Ahkaf, 7, 11; 50/Kaf, 5; 52/Tûr, 33; 53, Necm, 59-61; 68/Kalem, 15; 74/Müddessir, 11-26; 83/Mutaffifîn, 13.
Müşrikler, Meleklere Cinsiyet Yakıştırırlar: 43/Zuhruf, 19; 53/Necm, 27-28.
Müşriklerin Akıllarına Hitap Ederek İman Etmelerini İsteyen Âyet-i Kerimeler: 30/Rûm, 8-9; 36/Yâsin, 66-73; 40/Mü’min, 13; 50/Kaf, 6-7; 52/Tûr, 35-43; 53/Necm, 62; 67/Mülk, 19-24, 28, 30; 80/Abese, 17-32; 82/İnfitâr, 6-9; 88/Ğâşiye, 17-21; 106/Kureyş, 1-4.
Mekke Müşriklerinin İslâm’a ve Peygamberimiz’e Karşı Yürüttükleri Haksız Mücadele: 2/Bakara, 118, 139; 170; 3/Âl-i İmrân, 7, 10, 135, 165; 8/Enfâl,30, 47; 9/Tevbe, 13, 32; 10/Yûnus, 2, 15-16; 38-39, 49, 51, 53, 57, 59, 104, 108; 11/Hûd, 7-8, 12, 14; 13/Ra’d, 5-7, 16, 27, 30-31, 43; 14/İbrâhim, 28, 46; 15/Hıcr, 3, 85, 90-91; 16/Nahl, 1, 44-45, 83, 101-102, 125; 17/İsrâ, 46, 50-51; 56-57, 73, 76, 90, 93; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77, 80-82; 20/Tâhâ, 133-135; 21/Enbiyâ, 34, 36, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 15, 19, 25, 47, 49, 68-69; 23/Mü’minûn, 56, 63-96, 109-110; 25/Furkan, 3-9, 21-22, 27, 29, 32, 40, 44, 52; 26/Şuarâ, 4-8 192 197, 208, 212, 214; 28/Kasas, 46-51, 57; 29/Ankebût, 12-13, 50-51, 53-54, 61, 63, 67; 30/Rûm, 6, 10, 28, 33, 43-46, 50-54; 35/Fâtır, 4, 5, 37, 42-43; 36/Yâsin, 6, 11, 69-70, 74-76; 37/Saffât, 11, 13, 34, 36, 38, 40, 50, 61, 149, 158, 167, 170, 176, 179; 38/Sa’d, 8-11, 15-16; 39/Zümer, 36, 38-40, 64; 40/Mü’min, 6, 10, 12, 56, 69, 77; 41/Fussılet, 5, 13-f4, 26, 29, 33, 38, 40, 53, 54; 42/Şûrâ, 13, 15, 24, 47, 54; 43/Zuhruf, 24-25, 29-31, 79-80; 44/Duhân, 10, 16, 34, 37; 46/Ahkaf, 9; 47/Muhammed, 1-3, 8, 10, 14, 32; 48/Fetih, 25-26, 50/Kaf, 12, 14, 22, 36-37, 45; 51/Zâriyât, 14, 53-54, 59-60; 52/Tûr, 15-16, 30, 47; 53/Necm, 19, 26, 33, 37, 59,61; 62/Cum’a, 2; 67/Mülk, 9, 11, 13, 18, 25, 30; 68/Kalem, 42-43, 46-47, 51; 69/Hakka, 43-44, 49-50; 73/Müzzemmil, 15; 74/Müddessir, 11, 49; 75/Kıyâme, 31; 76/İnsan, 27; 77/Mürselât, 7, 16; 78/Nebe’, 1; 83/Mutaffifîn, 13, 16; 86/Târık, 17; 96/Alak, 19; 102/Tekâsür, 1-8; 106/Kureyş, 1-4; 107/Mâûn, 1-3; 108/Kevser, 1-3; 109/Kâfirûr, 1-6; 111/Leheb, 1-5.
Müşriklerin Bazı Özellikleri
Müşrikler Nankördür: 6/En’âm, 63-64; 10/Yûnus, 12, 21-23; 16/Nahl, 53-55, 83; 21/Enbiyâ, 46; 29/Ankebût, 65-67; 30/Rûm, 33-35; 31/Lokman, 32; 37/Saffât, 11; 39/Zümer, 8; 43/Zuhruf, 9, 15, 87; 80/Abese, 17-23; 100/Âdiyât, 1-11; 106/Kureyş, 1-4.
Müşrikler, Kız Çocuklarını Öldürüyorlardı: 6/En’âm, 137, 140; 16/Nahl, 57-59; 42/Şûrâ, 17; 81/Tekvîr, 8-9.
Müşrikler, Helâlı Haram; Haramı Helâl Yaparlar: 6/En’âm, 136-140, 143-145, 148-151; 10/Yûnus, 15, 59-60; 16/Nahl, 35.
Müşrikler, Kadınlara Değer Vermezler: 6/En’âm, 139; 16/Nahl, 58-59; 42/Şûrâ, 17; 43/Zuhruf, 17; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Müşrikler, Allah’a İftira Ederler: 6/En’âm, 138-139, 143-144,
Müşrikler, Çocuklarına Putlarının Adını Verirler: 7/A’râf, 190-191.
Müşrikler, Antlaşmalarını Bozarlar: 9/Tevbe, 1-4, 7-10, 12-13.
Müşrikler Necistir: 9/Tevbe, 28.
Müşriklerin Misali: 13/Ra’d, 14; 22/Hacc, 31; 25/Furkan, 44; 29/Ankebût, 41-43.
Müşrikler, Mü’minlerle Alay Ederler: 23/Mü’minûn, 109-111; 38/Sâd, 62-63; 67/Mülk, 25-29; 83/Mutaffifîn, 29-36.
Müşrikler, Dünya Nimetleriyle Övünürler: 13/Ra’d, 26; 23/Mü’minûn, 54-56, 101; 43/Zuhruf, 32; 53/Necm, 29-30; 68/Kalem, 14, 16-41.
- 420 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Müşrikler, Fakirlere Vermekten Kaçarlar: 41/Fussılet, 7; 68/Kalem, 17-33, 36-40; 107/Mâûn, 1-3.
Müşrikler, Yetimlere Zulm Ederler: 107/Mâûn, 1-2.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Çıplak Tavaf Ederlerdi: 8/Enfâl, 35.
Mekke Müşrikleri, Kâbe’yi Tavaftan Men Ederlerdi: 8/Enfâl, 34-35.
F- Müşriklerin Cezaları
Müşrikler, Putlardan Fayda Görmeyecekler: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53, 194-198; 10/Yûnus, 28; 25/Furkan, 17-19; 26/Şuarâ, 96-103; 38/Sâd, 59-60; 45/Câsiye, 10.
Müşrikler, Azabı Görünce Tekrar Dünyaya Dönmek İsteyecekler: 2/Bakara, 167; 6/En’âm, 27-28; 7/A’râf, 53; 23/Mü’minûn, 99-100, 107-108; 26/Şuarâ, 94-102; 32/Secde, 12; 35/Fâtır, 37; 39/Zümer, 56-59.
Kıyâmet Günü Müşriklerin Durumu: 3/Âl-i İmrân, 151; 4/Nisâ, 120-121; 6/En’âm, 22-24, 30; 9/Tevbe, 17; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 20, 22; 12/Yûsuf, 107; 13/Ra’d, 34; 15/Hıcr, 95-96; 16/Nahl, 86-87; 18/Kehf, 52-53; 23/Mü’minûn, 99-108, 112-115; 25/Furkan, 11-14; 26/Şuarâ, 91-103; 28/Kasas, 62-67, 74; 29/Ankebût, 54-55; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 31-33; 37/Saffât, 19-34, 38-39; 38/Sâd, 55-64; 39/Zümer, 15-16, 60; 40/Mü’min, 71-76, 84-85; 41/Fussılet, 6, 47; 43/Zuhruf, 36-39; 50/Kaf, 22-30; 68/Kalem, 42-43; 70/Meâric, 42-44; 73/Müzzemmil, 11-13; 98/Beyyine, 6.
Müşriklerin Tevbesi: 9/Tevbe, 3, 11; 25/Furkan, 70; 28/Kasas, 67.
Müşriklerin Yaptıkları İyilikler Boşa Gider: 9/Tevbe, 17; 39/Zümer, 65.
Mekke Müşriklerinin Azapla Korkutulmaları: 16/Nahl, 45; 18/Kehf, 55, 58; 19/Meryem, 77-82; 20/Tâhâ, 134-135; 21/Enbiyâ, 41, 46, 109, 111; 22/Hacc, 19, 25, 49, 69; 40/Mü’min, 77; 41/Fussılet, 13; 43/Zuhruf, 41-42; 44/Duhân, 9-16, 36, 59; 50/Kaf, 12-14, 36; 51/Zâriyât, 59-60; 52/Tûr, 31 42, 44-47; 54/Kamer, 4-5, 43-48, 51; 67/Mülk, 16-18; 68/Kalem, 16-41. 44; 70/Meâric, 40-41; 72/Cin, 24; 73/Müzzemmil, 11, 15-17; 77/Mürselât, 16-18; 85/Bürûc, 17-20; 86/Târık, 17; 88/Ğâşiye, 23-24.
Müşriklerin Malları ve Evlâtları, Kendilerine Fayda Vermez: 3/Âl-i İmrân, 10, 91, 116; 5/Mâide, 36; 6/En’âm, 70; 7/A’râf, 48; 13/Ra’d, 18; 19/Meryem, 77-80; 45/Câsiye, 10; 58/Mücâdele, 17; 69/Hakka, 25-29; 92/Leyl, 8-11; 104/Hümeze, 2-6; 111/Leheb, 1-3.
Müşrikler, Azaptan Kurtulmak İçin Her Şeylerini Fedâ Etmek İsteyecekler: 70/Meâric, 11-18.
Müşriklere Verilen Mühlet (Süre): 18/Kehf, 58-59; 29/Ankebût, 53; 39/Zümer, 8; 68/Kalem, 44-45; 70/Meâric, 42-43; 73/Müzzemmil, 11.
Müşriklerin Kâbe’ye Hizmet Hakları Yoktur: 9/Tevbe, 17-19, 28.
Müşrik-Mü’min İlişkisi
Müşriklerin Dostluğu Yoktur: 2/Bakara, 105; 5/Mâide, 82; 6/En’âm, 106; 9/Tevbe, 7-8, 10, 12; 17/İsrâ, 73-75; 28/Kasas, 87; 60/Mümtehine, 1-2, 6-9.
Müşrikler, Mü’minleri Ateşe Çağırırlar: 2/Bakara, 221; 17/isrâ, 73-75; 29/Ankebût, 12-13.
Müşriklerden Yüz Çevirmek: 6/En’âm, 106, 150; 10/Yûnus, 41; 15/Hıcr, 94; 28/Kasas, 87; 32/Secde, 30; 37/Saffât, 173-174, 178-180; 43/Zuhruf, 83, 89; 45/Câsiye, 18; 51/Zâriyât, 54; 53/Necm, 29; 54/Kamer, 6; 68/Kalem, 8; 73/Müzzemmil, 10.
Müşriklerden Korkulmaz: 9/Tevbe, 13-14; 10/Yûnus, 65; 15/Hıcr, 94; 22/Hacc, 38; 37/Saffât, 171-175.
Müşrikler İçin İstiğfâr Edilmez: 9/Tevbe, 113-115.
Müşrikle Mü’min Karşılaştırması: 47/Muhammed, 15; 67/Mülk, 22.
Müşrikler, Mü’minlere Zarar Veremezler: 37/Saffât, 160-163; 52/Tûr, 42.
Müşriklere Savaşta Yapılacak İşlem: 9/Tevbe, 5-6, 11-12.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Samerraî, Sönmez Neşriyat
2. Çağdaş İrtidat, Ebul Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
3. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
4. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
5. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
6. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
7. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
8. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
İRTİDÂD
- 421 -
9. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
10. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
11. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
12. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
13. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhalefet, Nevin A. Mustafa, İz Y.
14. İslâm Dünyasında İnanç Sorunları, Hasan el-Hudaybi, İnkılab Y.
15. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
16. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
17. Elfâz-ı Küfür, Küfür Sözler, Hüseyin Aşık, İlim Y.
18. Sorumsuzca Söylenen Sözler, Mevlüt Özcan, Sabır Y.
19. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
20. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y.
21. İslâm Ceza Hukuku ve İnsanî Esasları, M. Cevat Akşit, Kültür Basım Yayın Birliği
22. Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, Süleyman Akdemir, İzmir, 1988
23. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
24. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 10, s. 161-175; c. 8, s. 315-320
25. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk, Abdülkadir Udeh, İhya Y. c. 4, s. 236-271
26. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y. s. 90-107
27. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
28. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 64-83
29. İslâm'da İnsan Hakları, Hayreddin Karaaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73
30. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 210-216
31. Bidâyetü’l-Müctehid, Mezheplerarası Mukayeseli İslâm Hukuku, İbn Rüşd, Beyan Y. c. 4, s. 349-350
32. Fıkhu’s-Sünne, Âyet ve Hadislerle İslâm İlmihali ve Hukuku, Seyyid Sâbık, Pınar Y. c. 4, s. 281-293
33. Kitâbur-Ridde ve Nebzetün min Futûhi'l-Irak, Muhammed bin Ömer Vâkıdî, Beyrut, 1989
34. Nazariyyetü'l İ'dâm Beyne'ş-Şerîati'l-İslâmîyye ve'l-Kavânîni'l-Vad'iyye, Mahmut İstanbulî, el-Va'yü'l- İslâmî, 92, Kuveyt 1972
35. El-Ahkâmu's-Sultâniyye, İmam Ebu'l-Hasan el-Mâverdi, Trc. Ali Şafak, Bedir Y. s. 63-70
36. İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhayli, Risale Y. c. 7, s. 462-471
37. Şamil İslâm Ansiklopedisi, (İrtidad md:) (Eymen ed-Dımaşkî-Ömer Tellioğlu) c. 3, s. 175-176; (Mürted md:) c. 4, s. 369-372; (Ridde Savaşları:) c. 5, s. 262-267 (Gerici-Gericilik md:) (Ahmed Özalp) c. 2, s. 232-233
38. TDV İslâm Ansiklopedisi, İrtica Maddesi (Şaban Sitembölükbaşı), TDV Y. c. 22, s. 458-459
39. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y. 62-64; 201-245
40. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Hüsnü Aktaş), Risale Y. c. 2, s. 257-259
41. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 280-283, 289, 293, 353, 382-383
42. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebu Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
43. İslâm'da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 190-195; 61-72; 107-119
44. Akaid Ders Notları, Ahmed Kalkan,Tevhid Vakfı Y. s. 168, 102-109
45. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 345-354
46. İslâm Davetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. s. 309-310
47. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
48. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 457-459
49. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c.1, s.98-103. c. 2, s. 29-46
50. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. s. 214
- 422 -
KUR’AN KAVRAMLARI
51. Allah Erinin Ahlâk ve Kültürü, Said Havva, Hilal Y. s. 9-29
52. Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, Reşid Rızâ, Terc. Hikmet Zeyveli, Kelime Dergisi, Sayı 15, Eylül 1987, s. 57
53. Din ve Zorlama, Veysel Kasar, Köprü, Kış 97, s. 86-112
54. Hoşgörü: Nereye Kadar, Köprü, Kış 1997
55. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, Y. N. Ö. Yeni Boyut Y. s. 307-314
56. Devlet, Demokrasi, Oligarşi, Teokrasi, E. Yüksel, Ozan Y. s. 94-96
İNZÂR
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İNZÂR
- 345 -
Kavram no 97
Görevlerimiz 18
Bk. Emr-i Bil’ma’ruf; Güzel Söz; Katılık- Yumuşaklık; Sanat
İNZÂR
• İnzâr; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da İnzâr Kavramı
• Mü'minlerin Uyarılması
• Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler
• Çağdaş Davetçi/Uyarıcının, İnzarın Fayda Edip Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti
• Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır
• Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler
• Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur
"Gerçekten kâfir olanları (küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseleri) inzâr etsen de etmesen de (azap ile uyarıp korkutsan da korkutmasan da) müsâvidir. Çünkü onlar iman etmezler." 1314
İnzâr; Anlam ve Mâhiyeti
İnzâr; adakta bulunma anlamına gelen "ne-ze-ra" kökünden türemiş bir kavramdır. "İnzar"ın kelime anlamı, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak, tenbih, ikaz, ihtar, dikkatini çekmek, korku verip uyanık kılmak demektir. İnzar, korkulu bir şeyden sakındırmak için uyarmak, yani, "ileride şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu göstermektir. Sevinç haberi vererek müjdelemek demek olan "tebşir" in zıddıdır. İnzar kelimesinin "korkutmak"la ilgisi varsa da, Türkçe'de bir kelime ile ifade etmek gerektiğinde "uyarı" diye tercüme edilmesinin daha uygun olduğunu görüyoruz.
İnzar işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran kimse ya da nesneye "nezîr" veya "münzir" denir. Nitekim, kabile çatışmalarının yoğun olduğu câhiliyye döneminde, baskına gelen düşmanları görerek kabilesini bundan haberdar eden kimseye "nezîr" denmiştir. Avı uyardığı için, yayın tınlama sesine ve ölümün uzak olmadığını hatırlatan uyarıyı yaptığı için, ağarmış olan saça da "nezîr" tabiri kullanılmıştır.
Kur'an'da İnzâr Kavramı
Kur'ânî bir kavram olarak "inzâr" , Cenâb-ı Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla kullarını uyarması, onları kötü akibetten sakındırmasıdır. "İnzâr" görevini ifa etmeleri sebebiyle peygamberlere de "nezîr" ve "münzir" denir. Âlemlerin Rabbi olması hasebiyle kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl hitab edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah Teâlâ, insanlık tarihi boyunca, hak yoldan saparak şirk ve inkâr bataklığına saplanan kavimleri "inzâr" etmeleri için, zaman zaman
1314] 2/Bakara, 6
- 346 -
KUR’AN KAVRAMLARI
"nezîr"ler göndermiş ve bunların uyarılarına kulak asmayanları, kendilerinden sonrakilere ibret olacak şekilde cezalandırmıştır. "Âd kavminin kardeşini an ki, o, Ahkaf'da kavmini uyarmıştı. Kendinden önce ve sonra uyarıcılar gelmiş olan kavmine; 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben, sizin, büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum' demişti."1315 Kur'an'da çoğunlukla inzar kelimesi ile ifade edilen uyarı, bazen cehennem azabı ve bazen de eski kavimlerin başlarına gelen helâk hatırlatılarak yapılır. "Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem'e; vadilerde kayaları yontan Semûd'a; kazıklar sahibi Fir'avn'a! Ki, hepsi ülkelerinde azgınlık ederek fesadı yaymışlardı. Bunun için Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı."1316
Kur'ân-ı Kerim'de inzâr kelimesi, türevleriyle birlikte 130 yerde geçer.
İnzar/uyarma görevi, yalnız Allah'ın ülûhiyetine inanan bir eylemin toplumsal anlamda başlamasıdır. İnzar (uyarma), hayatî önemi olan bir haberin dost-yabancı demeden herkese açıkça duyurulmasıdır. Kavramda, gizlilik yerine açıklık ana dir. Dolayısıyla muhataplar sınırlı değildir; uyarı görevinin iletilmesi tüm insanlara yöneliktir. Uyarıda önemli olan tevhiddir, Allah'ın ülûhiyetidir. "(İnsanları) uyarın ki, Ben'den başka ilâh yoktur."1317 "Bu, insanlar için bir tebliğdir, bununla uyarılsınlar ve bilsinler ki 'O, tek bir ilahtır ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar."1318 "Bu Kur'an bana, sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyedildi."1319 "İnsanları, onlara azabın geldiği gün ile uyar."1320
Rasûlullah (s.a.s.)'in İslâm'ı tebliğ için risalet görevine ilk defa "inzar"la başlamış olduğunu da Kur'an'dan öğreniyoruz: "Ey örtüye bürünen! Kalk, inzâr et."1321 Bu emirden sonra, Peygamberimiz (s.a.s.) "inzar" görevine başlamış ve "Sen ilk olarak en yakın hısımlarını/akrabalarını inzâr et"1322 emri uyarınca, önce yakın hısımlarını uyarmıştır. Rivâyete göre "En yakın hısımlarını uyar" âyeti nâzil olunca, Hz. Peygamber, Safâ tepesine çıkıp çevresindeki insanları çağırmıştı. Halkın toplandığını gören Allah elçisi; "Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! 'Şu dağın arkasında size saldırmak isteyen bir süvari birliği var' desem, beni tasdik eder misiniz?" diye sorar. Onlar da "evet" derler. Bunun üzerine; "Ben sizi önünüzdeki azapla uyaran bir nezîrim." der. Ebû Leheb: "Bundan böyle hüsranda olasın!" diye beddua eder.1323
Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.), hayatının sonuna kadar inzar görevini eksiksiz bir şekilde yapmıştır. Bir yandan müşrikleri hak yola dâvet ederek inanmayanları âhiret azabıyla inzar etmiş, diğer yandan kendisine inananları, her türlü günaha karşı uyarmıştır. Bu tür inzarlar, Kur'an'da büyük bir yer tutar:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arası kesildiğinde, size açıklayıp duran elçimiz gelmiştir. Tâ ki; 'bize ne müjdeci, ne de uyarıcı gelmedi', demeyesiniz. İşte size hem müjdeci hem
1315] 46/Ahkaf, 21
1316] 89/Fecr, 6-14
1317] 16/Nahl, 2
1318] 14/İbrahim, 52
1319] 6/En'âm, 19
1320] 14/İbrahim, 44
1321] 74/Müddessir, 1-2
1322] 26/Şuarâ, 214
1323] Buhâri, Tefsir Sure 111/1-2
İNZÂR
- 347 -
de uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye kaadirdir."1324
"Eğer yüz çevirirlerse de ki; 'İşte sizi Âd ve Semûd'u çarpan yıldırım gibi bir azapla inzar ettim."1325
"Sizi, yakın gelecekteki azapla uyardık. O gün kişi, elleriyle sunduğuna bakar. Kâfir de; 'keşke toprak olsaydım' der."1326
Tüm bunlara rağmen, inkârcılar ve inanmak istemeyenler yine de inanmaz, karanlığı aydınlığa tercih ederler. "Kâfirleri inzâr etsen de etmesen de birdir, inanmazlar."1327 "Göklerde ve yerde bulunanlara bir bakın!' de. Ama inanmayacak bir millete âyetler ve inzarlar fayda vermez."1328 "Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Sen, ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele."1329
Mü'minlerin Uyarılması
"Sen, ancak görmeden Rab'lerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın."1330
"Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahmân'dan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele." 1331
"Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan korkar."1332
"Sen ancak, huşu sahibi, Allah'tan korkanları uyarırsın."1333
Kur'ân-ı Kerim, huşû sahibi, Allah'tan korkan kimseler için bir öğüttür. 1334
Allah'a iman edenler, kâfirlerin uyarılmasından farklı inzar ediliyor: "Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Ondan başka ne bir dost ne de bir şefaatçileri vardır. Umulur ki sakınırlar." 1335
"Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmeyen ve emredileni yapan melekler vardır." 1336
"Bir de öyle bir fitneden sakınınız ki, içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmez. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir." 1337
"Öyle bir günden sakınınız ki, o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez, şefaati kabul edilmez, fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez." 1338
1324] 5/Mâide, 19
1325] 41/Fussılet, 13
1326] 78/Nebe', 40
1327] 2/Bakara, 6
1328] 10/Yûnus, 101
1329] 36/Yâsin, 10-11
1330] 35/Fâtır, 18
1331] 36/Yâsin, 11
1332] 35/Fâtır, 28
1333] 79/Nâziât, 45
1334] 20/Tâhâ, 3
1335] 6/En'âm, 51
1336] 66/Tahrim, 6
1337] 8/Enfâl, 25
1338] 2/Bakara, 48
- 348 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerçekten iman edenler için, ayrıca herhangi bir dünyevî cezaya gerek kalmaksızın, her türlü kötülüğe karşı caydırıcı olarak bu "inzar"/uyarılar yeterlidir.
"Hiç şüphesiz kâfirleri ha korkutmuşsun, ha korkutmamışsın; onlara göre birdir. Onlar iman etmezler."1339 Bu âyette geçen inzarın kalpleri mühürlü kâfirlerin inzar edilmesinin faydasızlığı o kâfirler içindir. Âyette "Senin korkutmanla korkutmaman birdir" denmiyor. Eğer tebliğin tesirsiz kalırsa tereddüt etme, şüpheye düşme! Hata, senin tebliğ ettiğin nur gibi âyetlerde değil; o âyetlere gözlerini yumanlardadır. Güneşli havada gözlerini yumarak giderken kanala veya çukura düşen kişi kabahati güneşe bulamaz. Gözlerini kapayan kişi için güneşin doğmasıyla batması aynıdır, farketmez. Sen, insanların yollarının cehennem çukuruna doğru gittiğini, düşerlerse çıkamayacaklarını onlara söyle, o yoldan onları çevirmeye çalış, cennete giden yola gitsinler. Bu küfür yolunda yürürlerse ailelerde iffet, insanlarda merhamet, mahkemelerde adâlet, toplumda huzur kalmaz.
Senin bu korkutmalarına rağmen ateş çukuruna doğru koşuyorlarsa bu onların yaptıkları kötülükler nedeniyle Allah'ın onların akıllarını, kulaklarını, gözlerini kapatmasındandır. Allah, Yâsin sûresinin 10. âyetinde bu âyetin bir kısmını tekrarladıktan sonra 11. âyette Kur'an'a uyan Rahmân'a iman eden kişilerin uyarıya kulak vereceklerini haber verir.
Günümüzde "ben Allah'tan korkmam, Allah varsa beni çarpsın" diyen kâfirler, ormanlar kralı aslan'ın yelesine konup sonra da "hani aslan, neredeyse karşıma çıksın, ben aslandan korkmam" diyen sinek gibidirler. Aslandan korkmak için ceylan olmak lâzım. Aslan hakkında bilgisi olmayan ondan korkmaz. İki yaşındaki çocuk korkmadan elektrik cereyanına elini uzatırsa bu onun cesaretine işaret etmez, cehâletine işaret eder. "Allah'tan ancak âlim kulları korkar."1340
Uyarıların, sert ve katı olması gerekmez. Bilakis yumuşak uyarılar ve tavırlar, daha etkili ve güçlü olabilir. Cenab-ı Hak, "Fir'avn'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar."1341 buyurarak, dikkatimizi bu noktaya çekmektedir. Korkulacak tek varlık ise, ancak Allah'tır. Mü'minler, uyarı görevlerini yerine getirirlerken, kendilerini kınayacak kişilerden korkmayacaklardır.1342 "Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ ederler/duyururlar; Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter."1343 Uyarı, öncelikle akrabaya,1344 sonra yakın çevreden yayılarak bütün insanlara olacaktır.1345
Uyarının Fayda Etmediği Kâfirler
Âyette geçen kâfirlerden maksat, küfrün kalplerinde kök saldığı için iman yeteneğini yitirecek noktaya gelmiş inatçı inkârcılardır; yoksa genel kapsamıyla herhangi bir küfür içinde olan tüm kâfirler değildir. İnanmak istemeyen, tüm alıcılarını kapatanlar, hidâyet için gerekli yolları ve arayışları terkedenleri uyarıp uyarmamak, onlar için aynıdır, farketmez. Yoksa, âyette, bütün kâfirler için uyarı
1339] 2/Bakara, 6
1340] 35/Fâtır, 28; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 90-91
1341] 20/Tâhâ, 44
1342] Bk. 5/Mâide, 54
1343] 33/Ahzâb, 39
1344] 26/Şuarâ, 214
1345] 14/İbrahim, 44; 10/Yûnus, 2
İNZÂR
- 349 -
fayda vermez denilmiyor. Kâfirlerden, İslâm dâvetini başından beri karşısına alan, kalplerini hakka, düşünmeye, yani İslâm’a kapatanlar; reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye yanaşmayanlar kimselerdir. Bunlar, tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloga girmesine müsaade etmeyen kesimdir. Hemen bundan sonra gelen âyette açıklandığı üzere, kendi tavır ve davranışları yüzünden kalpleri mühürlenen, gözlerinde perde olan insanlardır. İşte teşvik ve ikazın, korkutmanın fayda vermediği grup budur. Bunlar, Allah’ın âyetlerini dinlemeye, çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah’ın yüceliğini takdir etmelerini isteyen etrafını kuşatmış koca kâinat kitabının âyetlerini okumaya, evreni ibretle incelemeye hazır değillerdir.
Biz, peygamber’in bu grubun hidâyete gelmesi için birçok defa, değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak insanüstü bir gayretle çabaladığını, karşılaştığı nankörlük, inkâr, psikolojik ve manevî komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber, İslâm’ın ana ilkelerinden hareketle dâvet eylemini gerçekleştiriyor, bu yolda her çeşit meşrû vasıtaya başvuruyordu. Hz. Peygamber, bütün insanların, bu arada yukarıda özellikleri belirtilen inatçı inkârcıların da imana gelmesi ve hidâyete tabi olmasını hırsla istiyordu. Allah, rasûlünü teskin etmek için, onun tebliğ görevini yaptıktan sonra, hidâyetin peygamberin elinde olmadığını hatırlatarak neticenin olumsuz olduğuna üzülmemesi gerektiğini bildirmek için bu âyetleri indiriyordu. İbn Kesir, bu âyetin bunun üzerine indiğini Abdullah İbn Abbas'tan rivâyet eder.1346 ‘Öyleyse Ey Peygamber, sen kendini mahvedecek şekilde onların uğrunda hebâ etme. Kendilerine hakkı tebliğ et; yüz çevirirlerse onlar için üzülme. Yüz çevirmeleri seni mahvetmesin, ümitsizliğe de düşürmesin. Senin için ancak tebliğ vardır. Hesap bize âittir. Ve sen ancak bir uyarıcısın’ anlamında söyleniyordu: “O kâfirleri uyarsan da uyarmasan da (azap ile) onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir; çünkü onlar iman etmezler.”1347
Peygamberimiz, risâlet görevini yapmak için, kalkması ve uyarması/korkutması1348 gerekiyordu. Uyarıya, yakınlarından, yakın akrabalarından başlaması1349 gerekiyordu. “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”1350 emrini tüm içtenliği ve tüm kapsamıyla yerine getiriyordu. ama Peygamber’in tüm insanları ateşten kurtarmak için, kendini harap edecek şekilde çabası, dünyevî açıdan somut bir sonuç getirmemiş, başarılı netice sağlamamıştır. Çünkü karşısındaki toplum, tavır ve tutumlarıyla, kalp ve duyularıyla düşünmeye ve inanmaya karşı kendilerini kilitliyor; kendilerini büyüklük taslama çıkmazına atıyorlardı. Bu yüzden, uyarının kendilerine fayda etmeyeceğini bildiren âyetler, peygamber’in onlara karşı konumunu belirliyordu. Artık Peygamber, sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir çağrıyla zamanını harcamamalı, bu alandaki enerji ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Davasını, gönlünü bu mesaja kapatmayan başka insanlara yönelmelidir. Kalplerini imana
1346] İbn Kesir, Çağrı Y. 2/180
1347] 2/Bakara, 6
1348] 74/Müddessir, 2
1349] 26/Şuarâ, 214
1350] 5/Mâide, 67
- 350 -
KUR’AN KAVRAMLARI
açan, gözlerini sırât-ı müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.
Çağdaş Dâvetçinin/Uyarıcının, İnzarın Fayda Edip
Etmediğiyle İlgili Konum Tespiti
Bugünkü insanın, dünkü insandan farkı olmadığı gibi, çağdaş küfrün durumu ve sapıklığı da, dünkü küfrün durumuyla aynıdır. Küfrün genel karakteri, kâfir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Buna göre müslümanın, içinde yaşadığı toplumları bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir. Orada yaşayan insan tiplerinden hangisine girdiklerini belirlemesi gerekmektedir. Ortam ve tebliğ tavrını vahyin ışığı altında belirleyerek, Peygamber dönemindeki muhataplarla kendi muhataplarını kıyaslayarak durum tesbiti yapmalıdır. Bu tesbitten sonra artık o insanlara karşı Kur’anî bir tavır koymalıdır. Eğer, karşı karşıya bulunduğu topluluklar, düşünce ve eylem olarak inatçı bir tutum takınıyor, akletmek ve görmek istemiyorlarsa onlarla diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerji olabilir. Petrol çıkmayacağı belli olan yere sondaj zahmet ve israfına defalarca girmemeli; petrol çıkma ihtimali yüksek olan yerlere sondaj salmalı, çıkan petrolleri rafine ederek arındırma görevini ihmal etmemelidir.
Tabii, insanların dâvete duyarsız olup olmadıklarını, kalp ve diğer alıcılarını kapatıp kapatmadıklarını tespit etmek için; yeterli, verimli, kapsamlı bir şekilde, usul ve metodlara riâyet edilerek gerçek dinin gerçek şekilde tebliğinin ulaştırılmasının şart olduğu unutulmamalıdır. Yani, doğru bir şekilde uyarı yapılmadan muhatapları damgalandırmak yanlış olur; bunun bilincinde ve bu aşamalardan sonra muhatapları tasnif etme gereğini dâvetçi müslüman aklından çıkarmamalıdır. Eğer muhatap kitle, düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara yatkın değillerse, akıllarını kullanmak istemiyorlarsa, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse, müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, var olan psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve düşünce önündeki, iman ve müslümanca anlayış ve hayat önündeki engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir.
Kâfirlerin hakka karşı tutumları, onlara tebliğ yapmamıza engel değildir. Âyette "kâfirleri uyarsan da uyarmasan da onlar için eşittir" denilir; "senin için birdir" denilmez. Yani, hem peygamber, hem peygamberin vârisi olan tebliğciler, kâfirlere uyarı görevini yapmak zorundadır; kâfirleri uyarıp uyarmamaları kendileri açısından aynı değildir. Zâten biz, onların kalplerinin mühürlü olup olmadığını da bilemeyiz. Fir'avn'a, Ebû Cehil'e bile hem de defalarca tebliğ edilmesi peygamberlerin görevleri arasındaydı. Tabii ki, onlar kadar küfürde azgın bile olsalar, günümüzdeki keferelere de İslâm tebliğ edilmelidir. Fakat, bu tebliğler insanların hidâyetine sebep olmayabilir. Bu sonuca üzülmememiz, yılgınlığa, ümitsizliğe kapılmamamız gerekir. Çünkü bunlar hakkı ve kurtuluşu istemeyen gruptan olabilir.
Bütün Toplumlar Peygamber Aracılığıyla Uyarılmıştır
Yaptıkları hangi davranışın gelecekte kendileri için fayda, hangisinin zarar getireceği, toplumlar tarafından kesin bir şekilde bilinemez. Toplumun nelere muhtaç olduğu, ihtiyaçlarının hayvanlara ilham edildiği gibi edilseydi, o zaman
İNZÂR
- 351 -
insan türü olmazdı. Ya arı ve karınca gibi bir başka hayvan türü veya melekler gibi olurlardı. Oysa insanlar imtihan olunmaktadır ve Allah, dikkat edeceği şeyleri onlara bildirmektedir. “Kısa ve doğru yolu Allah gösterir.”1351 “Bize yollarımızı göstermişken neden Allah'a dayanmayalım?”1352 “Biz ona yolu gösterdik.”1353
Toplumların, tercih ve seçimlerinde dikkat edecekleri fayda ve zararın ölçüsü, ilahî yasalardır. Bu yasalara bakarak; hangi şeylerin kendileri için iyi, hangilerinin kötü olduğunu öğrenip hareket edeceklerdir. Bu nedenle Allah, her topluma yasalarını açıklayan elçiler göndermiştir. “Her toplumun bir yol göstericisi vardır.”1354; “Her toplum içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir.”1355; “Andolsun biz her toplum içinde Allah'a kulluk edin, tâğuta kulluktan kaçının diye bir peygamber gönderdik.”1356; “Andolsun senden önce, evvelki (toplum)ların kolları içine de elçiler gönderdik”1357 Bu elçiler, Allah’ın yasalarına uyulmasını isteyerek emredilen davranışlardaki güzellikleri ve yasaklanan çirkinlikleri açıklarlar. Yaptıkları davranışların sonunda nasıl bir karşılık göreceklerini toplumlarına bildirirler.
Eğer, elçiler gönderilmeseydi helâk edilenler Allah'a: “Bize önce bir elçi gönderseydin inanırdık, senin âyetlerine uyardık. Neden bizi hiç uyarmadan cezalandırdın?” deyebilirlerdi. İşte, kimsenin Allah'a karşı bahanesi kalmasın diye Allah elçiler göndermiştir. “Kendi elleriyle yaptıkları (günahları) yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de âyetlerine uyup mü’minlerden olsaydık’, diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik).”1358; “Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, elçiler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın.”1359; “Ey kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi, size gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamette:) ‘bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi’ demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.” 1360
Nitekim, Allah'a ortak koşanlar böyle söylediklerinde Allah, elçiler gönderdiğini belirterek, bu iddialarını reddetmiştir: “Şirk koşanlar: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka bir şeye tapmazdık ve O’nsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık’ dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir? Andolsun Biz, her toplum içinde, Allah'a kulluk edin, tâğut(a kulluk etmek)ten kaçının diye bir elçi gönderdik.” 1361
Kur’an yirmi beş elçiden bahseder: Âdem, İdris, Nuh, Hûd, Sâlih, İbrahim, Lût, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Mûsâ, Hârun, Yunus, Dâvud, Süleyman, İlyas, Elyasa, Yahya, Zekeriyyâ, Zülkifl, İsa ve Muhammed (s.a.s.). Bütün elçiler bunlardan ibâret değildir. “Andolsun Biz, senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan
1351] 16/Nahl, 9
1352] 14/İbrahim, 12
1353] 76/İnsan, 3
1354] 13/Ra’d, 7
1355] 35/Fâtır, 24
1356] 16/Nahl, 36
1357] 15/Hıcr, 10
1358] 28/Kasas, 47; 20/Tâhâ, 134
1359] 4/Nisâ, 165
1360] 5/Mâide, 19
1361] 16/Nahl, 35-36
- 352 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimini sana anlattık, kimini de anlatmadık.”1362 âyeti, Kur’an’da adı zikredilmeyen elçilerin de olduğunu söyler.
En son gönderilen elçi, Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Kur’an bize ondan sonra elçi gönderilmeyeceğini söyler: “Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur.”1363 İslâm’dan sonra etkili ve kapsamlı bir dinî hareketin olmaması bu sözü kuvvetlendirir. Öte yandan yeni bir elçiye gerek de yoktur. Kur’an’a baktığımızda bir peygamberin dört şey için gönderildiği görülür:
Daha önce kendilerine herhangi bir peygamberin gönderilmediği topluma gönderilir.
Bir önceki elçinin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş, gösterdiği yolun takip edilmesi mümkün değilse yeni elçi gönderilir.
Önceki elçilerin vaaz, telkin ve talimatı eksik kaldığı, toplumları yeteri kadar hidâyet bulamadığından, dinin tamamlanması için yeni elçi gönderilir.
Bir elçiye yardımcı olmak için, yeni elçi gönderilir.
Bu durumlar gözden geçirildiğinde, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) sonra, yeni bir peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığı görülür. Zira o, yeryüzündeki bütün toplumlara gönderilmiştir. Getirdiği mesaj (Kur’an) korunmuştur. Getirdiği mesajda tamamlanacak herhangi bir şey yoktur. Yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Olsaydı, yaşadığı zamanda gönderilirdi. 1364
Diğer taraftan, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) son peygamber olması ve Kur’an’ın en son vahiy olması, müslüman olduğunu ileri sürenlere, açıkça çok ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Mesajın, onu duymayanlara iletilmesi, peygamberden sonra müslümanların görevidir.
Elçi Gönderilmeyen, Uyarı Yapılmayan Toplumlar Helâk Edilmezler
Evren, harika güzelliği ve âhengi ile bir yaratıcıya işaret ederek, insanların fıtratlarında mevcut olan yaratıcıyı kabul etme duygusunu harekete geçirir. İnsanların akılları da iyilik ve kötülük arasında bir ayırım yapabilir. Ancak, bunlar (fıtrat ve akıl), çeşitli nedenlerle fonksiyonlarını yerine getirmeyebilirler. Evrene serpiştirilmiş âyetlere (iman delillerine) dikkat edilmeyebilir. İnsanların sağlam fıtratları, saptırıcı faktörlere maruz kalabilir. Cinlerden ve insanlardan olan şeytanlar, insanların bünyelerinde yer alan zaaf noktalarına dayanarak, onları saptırır. Akıl, insanı, arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevî ihtirasların baskısı altında bırakabilir.
İnsanların fıtratlarının ve akıllarının evrende yer alan âyetleri, yani hidâyet delillerini ve iman belirtilerini araştırıp hayatlarını dayandıracakları bir sistemi belirlemesi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı gerçekleştirmesi mümkün görülmediğinden, sorumlu kabul edilmesi ona yapılmış bir haksızlık olarak değerlendirilebilir. Fıtratlar ve akıllar sapabildiğinden, onlara fonksiyonlarını hatırlatan bir uyarıcı gerekir. Uyarıcı olmadan fıtratların ve akılların insanları
1362] 40/Mü’min, 78
1363] 33/Ahzab, 40
1364] Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, İnsan Y., c. 4, s. 480-481
İNZÂR
- 353 -
doğruya götürememesi nedeniyle, onları cezalandırmanın zulüm olduğu söylenebilir.
Allah insanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisinden, yozlaşmadan, sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevî ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamber göndermeden, âyetlerini açıklamadan sorumlu tutmayı dilememiştir.1365 “Biz hiçbir kenti helâk etmedik ki, onun uyarıcıları olmasın (helak etmeden önce mutlaka uyarıcı gönderdik.)(Uyarıcılar) uyarırlardı. Biz zulmedici değildik.”1366; “Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.”1367; “Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” 1368
Âyetlerden Allah’ın elçi göndermediği birtakım toplumlar bulunabileceği anlaşılmamalıdır. Aksine, âyetler şunu vurgulamaktadır: Eğer Allah elçi gönderip uyarmadan kentleri helâk etseydi, o kentlerin halkına zulmettiği değerlendirmesi yapılabilirdi. Allah ise zulümden münezzehtir. Bundan dolayı elçiler gönderir, insanları uyarır, onlara hak yola gelmeleri için fırsat verir, süre tanır, yola gelip gelmeyeceklerine bakar. Bütün bunlara rağmen yola gelmezlerse, o zaman cezayı hak ederler. “Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? ‘Kendi aleyhimize şahidiz’ dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.”1369 Âyet, insan ve cin topluluklarına elçi gönderildiği vurguluyor. Aksi takdirde insanların cezalandırılması âdil kabul edilmeyebilir. Çünkü bu durumda insanlar, doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendilerine ulaşmadığı, bu nedenle de cezalandırılmamaları gerektiği özrünü (veya bahanesini) ileri sürebilirler. “Dediler ki: ‘Rabbinden bize bir âyet (mûcize) getirmeli değil mi?’ Onlara önceki kitaplarda bulunan delil gelmedi mi? Şâyet onları ondan önce bir azap ile helâk etseydik: ‘Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, böyle alçak ve rezil olmadan önce senin âyetlerine uysaydık’ derlerdi.” 1370
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de, kendilerinin ve atalarının uyarılmadığı bir topluma gönderilmiştir. “Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için (seni gönderdik).”1371 Ancak, Peygamberimiz’in uyarısı, bütün insanlığı da içine alır. O’ndan sonra uyarıcı gelmeyeceği için, bütün toplumlar O’nun mesajını kendilerine hidâyet kaynağı kabul edip, rehber edinmelidirler. Şu da bir gerçek ki, O’nun mesajının bütün insanlara eksiksiz bir şekilde açıklanması, O’ndan sonraki müslümanların görevidir. Bu yapılmadan, O’nun dâvetini hiç işitmemiş, işitse bile, kasıtlı bir tarzda saptırılmış olarak işiten toplumların helâk olmalarını beklemek, sünnetullahın anlaşılmaması demektir. Zira toplumların helâki ile ilgili sünnetullahın hükmü çerçevesine, dâvetle karşılaşan ve uyarılan toplumlar girer: “Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helâk edici değildir.” 1372
1365] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y., c. 3, s. 675
1366] 26/Şuarâ, 208-209
1367] 6/En’âm, 131
1368] 17/İsrâ, 15
1369] 6/En’âm, 130
1370] 20/Tâhâ, 133, 134
1371] 36/Yâsin, 6
1372] 6/En’âm, 131; Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Toplumlar, 47
- 354 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur
Toplumların inanıp inanmamasında, başlarında bulunan liderlerinin büyük etkisi vardır. Toplumda yüksek makam sahibi insanlar lider olurlar ve insanların çoğu; iyi de olsa, kötü de olsa bu liderlere uyarlar. Bu nedenle onların kötü amelleri kendileriyle sınırlı kalmaz, bilakis bir topluluğun bozulmasına sebep olur. İyi amelleri de kendileriyle sınırlı kalmaz ve birçok insanın da kurtuluşuna vesile olur. İşte bu nedenle, yani hem kendi günahları, hem de başkalarını doğru yoldan saptırmaları yüzünden cezalandırılırlar. İyi amel işlediklerinde de, sadece kendi işledikleri iyi amelleri nedeniyle değil; iyiye yönelttikleri diğer insanlar nedeniyle de mükâfatlandırılırlar.1373
“Rabbimiz bunlar bizi saptırdılar. Bunlara bir kat daha ateşten azap ver!”1374; “Rabbimiz, bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateşteki azabını bir kat daha artır!’ dediler.”1375; “Ey peygamber kadınları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa, onun azabı iki kat yapılır. Bu Allah'a göre kolaydır. Fakat sizden kim Allah ve elçisine itaate devam eder ve iyi işler yaparsa, ona da ödülünü iki kat veririz ve onun için bol bir rızık hazırlarız. Ey peygamber kadınları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz.”1376 Çünkü peygamber hanımları, diğer kadınlara örnektir. Onların ufak hatası, başkalarının tamamen yolu şaşırmalarına neden olur.
Kur’an, kıyamet günü olacakları tasvir ederken, toplumları saptıran liderler ve onlara uyanlar arasında geçen tartışmaları da anlatır: “Kıyamet koptuğu günde ‘Firavun ve ailesini azabın en çetinine sokun!’ (denilir). Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken, müstaz’aflar (zayıf bırakılanlar, ezilenler), müstekbirlere (büyüklük taslayanlara, sömürenlere) dediler ki: ‘Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?”1377; “Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanları: ‘Siz olmasaydınız elbette biz iman eden insanlardan olurduk’ diyorlardı. Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: ‘Bize hidâyet geldiği zaman sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, zaten siz kendiniz suç işliyordunuz. Zayıf düşürülenler, büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, gece gündüz dolap (kurar, kötülük aşılardınız). Allah'a nankörlük etmemizi, O’na eşler koşmamızı emrederdiniz’ dediler.”1378; “Rabbimiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık.”1379
Toplumun önde gelenleri, insanların ilahî mesajı kabul etmemeleri için, her türlü yola başvururlar. Güçlü olduklarından, insanların çoğu onlardan korkar ve elçiye ilgi göstermezler. Böylece gerçekler gizlenmiş olur: “Ve her yolun başında oturup da tehdit ederek (insanları) Allah yolundan çevirmeye ve o (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın.”1380; “Kavmin inkâr eden ileri gelenleri dediler ki; ‘Eğer Şuayb’a uyarsanız, muhakkak siz ziyana uğrarsınız.”1381; “Fir’avun ve adamlarının, kendilerine kötülük yapmasından korktukları için kavminin içinde Mûsâ’ya yalnız (genç) bir kuşaktan başkası
1373] Mevdûdi, Tefhimü’l Kur’an, İnsan Y., c. 4, s.410
1374] 7/A’raf, 38
1375] 38/Sâd, 61
1376] 33/Ahzab, 30-32
1377] 40/Mü’min, 46-47
1378] 34/Sebe’, 31-33
1379] 28/Kasas, 63
1380] 7/A’râf, 86
1381] 7/A’râf, 90
İNZÂR
- 355 -
inanmadı. Çünkü Firavun, yeryüzünde çok büyüklenen ve çok aşırı gidenlerdendi.”1382; “Hahamlardan ve râhiplerden birçoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve (insanları) Allah yolundan çevirirler.” 1383
Oysa bu liderlerin, toplumun ıslahı için çalışmaları gerekirdi. Ayrıca toplumda bulunan ve gerçekleri görebilen insanların da toplumu gittiği kötü yoldan çevirmeleri için çalışmaları gerekirdi: “Sizden önceki nesillerde akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi?”1384; “Baksana şunlara, Allah’ın nimetini nankörlüğe çevirdiler, kavimlerini de helâk yurduna kondurdular.”1385; “Rabbânîler (din adamları) ve hahamların, onları günah söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” 1386
Bu son âyet, toplumların mânevî önderleri olan din adamlarının da toplumun geleceğinden sorumlu olduğunu göstermektedir. İbn Kesir’e göre, Rabbânîlerden maksat, onların aralarında yetki sahibi olan bilginlerdir. Bunlar, toplumda kötülüklerin yayılması karşısında suskun durmamalı, insanları yaptıkları şeylerin kötülükleri hakkında ikaz etmelidirler. Allah’ın âyetlerini insanlara en açık bir şekilde anlatmalı, bunu yaparken de hiçbir şeyden çekinmemelidirler. Hidâyetin ve manevî gücün kaynağı olması beklenen âlimlerin bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bunların bozulmasının takip ettiği tabii yol, hakikati ya egemen güçlerin ve zenginlerin isteklerine taviz vererek değiştirmeleri şeklinde olur; ya da genel olarak toplumun inatçı arzuları (hevâları) ile uzlaşmaya götüren hafif anlayışla olur. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve taviz verirler, (işte her şey, bu tâvizle başlayarak) sonunda anlayışları hafifleşir, şuurları kararmaya başlar; ya para veya yaranmak, ya da her ikisini de elde edebilmek için, uzlaşmaya giderler. 1387
Kur’an, dini iyi bilenlerin çeşitli nedenlerle gerçeklerin üzerini örtmelerini ve âyetleri tahrif etmelerini ağır bir dille kınamaktadır. “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onun değerini az bir şeye satanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başka bir şey değildir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.”1388; “İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti, Biz Kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem Allah lânet eder, hem de tüm lânet edebilenler lânet ederler.”1389; “Allah, kendilerine kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve ona karşılık birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar!”1390; “Onlardan bir grup var ki, Kitap’ta olmayan bir şeyi siz, Kitap’ta sanasınız diye, dillerini Kitap’la eğip büker (sözlerini Kitabın sözü imiş gibi göstermek için dillerini bükerek okur, onları Kitabın sözlerine benzetmeye çalışır)lar ve ‘Allah’ın katındandır’ derler. Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.” 1391
1382] 10/Yûnus, 83
1383] 9/Tevbe, 34
1384] 11/Hûd, 116
1385] 14/İbrahim, 28
1386] 5/Mâide, 63
1387] 2/Bakara, 48
1388] 2/Bakara, 174
1389] 2/Bakara, 159
1390] 3/Âl-i İmran, 187
1391] 3/Âl-i İmran, 78
- 356 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnzar (Uyarma) Konusunda Âyet-i Kerimeler
Uyarma Anlamındaki İnzâr Kelimesinin Kökü “N-z-r” ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 130 Yerde): 2/Bakara, 6, 6, 119, 213; 4/Nisâ, 165; 5/Mâide, 19, 19; 6/En’âm, 19, 48, 51, 92, 130; 7/A’râf, 2, 63, 69, 184, 188; 9/Tevbe, 122; 10/Yûnus, 2, 73, 101; 11/Hûd, 2, 12, 25; 13/Ra’d, 7; 14/İbrâhim, 44, 52; 15/Hıcr, 89; 16/Nahl, 2; 17/İsrâ, 105; 18/Kehf, 2, 4, 56, 56; 19/Meryem, 39, 97; 21/Enbiyâ, 45, 45; 22/Hacc, 49; 25/Furkan, 1, 7, 51, 56; 26/Şuarâ, 115, 173, 194, 208, 214; 27/Neml, 58, 92; 28/Kasas, 46, 46; 29/Ankebût, 50; 32/Secde, 3, 3; 33/Ahzâb, 45; 34/Sebe’, 28, 34, 44, 46; 35/Fâtır, 18, 23, 24, 24, 37, 42, 42; 36/Yâsin, 6, 6, 10, 10, 11, 70; 37/Sâffât, 72, 73, 177; 38/Sâd, 4, 65, 70; 39/Zümer, 71; 40/Mü’min, 15, 18; 41/Fussılet, 4, 13; 42/Şûrâ, 7, 7; 43/Zuhruf, 23; 44/Duhân, 3; 46/Ahkaf, 3, 9, 12, 21, 21, 29; 48/Fetih, 8; 50/Kaf, 2; 51/Zâriyât, 50, 51; 53/Necm, 56, 56; 54/Kamer, 5, 16, 18, 21, 23, 30, 33, 36, 37, 36, 39, 41; 67/Mülk, 8, 9, 17, 26; 71/Nûh, 1, 2; 74/Müddessir, 2, 36; 77/Mürselât, 6; 78/Nebe’, 40; 79/Nâziât, 45; 92/Leyl, 14. (Ayrıca; n-z-r kökünü paylaşan, fakat “nezretmek, adamak anlamındaki âyetler -toplam 5 yerde-: 2/Bakara, 270; 3/Âl-i İmrân, 35; 19/Meryem, 26; 22/Hacc, 29; 76/İnsan, 7.)
İnzâr Konusundaki Âyet-i Kerimeler
1- Korkutma (Uyarma) ve Müjdeleme Görevi: Bakara, 119; En’am, 51; Yunus, 2; Enbiya, 45; Şuara, 214; Fâtır, 18; Müddessir, 1-2.
2- Öğüt Verme Görevi: En’am, 69-70; Kaf, 45; Zariyat, 55; Tur, 29; A’lâ, 9-11.
3- Uyarı Kimlere Fayda Verir?
Uyarıyı İman Edecek Olanlar Dinler: Rum, 52-53; Yasin, 11; Kaf, 45; Zariyat, 55; Abese, 1-11; A’lâ, 9-11.
Kâfirler Uyarıyı Dinlemez: Rum, 52-53.
İnsanların Çoğu, Doğru Yola Gelmez: Maide, 49; A’raf, 179; Yusuf, 103-104.
4- İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak: Maide, 105; A’raf, 199; Tevv be, 71; Hacc, 41; Lokman, 17.
Hayırlı Ümmet, İyiliği Emreder, Kötülükten Sakındırır: Al-i İmran, 110; A’raf, 181; Tevbe, 71.
İyiliği Emreden, Kötülükten Sakındıran Bir Topluluk Bulunmalıdır: Al-i İmran, 104; Hud, 116.
Allah, İyiliği Emredecek ve Kötülükten Sakındıracak Bir Toplum Meydana Getirir: Maide, 54; İbrahim, 19-20.
İyiliği Emir ve Kötülükten Sakındırma Görevini Yaparken, Başa Gelecek Belalara Sabır Göstermek: Al-i İmran, 186, 195; En’am, 10, 34; A’raf, 127-128; Yunus, 109; Hıcr, 97-98; Nahl, 96; Lokman, 17; Sâd, 17; Casiye, 14; Ahkaf, 35; Kaf, 39; Müzzemmil, 10; Müddessir, 7.
Peygamberimiz’in Bu Konudaki Özelliği: A’raf, 157, 199.
Bu Görevi Yapanların Mükâfatı: Tevbe, 112.
Kitap Verilenlerden İman Edenler, Bu Görevi Yapardı: Al-i İmran, 114.
İsrailoğullarından Kâfir Olanlar, Bu Görevi Yapmazdı: Maide, 79.
Bu Konuda Yardımlaşmak: Maide, 2.
Kötülük Etmekte Yardımlaşmaktan Sakınmak: Maide, 2.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 190-198
2. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 180-184
3. Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 475-495
4. Fi Zılali'l Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 83-84
5. Tefhimu’l-Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 50
6. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 90-97
7. El-Mizan Fi Tefsiri'l-Kur'an, M. Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 81-84
8. Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 53-61
9. Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1, s. 43-45
10. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. 81-119
11. İslâm Ans Şamil, c. 3, s. 167-168
12. Kur'an'da Sünnetullah ve Helak Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 47-61
13. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-76
14. Kur'an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. s. 32-38
15. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 97
16. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 171
İNSAN - NÂS
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İNSAN - NÂS
- 323 -
Kavram no 96
Nimet 12
Bk. Hilâfet-Halife; Halk/Yaratma; Kadın
İNSAN - NÂS
• Nâs ve İnsan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
• İnsanın İki Yönü
• İnsanın Bazı Temel Özellikleri
• Kur’ân-ı Kerim’de İnsan
• a-) İnsanın olumlu özellikleri
• b-) İnsanın olumsuz özellikleri
• İnsan İle Diğer Canlılar Arasındaki Farklar
• İnsanın Menşei (Oluşumu) Meselesi
• Kur’an’da İnsanın Yaratılması ve Halifeliği
• İnsanın Yaratılışı
• İnsanın Yaratılış Gayesi
• İnsanın Konumu ve Görevi
• İnsan Ölünce Ne Olacak?
• Akide Yönünden İnsanlar
• İnsanın değer ve üstünlüğü
• Haklar, Görevleri; Nimetler de Sorumlulukları Doğurur
"Ey nâs (ey insanlar)! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet/kulluk edin. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azâbından kendinizi kurtarmış) olursunuz." 1246
Nâs ve İnsan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
"Nâs" insan kelimesinin çoğuludur, insanlar, halk demektir. Kur’ân-ı Kerim'de 240 yerde geçer. "İnsan" ve aynı anlamdaki ins ve ünâs sözcükleri de 88 âyette geçer. İnsan kelimesinin sözlük anlamına gelince; İnsan kelimesinin, kendinden türediği kök olarak iki sözcükden bahsedilir; bunlardan biri üns kelimesidir. Üns, ünsiyet, yakınlık demektir. Bu “yakınlık, yaklaşma duygusu” bir yandan hemcinsleriyle bir arada yaşama durumunda olan insanın başka insanlara karşı yakınlığını, bir yandan da Allah’a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifade eder. İnsan kelimesinin, bir de nesy = unutmak fiilinden geldiği söylenir. Bu durumda insan, unutkan demektir. Kur’an’da insandan (Âdem) söz edilirken, “Andolsun, önceden Âdem’e ahid verdik de unuttu ve onu azim sahibi bulmadık.”1247 buyrulur.
“İnsan kimdir? Nasıl bir varlıktır? Yeryüzüne nereden gelmiştir? İnsan nereye doğru gidiyor? İnsanın bu dünyada görev ve sorumlulukları var mıdır, varsa nelerdir?” gibi sorular insan aklını meşgul eden sorulardır. Felsefî akımlar, izmler, dünya görüşleri bu sorulara cevap vermek zorunda kalmışlar, her biri filin
1246] 2/Bakara, 21
1247] 20/Tâhâ, 115
- 324 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tümünü değil; bir tarafını görebilmişlerdir.
Şüphesiz insan kendisinin nasıl bir varlık olduğunun cevabını verdiğinde aynı zamanda inancını da seçmiş olmaktadır.
Her şeyde dengeyi esas alan İslâm dini insanı tarif ederken de dengeyi esas almıştır. İslâm inancına göre insan; beden ve ruhtan oluşan, düşünen, şuurlu, iman ve ilim sahibi bir varlıktır. İnsan, Allah'ın yeryüzüne lutfettiği, üstün yapıcı yeteneklere sahip, fakat organik ve biyolojik yapı bakımından zayıf olan bir varlıktır.
İnsanın İki Yönü
İnsanla ilgili olarak, beşer ve Âdem kelimeleri Kur’an’da sık sık kullanılan iki kavramdır. Kur’ân-ı Kerim’de, İblis’in Âdem’e secde etmeyi reddetmesi üzerine, Allah’ın ona şöyle dediği anlatılır: “İki elimle yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir?”1248 Bu âyet-i kerimede Allah'ın "iki elimle yarattım" demesi, insanın yapısındaki iki temel yi açıklamaktadır. Kur’an’da yalnızca insanla ilgili olarak böyle bir ifade kullanılır ki, bu ifade, insanın Âdemiyet ve beşeriyet yanlarını ortaya koyar. Âdemiyet yapısı, insanın ruh yapısı, manevî tarafı, melekî tarafıdır. Beşeriyet yapısı ise, insanın dış yapısını, toprak yönünü, hayvanî tarafını, fizikî özelliklerini ifade eder.
Müşrikler, insanı sadece bir beşer olarak kabul etmeye ve yalnız zâhirî nitelikleriyle ele almaya meyillidirler. Günümüzde de Batı kültür ve uygarlığı, insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve nefsî arzulara ihtiyaçtan ibaret bir varlık olarak değerlendirir. Hâlbuki insan, yalnız beşerî yönüyle değil; rûhî, mânevî yönüyle de insandır. İnsanın hayvanlardan farkı ve üstünlüğü, gerçek anlamda Âdemiyyet yönüyledir. Âdemiyyet, insanın tefekkür ve irâde sahibi olma özelliğini belirtir. Bu Âdemiyyet vasfına sahip olan insanın önünde melekler secdeye kapanmıştır: “Bir zaman Rabbın meleklere, “muhakkak ben kupkuru çamurdan, düzen verilmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım; onu tesviye edip içine ruhumdan üflediğimde hemen ona secdeye kapanın.”demişti.”1249; “Sonra onu tesviye etti, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için sem’a, besar ve fuadlar kıldı (görme, işitme ve akletme gücü verdi)."1250
Bu konudaki âyetlere dikkat edildiğinde açıkça görülür ki, meleklerin secde ettiği beşer değil; Âdem’dir. Âdem, bu noktada bütün insanlığın temsilcisidir ve yalnızca birey olarak Hz. Âdem değildir. Burada Âdem, insandaki Âdemiyet yanının temsilcisidir. Âdem kelimesi, “iç, iç yüzey, iç katman” anlamında “edim” kelimesinden gelir. Allah’ın emriyle meleklerin, Âdem’in önünde secde etmelerinin nedeni, Âdem’e isimlerin öğretilmesi olduğu anlaşılabilir.1251
İsimler, ruhun leri, bilginin nurani güçleridir. İşte, insanın Âdemiyet yanı, onun ışıl ışıl bir ruha, dolayısıyla gözleri iyi gören ve kulağı iyi duyan apaydınlık bir kalbe sahip olup, şeytanın aldatmalarından uzak durması yanıdır. Bu hal, insanın kâmil halidir; yani Âdem insan-ı kâmildir. İnsanın bu hali yitirişinden sonra
1248] 38/Sâd, 75
1249] 15/Hicr, 28-29
1250] 32/Secde, 9
1251] Bk. 2/Bakara, 30
İNSAN - NÂS
- 325 -
yeryüzündeki hayatı ve mücadelesi bu halini yeniden kazanmaya yöneliktir.
Âdemî yön, Türkçe’de Âdem olmak anlamında “adam olmak” deyimiyle ifade olunur. İnsan, beşerî özellikleriyle bir yere gelebilir, ama adam olmak daha başka vasıflar ister. “Oğlum, ben sana vali olamazsın demedim ki, adam olamazsın dedim. Sen de adam olamadığını isbat ettin.” diye kıssada geçen oğlu adam olamayan adamın ifâdesinde belirtildiği gibi; Adam olmak, Âdem gibi olmak, Âdemî yönü ağır basmak demektir.
Fakat, insan hem Âdemî, hem de beşerî yönden oluşan bir varlıktır. İşte, onun Allah’ın iki eliyle yaratılmış olması, bu gerçeğin ifadesidir. Bu durum, konunun başında anlamlarını verdiğimiz insan kelimesinin içeriklerinde de görülür.
Eski Yunan'dan (belki daha eski zamandan) beri câhiliyye bakış açısının çarpıklığından dolayı insanın sadece maddî/beşerî yönü öne çıkarılmıştır. Heykel, atletik vücutlar, jimnastiğe aşırı önem verilmesi vb. bu anlayışın ürünüdür. Günümüzde kısmî farklılıklar olsa da, insana bakış yine câhiliyyenin çarpık gözlüğünden değerlendirilir: Şişmanlık, en büyük derttir; özellikle kadınlar için. Bir taraftan çeşitli gıda ürünleri reklâmlanıp teşvik edilirken, diğer yönden zayıflık çok modadır. Teknolojik kolaylıklar insanı hareketsiz bıraktığından çağın handikapıdır kilo almak. Zayıflama için spor âletleri ve diğer araçlar büyük bir sektör oluşturmuştur. Zayıflatma sektörü yanında güzellik salonları, makyaj malzemeleri, sâhil turizmi, deniz ve güneşte yanıp bronzlaşmanın önemi ve vücut ölçüleri... Deri güzelliğidir istenen; dükkânın vitrinidir istenen, isterse dükkânın içi tümüyle boş olsun. Kaporta önemlidir bu anlayışa göre, motorsa önemsizdir, olmasa da olur, bozuk olsa da. Beşerî yön Âdemî yönü ezmiştir tümüyle. "Ye kürküm ye!" mantığıdır topluma hâkim olan. Artık Anadolu köylerine de girmeye başlamıştır kuaförler, güzellik salonları. Başörtüsü, bu güzel(!) görüntüyü bozduğu için kötüdür, suçtur. Batılılık ve modernlik dış demektir, görüntü demektir, gardırop demektir, ta II. Mahmut'tan beri. Devrimlerin en önemlileri de kılık kıyafete, şapkaya, yazıya, takvime, metre ve grama yönelik olanlardır ki tüm bunlar da görünümdür, dışı cilâlamaktır, hasta adama sağlıklı kadın makyajı yapmaktır. Özellikle kadın cinselliği öne çıkacaktır, manevî yönünü görmezden gelip insanı beşerî/hayvanî özellikleriyle tanımlamada...
Câhiliyye, insanı maddesiyle değerlendirirken, rasüllerin/tebliğcilerin kendileri gibi beşer olmasını kabullenemez ve melek peygamber, beşer olmayan elçi ister. Arap müşriklerinin bu tavrı günümüz câhiliyyesinde de yerini korumuştur. Hoca ve hacıların beşerî özelliklerden, dünyevî faâliyetlerden el etek çekmesi, râhip hayatı yaşaması istenir; melek hocadır istenen, inzivâya çekilen hacıdır beklenen. Kendilerine birazcık benzeyip ufak tefek hata işleyen hoca, onların gözünde şeytandır artık. Çünkü onun beşer olmaya hakkı yoktur, melek gibi yaşamalıdır. Melek gibi yaşamıyorsa o zaman şeytandır, bu anlayışa göre...
İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur’an’ın ifadesiyle “unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zâlimliğinin ve zayıflığının sembolüdür. Bu olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın âdemiyet yanıdır, mânevî duyularıdır, kalbidir. İnsan, sadece beşer olarak kalmamalı, beşeriyetini Âdemiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır. Kur’an’da yetkin hale ahsen-i takvim (en güzel kıvam, en güzel yaratılış) denirken; insanın bu yetkinlikten bütünüyle
- 326 -
KUR’AN KAVRAMLARI
uzaklaşmış ve hayvanlaşmış, beşeriyete yuvarlanmış haline de “esfel-i safilin” (alçakların alçağı) denir.1252
İşte, insanlar da, kendilerini yalnızca beşer olarak görmeden, beşeriyet ve âdemiyetten oluşan bir varlık olduklarını unutmadan, şeytanın adımları ardınca gitmezler ve her sürçtüklerinde tevbe ederlerse, meleklerin önlerinde secde ettiği Âdem halini alır, unutkan insandan; kâmil mü’min insan olma durumuna ulaşabilirler.1253
İnsanın beden ve ruhtan oluştuğunu belirttik. Bedenin aslı topraktır. Kur’an’ın açıkladığı bu gerçeği, modern ilimler tasdik ve teyid edip doğrulamaktadır. Kimyasal analizler, tahliller toprakta bulunan madenlerin, elementlerin insanda da bulunduğunu göstermektedir.
İnsanın ruhu ise, görünmeyen, manevî yönünü oluşturur. İnsanın ruhu olduğu aşikârdır. Bu gerçek, ölüm halinde özellikle kendini ortaya koyar. Diri ile ölü arasındaki fark, diride ruhun bulunması, ölü bedende ise bulunmamasıdır. Uyku da küçük bir ölüm gibidir. Uyku halinde ruhun insanı bir an için terkedişi de, ruhun varlığıyla ilgili bize kesin bilgi verir.1254
Ruhçuluk (spiritüalizm) de yanlıştır. İnsanı yine diğer yarımıyla tanımlamadır. İnsanı sadece maddî yönüyle beşer olarak tanımlamak ifrat ise, bu da tefrittir. Bedeni reddetmek, Hint ve doğu mistisizminde önemli olabilir. Nirvanaya ulaşmak için Hint fakiri ateşte yürür, çivili yatakta yatar, çarmıha gerilir, aç-susuz yaşar, inzivâya çekilir. Tasavvuf da etkilenmemiş değildir bu anlayıştan ve nefsi (maddeyi, arzuyu temsil eden duyguyu) öldürmek ve tek yönlü insan olmaktır bu değerlendirmede egemen olan. Bedenî zevkleri, nefsi çirkin görüp dünyayı leş sayan, sosyal hayatı zâlim ve kâfirlere bırakan, bir lokma bir hırka anlayışı... Dövene elsiz, sövene dilsiz olma gereği duyma, tahrif edilmiş hıristiyanlıktaki bir yüzüne tokat vurulursa diğer yüzünü çevirme tavsiyesi... Zâlim yöneticilerin de dolaylı teşviği var mıdır bilinmez bu anlayışta, ama en azından şikâyetçi olmadığı, hatta ezilmeyi kabul eden insanları yönetmenin rahatlığını duydukları yadsınamaz. Hâlbuki İslâm'ın ölçüsü bellidir. "Nefsinin de senin üzerinde hakkı var." Devamlı oruç tutmak isteyen, evlenmeyip hadım olmayı arzulayanları kınayan ve bunu reddeden bir dindir, orta yol, vasat ümmet, aşırılıklardan uzak fıtrat dini.
İnsan bedeniyle hareket eder ve algılar. Ruhuyla idrâk eder, düşünür, bilir, sever, nefret eder, sevinç ve üzüntü duyar. İnsanın bütün iç dünyası, manevî, görünmeyen âleminin faaliyetleri ruhun faaliyetleridir. Ruh, Allah’ın sırlarından, gizliliklerindendir. İnsanın onun esrarına vakıf olması mümkün değildir. Ruh Allah’ın katındandır. Onun hakkında insana verilen bilgi pek azdır.1255
Din ve akıl, ruhun varlığını açıkça ortaya koydukları halde; her gerçeği inkâr edenler olduğu gibi, ruh gerçeğini inkâr edenler de olmuş ve olacaktır. Bu inkârın temelinde, görünmeyen, mahiyeti bilinmeyen varlığı kabul etmeme düşüncesi yatmaktadır. Bilimi putlaştıran determinizm, lâboratuarcı bilimselcilik, materyalizm ve komünizmin ruhu ve maneviyatı inkâr etmedeki büyük
1252] Bk.95/Tîn, 4-5
1253] Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 243-244
1254] Bk. 39/Zümer, 42
1255] Bk. 17/İsrâ, 85
İNSAN - NÂS
- 327 -
çabalarını câhiliyye ve şirk tarihi unutmayacaktır.
İnsan kompleksini oluşturan beden ve ruh unsurlarının kendilerine has birtakım ihtiyaçları vardır. İnsan bunları elde etmek için gayret sarfeder. Maddî unsur (beden), yeme, içme, uyuma, nefes alıp verme gibi maddî ihtiyaçlarını gideremediği zaman rahatsız olduğu gibi; manevî unsur olan ruh da ihtiyaçlarını gideremeyince muzdarip olmaktadır. Ruhun ihtiyaçları, Rabbini zikredip ibâdet etmek, kendisinden geldiği İlâhî mercîye doğru yol almak ve O’na yakınlaşmak için gerekli çabayı göstermek gibi ruhî gıdalardır. Her iki unsurun ihtiyaçları ve beslendikleri gıdalar birbirlerinden tamamen ayrıdır. Ruhi gıdalar olan zikir ve ibâdetler yalnız başına bedeni besleyip ayakta tutamadığı gibi, bedenin ihtiyaçları olan maddî gıdalar ve zevkler de hiç bir zaman ruhu sağlıklı bir ortamda tutamaz, onu mutlu ve huzurlu edemez. “İyi bilin ki kalpler, ancak Allah’ı zikretmekle yatışır, huzur ve rahat bulur.”1256 Huzur, mutluluk, mutmainlik/tatmin duygusu maddî bir şey değil; mânevîdir; gıdası da mânevî olacaktır.
Allah insana, hem fücuru (günah ve kötülüğe meyli), hem takvayı (günahlardan korunmayı) ilham ettiği için insan, bir taraftan melek tabiatına, bir taraftan da hayvan tabiatına sahiptir. ama İslâm fıtratı ile yaratıldığından, akıl, vicdan ve güzele meyil gibi nimetlerle donatıldığından ve Allah’ın Kitap, peygamber, hidâyet gibi lütuflarından dolayı hayra meyli önceliklidir. İnsan, kendi fıtratının özelliklerini muhafaza ederek, Rabbini zikredip ibâdet ederse, meleklerden olan üstünlüğünü korumuş olur. Ama melek tabiatını kaybedip yalnız maddî ihtiyaçlarını tatmin etmeyi düşünürse, hayvanlar seviyesinde bir mahluk olur: “Kâfir olanlar zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Sonunda onların barınağı ateştir.”1257 Yani, beşerî/hayvanî ihtiyaçların alabildiğine tatmini yanında; ruhî gıda ve çözümlerin tümüyle ihmali. İnsanı insan yapan esas unsurun teoride ve daha önemlisi pratikte reddedilmesinin sonucunun da hayvanlaşmak olacağı doğaldır.
İnsan ve onun duyguları zaman ve mekânla sınırlıdır. Zaman ve mekân dışı şeyleri olduğu gibi algılayabilmekten uzaktır. Hatta insan çoğu kez zamanın ve mekânın içindeki birçok şeyden bile haberdar olamamaktadır. Dahası, kendi benliğinin sırlarını dahi henüz tam çözebilmiş değildir.
İnsan bağımlıdır. Anasına, çevresine, toprağa, dünyaya ve âhirete olan bağlarıyla birlikte doğar. Doğmasındaki dahli ne kadarsa, ölmesindeki dahli de o kadardır. Ne doğuşuna kendisi karar verebilir, ne ölümüne ve ne de doğumdan ölüme kadarki gelişim ve değişim sürecine... Bütün bunlar, kendisi dışındaki bir karar merkezinde belirlenip icra edilir. Onun, hayatın değişmez yasaları dediğimiz bu “İlâhî kanunlara” uymaktan başka yapacağı pek bir şey yoktur. Kaderin bilinmeyen câzibesi, esrârengiz ve sırlı gelecek, meçhuller, heyecanlar hayatın tadıdır. Sıkıcı değil; makine ve bilgisayar değil; hârika bir canlıdır insan...
İnsan muhtaçtır. Yardıma, bakıma, besine, suya, insana, anaya, babaya, toprağa, göğe, sevgiye, terbiyeye, bilgiye, görgüye, çevreye ve daha birçok şeye... O, bu ihtiyaçlarından bazılarına daha doğar doğmaz, bazılarına da doğal gelişimini tamamladıkça gereksinim duyar. Çünkü insan, değişerek gelişebilen bir varlıktır.
1256] 13/Ra’d, 28
1257] 47/Muhammed, 12
- 328 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Âcizlik; sosyalliği, yani birbirine ihtiyaç duyma ve yardımlaşmayı, zayıflık da; kulluğu, yani Allah'a kesin muhtaçlığı ve O'na ibâdeti meydana çıkaracaktır. Bu ihtiyaçlar, bir yönüyle zayıflığın, diğer yönüyle huzur ve faziletin göstergesidir.
İnsanın diğer canlılarla ortak yönleri vardır. Görünebilen tüm canlılar: Beslenirler, hücrelerden oluşmuşlardır, hareketlidirler, büyürler, çoğalırlar, solunum ve boşaltım yaparlar. Aynı yaratıcının aynı kanunlarına muhataptırlar. Yaratıcı ve Rableri aynı, hepsi O'nun kullarıdır.
Bütün bu özellikler canlıların “hayvan”lık boyutudur. Zaten insanı “insan” yapan özellikler de bunlardan hiçbiri değildir. O, insan olmayı hayvanlarla paylaştığı bu özelliklerinden dolayı hak etmemiştir. Yeryüzünde halifelik için, diğer canlıların kendisine hizmet etmelerini gerektiren farklılık olmalıdır. Zahmet olmalı ki rahmet olsun.
İnsan, “insan” olma özelliğini, “iman” etme özelliği dolayısıyla kazanmıştır. Çünkü insan, akıl ve kalp sahibidir. Hayvanların akılları ve gönülleri olmadığından iman etmekle yükümlü değildir hayvanlar. (Ama Allah'a isyan da etmezler; kendi yapılarınca kulluk yaparlar, Allah'a ibâdet ve itaatten de çıkmazlar.) İşte, yukarıda sayılan maddelerden insana özgü olan ve insanı hayvandan ayıran en büyüğü imandır. İmandır, çünkü insan, gücü sınırlı, bağımlı ve muhtaç bir varlıktır. Kendinden daha güçlü olan, kendisi gibi bağımlı ve muhtaç olmayan birinin yardımı olmadan yaşayamaz. Güçsüzlüğünü, bağımlılığını ve muhtaç oluşunu her farkedişte bağlanacak, inanacak, güvenecek, sığınacak, tutunacak ve barınacak birini arar.
İnsanı hayvandan ayıran diğer önemli özellik ise ilimdir. İman ve ilim sayesinde insan, kendi hür irâdesiyle Allah’a kulluk yaparak en güzel biçimdeki yaratılışına uygun bir hayat yaşayabilir. İman, ilim ve ibâdetten uzak insan ise varlıkların en âdisi olur.1258
İnsanın Bazı Temel Özellikleri
1) İnsan bilinçli bir varlıktır: İnsan öz varlığının bilincinde olan bir varlıktır. Yani kendi yaratılışını, kâinatın niteliğini, kendisi ile kâinat arasındaki ilişkinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiğinin bilincine sahiptir.
2) İnsan seçme yeteneğine sahip tek varlıktır: İnsan tabiata karşı, maddî ve ruhî isteklerine karşı, üzerinde egemen olan İlâhî ve beşerî otoriteye karşı gelebilecek kabiliyettedir. Meselâ; İnsan kendini sevme ve tehlikeden koruma içgüdüsüne karşı gelip intihar edebilir. Kendi varlığını hiçe sayıp başkası veya inandığı değerler uğruna fedakârlık yapabilir, hayatını bile feda edebilir. Lüks içinde ve rahat bir ortamda yaşama imkânı varken, bunlardan kaçınıp mütevazı yaşamayı seçebilir. Tüm bunlar insanın seçebilen bir varlık olduğunu gösterir.
3) İnsan üretme (icat etme) yapar: En küçük şekillerden dev sanayi ürünlerine, güzel sanatlardan mimariye kadar pek çok yeni şeyler meydana getirir.
4) İnsan meraklı bir varlıktır: İnsanlar canlılar içinde en meraklı yaratıklardır; hatta tek meraklı varlıktır diyebiliriz. Çünkü hayvanların herhangi bir şeye yönelmeleri meraklarından değil içgüdülerinden kaynaklanır. Oysa insan, merakı
1258] Bk. 17/İsrâ, 70; 51/Zâriyât, 56; 95/Tin, 4-5; 47/Muhammed, 12; 7/A’râf, 179
İNSAN - NÂS
- 329 -
sayesinde tabiatı ve kendisini keşfeder. Bu gün ulaşılan teknolojik gelişmenin ve sosyal bilimlerin temeli insanın tabiatı ve kendisini merak etmesine dayanır.
Kur’ân-ı Kerim’de İnsan
Kur’ân-ı Kerim'de 240 yerde zikredilen nâs (insanlar) kelimesi yanında; insan kelimesi 65 yerde, ins kelimesi 18 ve ünâs kelimesi de 5 âyette geçer. İnsanlar anlamında olan “ins” kelimesi ise 18 yerde zikredilir. Yine insan anlamında abd ve ıbâd kelimeleri 130; beşer 37 yerde, benî Âdem ifadesi de 7 âyette geçer. Kur’ân-ı Kerim, insanlara gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın ekseninde insan vardır. Her âyet insanla ilgilidir. İnsanı en iyi tanıyan onun yaratıcısı olduğundan, kullanım kılavuzu şeklinde, insanın nasıl yaşaması gerektiği o kitapta öğretilir. İnsanın nasıl bir varlık olduğu, yaratıcı tarafından tanımlanır.
Kur'an'da insanın doğrudan bir tanımı yapılmamış, farklı yerlerde, değişik özelliklerine temas edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de insan gerçeği şöyle açıklanır:
a-) İnsanın olumlu özellikleri
1- İnsan, yeryüzünde halifedir.1259
2- İnsan, çok büyük bir ilmî kapasiteye sahiptir. Çünkü Allah, ona kendi ilminden öğretti. Melek olsun, diğer varlıklar olsun ona öğretilen ilimde, yani eşyanın mahiyetini bilmekte ona erişemezler.1260
3- İnsan, Allah’ı tanıma kabiliyetini fıtratında taşır. Bunun için küfür ve inkâr, insanın fıtrî tabiatından bir sapmadır.1261
4- İnsanın özünde, hayvanda ve bitkide bulunmayan büyük bir güç vardır. İnsan, hem maddedir, hem de mana; hem cisimdir, hem de ruh.1262
5- İnsan, halife olduğu gibi, Allah’ın emanetini de taşır. O ölçüde sorumludur. O, yeryüzünü kendi çaba ve girişimiyle imar edeceğine dair söz vermiştir.1263
6- İnsan, ahlâkî vicdana sahiptir. İyiliği ve kötülüğü seçme kabiliyetine sahip iradeli bir canlıdır. Saadeti ve şekaveti seçmede serbest bırakılmıştır.1264
7- İnsan, özünde şeref yüceliğini taşır. Allah, onu diğer varlıklara nazaran daha üstün yaratmıştır. Fakat kendi üstünlük ve şerefini sezmezse, aşağılığa ve esarete düşer.1265
8- İnsan, kendisini yaratan Allah’ı hatırlama kabiliyetine de sahiptir. Allah’ın yüce varlığını kavrar, O’na varmak için tüm diğer arzulardan vazgeçebilir.1266
9- Yeryüzündeki bütün nimetler insan için yaratılmıştır. Diğer yaratıklar onun hizmetine verilmiştir.1267
1259] Bk. 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165
1260] Bk. 2/Bakara, 31-33
1261] Bk. 7/A’râf, 172; 30/Rûm, 43
1262] Bk. 32/Secde, 9
1263] Bk. 33/Ahzâb, 72
1264] Bk. 91/Şems, 8-10; 76/İnsan, 3
1265] Bk. 17/İsrâ, 7, 70; 95/Tin, 4 - 5
1266] Bk. 84/İnşikak, 6; 13/Ra’d, 28
1267] Bk. 2/Bakara, 29; 45/Câsiye, 13
- 330 -
KUR’AN KAVRAMLARI
10- İnsan, Allah’a karşı sorumlu tutulmuştur. Yalnız Allah’a ibâdet eder, O’na kulluk edip emrine itaat eder.1268
11- İnsana yaratılış gayesi öğretilmiştir. Allah’ı unutursa, kendisini de unutmuş olacaktır. Allah’ı unutan insan, yeryüzünde şaşırmış bir varlık haline gelir.1269
12- İnsan, yalnız maddî meseleler için çabalayıp maddi yönünü tatmin etmez. O, Allah’ın rızasını hedeflerin en yücesi olarak seçer. Yalnız O’nun rızasını kazanmak için çabalar.1270
b-) İnsanın olumsuz özellikleri
1- İnsan, kendisini tanımazsa zâlim ve cahil kalır.1271
2- Bazen Allah’ın nimetlerini görmezlikten gelerek nankörlük yapar.1272
3- İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah’a ihtiyaç duymadığı anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar).1273
4- İnsan, işlerinde çoğu zaman acelecidir.1274
5- İnsan, zorluklarla karşı karşıya gelince Allah’ı hatırlar. Zorluklar geçip gidince sanki hiç bir olay olmamış gibi Allah’ı unutur.1275
6- Allah’ın keremini unutarak cimrileşir.1276
7- İnsan, hırs ve ihtiraslarla donatılmış bir varlıktır.1277
8- İnsan, eğer kötülük görürse inler, sızlanır, bağırır ve yardım ister. Eğer kendisine nimet verilirse cimrileşir.1278
9- İnsan zayıf yaratılmıştır; âcizdir.1279
Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerim’e göre insanın iki ayrı cephesi vardır. Hayır ve şer tarafları. Kur’ân-ı Kerim’de sayılan iyi, üstün özellik ve kabiliyetler insanın özünde potansiyel olarak mevcuttur. İnsan, bunları açığa çıkarmak ve kuvvetlendirmekle görevlidir. İnsandaki zâlim, cahil ve nankör oluşu gibi olumsuz özellikler, insanın fıtratında var olan ve dışa yansıması kaçınılmaz nitelikler olmayıp, potansiyel olarak kendisinde bu vasıflar vardır; insan selim fıtratını bozmadıkça bunlar dışa yansımaz. Meselâ, insanın cahil ve nankör oluşu, emaneti yüklenmeyi kabul edişinden dolayı değil; emanetin gereğini yapmamasından kaynaklanmaktadır.
Ancak iman ve takva ile insandaki kötü özellikler bastırılır, güzel vasıflar ortaya
1268] Bk. 51/Zâriyât, 56
1269] Bk. 59/Haşr,19
1270] Bk. 89/Fecr, 28; 9/Tevbe, 72
1271] Bk. 33/Ahzâb, 72
1272] Bk. 22/Hac, 66
1273] Bk. 96/Alak, 6-7
1274] Bk. 17/İsrâ, 11
1275] Bk. 10/Yûnus, 12
1276] Bk. 17/İsrâ, 100
1277] Bk. 70/Meâric, 19
1278] Bk. 70/Meâric, 20 - 21
1279] Bk. 4/Nisâ, 28
İNSAN - NÂS
- 331 -
çıkar ve gelişir. Eğer iman olmazsa, bütün bu iyi kabiliyetler, nefs-i emmârenin hâkimiyetine geçer ve insan Kur’ân-ı Kerim’de beyan edilen kötülüklere esir olur. Yani insan, gerçekten iman edince insanlaşır. İmansız insanın insanlığı noksan olup ihtiraslarla, sömürücülükle, cimrilik ve kan dökücülükle insan, vahşi hayvanlardan daha da vahşileşir.
İnsan İle Diğer Canlılar Arasındaki Farklar
İnsanın bilgisi hayvana göre çok geniş; arzu, istek ve idealleri yücedir.
Hayvanlar tabiata hisleriyle, içgüdüleriyle bakar. İnsan ise, tabiatı merak eder ve hayvanlar da dâhil tüm tabiatı Allah'ın izin ve güç verdiği ölçüde denetimi altına alır.
Hayvanların tabiata ilişkin bilgileri yüzeyseldir. İnsan tabiatı incelerken varlıkların ve olayların içyüzüne inmeye, olaylar arasında ilişki kurmaya ve bunların gerisindeki gerçeği keşfetmeye çalışır.
Hayvanların istekleri ve arzuları sadece kendilerine aittir. Hayvan, içinde yaşadığı hayvan topluluğun veya tüm hayvan âleminin istekleri ve mutluluğu için değil; kendisi için yaşar. İnsan ise, önce kendisinden başlayarak ailesi, akrabası ve komşusunu düşünür; yaşadığı toplum ve tüm insanlığın mutluluğu için çalışır.
Hayvanlar tabiat şartlarının zorlaması ve hayatî tehlikelerin dışında bulundukları yerden başka bölgelere göç etmezler. İnsan ise, böyle bir zorlama olmaksızın merak eder, seyahat eder, tarihî ve turistik yerleri gezer, ülkesinin dışına çıkar, ticarî işler yapar.
Hayvanların kendi geçmişlerini, türünün veya hayvanlar âleminin geçmişini bilmediği gibi geleceği ile ilgili de hiç bir tahmini yoktur. İnsan ise, kendi geçmişini, insanlığın ve kâinatın geçmişini araştırır ve geleceği ile ilgili endişe, telaş ve umut taşır.
İnsan aklı ile hareket eder, iradesini kontrol altına alır; hayvan ise içgüdüleri ile hareket eder.
İnsan iman eder, sorumluluk yüklenir. Hayvanların böyle bir sorumluluğu yoktur.
İnsan gerek fiziksel gerek ruhî açıdan eğitime muhtaç bir varlıktır. Dünyaya geldiğinde güçsüzdür ve korunmaya muhtaçtır. Beslenme, yürüme, konuşma, kendini koruma, çevresiyle ilişki kurma gibi konularda bilgi, beceri ve yeteneği yoktur. Hayvan ise, dünyaya geldikten çok kısa bir süre sonra bu özelliklerini kullanabilecek kapasitededir.
İnsan yeteneklerini geliştirebilmesi için eğitime muhtaçtır. Hayvanlar ise, yeteneklerini doğumla beraber kazanmış olurlar. İnsanın eğitilebilir özellikleri vardır. Bunlar:
1) Zekâ: İnsanın yüksek bir zekâsı, karmaşık bir merkezî sinir sistemi vardır. İnsan düşünebilen, yargıda bulunabilen tek yaratıktır.
2) Anlatma (ifade) yeteneği: İnsan çok değişik sesler çıkarır. Bu sesleri bir araya getirerek cümleler kurar, bu cümleleri birtakım sembollerle anlatır.
- 332 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Ellerinin yapısı ve vücudunun dik durması: İnsanın eli, yapısı itibarıyla her biçimde ve boyutta cismi tutma ve kullanmaya elverişlidir. İki ayağı üzerinde durması, ellerinin boş kalmasına, bu sayede üstün ve yapıcı bir varlık olmasına yarar.
4) Öğrenme ve yeni denemelerde bulunma yeteneği: İnsan daima amaçlı ya da amaçsız olarak çevresinde olup bitenleri, eşyayı dikkatle gözleme, inceleme ve değerlendirme yeteneğine sahiptir. İnsanda daima yeni şeyler üretme arzusu vardır.
İnsanın Menşei (Oluşumu) Meselesi
Hayatın ve insanın başlangıcı meselesi, bilginleri, filozofları ve her tipten nice insanı düşündüren ciddî bir meseledir. Kimileri insanı tabiatın yarattığına, kimileri hayvandan evrimleşerek türediğine inanmaktadır. Tüm vahiy kaynaklı dinlerin -ki asılları İslâm'dır- ve özel olarak İslâm dininin insanın kökeni hususundaki görüşü bellidir.
İslâm inancına göre; Allah insanı topraktan yaratmış, ona kendi ruhundan üfleyerek can vermiştir. Buna göre insan da dâhil tüm varlıklar Allah tarafından yaratılmıştır. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) Allah tarafından yaratılmıştır. Bu yaratılış bir anda değil, aşama aşama gerçekleşmiştir. Şimdi bu aşamaları Kur’an ifadeleri ile açıklayalım:
Birinci aşama, toprak (türab); “Allah sizi topraktan yarattı...”1280
İkinci aşama, çamur (tıyn) ; “O Allah ki sizi çamurdan yarattı...”1281
Üçüncü aşama, çamurun özü (min sülâletin min tıyn); “Andolsun ki, biz insanı çamurun özünden yarattık...”1282
Dördüncü aşama, yapışkan çamur (tıyn-in lâzib); “Şüphesiz biz onları yapışkan çamurdan yarattık...”1283
Beşinci aşama, şekillenmiş kara balçık (hame-in mesnûn); “Andolsun ki, biz insanı kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”1284
Altıncı aşama, kuru çamur (salsâl); “İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattık.”1285
Yedinci aşama, insan şekline koyma ve ruh verme; “Onu (Âdem’i) düzenleyip insan şekline koyduğum zaman ona ruhumdan üfledim.”1286
Kur’an’da İnsanın Yaratılması ve Halifeliği
“Hani Rabbin meleklere 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar da: 'Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni
1280] 35/Fâtır, 11
1281] 6/En’âm, 2
1282] 23/Mü’minûn, 12
1283] 37/Sâfât, 11
1284] 15/Hicr, 26
1285] 55/Rahmân, 14
1286] 15/Hicr, 29
İNSAN - NÂS
- 333 -
överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz' dediler; Allah: 'Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim' dedi.
Ve Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. 'Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin' dedi.
Cevap verdiler: 'Sen münezzehsin, Senin öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem hakîmsin'.
Allah: 'Ey Âdem, onlara isimlerini söyle' dedi, Âdem isimlerini söyleyince, Allah: 'Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?' dedi.
Meleklere: 'Âdem'e secde edin' demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler, o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.”1287
“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, 'Âdem'e secde edin' dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.”1288
“Andolsun ki, insanı kuru balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık. Cinleri de, daha önce dumansız ateşten yarattık. Rabbin meleklere: 'Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti.”1289
Bu ve benzeri âyetlerden yola çıkarak Hz. Âdem’in şahsında insan olmanın meziyetlerinin şunlar olduğunu söyleyebiliriz:
a- Allah, insanı yeryüzünün halifesi (temsilcisi) yapmıştır.
b- Ona ruhundan üflemiştir.
c- Tüm eşyanın isimlerini ona öğretmiştir.
d- Melekler ona secde etmiştir.
İnsanın Yaratılışı
Allah’a inanmadıkları için, insanın Allah tarafından yaratıldığını da kabul etmeyen maddeciler, insanın tabiattan geldiğini, yani insanı tabiatın yarattığını iddia ederler. Kör ve şuursuz bir tabiatın nasıl yaratıcı olabileceğini izah edemeseler de, hiç değilse kendilerini kandırmak için bir yaratıcı bulma ihtiyacıyla, tabiata yaratmada yardımcı olarak tesadüfü de ortaya atarlar. Tabiat ve tesadüfün yaratıcı olamayacağını anlamak için aslında çok zeki olmaya bile gerek yoktur. Zaten aklı başında hiç kimse, bu iddialara meyletmez.
Maddecilerin “nereden geldik?” sorusuna cevap olarak, maymundan geldikleri şeklindeki bir başka iddiaları ise, değil insanların; kargaların (hatta maymunların) bile güleceği bir uydurmadır. Domates tohumundan biberin, patlıcandan karpuzun, nohuttan mercimeğin olmadığı gibi, köpekten de koyun sürüsü, maymundan da insan nesli türeyemez. İnsanın maymundan türediğini savunanlar, insanın kendisini tanımasına engel olarak ona hükmetmeyi hedeflemişlerdir. İnsan maymundan türediyse, maymunu kim yarattı? Maymun başka varlıklardan
1287] 2/Bakara, 30-34
1288] 7/A’râf, 11
1289] 15/Hıcr, 26-29
- 334 -
KUR’AN KAVRAMLARI
türediyse onları kim yarattı? Onları yaratan Allah, insanı yaratamaz mı? İnsan maymundan türediyse bugün maymun olarak yaşayan hayvanlar niye insan olamadılar?
Bu maddecilere göre, şans tarihte sadece bir tek maymuna gülmüş ve o, maymunluktan kurtularak, onun nesli insan olarak devam etmiştir. Diğer maymunların suçu neydi de bir türlü evrimleşerek maymunluktan kurtulup insan olamadılar? Aslında bu iddiayı savunup hayvanlaşanlar, kendi seviyelerini yükseltip hayvanlara eş olmaya çalışıyorlar. Allah (c.c.), insanda bulunan melek ve Âdemiyet tabiatının özelliklerini kaybettiklerinden böyleleri için şöyle buyurmaktadır: “Onlar hayvan gibidir, hatta hayvandan daha aşağıdırlar.”1290 Bu âyetin ifadesi, inanmasalar bile tecelli ediyor ve inançsızlar itiraf ediyorlar; "biz Âdemoğlu adam değil; maymun çocuğuyuz, "hayvan oğlu hayvanız" demek istiyorlar. Maymun gibi maskaralık yapıyorlar. Bırakın bunlar, peygamber çocuğu olmaya lâyık olmadıkları için Âdemoğlu olduklarını kabul etmesin, hayvan çocuğu olsunlar. Bizim aslımız da nesebimiz de bellidir; atamız Âdem, ata yurdumuz ve ana vatanımız da cennettir.
“Muhakkak ki biz insanı en güzel şekilde yarattık.”1291 İman ve akıl gibi özelliklerle hayvandan çok farklı olan insanın, temel manevî özelliklerini görmezden gelerek insanı (daha doğrusu kendilerini) hayvan diye tanımlayanlar vardır. Bunlar, insana insandan bir ata yakıştıramadıkları gibi, insanı konuşan hayvan, düşünen hayvan gibi hayvan olarak da ifade etmek isterler. Bu yaklaşım, insanı sömürmek, istedikleri gibi gütmek için onu hayvanlaştırmak, sürüleştirmek ihtiyacından kaynaklanmıştır.
Mü’minler, “nereden geldin?” sorusuna cevap olarak, İlâhî vahyin haber verdiği şekilde, Allah’tan geldiklerini, yani evreni ve içindeki her şeyi olduğu gibi, kendilerini de Allah’ın yarattığını belirtirler. Bütün müslümanlar, Hz. Âdem’in Allah tarafından topraktan yaratıldığına; diğer bütün insanların da Hz. Âdem ve onun hanımı Hz. Havva’dan çoğaldıklarına inanmak mecburiyetindedirler. “Ey insanlar! Sizleri bir tek kişiden (Âdem’den) yaratan, ondan da eşini (Havva’yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun.”1292
İnsanın Yaratılış Gayesi
Maddecilere göre insan, dünyaya gelir, her canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır gider. Yani, insan yaşamak için yaşar. Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir yaratılış amacı yoktur. O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup yok olacağını zanneder.
İslâm’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (c.c.) belirlemektedir: “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.”1293; “Sizi boşuna yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”1294
İnsan, yalnız yemek, içmek, gezmek tozmak için yaratılsaydı insanın herhangi
1290] 7/A’râf, 179
1291] 95/Tîn, 4
1292] 4/Nisâ, 1
1293] 51/Zâriyât, 56
1294] 23/Mü’minûn, 115
İNSAN - NÂS
- 335 -
bir hayvandan farkı olmazdı. İnsan boş yere yaratılmamış ve başıboş bırakılmamıştır. O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir. Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını tanımak ve O’na ibâdet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hâkim kılmak, buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik görevini yürütmek için yaratılmıştır. İnsan, nefsi için değil; Allah’a ibâdet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır. Allah'a ibâdet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada hem âhirette alacaktır. Allah'ın emirlerine itaat, dünya ve âhiret mutluluğuna sebeptir.
İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden sorumlu olmaktır. Halife olmanın anlamı budur. O halde insan, kendi toplumuna huzur ve adâleti hâkim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur. Aslında bu görevi de, Allah'a ibâdet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir. Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibâdetler ve helal-haram gibi konularda Allah'a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla ilgili çabaları da ibâdet kapsamı içerisine girmektedir. Belirlenmiş ibâdetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riâyet etmeyen kimsenin, dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine manevî alanda herhangi bir değer kazandırmaz. Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur. Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmârına hizmet ederler.
Allah'ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının da ibâdet olarak görülmesi, din-dünya ayırımını ve dine ait olan ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır. Laiklik demek olan böyle bir ayrım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım bozukluklara sebep olur. Dünya hayatı, âhiret hayatının bir mukaddimesidir ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını olması gereken konuma oturtmuş olur. Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık ve çirkef bir hayat değil; âhiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz bir aşamadır.
İbadetler, Allah'ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir. Bilakis fert ve toplum olarak, insanın kendisinin onlara ihtiyaç duymasından; fert ve toplum olarak hayatının düzene girmesi içindir. Mesela, belirlenmiş ibâdetlerin başında gelen namaz, insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı olur. Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi; zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun frenlenmesi için bir araçtır. Kuşkusuz bu ibâdetlerin daha başka dünyevî faydaları da vardır. Esas faydaları da âhiret mutluluğuna sebep olmalarıdır. Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibâdetleri biz, bu faydalarından dolayı değil; Allah'ın emretmesinden dolayı, O'nun rızası için yerine getiririz.
İnsanın Konumu ve Görevi
İnsan çok değerli bir varlıktır. Aklı ve iradesiyle diğer varlıklardan ayrılır.
Her şey onun hizmetine verilmiştir.
Kâinattaki her şey onun destekleyicisi ve yardımcısıdır.
Tabiat, hayvan, bitki, eşya, hayat, toplum ve diğer insanlarla uyum içindedir.
- 336 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özünde, ruhunda, vicdanında, zihninde kısaca yaratılışında güvenlik, barış, iyilik, güzellik, merhamet, sevgi ve insaf vardır.
İnsanın zaafları, ihtiyaçları, eksiklikleri vardır.
Başıboş yaratılmamıştır. Yeryüzünde önemli görevleri vardır.
İnsanın asıl görevi kulluk ve yeryüzünde halife olmaktır.
İnsan Ölünce Ne Olacak?
İnsan, Allah’tan gelmiştir ve Allah’a gitmektedir. Eceli geldiğinde her canlı gibi her insan da ölüm denilen geçitten geçerek gayb âlemine gider. Şu bir gerçektir ki, ölmek, yok olmak değildir. Ölüm, insanı oluşturan asıl olan ruhun, elbisesi durumunda olan geçici beden unsurundan bir müddet ayrılıp onu terketmesidir. İnsanın fizikî yapısıyla ilgili faaliyetleri dursa bile, ruh bakımından bağlı bulunduğu hususlarla hiçbir zaman ilgisi kesilmez. Yani, maddî faaliyetler son bulur, ruhî değerlere bağlı hareketler ise aynen devam eder. Ruh âleminin özelliklerini anlamamız için Cenâb-ı Hak, uyku denilen olayla her gün maddî ve duygusal varlığımızdan ayrılıp rüya ile ruhanî âlemin özelliklerini seyretmemizi sağlamaktadır.
Müslüman açısından ölüm, korkulacak bir olay değil; esas yurdumuz, baba mekânımız olan cennet yurduna, sonsuz âleme göç etmek demektir. Zorluk ve yoklukların sona ermesi, sevdiğimiz her şeye kavuşma demektir.
Akîde Yönünden İnsanlar
Akîde ve İslâm yönünden insanlar gruplandırılırken, temel olarak iki grup insan karşımıza çıkar: a) Mü’minler (müslümanlar), b) Kâfirler topluluğu.
Akide ve temel eylem açısından insanları kısaca tanımlamaya çalışalım:
Mü’min: İnanmış anlamına gelen mü’min, Rasûlullah (s.a.s.)’in Allah’tan getirdiği dini (İslâm’ı) kalple tasdik, dille ikrar eden ve erkânını (gereklerini) yaşamaya çalışan insanlara denir.
Müslüman: Teslim olmuş anlamına gelen müslüman, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Allah’tan getirdiği dine (İslâm’a) kalple, lisanla ve âzâlarla teslim olmuş kimsedir. Kalbî yönü (imanı) diğer insanlarca bilinmediğinden dolayı, lisan ve vücut organlarıyla teslim olan kimse de müslümandır.
Fâsık: İtaatten çıkan veya herhangi bir anlamda itaatsizlikte bulunan kimse demektir. Fâsık, Kur’an’da daha çok kâfir ve münâfık anlamında kullanılmıştır.1295 Bazen müslümanlar da fısk işleyebilirler, yani fâsık, günahkâr müslümana da denir.1296 O halde fısk; küfür, nifak, şirk ve günah anlamlarına gelip geniş anlamlıdır. Bununla birlikte ıstılahta daha çok açıktan günah işlemekten çekinmeyen günahkâr müslümana denilmesi âdet haline gelmiştir.
Kâfirler topluluğuna gelince; kâfirler de temelde üç gruba ayrılırlarsa da, bunlar da netice itibarıyla pek farklı bir durum arzetmezler.
1295] 9/Tevbe, 8; 5/Mâide, 81; 3/Âl-i İmran, 110 gibi
1296] Bk. 2/Bakara, 282
İNSAN - NÂS
- 337 -
Kâfir: Yalanlayan ve inkâr eden anlamına gelen kâfir, İslâm Dininin tümünü veya bir cüzünü inkâr edip yalanlayan kimsedir.
Müşrik: Ortak koşan anlamına gelen müşrik, Allah’ın zatına, isimlerine ve sıfatlarına başka bir şeyi şirk koşan, yani ortak eden kimsedir. Başka bir ifadeyle Allah’ı kabullenmekle beraber, O’na ait hakları, başkasının kendisinde görmesi veya bu hakları başkasına vermesi şirk; bunu yapan kimse de müşriktir.
Münâfık: Gizli bir özellik olarak nifaka sahip olan kimseye denir. Kalbiyle İslâm’a inanmadığı halde, müslümanların yanında müslüman görünmek isteyen kimseye münâfık denir. Yani münâfıklar, mü’minlerin yanında mü’min, müşriklerin yanında müşrik görünen iki yüzlü riyakâr insanlardır.
İnsanın Değer ve Üstünlüğü
"Biz insanı ahsen-i takvîm üzere/en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık."1297 Âyette geçen "takvîm" kelimesi, müfessirlerce değişik şekillerde yorumlanmış, kimi sûret ve duyu organlarının güzelliği, kimi boyunun doğruluğu ve ayakları üzerinde dik durması demiş, kimi de "ahsen-i takvîm" sözünü akıl, idrâk ve temyiz (ayırma yeteneği) ile zînetlenmiş olmak şeklinde algılamıştır. Gençliğe, güç ve kuvvete yoranlar da olmuştur. Elmalılı, bu görüşleri sıraladıktan sonra takvîm kelimesini daha genel bir anlamda değerlendirmiş, insan için güzel olan her şeyi bu mânâya dâhil etmiştir. Bununla beraber, şekil ve sûretten çok, ahsen-i takvîmi insanın duygusunda, özellikle güzellik denen manayı anlamasında ve o duygudan güzellerin güzeli "ahsenu'l-hâlikıyn"i ve O'nun hüsn-i mutlakla en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp O'nun ahlâkıyla ahlâklanmakta aramıştır. Ona göre insan doğarken bu kemâle sahip olarak değil; bu kıvama, bu kemâle ve bu güzelliğe yeteneği olmak anlamında ahsen-i takvîmde yaratılmıştır. Aksi halde insanda hiçbir olumsuz özelliği bulunmazdı. Hâlbuki öyle olmadığı, insanın birtakım kötülüklerle içiçe bulunduğu görülmektedir. Elmalılı, bu süflîliklerden kurtularak kemale ermenin yolunu, ruh güzelliğine ve temizliğine ulaşmakta görüyor.1298
Muhammed Kutub, İslâm düşünce sisteminin insanı sadece bedeni ile ele alarak ruhu bir kenara bırakmadığını, her zaman ruhu bedenle birlikte düşündüğünü kaydetmektedir.1299 İnsanda üstün ve aşağı iki prensibin devamlı çatışma halinde bulunduğu, onun ulvîliği kadar aczinin de buradan kaynaklandığı söylenebilir. Birkısım insan, ruhun yücelmesiyle ulviyet kazandığı halde, bir kısmı da bedenin süflî arzu ve heveslerine yenik düşerek alçalmaktadır.
Kur'an'ın beyanına göre, "İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine hakkı/gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı olmayı öğütleyenler bunun dışındadır."1300 Kur'an ve onun tefsirlerinden anlıyoruz ki, insanın yaratılışı Allah'a imanı gerektirmekle beraber küfre de müsaittir. Tabiatında meleğe yakın taraflar bulunduğu gibi; şeytana yakın taraflar da vardır.
İnsanın Değeri
İnsanı yaratan Allah, onu kendisinden sonra en değerli varlık olarak
1297] 95/Tîn, 4-5
1298] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, c. 8, s. 5938
1299] Muhammed Kutub, İslâm Düşüncesinde Sanat, Fikir Y., s. 32
1300] 103/Asr, 2-3
- 338 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratmıştır. Kur'an'dan öğrendiğimize göre onun değeri, daha yaratılmadan önce belli olmuştur. Kur’an’da meleklere hitâben ifade edilen İlâhî beyan bunun açık delilidir: "Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim' demişti..."1301 Sonunda, yaratılmış olan bu halifenin adı insandı. Hayat sahnesinde imar ve ıslah görevini ifa ederek işleri düzenleyecek, Allah'ın kanunları ile nizâm-ı âlemi tanzim edecekti. Çünkü bu göreve lâyık biçimde, ahsen-i takvîm üzere, yani en güzel biçimde yaratılmıştı.
İnsanın her bakımdan en güzel biçimde yaratılmış olduğunu Tin sûresindeki âyetle gördük. Onun değeri ile ilgili başka bir âyet de şudur: "And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık."1302 İnsan, bundan daha değerli bir iltifata da nâil olmuş, meleklerden, kendisine secde etmeleri istenmiştir. Bunlardan daha büyük bir şeref düşünülebilir mi? "Meleklere, 'Âdem'e secde edin' demiştik. İblis müstesna hepsi secde ettiler. O ise kaçındı; büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu."1303 Bu konu, önemine binâen ve bilmediğimiz başka hikmetlerden dolayı Kur'an'da tekrar tekrar anlatılır.
Büyük âlemdeki her şeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük âlemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir sûrette) yarattık."1304; "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?" 1305
Meselâ, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve işitmesi idrâk edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrâk etmesi açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak âzâlar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda hararet vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirleri andırır, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Âzâları da ağaçları andırır. Her bir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi, her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar, yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan, dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilir. Âzâlarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük âlem, büyük âlemle birlikte aynı yaratıcının yarattığı ve sonradan var ettiği varlıktır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur.
İnsanın yaratılışındaki fevkalâdelik, ona verilen değeri göstermektedir. İnsan, ister biyolojik, ister fizyolojik, ister psikolojik açıdan hangi yönüyle incelenirse incelensin onun yaratılışındaki olağanüstülük hemen dikkatimizi çeker. Bunu konuyla ilgili bilim kitaplarında, ansiklopedilerde her zaman görmek mümkündür. Mesela, bir insanın DNA molekülü (deooksiribo nükleik asit)nün, 100000
1301] 2/Bakara, 30
1302] 17/İsrâ, 70
1303] 2/Bakara, 34; 17/İsrâ, 61; 38/Sâd, 71
1304] 95/Tîn, 4
1305] 51/Zâriyât, 21
İNSAN - NÂS
- 339 -
ansiklopedi sayfasına eşit uzunlukta biyolojik bilgilere sahip evrensel bir hârika olduğunu düşünebilir miyiz?1306 Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, âlemin "büyük insan", insanın da "küçük âlem" olduğu ifade edilmiştir. Bilim çağından uzay çağına geçilmiş olmasına rağmen, insanın keşfedilmeyen tarafının keşfedilene oranla çok daha büyük olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, kendini keşfedememenin aczini yer yer itiraf etmek mecburiyetinde kalıyor ve kalacaktır. İnsan o kadar büyük, o kadar esrar dolu yaratılmıştır. Ona verilen akıl, güzeli çirkinden temyiz/ayırma gücü, insana verilen nimeti ve değeri göstermesi bakımından yeter de artar bile. Hz. Ali'ye izafe edilen şu beyitler, insanın değerini anlatmaktadır:
"İlacın sendedir de farkında olmazsın.
Derdin de sendendir fakat görmezsin.
Sanırsın ki sen sâde, küçük bir cirimsin;
Hâlbuki sende dürülmüş en büyük âlem."
Allah, insanı yeryüzünde halife ilan etmiştir. İnsan, Allah'ın kanunlarıyla evrenin nizamını tesis edecektir. Bu, geçici bir görev olmayıp, kıyamete kadar sürecektir. Bir nesil, kendisine verilen görevi kendisinden sonraki nesillere intikal ettirecek, halifelik görevi, bir bayrak yarışı gibi sürüp gidecektir. İnsana böyle şerefli bir görevi veren Allah, tabiidir ki, görevini tam olarak yerine getirmesi için onu büyük imkânlarla donatacaktır. Öyle de olmuştur. "Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan tartışanlar var."1307; "Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin emrinize âmâde kılmıştır. Yıldızlar da O'nun buyruğuna boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır."1308; "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerde yürüyen ay ve güneşi, gece ile gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır."1309 İnsana verilen şeyler, saymakla bitmez. "Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür."1310
Haklar, Görevleri; Nimetler de Sorumlulukları Doğurur
Evrenin tek yaratıcısı olan Allah, insanı sayılamayacak meziyet, nimet ve imkânlarla yaratmış, bu nimetleri ruh ile tamamlamıştır. Bu özellikler, onu diğer yaratıklardan üstün kılar ve tabii bu sayısız nimetler dolayısıyla insan, Allah karşısında sorumludur. İnsanın bu bilinci yakalaması, kaderinin dönüm noktası olacaktır. Kur'an, bu sorumluluğa işaret ederken şunları söylüyor: "Allah O'dur ki, sizi, yeryüzünün halifeleri yaptı. Ve derecelerle kiminizi kiminizin üstüne çıkardı. Bu, size verdiği şeyler de sizi imtihan etmek içindir. Muhakkak ki Rabbin, cezalandırması çabuk olandır. Ve gerçekten çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir."1311
1306] Fethullah Han, Kur'an ve Kâinat Âyetleri, İnkılab Y., s. 157
1307] 31/Lokman, 20
1308] 16/Nahl, 12
1309] 14/İbrahim, 32-33
1310] 14/İbrahim, 34
1311] 6/En'âm, 165
- 340 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur'an, insana kendisini tanıtıyor. Ona Allah'a kulluk amacıyla yaratıldığını, mutluluğunun bu amaca ulaşmakla mümkün olabileceğini, amacına tek başına elindeki imkânlarla yetişmesinin mümkün olmadığını, Allah'a sığınmadan, O'nun yardımını almadan mutlu olamayacağını, mutlaka O'nun buyruklarına uyması gerektiğini anlatıyor. Ve yine anlatıyor ki, Allah onun nihâî amacına ulaşması ve böylece ebedî mutluluğa erişmesi için bazı kimseleri peygamber/elçi olarak görevlendirmiştir. Onlar özel olarak yetiştirilmiş kimselerdir. Kendilerini Allah adına eğitip terbiye edeceklerdir. Bunlara da uyulması gerekir; çünkü onlar, insanlığa öğretmen olarak gönderilmişlerdir. "Ey insanlar, siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve her hamde lâyıktır."1312
Herkesin Rabbini ve kendini tanıması, kul ve halife olmaya çalışması kolay değildir. Bunun şartları vardır. Bu şartların en önemlisi, insanın aczini, yetersizliğini içtenlikle kabul etmesidir. Bunu bir benzetmeyle anlatmak daha kolay olacaktır. Sağlıklı yaşamayı amaç edinen bir insan düşünelim. Bu insan ne zaman ve niçin doktora gider? Ya rahatsızlık hissettiği veya kendisinde bir rahatsızlığın olup olmadığını anlamak istediği zaman gider. Kendi rahatsızlığının farkına varmayan, varsa bile bu rahatsızlığı kendisinin daha iyi tedavi edebileceğine inanan insan niçin doktora gitsin? Gitmez. O halde yapılacak iş:
İnsanların sağlıklı yaşamayı amaç edinmelerini,
2- Bunun için bir doktora muhtaç olduklarının bilincine varmalarını sağlamak. Bu bilince ulaşmış olan kimse doktora ihtiyacını kabul etmekle birlikte, "hangi doktor?" diye de sorabilir. Aklı başında hiç kimse, kendisini tedavi edemeyecek doktora gitmez. O halde;
3- Bir kimsenin tedavi olacağı doktorun bilgi gücüne de inanması gerekir.
4- İnsanın kendisini tedavi edecek olan doktorun reçetesinin kendisine şifa sağlayacağına inanmasıdır. Her ne kadar doktora inansa bile, eline verilen reçetenin faydasız bir kâğıt parçası olduğuna karar veren bir kimse, o reçetede öngörülen ilaçları kullanmaz.
"İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin; Ya nice okumaktır."
Rabbini bilen, ancak kendini bilebilir; kendini bilen de Rabbini. İnsanın kendi gerçeğini tam olarak tanıması, İslâm eğitiminin esasını teşkil eder. Kur'an'ı incelediğimiz zaman görürüz ki, kendi gerçeğini tanıma konusunda insanlar, genel olarak üç kısma ayrılmaktadır:
Kendilerini olduklarından yukarıda görenler. Kur'an'da bunlar, tâğut, müstekbir, mağrur insanlar olarak tanıtılır.
Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler. Kur'an'a göre bunlar da müstaz'af, zelil insanlardır.
Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler. Bunların da Kur'an'da birçok isimleri vardır, ama genel ve yaygın isimleri mü'min ve müslimdir.1313
1312] 35/Fâtır, 15
1313] Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet Y., s. 254-257
İNSAN - NÂS
- 341 -
İnsan Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İnsan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 65 Yerde): 4/Nisâ, 28; 10/Yûnus, 12; 11/Hûd, 9; 12/Yûsuf, 5; 14/İbrâhim, 34; 15/Hıcr, 26; 16/Nahl, 4; 17/İsrâ, 11, 11, 13, 53, 67, 83, 100; 18/Kehf, 54; 19/Meryem, 66, 67; 21/Enbiyâ, 37; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 12; 25/Furkan, 29; 29/Ankebût, 8; 31/Lokman, 14; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 72; 36/Yâsin, 77; 39/Zümer, 8, 49; 41/Fussılet, 49, 51; 42/Şûrâ, 48, 48; 43/Zuhruf, 15; 46/Ahkaf, 10; 50/Kaf, 16; 53/Necm, 24, 29; 55/Rahmân, 3, 14; 59/Haşr, 16; 70/Meâric, 19; 75/Kıyâme, 3, 5, 10, 13, 14, 36; 76/İnsan, 1, 2; 79/Nâziât, 35; 80/Abese, 17, 24; 82/İnfitâr, 6; 84/İnşikak, 6; 86/Târık, 5; 89/Fecr, 15, 23; 90/Beled, 4; 95/Tîn, 4; 96/Alak, 2, 5, 6; 99/Zelzele, 3; 100/Âdiyât, 6; 103/Asr, 2.
B- İnsanlar Anlamındaki Nâs Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 240 Yerde): 2/Bakara, 8, 13, 21, 24, 44, 83, 94, 96, 102, 124, 125, 142, 143, 143, 150, 159, 161, 164, 165, 168, 185, 187, 188, 189, 199, 200, 204, 207, 213, 213, 219, 221, 224, 243, 243, 251, 259, 264, 273; 3/Âl-i İmrân, 4, 9, 14, 21, 41, 46, 68, 79, 87, 96, 97, 110, 112, 134, 138, 140, 173, 173, 187; 4/Nisâ, 1, 37, 38, 53, 54, 58, 77, 79, 105, 108, 114, 133, 142, 161, 165, 170, 174; 5/Mâide, 32, 32, 44, 49, 67, 82, 97, 110, 116; 6/En’âm, 91, 122, 144; 7/A’râf, 85, 116, 144, 158, 187; 8/Enfâl, 26, 47, 48; 9/Tevbe, 3, 34; 10/Yûnus, 2, 2, 11, 19, 21, 23, 24, 44, 44, 57, 60, 92, 99, 104, 108; 11/Hûd, 17, 85, 103, 118, 119; 12/Yûsuf, 21, 38, 38, 40, 46, 49, 68, 103; 13/Ra’d, 1, 6, 17, 31; 14/İbrâhim, 1, 25, 36, 37, 44, 52; 16/Nahl, 38, 44, 61, 69; 17/İsrâ, 60, 60, 89, 89, 94, 106; 18/Kehf, 54, 55; 19/Meryem, 10, 21; 20/Tâhâ, 59; 21/Enbiyâ, 1, 61; 22/Hacc, 1, 2, 3, 5, 8, 11, 18, 25, 27, 40, 49, 65, 73, 75, 78; 24/Nûr, 35; 25/Furkan, 37, 50; 26/Şuarâ, 39, 183; 27/Neml, 16, 82; 28/Kasas, 23, 43; 29/Ankebût, 2, 10, 10, 43, 67; 30/Rûm, 6, 8, 30, 30, 33, 36, 39, 41, 58; 31/Lokman, 6, 18, 20, 33; 32/Secde, 13; 33/Ahzâb, 37, 63; 34/Sebe’, 28, 28, 36; 35/Fâtır, 2, 3, 5, 15, 28, 45; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 27, 41; 40/Mü’min, 57, 57, 59, 61, 61; 42/Şûrâ, 42; 43/Zuhruf, 33; 44/Duhân, 11; 45/Câsiye, 20, 26; 46/Ahkaf, 6; 47/Muhammed, 3; 48/Fetih, 20; 49/Hucurât, 13; 54/Kamer, 20; 57/Hadîd, 24, 25, 25; 59/Haşr, 21; 62/Cum’a, 6; 66/Tahrîm, 6; 83/Mutaffifîn, 2, 6; 99/Zelzele, 6; 101/Karia, 4; 110/Nasr, 2; 114/Nâs, 1, 2, 3, 5, 6.
C- İnsanlar Anlamında İns Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde): 6/En’âm, 112, 128, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 27/Neml, 17; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33, 39, 56, 74; 72/Cinn, 5, 6.
D- İnsanlardan Olan Anlamında insî ve cemîsi enâsî (Toplam 2 Yerde): 19/Meryem, 26, 25/Furkan, 49.
E- Bir Grup İnsan, İnsanlardan Oluşan Topluluk Anlamındaki Ünâs Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 60; 7/A’râf, 82, 160, 17/İsrâ, 71; 27/Neml, 56.
F- İnsan Konusundaki Âyetler
Âdem (a.s.)’ın Yaratılışı: Bakara, 30; Al-i İmran, 59; Nisa, 1; A’raf, 189; Mü’minun, 12; Furkan, 54; Secde, 7; Fâtır, 11; Saffat, 11; Sâd, 71-74; Mü’min, 67; Necm, 32; Rahman, 15; Nuh, 19.
Hz. Havva’nın Yaratılışı: Nisa, 1; A’raf, 189; Rum, 21; Zümer, 6.
İnsanın Yaratılışı: Bakara, 28, 30; Al-i İmran, 6; Nisa, 1; En’am, 2, 98; A’raf, 11, 189; Hıcr, 26, 28; Nahl, 4, 72; İsra, 99; Tâhâ, 55; Hacc, 5; Mü’minun, 12-14, 79; Furkan, 54; Rum, 19-20, 54; Lokman, 34; Secde, 7-9; Fâtır, 11; Yasin, 36, 77; Saffat, 11; Sâd, 71-74; Zümer, 6; Mü’min, 64, 67; Casiye, 4; Kaf, 16; Necm, 45, 46; Rahman, 3; Vakıa, 57-59; Nuh, 14, 19; Kıyame, 37-39; İnsan, 1-2; Mürselat, 20-22; Abese, 18-20; Tarık, 5-7; Tin, 1-5; Alak, 2.
İnsanın Üremesine Sebep Olan Meni: Nahl, 4; Kehf, 37; Hacc, 5; Mü’minun, 12-14; Secde, 8; Fatır, 11; Yasin, 77; Mü’min, 67; Necm, 46; Kıyame, 37; İnsan, 2; Mürselat, 20; Abese, 19; Tarık, 5-7.
İnsan Organları: Mü’minun, 78; Secde, 9; Mülk, 23; İnfitar, 7.
İnsanın, Bir Erkekle Bir Dişiden Yaratılması: Hucurat, 13; Kıyame, 39; Nebe’, 8.
İnsanı Yaratan Madde Değil; Allah’tır: Vakıa, 57-59; Teğabün, 2; Mürselat, 20-23.
İnsanın Kendisinde İbretler Vardır: Casiye, 4; Zariyat, 21; Tarık, 5-7.
Allah’ın Halifesi İnsan: Bakara, 30; En’am, 165; A’raf, 69, 74; Yunus, 14, 73; Neml, 62; Fatır, 39; Sâd, 26.
İnsanın Üstünlüğü: Bakara, 34; A’raf, 11, 172-173; Hıcr, 28-30; İsra, 61-62. 70; Tâhâ, 55; Teğabün, 3; Tin, 1-5.
İnsanın Allah’ın Emanetine Talip Olması: Ahzab, 72-73; Haşr, 21.
İnsanın Yeryüzüne Dağılması: Rum, 20; Mülk, 24.
İnsanların, Davranışlarına Göre Dereceleri Vardır: En’am, 132; Ahkaf, 19; İnsan, 1-2; Leyl, 4.
İnsan, İmtihan Edilen Varlıktır: Muhammed, 31; İnsan, 2.
İnsan, İbadet İçin Yaratılmıştır: Zariyat, 56-57; Cin, 16-17.
- 342 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İnsan Zorluklar İçinde Yaratılmıştır: Beled, 1-4.
İnsan Nankör Bir Varlıktır: Hud, 9-10; İsra, 67-69, 83; Hacc, 66; Rum, 33-36; Yasin, 77; Zümer, 49-50; Mü’min, 61; Fussılet, 49-51; Şura, 48; Teğabün, 2; Mearic, 19-21; Fecr, 15-16; Adiyat, 1-11.
Kendisinde Büyüklük Gören İnsan, Aslında Âcizdir: Maide, 30-31; Nahl, 4.
İnsan, Hırsına Düşkündür: Mearic, 19-21; Fecr, 16-20.
İnsan, Sabır ve Tahammül Bakımından Zayıftır: Nisa, 28; Fussılet, 49.
İnsanların Birçoğu Cehennemliktir: Maide, 49; A’raf, 179; Yusuf, 103-104.
Yerde ve Göklerdeki Her Şey, İnsan İçindir: Bakara, 29; Ra’d, 2; İbrahim, 32-34; Nahl, 5-14, 80-81; İsra, 70; Hacc, 36-37, 65; Ankebut, 61; Lokman, 29; Fatır, 13; Zümer, 5; Zuhruf, 13; Casiye, 12-13; Mülk, 15; Naziat, 30.
G- Ruh Konusundaki Âyetler
a- Ruh, Allah’ın Emrindedir: İsra, 85.
b- Ruh Bilgisi İnsanlara Az Verilmiştir: İsra, 85.
c- Ruhlar Aleminde “Elestü bi Rabbiküm” Hitabı: A’raf, 172; Hadid, 8.
H- Irk, Soy-Sop ve Dil Konusundaki Âyetler
a- Renklerin Başka Başka Oluşu: Rum, 22; Fatır, 27-28.
b- İnsanların Soy ve Kabilelere Ayrılması: Furkan, 54; Hucurat, 13.
c- Irk Üstünlüğü Yoktur: Hucurat, 13.
Soy-Sopla Öğünmek: Tekâsür: 1-7.
e- Soysuzların Kötülenmesi: Kalem, 13.
f- Dillerin Başka Başka Oluşu: Rum, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Eser Y. c. 1, s. 299, c. 8, s. 5936-5938
2. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3, s. 159-164
3. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambarlar Y. s. 240-244
4. İnsan, İki Hayat, İki Saâdet, Râgıb el-İsfahani, Pınar Y.
5. Kur'an'da İnsan, Beheşti-Mutahhari, Objektif Y.
6. İnsan Gerçeği, Murteza Mutahhari, Fıtrat Y.
7. Kur’an’da İnsan, Abdurrahman Kasapoğlu, Nursan Y.
8. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
9. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Hayati Aydın, Timaş Y.
10. Kur’an’da Kişilik Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, İzci Y.
11. İnsan ve Ötesi, S. Ahmet Arvasi, Işık Y.
12. Kendini Arayan İnsan, S. Ahmet Arvasi, Akçağ Y.
13. İnsan ve Hayat, Halûk Nurbaki, Yeni Asya Y.
14. İnsan Bilinmezi, Halûk Nurbaki, Hilal Y.
15. Ruh İnsan Cin, Ahmet Hulusi, Abdullah Işıklar Kitabevi
16. İnsan Denen Meçhul, Alexis Carrel, Yağmur Y.
17. İnsanın Dört Zindanı, Ali Şeriati, İşaret Y.
18. İnsan ve Vazifesi, İsmail Çetin, Dilâra Y.
19. İnsan ve Kader, Murteza Mutahhari, Akademi Y.
20. Kur'an Işığında İnsanoğlunun Serüveni, Muhammed Han Kayani, el-Ummah Neşriyat
21. Kur'an ve İnsan, Celal Kırca, Marifet Y.
22. İnsan Vücudu, Heyet, Yeni Asya Y.
23. Hücreden İnsana, Alpaslan Özyazıcı, Yeni Asya Y.
24. Hücreden Allah'a, Faruk Yılmaz, Furkan Y.
25. Atomdan Hücreye, Münip Yeğin, Yeni Asya Y.
26. Beynimiz ve Sinirlerimiz, Ayhan Songar, Yeni Asya Y.
27. Kan ve Dolaşım, Nevzat Emiroğlu, Yeni Asya Y.
28. İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı, Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan Y.
İNSAN - NÂS
- 343 -
29. İnsan, Kâinat ve Ötesi, A. C. Morrison'dan Bekir Topaloğlu, Dergâh Y.
30. İnanç ve Amelde Kur’ani Kavramlar, Muhammed El Behiy, Yöneliş Y. s. 155-163
31. Yaratılış Olayı, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 23-65, 75-143.
32. Kur’ân-ı Kerim'de Yaratma Kavramı, Veli Ulutürk, İnsan Y. s. 131-148
33. Kur’ân-ı Kerim Allah'ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 70-82
34. Kur’an’da Zihin Eğitimi, Yaşar Fersahoğlu, Marifet Y. s. 245-265
35. Kur’an ve Kainat Âyetleri, Fethullah Han, İnkılab Y. s. 85-204
36. İslâm Düşüncesinde Sanat, Muhammed Kutub, Fikir Y.
37. İlimler ve Yorumlar, Hekimoğlu İsmail, H. H. Korkmaz, Türdav Y.
38. Nisâdan İnsana, Kadir Canatan, Çıra Y.
39. Küreselleşme Sürecinde Kimlik ve Farklılaşma, Cevat Özyurt, Açılım Kitap/Pınar Y.
40. Modern Toplumun Çözümlenmesi, Cevat Özyurt, Açılım Kitap/Pınar Y.
İNFAK
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İNFAK
- 305 -
Kavram no 95
Görevlerimiz 17
Bk. Rızık; Yeme-İçme; Sâlih Amel
İNFAK
• İnfak; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'an'da İnfak
• Hadislerde İnfak
• Allah'ın Verdiği Her Nimetin İnfakı Vardır
• Malla Yapılan İnfak
• İlimden Yapılan İnfak
• Mutluluktan Yapılan İnfak
• Sağlıktan yapılan İnfak
• Gençlikten Yapılan İnfak
• Güzel Sözle Yapılan İnfak
• Güleryüzle Yapılan İnfak
• İnfakın Fayda ve Hikmetleri
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namazı ikame ederler (dosdoğru kılarlar), kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” 1184
İnfak; Anlam ve Mâhiyeti
İnfak kelimesi; ne-fe-ka kökünden türemiştir. Lügat olarak, tükenmek, azalmak anlamlarına gelir. “Nafaka”; harcanan para veya ihtiyaçların tamamı için gerekli kazanç anlamında kullanılır. İnfak ise; malı veya benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek anlamındadır. Allah yolunda harcamaya infak denir. Terim olarak infak: Gerek akrabalardan ve gerekse diğer insanlardan yoksul ve muhtaç olanlara para veya maişet yardımı yaparak, onların geçimini sağlamak demektir.
"İnfak"; Malın elden çıkarılması, harcanması ve sarfedilmesi demektir. İnfak'ın farz, vacip, mendup kısımları vardır. Zekât ve diğer sadakaları, bağışları, yardımları ve vakıf gibi fakirlere ve diğer çeşitli hayırları, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan ibâdetleri içine alır. "Sana infak'ı (Allah yolunda ne harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yaptığınız hayrı, muhakkak, Allah bilir." 1185
İnfak, mecaz yoluyla maldan başkasına da genelleştirilir. İlim öğretme ve benzeri gibi manevî şeyleri de içerir. Bununla beraber bunların hepsinin başında, İslâm'ın binâsından biri olan zekât vardır. "Zekât, İslâm'ın köprüsüdür."1186 Zekât, İslâm'ın bir geçididir. Dinin iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten
1184] 2/Bakara, 3
1185] 2/Bakara, 215
1186] Kütüb-i Sitte, cilt 7, s. 322
- 306 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak üzere kurulacaktır. Çünkü dünya ve âhirette korunmak için yapılacak olan görkemli İslâm binasının, dünyadaki "dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), âhiretteki "dâru's-selâm" (esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki, bunlar malî ibâdetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekât teşkil eder. Zira "Ancak Sana ibâdet ederiz ve ancak Senden yardım dileriz"1187 diye bir tevhid üslûbu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve kardeş topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir eşitlik duygusu ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise, o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin kalmaması ile mümkün olur.
Bir aç ile tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş binalar gibi, bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla biri diğerine kalben perçinlenmesi kabil değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibâdet birliği içinde olması, gerçekten fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin çalıştırılması için ilk önce zekât ve fıtır sadakaları ile zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin mevlâsı (efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile kurulması büyük bir görevdir.
Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık yalnızlığında beşerî bayağılıktan silkinecek, Allah Teâlâ ile ticaret yapmış olmanın bütün güzelliklerini kazanacak ve elindeki malın, Allah'ın malı olduğunu ve kendisinin onu muhtaç olan Allah'ın kullarına ulaştırmaya görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil; senin hakkındır, bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını, postalanmış koliyi teslim etmeye görevlendirmiş bir dağıtıcıyım" diyerek, aynı şekilde alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını kapatacaktır.
İşte Kitap ve Sünnetin araştırılmasına göre, Fıkıh Usulü ve Fıkıh'a ait kitaplarımızın zekât görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekât; müslümanı, beşerî düşüklüklerden ilahî vekilliğe geçiren bir köprüdür. Namaz, hayat kademelerinden İlahî huzura çıkaran bir mi'raç olduğu gibi, zekât da o mi'raçta alınan bir İlahî görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani zekât vermek için helal mal kazanıp zekât verecek dereceye çıkmaya çalışacak ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu olacaktır. Yani müslümanın gözü, zekât almaya değil; zekât vermeye dönük bulunacak ve ancak çaresiz kaldığı zaman zekât ve sadaka alabilecek ve tersi durumda aldığının haram olduğunu unutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun namazında ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm binasını tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya atılacakları düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yükseklik ve bu âyetlerle o muttakilere verilen övme değerinin önemi derhal anlaşılır.
Görülüyor ki Bakara sûresi, 3. âyette İslâm binasından, imandan sonra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar, diğerlerinden önce farz kılınmıştır: Namaz ve zekât. Çünkü bunlar, bütün ibâdetlerin aslıdırlar ve burada bilhassa anılmaları, özelliklerinden dolayı değil; diğerlerinin çeşitliliğine işareti de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibâdetler iki çeşide ayrılmıştır. Biri bedene ait
1187] 1/Fâtiha, 5
İNFAK
- 307 -
ibâdetler, diğeri de mala ait ibâdetlerdir.
Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü birkısım da, bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî ibâdetlerin asıl temsilcisi; zekât da bütün malî ibâdetlerin asıl temsilcisidir. Ve bunlar, imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk gelişmesidirler. Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün amellerin esasları da namaz ve infakda özetlenerek, İslâm dininin ilmî, amelî esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır.1188
Kur'an'da İnfak
İnfak kelimesi Kur'ân-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 73 yerde geçmektedir. Muaz bin Cebel ile Sa'lebe, Hz. Peygamber'e "kölelerimiz ve hısımlarımız var. Bunlara malımızdan ne şekilde ve ne miktarda harcayalım?" diye sorduklarında, şu âyet inmişti: "Sana hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin."1189 Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu âyete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini tasadduk ederlerdi. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı. 1190
Kur'an-ı Kerim'in pek çok âyetinde varlıklı mü'minlere "Allah yolunda infak" emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.
"Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helal ve iyisinden Allah yolunda harcayın." 1191
"Mallarını gizli ve açık olarak gece ve gündüz harcayan kimseler var ya, işte onların, Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." 1192
"Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, her başağı yüz daneli yedi başak bitiren bir tohumun hali gibidir. Allah dilediği kimseye daha kat kat verir. Allah'ın ihsanı çok geniştir. Her şeyi hakkıyla bilendir." 1193
"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar birre (Cennete ve iyiliğin en güzeline) eremezsiniz." 1194
"Sarf ettiğiniz her hangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar." 1195
"Allah, faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez." 1196
Hadislerde İnfak
Zekât ve her çeşit infakın önemini anlatan çokça hadis-i şerif vardır. Bunlardan
1188] Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, 1/180-181
1189] 2/Bakara, 219
1190] S. Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. 11/ 371
1191] 2/Bakara, 267
1192] 2/Bakara, 274
1193] 2/Bakara, 261
1194] 3/Âl-i İmran, 92
1195] 34/Sebe', 39
1196] 2/Bakara, 276
- 308 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birkaçını sunalım:
"Mallarınızı zekâtla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Belâya dua ile karşı koyun." 1197
"Malın zekâtını ödedin mi, kendinden onun şerrini def ettin demektir." 1198
"Sadaka, malın miktarını eksiltmez, artırır."
"Zekâtını ödeyen, üzerinde bulunan (fakirin) hakkını ödemiş olur, fazla vermek efdaldir."
"Farz zekâtı öde. Zira o seni temizler. Sıla-i rahmi eda et. Dilenci, komşu ve fakirin hakkını gözet."
"Zekâtı ödeyen, misafire ikram eden, musibete uğrayanlara veren cimrilikten kurtulur."
"Allah, zekâtını ödemeyen kimsenin namazını kabul etmez, ikisini birlikte yapıncaya kadar. Zira Allah Teâlâ namazla zekâtı (Kur'an'da yan yana birlikte zikretmek suretiyle) birleştirmiştir; Siz aralarını açmayın."
"Allah imanı ve namazı ancak zekâtla kabul eder." 1199
Sonradan pişmanlık duymamak için, müslümanın cömert davranarak Allah'ın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O'nun rızasına uygun bir biçimde infak etmesi gerekir. " Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: 'Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam' demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin." 1200
İnfak, Allah'a ibâdetin öylesine bir parçasıdır ki, onsuz din olmaz. Bir insanın gönlünde yaktığı iman ışığının devamı, ancak namaz-infak ikilisiyle yürür. "Acaba imanım ne durumda?" diye düşünüyorsanız; namaz ve infaktaki seviyenize bakın. İmanın sağlaması ve göstergesi, bu iki temel ibâdettedir. Bunlarda nasibiniz yoksa, iman ışığınız ya sönmüş, ya da sönmek üzeredir. Genelde infak; Mü'minin kendisinde mevcut her nimeti başkalarına yansıtması, başkalarını o nimetlerden yararlandırması demektir. Her türlü malî yardımlarla davranış biçimindeki yardımlar infak kavramının içine girer. İnfak; paradan, maldan olduğu gibi, ilimden, güzel sözden, güleryüzden de olur. Ayrıca sağlığın, saadetin, gençliğin de infakı vardır. Ve infak, farz olan cihadın bir şubesidir.
Allah'ın Verdiği Her Nimetin İnfakı Vardır
Malla Yapılan İnfak
Para ve maldan Allah için yapılan yardım. Malla yapılan infakı üçe ayırmak gerekir:
a- Zekât: Belli bir mâlî gücü olan müslümanın kazanç ve malından vereceği yüzde iki buçuk tutarında zorunlu bir mâlî ibâdettir. Verilmediği takdirde kazancın ve malın tamamı pis ve haram olur.
1197] Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 322
1198] a. g. e. 7/ 323
1199] Bütün bu hadisler ve başkaları için Bk. Kütüb-i Sitte, c. 7, s. 323 ve devamı
1200] 63/Münâfikun, 10
İNFAK
- 309 -
b- Sadaka: Miktarı bizce tayin olunan sınırlı bir yardımdır. Bayramlarda fıtır sadakası, ya da adak sadakaları ile yemin ve oruç karşılığı sadakalar da aynı gruptan maddî yardımlardır.
c- Îtâ: Ciddi ölçüde büyük mâlî yardım biçimidir. Yetim bir kızı evlendirmek, fakir bir delikanlıya sermaye vermek, darda kalan bir insanın borcunu karşılamak gibi. Vakıflar, hayır yatırımları, kamu yararına yapılan bilinçli bağışlar da îtâya girer. Farz olan îtâ ibâdetinde sınır, bu infakı yapanın zevkine ve gücüne kalmıştır. Hatta îtâ yapanın, belli bir seviyede zengin olması bile gerekmez.
İlimden Yapılan İnfak
İnsanlara faydalı olacak bilgilere sahip olanlar; bilgilerini, mutlaka başkalarına belli sürelerde, belli miktar aktararak infak etme zorundadırlar. İlmin infak zorunluluğuna ait bu ibâdet, ilk defa İslâmîyet'le beraber, ilmin açıklanıp yaygınlaştırılması ilkesini getirdi. Modern bilimlerin doğmasında ilme ait bu yeni kavram değişikliğinin rolü pek çoktur. İslâm'ın, ilmin infakında önemli bir formülü, herkese anlayacağı ölçüde ilim sunma zorunluğudur. Bir İslâm âlimi, "beni kimse anlamaz" diye dört talebesiyle bir köşede oturamaz. Oturursa infak etmiş olmaz. İlmini gereğince basitleştirerek, sadeleştirerek en sade vatandaşa sunar, sunmak zorundadır. "Allah, kendilerine kitap verilenlerden, 'onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diyerek söz almıştı. Onlar ise, bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!" 1201
Mutluluktan Yapılan İnfak
Her mutlu insan, çevresindeki mutsuzlara, kendi mutluluğundan aktarmak zorundadır. Mesela, garip bir komşumuza bir akşam çayı ikram etmek, dertli bir dostunu teselli etmek bile bu infak çeşidine girer. "Gönül alma" diye tanımlanan bu infak, günahları mum gibi eritir. Dertlilerin, gariplerin, müstaz'af ve mutsuzların gönlü çok hassastır. Onlara içtenlikle yaklaşır, manevî infakımızı yapar, gönüllerini alabilirsek hem mutluluğumuz, hem de ecrimiz artacaktır.
Sağlıktan yapılan İnfak
Sağlıklı bir kimsenin hastalara yaptığı hizmet, sağlıktan yapılan infaktır. Özellikle çağımızda sağlık infakında, para infakı da beraber yürür. İmkânı olanlar, hastaların tedavileri için maddî yardımda bulunarak kendi sağlık infaklarını yapmalıdır. Fakir kimseler de, hasta ziyaretleri ile onları teselli ederek aynı infakı yapmalıdır.
Gençlikten Yapılan İnfak
Güçlü bir insanın güçsüz, yaşlı kimselere yapacağı her türlü yardım; gençlikten yaptığımız infaktır. Bu tür infakın bir önemli yanı, kolayca kazanılan dualardır. Unutmamak lazımdır ki, infakı kurumuş toplum tarlalarında hiçbir meyva yetişmez.
Güzel Sözle Yapılan İnfak
Etkin, doğru ve güzel konuşmasını bilenler, çevrelerindeki insanlara güzel
1201] 3/Âl-i İmran, 187
- 310 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözlerle istikamet göstermek zorundadırlar. Bu güzel ve tatlı söz söyleme, özel bir kabiliyettir ve bu nimete sahip olanlarca infak edilmek zorundadır. Efendimiz bu konuda çok hassas davranmış, ancak güzel konuşan ashabını özel olarak seçmiş, dini tebliğlerine izin vermiştir. Güzel sözle yapılan infak, Efendimiz'in ilk emirlerinden olduğu için, ashabın büyük kısmı bu infaka sahip çıkmışlardır. Bu infak aynı zamanda imanın, ahlakın insanlar arasında yayılmasını sağlamıştır.
Güleryüzle Yapılan İnfak
Peygamberimiz'in ilk emirlerinden olan "Hiç olmazsa güleryüzünüzle infak edin" emri, toplum mutluluğu açısından akıl almaz güzelliklerin kaynağıdır. Aynı zamanda bu alışkanlık ilahî kadere karşı saygıyı yaygınlaştırır. Her şartta güleryüze alışan müslümanlar, bir anlamda Allah'a karşı rızayı gelenek haline getirir. Peygamberimiz, bu güleryüz emrini verdikten sonra bütün ashab güleryüzü âdet haline getirdiler. Müslümanlığın o çetin günlerinde; bütün zulme ve eziyete rağmen o yüce kişiler hep güleryüzlü idiler. Onların yüzlerini görenler sanki cennetten henüz geldi sanırlardı. Bir müslümanın asık suratla gezmesi, konuşurken surat asması yasaktır. En azından bir infakı terketme olayıdır. Çünkü asık surat bir yandan ilâhî takdire karşı gaflettir; ona rıza gösterilmemesinin sembolüdür. Bir yandan da kul hakkına ve insan kavramına saygısızlıktır. İnsanlara karşı önce güleryüz ve tatlı dille yaklaşmayı dinimiz vazgeçilmez bir infak ve sadaka saymıştır.1202
Mü'minler, bilirler ki, sahip bulundukları şeylerin yaratıcısı kendileri değildir. Bunlar rızık olarak Allah tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. İşte bu itiraf ve şuur neticesinde mü'minler, fakir ve zayıf kimselere karşı iyilik ve ikram kapılarını açarlar. Bu kapıların açılması, kulların birbirine karşı kardeşlik duygusunu, insanlık şuurunu ve beşerî tesanüdü meydana getirir. Bu sıfatların kıymet ve ehemmiyeti insandaki cimriliğin ve egoistliğin zail olup yerini iyiliğe, cömertliğe terketmesiyle meydana çıkar. Aynı zamanda bu sıfatlar, hayatı çatışma ve ihtiraslardan uzaklaştırıp sevgi ve yardımlaşmaya sevkeder. Zayıf ve çaresizlere tam bir emniyet sağlayarak onlara vahşet ve hırs pençeleri arasında değil; kalplerde, gönüllerde yaşadıklarını hissettirir. İnfak; zekâtı, sadakayı ve hayır yolda verilen her yardımı içine alan bir ifadedir. Zekât, infakın ihtiva ettiği umumilikten bir cüzdür. Ve infak, asıl olması hasebiyle zekâttan önce emrolunmuştur. Peygamberimiz: "Malda zekâttan başka da hak vardır."1203 buyuruyor. Bu hadis-i şerifte kastolunan mana, zekâtı içine almakta olan infakın zekâttan önce emrolunmasıdır. 1204
İnfakın Fayda ve Hikmetleri
Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin bulunması doğaldır. Doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını gözetmemesi ve sosyo ekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi, yani zenginin daha zengin; fakirin daha fakir olmasının engellenmesi, hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal
1202] Haluk Nurbaki, Bakara Sûresi Yorumu, s. 41-45
1203] Tirmizî
1204] Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l Kur'an, c. 1, s. 80-81
İNFAK
- 311 -
gerilimin önlenmesi gerekir. Kur'an-ı Kerim'de sosyal gerilimin, müstaz'af - müstekbir ikileminin engellenme yolları belirtilmektedir. Kur'an'da cennet ehli muttakiler tanıtılırken "...Mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır."1205 buyrulur. Namaz kılan ve namazlarında devamlı olanların eline mal geçip zengin olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar, sahip oldukları mallarda muhtaç ve mahrumların belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar"1206 buyrulmuştur. Bu düzenleme aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. 2/Bakara 263 ve 264. âyetlerden anlaşıldığına göre; zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, her türlü meşrû sebebe yapıştığı halde, gücü geçinmeye yetmediğinden mahcûbiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor. Başa kakma ve mahcubiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme, bir anlamda toplumsal gerilim sigortası görevi görür.
Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe; infak ise, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma yanında, toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikroplardan arınmaya, toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine hizmet ediyor. İnfakın bir ibâdet oluşunun anlamı burada gerçekleşiyor; İnfak, toplumsal ibâdettir. "Onların mallarından sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun."1207 Temizleme ve tezkiye; bu iki kelime, zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de manevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. İnfak eden, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik, fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, kul haklarına tecavüz etmeye, haramlarla da olsa mala hırs göstermeye götürür. İnfak, mü'mini mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır. İslâm, insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da, zenginin infak ederek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi, hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
İnfak, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibâdetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selametinin şükrüdür. Her çeşit infakı içeren malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla infak eden mü'min, her nimetin, mesela sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin de o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekât ve diğer infak çeşitleri, bir ibâdet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm'ın toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem verdiğini gösterir. Her türlü infak, malı ve malın bereketini artırır. Yoksul zümrelerin eline geçen para, her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır. Bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi talep hacmi,
1205] 51/Zâriyât, 19
1206] 70/Meâric, 22-25
1207] 9/Tevbe, 113
- 312 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ekonomik hayata dinamizm getirir. İnfak sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. İslâm kardeşliği de böylece gerçekleşir.
Rasûlullah'ın benzetmesiyle müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir. Vücudun bir âzâsı sızlayınca bu ağrıyı öbür organların duymaması, bu derdi paylaşmaması mümkün mü? Hayır, çünkü böyle bir durum, vücudun fıtrî -doğal- yapısına terstir. Toplumda fakirlerin haklarına riâyet edilmemesi, vücuttaki bir uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı şekilde fakirlerin haklarına tecavüz, sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını yitirmesine yol açacaktır. Bu durum, toplum üzerindeki ilahî yardımın, rahmet ve bereketin çekilmesi demektir. Bugün toplumumuzda görülen ekonomik problemlerin önemli bir kısmı bu hastalıkla ilgilidir.
Mü'min, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Her çeşit malı ve nimetleri, asıl kaynağı olan Allah'a nisbet eder. "Onlara rızık olarak verdiklerimizden..." ifadesi mü'minin özel mülk ve gerçek mâlik anlayışını düzenler. Böylece infak eylemi, dağıttığı şeylerin kendi özel malı olmadığını, kendi özel mülkiyetinden tasarrufta bulunmadığını hatırlatarak onun bağış bencilliğini kırar. Mü'minlerin tüm yaptıkları, Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bir postacıdır, bir veznedardır, bir emanetçidir mü'min. Bu telkin, asıl verenin, asıl sahip olanın Allah olduğunu hatırlatır. Böylece mü'min, Allah'ın kendisine verdiği rızıklardan sorumlu olduğunu anlar. Mü'min, malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Sadece malını değil; rızık kelimesinin, mülk kelimesinin kuşattığı tüm maddî ve manevî nimetler konusunda aynı bilinç ve davranış sözkonusudur. İnfak, insanın sahip olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. İlme sahip olanlar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak ve ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Makam, şöhret, çalışma, tecrübe ve diğer konulardaki imkânlar da böyledir. Bu tür imkânları olanlar, onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ihtiyacı olan insanlara dağıtmak mecburiyetindedirler. Bu sorumluluk, arta kalan bir şeyi verme niteliğinde ve nafile bir ibâdet değil; bir görevi yerine getirme sorumluluğu, bir farzı eda etme bilincidir.
Mü'minler; Karun gibi toplayıcı değil; Harun gibi dağıtıcıdırlar. Dağıtmak için kazanırlar. Verirken tükeneceğinden korkmazlar. Çünkü veren Allah'tır; "ver" diyen de Allah'tır. "Siz Allah için bir şey verdiğinizde Allah onun daha iyisini verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."1208 Mü'min, İblis gibi fakirlikten korkutup cimriliği emretmez1209; İdris gibi cömertliği emreder.
Ne kadar verelim sorusuna Bakara 219. âyette ihtiyaç fazlasının verilmesi gerektiği; nereye verelim sorusuna 215. âyette anne-babaya, yakınlara, yetimlere, fakirlere, yolda kalmışlara diye cevap verirken bunların müslüman veya kâfir oldukları bildirilmemiştir. Hatta, Bakara 26. âyeti kâfirlere hidâyet vermek sana düşmez; sana infak etmek düşer anlamındadır.
Allah yolunda infakda oran yoktur. Zekâtta sınır vardır ama sadakada sınır yoktur. Sadaka infakının sınırını İsra sûresinin 29. âyeti göstermiş ve eli boş
1208] 34/Sebe', 39
1209] 2/Bakara, 268
İNFAK
- 313 -
kalacak şekilde saçıp savurmayı da yasaklamıştır.
'Sizden birine ölüm gelip 'Ya Rabbi keşke yakın bir zamana kadar ecelimi geciktirsen de sadaka versem' demeden önce size verdiğimiz rızıkdan veriniz."1210 İlminizin sadakasını verin. Makam ve mal varlığınızın sadakasını verin. Allah yolunda yapılan infakın verildiği zamanlar da önemlidir. Müslümanların dar ve zor durumlarında yardım edenle, bol günlerinde yardım eden bir değildir. Rabbimiz Mekke fethinden önce infak eden ve harb edenlere Mekke fethinden sonra infak ve harb edenlerin denk olmadığını haber veriyor. 1211
Mü'min, canını yaratanın Allah olduğunu, malını verenin Allah olduğunu bilir ve O'nun yolunda mal ve canıyla cihad eder. Bakara sûresi 3. âyetindeki "onlara verdiğimiz rızıktan infak ederler" âyetini okuyunca, biz verdiğimizi kendi malımızdan değil; Allah'ın bize emaneten verdiğinden infak ettiğimizi anlıyoruz. Düğün evinde yemek kazanının başındaki aşçı yemek dağıtırken kimseyi minnet altına alamadığı gibi, kimsenin başına kakamadığı gibi, "ben malımdan dağıtıyorum" diyerek övünemediği gibi infakda bulunan kişi de haddini bilir.1212
Kur'an'dan faydalanabilmenin şartlarından biri, kişinin, Allah'ın ve insanların hakkını vermek üzere Kitap'taki talimatlara uygun olarak parasını başkalarıyla paylaşmaya hazır olmasıdır. Bu çok önemli bir şarttır. Çünkü bir cimrinin veya parayı her şeyden çok seven bir servet düşkününün, İslâm uğrunda malî fedakârlıklar yapması beklenemez.1213
Cimrilik, yahudilerin ve yahudileşenlerin, kapitalistlerin özelliğidir. Cimri, paranın egemenliğine boyun eğdiğinden paranın mahkûmudur. O yüzden cimri, devamlı psikolojik bunalım içindedir, doyumsuzdur, sevgisizdir. Fedakârlığın, vermenin tadına varmanın ne kadar güzel olduğunu, âhiret ödülü yanında, dünyada da insanı mutlu ettiğini bilemez cimri. Cimriliğin sebebi, aşırı para, mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Cimrilik yüzünden durmadan para biriktiren ve tükenir endişesiyle hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı bile kendilerine zehir eden para mahkûmları vardır. Hâlbuki para, mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür. "Onlar ki hem kıskanır, cimrilik ederler, hem de herkese cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azab hazırladık." 1214
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır: "Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir." "Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: İlahi, infak edene karşılığını ver; diğeri: Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler."1215; "Cimri kişi, Allah'a uzak, cennete uzak, insanlara uzak ve cehennem ateşine yakındır." 1216
1210] 63/Münâfıkun, 10
1211] 57/Hadîd, 10
1212] Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, c. 1, s. 85-86
1213] Mevdûdi, Tefhimül Kur'an, c. 1, s. 49
1214] 4/Nisâ, 37
1215] Riyâzü's-Sâlihîn, 1/ 253
1216] Tirmizî, Birr 40
- 314 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Paralarından ve mallarından en az yararlanan cimrinin kendisidir. Cimriler, kendilerinin ölmelerini isteyenler için servet biriktiren insanlardır. Cimri, yeryüzünde kendi yararlanamayacağı serveti biriktirirken; infak sahibi cömert gökyüzünde kendisi ebedî yararlanacağı serveti biriktirir. İnfak eden mü'min, istikbalini düşünen kimsedir; yarın gideceği yere yatırım yapmakta, içinde ebedî yaşayacağı köşkünü hazırlamaktadır.
İnsan, malına cimrilik ettiği nisbette şerefinden kaybeder. Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır. Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenab-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah, serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır. "Allah'ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar; bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır." 1217
İnfak, mutluluğun merdivenidir. Alan kimse, nimetlerden geçici ve sınırlı bir şekilde yararlanırken; veren mü'minin hazzı kısa sürede sona ermez. Mü'min kalp, mal ile değil; iman ile mutmain olur. Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiçbir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez. Kalpler, cömertlikle, infak sayesinde temizlenir.1218 Çünkü küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan sebeplerden biri de aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de; "Serveti de düşkünce seviyorsunuz." buyrulur. İşte bu sevgi ile insan, "ben bu malı infak edersem bana bir şey kalmaz" korkusuna1219 düşer ve hemen şeytan harekete geçer: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder."1220 Oysa Allah'ın bildirdiğine göre: "mal ve servet insan için bir imtihandır."1221 Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertlik ve infaktır. 1222
İnsanların cömertlikten ve infaktan kaçmasının sebepleri başında: "benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?" duygusu ile "başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim" düşüncesi gelir. İslâm dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm'a göre mal ve servet herhangi bir şahsın tekeli altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ'nındır. Her şeyin gerçek mâliki Allah'tır1223. Kur'an-ı Kerim'de bu durum yirmiyi aşkın âyette vurgulanmaktadır. Mülk Allah'ın olduğuna göre, tabiî olarak
1217] 3/Âl-i İmran, 180
1218] Bk. 92/Leyl, 17-20
1219] 89/Fecr, 20
1220] 2/Bakara, 268
1221] Bk. 39/Zümer, 49-52
1222] Bk. 64/Teğâbün, 15-17
1223] 3/Âl-i İmran179; 57/Hadîd, 10
İNFAK
- 315 -
sahibinin yolunda sarfedilmesi, mü'min için en makul bir olay olarak değerlendirilir. Mü'mindeki infak ve cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır.
Hesap gününü düşünen her mü’min, malın bir imtihan sebebi olduğunu bilir ve mâlî ibâdetlerini eda etme hususunda titiz davranır. Tüketim hırsının alabildiğine kamçılanması ve hesap günü şuurunun yok edilmesi, başlı başına bir fâciadır. "Kâfirler/inkâr edenler (dünyada) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir."1224 Rasûl-i Ekrem de: “Mü’min, bir midesi ile yer; kâfir ise yedi mide ile yer.”1225 buyurmuştur. Buradaki yedi rakamının mübalağa için olduğu ve mü’minlere darb-ı mesel olarak zikredildiği âlimlerce belirtilmiştir. Mü’min, dünyaya karşı zâhiddir. Kâfir ise hırsla doludur. Dolayısıyla mü’min, yemeği, hayatını devam ettirebilmek ve ibâdetlerini eda edebilmek için yemektedir. Kâfirler ise; hırs, şehvet ve lezzet duygularını tatmin edebilmek için yemektedirler. Elbette yemek ihtiyacı insandan insana değişebileceği gibi, insanın çalıştığı işin zorluğuna veya kolaylığına göre de değişebilir.
Kur’an-ı Kerim’de: “Onların mallarında isteyenin ve (iffetinden dolayı dilenemeyen) yoksulun da bir hakkı vardır.”1226 hükmü beyan buyrulmuştur. Mü’minlerin mallarıyla, dilleriyle ve canlarıyla cihad etmeleri, kat’i nasslarla emredilmiştir. İşte cihadın ilk ve vazgeçilmez çeşidi olan malla cihada infak adı verilir. İnfak amelinin eda edilmesi için ilk rükûn, imandır. “Kıyamet gününde cehennem ehlinden olan kimseye denilir ki: ‘Dünya dolusu malın olsaydı (şu azaptan kurtulmak için) o malını fidye olarak verir miydin?’ O kimse, azabın şiddetini gördüğü için: ‘Evet!.. Muhakkak verirdim’ der. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben (dünyada) senden, bundan daha kolay bir şey istemiştim. Henüz ruhlar âleminde iken, bana hiçbir şeyi şirk koşmaman hakkında senden misak almıştım. Sen ise sözünden döndün. Bana ortak koşmaktan başka bir şey kabul etmedin." 1227
İnfak amelinin edası için ikinci rükûn, ihlâstır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin infak hususundaki tavırları izah buyrulmuştur: “Yemeğe olan sevgilerine rağmen; yoksulu, yetimi ve esiri doyururlardı. ‘Biz size ancak Allah’ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür istemeyiz. Çünkü biz Rabbimizden, o suratların ekşiyeceği çetin günden korkarız’ derlerdi. İşte bundan dolayı Allah, o günün şerrinden onları korumuş, (yüzlerine) bir güzellik, (kalplerine) sevinç vermiştir.”1228 İhlâsdaki seviyelerinden dolayı, sahabe-i kiram, infak amelini eda için, genellikle gece karanlığından faydalanmıştır. Buna imkân bulamazlarsa, fakir kimse uyurken, infak edecekleri malı yanına bırakıp oradan hızla uzaklaşmışlardır. Rasül-i Ekrem’in: “Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmasın.”1229 tavsiyesi, farz olan zekâtın dışında bütün infak için geçerlidir.
İnsanın fıtrî hallerinden birisi de, iyilik gördüğü kimseyi sevmek, kötülük gördüğü kimseden de uzaklaşmaktır. Bu, esasen her canlıda bulunan bir özelliktir. Fakat bazen öyle iyilik edenler olur ki, yaptığı iyiliği başa kakarak, insanı “keşke bu iyiliği yapmasaydı” dedirtecek noktaya götürür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:
1224] 47/Muhammed, 12
1225] Sünen-i İbn Mâce, hadis no: 3256
1226] 51/Zâriyât, 19
1227] Buhârî, Rikak 49; Ahmed bin Hanbel, III/218
1228] 76/İnsan, 8-11
1229] S. Müslim, I/715; Tirmizî, Tefsiru’l Kur’an 96
- 316 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Mallarını (Allah yolunda) harcayıp da, sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenler (yok mu?) Onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.”1230 buyrulmuştur. Yapmış olduğu iyiliği her fırsatta gündeme getiren ve karşısındaki insanın hislerini rencide eden kimse “infakını iptal etmiş” hükmündedir. Zira iyiliği başa kakmayan ve diliyle eza vermeyenler için korku kaldırılmıştır. Diğerlerine gelince, Allah Teaala: “İyi (ve güzel) bir söz veya bir ayıbı örtme; ardından eziyet gelen (başa kakılan) bir sadakadan hayırlıdır. Allah (kullarının infaklarından) müstağnidir, halimdir.”1231 hükmünü beyan buyurmuştur. Bilindiği gibi, güzel bir söz veya bir ayıbı örtmek için, mutlaka zengin olmak gerekmez. Her mü’min (zengin veya fakir) bu ameli eda edebilir. Bu âyette, beliğ bir üslupla, önce infakta bulunan, daha sonra (bu sebeple) eziyet eden mükellefin, amelinin (sevap açısından) iptal edildiği haber verilmiştir. Dolayısıyla infak amelinin değişmeyen iki rüknü vardır. Birincisi, iman; ikincisi ihlâstır.
Kimlere infak edilmesi gerektiğini Kur’an açıklar: “Onlar hangi şeyi (ve kimlere) infak edeceklerini sana sorarlar. De ki; ‘maldan vereceğiniz nafaka, öncelikle annenin, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların ve ibn-i sebil’in (yolcunun, misâfirin) hakkıdır. Her ne işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir.”1232 Âyetteki sıralamaya ve önceliklere dikkat edilmesinin önemini de tekrar hatırlatalım. Peyğamberimiz de infak hususunda tercih önceliklerini şöyle bildirir: “Evvelâ kendinden başla (kendi ihtiyacını karşıla)! Şâyet bir şey artarsa ailene, ailenden de bir şey artarsa akrabana ver. Akrabana verdikten sonra bir şey artarsa şöyle ve şöyle yap buyurdu. Ve önünde, sağında, solundaki muhtaçlara ver diye işaret etti.” 1233
Kur’ân-ı Kerim’de: (Sadakalar, infaklar) Allah yolunda kendisilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olamazlar. (Hallerini) Bilmeyenler, iffet ve istiğnalarından (hallerini gizlemelerinden) dolayı onları zenginlerden sanır. Sen (ey Peygamber) o gibileri simalarından tanırsın. Onlar insanlardan yüzsüzlük edip de bir şey istemezler. Siz ne mal harcarsanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilendir.”1234 buyrulmuştur. Rasül-i Ekrem, gerçek fakiri şu şekilde tarif etmiştir: “Asıl fakir, ortalıkta dolaşıp dilenen, kendisine bir-iki hurma veya lokma, ya da ekmek parçası verilen kimse değildir. Kendisine yetecek kadar rızık bulamayan, hali bilinmediği için sadaka da verilmeyen, kimseden de bir şey talep etmeyendir.” 1235
İslâm toplumu, “iyilik ve takva hususunda yarışma”yı esas alan fertlerin bir araya gelmesiyle hayatiyet kazanır. İman eden, salih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye eden insanlar hüsrandan kurtulabilirler. İnfak amelinde, riâyet edilmesi gereken en önemli prensip şudur: Mükellef, en sevdiği şeyi infak edecektir. Bu husus, kat’i nasslarla sabittir: ”Siz sevdiğiniz şeylerden infak edinceye, (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla birr’e, iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilendir.”1236 Bu âyet-i kerime inzal olunca, sahabe-i kiram infak hususunda birbirleriyle yarışmışlardır. Ensardan Hz. Talha (r.a.) Mescid-i Nebi’nin karşısında bulunan ve Beyraha denen çok kıymetli bahçesini
1230] 2/Bakara, 262
1231] 2/Bakara, 263
1232] 2/Bakara, 215
1233] Müslim, Hadis no: 41 -997-
1234] 2/Bakara, 273
1235] Müslim, I/719; Ahmed bin Hanbel, I/384; Muvattâ, II/924
1236] 3/Âl-i İmran, 92
İNFAK
- 317 -
infak etmiştir.1237 Hz. Ömer, malının en iyisi olan Hayber hurmalığını vakfeder. Hz. Câbir (r.a.): “Ben hicret edenlerden veya ensardan mal sahibi olup da infakta bulunmayan hiç kimseyi hatırlamıyorum” diyerek, sahabenin bu husustaki tavrını izah etmiştir.
Rasül-i Ekrem’in: “Veren el, alan elden daha hayırlıdır.”1238 buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla mü’minler, en sevdikleri mallardan, ihlâsla infakta bulunmalıdırlar. İslâmî mücadelenin hedefine varabilmesi için iyilik ve takva hususunda birbirleriyle yarışan, muttakî mü’minlere ihtiyaç vardır. Bu husus asla unutulmamalıdır. 1239
Kur'an'ın koyduğu ilkelerin başında yer alan infak konusu oldukça önemli bir konudur. Bir insanı tanımak istiyorsanız, o insanın hayatında infakın yerini araştırınız. Araştırınız, çünkü çok önemli bir ipucu yakalamış olursunuz. O, insanın kalitesini anlamada yardımcı olur. Evet! Allah için vermek, infak etmek, çok büyük bir meziyettir. İnfak, sahibini yüceltir, Allah katında sevimli kılar. Allah Rasûlü, birçok hadislerinde vermeyen, infak ruhu gelişmeyen ve Allah için vermeyi bir vicdan zevki haline getirmeyenleri uyarmış, ikaz etmiştir. Hatta cimri olan bir âlime, cömert olan fakat İslâm adına fazla bir şey bilmeyen insanları tercih etmiştir.
Rabbimiz Kur'an'da sıkça arınan ve sakınanlardan bahseder ve onlara özel iltifatlarda bulunur. Ayrıca arınmanın yolunu da gösterir. Bu konuda Rabbimiz infak ederek arınacağımız konusunda telkinde bulunur. "O (mü'min) ki, malını (Allah için) vererek arınır, yücelir."1240 Demek ki arınmanın yolu infak etmekten geçer. İnfak edersek kalben ve ruhen arınırız. İnfak ederek manen yüceliriz. Gerçek iyiliğe kavuşuruz. Olgun bir kişilik, emin bir şahsiyet oluştururuz. Mallarımızdan O'nun için infakta bulunursak arınırız. Peki, arınanlara Allah'ın yardımı nedir sorusuna başka bir âyet cevap vermektedir: "Eğer siz arınır ve sakınırsanız, Allah sizlere iyilikle kötülüğü birbirinden ayıracak ince bir anlayış verir."1241 Âhiretteki büyük nimetinden başka bu dünyada gaybî yardımları ile destekleme taahhüdünde bulunmuştur. Basiretimizi açmayı, gerçekleri görecek gözü ihsan edecek doğru yol üzere bulunmamızda yardımcı olacaktır. İnfak edenler, Allah ile aralarında özel bir bağ oluşturacaklardır. Yalnız Allah için vermek, yalnız O'nun rızasını gözeterek vermek, insanı Allah'a yaklaştıracak, Allah için olma ve Allah için yapma, amel işleme alışkanlığı kazandıracaktır. Zira Allah için infak edince insanların duyarak reklamını yapmalarına engel olacak, Rabbim bilsin yeter diyecektir. Bu anlayış, onu ihsan makamına erdirecek, ruhî bir olgunluk kazandıracaktır. "Her ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu hakkıyla bilendir."1242 Yani, yaptıklarınızı, yardımlarınızı insanlara duyurmaya, afişe etmeye kalkışmayın. İnfak edeceğiniz şeyleri değersiz şeylerden seçmeyin. Çünkü Allah hakkıyla bilendir. Ne verdiğinizi ve niçin verdiğinizi bilir.
Elde avuçta olanı paylaşmak, iman kardeşliğini ve imanda kemali gösteren
1237] Müslim, K. Zekât 42
1238] Müslim, Zekât 32; hadis no: 94 –1033-
1239] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İkinci Kitap, s. 78-82
1240] 92/Leyl, 18
1241] 8/Enfâl, 29
1242] 3/Âl-i İmran, 92
- 318 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir yüceliktir. Tıpkı Medine'li ensar'ın, Mekke'li muhacirler ile paylaştığı gibi. İşte gerçek infak böyle olur. Asr-ı saadetteki infak ile ilgili somut olaylarla kendi durumumuzu karşılaştırmalıyız. Belki yaptıklarımızın, infak adına yaptığımız teberruların basitliğini, gerçek infak olmadığını o zaman daha iyi anlamış oluruz. Belki de verdiğimiz küçük bağışların, vicdanımızın baskısından kurtulmanın aracı ve kendimizi tatmin yöntemi olduğunu göreceğiz.
Bilindiği gibi Hz. Ebubekir (r.a.) iman etmeden önce Mekke'nin en zenginlerindendi. İslâm ile tanışıp, gerçek imanın haz ve lezzetini alınca, imanın bir gereği olarak olabildiğine yardımsever bir kişilik olarak göründü. Nerede yardıma muhtaç biri varsa yanı başında yardımına koşan biri de vardı: Hz. Ebubekir! Hz. Bilal'ler her türlü zulüm ve işkence altında inlemeye, mahkûm edilmeye dursun, onları hürriyetine kavuşturmak için dünyalık adına sahip olduğu tüm varlığını seferber eden biri vardır: Hz. Ebubekir! Hicret etmek zorunda kalmıştır, ancak yarı yolda karşısına çıkan Mekke'li müşrik İbni Duğine; "ne olur gitme, ne kadar hayırsever olduğunu herkes biliyor, bu insanların sana ihtiyacı var. Senin yardımına, fedakârlı-ğına ihtiyacımız var." diyerek himayesinde Mekke'ye geri getirdiği insan da yine Hz. Ebubekir’den (r.a.) başkası değildir.
Aslında Peygamber'e gönül veren tüm ashabda bu ruhu görmek mümkündür. Ancak Hz. Ebubekir'de bu şuur daha bir belirgin idi. Bunun için misalimizi ondan verelim: Tebük seferine çıkılmak üzeredir. İslâm savaşçılarına silah ve mühimmat gereklidir. Bunun için sevgili Peygamber, müslümanlardan infak etmelerini istemiştir. Hz. Ömer uzun zamandan beri Hz. Ebubekir'in infak anlayışına gıbta etmektedir. İşte fırsat doğmuş, ondan daha fazla infak etmenin sırası gelmiştir. Herkes gücü yettiğince infak eder ve geçer. Sıra Hz. Ömer'e geldiğinde: "Ya Rasûlallah! İşte malım, tam yarısını Allah için infak ediyorum." diyerek gönüllerde taht kurmuştur. Ancak sıra Hz. Ebubekir'e gelmiştir. Büyük bir özveri ve fedakârlık ile: "Ya Rasûlallah! İşte malım, tamamını infak ediyorum." dediğinde, Efendimiz (s.a.s.) itiraz etmişti: "Ya Ebabekir, ehline, çoluk-çocuğuna bir şey bırakmadın mı?" Hz. Ebubekir: "Allah ve Rasûlü'nü bıraktım, yetmez mi ya Rasûlallah, kâfi gelmez mi ya Rasûlallah?" diyordu. Malının tamamını infak etmek her babayiğidin kârı değildi. İşte gerçek infak bu ve benzerler idi. Şimdi kendi yaptıklarımızın ne kadar komik kaldığını, aylık gelirimizin yüzde kaçına tekabül ettiğini görerek, kendimize çekidüzen vermemiz gerekmektedir. 1243
İslâm hukukunda infakın kapsamı geniştir. Aile reisinin bakmakla yükümlü olduğu kimselere harcama yapmasını kapsamına aldığı gibi; diğer yoksul ve muhtaçlara yapılan zekât; sadaka ve benzeri yardımları da anlamı içine alır. Zekât gibi miktarı belli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, ashab-ı kiram, yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.
"Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcayıncaya kadar birre (Cennete ve iyiliğin en güzeline) eremezsiniz."1244
"Sarfettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar." 1245
1243] Hüseyin Caneri, Ahlak Bilinci, s. 86-90
1244] 3/Âl-i İmran, 92
1245] 34/Sebe', 39
İNFAK
- 319 -
İnfakla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İnfak Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 73 Yerde): 2/Bakara, 3, 195, 215, 215, 219, 254, 261, 262, 262, 264, 265, 267, 267, 270, 270, 272, 272, 272, 273, 274; 3/Âl-i İmrân, 17, 92, 92, 117, 134; 4/Nisâ, 34, 38, 39; 5/Mâide, 64; 8/Enfâl, 3, 36, 36, 60, 63; 9/Tevbe, 34, 53, 54, 54, 91, 92, 98, 99, 121, 121; 13/Ra’d, 22; 14/İbrâhim, 31; 16/Nahl, 75; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 42; 22/Hacc, 35; 25/Furkan, 67; 28/Kasas, 54; 32/Secde, 16; 34/Sebe’, 39; 35/Fâtır, 29; 36/Yâsin, 47; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 38; 57/Hadîd, 7, 7, 10, 10, 10; 60/Mümtehıne, 10, 10, 10, 11; 63/Münâfıkun, 7, 10; 64/Teğâbün, 16; 65/Talâk, 6, 7, 7.
B- İnfak Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
a- İnfak; Allah Yolunda Harcamak: Bakara, 3, 195, 245, 254, 261, 270, 272, 274; Enfal, 3; Ra'd, 22; İbrahim, 31; Hacc, 35; Kasas, 77; Secde, 16; Fatır, 29-30; Hadid, 7; Münafıkun, 10-11; Teğabün, 16-17.
b- Mala Olan Sevgiye Rağmen Allah Sevgisiyle Harcamak: Bakara, 177; İnsan, 8.
c- Harcamada Ölçü: Furkan, 67; Muhammed, 36-38.
d- Allah İçin Harcamak ve Harcayanların Hali: Bakara, 264-266, 272; Kasas,77; Münafikun, 10-11; Leyl,17-21
e- Harcamayı Malın İyisinden ve Sevilen Şeylerden Yapmak: Bakara, 267; Al-i İmran, 92.
f- Harcama Yapılacak Mal: Bakara, 3, 219; Şura, 38.
g- Kendilerine Verilecek Kimseler: Bakara, 215, 273; Nur, 22.
h- Harcadıklarını Başa Kakanlar: Bakara, 262-264, 266, Müzzemmil, 20.
i- Gösteriş Olsun Diye Harcamak: Bakara, 264, 266, 270, 272; Nisa, 38-39.
j- İnfaktan Kaçılmaz: Bakara, 268; Hadid, 10.
k- İnfaktan Kaçanlar: Mearic, 18-21.
l- İnfak Edenler Takva Sahibi Mü'minlerdir: Al-i İmran, 16-17, 134.
m-İnfak Edenlerin Mükafatı: Bakara, 272; Hadid, 7, 11; Teğabün, 17; Mearic, 24-25, 35; Leyl, 5-7,18.
n- Kafirler ve Müşrikler İnfak Etmezler: Yasin, 47; Kalem, 17-40; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1, 3.
o- Kafirler Mallarını Allah Yolundan Çevirmek İçin Harcarlar: Enfal, 36; Beled, 5-12.
p- Fakirlere Yedirip İçirmek: Hacc, 28, 36; İnsan, 8-12, Fecr, 18.
r- Yetimlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
s- Esirlere Yedirip İçirmek: İnsan, 8-12.
Ş- Kafirler, Fakirlere Yedirip İçirmezler: Yasin, 47; Hakka, 34; Müddessir, 43-44; Maun, 1-3.
t- Cömert Olmak: İsra, 29.
u- Allah, Cömertlere Bolluk Verir: Bakara, 268.
ü- Fakirlere İyilik Etmek: Bakara, 83; Nisa, 36.
v- Fakirlere Vermek: Bakara, 177, 215, 273; İsra, 26; Nur, 22; Rum, 38; Mearic, 24-25.
w-Sail'i (İsteyeni, dilenciyi) Azarlamaktan Sakınmak: Duha, 10.
y- Kafirler, Fakirleri Küçük Görürler: En'am, 52-53; A'raf, 49; Hud, 27; Kehf, 28; Şuara, 106-114.
z- Kafirler ve Müşrikler, Fakirlere Vermezler: Yasin, 47, Kalem,17-40; Hakka,34; Müddessir,43-44;Mâun, 1-3
Zekât Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
Zekât Vermek: 2/Bakara, 43, 83, 110, 177, 254; 5/Mâide, 55; 9/Tevbe, 71; 14/İbrahim, 31; 19/Meryem, 31, 55; 21/Enbiy^, 73; 22/Hacc, 35, 41, 78; 23/Mü'minûn, 4, 60; 24/Nûr, 37, 56; 27/Neml, 3; 31/Lokman, 4; 32/Secde, 16; 33/Ahzâb, 33; 58/Müc3adele, 13; 73/Müzzemmil, 20.
Zekâtı Malın İyisinden Vermek: 2/Bakara, 267.
Zekât, Fakirin Hakkıdır: 51/Zâriyât, 19; 70-Meâric, 24-25.
Zekât Verenlerin Mükâfatı: 2/Bakara, 277; 4/Nisâ, 162; 5/Mâide, 12; 7/A'râf, 156; 9/Tevbe, 18, 99; 13/Ra'd, 18, 22-23; 23/Mü'minûn, 1-4.
Zekât Bereket Getirir: 30/Rûm, 39.
Allah, Kullarından Mallarının Tamamını İstemez: 47/Muhammed, 36-38.
Ürünlerin ve Meyvelerin Zekâatı: 6/En'am, 141.
- 320 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Zekât Verilecek Kimseler: 9/Tevbe, 60.
Müellefe-i Kulûb (Kalpleri İslâm'a Isındırılmak İstenen Kişiler): 9/Tevbe, 60.
Zekâtı Vermeyenler: 4/Nisâ, 77; 9/Tevbe, 5, 11, 67, 79-80, 34-35; 41/Fussılet, 7; 107/Mâun, 7.
İnfakla İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y.
–İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
İnfak etmek için çok zengin olmak gerekmez: 3, 285
İnfak ve tasadduka teşvik: 10, 30-42
Kişi malını infak ederkenbaşta yakınlarından başlamalı: 14, 47-48
Tasadduk ve infaka teşvik: 10, 30-42
Sadaka hakkında umumi açıklama: 10, 16-17
Veren el, alan elden üstündür: 14, 48
Sadaka, 2, 542
Sadaka ve nafakanın fazileti: 10, 18-29; 14, 255-256; 15, 174, 419
Allah indinde makbul olan sadakayı sağ eliyle alır: 10, 18-19
Allah, sadaka ve zekât hususunda hiç kimseye hüküm verme yetkisi tanımamıştır: 7, 406
Allah'ın kabul ettiği sadaka, hangi maldan yapılır? 10, 18
Sadaka malı artırır: 17, 574
Makbul olan sadaka Allah indinde artar ve büyür: 10, 19-20
Sadaka azabı defeder: 9, 348; 15, 185
Sadaka ve belanın yarışı: 10, 32
Sadakanın def ettiği en önemli iki şey: 10, 25
Sadaka verirken ihlâs nasıl olur? 10, 40-41
Sadaka, ölüm sırasında değil; hayat boyu verilmeli: 17, 340
Cenab- Hak, gizli sadaka vereni nasıl teşbih ediyor? 10, 32-33
Sadakayı men etmenin cezası: 15, 160-161
Sadakayı gizli vermek: 10, 33
Sadakanın zamanı var mıdır? 10, 34
Sadakanın ahkamı: 10, 43-54
Sadaka-i cariye: 16, 277, 547
Sadaka kimin hakkıdır: 14, 51-52
Allah yolunda savaşan kimsenin zengin bile olsa sadaka alıp alamayacağı: 7, 425
İhlasla, fakat sadaka ehline verilmeyen sadaka ne olur? 10, 40-41
Fasık kimselere sadaka verilir mi? 10, 42
Rasûlullah ve Ehl-i Beyt'e sadaka haramdır: 15, 1102
Sadaka, şu beş kişi dışında zengine helal değildir: 7, 424
Sadaka verirken sıla-i rahm olanlara öncelik tanımak: 10, 60-61
Dilenciye sadaka verirken, dış görünüşün fonksiyonu ve sahabe: 10, 23
Kadın, kocasından izin almadan tasadduk edebilir mi? 10, 49-51; 2, 374
Sadaka verecek kimsenin maddi durumu nasıl olmalıdır? 10, 27
Yapılan sadakadan dönmek: 10, 52-53
En hayırlı sadaka: 10, 17
Sadaka, geçmiş ve gelecek günahların affına vesile olabilir mi? 12, 463-464
Sadakanın en faziletlisi: 17, 472
Sadakanın en üstünü: 16, 548
Hangi sadaka daha üstündür: 16, 258-2259
Haram olan sadakının şümulü: 7, 415
Sadaka, hayır olan her şeye caridir: 3, 167
Hayırlı amelin dinen sadaka sayılabilmesinin şartı: 10, 16
İNFAK
- 321 -
Aile efradının nafakası için harcanan şeyler sadakadır: 16, 261
Aile için hangi harcama sadaka hükmüne geçer: 10, 28
Bir müslümana elbise giydirmenin sevabı: 10, 23
Kamil manada sadaka ne zaman verilir? 10, 43
Rasûlullah'a göre en efdal sadaka: 10, 54
Rasûlullah'ın en hoşuna giden sadaka hangisidir? 10, 35
Tasadduk edilen malın kıymeti Allah katında neye göredir? 10, 21-22
Sadakanın miktarı: 16, 259
Malın ne kadarı tasadduk edilir: 17, 340
Malının tamamını tasadduk caiz midir? 10, 43-44
Muhtaç duruma düşecek şekilde tasaddukta bulunmak ve Peygamberimiz'in tutumu: 10, 46-47
Sadakının iyi maldan verilmesi: 3, 343-344
Sadakayı haram kılan miktar ne kadardır? 14, 60
Elinden geldiği kadar sadaka verilmesi: 3, 546-547
Zekât, malın hakkıdır: 7, 343
Zekâtın önemi ve zekâta teşvik: 7, 321-323
Zekât, İslâm'ın köprüsüdür: 7, 322
Namazla zekâtın bir bütün olması: 7, 340
Zekâtı vermede acele etmek: 7, 384
Zekâtı vermek kaydıyla para ve mal biriktirmek: 7, 336-337
Zekâtı verilen zinet eşyası kenz değildir: 7, 364
Zekâtın farziyeti, terkedenin günahı: 7, 327; 17, 540
Zekâtı vermeyenlerle savaşılır: 7, 345
Zekâtını vermeyenden cezalı olarak ve zorla zekât alınır: 7, 338
Zekâtını vermeyenin kıyamet günündeki hali: 7, 332
Zinetlerin zekâtını vermeyenlerin âhiretteki durumu: 7, 363-364
Zekât kimlere haram; kimlere helal? 7, 414-415, 421, 426
Zekât kimlere verilir? 7, 325
Fasık kimselere sadaka ve zekât verilir mi? 10, 42
Müellefe-i kulub'a zekât verilir mi, verilmez mi? 7, 427
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak, Nihat Temel, İFAV Y.
2. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
3. İktisad Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş, Y.
4. Kur’an’da Servet Dağılımı, Ali Soylu, Pınar Y.
5. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat
6. İbadet ve Müessese Olarak Zekât, Ali Özek, İlmi Neşriyat
7. Zekât, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
8. Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, Turan Yazgan, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.
9. İslâm'da Zekât Müessesesi, Yunus Vehbi Yavuz, Feyiz Y. s. 30-100
10. Kur'ani Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 20-32
11. Fi Zılalil Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. s. 80-81
12. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 179-182
13. Tefsir-i Kebir (Mefatihul Gayb), Fahreddin Razi, c. 1, s. 461-465
14. Tefhimül Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. s. 49
15. Kur'an-ı Kerim'in Şifa Tefsiri, Mahmut Topkaş, Cantaş Y. c. 1, s. 85-86
16. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 171-173
17. Min Vahyil Kur'an, Hüseyin Fadlullah, s. 45-47
18. Bakara Sûresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 40-61
- 322 -
KUR’AN KAVRAMLARI
19. Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ömer Dumlu, D. İ. B. Y. s. 41
20. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c.3, s. 155-156
21. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
22. Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 110-113; 133-141
23. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 2, s. 78-83
24. Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 100-101; 168; 209
25. İslâmî Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 221
26. Ahlak Bilinci, Hüseyin Caneri, Denge Y. s. 85-90
27. Arınma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. c. 2, s. 62-66
28. Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, Mustafa Çağrıcı, Ensar Neşriyat, s. 280-282
29. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 648-650
30. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 35-40; 163-167; 173-178; 190-210
31. Zekât: Kur'an' Temel Kavramları, 649-653
32. İslâm'da Zekât Müessesesi, Yunus Vehbi Yavuz, Feyiz Y. s. 30-10
33. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 35-40; 163-167; 173-178; 190-210
34. Kur’an’da Servet Dağılımı, Ali Soylu, Pınar Y.
35. Kur’an’da Sosyal Güvenlik Kurumu Olarak İnfak, Nihat Temel, İFAV Y.
36. İnfak (Allah Yolunda Harcama), Veysel Özcan, Mirfak Y.
37. İktisad Bilinci, Hekimoğlu İsmail, Denge Y. Fakirler ve Zenginler, Vehbi Karakaş, Timaş, Y.
38. Çalışma Hayatı ve İslâm, Yunus Vehbi Yavuz, Tuğra Neşriyat
39. İbadet ve Müessese Olarak Zekât, Ali Özek, İlmi Neşriyat
40. İslâm'da Zekât Müessesesi, Yunus Vehbi Yavuz, Feyiz Y. s. 30-100
41. Kur'ani Araştırmalar, Murtaza Mutahhari, Tuba Y. c. 2, s. 20-32
42. Zekât, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
43. Sosyal Güvenlik Açısından Zekât, Turan Yazgan, Türk Dünyası Araştırma Vakfı Y.
44. İnfak Dosyası, Vuslat Dergisi, sayı 52, Ekim 2005
İNCİL
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله
İNCİL
- 201 -
Kavram no 94
Diğer Dinler 3
Kitap 4
Bk. İsa (a.s.); Hıristiyanlar; Tahrif; Kur’an
İNCİL
• İncil; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur'ân-ı Kerim'de İncil Kavramı
• Dört İncil; Yazılışı ve Elde Mevcut En Eski Nüshaları
• Dört İncilin Muhtevâsı
• Kilise Tarafından Sahte (Apokrif) Sayılan İnciller ve Barnaba İncili
• Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
• Muharref İncillerin Karanlık Yüzleri
• Muharref İncillerdeki Yüzlerce Çelişkiye Örnekler
• Muharref İncillere Göre Barış ve Savaş Anlayışı
• Muharref İncillere Göre Hz. İsa’nın Kölelik Anlayışı
• Muharref İncillere Göre Hz. İsa’da Irk Ayrımı
• Muharref İncillere Göre Hadım Olmak ve Evlenmenin Güzel Görülmemesi
• Muharref İncillere Göre Kadın Hakları ve Boşanma
• Ana-Babaya Buğz
• Servet Düşmanlığı ve Tembellik
• Muharref İncillerde Sömürü ve Faiz Anlayışı
• Muharref İncillere Göre Hz. İsa’nın Suyu Şaraba Çevirmesi
• Bir İslâm Peygamberi; Hz. İsa
• İncillere ve Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
• İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri
• Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
• Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı
• Tefsirlerden İktibaslar
• İncil ve Hıristiyanlıkla İlgili Bazı Kavramlar
“(Rasûlüm!) O, sana Kitab’ı hak ile ve önceki kitapları tasdik edici olarak tedrîcen indirmiş; daha önce de, insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrât ile İncil’i ve hakkı bâtıldan ayırt eden hükümleri göndermiştir. Bilinmeli ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, cezâları vermede mutlak güç sahibidir.” 744
İncil; Anlam ve Mâhiyeti
İncil; Allah tarafından Hz. İsa'ya gönderilen; Tevrat'ın aslını doğrulayan, Kur'ân-ı Kerîm tarafından tasdik edilen ve bir anlamı da "yol gösterici, aydınlatıcı"
744] 3/Âl-i İmrân, 3-4
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olan,745 dört büyük kitaptan birisidir. Yunanca "Evangelion"; iyi haber, müjde demektir. Esas itibarıyla Hz. İsa'nın hayatını, mûcize ve faâliyetlerini, söylediği hikmetli sözleri, tebliğ etmiş olduğu şeriat hakkındaki peygamberane hakikatleri anlatmak için kullanılmıştır. Bu kelime ile ilk hıristiyanlar; İsa'nın insanlara bildirisini, onları kötülük ve günahtan kurtarmağa ve selâmete götürmeğe geldiğine dair vaadini anlatmış ve adlandırmışlardı. Hz. İsa da onu; "Tanrı'nın Krallığı'nın müjdesini (iyi haberini) duyurma" olarak tanımlar. 746
Her ne kadar Kur'an-ı Kerîm, Hz. İsa'ya gönderilen İncil'i tasdik ederse de, bugünkü İncillerin Hz. İsa'ya gönderilen İncil'in tahrif edilmiş şekilleri olduğuna âyetlerde şöyle işaret edilir: "İncil sahipleri Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır."747; “Ey Kitab ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size indirileni gereği gibi uygulamadıkça bir temeliniz olmaz’ de.”748; "Onların izleri üzerinden peygamberlerimizi ardarda gönderdik; Meryem oğlu İsa'yı da artlarından gönderdik ve ona İncil'i verdik; ona uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk; üzerlerine bizim gerekli kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için ortaya attıkları ruhbaniyete bile gereği gibi riayet etmediler; içlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik; ama çoğu yoldan çıkmışlardır." 749
Geçmiş peygamberlerde olduğu gibi, Hz. İsa'nın sağlığında da İncil, yazılı kitap hâline getirilmemiştir. Çünkü İsa’nın (a.s.) tebliğ süresinin kısa oluşu ve yaşadığı devrin şartları buna elvermiyordu. En erken yazılan İncil, İsa'dan sonra 70'li yıllarda kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Hz. İsa'nın tebliğ ettiği hakikatler ânında kaydedilememiş, sonradan yazılan İncillere insan sözü karışmış ve böylece kitabın aslı tahrife uğramıştır.
Bugün kilisece kabul edilmiş dört resmî İncil vardır: Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri. Bunların Havarilerden geldiği ve sahih olduğu kabul edilir. Bunlardan ilk üçü -birtakım ayrılıklara rağmen- ana mesele ve bölümlerinde birbirlerine yakındırlar. bunlara, "aynı bakış açısıyla yazılmış anlamında", "Sinoptik" İnciller adı verilir. Bu üç İncil, zaman bakımından dördüncü İncilden öncedirler. 750
Bu dört incilden Markos'un incilinin en eskileri olduğu, Matta ve Luka incillerinin, hem bunun eski şeklinden, hem de kaybolan ve "o" denilen bir kaynaktan metinlerini aldıkları söylenmektedir. Bu incillerin dördüncüsü olan Yuhanna incili ise, oldukça geç yazılmış, mistik yönü ağır basan bir incildir. 751
Dört incil ve yazarları şunlardır:
Matta İncili: 28 babtır. Matta, Havarilerden biri olup, M. 70 yılında hıristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Habeşistan'da ölmüştür. İncilde Hz. İsa'nın Mesihliği üzerinde durur.
745] 5/Mâide, 46-48
746] Kitâb-ı Mukaddes, Matta, I/1, 14; S.C.F.Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London, 1970, s. 310; Anne Merie Sechimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 210
747] 5/Mâide, 47
748] 5/Mâide, 68
749] 57/Hadîd, 27
750] Maurice Bucaıller, Kitâb-ı Mukaddes Kur'an ve Bilim (trc. Suat Yıldırım, İzmir, 1981, s. 90 vd.; Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 206-207
751] Schimmel a.g.e., s. 118; Bucaılle, a.g.e., s. 96
İNCİL
- 203 -
Markos İncili: Markos, Havarilerin reisi olan Petrus'un talebesidir. Hıristiyanlığı yaymak için yerleşmiş olduğu Mısır'da M. 62 yılında ölmüştür. İncili 16 bab olup Hz. İsa'nın hayatından bahsetmektedir.
Luka İncili: Doktor veya ressam olduğu söylenen Luka, Pavlos'un talebesidir, Havari değildir. İncili M. 60 yıllarında yazmıştır. 24 babtır. İsa'nın hayatı ve tebliğ ettiği şeylerden bahsetmektedir.
Yuhanna İncili: 24 bab olan bu incili yazanın Yuhanna'nın talebesi olduğu sanılmaktadır. Bu İncil'de İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğu tezi üzerinde ısrarla durulmaktadır. Aslında bugün elimizde bulunan Kitab-ı Mukaddes'te bu dört İncilin dışında 23 kitap daha olup toplam 27 kitaptan (bölümden) meydana gelmiştir. Hâlbuki Allah'ın Hz. İsa'ya indirmiş olduğu İncil birdir.
Bir ilim adamının tespitlerine göre bugünkü İncillerin gâyesi; Hz. İsa'nın sözlerini ve işlerini aktarmakla, onun yeryüzündeki risaletinin tamamlandığı sırada, insanlara bırakmak istediği tâlimatları onlara tanıtmak olmuştur. Talihsizlik İncil yazarlarının, bildirdikleri olayların görgü tanığı olmamalarından ileri gelir. Onlar, Hz. İsa'nın hayatı hakkında muhtelif Yahudi-Hıristiyan cemaatlerinin, bugün kaybolmuş bulunan ve sözlü rivayetle nihai metinler arasında vasıta rolü oynamış olan, sözlü veya yazılı durumda korunan bilgilerin, o toplulukların sözcüleri tarafından anlatılmalarından başka bir şey değildir. 752
Hıristiyan inancına göre İnciller, Tanrı'nın yönetmesi ile İncil yazarları tarafından hatasız olarak yazılmış olmak özelliğini korumaktadırlar. Havâriler ve İncil yazarları, konuşurken ve yazarken tamamıyla Tanrı'nın irâdesi ile konuşmuş ve yazmışlardır. Kutsal ruh'un Hz. İsa ile bütünleşmesiyle, Hz. İsa'da ortaya çıkan müjdeli haber ve vahiy için hiçbir sınırlama yoktur.
İslâm kaynaklarına göre İncil, Allah tarafından, Hz. İsa'ya vahyedilen kitabın adıdır.753 Nasıl diğer peygamberlere vahiy yoluyla kitaplar gönderilmiş ise, Hz. İsa'ya da kendisi dünyada olduğu sırada vahiy yoluyla İncil gönderilmiştir. İslâmî inanca göre Hz. İsa bir peygamberdir, İncil de ona vahyedilen kitabın ismidir.
Hıristiyan kaynaklar, Hz. İsa'ya vahiy yolu ile nâzil olmuş bir İncilin varlığını kabul etmemektedir. Kitap olarak bugün elde mevcut olan İnciller, Hz. İsa'nın herhangi bir emir ve direktifi olmadan, onun öğrencileri tarafından yazılmışlardır. Bunlar, Yahûdilikteki Tevrat ve İslâmiyetteki Kur'ân-ı Kerim gibi vahiy yoluyla nâzil olmuş kitaplar değildir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazılan dört kitaba İncil adı verilmekle beraber, bazen bu "İncil" sözü ile bu kitapların yanı sıra Yeni Ahid'in diğer yirmi üç kitabı da kast edilmektedir. Hıristiyanlıkta hemen hemen her kavramda görülen karışıklık ve muğlâklık, “İncil” kelimesinde de görülmektedir. Bir yandan, yazılmamış durumda olan Hz. İsa'nın topyekûn mesajının adı İncil, öbür yandan dört Evangelist'in yazmış olduğu dört ayrı hayat hikâyesinin isimleri İncil, diğer yandan bu dört hayat hikâyesiyle beraber, Resullerin İşleri, yirmi bir Mektup ve bir Vahiy'den müteşekkil yirmi yedi kitabın isimleri de İncil oluyor. (Yeni Yaşam Yayınları tarafından bir kurula hazırlatılan Yeni Ahidin tercümesinin tamamına "Müjde, İncilin Çağdaş Bir Çevirisi" adı verilmiş, böylece sadece Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın yazmış olduğu
752] Maurıce Bucaille, a.g.e., s. 369; Ahmet Güç, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 153-155
753] 5/Mâide, 46-47
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
eserlere değil; Yeni Ahid'in tamamına İncil adı verilmiştir. Bk. Müjde, İncilin Çağdaş Bir Çevirisi, İstanbul, 1987). Dördüncü asrın ortalarından günümüze kadar intikal etmiş dört İncil metni bulunduğu ve bu dört ayrı metinde büyük farklılıklar görüldüğü halde, yine İncil'in bir olduğundan bahsedilebiliyor!
İslâm kaynaklarına göre İncil bir tanedir ve Hz. İsa dünyada olduğu sürece onu insanlara tebliğ etmiştir. Ancak bu İncilin, Hz. İsa zamanında yazılı halde bulunup bulunmadığı konusunda bir açıklık yoktur. Tevratın, Hz. Mûsâ zamanında levhalara yazılarak Ahid Sandığında muhâfaza edilmesi, Kur'an âyetlerinin vahiy kâtipleri tarafından yazılması ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra, onların toplanarak tasnif edilmesi gibi, acaba İncil de bu tarzda yazılmış ve toplanarak bir kitap halinde Hz. İsa zamanında tasnif edilmiş midir? Onun yazılı olarak muhâfazası yapılamamış ise, eksiksiz olarak hâfızalarda tutulabilmiş midir? Hz. İsa'nın, kavmi arasında çok kısa bir süre kalması (en iyimser bir tahminle üç yıl), bu dönemde mevcut olan baskı ve zulüm, İncilin sağlıklı bir şekilde yazılıp toplanmasını oldukça güçleştirmiş olmalıdır.754 En fazla üç sene süren tebliğ döneminde bir yandan, müstemlekeci putperest Roma yönetiminin baskısı, öbür yandan, hilekâr ve kıskanç yahûdi hahamlarının entrika ve jurnalleri, Hz. İsa ve havârilerine İncil âyetlerini yazma ve toplama hususunda büyük güçlük çıkarmış olmalıdır. O dönemde İncil âyetlerinin yazılması mümkün olmuşsa bile, bunların muhâfazası, toplanması ve yeni nüshalarının yazılması, gitgide artan zulüm ve baskı yüzünden âdeta imkânsız hale gelmiştir.
İlk dönem hıristiyan müelliflerin, sözler anlamına gelen "Logia" isimli İbranice-Aramice adlı İncilin varlığını haber vermelerinin yanı sıra, 18. yüzyıldan itibaren İnciller üzerinde araştırma yapmaya başlayan bazı Batılı bilim adamları, halen elde mevcut dört İncil daha ortaya çıkmadan önce, tek bir İncil'in mevcut olduğunu, mevcut İncillerin bu İncilden istifade edilerek yazıldığını haber vermektedirler. Bu araştırmacılardan Lessing, 18. yüzyılın sonlarına doğru ortaya attığı bir tez ile dört İncilden önce, aslî bir İncil'in var olduğunu, bunun dilinin Aramice olduğunu, Matta, Markos ve Luka'nın, İncillerini yazarken bundan istifade ettiklerini söylemiştir.755 J. G. Eichon da bu ilk aslî nüshanın varlığını haber vermektedir. J. Wellhausen'e göre, bu ilk aslî nüsha Markos'a aittir. Markos Aramice olarak bu ilk nüshayı yazmış, bilâhere bunu genişleterek Yunancaya çevirmiştir. Ona göre, Matta ve Luka İncilleri, bu Aramice aslî nüsha ile bunun Yunancaya tercüme edilen nüshasından istifade edilerek yazılmışlardır. Zahn'a göre, bu aslî nüsha, Markos'a değil; Matta'ya aittir. Halen elde mevcut olan Matta ve Markos, bu aslî nüshadan istifade edilerek yazılmışlardır. L. Waganay ise, aslî nüshanın Markos'a ait olduğunu söylemekte ve Markos'un bunu, Petrus'un vaazlarından istifade ederek yazdığını ileri sürmektedir. Ona göre bu Aramice aslî nüshadan, Aramice olarak Matta İncili kopya edilmiştir. Yunanca yazmış olan Matta ile Luka, bu Aramice yazılı olan Markos ve Matta'ya dayanılarak kaleme alınmıştır. Yine bazı İncil araştırmacılarına göre, halen elde mevcut olan İncillerden önce Hz. İsa'nın sözlerini ve mûcizelerini ihtivâ eden yazılı küçük ve müstakil parçalar vardı. Mevcut İncillerin yazarları, eserlerini kaleme alırken bu parçalardan istifade etmişlerdir. 756
754] Muhammed Ebu Zehra, Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir Y. s. 32
755] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Ankara, 1984, s. 94
756] S. Yıldırım, a.g.e.s. 94
İNCİL
- 205 -
Bu bilgilerden daha da önemlisi, bizzat İncillerde bulunan bazı ifadelerdir. İncillerde ve Yeni Ahidin diğer kitaplarında, gerek Hz. İsa'nın ve gerekse havârilerin, tekil sığası ile bir İncil'in varlığından söz ettiklerini görmekteyiz. Bunlardan sunacağımız iki örnek, İncil kelimesinin, Hz. İsa'nın mesajı mânâsına gelmesinden çok, Allah'ın Hz. İsa'ya vahyettiği İncil kitabı mânâsına geldiğini ispatlar niteliktedir. Bunlardan bir tanesi, "Yahya ele verildikten sonra İsa, Allah'ın İncilini vazederek, Galile'ye gelip dedi: Vakit tamam oldu, ve Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin, ve İncile iman eyleyin."757 şeklindedir. Burada Hz. İsa, Allah'ın İncilini vaz etmektedir. Yani İncil Allah'ındır, İsa sadece vaz etmektedir. İkinci örnek, Yahya'nın adamlarının gelip Hz. İsa ile konuşmaları sırasında, Hz. İsa'nın onlara söylemiş olduğu şu sözdür: "Yahya'ya bildirin! Körlerin gözleri açılıyor, topallar yürüyor, cüzzamlılar temizleniyor, sağırlar işitiyor, ölüler kıyam ediyor ve fakirlere İncil vaz olunuyor."758 Bu ifadede Hz. İsa'nın, İncili vaz ettiği açıkça görülüyor. Eğer İncil ile kast edilen mânâ, Hz. İsa'nın hayat hikâyesi ve sözleri ise, bu iki parçada böyle bir anlam çıkarmaya imkân yoktur. Bu ifadelere göre Hz. İsa, bir vâiz olup Allah'ın İncilini vaaz etmektedir, kendi hayat hikâyesini ve sözlerini değil; Allah'tan vahiy yoluyla aldığı İncil'i insanlara tebliğ etmektedir. "Allah'ın İncili" ifâdesi, bütün diğer anlamları ortadan kaldırmakta, sadece vahiy mahsulü olan İlâhî emir ve yasaklar mânâsını akla getirmektedir. Ayrıca bu ifade, Petrus ve Pavlos'un mektuplarında da yer almaktadır.759 Şimdi hıristiyanlara sormak lâzım: "Hz. İsa, hangi İncili vaz ediyordu, kendisinden çok sonra ortaya çıkan Matta İncilini mi, Markos İncilini mi, Yoksa Luka veya Yuhanna İncilini mi? Allah'ın İncili hangisi? Hiçbiri ise, şimdikiler kimin İncili?"
Hıristiyanların inanış ve araştırmalarına göre, Hz. İsa, ruhul'kudüs ile doludur, onun varlığı ve hayatı bütünüyle vahiydir. O, ilâhlık mertebesinde olduğundan onun bir kitaba ihtiyacı yoktur. Kitap yazma görevi, ona şahit olanlara düşmektedir. Onunla beraber olanlar, hayatını müşâhede edenler, ondan vahiy alarak kitap yazma görevini yerine getirmişlerdir. Hz. İsa'nın mertebesi peygamberlik mertebesi değildir. O, ilâhlık mertebesinde olduğu için, onun kitap yazmaya ihtiyacı yoktur, kitap sahibi olma, peygamberlere ait bir sıfattır, bir tanrının buna ihtiyacı yoktur. Bu yüzden Hz. İsa, dünyada iken bir kitap yazmaya ve hazırlamaya ihtiyaç duymamış ve buna teşebbüs etmemiştir. Peygamberlik mertebesinde olan bazı havâriler ve onların öğrencileri, İncili yazma görevini ifa etmişlerdir. Onlar İncili yazarken, bizzat Hz. İsa'nın ilâhî gözetim ve denetimi altında yazmışlardır. Böylece bu araştırmacılar, Hz. İsa'nın İncili yazmama sebebini, havârilerin ve onların öğrencilerinin İncilleri yazma sebebini, dört farklı metnin bulunma nedenini kendilerince izah etmiş oluyorlar.
İncillerde geçen bazı ifadelere bakılırsa gerçeğin, hiç de bu hıristiyan araştırmacıların göstermek istedikleri mâzeretlere uygun olmadığı anlaşılır. Eğer Hz. İsa'nın bütün hayatı ve sözlerinin tamamı vahiy ise, onun çarmıha gerildiği sırada "Allah'ım, Allah'ım niçin beni bıraktın?"760 diyerek isyan edişi de vahiy midir? Bu ne biçim bir vahiy ki, yaratıcısından gelen belâya, imtihana karşı isyanını haykırıyor? Hz. İsa, havârilerine şöyle hakaret ediyor: "Ey imansız nesil! Ne vakte
757] Kitab-ı Mukaddes, Markos, 1/14-15, s. 35
758] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 11/2-6, s. 11
759] Kitab-ı Mukaddes, Petrus'un Birinci Mektubu, 4/17; Romalılara Mektup, I/16
760] Matta, 27/46, s. 33; Markos, 15/34, s. 54
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kadar sizinle beraber olacağım? Ne vakte kadar size dayanacağım?"761 Hz. İsa, havârilerin en büyüğü olan Petrus'a "Şeytan çekil önümden!"762 diye hakaret ettiğine göre, bu hakaret ettiği kişi, nasıl hem peygamber, hem de şeytan olabiliyor? Onun gerekli mûcizeyi gösteremeyen bütün havârilerine "ey imansız nesil!" diye seslendiği ve onlara hakaret ettiği gözönüne alınırsa, bu imansızlar nasıl peygamber olabiliyorlar? Ferisîlere "Siz ey yılanlar, ey engerekler nesli!"763 şeklinde Hz. İsa'nın söylediği bu sözler nasıl Allah'ın kelâmı olabiliyor? Bir ilâhtan böyle küfür sözler sâdır olabilir mi? 764
İncil, "Hz. İsa'nın hayatı" veya Hz. İsa'nın verdiği vaazlar, "müjdeler" anlamına gelir. İncil yazarları, Hz. İsa'nın dolaşarak İncili vazettiğinden sık sık bahsederler: "Ve İsa, bütün şehirler ve köylerde, onların havralarında öğreterek ve İncili vâzedip her türlü hastalığı ve her türlü zayıflığı iyi ederek dolaşıyordu."765 ("İncili vâzedip" ifadesi, sonraki baskılarda değiştirilerek "melekûtun müjdesini vâzedip" şekline getirilmiş.) "Ve kim benim ve İncilin uğrunda canını zayederse, onu kurtaracaktır."766 "ve İncili vâzederken..." 767
"İncil" İncillerde sık sık kullanılan bir kelimedir. Fakat acaba İsa Peygamber hangi İncili vâzediyordu? 27 Kitaptan oluşan Yeni Ahid'in (İncil'in) sadece ufak bir parçası Hz. İsa'nın sözleri kabul edilebilir. Hıristiyanlar, Matta'ya göre, Markos'a göre, Luka'ya göre ve Yuhanna'ya göre olan İncillerle övünürler. Ama bir tek İncil dahi yok ki, "Hz. İsa'ya göre" olsun! Biz müslümanlar, İsa'nın (a.s.) vâz ettiği her şeyin Allah'tan geldiğine içtenlikle inanırız. Allah'ın İsrail oğullarına gönderdiği müjde ve yol gösterici İncil idi. İsa (a.s.) hayatı boyunca ne bir kelime yazmıştır, ne de yazması için başkasına tâlimat vermiştir. Bugün İncil diye ortada bulunan kitap, meçhul ellerin yazdıklarından başka bir şey değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de İncil Kavramı
“İncîl” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 12 yerde geçer. Hıristiyan demek olan “Nasrânî” kelimesi bir yerde,768 bu kelimenin çoğulu olan “nasârâ” kelimesi, 14 yerde kullanılır. Hıristiyanların çoğunluğunu teşkil ettiği “ehl-i kitab” 32 yerde, yine aynı anlamda, “ûtü’l-kitab” (kendilerine Kitap verilenler) 21 yerde geçer. “İsâ” 25 yerde, Hz. İsa’nın lakabı olan “Mesîh” de 11 yerde kullanılır. Hz. İsa’nın annesi “Meryem” 34 yerde geçer.
“O, sana Kitabı Hak ve kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. O, Tevrat'ı ve İncil'i de indirmişti." 769
"Ona kitabı, hikmeti, Tevratı ve İncili öğretecek." 770
"Ey Kitap ehli, İbrahim konusunda ne diye çekişip tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de
761] Markos, 9/19, s. 45
762] Markos, 8/33, s. 44
763] Matta, 23/33, s.27
764] Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, s. 123, 131
765] Matta, 9/35, s. 10
766] Markos, 8/35
767] Luka, 20/1, s. 83
768] 3/Âl-i İmrân, 67
769] 3/Âl-i İmrân, 3
770] 3/Âl-i İmrân, 48
İNCİL
- 207 -
ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?" 771
"Ey kendilerine kitap verilenler birtakım yüzleri silip de arkalarına çevirmeden ya da cumartesi adamlarını (o gün yasağı çiğneyenleri) lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemeden evvel, yanınızdakini (Tevrat ve İncil'i) doğrulayıcı olarak indirdiğimize (Kur'an'a) iman edin. Allah'ın emri yapılagelmiştir." 772
"Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik." 773
"İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır." 774
"Ve eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablerinden indirileni (Kur'an'ı) ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından (sayısız nimeti) yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan (mutedil) bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise ne kötüdür!" 775
"De ki: "Ey Kitap Ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabbinizden indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz." Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun tuğyanlarını ve inkârlarını arttıracaktır. Sen de kâfirler topluluğuna karşı üzüntüye kapılma." 776
"Allah şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğullarına apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkâra sapanlar, "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi (de) İsrailoğullarını senden geri püskürtmüştüm." 777
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (Nebî) olan elçiye (Rasûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır." 778
"Hiç şüphesiz Allah, mü'minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da O'nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur." 779
“Muhammed, Allah'ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi
771] 3/Âl-i İmrân, 65
772] 4/Nisâ, 47
773] 5/Mâide, 46
774] 5/Mâide, 47
775] 5/Mâide, 66
776] 5/Mâide, 68
777] 5/Mâide, 110
778] 7/A’râf, 157
779]
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup boy atmış (ki bu,) ekicilerin hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden iman edip sâlih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir vaad etmiştir.” 780
“Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık (emretmedik). Ancak Allah'ın rızâsını aramak için (türettiler), ama buna da gereği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fâsık olanlardır.” 781
“(İsa a.s:) Ben, benden önce gelen Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.” 782
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” 783
“Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?” 784
“Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 785
“Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?” 786
“Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır.
780]
781] 57/Hadîd, 27
782] 3/Âl-i İmrân, 50-51
783] 3/Âl-i İmrân, 64
784] 3/Âl-i İmrân, 79-80
785] 4/Nisâ, 171-172
786] 5/Mâide, 17
İNCİL
- 209 -
Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 787
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.” 788
“Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” 789
“De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de bir çoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” 790
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.” 791
“Yahudiler, ‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da, ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!” 792
“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 793
“İsa açık delillerle gelince, şöyle dedi: ‘Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.’ Ama aralarından çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. Acı bir günün azâbı karşısında vay o zulmedenlerin haline!” 794
“Hani Meryem oğlu İsâ, ‘Ey İsrâil oğulları! Ben size Allah’ın peygamberiyim, benden
787] 5/Mâide, 72
788] 5/Mâide, 73
789] 5/Mâide, 75
790] 5/Mâide, 77
791] 5/Mâide, 116-117
792] 9/Tevbe, 30
793] 9/Tevbe, 31
794] 43/Zuhruf, 63-65
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamber’i de müjdeleyici olarak geldim’ demişti.” 795
“De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir (Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olandır). O, baba değildir ve babası yoktur. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.” 796
“Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” 797
Ve bir hadis-i Şerif: “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övdükleri gibi beni övmeyin. Yalnız, ‘Allah’ın kulu ve rasûlüdür’ deyin.” 798
Dört İncil; Yazılışı ve Elde Mevcut En Eski Nüshaları
Dört İncil, en iyimser bir tahminle M.S. 60 ile 100 yılları arasında yazılmıştır. Fakat bu yazılan ilk nüshalardan bugün bir tanesi bile ortada yoktur. Şu anda kilise tarafından sahih kabul edilen ve Yeni Ahidin başında yer alan dört İncilin orijinal el yazmaları ile onlardan kopya edildiği söylenen elde mevcut en eski kopya nüshalar arasında en azında iki buçuk asırlık bir boşluk, zaman aralığı vardır. Bu, şu demektir: Şu anda en eski İncil yazması olarak elde bulunan nüshaların, İncil yazarlarının yazmış olduğu asıl orijinal metinden kopya edilimediğini tesbit etmek üzere herhangi bir karşılaştırma yapmaya imkânımız yoktur. Çünkü asıl orijinal yazmalar kaybolmuştur, bunların hiçbiri ortada yoktur. En eski kopyalerle bu orijinal metinler arasındaki mesafe en az iki yüz elli yıl olduğuna göre, bu kadar uzun zaman aralığını aşıp ana metne ulaşabilmek için çok sağlam bir rivâyet silsilesine ihtiyaç vardır. Kopyaler kendilerine güven sağlayacak böyle bir rivâyet silsilesinden tamamen mahrumdur. Bu en eski kopyalerin, ana nüshalardan yapıldıklarını ortaya koyan başka herhangi bir delil de mevcut değildir, sadece kopya edenin kopyasini esas nüshadan kopya ettiğini belirten soyut iddiası vardır.
Halen elde mevcut olan İncillerin en eski nüshaları Yunancadır. Hıristiyan kaynaklar, Hz. İsa'nın İbranice-Aramice konuştuğunu ve vaazlarını bu dille yaptığını haber vermektedir. İncillerin dili konusu ele alındığı zaman, en azından Hz. İsa'nın sözlerinin onun ana dilinde yazılması ve muhâfaza edilmesinin gerekli olduğu sonucuna ulaşılır. İncil yazarlarının en azından Hz. İsa'nın sözlerini, onun ağzından çıkan kelimelerle zaptetmeleri ve bunları İbranî-Aramî diyalekti ile yazmaları gerekirdi. Çünkü tercümeler ne kadar mükemmel olursa olsun, asıl mânâyı yansıtmakta eksik kalabilirler.
İlk İncil müsveddelerinin İbranice yazılmalarına rağmen, bunların sonra kaybolmaları, İbranice yazılmış olan İncillerin de hemen Yunancaya çevrilmesi ve İbranice nüshaların kaybedilmesi, bütün İncillerin, Risâlelerin, Yeni Ahidin bütün kitaplarının, hatta Yeni Ahid ile beraber Eski Ahidin tamamının Yunancaya çevrilerek Kitab-ı Mukaddesin tamamının Yunanca yazılması, Yunan kültürünün
795] 61/Saf, 6
796] 112/İhlâs, 1-4
797] 3/Âl-i İmrân, 19
798] Buhârî, Enbiyâ 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/23, 24, 47, 55
İNCİL
- 211 -
gerçek hıristiyan kültürünü asimile ederek onu tahrif ettiği sonucunu doğurmaz mı? Hıristiyanlık öncesi Yunan felsefesi kadar, putperest Yunan kültürü de bu dini etkileyerek onu bozmuş olmaz mı?
Dört İncilin Muhtevâsı
Dört İncil, genel olarak Hz. İsa'nın hayatını, vaaz ve nasihatlerini ve göstermiş olduğu mûcizelerini anlatmaya çalışır. Bu İnciller, Hz. İsa'nın doğum öncesi döneminden başlayarak onun dünyaya gelişini, çocukluğunu, tebliğ faâliyetine başlamasını, üç yıl gibi çok kısa süren bu tebliğ döneminde söylemiş olduğu sözleri, yapmış olduğu vaaz ve nasihatleri, göstermiş olduğu mûcizeleri, çarmıha gerilişini, tekrar dirilerek göğe yükselişini, yeniden dirildikten sonra öğrencilerine görünüşünü kendilerine ait üslûplarla anlatırlar. İncillerde şer'î hükümler yok denecek kadar azdır. Evlenme ve boşanma ile ilgili olarak bulunan birkaç hükmün dışında, İncillerde şer'î ahkâm yoktur. Bu eksiklik dolayısıyla hıristiyanlar, yahûdi kutsal kitabı Tanah'ta bulunan şer'î hükümlerin büyük bir kısmını kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Dört İncilin hepsi de hemen hemen aynı şeyleri anlatmaya çalışır. Ancak, yine aralarında üslûp farkından daha ileri derecede olmak üzere farklılıklar vardır. Matta, Markos ve Luka İncilleri, anlattıkları konular ve anlatım planları bakımından birbirlerine benzediğinden, bu üç İncile "Sinoptik İnciller" adı verilmiştir. Gerek anlattığı şeyler ve gerekse anlatım planı bakımından diğer üç İncilden hayli farklı olan Yuhanna İncili, öbür İncillerden apayrı bir görünüm arzetmektedir. Yuhanna İncili, yazılış hedefi ve gâyesi bakımından da diğer İncillerden daha farklıdır. Yuhanna, bir dâvâyı isbata çalışmış, ağırlığı Hz. İsa'nın ulûhiyetini açıklama konusuna tahsis etmiştir. Bu İncilin, diğer üç İncil ile müşterek noktaları çok azdır. O, bazı mûcizeler ve vaazlarla, Hz. İsa'nın çarmıha gerilişi ve göğe yükselişini anlatması bakımından diğer İncillere biraz benziyor görünse bile, yine diğer İncillerle bu İncil arasında köklü farklılıklar vardır.
Sinoptik İncillerin cümle cümle incelenmesi sonucu şu hususları tesbit etmek mümkündür:
1- Her üç İncilde (Matta, Markos, Luka) müşterek olarak bulunan cümleler vardır. Bu cümlelerin sayısı 330 tanedir.
2- Matta ile Markos'ta müşterek olarak bulunan, ama Luka'da bulunmayan cümleler vardır. Bunların sayısı 178 tanedir.
3- Matta ile Luka'da müşterek olarak bulunan, ama Markos'ta bulunmayan cümleler vardır. Bunların sayısı 230 tanedir.
4- Markos ile Luka'da müşterek olarak bulunduğu halde, Matta'da bulunmayan cümleler vardır. Bu cümlelerin sayısı 100 tanedir.
Bu rakamların yanı sıra, üç İncilin her birinde sadece kendi yazarlarına ait olan ve diğer iki İncilde bulunmayan cümleler vardır. Bunun dökümünü şöyle verebiliriz:
Sadece Matta'da bulunan, diğer iki İncilde bulunmayan cümle sayısı 330 tanedir.
Sadece Markos'ta bulunan, diğer iki İncilde bulunmayan cümle sayısı 53
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tanedir.
Sadece Luka'da bulunan, diğer iki İncilde bulunmayan cümle sayısı ise 500 tanedir.
İncillerde birbirine benzeyen ve benzemeyen cümleler tek tek incelendiği zaman, bu kitapların İlâhî vahiy ürünü olmasının imkânsız olduğunu gösteren farklılıklar ve çelişkiler görülür.
İncillerde anlatılan şeyleri üç ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlar, Hz. İsa'nın hayatı, gösterdiği mûcizeler, vaaz ve nasihatlerinde söylemiş olduğu sözler, anlattığı hikâye ve mesellerdir. Bu İncillerde Hz. İsa'nın gençliği hakkında, cinsel hayatı hakkında, evlenip evlenmediğine ve çocuk sahibi olup olmadığına, karşı cinsten birine herhangi bir alâka duyup duymadığına dair herhangi bir ifade yoktur. Onun mûcizeleri hakkında İncillerde şu bölümler bulunur: Hastaları tedavi etmesi, cinleri çıkarması veya kovması, gelecekte olacağını haber verdiği olaylar, Hz. İsa'nın sûretinin değişmesi, ölüleri diriltmesi, yiyecek ve içeceği arttırması ve malı bereketlendirmesi, su üstünde yürümesi, fırtınayı dindirmesi ve suyu şaraba çevirmesi. 799
Kilise Tarafından Sahte (Apokrif) Sayılan İnciller ve Barnaba İncili
İncillerin sayılarının artmasından sonra, Yeni Ahidin kanonizasyonu neticesinde çok sayıda İncilden sadece dört tanesi seçilmiş, diğerleri sahte sayılarak atılmıştı. Kanonizasyon esnâsında kaç İncil vardı? Sahte sayılan bu İnciller hangileridir? Tam olarak bunların sayıları kaçtır, muhtevâları nedir? Bu konuda kaynakların araştırılması sonucu bazı bilgiler elde etmek mümkündür. Bîrûnî, el-Âsâru'l-Bâkıye isimli eserinde, diğer hıristiyan mezheplerinin ellerinde bulunan İncillerden farklı üç İncilin varlığını haber vermektedir. Bunlar, Mekîlerin (Marcioncuların) İncili, Deysanîlerin İncili ve Maniheistlerin İncilidir. Hıristiyan kaynaklarda isimleri geçen şu sahte İncillere tesadüf ediyoruz: Tomas İncili, yahûdilerin İncili, Marcion'un İncili, Gerçek İncil, Petrus'un İncili, Mısırlıların İncili, Logia veya İsa'nın Sözleri, Nasıralıların İncili, Havarilerin İncili, Matthias'ın İncili, Nikomediyos'un İncili, Küçüklerin İncili, Arapça İncil, Ermenîce İncil, Yetmişler İncili, Hatıra İncili, Barnaba İncili vb. İnciller.
Barnaba İncili: Kilise tarafından apokrif sayılan İnciller içinde en önemli olanlardan biri şüphesiz Barnaba İncilidir. Asıl adı Yusuf olan Barnaba, Hz. İsa'nın öğrencilerinden olup Pavlos'un hıristiyan cemaatine kabul edilmesinde büyük rol oynamış bir kimsedir. O, bütün hayatını, hıristiyanlığı yayma uğrunda geçirmiştir. Barnaba, Markos'un hocası, Pavlos'un önderi bir kişi olduğu halde, Kilise ona nisbet edilen İncili reddetmektedir. Kilisenin iddiasına göre Barnaba İncili, 14. asırda hıristiyanlıktan İslâmiyete geçen bir kimse tarafından, kendisinin İslâmiyet'e geçişinde kendisini haklı göstermek için yazılmıştır ve bu İncil apokrif İnciller arasında yer almaktadır. Hâlbuki, 5. asrın sonlarında M.S. 492 yılında tahta çıkan papanın, okunması yasak olan kitaplarla ilgili olarak çıkardığı emirnamesinde yasak kitaplar arasında Barnaba İncilinin de adı geçmekteydi. Bu durum, Barnaba İncilinin, 14. yüzyılda yazılmış olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
799] Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, 2. baskı, s. 219-220
İNCİL
- 213 -
Kilisenin bu İncili reddetmesinin arkasındaki gerçek sebep, bu İncilde Hz. İsa'nın ilâhlığının ve teslis inancının reddedilmesi, çarmıh olayının kabul edilmemesi, Hz. İsa'nın bir peygamber olduğunun açıkça zikredilmesi gibi, bugünkü resmî hıristiyan doktrinine aykırı şeylerin yer almasıdır.
Batılı hıristiyan araştırmacıların yaptıkları tesbitlere göre bu İncil, ilk olarak İslâmî bir muhitte değil, aksine Batıda hıristiyan bir çevrede ortaya çıkmıştır. Onun Batıda ortaya çıkışını, 15 ve 16. yüzyıla dayandıranlar vardır. Latin râhip Framinyo, hıristiyan müellif Aryanos'un (İrenaus) bir risâlesini ele geçirerek inceleyince, bu risâlede Pavlos'un mektuplarından ve Barnaba'nın İncilinden bahsedildiğini, Pavlos'un görüşlerinin çürütülerek Barnaba'nın görüşlerinin tasdik edildiğini görmüştür. Aryanos'un bu mektubunu iyice inceleyen Framinyo, Barnaba'nın İncilini bularak bu İncil üzerinde çalışmaya karar vermiştir. Adı geçen râhip, o dönemde (15. asrın sonları) papalık makamında oturan zatın yakınına sokularak onun güvenini sağlamayı başardıktan sonra, bu papa'nın kütüphanesine girmiş ve orada Barnaba'nın İncilini bulmuştur. Râhip Framinyo, Barnaba İncili üzerinde bir süre çalıştıktan sonra, hem İslâmiyet'i kabul etmiş, hem de bu İncili Hıristiyan dünyasına tanıtmak için çalışmıştır.
Bugün elde mevcut olan en eski Barnaba İncili nüshası, 1709 yılında Prusya Kralının sarayında danışman olarak çalışan Krimer'in elinde bulunmuştur. Bu nüsha, İtalyanca yazılmıştır. Bir süre sonra Viyana'daki krallık sarayına nakledilen bu nüsha, diğer nüshaların ana kaynağı kabul edilmektedir. Krimer'in bu nüshası, bir süre sonra meçhul bir kişi tarafından İtalyancadan İspanyolcaya tercüme edilmiştir. İngiliz müsteşrik Sayel, bu kitabı İspanyolcadan İngilizceye çevirmiş, daha sonra bu eserin başta Arapça olmak üzere çeşitli dillere tercümesi yapıldığı gibi, İtalyancadan İngilizceye tercümesi de yapılmıştır.800
Barnaba İncili Türkçeye de çevrilmiştir: “Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği” ve “Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.” Yine bu konuyla ilgili özel araştırma da yayınlanmıştır: “Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.”
Barnaba İncilinin M.S. 5. asırda papalık tarafından yasaklanan kitaplar listesinde bulunmasının yanı sıra, bu kitabın İslâmî bir çevrede değil; aksine mutaassıp hıristiyanlar arasında ortaya çıkması, kilisenin sahtelik suçlamasını dayanaksız bırakmaktadır. Bu İncilin en eski nüshası, İtalyanca, yani Vatikan'ın ve papalığın konuştuğu dilde yazılı olarak bulunmuş, sonraları bu nüsha yine koyu hıristiyan bir çevrede İspanyolcaya çevrilmiş, daha sonra İngilizceye tercümesi yapılmış, yani her şey, hıristiyan dünyası içinde cereyan etmiş, olayın İslâm dünyası ile uzaktan yakından hiçbir alâkası olmamıştır. Kitabın hıristiyanlığın koyu bir taassup içinde bulunduğu bir muhitte bulunmuş ve tercümelerinin yine bu çevrede yapılmış olmasına rağmen hıristiyan araştırmacılar, latin râhip Framinyo'nun onu bulup inceledikten sonra İslâmiyet'i kabul etmesine bakarak bu İncili, Framinyo'nun yazdığına ve sahte olduğuna hükmetmişlerdir. Nedense hıristiyan bilim adamları, Framinyo'nun savunmasını gözardı etmektedirler. Framinyo, Aryanos'un (İrenaus) risâlesinde bu İncilden bahsedildiğini söylüyor. İncili kendisinin yazmadığını, aksine Aryanos'un risâlesini okuduktan sonra yaptığı araştırmada bizzat Roma'da papalık kütüphanesinde bulduğunu ifade
800] ST. Barnaba The Gospel of Barnaba, Karachi
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ediyor. Ayrıca, en eski nüsha elinde olan Prusya krallığı sarayında danışman olarak çalışan bir hıristiyan râhiptir. O da kitabı saray kütüphanesinde buluyor. Bir müddet sonra bu kitap, diğer güçlü bir hıristiyan devlet olan Avusturya krallığı kraliyet kütüphanesine naklediliyor. İşin daha da önemlisi, bu İncil, Endülüslü müslümanları İspanya'dan çıkarmakla övünen mutaassıp hıristiyanlar tarafından kendi dillerine çevrilmiştir. Yine protestanlığın en yoğun olduğu İngiltere'de, İngilizceye tercümeleri yapılmıştır. Mademki bu kitap sahte idi, niçin bunlar yapıldı? Bu koyu hıristiyanlar, kendi inançlarını çürütmek için yazılmış olan bu kitaba neden bu kadar önem verip onun üzerinde ciddî şekilde çalıştılar? Eğer bu kitap, müslümanlar tarafından uydurulmuş bir propaganda kitabı olsaydı, herhalde bu zahmetlere katlanmazlardı. Barnaba İncili, muhtemelen uzun yıllar gizli olarak elden ele dolaşmış ve iki dilde yazılı olarak 15. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Görüldüğü üzere Yeni Ahidin kanonizasyonundan sonra sayıları dört olarak tesbit edilen İncillerin dışında, bir kısmı bu İncillerden önce yazılmış yüzden fazla İncil vardı. Kilisenin iddia ettiği gibi bunların hepsi sahte miydi? Dört İncilin yazarları kendi İncillerini yazarlarken, bu İncillerden faydalanmadılar mı? Bunların, İncillerini kaleme alırken Logia'dan, Q metninden ve Markos'un ilk İncilinden faydalandıklarını açıkça görmekteyiz. Bu durumda Dört İncilin yazarları, sahte sayılan İncillerden istifade etmiş olmaktadırlar. Acaba bu sahte İncillerden, dört İncile sahtelik bulaşmadı mı? 801
Kur’ân’a Göre Hıristiyanların İslâm’a Zıt Olan Bazı Temel İnançları
Hıristiyanlar, Dinlerinde Aşırı Giderler: Kur’ân-ı Kerim, ehl-i Kitabın ve özellikle hıristiyanların dinde aşırılıklarla hak dini bozduklarını ifade ederek, bundan vazgeçmelerini emreder: “Ey Kitap ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin.”802; “De ki: ‘Ey ehl-i Kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin hevâsına (ve hevesine) uymayın.” 803
Hıristiyanlar ‘Allah İsa’dır’ Dediler: Kur’an’da, hıristiyanların dindeki aşırılıklarının bir sonucu olarak, Allah’a inanç konusunda tevhidden ayrılarak şirke düşmeleri vurgulanır ve gereken cevaplar verilir: “Gerçekten ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir’ diyenler, and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: ‘O halde, Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anası (Meryem’i) ve yeryüzünde bulunanların hepsini öldürmek isterse, Allah’a karşı kimin elinden bir şey gelir?”804 Doğumlu ve ölümlü olanların ilâh olamayacakları, bu âyette hatırlatılmaktadır. “Meryem oğlu Mesih (İsa) gerçekten Allah’tır’ diyenler, andolsun kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih (şöyle) demişti: ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Bilin ki kim Allah’a şirk/ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar da yoktur.” 805; “Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. O, bunların şirk/
801] Şaban Kuzgun, a.g.e., s. 163-167
802] 4/Nisâ, 171
803] 5/Mâide, 77
804] 5/Mâide, 17
805] 5/Mâide, 72
İNCİL
- 215 -
ortak koştukları şeylerden uzaktır.” 806
‘İsa Allah’ın Oğludur’ Dediler: “Yahudiler,‘Uzeyir Allah’ın oğludur’ dediler! Hıristiyanlar da,‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar!”807 Beydavî’nin de belirttiği gibi, hıristiyanlar bunu, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesini imkânsız gördükleri için veya Hz. İsa’nın anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmesini, ölüleri diriltmesini insan olarak imkân dışı gördükleri için söylediler. Hâlbuki her peygamber, Allah’ın yaratması ve izniyle mûcizeler göstermiştir. Hz. İsa’nın durumu da, peygamberliğini isbat eden mûcizeden başka bir şey değildir.
Hz. İsa’nın, kendinden sonra Allah’a şirk koşulması konusunda, hiçbir suçu yoktur. O, tevhid dinini insanlara tebliğ etmiş, kendisinin de Allah’ın kulu ve peygamberi olduğundan başka bir iddiada bulunmamıştır. Kur’an, Hz. İsa’yı ve onun tebliğ ettiği dini temize çıkarır ve onun adına yalan ve iftira atıp dinde çirkin aşırılıklara gidenlerin maskesini düşürür: “Hiçbir beşerin, Allah’ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp da (gelin) bana kul olun’ demesi mümkün değildir. Bil’akis (şöyle der:) ‘Okumakta ve öğrenmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olun.’ Ve size ‘melekleri ve peygamberleri ilâhlar/tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?”808 Âyet-i kerimeden net olarak anlaşılmaktadır ki Hz. İsâ, insanları İslâm’a davet etmiş, onları müslüman olmaya çağırmış; teslise, yani şirk ve küfre kesinlikle müsaade etmemiştir.
Hıristiyanlar Teslisi (Üçlü İlâh Anlayışını) Kabul Etmekle Kâfir Oldular: Bilindiği gibi, muharref hıristiyanlık inancında Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs’ten oluşan teslis inancı başlıca akide esasıdır. Şimdiki tüm hıristiyanlara göre, teslisi kabul etmeyenler hıristiyan sayılmazlar. Hâlbuki teslis, açık bir küfürdür; buna inanan kimse kâfir ve müşrik olur: “Ey ehl-i kitab! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hak/gerçek olandan başkasını söylemeyin. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa’dır, (o) Allah’ın rasûlüdür; Meryem’e ulaştırdığı (‘kün=ol’) kelimesi (nin eseri)dir. Allah tarafından (gelen) bir ruhtur. Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de ‘(İlâh) üçtür’ demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan çekinirler. O’na kulluktan çekinip büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” 809
Hıristiyanlar, bir türlü Allah’ın birliği (tevhid) inancına gelememiş, Allah ile peygamberin birbirinden farkını anlayamamışlardır. Hz. Mûsâ ve Hz. İsa, ehl-i kitaba tevhid inancını (İslâm’ı) getirdiği halde, sonradan sapan bu toplumlar Hâtemü’l-enbiyâ’nın sağlam ve aydınlatıcı açıklamalarına rağmen, çoğu tevhidi kabul etmemişlerdir. Hıristiyanlar: ‘baba, oğul ve rûhu’l-kudüs’ten ibaret olmak üzere Allah üçtür yahut ‘Allah üç unsurdan meydana gelmiştir, bunların üçü de birbirinin aynıdır, her biri tam ilâhtır ve üçü birden bir tek tanrıdır’ diyerek saçmalamışlardır. Yukarıdaki âyetler, onları, gerçek Allah inancı üzerinde
806] 9/Tevbe, 31
807] 9/Tevbe, 30
808] 3/Âl-i İmrân, 79-80
809] 4/Nisâ, 171-172
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aydınlatmak üzere gelmiştir. Âyette Hz. İsa için “Allah’tan bir ruh” ve “Allah’ın kelimesi” denilmiştir. Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyetlerinde ikinci vasıf açıklanmış, bundan maksadın Allah’ın “kün=ol” demesinden ibaret bulunduğu, Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde yaratıldığı beyan edilmiştir. Meryem sûresinin 17. âyetinden itibaren de birinci vasıf açıklanmış, “Rûh”un, Cebrâil olduğuna işaret edilmiştir.
“Andolsun ‘Allah üçün üçüncüsüdür (üç tanrının biridir)’ diyenler kâfir olmuştur. Hâlbuki bir tek ilâhtan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldikleri (bu sözden) vazgeçmezlerse içlerinden o kâfir olanlara çok acıklı bir azap vardır.”810 Yüce Allah, bu âyetlerde teslise inananların kâfir olduklarını açıkça beyan etmiştir. Kâfirler ve müşrikler de cennete kesinlikle giremezler. Teslisi kabul etmeyenleri hıristiyan saymayan bugünkü hıristiyanların cennete gideceğini ileri süren bazı profesörler ve onların tilmizleri büyük bir yanılgının içindedirler; Allah’ın cenneti haram kıldığı müşrik ve kâfirlere cenneti ikram etmek, kimsenin cür’et edebileceği bir şey olmamalıdır.
Hz. İsa’yı ve Annesi Meryem’i İlâh Edindiler: Hıristiyan mezhepleri ve grupları arasında, Hz. Meryem’i tanrı olarak kabul edenler de vardır. Hz. İsa’yı tanrı kabul edenler, Hz. Meryem’i de tanrının annesi kabul etmekle onu da tanrı derecesine yükseltmiş oldular. “Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ‘beni ve anamı, Allah’tan başka iki ilâh/tanrı edinin’ diye sen mi dedin?’ diye buyurduğu zaman o, şöyle dedi: ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim, Sen yücesin; Hakkım olmayan, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz Sen bunu bilirsin. Benim içimdekini Sen bilirsin; ben Senin zâtında olanı bilmem. Gaybları/gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine şâhid/kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin, şâhidsin.”811 Âyetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İsa, kendisini ve annesini ilâh olarak kesinlikle iddia etmemiş, insanları tek Allah’a kulluk yapmaya çağırmıştır. Dolayısıyla, hıristiyanların böyle büyük bir cinayet olan şirk ve küfür itikatları, Hz. İsa’dan sonra ortaya çıkmıştır.
Hz. İsa ve annesinin tanrı olamayacakları, akıl ve mantık açısından da sebepleriyle birlikte Kur’an’da belirtilir: “Meryem oğlu Mesih (İsa), ancak bir rasûldür/peygamberdir (başka bir şey değildir). Ondan önce de (birçok) peygamberler gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”812 Yahudiler Hz. İsa’nın, namuslu ve bâkire bir hanımdan doğduğuna inanmayıp, onun anasına iftira eder, gayr-ı meşrû bir ilişkiden doğduğunu ileri sürerler. Kur’ân-ı Kerim, daha önce Hz. İsa’nın mûcizevî bir şekilde nasıl yaratıldığını anlatıp burada da anasının doğru, dürüst ve namuslu olduğunu zikretmek suretiyle bu iftirayı reddetmektedir. Bunun yanında, konumuzla ilgili olarak, hıristiyanların ona ve anasına tanrılık vasfı vermelerini de elle tutulur, gözle görülür bir delil ile reddedip çürütmektedir. Zira her ikisi de yemek yerlerdi, tanrı olsalardı yemeye, içmeye ihtiyaç duyarlar mıydı? İhtiyaç sahipleri ilah olamazlar.
Din Adamlarını Tanrı Edindiler: “De ki: ‘Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda
810] 5/Mâide, 73
811] 5/Mâide, 116-117
812] 5/Mâide, 75
İNCİL
- 217 -
müsâvi/anlamı eşit (ve âdil) bir kelimeye gelin, (şöyle diyerek): ‘Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz, kimimizi rabler edinip ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman deyin ki: ‘Şâhid olun, biz muhakkak müslümanlarız.” 813
Hıristiyan din adamları, bir şeyi helâl ve haram kılar, hıristiyanların günahlarını günah çıkararak affederler, insanları cennete koyacaklarını söylerler. Bu ve benzeri durumlar, din adamlarının kendilerini tanrı yerine koymaları, bunları kabul edenlerin de onları tanrı kabul etmeleridir: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini/hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki hepsine de tek ilâh’a ibâdet/kulluk etmekten başka hiçbir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilâh/tanrı yoktur. O, bunların şirk/ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” 814
Tanrı için kullanılan “baba” tâbiri, çok alçaltıcıdır; zira insan toplumunda, kötü hâtıralar bırakan aile babaları vardır; aynı zamanda baba terimi, cinsel ilişkileri hatırlatır; ölümü ve kendisinden sonra bir vârisi düşündürür. Mecâzî ve temsilî manada bile olsa, hem Eski Ahid ve hem Yeni Ahid’de İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tâbiri kullanılmıştır. Bu ise “biricik oğul” tâbiri ile tezat halindedir. Luka’ya göre,815 Âdem (a.s.) Tanrı’nın oğludur. “Seigneur” kelimesinden, İsa’nın Tanrı oğlu olduğu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor ki, bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.
“Tanrı’nın oğlu” tâbirinin kitabî manasından (mecaz olarak kullanılışından) söz etmiştik. Bunu açıklayalım: Tek Tanrı’ya inananlar diye yahudilerden bahseden Beşinci Sifir 816 onları şöyle tavsif eder: “Siz Tanrı’nız Ebedî’nin çocuklarısınız.” Hıristiyanlığa gelince, bizzat İsa, birkaç kez Tanrı’ya inananların Tanrı’nın oğlu olduğunu bugünkü İncillerde söyler, bunu açıklar, hatta tarif eder. Şöyle ki: “Barışı elde edenlere ne mutlu! Zira onlar Tanrı’nın çocukları diye çağrılacaklar.”817 Bu arada çok ilginç olan şu hususu hatırlatalım: İncil’in bu cümlesinde yer alan “pacificateur” yani, “uzlaştırıcı” veya “barışı elde edenler” tâbirleri, “müslüman” teriminin karşılığını ifade etmektedir. Bilindiği gibi müslüman kelimesinin bir anlamı, “barış içinde ve selâmette olan”dır. Meşhur bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.” 818
Yine Luka şöyle demektedir: “Fakat düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın ve bir şey ümid etmeden ödünç verin. Ve sizin mükâfatınız büyük olacak ve siz Çok Ulu’nun oğulları olacaksınız, çünkü O, nankör ve kötüler için de iyidir.”819 Şayet “Tanrı’nın oğlu” tâbirinin mânâsı bu ise, bundan çıkan her türlü karışıklık ve tutarsızlıklara mâni olmak için, her şeyi açıkça söylemek lâzımdır.
Çok mânidardır ki, bu hıristiyan âmentüsü metninin dışında -ki, bu metnin İncil veya Hz. İsa’nın sözü olmadığını biliyoruz- Hz. İsa, Yeni Ahid (İnciller)’in hiçbir yerinde “ben Tanrı’yım” demiyor; bilakis tam zıddını söylüyor: “İşte benim
813] 3/Âl-i İmrân, 64
814] 9/Tevbe, 31
815] Luka 3/38
816] 14/1
817] Matta, 5/9
818] Buhâri, İman 4; Müslim, İman 64, 65, 66; Tirmizî, Kıyâme 52; Nesâi, İman 8
819] Luka, 6/35
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seçtiğim kulum...”820 Tanrı’nın kendisi için bu sözünü söyleyerek, bunu kendisine tatbik eden Hz. İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi olmaktan gurur duymaktadır. Yine Matta, 24/36 ve Markos, 13/32’ye göre, “dünyanın sonu ne zaman gelecek?” sorusuna, İsa şöyle cevap verir: “Fakat o gün ve saat hakkında, ne göklerin melekleri, ne de Oğul; yalnız Baba’dan başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna, 5/19’da şöyle demektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Baba’nın yapmakta olduğunu gördüğü şeyden başka Oğul kendiliğinden bir şey yapamaz.” Görüldüğü gibi bugünkü İncillerde bile İsa, Tanrı olmadığını açıkça söylemektedir.
Hıristiyanlıkta İbâdet: İncillere göre İsa Mesih dedi: “Bu şeytan, ibâdet ve oruçtan başka bir şeyle çıkmaz.”821 Fakat her şeyden evvel şunu söyleyelim ki, hıristiyanlıkta hac’dan hiç söz edilmiyor; sâniyen ibâdet ve orucun zorunluluğuna dair en ufak bir açıklama yoktur. Vergilere gelince, bu konuda şu çarpıklık ve ilgisizlik vardır: “Sezar’ın hakkını Sezar’a; Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ödeyin.”822 Bu ifade, laikliğe yol açmış ve böylece kilise ve devletin bu şekilde birbirinden ayrılışında, iktidarın dinsizleşmesi ve hatta dine karşı müsâmahasız bir tavır takınması gibi büyük bir tehlike doğmuştur.
Hıristiyanlarda ibâdet, Tanrı’nın şanı için meydana getirilmiş ilâhilerden müteşekkildir. Katoliklerde ise “communion” denilen ve ekmek, şarap gibi maddî vasıtalarla ulûhiyete ortaklık vardır.
Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) aksine; Hz. İsa’nın kendi risâletiyle ilgili yazılı bir metin bırakmamış olması üzücüdür. Bu sebeple tercüme mahiyetinde olan eldeki mevcut İnciller ile asıl İncil arasında mukayese yapma imkânı yoktur. Ayrıca Matta’nın yazmış olduğu Hz. İsa’nın Aramice olan hayat hikâyesinin aslına da sahip olmadığımızdan, Yunanca olan tercümesinin dahi asıl metne sâdık kalıp kalmadığını bilme imkânına da sahip değiliz. Şu halde, hıristiyanların dominikal duâlarındaki hatalar, İsa Mesih’e değil; Yunanlı mütercime veya İncil’i tahrif edenlere aittir.
Hıristiyanlarda oruç, hiçbir surette mecburi olmayıp, çok nâdir olarak oruç tutan papazlara da, hafif bir kahvaltı, tam bir öğle yemeği ve hafif bir akşam yemeği izni verilmiştir. Karem (careme) adı verilen oruç tutma süresince Pazar günleri hâriç, 40 gün boyunca, yani 34 gün, oruç tutmak isteyenler bu tatbikatı yürütürler.
Muharref İncillerin Karanlık Yüzleri
Eldeki en eski İnciller Yunanca'dır. Hâlbuki Hz. İsa İbranice-Aramice konuşurdu ve İbranice konuşan yahûdilere İncil vâzediyordu. Eldeki dört İncilin % 90'ı Hz. İsa'nın hayat hikâyesinden ibârettir. İsa (a.s.) halka kendi hayat hikâyesini mi vâzediyordu? Soyundan, sopundan, doğumundan, şakirtlerinden, seyahatlerinden, çarmıha gerilip ölümünden, mezara konuluşundan mı bahsediyordu. İncillere baktığımızda İsa'nın İncil vâzettiğini görüyoruz: "Yahya ele verildikten sonra, İsa Allah'ın İncilini vâzederek Galile'ye gelip dedi: Vakit tamam oldu ve
820] Matta, 12/18
821] Matta, 17/21; Markos, 9/29
822] Matta, 22/21; Markos, 12/17; Luka, 20/25
İNCİL
- 219 -
Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İncil'e iman eyleyin."823 (İsa kıyam ettikten sonra, on birlere göründü) "Ve onlara dedi: Bütün dünyaya gidin, İncili bütün hilkate vâzedin."824 "Ve vâki oldu ki, günün birinde mâbette halka öğretir ve İncil'i vâzederken..."825 (Hz. İsa'nın İncili vâzetmesiyle ilgili diğer örnekler için bk. Matta, 11/5, 24/14, 26/13, 9/135, 24/14, 4/23; Markos, 10/29; Pavlos'un Romalılara Mektubu, 1/10; I. Korintoslulara, 9/23). Peki, Hz. İsa'nın İncili nerede? Şimdiki dört İncilin hangisi? "İsa'ya Göre İncil" olmadığına göre, Hz. İsa hangi İncili vâzediyordu?
İlk İnciller İbrânice-Aramice olduğu halde, Yunanca'ya kim tercüme etti? Hiç olmazsa mütercim(ler)i tanısak, iyi olmaz mıydı? Hangi tarihte tercüme edildi? Tüm bunlar karanlıktır. En iyimser rakama göre Hz. İsa'dan 40-50 yıl sonra kaleme alınmaya başlandığı belirtilmektedir. Dört İncilin dışındaki İnciller niye korunmadı ve yasaklandı? Hangi İncilin daha doğru olduğuna dair hükmü tarih verseydi daha iyi olmaz mıydı? Üçüncü asırdan önce bu dört İncilin hiçbirinin mevcut olmadığını veya en azından makbul görülüp meşhur olmadıklarını yazan Batılı tarihçilerin sözü ne anlama gelmektedir?
Luka'nın havari olmadığı kesindir. Matta İncili'nin aslının İbranice ve Süryanice olduğu, Yunanca olmadığı kesin olduğuna göre, aslı nerede ve kim tercüme etti, bilinmiyor. Markos ve Luka İncillerinin Yunanca yazıldığı söyleniyor. Yuhanna İncili, İsa'nın tanrılığını ispat için yazılmıştır. Yuhanna en son yazılan İncildir; İsa'dan 100 yıl kadar sonra yazılmıştır. Demek ki üç İncil döneminde, yani üç İncil derlendiği zamanlarda, İsa'nın tanrılığıyla ilgili inanç yoktu. Bazı papazlar, İncillerden önce tevhide inanıyorlardı ve İsa'nın tanrılığı Yuhanna'dan sonra İncillere girdi. Tevrat'ın yahûdilerce mûteber sayılan bazı bölümleri hıristiyanlarca niçin reddedilmekte ve hıristiyanların mûteber kabul ettiği ve Kitab-ı Mukaddes'in ilk bölümlerini oluşturan Eski Ahit (Tevrat) ile yahûdilerin kutsal kitabı (Tevrat'ı) niye aynı değil? İncillerde yer alan akla, mantığa ters düşen, bilimle çelişen hususlar nasıl vahiy olabilir? Müstehcen ve çirkin ifadelerin kutsal metinde yer alması nasıl izah edilebilir? İncillerde gereksiz nice ayrıntılar yer alırken, Hz. İsa'nın hayatı ve mûcizeleri çok geniş anlatılırken; dinî hükümler niye çok azdır? Dinî hükümlerin de hemen hepsi evlenme ve boşanmayla ilgilidir. Haram ve helâllar niye bu kitaplarda hemen hiç yer almaz? Ve laiklik özendirilerek Sezarın hakkı ile Tanrının hakkı ayrı tutulur?
Hıristiyan mezheplerin bile, İncillerin mâhiyeti hakkında birbirleriyle ittifakı yoktur. Yani, hıristiyanların büyük çoğunluğunu teşkil eden Katoliklerin kabul ettiği İnciller ile Protestanların kabul ettiği İnciller aynı değildir. Protestan İncilinde 7 kitap yoktur, onlar toplam 66 kitabı İncil (Yeni Ahit) olarak kabul ederlerken; Katolik İncilleri ayrıdır; onlar daha fazladır, toplam 73 kitap İncil olarak kabul edilmektedir.
İncillerde çok sayıda çelişkiler yanında, kelimesi kelimesine, hatta parantezlerde bile ortak cümleler vardır. Matta ile Markos'taki ortak cümlelerin sayısı 178'dir. Markos ile Luka'daki ortak cümleler 100 tane, Matta ile Luka'daki ortak cümlelerin sayısı 230'dur. Her üç sinoptik İncildeki ortak cümleler ise 330
823] Markos, 1/14-15, s. 35
824] Markos, 16/15, s. 55
825] Luka, 20/1, s. 83
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tanedir. Meselâ Matta, 9/6, s. 9; Markos, 2/10-11, s. 36; Luka, 5/24, s. 63: Kelimesi kelimesine tekrardır; parantezler bile aynıdır. Kim, kimden kopya çekti, orası tam belli değildir. Matta, 3/7-11, s. 3; Luka, 3/7-10, s. 60: Aynı kelimeler tekrarlanır. Mattta, 3/3, s. 3; Markos, 11/3, s. 35; Luka, 3/4, s. 60) yine tümüyle aynıdır. Birbirlerinden iktibas ettikleri anlaşılmaktadır.
İncil'e şöyle bir göz atan kimse bile, İncillerin tahrif edildiğini hemen gözüne batacak şekilde görecektir: İncillerin bazı dipnotlarında bu tahrifin itiraf edildiği görülecektir. Meselâ, Matta, 17/21'in (s. 19) dipnotu: "Bazıları eski olan birçok muteber metinlerde 21inci âyet ilâve olunmuştur: Fakat bu cins dua ve oruçtan başka bir şeyle çıkmaz."
Matta, 18/11'in dipnotu (s. 20): "Bazıları eski olan birçok muteber metinlerde 11inci ayet ilâve olunmuştur: Zira İnsanoğlu kaybolmuş olanı kurtarmağa geldi."
Matta, 23/14 İncillerde yok (s. 26). 13'den sonra 15'e atlanmış ve 13'ün sonunda dipnot konmuş. Bu dipnotta şunlar yazılı: "Bazı muteber metinlerde 14üncü âyet buraya yahut 12inci âyetten sonraya ilâve edilmiştir."
Markos, 9/44 ve 46. cümleler İncillerde yok, atlanmış (s. 46). Ve dipnotta şu açıklama var: "48inci âyetin ayni olan 44 ve 46ncı âyetler en muteber metinlerde bulunmuyor." Hemen devamında 9/49'un dipnotu: Birçok eski metinlerde 'Ve her kurban tuzla tuzlanacaktır' ibaresi ilâve edilmiştir."
Yine, Markos, 11/26 (s. 48) atlanmış. 25'in bitiminde dipnotta şunlar yazılı: "Birçok eski muteber metinlerde 26ncı âyet ilâve olunmuştur."
Aynı durum, Markos, 15/28 için de sözkonusudur. 28. cümle atlanmış ve dipnotta benzer açıklama yapılmıştır (s. 54).
Markos, 7/16'nın dipnotu (s. 43): Birçok muteber eski metinlerde 16ncı âyet ilâve olunmuştur..."
Markos, 16/9-20 arası, hıristiyan araştırıcılara göre sonradan ilâve edilmiştir.
Luka, 17/36'nın dipnotu (s. 81): "Bazı muteber eski metinlerde 36'ıncı âyet ilâve olunmuştur..."
Luka, 23/17 (s. 88) atlanmış. 16'nın sonunda düşülen dipnotta: "Birçok eski muteber metinlerde 17nci âyet ilâve olunmuştur..." denilir.
Yuhanna İncilinden Bir Dipnot: "Eski metinlerin ekserisinde 7:53'ten 8:11'in nihayetine kadar olan kısım yoktur. Bu kısmı hâvi olan metinler de birbirinden farklıdırlar."826
Yuhanna 5/4 de yoktur (s. 97). Dipnotta şunları okuyoruz: "Birçok eski metinlerde tamamen veya kısmen ilâve edilmiştir..."
Yuhanna 9/35'de (s. 104) "... Sen insanoğluna..." diye geçen ifadede, "insanoğluna" kelimesinde dipnot düşülerek, aşağıda şu açıklama yapılmış: "Birçok eski metinlerde, 'Allahın oğlunu' yazılmıştır."
Resullerin İşleri, 8/37 de yoktur (s. 128). Dipnotta şu açıklama yapılmıştır: Bazı eski metinler, tam olarak yahut kısmen 37'nci âyeti ilâve ediyorlar..."
826] Yuhanna, 8/11'in dipnotu, s. 102
İNCİL
- 221 -
Yine Resullerin İşleri, 15/34 de yoktur (s. 137). Dipnotta şöyle denir: Bazı eski metinler 34üncü âyeti bazı farklarla ilâve ederler..."
Yine Resullerin İşleri'nde, 24. bapta 7. cümle yoktur (s. 147); dipnotta benzer açıklama yapılır. Aynı durum, 28. bâbın 29'uncu cümlesi için geçerlidir (s. 153).
Pavlusun Romalılara Mektubu, 16/24 de yoktur. Dipnotta benzer açıklama vardır.
Bu tahrife, katma ve çıkarmalara karşı Kutsal Kitaptan bir beddua ve onları bekleyen âkıbet: "Bu kitabın peygamberlik sözlerini her işitene ben şehadet ediyorum: Eğer bir adam bunlara bir şey katarsa, Allah, bu kitapta yazılmış olan belâları ona katacaktır; ve eğer bir adam bu peygamberlik kitabının sözlerinden çıkarırsa, Allah bu kitapta yazılmış olan hayat ağacından ve mukaddes şehirden onun payını çıkaracaktır." 827
Ve Kur'an'dan bir âyet: “Vay haline o kimselerin ki Kitab’ı elleriyle yazarlar, sonra o yazdıkları şeyi az bir para karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ derler. Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine, kazandıklarından ötürü vay haline onların!”828
Matta İncili'ni yazan başka biri olmalı, Matta İncilini Matta'dan başka biri yazmış olmalı ki, şöyle denilmektedir: "Ve İsa oradan geçerken gümrük yerinde oturan ve Matta denilen bir adam görüp ona: Ardımca gel, dedi. O da kalkıp ardınca gitti." 829
Luka, İncilini niçin yazdı? Ona ilham eden kimdi? Luka İncilinin ilk satırlarından anlaşılıyor ki, kendisi görmemiş, kimden rivâyet ediyor, belli değil: "Aramızda vâki olmuş şeylerin hikâyetini, başlangıcından gözleriyle görenlerin ve kelâmın hizmetçisi olanların bizlere nakil ettiklerine göre tertip etmeğe birçok kimseler giriştiklerinden, ben de ta başından beri hepsini dikkatle araştırıp tahkik ederek, ey faziletli Teofilos, olduğu gibi sırası ile sana yazmağı münasip gördüm, ta ki, sana öğretilen kelâmın doğruluğunu bilesin." 830
Yuhanna İncilinde, "o, bu, biz, ben" kimdir? "gören şehadet etti ve onun şehadeti doğrudur ve iman edesiniz diye kendisi doğruyu söylediğini bilir."831 "Bu şeylere şehadet eden ve bu şeyleri yazan şakirt budur ve biliriz ki, onun şehadeti doğrudur. İsa'nın yaptığı başka çok şeyler daha vardır, eğer birer birer yazılmış olsalar, yazılan kitaplar dünyaya bile sığmazdı sanırım." 832
Muharref İncillerdeki Yüzlerce Çelişkiye Örnekler
Hıristiyanlara göre Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri tümüyle vahiydir, Allah’a ait doğrulardır ve bu dört İncil, birbirlerini tamamlayıp takviye ederler. Ama bu dört İncilde öylesine çok çelişki ve farklılıklar vardır ki, bunlar koca bir kitabın kapsamı içinde ancak değerlendirilebilir. Burada bu çelişkilerden bazı örnekler vermekle yetineceğiz:
827] Kitab-ı Mukaddes, 22/18-19, s. 274
828] 2/Bakara, 79
829] Matta, 9/9, s. 9
830] Luka, 1/1-4, s. 56
831] Yuhanna, 19/35, s. 116
832] Yuhanna, 21/24-25, s. 118
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Muharref İncillerde Hz.İsa’nın Nesebi Konusunda Görülen Çelişkiler:
Dört İncilden ikisi, Markos ile Yuhanna, Hz. İsa’nın nesebinden hiç bahsetmezler. Diğer iki İncil, yani Matta ile Luka, onun nesebinden bahsetmekle beraber, verdikleri soy kütüğü bakımından bu iki İncil arasında açık bir çelişki vardır.
Matta İncili, Hz. İsa’nın soy kütüğünü Hz. İbrâhim’e kadar götürmekte, ondan ileriye götürmemektedir. Luka İncili ise Hz. İsa’nın nesebini Hz. Âdem’e kadar ulaştırmaktadır. Matta’da Hz. İsa’dan Hz. İbrâhim’e kadar kırk kişi sayılırken, Luka’da elli beş kişi sayılmaktadır. Luka, Hz. İbrâhim’den Hz. Âdem’e kadar ayrıca yirmi kişi saymaktadır, bu kısım Matta’da yoktur. Luka’nın verdiği soy kütüğünde toplam isim sayısı yetmiş beşe ulaşmaktadır. Burada akla şöyle bir ihtimal gelebilir: Matta’nın vermiş olduğu listede bazı isimler unutulmuş olabilir; Luka, Matta’nın unutmuş olduğu isimleri listesine ilâve ederek sayıyı yetmiş beşe çıkarmış olabilir. Fakat gerçek böyle değildir. Matta’nın 1'den 40'a kadar saymış olduğu isimlerle, Luka’nın 1'den 55'e kadar saydığı isimler arasında büyük farklılıklar vardır. Matta’nın, Hz. İsa’nın atası olarak zikrettiği isimlerden yirmi üç tanesini Luka hiç zikretmiyor. Luka’nın, Hz. İsa’nın atası olarak zikrettiği isimlerden otuz sekiz tanesini de Matta hiç zikretmiyor. İki İncilde yer alan iki farklı ve ayrı soy kütüğü vardır ve bunların birbirini tamamlaması imkânsızdır. Bu durumu daha açık bir şekilde göstermek için her iki İncilde verilen soy kütüğünü karşılıklı olarak bir tablo halinde göstermemiz mümkündür:
Hz. İsa’nın Ataları:
Matta İnciline Göre Luka İnciline Göre
1- Yusuf Yusuf
2- Yakub Heli
3- Mattan Mattat
4- Eleazar Levi
5- Eliud Melki
6- Ahim Yannay
7- Sadok Yusuf
8- Azor Mattatya
9- Elyakim Amos
10- Abiud Nahum
11- Zerubbabel Esli
12- Şealtiel Naggay
13- Yekonya Maat
14- Yoşiya Mattatya
15- Amon Semein
16- Manasse Yoseh
İNCİL
- 223 -
17- Hizkiya Yoda
18- Ahaz Yoanan
19- Yotam Risa
20- Uzziya Zerubbabel
21- Yoram Şealtiel
22- Yehoşafat Neri
23- Asa Melki
24- Abiya Addi
25- Rehoboam Kosam
26- Süleyman Elmadam
27- Davud Er
28- Yesse Yeşu
29- Obed Eliezer
30- Boaz Yorim
31- Salmon Mattat
32- Nahşon Levi
33- Amminadap Simeon
34- Ram Yehuda
35- Hetsron Yusuf
36- Perets Yonam
37- Yehuda Elyakim
38- Yakub Melea
39- İshak Menna
40- İbrahim Mattata
Natan
Davud
Yesse
Obed
Boaz
Salmon
Nahşon
Amminadap
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aram
Hetsron
Perets
Yehuda
Yakub
İshak
İbrahim
Görüldüğü gibi iki listede yer alan isimlerin büyük bir çoğunluğu birbirine uymadığı gibi, uyan isimlerin sıradaki yerleri de hayli farklıdır.833 Tabloda açıkça görüldüğü gibi Luka’nın ilâve ettiği isimler, Matta’nın eksik bıraktığı isimler değildir. İki İncil farklı farklı soy kütükleri vermişlerdir. Burada özellikle Matta’nın verdiği soy kütüğünde Hz. Süleyman, Hz. İsa’nın atası olarak zikredilirken, Luka’da Hz. Süleyman’ın kütükte yer almamakta olduğunu belirtmek gerekir.
Aslında her iki İncil, Hz. İsa’nın nesebini vermekle beraber, ayrıca onun babasız doğduğunu, annesi Meryem’in, Tanrı’dan hâmile kaldığını, Tanrı’nın onun rahmine ruhu üfürmesi ile İs’nın dünyaya geldiğini belirtmişlerdir. Yani bu iki İncile göre Hz. İsa’nın insan cinsinden babası yoktur. Öncelikle, böyle bir soy kütüğü belirleyip Hz. İsa’nın atalarını saymak, onun tanrılığı ile nasıl bağdaşır? Onu hem hâşâ Allah’ın bir tecessüdü, aynısı olduğunu belirtip hem de ona babalar ve dededeler atfetmek bir çelişki değil midir? Önce karar versinler, Hz. İsa, hâşâ Allah’ın oğlu mu, yoksa bu sayılan insanların oğlu mu? İsa’nın İncillerde sayılan bu baba ve dedeleri de ilâh mı, yoksa onlar birer insan mı? Bunların Tanrı ile akrabalık dereceleri nedir?
Buna rağmen İnciller, Hz. İsa’nın nesebini annesi Meryem tarafından değil de, üvey babası Yusuf tarafından yürütmektedirler; bu açık bir çelişkidir. Hz. İsa, Yusuf’un oğlu değilse, onun sülbünden meydana gelmemişse, Yusuf nasıl Hz. İsa’nın babası olabiliyor? Hz. İsa, Marangoz Yusuf’un sperminden hâsıl olmadığı halde bu iki İncilde Yusuf, onun babası sayılarak Hz. İsa’nın soy kütüğüne birinci sıradan katılıyor. Hz. İsa’ya bir soy kütüğü tesbit edilecekse, Bunun üvey baba Yusuf tarafından değil, annesi Hz. Meryem tarafından olması gerekirdi. Eğer ona bir soy kütüğü yazılması gerekli ise, bunun: İsa, Meryem’in oğlu; Meryem, İmran’ın kız, İmran, ...... oğlu gibi neseb; Meryem, İmran,... tarafından yürütülmeli idi. Kur’ân-ı Kerim, İmran’ın kızı Meryem’in Hz. İsa’nın annesi olduğunu ve onun hiçbir beşerin eli değmeden İsa’yı dünyaya getirdiğini belirtir. İsa’yı (a.s.) sık sık “Meryem’in oğlu İsa” 834 şeklinde tanıtır.
Dolayısıyla Matta ve Luka İncillerinin, Hz. İsa’ya üvey babası Yusuf tarafından yürütmüş oldukları neseb, gerçekte Hz. İsa’nın nesebi değildir. Bu İncillerin verdikleri soy kütüğü yanlış bir soy kütüğüdür. Bu iki İncildeki Hz. İsa’nın soy kütüğü listeleri, aynı İncillerin diğer yerlerindeki haberlerle de çelişmektedir. 835
833] Kitab-ı Mukaddes, Matta, I/1-17, s. 1; Luka, 3/23-38, s. 60-61
834] 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 45, 157, 171; 5/Mâide, 17, 46, 72, 75, 78, 110, 112 vd.
835] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 1/18-25, s. 1; Luka, 2/1-7, s. 58
İNCİL
- 225 -
Matta ve Luka İncillerinde yer alan soy kütüğü listelerinde Hz. İsa’dan Hz. İbrâhim’e kadar iki İncilin ittifak edebildiği sadece on sekiz isim vardır. Diğer isimler birbirinden farklıdır. Matta’da kırk isim varken, Luka’da bu isim listesi nasıl elli beşe varabiliyor? Bu İncil yazarları Allah’tan nasıl bir vahiy almışlar ki, birbirlerinden bu kadar farklı şeyler yazabilmişlerdir? Matta İncilinin birinci bâbının 1-17. cümleleri arasında verilen listede Yusuf’un, Hz. İsa’nın babası olduğu söyleniyor. Aynı İncilin aynı bâbının 18-25. cümleleri arasında Hz. Meryem’in Allah’tan nasıl hâmile kaldığı anlatılıyor. İnciller arasında çelişki olduğu gibi, bir İncilin aynı bâbındaki cümleler arasında, aynı bapta, aynı sayfada çelişkilere rast gelmekteyiz. Bundan sonra hıristiyan yazarlar dört İncilin, yazarlar tarafından Tanrı’nın vahyi ile yazıldığını ileri sürebiliyorlar.
Hz. İsa’nın doğum olayına bağlı olarak Matta ve Luka İncillerinde tesbit edilen diğer bir çelişki, o sırada Roma imparatoru olan kişi ile Suriye ve Filistin bölgesi yöneticileri hakkında verilen haberlerdir. Matta’ya göre Hz. İsa’nın doğduğu sırada kral olan kişi Hirodes’tir. O sırada herhangi bir nüfus sayımı sözkonusu değildir. Hirodes, kâhinlerin kehâneti yüzünden yahûdilerden doğacak bir çocuğun kendi tahtını elinden alacağını öğrenmiştir. Doğudan gelen bu kâhinler, kral Hirodes’e “yahûdilerin kralı olarak doğan çocuk nerede?” diye sorunca, Hirodes kendi tahtını tehdit eden Hz. İsa’yı öldürmek için aramaya başlamış ve bu yüzden üvey babası, annesi ile birlikte onu Beytlehem’den Mısır’a götürmüştür. Bu habere göre Hz. İsa’nın doğum hâdisesi kral Hirodes zamanında cereyan etmiştir.836 Hâlbuki Luka’ya göre Hz. İsa, Roma imparatoru Augustos zamanında dünyaya gelmiştir. Hz. İsa’nın üvey babası Yusuf, Yahudiye’nin Beytlehem şehrindendir. Augustos imparatorluğunun her tarafında nüfus sayımı yapılmasını emretmiş, Yusuf bunun üzerine nişanlısı Meryem’le beraber sayılmak üzere Beytlehem’e gelmiştir. Hz. İsa bu sırada dünyaya gelmiştir. O sırada Roma İmparatorluğunun Suriye valisi Kirinius’tur. Luka İncilinde Hirodes ismi hiç geçmemekte, dolayısıyla Hirodes yüzünden Mısır’a kaçıştan da bahsedilmemektedir. Aksine bu İncilde nüfus sayımı var, anne ile babanın çocuğu önce Kudüs’e, sonra kendi kentleri Galile’nin Nasıra şehrine götürmeleri var.837 Matta’da Yahudiye’den Mısır’a gidiş ve Mısır’dan Nasıra’ya dönüş varken, Luka’da Beytlehem’den Kudüs’e, Kudüs’ten de Nasıra’ya dönüş vardır. Matta’da kral Hirodes zikredilirken, Luka’da İmparator Augustos ve vali Kirinius isimleri geçmektedir.
Hz. İsa’nın doğumu olayında Hirodes’in ismini hiç ağzına almayan Luka, daha sonraki bölümlerde ondan bahsetmekte, İmparator Tiberius zamanında Hz. Yahya’nın vaftize başladığı sırada Hirodes’in, Galile’nin dörtte birini yönettiğini haber vermektedir. Bu noktada, sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Hz. İsa, Matta’ya göre imparator Tiberius zamanında Hirodes’in krallığı sırasında dünyaya gelmiştir; Luka’ya göre ise imparator Augustos zamanında vali Kirinius döneminde dünyaya gelmiştir. Acaba birbiri ile çelişen bu iki vahiyden(!) hangisi doğrudur? 838
İncil yazarları, Eski Ahitte teferruatıyla anlatılan gayr-ı meşrû yahûdi atalarından bir nesli "Rab ve kurtarıcı" kabul edilen İsa'ya yakıştırmışlardır. İçlerinde
836] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 2/1-17
837] Kitab-ı Mukaddes, Luka, 2/1-40, s. 58-59
838] Şaban Kuzgun, a.g.e. s. 305-311
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
altı zinâkâr erkek ve en yakın akrabalarıyla ilişkiler sonucu oluşan gayr-ı meşrû döller, İsa'nın ataları olarak açıklanmış. Kendi kanunlarına göre taşlanarak öldürülmeleri gereken839 ve Allah'ın evinden sürülmeye mahkûm kadın ve erkeklerden meydana gelen soykütüğü. Hâlbuki Kitab-ı Mukaddes'te şunları da vahiy kabul ediyorlar: "Nâmeşru çocuk Rabbin cemaatına girmeyecektir. Kendinden olanlardan hiçbiri, hatta onuncu nesle kadar Rabbın cemaatına girmeyecektir."840 Meselâ Peretz ve Zorah Hz. İsa'nın ataları olarak belirtilir.841 Bu kimseler ise Tamar'ın kayınpederiyle yaptığı zinâdan doğmuşlardır. 842
Hz. İsa'nın soykütüğü dört İncilden sadece ikisinde var. Allah, diğer iki İncil yazarına kendi oğlunun soykütüğünü niçin ilham etmedi, o da belli değildir. Matta'da Davud ile İsa arasında 26 nesil sayılırken, Luka'da Davud ile İsa arasında kırk bir nesil sayılır. Ve ikisi arasında tek ortak isim Yusuf'tur. Yusuf da, zannedilen bir babadır: "Ve zannedildiği üzere, Yusuf oğlu, Heli oğlu..."843 Her iki İncil yazarı İsa'yı Davud'un oğlu diye göstermek için gayret sarfeder. Çünkü atası Davud'un tahtı üzerine oturması gerekir.844 Hâlbuki İncillere göre Davud'un tahtı üzerine İsa değil, Roma'lı putperest bir vali oturdu. Ve tahtın mirasçısını ölüme mahkûm etti.
Davud'un iki ayrı oğlundan nesil olarak İsa doğamaz. Bu akla ve hayale sığmaz. Hâlbuki Hz. İsa, Matta845: Süleyman yoluyla Davud'un oğludur. Luka846: Natan yoluyla Davud'un oğlu olarak gösterilir. Dolayısıyla Davud'un nesli olduğu daha ilk kalemde eline diline dolaştırılır; kendi kendilerini tekzip ederler. Bu çelişki için bazı hıristiyanlar, hiçbir delil olmadığı halde Matta'nın Yusuf'un soykütüğünü, Luka'nın ise Meryem'inkini anlattığını iddia ediyorlar. Hâlbuki Meryem'in ve babası İmran'ın isimleri kesinlikle soykütüğünde yoktur.
Hz. İsa (hâşâ) Lânetli miydi? İncili tahrif ederek, Hz. İsa sevgisinde aşırı giderek Tanrı'nın oğlu olarak niteleyen hıristiyanlar, çok büyük çelişkiye düşerek onu Allah tarafından lânetli kabul ederler. Bu son derece çirkin çelişki, İncillerin belki en büyük çelişkisidir: "Mesih bizim uğrumuza lânet olmuş olarak bizi şeriatin lânetinden kurtardı; çünkü yazılmıştır: Ağaç üzerine her asılan lânetlidir."847 Tevrat'ta lânetlilerin bir grubu şöyle belirtilir: "çünkü asılmış olan adam Allah tarafından lânetlidir."848 İncillerin dördü de Hz. İsa'nın asıldığını, çarmıha gerildiğini ifade eder: Matta, 27/38; Markos, 15/27; Luka, 23/33; Yuhanna, 19/18. Kur'an, onun asılmadığını çok net olarak belirtir: 4/Nisâ, 157.
“Kötü adam salihin fidyesidir, Hain adam da doğruların.”849 Demek ki, Hz. Âdem'den Hz. İsa’ya kadar bütün peygamberler ve tüm insanlık salih ve doğru olmamış sayılmalıdır ki, Hz. İsa, sâlih olarak o kötü adamların fidyesi olsun; veya
839] Kitab-ı Mukaddes, Levililer, 21/10, s. 120
840] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 23/2, s. 200
841] Matta, 1/3, s. 1
842] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 38/30, s. 39
843] Luka, 3/23, s. 60
844] Resullerin İşleri, 2/30, s. 121
845] 1/6, s. 1
846] 3/31, s. 60
847] Kitab-ı Mukaddes, Galatyalılara, 3/14, s. 195
848] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 21/23, s. 198
849] Kitab-ı Mukaddes, Süleymanın Meselleri, 21/18, s. 648
İNCİL
- 227 -
onlar sâlih ve doğru iseler, Hz. İsa kötü ve hâin olmalı!
Yine, fidye olan biri, tüm insanlık için, güzel bir görev uğruna ölen kimse, asılırken: “Allah’ım, niçin beni bıraktın?” der mi? “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: Eli, Eli lama sabaktani? Yani: Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın? diye yüksek sesle bağırdı.” 850
Muharref İncillerde Havârilerle İlgili Çelişkiler:
Hz. İsa’nın havâriler ile karşılaşması ve onları öğrenci olarak yanına alması olayı, Sinoptik İncillerle Yuhanna İncilinde birbirinden çok farklı ve çelişkili olarak anlatılmaktadır. Matta, Markos ve Luka İncillerine göre Hz. İsa, Galile (Celile) gölü kenarında faâliyet gösterirken önce balıkçılık yapan Petrus ile onun kardeşi Andrea’yı, sonra Zebedi’nin oğulları Yakub ile Yuhanna’yı vaazları sırasında tanımış, onları öğrenci olarak yanına almış ve onlara “Sizi insan tutan balıkçı yapacağım” diyerek kendi peşinden gelmelerini onlardan istemiştir. 851
Hz. İsa’nın bu ilk havârilerle karşılaşması Matta ve Markos’a göre Hz. Yahya’nın tutuklanmasından sonra olmuştur. Luka İncili bunun ne zaman olduğu konusunda herhangi bir tarih vermemektedir. Yuhanna İnciline göre Hz. İsa’nın havarilerle karşılaşması, Hz. Yahya’nın tutuklanmasından önce olmuştur. Yuhanna’ya göre bu ilk karşılaşma, diğer İncillerde belirtildiği gibi Galile gölü kıyısında İsa’nın vaazları sırasında olmamıştır. Bu İncile göre balıkçılık olayı hiç ortada yoktur. Yuhanna’nın anlattıklarına göre ilk havariler, Yahya’nın öğrencileri imişler. Petrus’un kardeşi Andreas, bir arkadaşı ile otururken, oturdukları yerin önünden Hz. İsa geçiyormuş; bu sırada Yahya, Hz. İsa’yı göstererek: “İşte Tanrı’nın Kuzusu” demiş. Bu sözü duyan Andreas ve arkadaşı Hz. İsa’nın peşinden giderek ona öğrenci olmuşlar. Andreas, daha sonra kardeşi Petrus’u da Hz. İsa’nın yanına götürerek ona öğrenci yapmış. Yuhanna’ya göre Beytanya’da gerçekleşen bu olayda, Hz. İsa’ya tâbi olan ilk öğrenciler: Andreas, Petrus, Filipus ve Natanyel imiş852 Bu durumda biz Sinoptik İncillerdeki bilgilere mi, yoksa Yuhanna’daki bilgilere mi inanalım? Hz. İsa havarilerle ilk olarak Galile gölü kıyısında mı, yoksa Beytanya’da mı karşılaştı? Bu karşılaşma, Hz. Yahya’nın tutuklanmasından önce mi, yoksa sonra mı oldu? İlk havarileri, Hz. İsa’ya Yahya mı gönderdi, yoksa onları Galile gölünde balık avladıkları sırada Hz. İsa kendisi mi buldu? Uzayıp giden bu sorulara bir soru daha ekleyebiliriz: İlk havariler Andreas, Petrus, Filipus ve Natanyel miydi, yoksa Petrus, Andreas, Yakub ve Yuhanna mıydı? Hepsi iki şıklı olan bu sorulardan birinci şıkları doğru kabul edersek, Yuhanna İncilinin yazdıklarını kabul etmiş ve Sinoptik İncillerin yazdıklarını reddetmiş oluruz. Yok, ikinci şıkları doğru kabul edersek bu defa Sinoptik İncillerin yazdıklarını benimsemiş ve Yuhanna İncilinin yazdıklarını kabul etmemiş oluruz. Yani, dört İncilin yazmış olduğu şeylerin tamamına birden inanabilmek imkânsızdır; birine inanınca mecburen öbürünü reddetmiş olursunuz. “Yuhanna doğru yazıyor” denildiği zaman, bu konularda “diğer üç İncil yanlış yazıyor” denilmiş olur.
Havarilerin Kimler Olduğu Konusunda Bile İttifak Yoktur: Sinoptik İnciller on iki havarinin ismini birlikte verirken, Yuhanna İncili bunların ismini (on iki
850] Matta, 27/46, s. 33; Markos, 15/34, s. 54
851] Matta, 4/18-22; Markos, 1/16-20; Luka, 5/1-11
852] Yuhanna, 1/35-51, s. 93
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olarak) birlikte vermez. Ayrıca Sinoptik İncillerde853 verilen isimler konusunda tam bir mutabakat sağlanabilmiş değildir. Matta ile Markos’da şu isimler yer almaktadır: Petrus, Andreas, Zebedi oğulları Yakub ile Yuhanna, Filipus, Bartalamay, Tomas, Matta, Alfay oğlu Yakub, Taday, Yurtsever Simun, Yehuda İskaryot. Luka İncilinde sayılan isimlerden onuncu isimde farklı bir durum vardır. Matta ve Markos’da onuncu isim “Taday” iken, Luka’da bu onuncu isim Yakub oğlu Yehuda’dır.854 Yuhanna’nın ilk havâriler arasında ismini zikrettiği Natanyel, Sinoptik İncillerde yer almamaktadır. Daha on iki havarinin ismi üzerinde bile bir ittifak sağlayamayan bu dört İncilin sıhhatine nasıl inanalım?
On iki havari ile ilgili olarak İncillerde dikkat çeken çok önemli bir husus daha vardır. On iki havarinin isimleri arasında, daha sonra Hz. İsa’yı ihbar edecek olan Yehuda İskaryot’un da ismi geçmektedir. İncillerde bu Yehuda’nın hâin ve günahkâr olduğu, Hz. İsa’nın dilinden onun, “İnsanoğlunu ele verenin vay haline! O adam hiç doğmamış olsaydı daha iyi olurdu” (855) diye belirtildiği halde, yine aynı İncillerde içlerinde bu hâin Yehuda’nın isminin de bulunduğu on iki havari için, Hz. İsa’nın şöyle söylediği zikredilmektedir: “İsa da onlara dedi: Doğrusu size derim: İnsanoğlu her şeyin yenilenmesinde, izzetinin tahtına oturacağı zaman, siz ki benim ardımca gelenlersiniz, siz de İsrailin on iki sıptına hükmederek on iki taht üzerinde oturacaksınız.”856 Âhirette veya gelecekte on iki havari, on iki tahta oturup on iki İsrail kabilesini yargılayacağına göre ve bu on iki kişi arasında Yehuda’nın da adı zikredildiğine göre, tahtlardan birine oturup bir İsrail kabilesini yargılayacaklardan biri de bu hâin Yehuda olacaktır. Hâlbuki Hz. İsa, kendisini ihbar edecek olan bu kişi için “Doğmasa daha iyi olurdu” dememiş miydi? Bu açık bir çelişki değil midir? Bu konuda Matta İncilinin 19. bâbı ile ile 26. bâbı, açıkça birbirleriyle çelişkili durumdadır.
Havarilerden Petrus ile ilgili olarak Hz. İsa bir yandan, ona İlâhî bir pâye vererek “Ne mutlu sana Yunus oğlu Simun, bu sırrı sana açan insan değil, göklerdeki babamdır. Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus’sun ve ben babamın topluluğunu bu kayanın üzerine kuracağım... Göklerin egemenliğinin anahtarını sana vereceğim.”857 diye ona hitap etmekte ve onu kendi yerine vekil bırakacağını haber vermektedir. Bu bapta yazılanlara göre Hz. İsa, Petrus’a İlâhî bir pâye verirken, aynı bâbın birkaç cümle sonrasında Petrus’un, konuşmaları yüzünden Hz. İsa’yı azarlaması sebebiyle Hz. İsa’nın ona, “Çekil önümden şeytan! Sen yolumda engelsin, senin düşüncelerin Tanrı’nın değil, insanın düşünceleridir.”858 dediği ileri sürülmektedir. Matta İncilinde yer alan bu çelişkili ifadeler, İncillerin ne kadar güvenilir ve sağlam olduklarını açıkça göstermektedir. Matta İncili 16. bâbın 19. cümlesinde “Bu sırrı sana göklerdeki babam açtı... Göklerin egemenliğinin anahtarını sana vereceğim” diye Petrus’a hitap eden Hz. İsa, nasıl oluyor da aynı bâbın 23. cümlesinde “Senin düşüncelerin Tanrı’nın düşünceleri değil... Çekil önümden şeytan” diye aynı Petrus’a hitap etmiş oluyor?
Hz. İsa, Matta ve Luka İncillerinde kendisini inkâr edenleri kendisinin de inkâr
853] Matta, Markos, Luka
854] Matta, 10/2-4; Markos, 3/13-19; Luka, 6/12-16
855] Matta, 26/24, s. 30
856] Matta, 19/28, s. 22
857] Matta, 16/17-19
858] Matta, 16/23; Luka, 12/9
İNCİL
- 229 -
edeceğini ifade ederek şöyle söylemektedir: “İnsanların önünde beni açıkça kabul eden herkesi, ben de göklerde olan babamın önünde açıkça kabul edeceğim. İnsanların önünde beni inkâr edeni, ben de göklerde olan babamın önünde inkâr edeceğim.”859 Hâlbuki daha önce ilâhî bir pâye verdiği Petrus’un tutuklandığı gece, kendisini inkâr edeceğini ona: “Bu gece horoz ötmeden önce sen beni üç kere inkâr edeceksin”860 diyerek haber vermişti. Buna göre Hz. İsa, bir yandan, kendisini inkâr edenleri, kendisinin de inkâr edeceğini söylerken, öbür yandan Petrus’a, “sen beni bu gece üç kere inkâr edeceksin” diyerek ona hitap etmektedir. İncillerin beyanına göre, gerçekten tutuklama gecesinde Petrus, Hz. İsa’yı üç kere inkâr etmiştir. Petrus Hz. İsa’yı inkâr ettiğine göre, Hz. İsa’nın da göklerdeki babasının önünde Petrus’u inkâr etmesi gerekmektedir. Mademki Hz. İsa “Beni inkâr edeni ben de inkâr edeceğim” demiştir ve Petrus da onu insanların önünde inkâr etmiştir. Öyleyse onun da Petrus’u inkâr etmesi kaçınılmazdır. Hâlbuki İncillerde geçen diğer pasajlara göre Hz. İsa, Petrus’un kendisini üç kere inkâr etmesine karşılık, bırakın onu inkâr etmeyi, kendisine pâyelerin en büyüğünü vererek onu kendi yerine vekil bırakmaktadır.
İncillere göre Hz. İsa, tutuklanıp çarmıha gerildikten sonra yeniden dirilerek havarilerine görünmüş ve bu sırada Petrus’a, “Kuzularımı otlat”861 diyerek onu kendi yerine vekil bıraktığını açıklamıştır. Netice olarak “Beni inkâr edeni ben de inkâr edeceğim” diyen Hz. İsa, bu dediğinin aksine kendisini inkâr eden Petrus’u inkâr etmemiş oluyor.
Muharref İncillerde Petrus’un inkârıyla ilgili olarak bu belirttiğimizin dışında başka çelişkiler de vardır. Matta’ya göre, “Sen İsa ile birlikte değil miydin?” diye soru soranların birincisi bir hizmetçi kız, ikincisi başka bir hizmetçi kız, üçüncü olarak bu soruyu soran ise orada oturmakta olan bir grup insandır.862 Bu İncile göre üçüncü sorunun sorulmasından ve Petrus’un üçüncü inkârından sonra horoz bir kere ötmüştür. Markos İncili, diğer İncillerden farklı olarak, tutuklama gecesinde Hz. İsa’nın Petrus’a: “Bu gece horoz iki kere ötmeden önce sen beni üç kere inkâr edeceksin”863 dediğini nakletmektedir. Diğer İncillerde horoz bir kere öterken Markos İncilinde iki kere ötmektedir. Markos İnciline göre, Petrus’a “Sen İsa ile birlikte değil miydin?” diye soru soran birinci şahıs, hizmetçi kızdır. Aynı soruyu ikinci olarak soran şahıs yine aynı kızdır. Soruyu üçüncü olarak soran, o sırada orada oturan gruptur. Bu İncile göre birinci inkârından sonra horoz birinci kere ötmüş, ikinci ve üçüncü inkârdan sonra ikinci olarak ötmüştür.864 Luka’ya göre Petrus’a soruyu soran birinci kişi hizmetçi kızdır. İkinci olarak soran ise “başka biri”dir. Bu “başka biri”nin erkek mi, kadın mı, hizmetçi mi, yoksa başka bir meslek sahibi mi olduğu Luka İncilinde açıklanmamıştır. Luka’da soruyu üçüncü olarak soran, oradaki oturan grup değil, o gruptan biridir.865 Yuhanna İnciline göre soruyu birinci olarak soran, kapıcı kızdır. Bu İncile göre soruyu ikinci olarak soran bir kişi değil, birkaç kişidir. Soruyu üçüncü olarak soran, diğer İncillerin
859] Matta, 10/32-33
860] Matta, 26/34; Markos, 14/30; Luka, 22/34; Yuhanna, 13/38
861] Yuhanna, 21/15, s. 118
862] Matta, 26/69-75, s. 31-32
863] Markos, 14/30, s. 52
864] Markos, 14/66-72, s. 53
865] Luka, 22/56-60, s. 87
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aksine bir grup değil, başkâhinin kölelerinden biridir. 866
Şimdi sormak gerekiyor: Petrus’un bu üç inkârı sırasında horoz bir kere mi, yoksa iki kere mi öttü? Petrus’a soruyu birinci olarak soranın, hizmetçi kız olduğunda dört İncilde ittifak sağlanabilmiş, ama ikinci ve üçüncü olarak soruyu soran, başka bir hizmetçi kız mı, yoksa birinci olarak soruyu soran aynı hizmetçi kız mı? Soruyu soran bir kişi mi, yoksa birden fazla kişiler mi? Soruyu üçüncü olarak soranlar orada oturan bir grup insan mı, yoksa o gruptan biri mi, yahut başkâhinin kölesi mi? Bir olay hakkında bu kadar farklı ve çelişkili bilgi veren bu İncillere nasıl güvenilebilir, bunların İlâhî vahiy ürünü olarak havariler tarafından hatasız olarak yazıldıkları nasıl kabul edilebilir?
Hz. İsa’nın “İnsanoğlu” ve “Allah’ın Oğlu” Olarak Anılması Konusundaki Çelişkiler:
Sinoptik İncillerde zaman zaman Hz. İsa’nın, kendisinden, âdeta ulûhiyetini yalanlarcasına “İnsanoğlu” diye bahsettiğine şâhit olmaktayız. Hz. İsa için "insanoğlu" deyimi, 4 İncilde toplam olarak 70 defadan fazla kullanılır. "İnsanoğlu" deyimi için örnek olarak bkz. Matta, 12/39, s. 13; Markos, 14/41, s. 52; Luka, 6/22, s. 64; Yuhanna, 9/35, s. 104. Fakat bu İncillerin diğer bazı yerlerinde “Allah’ın oğlu” tâbirinin geçtiğini de görmekteyiz.867 Bir insan, hem Allah’ın oğlu, hem de insanoğlu olabilir mi? İnsanoğlunun Allah’ın oğlu olması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Eğer mümkündür dersek, insan = Allah olması gerekir; bu ise imkânsızdır. Çünkü Allah yaratıcı, insan ise yaratılandır. Elbette yaratılan, yaratıcı olamaz. İncillerde bu iki ifâdenin (Allah’ın oğlu ve insanoğlu), Hz. İsa için kullanılması açık bir çelişkidir. Hz. İsa, ya insanoğludur veya Allah’ın oğludur. O, hem Allah’ın oğlu, hem de insanoğlu olamaz. Fakat İncillere göre olamaz diye bir kural yoktur ve her şey mümkündür.
Hz. İsa’nın ilâhlığının İncillerdeki delillerle çürütülmesi konusunda müstakil bir eser yazan İmam Gazâlî, bu konuda şunları söylemektedir: “İki ilmî esas vardır.
1) Eğer delillerin zâhirdeki mânâları akla uygun ise, bu deliller zâhirlerine terkedilir. Eğer delillerin zâhirleri akla aykırı ise, bunlar te’vil edilir ve bunlarla zâhirî mânâlarının murâd edilmediği, mecâzî mânâlarının kast edildiği anlaşılır.
2) Eğer deliller birbirlerine aykırı hükümler ihtivâ eder ve iki delil birbiri ile teâruz ederse (çelişirse), bunlardan biri, bir şeyin isbâtına, diğeri ise nefyine delâlet ederse, bu delilleri birbirleri ile çelişkili halde bırakamayız. Aksi halde iki zıddı bir arada toplama durumuna düşeriz; bu ise muhaldir/imkânsızdır. Bu noktada İncilleri ele aldığımız zaman, bir yandan Hz. İsa’nın ilâhlığına delâlet eden, öbür yandan onun insanlığını ifade eden pek çok söz buluruz. Meselâ: “Ben ve Allah biriz”, “Beni gören babayı görür. Ben babadayım, baba da bendedir” gibi sözler, onun ilâhlığına delâlet eden sözlerdir. Yuhanna İncilinde geçen bu sözlerin aksine, yine aynı Yuhanna İncilinde tamamıyla Hz. İsa’nın insanlığına delâlet eden şu sözler vardır: “Ey kutsal baba! Bana verdiğin kutsal isimle onları koru. Onlar seninle bir olsunlar diye. Tıpkı benim olduğum gibi.”868 İmam Gazâlî’nin
866] Yuhanna, 18/17-27, s. 114
867] Matta, 16/16; Markos, 13/26-27; Luka, 9/20; Yuhanna, 1/14
868] Ebû Hamid el-Gazzâlî, er-Reddu’l-Cemîl li İlâhiyyeti İsa bi Sarîh-i İncîl, Kahire, 1986, s. 100-
İNCİL
- 231 -
tesbit ettiği gibi, Hz. İsa’nın ilâhlığına delâlet eden sözlerin zâhirî mânâları özürlüdür, bunların mecâzî mânâlarına mürâcaat etmek gerekir. İncillerde Hz. İsa’nın hem insanlığına, hem de ilâhlığına delâlet eden sözler bulunduğuna göre, burada birbirine zıt iki hüküm ortaya çıkmaktadır. Bu birbirine zıt iki hükmü birlikte kabul etmek mümkün değildir. Birinin hakiki mânâsını alıp diğerini te’vil etmek gerekir. İnsan sûretinde olan birinin ilâhlığı aklen mümkün olmadığına göre, “insanoğlu” tâbirinin zâhirî anlamını alıp “Allah’ın oğlu” tâbirini te’vil etmek gerekir. İncillerde geçen “Allah’ın oğlu” deyimi ile gerçekten Allah’ın oğlunun kast edilmediği, bu ifade ile mecâzen, Allah’ın biricik sevgili kulunun kast edildiği ortaya çıkmaktadır.
Hıristiyanlar, İncillerde geçen “Allah’ın oğlu” tâbiri ile Allah’ın, Hz. İsa’nın bedenine girerek oraya yerleştiğini ve İsa’nın vücudunda insanlara tecellî ederek göründüğünü, dolayısıyla Hz. İsa’nın ilâhlaştığını iddia etmektedir. Aslında İncillerde Hz. İsa için söylenen “Allah’ın oğlu”, “babanın oğlu” tâbirleri sadece Hz. İsa için değil; havariler için, hatta Hz. İsa’ya inanan bütün hıristiyanlar için de kullanılmaktadır. Meselâ: “Düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. Öyle ki göklerde olan babanızın oğulları olasınız”869 Demek ki babanın oğlu, Allah’ın oğlu olmak İncillere göre bile, sadece Hz. İsa’ya âit bir imtiyaz değildir; iman eden herkes Allah’ın oğlu olmaktadır. Bu tâbir, daha açık ve daha net bir şekilde Yuhanna İncilinde şöyle açıklanmaktadır: “(Yahya) Kendi yurduna geldi, ama halkı onu kabul etmedi. Ancak, kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine ‘Allah’ın oğlu’ olmak hakkını verdi. Onlar ne kandan, ne bedenin isteğinden, ne de insanın isteğinden doğdular; tersine, Allah’tan doğdular.”870 Yuhanna’nın bu beyanına göre Allah’ın oğlu olmak, sadece Hz. İsa ve ona iman edenlere mahsus değildir. Bu sıfat, Hz. İsa’dan önce gelen Hz. Yahya’ya ve ona iman edenlere de nisbet edilmektedir. Hz. Yahya’nın dâvetine inananlar, Allah’ın oğulları olarak, kandan, bedenden değil; bizzat Allah’tan doğmuşlardır, onlar Allah’ın oğullarıdır. Yuhanna’nın mantığına göre Hz. İsa, havariler, Hz. İsa’ya inanan bütün hıristiyanlar, hatta Hz. Yahya ve onun öğrencileri “Allah’ın oğulları” olduklarına göre, bunların hepsi birer ilâh olmaktadırlar. Allah’ın oğlu tâbiri ile kast edilen, gerçek bir baba-oğul ilişkisi değil; aksine baba ile oğul arasında mevcut olan münâsebete benzer bir sevgi ve muhabbet bağı olduğu şeklinde anlaşılmalıdır. Böyle anlamayan ve Allah’a oğul isnâd edenler, hak dinin en temel esası olan tevhidi terketmiş olup bu inançlarıyla apaçık küfre ve şirke düşmektedir 871
Hz. İsa’nın Tutuklanma Gecesinde Meydana Gelen Olaylarla İlgili Olarak Görülen Çelişkiler:
Dört İncil, Hz. İsa'nın tutuklanma gecesinde meydana gelen olayları çok geniş bir şekilde anlatmasına rağmen, bu anlatımda büyük farklılıklar ve çelişkiler vardır. İnciller, Hz. İsa'nın tutuklandığı gece Yehuda tarafından ele verilişini farklı farklı anlatmaktadır. Hz. İsa'nın o gece havarileriyle konuşmasını ve vaazını Sinoptik İnciller çok kısa bir biçimde verdikleri halde, Yuhanna İncilinde bu konuşma ve vaaz dört bölüm halinde çok geniş biçimde veriliyor. Yuhanna'ya göre Hz. İsa'nın tutuklandığı yer, Kidron vâdisinin ötesinde bir bahçedir. Kidron 105
869] Matta, 5/44-45, s. 5
870] Yuhanna, 1/11-13, s. 92
871] 5/Mâide, 17, 72, 73; 9/Tevbe, 31
- 232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vâdisi ismi, diğer İncillerde geçmez. Yuhanna'ya göre Hz. İsa'yı tutuklamaya gelen Yehuda'nın yanında bir bölük asker vardı. Hz. İsa, gelenlere kimi aradıklarını sorunca onlar: "Nasıra'lı İsa'yı" cevabını vermişler, İsa da onlara "İsa benim" cevabını vermiştir. Bu cevabı alan askerler, geri çekilip korkudan yere düşmüşlerdir. Diğer İncillerde bu yere düşme olayı yoktur. Bu sırada Petrus, üstünde taşıdığı kılıcı çekerek baş kâhinin kölesinin kulağını kesmiştir. Ancak, Hz. İsa Petrus'a müdâhale ederek, "Kılıcını kınına koy" demiş ve ona engel olmuştur.872 Matta ve Markos İncillerine göre Hz. İsa, Getsemani bahçesinde tutuklanmıştır. Bu İncillere göre Hz. İsa, öğrencileri ile beraber Fısıh Yemeğinden sonra Getsemani bahçesine gitmiş ve orada tutuklanmıştır. Luka İncilinde Kidron vâdisi olmadığı gibi, Getsemani bahçesi de yoktur. Matta ve Markos'a göre İsa'yı tutuklamaya gelen kalabalık onu tanımamaktadır, onları getiren Yehuda, Hz. İsa'yı onlara tanıtmak için onlarla gizli bir anlaşma yapmıştır. Yehuda onlara, "kimi öpersem İsa odur, hemen onu tutuklayın" diye tenbih etmiştir. Olay da aynen bu şekilde cereyan etmiş, Yehuda, hemen İsa'ya sarılarak gelenlerin onu tanımalarını sağlamıştır. Bu olay Yuhanna'da hiç yoktur. Hz. İsa'nın tutuklandığı sırada onun öğrencilerinden, kılıcını çekip askerlere saldıran kişinin adı Yuhanna'da Petrus olarak geçer, diğer üç İncil'de isim verilmez. Hz. İsa, Dört İncile göre de tutuklandığı sırada kendi adamlarının gelenlere karşı kılıç kullanmasına mâni olmuştur. Ancak bu hususta Luka İncilinde diğer İncillerde bulunmayan bir haber mevcuttur. Bu İncile göre Hz. İsa, kulağı kesilen kölenin kulağına dokunmak sûretiyle onu tedavi etmiştir. 873
Fısıh Yemeğinden sonra tutuklanacağını havarilerine haber veren Hz. İsa, diğer İncillere göre kendi tutuklanışını engellemek üzere hiçbir şey yapmamış, askerlere karşı hiç direnmemiştir. Ama Luka İnciline göre, tutuklanacağını bilen İsa, tutuklanmasını engellemek ve tutuklamaya gelenlere karşı direnmek için bazı tedbirler almıştır. Tutuklanacağını öğrencilerine haber verdiği konuşmasının sonunda o, öğrencilerine şöyle tâlimat vermiştir: "Şimdi kesesi olan onu yanına alsın, torbası olan onu da yanına alsın, kılıcı olmayan, abasını satıp bir kılıç alsın... Rab işte burada iki kılıç var dediler. O da onlara, 'yeter' dedi."874 Luka'daki bu ifâdeye göre, Hz. İsa havarilere, kendisini korumaları için abalarını satıp kılıç almalarını emretmiştir. Nitekim kılıçlı öğrencilerden biri, tutuklamaya gelenlerden birine saldırarak onun kulağını kesmiştir. Mademki Hz. İsa, havarilerine kendisini kılıçla korumalarını emretmiştir, öyleyse neden kendisini korumak üzere kılıçlarına davranan bu öğrencilerine engel olmuştur? Öğrencilerine "Abalarınızı satıp kılıç alın ve beni koruyun" dediği halde, niçin kulağı kesilen adamın kulağını tedavi etmiştir?
Diğer üç İncile göre Hz. İsa'yı tutuklamaya gelenler, Ferisîlerin ve baş kâhinlerin adamlarıdır; gelenlerin arasında Ferisîler ve baş kâhinler yoktur. Ama Luka İnciline göre tutuklamaya gelenlerin arasında, baş kâhinler, mâbedin koruyucularının komutanları ve ihtiyarlar vardı. Bu noktada da Luka İncili diğer üç İncil ile çelişkiye düşmektedir. Luka İncilinde görülen başka bir tenâkuz da Hz. İsa'yı tutuklamaya gelenlerin bizzat Ferisîler ve komutanlar olmalarına karşılık, bunların Hz. İsa'yı tanımadıkları, bu yüzden Yehuda'nın öptüğü kişinin Hz.
872] Yuhanna, 18/1-11, s. 113-114
873] Matta, 26/47-54; Markos, 14/43-47; Luka, 22/47-51
874] Luka, 22/36-38, s. 87
İNCİL
- 233 -
İsa olduğunu anlamaları konusudur. Çünkü Hz. İsa, mâbedde vaaz etmekte ve sürekli Ferisîlerle münâkaşa etmekteydi. Bu yüzden Ferisîlerin, mâbedin koruyucularının ve komutanların onu tanımamaları imkânsızdı. Bu yüzden Yehuda'nın, onlara Hz. İsa'nın yerini gösterdikten sonra, onu öpmek sûretiyle onlara tanıtmasına ihtiyaçları yoktu.
Hz. İsa nerede tutuklandı, Getsemani Bahçesinde mi, Zeytin Dağında mı, yoksa Kidron Vâdisinin ötesinde bir bahçede mi? Onu tutuklamaya gelenler, Hz. İsa'yı karşılarında görüp onun İsa olduğunu anlayınca dehşete kapılarak geri çekilmiş ve yüzüstü yere düşmüşler mi, yoksa böyle bir olay meydana gelmeyip Yehuda, Hz. İsa'yı öpmek sûretiyle tutuklamaya gelenlere onu bu sûrette mi tanıtmıştır? Baş kâhinin kölesinin kulağını koparan kim, Petrus mu, yoksa başka bir öğrenci mi? Tutuklama gecesinde tutuklamaya gelenlere karşı koymak ve Hz. İsa'nın tutuklanmasına engel olmak için havariler abalarını satıp kılıç aldılar mı, almadılar mı? Eğer Hz. İsa onlara kılıç almalarını söylememişse niçin o anda orada kılıç bulundurmuşlardır? Eğer kılıç almalarını onlara emretmişse, o zaman oraya gelenlere kılıçla karşı koydukları sırada öğrencilerine Hz. İsa niçin engel olmuştur? Kulağı kesilen kölenin kulağını Hz. İsa, tedavi etmiş mi, yoksa etmemiş mi? Bütün bu sorular, "İncillerimiz vahiy ürünüdür ve bunlar hatasız olarak yazılmışlardır" diyen kimseler tarafından cevaplanması gereken sorulardır.
Hz. İsa’nın Muhakeme Edilmesi, Çarmıha Gerilmesi ve Yeniden Dirilmesiyle İlgili Çelişkiler:
Hz. İsa'nın tutuklanmasından sonra muhakeme edilişi, çarmıha gerilişi, mezara konuşu, mezardan kıyam ederek dirilişi, öğrencilerine görünüşü ve semâya çıkışı konularında muharref İncillerde yüzlerce farklı ve çelişkili bilgi vardır. Bunları maddeler halinde açıklamak mümkündür. Önce, tutuklamanın hemen arkasında cereyan eden olayların İncillerde verilişindeki farklılıkları ve çelişkileri şu şekilde tesbit edebiliriz:
1- Matta ve Markos İncillerine göre Hz. İsa'nın tutuklanmasından sonra, talebeleri oradan kaçmışlardır. Luka İncilinde bu konuda bir açıklık yoktur. Fakat Markos İncili, İsa tutuklandıktan sonra bir gencin onun arkasından gittiğini, onu yakalamak istediklerinde üzerindeki elbiseyi bırakarak Hz. İsa'nın peşinden koştuğunu ifade etmektedir. Diğer İncillerde bu gençten bahsedilmemektedir. 875
2- Hz. İsa tutuklandıktan sonra yapılan mahkeme, Matta, Markos ve Yuhanna'ya göre aynı gece yahûdi meclisinin önünde cereyan etmiştir. Luka'ya göre Hz. İsa, aynı gece değil; ertesi gün muhakeme edilmiştir. 876
3- Yuhanna'ya göre Hz. İsa, kâhinlerin reislerinin sorularına cevap vermediği için reisin hizmetçisi tarafından dövülmüştür.877 Ancak diğer İncillerde bu konuda hiçbir bilgi yoktur.
4- Matta İnciline göre Hz. İsa'yı muhakeme eden Romalı hâkim Pilatus'un karısı, rüyasında Hz. İsa'nın beraat ettiğini görmüş, bu yüzden onun beraat ettirilmesini kocasından istemiştir.878 Diğer İnciller, bu olaydan bahsetmezler.
875] Matta, 26/56; Markos, 14/50-52
876] Matta, 26/57; Markos, 14/53; Luka, 22/66; Yuhanna, 18/19
877] Yuhanna, 18/22
878] Matta, 27/19
- 234 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Luka'ya göre hâkim Pilatus, Hz. İsa'yı muhakeme edilmek üzere Galile (Celile) hâkimi Herodos'a göndermiştir. 879 Diğer İncillerde bu konuda herhangi bir bilgi yoktur.
6- Matta'ya göre Pilatus, Hz. İsa'nın beraat etmesi gerektiği kanaatine vardıktan sonra, ellerini su ile yıkamış ve "ben bu iyi insanın kanından berîyim"880 demiştir. Diğer İnciller bu konuda bilgi vermemektedir.
7- Matta'ya göre Pilatus, Hz. İsa'yı serbest bırakmaya karar verip bunu yahûdilere açıkladığı zaman yahûdiler, "Onun kanı bize ve çocuklarımıza borç olsun"881 demişlerdir. Bu husus diğer İncillerde bu şekilde yer almamaktadır.
Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi ile ilgili olarak İncillerde yer alan haberlerde başlıca şu farklılıkları ve çelişkileri tesbit etmekteyiz:
1- Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği ağacı, çarmıha gerildiği yere, Yuhanna'ya göre bizzat Hz. İsa taşımış, Sinoptik İncillere göre ise Kirene'li Simun taşımıştır. 882
2- Çarmıha gerilmeden önce askerler, Hz. İsa'ya içmesi için Markos'a göre acı karışık şarap verdiler. Matta'ya göre ise, ekşimiş sirke verdiler.883 İsa'ya verilen içecek şarap mı, yoksa sirke mi? İki İncil farklı farklı bilgi vermektedir. Diğer iki İncil ise bu konuda hiçbir bilgi vermiyor.
3- Hz. İsa, çarmıhta can çekişirken, Yuhanna İnciline göre "susadım" demiştir.884 Diğer İncillerde bu ifâde yoktur.
4- Muharref İncillere göre Hz. İsa, iki yanında birer hırsız bulunduğu halde çarmıha gerilmişti. Markos'a göre onunla beraber çarmıha gerilen iki hırsız, Hz. İsa'yı korkutuyorlardı. Luka'ya göre bu iki hırsızdan biri onu korkutuyordu, diğeri ise Hz. İsa'ya acıyordu. 885
5- Markos'a göre Hz. İsa, saat üçte çarmıha gerilmiştir. Yuhanna'ya göre ise saat altıdan sonra çarmıha gerilmiştir. 886
6- Luka'ya göre, Hz. İsa çarmıhta iken "Ya rab onları affet, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar"887 demiştir. Diğer İncillerde bu bilgi mevcut değildir.
7- Hz. İsa, çarmıha gerildiği sırada, Matta ve Markos'a göre "Allah'ım, Allah'ım! Niye beni terkettin"888 demiştir. Bu ifâde diğer iki İncilde mevcut değildir.
8- Haça gerilince asılan yaftada ne yazıyordu? “Ve: YAHUDİLERİN KRALI İSA BUDUR, diye başı üzerine cürüm yaftası koydular.”889 “Onun üzerinde suç
879] Luka, 23/7-11
880] Matta, 27/34
881] Matta, 27/25
882] Matta, 27/32; Markos, 15/21; Luka, 23/26; Yuhanna, 19/17
883] Matta, 27/36; Markos, 15/23
884] Yuhanna, 19/28
885] Markos, 15/32; Luka, 23/39
886] Markos, 15/25; Yuhanna, 19/14
887] Luka, 23/34
888] Matta, 27/46; Markos, 15/34
889] Matta, 27/37, s. 33
İNCİL
- 235 -
yaftası: YAHUDİLERİN KRALI, diye yazılmıştı.”890 “Onun üstünde de şu yazı vardı: YAHUDİLERİN KRALI BUDUR”.891 “Pilatus bir yafta yazıp onu haç üzerine koydu: NÂSIRALI İSA, YAHUDİLERİN KRALI, yazılı idi.” 892
9- Hz. İsa, çarmıha gerildiği sırada, Yuhanna'ya göre onun yanında başta annesi Meryem olmak üzere, Mecdelli Meryem, diğer Meryem ve bir öğrenci bulunuyordu. Diğer İncillerin anlattığına göre, o çarmıha gerilirken kadınlar da, talebeleri de onun yakınında değildiler, onlar uzaktan olayı seyrediyorlardı. 893
10- Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesinden sonra Matta'ya göre büyük mûcizeler olmuştur. Markos'a göre ise bu mûcizelerden sadece bir mûcize cereyan etmiştir. Bu da heykelin perdesinin yırtılması olayıdır. Luka'ya göre, daha Hz. İsa ölmeden önce güneş kararmış ve heykelin perdesi yırtılmıştır. 894
Hz. İsa'nın kabre konulmasıyla ilgili olarak İncillerdeki farklılıklar ve çelişkiler kısaca şunlardır:
1- Çarmıhtan ölü olarak indirilen Hz. İsa'yı, Yuhanna'ya göre, Yusuf ve Nikodim isimli iki kişi defnetmiştir. Sinoptik İncillere göre sadece Yusuf defnetmiştir. 895
2- Yusuf ve Nikodim, Hz. İsa'nın kefenine Yuhanna'ya göre hoş kokular sürmüşlerdir. Diğer İncillerde bu konuda herhangi bir bilgi yoktur. 896
3- Sinoptik İncillerde Hz. İsa'nın defnedilmesi olayına kadınların şâhit oldukları yazılı olmasına rağmen, Yuhanna İncilinde bu konuda bilgi mevcut değildir. 897
Hz. İsa'nın yeniden dirilerek mezarını terketmesi olayı Matta, bap 28, Markos, bap 16, Luka bap 24, Yuhanna bap 20-21'de anlatılmaktadır. Adı geçen İncillerin bu baplarında anlatılan olayda şu noktalarda farklılıklar görülmektedir:
1- Hz. İsa'nın kabre konulmasından sonra onun kabrini ilk ziyaret edenler, Matta'ya göre Mecdelli Meryem, Salome ve Yakub'un annesi Meryem'dir. Luka'ya göre mezarı ilk ziyarete gidenler bir grup erkek ve kadındır. Bu İncilde şahıs ismi verilmemektedir. Yuhanna İnciline göre kabri ilk ziyaret eden sadece Mecdelli Meryem'dir; o, gördüklerini bilâhere diğerlerine haber vermiştir.
2- Hz. İsa'nın kabrini ziyarete gidenler, kabirde ilk olarak Matta'ya göre melekleri görmüşlerdir. Markos'a göre kabirde bir genci görmüşlerdir. Luka'ya göre kabirde iki insan görülmüştür. Yuhanna'ya göre ise iki melek görülmüştür.
3- Yeniden dirildikten sonra Hz. İsa'yı ilk gören kişi, Matta'ya göre Mecdelli Meryem, Luka'ya göre Emayus'a giden iki öğrenci, Yuhanna'ya göre yine Mecdelli Meryem'dir.
4- Hz. İsa'nın, yeniden dirilerek zuhur ettiğini havarilere ilk olarak haber
890] Markos, 15/26, s. 54
891] Luka, 23/38, s. 89
892] Yuhanna, 19/19, s. 115
893] Matta, 27/55; Markos, 15/40; Luka, 23/49; Yuhanna, 19/25
894] Matta, 27/51-54; Markos, 15/38; Luka, 23/45
895] Matta, 27/57-61; Yuhanna, 19/39-40
896] Yuhanna, 19/39; Markos, 15/42-47
897] Matta, 27/56-61; Markos, 15/42-47; Luka, 23/50-56; Yuhanna, 19/38-42
- 236 -
KUR’AN KAVRAMLARI
veren kişiler, Matta'ya göre iki Meryem, Markos'a göre Mecdelli Meryem ve iki öğrenci, Luka'ya göre sadece iki öğrenci, Yuhanna'ya göre saedce Mecdelli Meryem'dir.
5- Hz. İsa'nın dirilerek kabirden çıktıktan sonra öğrencilerine göründüğü yer, Matta ve Markos İncillerine göre Galile'dir. Luka'ya göre Hz. İsa öğrencilerine Kudüs'te görünmüştür. Yuhanna'ya göre ise, hem Kudüs'te, hem de Galile'de görünmüştür.
6- Hz. İsa, yeniden dirildikten sonra havarilere ve diğer öğrencilerine Sinoptik İncillere göre sadece bir kere görünmüş, ama Yuhanna'ya göre üç kere görünmüştür.
Hz. İsa'nın ne zaman tutuklandığı, ne zaman muhakeme edilerek çarmıha gerildiği, kabirde ne kadar kaldığı, öğrencilerine ne şekilde göründüğü ve onlara neler söylediği İncillerde farklı farklı anlatılmaktadır. Yuhanna'ya göre Hz. İsa'nın tutuklanması Fısıh gününden önce olmuştur. Sinoptik İncillere göre ise Fısıh yemeği gecesi olmuştur.
Matta İnciline göre Hz. İsa'nın, defnedildikten sonra kabirde üç gün kalacağı ısrarla belirtilmesine karşılık, aynı İncilde ve diğer İncillerde onun, sebt (cumartesi) gününü tâkip eden haftanın ilk gününde (pazar) kabirde görülmediği haber verilmek sûretiyle büyük bir çelişkiye düşülmektedir. Matta'ya göre Fısıh yemeği gecesi cuma günü akşamı Hz. İsa tutuklanmış, cumartesi günü saat üçte haça gerilmiş, pazar sabahı Mecdelli Meryem, tan yeri ağarırken kabrini ziyarete gidince onu kabrinde bulamamıştır.898 Hz. İsa bu durumda nasıl kabirde üç gün kalmış oluyor? Bırakın kabirde üç gün kalmasını, onun kabirde kaldığı süre tam bir gün dahi olmamaktadır. Markos ve Luka, olayı hemen hemen Matta'nın anlattığı şekilde nakletmektedirler. Onlar da tutuklamanın cuma günü akşamı olduğunu, cumartesi günü saat üçte çarmıha gerildiğini ve pazar günü kabirden çıktığını haber vermektedirler. Yuhanna İnciline göre Hz. İsa, cumartesi gecesi defnedilmiştir. 899
Hz. İsa’nın Kudüs’e Giderken Bindiği Hayvanın Mâhiyeti Konusundaki Çelişkiler: Hz. İsa'nın Kudüs'e gidişi dört İncilde farklı şekillerde anlatılmaktadır. Yuhanna, Hz. İsa'nın Kudüs'e gidişi sırasında herhangi bir hayvana binip binmediği konusunda bir açıklama yapmaz. Markos ve Luka İncilleri, Kudüs'e gitmek isteyen Hz. İsa'nın, iki öğrencisini karşıdaki köye gönderip oradan getirttiği sıpaya bindiğini, yani onun sıpa üstünde Kudüs'e girdiğini yazarlar. Matta İnciline göre ise, karşılıklı köye giden öğrenciler, oradan dişi bir eşek ile yanındaki sıpayı Hz. İsa'ya getirmişler ve Hz. İsa, sıpaya değil; eşeğe binerek Kudüs'e gitmiştir. 900
Hz. İsa Kudüs'e yaya mı, yoksa hayvan üstünde mi gitti? Hayvan sırtında gitti ise bindiği hayvan dişi eşek mi, yoksa eşeğin sıpası mı? İnciller arasında bu konularda da bir ittifak sözkonusu değildir.
Lânetlenen İncir Ağacı Konusunda Görülen Çelişkiler: Sinoptik İncillerden Matta ve Markos'ta haber verilen, İncir ağacının, Hz. İsa'nın lânetlemesinden
898] Matta, 12/38-40; 26/17-75; 27/1-55; 28/1-11
899] Yuhanna, 19/31
900] Matta, 21/1-7; Markos, 11/1-11; Luka, 19/28-40; Yuhanna, 12/12-19
İNCİL
- 237 -
sonra kuruması olayı, bu iki İncilde birbirinden farklı şekilde anlatılmaktadır. Matta'ya göre sabah erkenden kente dönen Hz. İsa, yürürken yolun kenarındaki bir İncir ağacını görmüş, onda incir var zannederek ağacın yanına gitmiş ve ağaçta incir olup olmadığını kontrol etmiştir. Onda meyve olmadığını görünce canı sıkılarak ağaca, "Sonsuza dek artık meyve vermeyesin" demiş ve bu sözü söyler söylemez ağaç kurumuştur. Markos ise olayı Matta'dan daha farklı anlatmaktadır. Markos'a göre Beytanya'dan çıkan Hz. İsa, yolda giderken uzaktan yaprakları yeşil bir incir ağacı görmüş, kendisi çok acıktığından meyve bulmak umudu ile ağacın yanına gitmiştir. Ancak meyve mevsimi olmadığı için ağaçta yapraktan başka bir şey bulamayınca "Artık senden hiç kimse bir daha meyve yemesin" diye ağacı lânetlemiştir. Markos'a göre bu sözün arkasından ağaç hemen kurumamıştır. Hz. İsa ve öğrencileri ertesi günü kentten geri dönerlerken aynı incir ağacının yanından geçmişler, o sırada ağacın kuruduğunu görmüşlerdir. 901
Hz. İsa'nın lânetlediği bu ağaç, yolun hemen kenarında mıydı, yoksa uzakta mıydı? Ağaç, Hz. İsa beddua ettiği gibi hemen mi kurudu, yoksa ertesi gün mü kuruduğu görüldü? Olayı nakleden iki İncil bu noktalarda çelişkiye düşmektedir.
Her iki ibâre arasında mevcut olan ihtilâfın dışında daha başka önemli bir husus vardır. O da şudur: İsa (a.s.), sahibinin izni olmadan ağaçtan incir yemezdi. Buna hakkı yoktu. Ağaca beddua ederek ağaç sahibini zarara sokması da mümkün değildir. Hele, mevsimi olmadığı için meyvesi bulunmayan ağaca kızması akıl kârı değildir. Hâlbuki onun peygamberliğine ve mûcizelerine uygun düşen davranış, ağaç için duâ ederek ağaçtan meyve yeşertmesi ve sahibinin izniyle de yemesiydi. Böylece ağaç sahibine de yararı dokunurdu. İncillerdeki bu ibâreler aynı zamanda, onun Rab olmadığını da isbat ediyor. Eğer İsa Rab olsa idi, mevsimi gelmeden bir ağacın meyve vermeyeceğini bilirdi ve ağaca kızmazdı."
Hz. İsa’nın Kendi Nefsi İçin Şehâdeti Konusunda Çelişkiler: Hz. İsa'nın kendi nefsi hakkındaki şehâdeti konusunda Yuhanna İncilinde açık çelişki vardır. Yuhanna İncilinin beşinci bâbında Hz. İsa'nın şöyle söylediği nakledilmektedir: "Ben kendiliğimden bir şey yapamam... Eğer ben kendim için şehâdet edersem bu şehâdetim doğru değildir."902 Aynı Yuhanna İncilinin bu defa yedinci bâbında Hz. İsa'nın, "Ben kendim için şehâdet ediyorsam da şehâdetim doğrudur"903 “Kendi için şehadet eden benim.”904 dediği ifâde edilmektedir. Bir şehâdet aynı anda nasıl hem doğru, hem de yanlış oluyor, hem hak, hem de bâtıl olabiliyor?
Hz. Yahya ile ilgili çelişkiler: Muharref İncillerin Hz. Yahya ile ilgili olarak verdikleri haberler çoğunlukla birbirleriyle çelişkilidir. Bu çelişkilerin başında Yahya'nın, İlya olup olmadığı hususunda verilen bilgilerdeki farklılıklardır. Matta İncilinde Yahya'nın İlya olduğu belirtilirken, Yuhanna İncilinde ise tam tersi söylenerek Yahya'nın İlya olmadığı ifade edilmektedir. "İsa, 'İlya gerçekten gelecek ve her şeyi yeniden düzene koyacak' diye cevap verdi. 'Size şunu söyleyeyim. İlya zaten gelmişti, ama onu tanımadılar, ona yapmadıklarını bırakmadılar... O zaman öğrenciler İsa'nın kendilerine vaftizci Yahya'dan söz ettiğini anladılar.905
901] Matta, 21/20-22; Markos, 11/22
902] Yuhanna, 5/30-31, s. 97
903] Yuhanna, 8/14, s. 102
904] Yuhanna, 8/18, s. 102
905] Matta, 17/11-13; 11/12-15
- 238 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Matta İncilindeki bu ifadeden, Yahya'nın İlya olduğu açıkça anlaşılıyor. Bir de Yuhanna'nın yazdıklarına bakalım: "Yahudiler Yahya'ya, 'sen kimsin?' diye sormak üzere Kudüs'ten kâhinlerle Levilileri gönderdikleri zaman, Yahya'nın tanıklığı şöyle oldu: 'Ben peygamber değilim' diye açıkça konuştu. Onlar kendisine, 'Öyleyse sen kimsin? İlya mısın?' diye sordular. O da: 'Değilim' dedi. 'Sen peygamber misin?' sorusuna da: 'hayır' cevabını verdi."906 Görüldüğü gibi, Yuhanna'ya bizzat Yahya'nın kendisi, kendisinin İlya olmadığını söylüyor. Yahya İlya mı, değil mi? Hangi İncile inanalım ve nasıl karar verelim?
İncillerde Yahya ile ilgili olarak geçen çelişkili haberlerden bir diğeri de, onun Hz. İsa'yı baştan beri tanıyıp tanımadığı konusunda verilen haberlerdir. Yuhanna'ya göre Hz. Yahya, Hz. İsa'yı vaftiz ettiği günden itibaren tanımakta ve onun mesih olduğunu bilmektedir. Çünkü o, ruhun gökten Hz. İsa'nın üzerine bir güvercin biçiminde indiğini görmüş ve onun "Tanrı'nın oğlu" olduğuna o andan itibaren tanıklık etmiştir. Yuhanna İnciline göre Hz. Yahya şöyle söylemiştir: "Ben su ile vaftiz ediyorum, ama aranızda biri duruyor. Benden sonra gelen odur. Ben onun çarığının bağını bile çözmeye lâyık değilim... Yahya ertesi gün İsa'nın kendisine doğru geldiğini görünce şöyle dedi: İşte dünyanın günahını ortadan kaldıran Tanrı'nın kuzusu... Benden sonra biri geliyor, o benden üstündür, çünkü o, benden önce vardı, dediğim kişi işte budur."907 Yuhanna'da geçen bu ifadelere göre Yahya (a.s.), ilk gördüğü andan itibaren Hz. İsa'nın "Tanrı'nın oğlu" olduğunu bilmektedir. Diğer İncillerde ise bunun tersine, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı iyice tanımadığı, onun Mesih olup olmadığı konusunda tereddütlerinin bulunduğu, hatta bu tereddüdü gidermek için öğrencilerini Hz. İsa'nın bulunduğu yere gönderip işi tahkik ettirdiği haber verilmektedir. Luka ve Matta bu konuda şu bilgiyi veriyorlar: "Yahya'nın öğrencileri bütün bu olup bitenleri kendisine bildirdiler. Öğrencilerden ikisini yanına çağıran Hz. Yahya, 'Gelecek olan sen misin, yoksa başkasını mı bekleyelim?' diye sormaları için onları rabbe gönderdi."908 Luka ve Matta'da verilen bu bilgiye göre Hz. Yahya, Hz. İsa'nın kim olduğunu tam bilmemektedir ve onun gelecek olan Mesih olduğundan emin değildir. Bu yüzden kendisine "Sen Mesih misin, değil misin?" diye sordurmaktadır. Hâlbuki Yuhanna İncilinde, Yahya'nın, Hz. İsa'yı daha vaftiz etmeden önce tanıdığı ve onun "Tanrı'nın oğlu" olduğunu bildiği haber verilmektedir.
Yahya konusundaki diğer bir çelişki, Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'ya onun kim olduğunu öğrenmek üzere göndermiş olduğu öğrencilerin sayısı konusundaki çelişkidir. Matta'ya göre öğrencilerin sayısı belli değildir. Bu İncil, Hz. Yahya'nın Hz. İsa'ya kaç kişi gönderdiğini rakamla belirtmiyor. Luka İncilinde ise rakam verilmek sûretiyle iki öğrencinin gönderildiği belirtiliyor.
Dans Sahneleri: Hz. Yahya ile ilgili olarak İncillerde geçen çelişkili haberlerden biri de, onun öldürülmesiyle ilgili olarak verilen haberlerdir. Ancak, bu haberlerin çok dikkat çekici bir yanı daha vardır. O da, bu olaya bağlı olarak İncillerde anlatılan dansözün oynatıldığı doğum günü partisidir.
Yahya'nın öldürülmesi Matta ve Markos'ta çok geniş şekilde anlatılırken, Yuhanna İncilinde olaya hiç temas edilmez. Luka İncilinde ise olay çok kısa bir
906] Yuhanna, 1/19-21
907] Yuhanna, 1/26-34
908] Luka, 7/18-19; Matta, 11/2-3
İNCİL
- 239 -
şekilde anlatılır.909 Yahya'nın hapse atılarak öldürülmesini çok geniş bir şekilde veren Matta ve Markos İncillerinin, vermiş oldukları haberlerde birtakım çelişkiler vardır. Matta'ya göre olay şöyle cereyan etmiştir: O sırada Yahudiye'de kral olan Hirodes, kardeşi Filipus'un karısı Hirodiya ile evlenmek istemiş, ancak Yahya "Kutsal yasaya göre kardeşinin karısı ile evlenmen câiz değildir" diye onu ikaz etmiştir. Bu uyarıya çok öfkelenen Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiş, ancak Yahya'yı çok sevmekte olan halkın tepkisinden korktuğu için onu öldürmemiş, fakat hapse attırmıştır.910 Markos da Yahya'nın tutuklanışının, Matta'nın anlattığı gibi Hirodes'in, kardeşinin karısı Hirodiya ile evlenmesine Yahya'nın karşı çıkışı yüzünden olduğunu söylemektedir. Ancak Matta, Yahya'nın bu karşı çıkışına bizzat Hirodes'in öfkelendiğini ve bu öfkesi yüzünden Yahya'yı hapse attırdığını, Hirodes'in aslında onu öldürtmek istediğini, fakat Yahya'yı seven halktan korktuğu için onu öldürtmediğini söylerken; Markos, Yahya'nın bu itirazına Hirodes'in değil; Hirodiya'nın çok öfkelendiğini söylemektedir. Markos'a göre Hirodes Yahya'yı doğru ve kutsal bir adam olarak tanımakta, bu yüzden ondan korkmakta ve onu korumaktadır. Bu İncile göre Hirodes, zaman zaman Yahya'yı dinlemekte, dinlediği zaman büyük şaşkınlık içinde kalarak onun konuşmalarından zevk almakta idi. Özet olarak söylemek gerekirse, Matta'ya göre Yahya'ya öfkelenip onu tutuklatan Hirodes'tir. Markos'a göre ona öfkelenen ve onu tutuklatan Hirodes değil; Hirodiya'dır. Matta'ya göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istiyordu, ancak halktan korktuğu için onu öldüremiyordu. Markos'a göre Hirodes, Yahya'yı öldürtmek istemiyordu; aksine onu seviyor ve koruyordu. Yahya'yı öldürmek isteyen Hirodiya idi.
Markos İnciline göre Hirodiya, uzun süre Yahya'yı öldürtmek için fırsat kollamış, sonunda beklediği fırsatı yakalayarak onu öldürtmüştür. Hirodiya, Hirodes'in doğum günü partisinde eline geçen bir fırsatı iyi değerlendirerek onu öldürtmüştür. Hirodes'in onuruna verilen doğum günü partisine sarayın ileri gelenleri, ordu komutanları ve Galile'nin eşrafı dâvetli olarak gelmişlerdi. Partide yemekler yenmiş, içkiler içilmiş, bundan sonra danslı müzikli eğlence faslı başlamıştı. Bu sırada Hirodiya'nın kızı sahneye çıkarak müthiş bir dans gösterisi yapmış, yaptığı bu dans ile herkesi büyülemişti. Dâvetliler onun dansından öylesine memnun kalmışlar ki, onların bu aşırı memnuniyetini gören Hirodes, üvey kızını çağırarak "dile benden ne dilersen" demiş ve ona her istediğini vereceğini vaad etmişti. Bunun üzerine kız, hemen annesine giderek Hirodes'ten ne istemesi gerektiğini ona sormuştur. Annesi Hirodiya, kızına "Yahya'nın başını iste" diye söyleyince, kızı Hirodes'e gelip "Yahya'nın başını isterim" demiş; Hirodes aslında istemediği halde yüksek rütbeli zevatın önünde vermiş olduğu sözden dönemeyerek Yahya'nın başını kestirmiş ve bir tepsi üzerinde onun başını kıza vermiştir. Kız da tepsiyi götürüp annesine vermiştir. 911
Bu olayın Matta ve Markos İncillerinde bu kadar çelişkili olarak anlatılmış olması bir yana, bundan da önemlisi Kitab-ı Mukaddes adı ile anılan bir kitapta böylesine acayip bir sahnenin vahiy mahsülü kutsal sözler olarak nasıl yer alabildiği hususudur. Vahiy ürünü İncillerde bir doğum günü partisi; kanunlar izin vermediği halde kardeşinin karısı ile evlenen bir kişi için parti verilmiş, yenilmiş,
909] Luka, 9/7-9
910] Matta, 14/1-5
911] Markos, 6/14-28; Matta, 14/1-12; Luka, 9/7-9
- 240 -
KUR’AN KAVRAMLARI
içilmiş, sıra dans ve müziğe gelmiş, tam bu sırada onuruna parti verilen adamın üvey kızı, piste çıkarak öyle bir dansözlük gösterisi yapmış ki orada bulunan herkes, kızın bu gösterisi yüzünden üvey babayı tebrik etmiş. İşte vahiy ürünü İncillerden tam vahye uygun(!) manzaralar. Ayrıca, günümüzde de kutlanmakta olan doğum günlerinin kutlanış örneklerine ve kutlanış şekillerine hıristiyanlık öncesi dönemlerde, Roma İmparatorluğu dönemlerinde rast gelmekteyiz. İncillerin verdiği bilgilere göre içkili, danslı, müzikli bu âdet, Hz. İsa'dan önce putperest Romalılar tarafından icrâ edilmekte idi. 912
Yunus’un Alâmeti: “O zaman yazıcılar ve Ferisîlerden bazıları: Muallim, senden bir alâmet görmek isteriz, diye cevap verdiler. İsa da cevap verip onlara dedi: Kötü ve zina işleyici nesil bir alâmet arar; ona Yunus peygamberin alâmetinden başka bir alâmet verilmeyecektir. Çünkü nasıl Yunus üç gün üç gece iri balığın karnında kaldı ise, insanoğlu da üç gün üç gece yerin bağrında öyle kalacaktır.”913 Yunus’un balığın karnında kalması ve öncesi: Yunus 1 ve 2. bölümde anlatılır; sayfa: 874, 875. Özellikle, Yunus, 1/17 ve 2/1: “Ve Yunus, balığın karnından Allah’ı Rabbe dua etti.” 914 Ölü müydü, diri miydi? Diri idi. Tekrar yukarıdaki Matta’ya bakalım: “Çünkü nasıl Yunus... insanoğlu da ... öyle kalacaktır.” Yunus diri idiyse, İsa’nın da kabirde diri kalmış bulunması gerekirdi. Hıristiyanlık 3 gün 3 gece İsa’nın ölü kaldığını iddia eder. Çünkü hıristiyanlık, kendisinin kurtuluşu için İsa’nın ölümünün ince ipine asılı durur.915 Yunus diri, İsa ölü. Yunus’tan tamamen farklı. Fakat İsa; “Yunus gibi” demişti, Yunus’tan farklı dememişti. Farklı olur ve Yunus gibi alâmet göstermezse, aynı olmazsa bizzat İsa’nın ifadesine göre alâmet gösterememiş, dolayısıyla gerçek Mesih (Krist) olmamış olur.
Bazı hıristiyanlar, bu Matta’daki alâmetin sadece (dört defa tekrar edilen 3 kelimesinden dolayı) 3 gün 3 geceyi ifade için zamanı bildirdiğini söyler. Öyle kabul edelim: 3 gün + 3 gece = 72 saat. Tüm dünya hıristiyanları, Paskalya’nın Cuma günü genel bir bayram yaparlar. Güzel Cuma (Good friday); niçin güzel Cuma? Günahları temizlemek için ölümü (haça gerilmesi) bir Cuma günü oldu. İncillerde İsa’nın saat 6 civarında haça gerildiği ifade olunur. Zaten Sebt (Cumartesi) günü çarmıha gerilenler lânetli sayıldığından, ağaca asılı kalmalarına izin verilmez. Gece karanlığı basmadan mezara yerleştirdiler. Mecdelli Meryem’in İsa’nın mezarına gidip mezarı boş bulması 4 İncilde de yer alır ve hepsi mezarın boş bulunması zamanını gayet açık bir şekilde Pazar (haftanın birinci) günü, sabah, güneş yükselmeden önce olduğunu anlatır.916 Buna göre:
Paskalya Haftası:
Mezarda Kaldı
Gündüz Gece
Cuma: Yok Bir gece
Cumartesi: Bir gün Bir gece
Pazar (güneş doğmadan kaybolur) Yok Yok
Toplam: Bir gün İki gece
912] Şaban Kuzgun, a.g.e. s. 305-338
913] Matta, 12/38-40, s. 13
914] Yunus 2/1, s. 874
915] Bk. Fedâ, fidye maddesi, İncil ve Hıristiyanlıkla İlgili Bazı Kavramlar başlığı.
916] Bkz. Matta, 28/1, s. 34; Markos, 16/2, s. 54; Luka, 24/1, s. 89; Yuhanna, 20/1, s. 116
İNCİL
- 241 -
Hani Hz. İsa, Yunus gibi, 3 gün 3 gece, yani 72 saat kalıyordu? Bu şemadan da gayet net görüldüğü gibi Hz. İsa, mezarda toplam bir gün ve iki gece geçirmiştir. Görüldüğü gibi, ne yönden bakılırsa bakılsın, Yunus’un alâmeti olarak İsa’nın mezarda kalışı konusunda, açık bir çelişki sözkonusudur. Hatta Matta'ya göre Hz. İsa, cumartesi günü saat 3'te haça gerilmiş, pazar sabahı Mecdelli Meryem, tan yeri ağarırken kabrini ziyarete gidince onu kabrinde bulamamıştır.917 Dolayısıyla Matta'ya göre Hz. İsa'nın bırakın kabirde 3 gün kalmasını, o mezarda bir tam gün dahi kalmamıştır.
Muharref İncillerde Görülen Diğer Çelişkilere Birkaç Örnek
Hz. İsa, Hz. Dâvud'un Oğlu mu, Değil mi? İncil, bir yanda Hz. İsa'nın baba tarafından nesebini Dâvud Peygambere dayandırırken ve Hz. İsa'yı "Davud oğlu İsa" diye tanıtırken, diğer yanda onun Davud oğlu olmadığını hem de kendi ağzıyla belirtmektedir: "İbrahim oğlu, Davud oğlu, İsa Mesihin nesebinin kitabıdır."918 "Kör: Ey Davud oğlu İsa, bana acı! diye bağırdı."919 Bir de şu ifadelere bakalım: "İmdi Ferisîler toplanınca, İsa onlardan sorup: Mesih hakkında ne düşünüyorsunuz? O kimin oğludur? dedi. Onlar da İsaya: Davudun oğlu, dediler. İsa onlara dedi: Öyle ise, Davud nasıl onu Ruh ile Rab diye çağırır ve der: 'Rab Rabbime dedi: Ben düşmanlarını senin ayakların altına koyuncaya kadar, Sağımda otur' Eğer Davud onu Rab diye çağırırsa, nasıl onun oğlu olur? Ve hiç kimse ona bir söz cevap veremedi; ve o günden sonra artık kimse kendisinden sormağa da cesaret etmedi." 920
Davud'un Hangi Oğlu Hz. İsa'nın Atasıdır? Matta İncilinde Hz. İsa'nın nesebi sayılırken Hz. İsa'nın Süleyman oğlu Davud oğlu olduğu yazılıdır. Fakat Luka İncilinde Natan oğlu Davud oğlu olduğu belirtilmiştir: "Davud Uriyanın karısından olan Süleymanın babası idi."921 "Natan oğlu, Davud oğlu..." 922
Davud’un Tahtı İsa’ya Verildi mi, Verilmedi mi? “O büyük olacak, ona Yüce Allah’ın oğlu denecek; Rab Allah ona babası Davud’un tahtını verecek. Yakub’un evi üzerinde ebediyen saltanat sürecek ve onun melekûtuna (krallık, saltanat -dipnot-) hiç son olmayacaktır.”923 İsa’nın hayatına baktığımızda görüyoruz ki, Davud’un tahtına hiç oturamadı, krallık yapamadı. Tersine Yakup evlatları (yahûdiler) Hz. İsa’ya isyan edip onu öldürtmek için yakaladılar. Ayrıca: Matta’da İsa’nın ataları sayılırken Yoşiya’nın oğlu Yekonya, Davud’un 14. göbekten oğlu olarak sayılır.924 Yekonya, Eski Ahid’de Yehoyakim olarak ifade edilir; babasının adı da Yoşiya’dır. “Yehoyakim için Rab şöyle diyor: Davut tahtı üzerinde oturan kimsesi olmayacak. (...) Ve fesatlarından ötürü kendisini ve zürriyetini ve kullarını yoklıyacağım. Kötülüğü kendi üzerlerine... getireceğim.” 925
İsa'nın Dedesi Yakub mu, Heli mi? Yusuf'un babasının kimliği konusunda
917] Matta, 12/38-40; 26/17-75; 27/1-55; 28/1-11
918] Matta, 1/1, s. 1
919] Luka, 18/38, s. 82
920] Matta, 22/41-45, s. 25
921] Matta, 1/6, s. 1
922] Luka, 3/31, s. 60
923] Luka, 1/32-33, s. 57
924] bkz. Matta, 1/11-12, s. 1
925] Yeremya, 36/30-31, s. 762
- 242 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Matta ile Luka İncili arasında anlaşmazlık var. Matta, Yusuf'un babası Yakub derken; Luka, Heli demektedir: "Yakub Meryemin kocası Yusufun babası olup, Meryemden de Mesih denilen İsa doğdu."926 "İsa, hizmetine başladığı zaman, otuz yaşlarında idi. Ve zannedildiği üzere, Yusuf oğlu, Heli oğlu." 927
Unutulan Nesil: Babil sürgününden Mesih'e kadarki sürede 14 nesil geçtiğini belirten Matta, on üç nesil saymaktadır. "On dört" sayısının esrarlı olduğuna inanan Matta, bu hevesinin kurbanı olmuş ve bir eksik sayarak kendi kendisiyle çelişmiştir: "Yekonya Babile sürgünlükten sonra doğan Şealtielin babası idi; Şealtiel Zerubbabelin babası idi; Zerubbabel Abiudun babası idi; Abiud Elyakimin babası idi; Elyakim Azorun babası idi; Azor Sadokun babası idi; Sadok Ahimin babası idi; Ahim Eliudun babası idi; Eliud Eleazarın babası idi; Eleazar Mattanın babası idi; Mattan Yakubun babası idi; Yakub Meryemin kocası Yusufun babası olup Meryem'den de Mesih denilen İsa doğdu."928 Hemen devamındaki cümleye geçelim: "İmdi, İbrahimden Davuda kadar olan nesiller on dört nesildir; Davuddan Babile sürgünlüğe kadar on dört nesildir; ve Babile sürgünlükten Mesihe kadar on dört nesildir." 929
Kim Yardım İstedi, Yüzbaşı mı, İhtiyarlar mı? Matta İncilinde, hizmetçisinin tedavisi için yüzbaşının bizzat Hz. İsa'ya gelip yardım istediğimi açıklanmıştır. Luka İncilinde ise, yüzbaşının gönderdiği ihtiyarların bu konuda Hz. İsa'ya yalvardıkları yazılmıştır: "Ve İsa Kafernahuma girdiği zaman, bir yüzbaşı ona yalvararak: Ya Rab, hizmetçim inme hastalığından çok ıstırap çekip evde yatıyor, diyerek geldi. Ve İsa ona dedi: Onu iyi etmeğe gelirim. Ve yüzbaşı cevap verip dedi: Ya Rab, benim değerim yok ki, damım altına giresin; fakat ancak bir söz söyle, hizmetçim iyi olur."930 "Bir yüzbaşının kendisine kıymetli olan bir hizmetçisi ölüm derecesinde hasta idi. İsa hakkında işitince, gelip hizmetçisini kurtarsın diye rica için Yahudilerin ihtiyarlarını ona gönderdi. Onlar da İsaya geldikleri zaman, kendisine çok yalvarıp dediler: Bunu yapmana o lâyıktır; çünkü milletimizi sever, ve bize havrayı o yaptı." 931
Çıkarken mi, Yaklaşırken mi? İki Kör mü, Bir Kör mü? "Ve onlar Erihadan çıktıkları zaman büyük bir kalabalık İsanın ardınca gitti. Ve işte, yol kenarında oturan iki kör, İsa'nın geçtiğini işitince; Ya Rab, bize merhamet eyle, sen, ey Davud oğlu! diye bağırdılar."932 "Erihaya geldiler: İsa şakirtleri ve büyük kalabalık ile Erihadan çıkarken, Timeus oğlu Bartimeus adında kör bir dilenci yol kenarında oturuyordu."933 "Ve vaki oldu ki, İsa Erihaya yaklaşırken, bir kör, yol kenarında dilenerek oturuyordu." 934
Sıpa ile Beraber Eşek Var mıydı? Yeruşalim'e, yani Kudüs'e yaklaşırken Hz. İsa Tevrat'ın vermiş olduğu haber gerçekleşsin diye, iki şakirdini yakındaki bir köye göndererek, Matta'ya göre bir adet eşek ve bir adet sıpa getirmelerini ister.
926] Matta, 1/6, s. 1
927] Luka, 3/23, s. 60
928] Matta, 1/12-16
929] Matta, 1/17, s. 1
930] Matta, 8/5-8, s. 8
931] Luka, 7/2-5, s. 65
932] Matta, 20/29-30, s. 22-23
933] Markos, 10/46, s. 47
934] Luka, 18/35, s. 82
İNCİL
- 243 -
Markos ve Luka'ya göre ise, sadece bir sıpa getirmelerini ister: "Karşınızdaki köye gidin, ve hemen, bağlı bir eşekle yanında bir sıpa bulacaksınız; onları çözüp bana getirin. Ve eşekle sıpayı getirdiler; onların üzerine esvaplarını koydular, ve İsa üzerine bindi."935 "Karşınızdaki köye gidin. Hemen oraya girince, daha kimse üzerine binmemiş, bağlı bir sıpa bulacaksınız; onu çözüp bana getirin... Sıpayı İsaya getirdiler, üzerine esvaplarını koydular; İsa da üzerine bindi."936 "Karşınızdaki köye gidin; oraya girince şimdiye kadar üzerine kimsenin binmemiş olduğu bağlı bir sıpa bulacaksınız; onu çözüp getirin." 937
Kızı İçin Yardım İsteyen Kadının Milliyeti ve Memleketi Neydi? İncillerde Hz. İsa’nın Sur ve Sayda bölgesine geldiği sırada cine tutulan kızını iyi etmesi için ondan yardım isteyen kadının milliyeti ve memleketi konusunda açık çelişkiler vardır. Bu kadının İsrail ırkından olmadığını, Hz. İsa’nın ona, “Çocukların ekmeğini köpeklere atmak iyi değildir” şeklinde söylediği sözden anlıyoruz. Yahûdi olmayan bu kadının milliyeti ve memleketi İncillerde farklı farklı gösterilmektedir. Matta’ya göre bu kadın, Kenanlı’dır. Markos’a göre ise bu kadın Yunanlı olup Suriyeli Fenike ırkındandır.938 Matta, kadının sadece Kenanlı olduğunu söylemekle yetiniyor, başka bir şey söylemiyor. Markos ise, Matta’nın söylediğinin zıddına olarak kadının Kenanlı değil; Yunanlı, Suriyeli fenike ırkından olduğunu söylüyor. O, kadının Kenanlı olmadığını açık bir şekilde dile getirirken; onun nereli olduğu konusunda dil ve mantık kurallarına aykırı bir cümle kurarak, onun “Yunanlı, Suriyeli Fenike ırkından olduğu şeklinde çok tuhaf bir ifade kullanıyor. Yunanlı, Suriyeli, Fenike ırkı şeklinde kelimelerin yan yana dizilmesi oldukça enteresan ve gariptir. Acaba Yunanlı, Suriyeli mi demektir? Suriyeli Yunanlılar var mı? Veya Yunanlı Suriyeliler var mı? Yunanlı Suriyeli veya Suriyeli Yunanlı olan bir insan, ayrıca nasıl Fenike ırkından olabiliyor? Belki Suriye’ye gelip yerleşmiş olan bir Yunanlı kast edilmiştir diyebiliriz. Ama bu durumda o, nasıl Fenike ırkından olabilir? Fenike ırkı ile Yunan ırkı aynı ırk mıdır? Bu kadın, Kenanlı mı, Yunanlı mı, Suriyeli mi, yoksa Fenike ırkından mı? Bu konuda İncillerden doğru bir fikir çıkarabilene madalya vermek gerekir.
Zebedi’nin Oğullarının Anası mı Rica Etti, Oğulları mı? “O zaman Zebedi’nin oğullarının anası, oğulları ile beraber onun yanına gelerek secde kılarak kendisinden bir şey diledi. Ve İsa kadına dedi: Sen ne istiyorsun? Kadın ona dedi: Emret ki, bu benim iki oğlum senin melekûtunda biri sağında ve biri solunda otursunlar.”939 “Zebedi’nin oğulları Yakub ve Yuhanna ona yaklaşıp dediler: Muallim, senden her ne dilersek bize yapmanı isteriz. (...) Onlar da kendisine dediler (...) Birimiz sağında, birimiz solunda oturalım.” 940
Haydutların Âkıbeti: İncillere göre Hz. İsa ile beraber iki haydut da çarmıha gerilmişti. Her iki haydudun da ona sitem ettiğini yazan Matta, ikisini de cehennemlik yapmaktadır. Luka İncili ise daha merhametli(!) davranarak haydutlardan birini cennete göndermektedir: "Onunla öylece eğlenerek dediler: Başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor. İsrailin Kralıdır; şimdi haçtan insin, ona
935] Matta, 21/2, 7, s. 23
936] Markos, 11/2, 7, s. 47-48
937] Luka, 19/30, s. 83
938] Matta, 15/22; Markos, 7/26
939] Matta, 20/20-21, s. 22
940] Markos, 11/35-37, s. 47
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iman ederiz. Allah'a güveniyor; eğer Allah onu istiyorsa, şimdi kurtarsın; çünkü o: Ben Allahın Oğluyum, dedi. Ve onunla beraber haça gerilmiş olan haydutlar da ona aynı sitemi ettiler."941 "Asılmış olan suçlulardan biri ona: Sen Mesih değil misin? Kendini ve bizi kurtar, diye sövüyordu. Fakat öteki cevap verdi, ve onu azarlıyıp dedi: Sen ayni hüküm altında olduğun halde, Allahtan korkmuyor musun? Gerçi biz hak üzre, çünkü yaptıklarımıza lâyık cezayı çekiyoruz, fakat o, yolsuz hiçbir şey yapmadı. Ve: Ey İsa, sen melekûtunda geldiğin zaman, beni an, dedi. İsa da ona: Doğrusu sana derim: Bugün sen benimle beraber cennette olacaksın, dedi." 942
Kabirlerden Çıkan Cinliler Kaç Kişiydi? Hz. İsa, gölün karşı yakasında Gadaralıların veya Gerasinilerin ülkesine varınca, Matta’ya göre cinlere tutsak olmuş iki deli ile karşılaşmıştır. Markos ve Luka’ya göre cinlere tutsak olmuş sadece bir deli ile karşılaşmıştır: "Ve İsa karşı yakada Gadarinilerin memleketine geldiği zaman, kabirlerden çıkan cine tutulmuş iki kişi onu karşıladı."943 Karşı yakaya, Gerasinilerin memleketine geldiler. İsa kayıktan çıkınca murdar ruhu olan bir adam hemen kabirlerden çıkıp onu karşıladı."944 "Galile karşısında olan Gerasinilerin memleketine vardılar. İsa karaya çıkınca, şehirden bir adam kendisini karşıladı, bu adamda cinler vardı; ve çoktan beri elbise giymiyordu, ve hiç evde kalmaz, kabirlerde kalırdı." 945
İsa'yı Kaç Kişi Kefenledi ve Kabre Koydu? Yuhanna'ya göre İsa'yı Arimetealı Yusuf ile İsa'nın gizli havarisi Nikodimus beraberce kefenlediler ve kabre koydular. Diğer üç İncil ise bu işi sadece Yusuf'un yaptığını belirtmekte ve Nikodimus'u unutmaktadırlar 946. Ortada iki ihtimal mevcuttur. Ya üç İncil Nikodimus'u unutmaktadır. Yahut da Yuhanna onu hayalinden uydurmaktadır. Hâlbuki Yüce Allah'ın kitaplarında ne unutkanlık, ne de uydurma bulunması mümkündür. Allah Teâlâ, her türlü kusurdan ve noksanlıktan münezzehtir.
Kurtarıcı Allah mı, İsa mı? “Benden başka Hak Allah ve kurtarıcı yok; benden başkası yoktur. Allah benim, ve başkası yoktur.”947 "Ve Kurtarıcım Allah ile ruhum sevinir."948 "Çünkü bedenin kurtarıcısı Mesih kilisenin başı olduğu gibi, erkek de kadının başıdır."949 Ayrıca, İsa kurtarıcı olsa idi, çarmıha gerildiği sırada, Allah'tan kendisini kurtarmadığı için sitem dolu şu ifadeyi kullanmazdı: "Allah'ım, Allah'ım! Niye beni terkettin" 950
Mezarda Kaç Melek Gördüler? Hz. İsa'nın mezara konuluşundan bir gün ve iki gece sonra pazar sabahı erkenden Hz. İsa'nın anası Meryem ile bazı kadınlar mezara giderler ve mezarın girişini kapayan büyük taşın yuvarlanmış olduğunu hayretle görürler ve kayaya oyulmuş mezarın içine girerler. İşte burada İnciller arasında ihtilâf çıkmaktadır. Matta ve Markos, kadınların tek bir melekle
941] Matta, 27/41-44, s. 33
942] Luka, 23/39-43, s. 89
943] Matta, 8/28, s. 8
944] Markos, 5/1-2, s. 39
945] Luka, 8/26-27, s. 67
946] Matta, 27/59-60, s. 33; Markos, 15/46, s. 54; Luka, 23/53, s. 89; Yuhanna, 19/38-42, s. 116
947] Kitab-ı Mukaddes, İşaya, 45/21-22, s. 708
948] Luka, 1/47, s. 57
949] Pavlusun Efesoslulara Mektubu, 5/23, s. 201
950] Matta, 27/46; Markos, 15/34
İNCİL
- 245 -
karşılaştıklarını kaydederken, Luka ve Yuhanna ise iki melekten bahsetmektedir. Ayrıca, Yuhanna, hepsine muhâlif olarak, melekleri sadece Hz. Meryem'in gördüğünü ifade etmektedir. 951
Yahûdi Şeriatı (Eski Ahit’teki Hükümler, Emir ve Yasaklar) Geçerli mi, Değil mi? Kitab-ı Mukaddes’te, Ahd-i Atik’deki şeriate uymayanlara lânet ediliyor: “Bu şeriatin sözlerini yapmak için onları tasdik etmeyen lânetli olsun. Ve bütün kavim: Amin, diyecek.”952 İncillerde de eski şeriatın tatbik edilmesine dair nice emir ve tavsiyeler vardır. “Çünkü hakikat bilgisine nail olduktan sonra kasten günah işlersek, artık günahlar için kurban kalmaz, fakat hükmün dehşetli bir intizarı, ve hasımları yiyip bitirecek olan şiddetli ateş kalır. Musanın şeriatini tahkir eden bir kimse iki veya üç şahidin sözü üzerine merhametsizce ölür.”953 İncillere göre, İsa (a.s.) da bu şeriatı tatbik etme göreviyle gönderilmiştir: “(İsa:) Sanmayın ki, ben şeriati yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki oluncıya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir; ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki, salâhınız yazıcılar ve Ferisilerinkinden ziyade olmazsa, göklerin melekûtuna hiç girmeyeceksiniz.” 954
İncillerde Hz. İsa’nın ağzından “körlerin kör kılavuzu”955 oldukları için sakınılması gereken 956 Ferisî olan Pavlus 957 eski şeriati iptal ederek dört şeyden başka her şeyi helâl kıldı: “Çünkü Ruhülkudüse ve bize iyi göründü ki, icap eden şu şeylerden fazla üzerinize yük koymıyalım: Putlara kurban edilen şeylerden, kandan, ve boğulmuş olanlardan, ve zinadan çekinin. Bunlardan sakınırsanız, iyi edersiniz. Selâmette olun.” 958
İncillere bu dört yasak dışında her şeyin câiz olduğunu koyan zihniyet, bütün hıristiyanların da inanmak zorunda olduğu Kitab-ı Mukaddes’in domuz ve benzeri hayvanları yasak kılan şu hükümlerini görmezlikten gelirler: “Hiçbir mekruh şey yemeyeceksin. Yiyebileceğiniz hayvanlar şunlardır: sığır, koyun, ve keçi, geyik, ve ceylan, ve sığın, ve dağ keçisi, ve karaca, ve ahu, ve dağ koyunu. Ve hayvanlar arasında tırnağı yarık, ve tırnağı çatal olan ve geviş getiren her hayvanı yiyebilirsiniz. Fakat geviş getiren, yahut tırnağı yarık olanlardan şunları yemeyeceksiniz; deve, ve tavşan, ve kaya porsuğu, çünkü geviş getirirler, fakat çatal tırnaklı değildirler, onlar size murdardır; ve domuz, çünkü çatal tırnaklıdır, fakat geviş getirmez; o size murdardır; bunların etinden yemeyeceksiniz, ve leşlerine dokunmayacaksınız.”959 ve bkz. devamı; yasak yiyecekler için yine bkz.960
951] Matta, 28/1-3, s. 34; Markos, 16/5, s. 54; Luka, 24/4, s. 89; Yuhanna, 20/11-12, s. 111-112
952] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 27/26, s. 204
953] İbranilere Mektup, 10/26-28, s. 234
954] Matta, 5/17-20, s. 4-5
955] Matta, 15/12-14, s. 17
956] Matta, 16/6, 11-12, s. 18
957] Resullerin İşleri, 23/6, s. 146; 26/5, s. 150
958] Resullerin İşleri, 15/28-29, s. 137
959] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 14/3-8, s. 191
960] Levililer, 11/1-8, s. 108
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa’ya da insanın, yediği hiç bir şeyin insanı kirletemediği için haram olmadığı fikrini atfederler: “İnsanın dışından kendisine girip onu kirletebilecek bir şey yoktur; fakat insanı kirleten insandan çıkan şeylerdir. İnsana dışardan her ne girse, onu kirletemez? Çünkü yüreğine değil, fakat karnına girer, ve mecraya çıkar. Bunu demekle bütün yemekleri temiz etti.” 961
Hıristiyanlarda, kilise, Kitab-ı Mukaddes’te ne derse desin, haram ve helâl konusunda, ahkâm konusunda üstün tutulur, tercih edilir. Haç ve ikonların (kiliselerdeki kutsal kabul edilen resim ve heykellerin) kabul edilmesi, sabbath (sebt/cumartesi) günü ve sünnet olmanın ilgâsı, domuz etinin helâl kılınması ve bunun gibi yüzlerce, binlerce şey helâl kabul edilir. Bazen Pavlos’un şu sözüne atıf yapılır “Çünkü salâh için her iman edene şeriatin sonu Mesihtir.”962 Acaba Pavlos’un bu sözünün, bizzat İsa’nın sözünden üstün mü olduğu düşünülüyor? Tevrattaki bütün yasakların ilgâsı için de, Resullerin İşleri, 15/28-29’da (s. 137) bahsedilen dört yasaktan başka her şeyin helâl olduğuna dair Pavlos’un sözü yeterlidir. Şayet Kilise, İsa tarafından yapılan veya haber verilen şeriatı, Ahd-i Atik’teki hükümleri değiştirme selâhiyetine sahipse, Kutsal Kitabın ona bu hakkı vermesi gerekir. Hâlbuki Kitab-ı Mukaddes’te böyle bir ifade yoktur.
Bu mantığın bir uzantısı olarak, İncillere katılan ve Kilise tarafından yorumlanan şu ifadeler, iktidarın dinsizleşmesini, laikliğin uygulanışını teşvik eder: "O vakit İsa onlara: Öyle ise, Kayserin şeylerini Kaysere, ve Allahın şeylerini Allaha ödeyin, dedi."963 İşte İncillerdeki bu ifade, kilise ve devletin birbirinden ayrılması, iktidarın dinsizleşmesi ve hatta dine karşı müsamahasız bir tutum içine girmesi gibi büyük bir tehlikeyi doğurmuştur.
İncillere göre, ibâdet etmek zorunlu değildir. Matta İncilinde 17. bapta, normal cümlelerin içinde bulunmayan, 20'den 22'ye atlanılan cümlelerin arasına dipnot düşülmüş ve dipnotta şu ifadeye yer verilmiştir: "Bazıları eski olan birçok muteber metinlerde 21 inci âyet ilâve olunmuştur: 'Fakat bu cins dua ve oruçtan başka bir şeyle çıkmaz."964; ve yine bakınız benzer ifade için;965 Kilise bu cümleleri ibâdet etme zorunluğu olmadığı şeklinde yorumlamıştır. Hâlbuki İslâm'a göre insanın yaratılış gayesi, Allah'a ibâdettir ve her peygamber insanları Allah'tan başka ilâhı reddetmelerini ve sadece O'na ibâdet etmelerini tebliğ etmiştir.
Hükmetmek: “Hükmetmeyin ki, hükm olunmıyasınız.”966 “Siz bedene göre hükmedersiniz; ben hiç kimseye hükmetmem. Ve eğer ben hükmedersem bile, benim hükmüm doğrudur; çünkü yalnız değilim; fakat ben ve beni gönderen Baba...”967 “İsa doğrulup ona dedi: Kadın, onlar nerede? Kimse sana hükmetmedi mi? Kadın: Kimse, ya Rab, dedi. İsa: Ben de sana hükmetmem; git, bundan sonra artık günah işleme, dedi.”968 (Zina edip recm edilmek üzeri Ferisîler ve Yazıcılar tarafından İsa’ya getirilen ve İsa’nın “sizden günahsız olan önce taş
961] Markos, 7/15, 19, s. 8
962] Pavlusun Romalılara Mektubu, 10/4, s. 162
963] Matta, 22/21, s. 25; Luka, 20/25, s. 84
964] Matta, 17/21, s. 19
965] Markos, 9/29, s. 45
966] Matta, 7/1, s. 7
967] Yuhanna, 8/15-16, s. 102
968] Yuhanna, 8/10-11, s. 102
İNCİL
- 247 -
atsın” dediği kadın hakkında, recm hükmü için bunlar gündeme gelir.). Ayrıca: “Hakkınızda söyliyecek ve hükmedecek çok şeylerim var.” 969
Barış-Kılıç: “Ben dünyaya ateş atmağa geldim; eğer şimdiden tutuşmuş ise, daha ne isterim? Dünyaya selâmet getirmeğe mi geldim sanıyorsunuz? Size derim ki: Hayır, fakat daha doğrusu ayrılık getirmeğe geldim; çünkü bundan sonra, bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi üçe karşı ayrılacaklar.”970 “Yeryüzüne selâmet getirmeğe (sulh yapmak için) geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeğe geldim.”971 “Göz yerine göz, diş yerine diş’ denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma; ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse, ona abanı da bırak. Ve kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa, onunla iki mil git.”972 “Ne mutlu sulh edicilere; çünkü onlar Allah oğulları çağrılacaklar.”973 İncillerin birçok yerinde İsa’ya Allah’ın oğlu denmektedir. Hâlbuki Matta 5/9’a göre İsa’ya “Allah oğlu” denilemez. Çünkü o, sulh etmeye gelmedi; kılıç getirdi. Ayrıca, “ne mutlu!” diye sulh ediciler övülürken, İsa bu mutluluktan hisse almamış oluyor. İsa’nın savaşçılığıyla ilgili ayrıca bkz. 974
Ana-Babaya Hürmet mi Gerekir, Buğz mu? “Babana ve anana hürmet et, ta ki, Allah’ın Rabbin sana vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.”975 “Çünkü babasına, yahut anasına lânet eden her adam mutlaka öldürülecektir; babasına yahut anasına lânet etmiştir, kanı kendi üzerinde olacaktır.”976 “Babasını ve anasını hor gören lânetli olsun. Ve bütün kavim: Amin, diyecek.”977 Ve Markos İncilinden Hz. İsa’ya atfedilen bir ifade: “Zira Musa demiştir: Babana anana hürmet et; ve Babaya yahut anaya kötü söyliyen mutlaka öldürülsün.” 978
Bir tarafta bu hükümler, öbür tarafta Hz. İsa’nın ana-babaya buğzu emretmesi: “Eğer bir kimse bana gelir, ve kendi babasına, anasına, karısına, çocuklarına, kardeşlerine, kızkardeşlerine, evet hattâ kendi canına buğzetmezse, benim şakirdim olamaz.”979 “Yeryüzüne selâmet getirmeğe (sulh yapmak için) geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeğe geldim. Çünkü ben adamla babasının, ve kızla anasının, ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymağa geldim ve adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.”980 “Ben dünyaya ateş atmağa geldim; eğer şimdiden tutuşmuş ise, daha ne isterim? Dünyaya selâmet getirmeğe mi geldim sanıyorsunuz? Size derim ki: Hayır, fakat daha doğrusu ayrılık getirmeğe geldim; çünkü bundan sonra, bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi üçe karşı ayrılacaklar. Baba oğula karşı, oğul babaya karşı; ana kıza karşı, kız anasına karşı; kaynana geline karşı, gelin kaynanasına karşı olacaklar.” 981
969] Yuhanna, 8/26, s. 102
970] Luka, 12/49, 51, 52, s. 75
971] Matta, 10/34, s. 11
972] Matta, 5/38-41, s. 5
973] Matta, 5/9, s. 4
974] Luka, 14/26-27; Luka, 19/27-28
975] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 20/12, s. 74
976] Kitab-ı Mukaddes, Levililer, 20/9, s. 120
977] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 27/16, s. 204
978] Markos, 7/10, s. 7; Çıkış, 20/12; Tesniye, 5/16; Levililer, 20/9
979] Luka, 14/26, s. 77
980] Matta, 10/34-36, s. 11
981] Luka, 12/49, 51, 52, 53, s. 75
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Anasına itaat konusunda Hz. İsa’nın davranışlarında da benzer çelişki vardır: “Onlarla beraber indi; Nasıra’ya geldi ve onlara itaatli oldu.”982 Burada Hz. İsa’nın ana-babasına(!) itaatli olduğu ifade edilirken, başka yerde, hiç de bu itaat gözükmez. İsa (a.s.) anasına saygısız davranır: “İsa ona dedi: Kadın, benden sana ne?”983 “İsa halka henüz söylemekte iken, işte, anası ve kardeşleri, onunla söyleşmek isteyerek dışarda durdular. Ve biri İsaya dedi: İşte, anan ve kardeşlerin seninle söyleşmek isteyerek dışarda duruyorlar. Fakat İsa cevap verip kendisine söyleyene dedi: Benim anam kimdir? Ve kardeşlerim kimlerdir? Ve elini şakirtlerine doğru uzatıp dedi: İşte, benim anam ve kardeşlerim. Çünkü göklerde olan Babamın iradesini kim yaparsa, benim kardeşim, kızkardeşim ve anam odur.” 984
İsa’nın Bir Cüzzamlıyı İyileştirmesi: Dağ vaazından sonra, “Ve dağdan inince, büyük kalabalıklar onun ardınca gittiler ve işte bir cüzzamlı gelip... Ve İsa ona dedi sakın kimseye söyleme.”985 Aynı olayın Dağ vaazından sonra değil, başka bir zaman olduğu anlatılıyor.986 Matta’ya göre: Bu olay, hem büyük kalabalıklar içinde oluyor, hem sakın kimseye söyleme deniyor. Bir çelişki var. Ayrıca, kalabalık içinde cüzzamlı biri düşünülemez. Çünkü cüzzamlı, Mûsâ şeriatinde murdar sayılır; yalnız başına oturur ve meskeni ordugâhın dışında olur. 987
Ölü Kızın Diriltilmesi: “Bir reis geldi ve kızım şimdi ölmüştür, fakat gel, üzerine elini koy, yaşayacaktır diyerek...”988 “...Kızcağızım son nefesindedir, gelip ellerini üzerine koy, ta ki kurtulup yaşasın... İsa henüz söylemekte iken, havra reisinin evinden adamlar gelip dediler: Kızın öldü.”989 İlkinde kızın öldüğünü ilk konuşmasında reis söylüyor. Diğerinde kız hasta, sonradan başkaları öldüğünü haber veriyor.
İsa, Havârilerinin Değnek Almalarına İzin Veriyor mu, Vermiyor mu? “Ne yolculuk için torba, ne iki gömlek, ne çarık, ne değnek alın.”990 “Kendilerine dedi: Yol için bir şey almayın, ne değnek, ne torba...”991 “Onlara yol için bir değnekten başka, hiçbir şey... almamalarını tenbih etti.” 992
Murdar Ruhun (Cinlerin) Domuzlara Girmesi: “İsa kayıktan çıkınca murdar ruhu olan bir adam hemen kabirlerden çıkıp onu karşıladı... Çünkü ona: Ey murdar ruh, bu adamdan çık diyordu. Ondan adın ne? diye sordu; ve ona dedi: Benim adım Lejiyondur (Bir Roma askerî fırkası, takriben 6 bin nefer -dipnot-) zira biz çokluğuz. Kendilerini o diyardan dışarı çıkarmasın diye, ona çok yalvardı. Orada dağın yanında, büyük bir domuz sürüsü otluyordu. Ona yalvarıp dediler: Bizi o domuzlara gönder, içlerine girelim. İsa da onlara izin verdi. Murdar ruhlar da çıkıp domuzlara girdiler ve iki bin kadar olan o sürü uçurumdan aşağı denize atıldı, denizde boğuldu. Onları güdenler kaçıp şehirde ve çiftliklerde haberi
982] Luka, 2/51, s. 59
983] Yuhanna, 2/4, s. 93
984] Matta, 12/46-50, s. 13-14
985] Matta, 8/1-4, s. 8
986] Markos, 1/40-44
987] Levililer, 13/43-46, s. 111
988] Matta, 9/18, s. 9
989] Markos, 5/22-23, 35, s. 40
990] Matta, 10/10, s. 10
991] Luka, 9/3, s. 68
992] Markos, 6/7, s. 41
İNCİL
- 249 -
yaydılar.”993 Sorular:
1- Niçin, domuzlara kötü ruhların zarar vermesine İsa müsaade ediyor? Domuz kötü mü? Hâlbuki İncillerden yola çıkarak hıristiyanlar domuzun helâl olduğuna inanıyorlar.
2- Ahd-i Atik’de kesin haram kabul edildiği için yahûdiler domuz yemez ve ticaretini yapmazlardı. Nasıl oluyor da iki bin kadar domuzu orada güdüyorlar?
3- Bir peygamber, iki bin domuzu olan bir kimsenin veya kimselerin bu kadar domuzuna zarar verir mi? Verirse bu adâlet midir?
İsa’ya Ölürken Sirke mi Verdiler, Şarap mı? Matta ile Yuhanna’ya göre sirke verdiler, İsa’ya içirdiler.994 Markos sirkeden hiç bahsetmez, şarap sunulduğunu söyler: “Ona mür ile karışık şarap verdiler, fakat almadı.” 995
Yusuf’un Sülâlesi Kaç Kişi İdi? “Yusuf da gönderip babası Yakub’u ve bütün akrabası yetmiş beş canı çağırdı.”996 (İki de Yusuf ile Bünyamin, toplam 77 kişi). “Mısır’a gelen bütün canlar altmış altı idi ve kendisine Mısır’da doğan Yusuf’un oğulları iki candır; Yakub’un evinin Mısır’a gelen bütün canları yetmiş idi.” 997
İsa, Kendisi mi Vaftiz Ediyordu, Şakirtleri mi? “...Ve orada İsa onlarla kalıyor ve vaftiz ediyordu.”998 “İsa kendi değil, fakat şakirtleri vaftiz ediyordu.” 999
Baba ile Oğul Bir mi, Değil mi? “Ben ve Baba biriz.”1000 “Fakat o gün yahut o saat hakkında, ne gökteki melekler, ne de Oğul, Babadan başka kimse bir şey bilmez.”1001 “Ey Davud oğlu İsa, bana acı!”1002 “Hiçbir zaman Allahı kimse görmemiştir.”1003 “Ben Alllah’ım ve insan değilim, senin ortanda olan kuddûsüm.”1004 “Benden başka Hak Allah ve kurtarıcı yok; benden başkası yoktur. Allah benim, ve başkası yoktur.” 1005
Galile’den mi, Galile’ye mi? “İsa Galile’den Erden’e geldi...”1006 “İsa Galile’ye döndü... Nasıra’ya geldi...”1007 Aynı olay anlatılıyor, fakat hem ifadeler, hem gidilen yerler birbiriyle çelişiyor.
Yakup Var mı, Yok mu? “Petrus denilen Simun ile kardeşi Andreas’ı denize ağ atarken gördü. (...) Yakub ve kardeşi Yuhanna’yı... ağlarını onarmakta iken
993] Markos, 5/2, 8, 11-14, s. 39
994] Matta, 27/48, s. 33; Yuhanna, 19/28-29, s. 116
995] Markos, 15/23, s. 54
996] Resullerin İşleri, 7/14, s. 126
997] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 46/27, s. 48
998] Yuhanna, 3/22, s. 95
999] Yuhanna, 4/2, s. 95
1000] Yuhanna, 10/30, s. 105
1001] Markos, 13/32, s. 51
1002] Luka, 18/38, s. 82
1003] Yuhanna, 1/18, s. 92
1004] Kitab-ı Mukaddes, Hoşea, 11/9, s. 862
1005] Kitab-ı Mukaddes, İşaya, 45/21/22, s. 708
1006] Matta, 3/13, s. 3
1007] Luka, 4/14, s. 61
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gördü.”1008 Aynı olay; fakat farklı anlatımlar ve Yakup yok: 1009
Sağır ve Peltek Birini mi Getirdiler, Kalabalığı mı? “Ve İsa oradan gidip Galile denizi yakınına geldi ve dağın üzerine çıkıp orada oturdu. Ve ona büyük kalabalıklar, beraberlerinde topallar, körler, dilsizler, çolaklar, daha başka birçokları olarak geldiler ve onları İsa’nın ayaklarının yanına bıraktılar ve İsa onları iyi etti.”1010 “Yine Sur sınırlarından çıkıp Sayda içinden Dekapolis sınırları ortasından Galile denizine geldi. Ona sağır ve peltek birini getirdiler.” 1011
İbrâhim ile Âdem Arasında Kaç Nesil Vardı? 19 mu, 20 mi? Kainan Fazla mı, Unutuldu mu? “Şela oğlu, Kainan oğlu, Arfakşad oğlu...”1012 “Ve Arpakşad otuz beş yıl yaşadı ve Şelah’ın babası oldu.”1013 Şela, Tekvin’e göre Arpakşad’ın oğlu; Luka’ya göre Şela Kainan’ın oğlu, Kainan Arfakşad’ın oğlu.
Tekvin’in 5 ve 11. baplarında İbrâhim ile Âdem arasında 19 nesil sayılırken (Kainan yok); Luka İncil’inde 20 nesil sayılmıştır (Kainan var). Kainan’ı Tevrat mı unuttu, yoksa İncil mi imal etti?
Hadımlık İyi mi, Kötü mü? “Göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Bunu kabul edebilen kabul etsin.”1014 “Husyesi ezilmiş, yahut uzvu kesilmiş olan adam Rabbın cemaatına girmeyecektir.” 1015
Şarap İyi mi, Kötü mü? “Şarap aklı alır.”1016 “Zina, ve eski şarapla yeni şarap aklı alır.”1017 “(Yahya) Çünkü Rabbın sözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek” 1018. “Krallar için değildir, ey Lemuel! Şarap içmek krallar için değildir; Ve içki aramak emîrler için değildir. Ta ki, içip de şeriati unutmasınlar, Ve bütün düşkünlük oğullarının hakkını saptırmasınlar.”1019 Buna rağmen, Yuhanna’ya göre, İsa, düğünde şarabı biten kimsenin sularını şaraba çeviriyor ve çokça şarap içilmesine yardım ediyor.1020 İncillere göre şarap kutsal: Komünyon1021 Nuh sarhoş:1022; Lut sarhoş: 1023
Dört İncil dikkatle incelendiği zaman, yukarıda örnekleri gösterilen çelişki ve farklılıkların yanı sıra, onlarda daha başka birçok farklılık ve çelişkilere de rastlamak mümkündür. Bu kadar çelişki ve farklılığın bulunduğu, tutarsızlıklarla dolu bu dört İncil, nasıl oluyor da Ruhu’l-Kudüs kendilerine tecellî etmiş ve vahye mazhar olmuş kimseler tarafından hatasız, eksiksiz ve birbirini tamamlar
1008] Matta, 4/18-21, s. 4
1009] Yuhanna, 1/35-40, s. 93
1010] Matta, 15/29-30, s. 17
1011] Markos, 7/31-32, s. 43
1012] Luka, 3/35-36, s. 60
1013] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 11/12, s. 10
1014] Matta, 19/12, s. 21
1015] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 23/1, s. 200
1016] Hoşea, 4/11, s. 858
1017] Hoşea, 5/11, s. 858
1018] Luka, 1/15, s. 56
1019] Süleymanın Meselleri, 31/4-5, s. 657
1020] Yuhanna, 2/1-11, s. 93
1021] Matta, 26/26-29, s. 30
1022] Tekvin, 9/20-22, s. 8
1023] Tekvin, 19/30-36, s. 17
İNCİL
- 251 -
mâhiyette yazılmış kitaplar olarak kabul edilebiliyorlar? Bu çelişkiler, farklılıklar ve tutarsızlıklar, yoksa hata kabul edilmiyor mu? Bunlardan bir tanesi dahi, içinde yer aldığı kitabın güvenilirliğini zedelemeye yeterken, İncillerde bu tür yüzlerce eksik ve hatanın bulunması, İncillerin senet ve metin yönünden sahih, kutsal kitaplar olarak değerlendirilmesinin imkânsızlığını ortaya koymaz mı?
“Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki oluncıya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir.” 1024
Kitab-ı Mukaddes’in son cümleleri şöyle biter: “Bu kitabın peygamberlik sözlerini her işitene ben şehadet ediyorum: Eğer bir adam bunlara bir şey katarsa, Allah, bu kitapta yazılmış olan belâları ona katacaktır; ve eğer bir adam bu peygamberlik kitabının sözlerinden çıkarırsa, Allah bu kitapta yazılmış olan hayat ağacından ve mukaddes şehirden onun payını çıkaracaktır.” 1025
Ve Kur’an’dan iki âyet meâli:
“Vay haline o kimselerin ki Kitab’ı elleriyle yazarlar, sonra o yazdıkları şeyi az bir para karşılığında satmak için ‘Bu Allah katındandır’ derler. Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine, kazandıklarından ötürü vay haline onların!” 1026
“Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok ihtilâf/tutarsızlık bulurlardı.” 1027
Ahd-i Cedid'deki bu ve benzeri çelişkiler yanında, birbirinden tümüyle kopya, daha doğrusu % 100 plagiarizm, yani çalmalar da vardır.1028 Kelimesi kelimesine tekrardır; parantezler bile aynıdır. “Fakat İnsanoğlunun yeryüzünde günahları bağışlamak kudreti olduğunu bilesiniz diye (o vakit inmeliye dedi): Kalk, yatağını kaldır da evine git.”1029 Yine üç İncilde şu benzerliklere bakalım: “Çünkü İşaya peygamber tarafından: ‘Çölde çağıranın sesi: Rabbin yolunu hazırlayın, Onun yollarını düz edin.’ Diye kendisi için söylenmiş olan budur.”1030 “İşaya peygamberde: ‘İşte, senin yüzün önünde habercimi gönderiyorum, O, senin yolunu hazırlayacaktır; Çölde çağıranın sesi: Rabbin yolunu hazırlayın, Onun yollarını düz edin’ diye yazıldığı üzre...”1031 “Nasıl ki, İşaya peygamberin sözleri kitabında yazılmıştır: ‘Çölde çağıranın sesi: Rabbin yolunu hazırlayın, Onun yollarını düz edin. Her dere doldurulacak, Her dağ ve tepe alçaltılacaktır; İğri olan doğrulacak, Sarp yollar düz olacaktır; Ve bütün beşer Allahın kurtarışını görecektir.”1032 (Hâlbuki dipnot çıkılarak gösterilen ‘İşaya, 40/3-4, s. 702, alıntılarla tümüyle aynı değil!).
Şu ifadeler de iki İncilde kelimesi kelimesine aynıdır: “Fakat Ferisiler ve
1024] Matta, 5/18-19, s. 4-5
1025] Vahiy, 22/18-19, s. 274
1026] 2/Bakara, 79
1027] 4/Nisâ, 82
1028] Meselâ Matta, 9/6, s. 9; Markos, 2/10-11, s. 36; Luka, 5/24, s. 63
1029] Matta, 9/6, s. 9; Markos, 2/10-11, s. 36; Luka, 5/24, s. 63
1030] Matta, 3/3, s. 3
1031] Markos, 1/2-3, s. 35
1032] Luka, 3/4-5, s. 60
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sadukilerden bir çoğunun vaftiz için geldiklerini görünce, onlara dedi: Ey engerekler nesli, gelecek öfkeden kaçmağı size kim gösterdi? İmdi, tövbeye yakışır semere çıkarın, ve: Babamız İbrahimdir, diye içinizden düşünmeyin; çünkü ben size derim ki, Allah İbrahime şu taşlardan evlât kaldırabilir. Zaten balta da ağaçların kökü dibinde yatıyor; imdi, iyi meyva vermeyen her ağaç kesilir ve ateşe atılır.”1033 “İmdi kendisi tarafından vaftiz olunmak için çıkıp gelen kalabalıklara dedi: Ey engerekler nesli, gelecek öfkeden kaçmağı size kim gösterdi? İmdi tövbeye lâyık semereler çıkarın, ve: Babamız İbrahimdir, diye içinizden söylemeğe başlamayın; çünkü size derim ki, Allah şu taşlardan İbrahime evlât kaldırmağa kadirdir. Zaten balta da ağaçların kökü dibinde yatıyor; imdi iyi meyva vermeyen her ağaç kesilir, ve ateşe atılır.”1034 Hem de, iki İncilde de, 3. bölüm, 7-10. cümlelere nasıl denk gelmiş? ‘Bu cümlelerin aynı olması normal, ikisi de aynı hakikati yazıyor’ denilecek olursa; peki, o zaman bu bir-iki örnek aynı cümlelerin dışında İncillerin diğer yerleri niye farklı? Sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Hâlbuki bu İnciller, farklı zamanlarda yaşayan farklı kişiler tarafından yazılmıştır. İki İncil yazarından biri diğerinden çalmıştır. ama hangileri, kimden çalmıştır, bu belli değil. Bu hırsızlığı Allah'a, Allah'ın değiştirilmemiş vahyine yakıştırabilir miyiz?
Muharref İncillere Göre Barış ve Savaş Anlayışı
Başta müsteşrikler/oryantalistler olmak üzere hemen hemen tüm hıristiyan batılıların ve batı mukallitlerinin İslâm’a saldırmak için ileri sürdükleri iddia ve ithamlardan biri, İslâm’ın kılıç zoruyla yayılan, kutsal savaş taraftarı, savaşçı bir din olduğudur. O yüzden de müslümanlara barbar demekten çekinmeyen, İslâm hâkim olduğunda gayri müslimleri kıtır kıtır keseceklerini vehmeden veya insanlara böyle gösteren tipler çıkagelmiştir. İslâm’ın kelime anlamının bile selâmet ve barış demek olduğunu, savaşın sebep ve şeklini, cihadın kendi haçlı savaşı kültürlerinin benzeri kutsal savaş anlamında olmadığı, İslâm’ın öldürme ve hücuma dayalı bir savaş anlayışını ne derece değiştirdiğini... anlatmak, konu/kavram dışına çıkmak olacak ve sözü uzatacaktır. Biz batının temel kültürlerinden biri/birincisi olan Kitab-ı Mukaddes’teki savaş ve barış anlayışına kısa bir değinme yapacağız.
Hz. İsa, İncillerde insan sevgisinden, fedâkârlık ve aftan, her peygamber gibi elbette çokça bahsetmiştir. Ama İslâm’ın savaş anlayışına yanlış ithamlarla saldırırken, İncillerdeki Hz. İsa’ya veya vahye atfedilen savaş, öldürme ve hatta katliâm teşviklerini niye görmek istemiyor ve her iki dindeki ve Kitap’taki hükümleri mukayese etme gereği duymuyorlar diye sorma hakkımız vardır diye düşünüyoruz. Bu konu da göstermektedir ki, bazılarının derdi üzüm yemek değil, bağcı dövmektir: Yani, hakkı arayıp bâtıla tavır almak değil; hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermektir. Luka İncili, Hz. İsa’dan şu sözü nakleder: “Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve önümde öldürün!”1035 Hz. İsa’ya isnat edilen bu ifade, onun kan dökme pahasına olsa bile, kral olmak istediğini gösteriyor.
İncillerde tanıtılan İsa, maddî imkânlara sahip bulunsa veya Hz. Dâvud veya Hz. Süleyman’ın oğlu ve vârisi olsaydı ne yapardı, bilmiyoruz. Aynı anlamdaki
1033] Matta, 3/7-10, s. 3
1034] Luka, 3/7-10, s. 60
1035] Luka, 19/27, s. 83
İNCİL
- 253 -
ifadeyi Pavlus da belirtiyor: “Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar, onun saltanat sürmesi lâzımdır.”1036 İsa’nın diğer bir sözü, daha dikkat çekicidir: “Yeryüzüne selâmet getirmeğe geldim sanmayın; ben selâmet değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben adamla babasının, kızla anasının ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim. Adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.” 1037
Kur’ân-ı Kerim’de şu hükmü görüyoruz: “Dinde zorlama yoktur.”1038 “De ki: ‘Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”1039 Peygamber, dini tebliğle mükelleftir; birini dini kabule zorlamaya değil. Savaşa gelince, Kur’an şöyle emrediyor: “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”1040 Savaşla Hz. Muhammed (s.a.s.) hiçbir zaman devlet kurma, kral olma veya bir başka dünyevî çıkar sağlama gayesi gütmemiştir. İslâm’da savaş sadece Allah için yapılır, bu da hakkı/dini müdâfa halidir. Bu âyeti takip eden âyet ve dinsizleri öldürmeye cevaz veren âyetler, sadece kendilerine karşı harp ilân edilmiş ve savaş açılmış düşmanlara, yani savaşçılara karşıdır ki, savaşa katılmayanlar bunun dışında tutulmuştur. Haksız yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi olacağını Kur’an belirtir. 1041
İslâm, kesinlikle ve hiçbir şekilde katliâma ve mecbur olunmadığı (müdâfa özelliği olmayan) hallerde öldürmeye cevaz vermez. Bir de Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadelere bakalım: “Ancak Tanrı’nın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; fakat onları, Hittîleri ve Amorîleri, ve Kenanlıları ve Perizzîleri ve Hivîleri ve Yebusîleri Tanrın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.”1042 “Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek’in İsrail’e yaptığını, Mısır’dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amalek’i vur ve onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”1043 Görüldüğü gibi, katliâm için gösterilen tek sebep, intikam duygusunu tatmindir. Bunun gibi daha birçok örnek verilebilir.
Muharref İncillere Göre Hz. İsa’nın Kölelik Anlayışı
Hıristiyan yazarlar tarafından sürekli olarak tekrarlanan ve her vesile ile örnek diye gösterilen “Biri bir yanağına vurursa ona karşılık verme, sen öbür yanağını da çevir” mealindeki Hz. İsa’ya atfedilen sözün, sosyolojik ve psikolojik yönden tahlilini yapmak gerekir. Bu ifadeyi psikolojik yönden ele alırsak; bu sözün insanlara kendilerini savunma, kim ne yaparsa yapsın karşılık vermemek sûretiyle kendini ezdirme, hatta yok olma duygusunu aşıladığını görürüz. Eğer bir toplumda zâlimler, insanların mallarını haksız yere gasbedenler, insanlara eziyet edenler hiç karşılık görmeyip her istediklerini istedikleri zaman
1036] Pavlus’un Korintoslulara 1. Mektubu, 15/25
1037] Matta, 10/34-36
1038] 2/Bakara, 256
1039] 109/Kâfirûn, 6
1040] 2/Bakara, 190
1041] 5/Mâide, 32
1042] Tesniye, 20/16-17
1043] 1. Samuel, 15/2-3
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yapabilirlerse, yaptıklarına hiç ceza verilmez ve yaptıkları sürekli olarak yanlarında kâr kalırsa elbette bu çeşit hareketler yaygınlaşır, sonunda toplumda huzur ve sükûn kalmaz. Haksızlığın ve zulmün ceza görmediği bir toplumun ayakta durması ve varlığını sürdürmesi imkânsızdır. Muharref İncilllere göre Hz. İsa, zina ve hırsızlık gibi suçları işleyenleri dahi cezalandırmamak eğilimindedir.1044 Böyle olunca hukukî kuralların hiç uygulanmadığı, zâlimlerin serbestçe zulmettiği ve mazlumların haklarını aramadıkları bir toplum ayakta kalabilir mi?
Yukarıda aktardığımız Hz. İsa’nın sözleri, haksızlığa ve zulme uğrayan insanlarda pısırıklık, miskinlik ve tam teslimiyet fikrini aşılamakta, insanları kaderciliğe doğru sürüklemektedir. İnciller, Hinduizmin kendi kast sisteminde alt tabakalardaki insanlara aşıladığı kaderci ve teslimiyetçi zihniyetin aynısını, işçilere ve kölelere aşılamaya çalışmaktadır. Hz. İsa’ya nisbet edilen şu sözden, başka nasıl bir mânâ çıkarılabilir? “Ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza bir tokat atana, öbürünü de çevirin. Size karşı dâvâcı olan mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün.” 1045
Muharref İncillere göre Hz. İsa, verdiği örneklerin çoğunda kölelik motifini kullanmakta ve köleliği râzı olunması gereken bir kader gibi takdim etmektedir. Hz. İsa, insanın Allah’a itaatini, kölenin efendisine itaati ile sürekli olarak mukayese etmektedir. Onun köleliğe bakışı şu sözlerinde açıkça görülebilir: "Hangi birinizin çift süren, ya da çobanlık eden bir kölesi olur da, tarladan dönüşünde ona, ‘çabuk gel, sofraya otur’ der. Tersine ona, ‘yemeğimi hazırla, kuşağını bağla ve ben yiyip içerken bana hizmet et. Ondan sonra da sen yiyip içersin’ demez mi? Kendisine verdiği buyrukları yerine getirdi diye köleye teşekkür eder mi hiç?”1046 Hz. İsa’nın İncillerde verdiği örneklerdeki köleliğe bakışı bu tarzdadır. İncillere göre Hz. İsa, kölelerin herhangi bir hakka sahip olduklarını kabul etmemektedir. Ona göre kölelerin görevi her durumda efendilerine hizmet etmektir, onların efendilerine karşı hiçbir hakları yoktur.
Hz. İsa’nın muharref İncillerde geçen teslimiyetçi, kaderci ve tam itaat esasına dayanan kölelik anlayışına, Yeni Ahidin diğer kitaplarında da rastlamaktayız. Bu kitaplarda köleliğin mâhiyeti daha net olarak görülür. Özellikle Pavlos’un Mektuplarında köleliğin bir kader olduğu, onun bütün vecibelerinin yerine getirilmesinin gerekli olduğu tekrar tekrar anlatılır. Pavlos bu konuda şunları söylemektedir: “Boyunduruk altında olan kulların hepsi kendi efendilerini tam hürmete lâyık saysınlar, ta ki Allah’ın ismine ve talime küfrolunmasın ve iman etmiş efendileri olanlar, kardeş oldukları için onları hor görmesinler, fakat daha ziyade hizmet etsinler, çünkü bu hizmetten istifade edenler iman eyleyen sevgililerdir.” 1047
Pavlos gibi Petrus da, yazdığı risalelerinde kölelerin efendilerine kayıtsız şartsız itaat etmelerini şu şekilde emretmektedir: “Ey hizmetçiler! Efendilerinize, yalnız iyilere ve mülâyimlere değil; fakat ters huylu olanlara da tam korku ile itaat edin. Çünkü eğer biri haksız yere elem çekerek Allah’a karşı vicdanından
1044] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, 8/1-11
1045] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, 8/1-11
1046] Kitab-ı Mukaddes, Luka, 12/42-44
1047] Kitab-ı Mukaddes, Timoteos’a I. Mektup, 6/1-2
İNCİL
- 255 -
ötürü hüzünle dayanırsa bu makbuldür... İyilik işleyerek elem çekip sabrederseniz, Allah nezdinde bu makbuldür.” 1048
Gerek Petrus’un ve gerekse Pavlos’un mektuplarındaki bu sözler, daha çok köle sahibi zenginlerle üst tabakadan insanların işlerini kolaylaştırmak için kaleme alınmış olmalıdır. Biz, M.S. birinci ve ikinci yüzyıllarda hıristiyanlığın daha çok fakir, işçi ve köleler arasında yayıldığını, zenginlerin ve nüfuzlu insanların bu dine pek rağbet etmediklerini, zengin ve üst tabakadan insanların bu dine üçüncü asırdan itibaren girmeye başladıklarını biliyoruz. Böyle olunca biraz önce aktarmış olduğumuz pasajların M.S. birinci veya ikinci asırda yazılmış olması uzak bir ihtimaldir. Bu pasajlar, muhtemelen üçüncü asırdan itibaren Hıristiyanlığa girmeye başlayan zenginlerin ve köle sahibi kişilerin işlerini kolaylaştırmak üzere başka yazarlar tarafından kaleme alınmış ve bunlar Petrus ve Pavlos’un ifadeleri imiş gibi onların risalelerine sokulmuştur.
İmparator Kostantin’in dördüncü yüzyılın birinci yarısında hıristiyanlığı kabul etmesi, imparatorlukta gitgide çoğalan hıristiyan nüfusun, kendisine bu din kanalı ile bağlanmasını sağlamak ve böylece tahtını sağlama almak gayesini taşıyordu. Kostantin, hıristiyanlık vâsıtası ile bir yandan imparatorlukta dinî bir birlik sağlamayı hedef edinirken, öbür yandan topladığı konsiller vâsıtası ile o sırada hıristiyanların ellerinde bulunan bütün İncilleri ve Risaleleri imhâ ettirmiş, bu kitaplardan sadece şu anda hırisitiyanların ellerinde mevcut olan kitapları yeniden yazdırtmıştır. Ancak onların da asıllarını imha ettirmiştir. Kanunî kabul edilerek yeni nüshaları kaleme alınan bu eserlerin yeni yazmalarına, devlet adamlarına, hükümetlere itaat fikrini ilâve ettirerek kendi yönetimine bu yolla destek sağlama cihetine gitmiştir. Bu ilâvelerin en canlı örneği Pavlos’un Titus’a yazdığı mektupta görülmektedir. Bu mektupta şöyle bir ifadeye rastgelmekteyiz: “Reislere ve hükümetlere tâbi olmayı, itaat etmeyi... onlara ihtar et.”1049 Bu ifadenin, birinci asırda hükümetin ve reislerin zulüm ve işkencesi altında inleyen ve sonunda öldürülen Pavlos tarafından söylenmiş olması imkânsızdır. Eğer o dönemde Pavlos, hıristiyan mü’minleri mevcut hükümete itaat etmeye çağırmış olsa idi, hükümet onu elbette öldürtmez, aksine korurdu. Pavlos bu sözleri söylemiş olsaydı Roma yönetimi tarafından baştacı edilirdi. Kostantin ve daha sonra gelen imtaparatorlar özellikle bu vb. ifadeleri, Yeni Ahid’in kanonizasyonundan sonra bu kitapta yer alan eserlerin yeniden yazılması sırasında bunlara ilâve ettirmiş olmalıdırlar.
Bugün elde mevcut olan en eski Yeni Ahit yazmasının, M.S. dördüncü yüzyılın ortalarında yazılmış olan bir yazmadan kopya edildiği söylenen bir yazma olduğunu biliyoruz. Kanunî kabul edilen kitapların dahi bu tarihten önce yazılmış olan bütün nüshaları yok edilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. Bugün sahih olduğu kabul edilen kitapların ilk nüshalarında yukarıda aktarmış olduğumuz pasajlar muhtemelen mevcut değildi. Bunlar bu kitaplara eklendikten sonra, yapılan bu ilâvelerin anlaşılmaması için daha önce yazılmış olan bütün nüshalar devlet eli ile kasden yok edilmişlerdir.
Hıristiyanların, hıristiyan olmayan toplumlar üzerinde devamlı olarak hâkimiyet kurmaya çalışmaları ve bu milletlerin en meşrû haklarını dahi
1048] Kitab-ı Mukaddes, Petrus’un I. Mektubu, 2/18-20
1049] Kitab-ı Mukaddes, Titus’a Mektup, 3/1-2, s. 225
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gasbetmeyi olağan saymalarının temelinde İncillerde ve Risalelerde geçen bu pasajların büyük tesiri vardır. Hıristiyan mentalitesinde hıristiyan olmayanların hiçbir hakları yoktur, onlar hıristiyanların köleleri mesabesindedirler. Hz. İsa’ya nisbet edilerek İncillere alınan pasajlarda belirtildiği gibi, köle itaat etti diye ona teşekkür edilmez. Hıristiyan olmayan milletler ve devletler, hıristiyanlarla yaptıkları anlaşmalara ne kadar riâyetkâr olurlarsa olsunlar onlara teşekkür dahi gerekmez; zaten onlar böyle yapmak zorundadırlar. Sonradan hıristiyanlığı benimseyen milletler ve devletler de daha önce hıristiyan olmuş devletlerin köleleri olmak durumundadırlar. Bunlar hıristiyan olmakla kölelik statüsünden hemen çıkamazlar. Dolayısıyla efendi durumunda olan devletler, yeni hıristiyan olmuş bu devletleri kendi çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi kullanabilirler. Yeni hıristiyan olmuş bir devletin veya milletin ortaya çıkarak “biz de hıristiyanız, eşitlik istiyoruz” demeye hakkı yoktur. Bu yeni hıristiyan olmuş devletlerin görevi, efendilerine itaat ve onların söylediklerine bir köle zihniyeti ile harfiyyen riâyetten ibârettir.
Hıristiyan misyonerlerinin hıristiyanlığı yaydıkları yerlerde kurulan kiliselerin işleyiş tarzı konusunda hıristiyan dünyasında ihtilâflar çıkmış; yeni hıristiyanlığı kabul edenler, merkezî Kilise otoritesine tam olarak tâbi olmayan mahallî kiliselerin kurulmasını ve bu şekilde faâliyet gösterilmesini isterlerken, bazıları mahallî kiliselerin tehlikelerine işaret ederek bunlara tam bir serbestlik verilmesinin doğru olmayacağını, bunların ne olursa olsun, merkezî bir otorite tarafından denetlenmesinin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Bu merkezî otoriteyi tesis etme fikrinin temelinde ise sömürgeci, köle kullanıcı ve başkalarının haklarını gasbetmeyi meşrû gören ve gösteren Yeni Ahit mantığı vardır. 1050
Muharref İncillere Göre Hz. İsa’da Irk Ayrımı
Muharref İnciller iyice incelendiği zaman, bu kitaplarda hıristiyanlığın bir taraftan cihanşümul/evrensel bir din olduğunu gösteren ifadeler görülürken, öbür taraftan onun sadece İsrail ırkına tahsis edilmiş bir din olduğunu gösteren ibârelere de rastlanır. Bu ifâdelerde İsrâil ırkı yüceltilmekte, diğer ırklar ise aşağılanmaktadır.
Hıristiyanlar, yahûdilerin kutsal kitabı “Tanah”ı, Eski Ahit adı ile kabul ettiklerinden, Tanah’ta geçen bütün ırkçı ifadeleri aynen benimserler. Başta Tevrat olmak üzere Tanah’ta yer alan diğer kitapların tamamı, ırkçı ve siyonist fikirlerle doludurlar. Diğer ırklar bu kitaplarda ikinci sınıf insanlar olarak târif edilirler. İşte Eski Ahide paralel olarak Yeni Ahidde, özellikle İncillerde aynı anlayış ve zihniyet devam etmektedir. Muharref İncillere göre Hz. İsa, kendisi bir İsrailli yahûdi olarak İsrailli olmayanları köpeklerle eşit tutmaktadır. İsrail ırkının üstünlüğünü ve kendi dâvetinin sadece İsrail oğullarına tahsis edilmiş olduğunu gösteren şu pasaj konuyu açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “İsa oradan çıkıp Sur ve Sayda taraflarına çekildi. İşte Kenanlı bir kadın o sınırlardan geldi ve “Ya rab bana merhamet eyle, sen ey Davud oğlu! Kızım çok kötü bir halde cine tutulmuştur’ diye bağırdı, fakat İsa ona bir söz cevap vermedi. Şakirtleri gelip ‘onu uzaklaştır, çünkü arkamızdan bağırıyor’ diyerek ona yalvardılar. İsa cevap verip dedi: ‘Ben İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim.’ Fakat kadın
1050] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 278-283
İNCİL
- 257 -
geldi ve ‘Ya rab, bana yardım et!’ diye ona tapındı. İsa cevap verip dedi: ‘Çocukların ekmeğini alıp onu köpeklere atmak iyi değildir.’ Fakat kadın dedi: ‘Evet ya rab, zira köpekler de efendilerinin sofrasından düşen kırıntılardan yerler.”1051 Hz. İsa’ya nisbet edilen bu ifadeye göre İsrail halkı, yani yahûdiler koyundurlar, İsrail ırkından olmayanların hepsi köpektirler. Dolayısıyla Kenanlı kadın da köpektir. İnciller İsrail ırkından olmayanları sadece köpeğe benzetmez, bazen de onları domuza benzetirler. Matta İncilinde bu konuda şöyle söylenmektedir: “Mukaddes olanı köpeklere vermeyin ve incilerinizi domuzların önüne atmayın; ki onları ayakları altında çiğnemesinler.” 1052
Yukarıda nakledilen birinci pasaja göre cin çıkarmakla ün yapmış olan Hz. İsa, yolda yürürken kızı cinlere tutulmuş olan Kenanlı bir kadınla karşılaşıyor, kadın ondan kızını cinlerden kurtarmasını isteyince Hz. İsa ona, “Ben sadece İsrail evinin kaybolmuş koyunlarına gönderildim” diye cevap veriyor. Yani kadın ona geliyor, dâvetine inandığını, mûcizelerini tasdik ettiğini belirterek kızı için kendisinden yardım istiyor, onu cinlerden kurtarmasını istiyor. Hz. İsa ise yardım teklifini reddediyor, dolayısıyla kadının kendisine iman etmesini de kabul etmemiş oluyor, görevinin sadece İsrail kavmine mahsus olduğunu, başka kavimlerden insanlarla ilgilenemeyeceğini ifade ediyor. Bu nasıl bir vahiydir ki, belli bir ırktan olanlara sunuluyor, başka ırktan olanlara sunulamıyor? Yoksa Allah “Şu ırkın insanlarına yardım et, onları imana dâvet et, şu ve şu ırkın insanlarını imana dâvet etme” mi buyuruyor? Kadının yardım istemedeki ısrarı üzerine Hz. İsa’nın ona vermiş olduğu ikinci cevabı çok daha enteresandır. O, ikinci cevabında şöyle söylüyor: “Sofradaki çocukların ekmeğini alıp köpeklere atmak câiz değildir.” Bu nasıl bir tebliğ anlayışıdır. O, kendisine iman etmiş birine “Sen köpeksin” diye nasıl söyleyebiliyor. “Şayet sana yardım eder, kızını iyileştirirsem yahûdi kavminin hakkı olan bir şeyi sana vermiş ve yahûdi kavmine haksızlık etmiş olurum” şeklinde konuşan bir kişi, nasıl ilâhlık mertebelerine çıkarılıyor, bunu anlamak mümkün değildir. İnsan sûretinde yeryüzüne tecellî etmiş olan bir ilâh, yarattığı kulları arasında ayrım yapıp kendisine iman eden bir kuluna “sen köpeksin, sana yardım edemem” diye hitap edebilir mi?
Burada akla başka bir husus daha gelmektedir. İncillerde yer alan bu pasajdaki teşbihte bir hata olmalıdır. İsrail ırkından olmayan birine yardım edilmesini, sofrada oturan yahûdi çocuklarının ekmeklerinin alınıp köpeklere atılmasına benzetilmesinde teşbih kuralları açısından hata vardır. Sofrada oturan çocukların ekmeklerinin alınıp köpeklere verilmesi halinde çocukların ekmekleri eksilir ve onlar aç kalabilir. Ama Kenanlı kadının kızının tedavi edilmesi halinde, yahûdi çocuklarına sunulan dâvette bir eksilme ve onların zarara uğraması sözkonusu olamaz. Muharref İnciller Hz. İsa’ya böyle söylettirdiklerine göre, acaba Hz. İsa’nın Kenanlı kadının kızını tedavi etmesi halinde dâvet ve tebliğ enerjisinin bir kısmı eksilecek miydi? O kızı tedavi edince yahûdi çocuklarını tedavi edemez hale mi gelecekti? Yoksa onun bir tedavi kontenjanı vardı da kız çocuğunu tedavi etmesi halinde bu kontenjan mı doluyordu? İncillerin naklettiğine göre sonunda Hz. İsa, yine bu kızı tedâvi etmiş olduğuna göre, sofradaki çocukların ekmeğini köpeklere atmış olmuyor mu? Bu, kendi mantığına göre bir suç değil mi?
1051] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 15/21-27; Markos, 7/24-30
1052] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 7/6-8
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa’nın Kenanlı kadına vermiş olduğu ikinci cevaptan sonra kadının ona söylemiş olduğu söz de çok önemlidir. Muharref İnciller, kadına “köpekler de efendilerinin sofralarından düşen kırıntıları yerler” dedirtmek sûretiyle yahûdi ırkının üstünlüğünün herkes tarafından kabul edilmesinin gerekli olduğunu zımnen empoze etmektedirler. Bu cevaba göre, yahûdi olmayanlar tıpkı bu kadın gibi yahûdiler karşısında ikinci sınıf insanlar olduklarını kabul etmelidirler. Bu durum onların kaderidir ve onlar kaderlerine râzı olmalıdır. Böyle yahûdi asıllı olmayan hıristiyanlar, yahûdi ırkının üstünlüğünü otomatik olarak kabul etmeli ve buna itiraz etmemelidir. Günümüzde hemen hemen bütün hıristiyan dünyasının İsrail devletine kayıtsız şartsız destek vermesinin temelinde yatan esas faktör İncillerde sunulan bu fikirdir.
Geçmişte yapılmış olduğu iddia edilen yahûdilere yönelik katliamların büyük çoğunluğu, yahûdi yazarlar tarafından ortaya atılmış abartmalı haberlerdir. Gerçekten orta çağlarda zaman zaman hıristiyan devletlerin yahûdilere yönelik katliamlar yaptıkları ve yahûdilere zulüm ve işkenceler yaptıkları güvenilir kaynaklarda müşâhede edilmektedir. Ancak bu haberler, günümüzde ana kaynaklarda bulunanlardan çok daha mübâlağalı şekilde abartılarak yazılmaktadır. Bu abartmalı haberlerin arkasında gizli bir niyet vardır; o da, bütün dünyaya yahûdi ırkını sürekli zulüm gören, mazlum ve himayeye mazhar bir ırk olarak göstermek, diğer milletlerin merhamet duygularını istismar ederek yahûdilere sempati duyulmasını sağlamaktır. İkinci Dünya savaşından bu yana bütün dünyada sinema, tiyatro, radyo, televizyon, gazete, dergi vb. bütün basın ve yayın organlarında yürütülmekte olan yahûdilere acındırma, onların düşmanlarına kin duydurtma programlarının esas gayesi işte budur.
Muharref İncillere göre, kendisi ırkçı bir mantıkla hareket eden ve konuşan Hz. İsa, öğrencilerine de aynı mantık çerçevesinde hareket etmelerini emretmiş ve yahûdi ırkından olmayanları tedavi etmemelerini, onlara vaat etmemelerini tenbih etmiştir. Hz. İsa, irşâda gönderdiği öğrencilerine şöyle hitap etmektedir: “Milletler yoluna gitmeyin ve Samiriyelilerin şehirlerinden hiçbirine girmeyin; fakat daha ziyade İsrail evinin kaybolmuş koyunlarına gidin.”1053 Kendisi başka milletlerden insanları imana dâvet etmeyen Hz. İsa, Havârilerden de aynı şekilde hareket etmelerini istemektedir.
Yukarıdaki paragrafa göre Hz. İsa, ırkçılıkta o kadar ileri gitmektedir ki, kavmiyetçilikten kabileciliğe dönerek, dâvetinden yahûdi ırkından olan Samiriyelileri dahi mahrum bırakmakta; Havârilere, Samiriyelilere gitmemelerini, onların hiçbir şehirlerine uğramamalarını, sadece ve sadece hâlis yahûdilere hizmet vermelerini emretmektedir.
Yahûdi kavmiyetçiliğinde bütün yahûdiler aynı derecede eşit olarak kabul edilmezler; bunlar kısım kısımdır ve hepsi aynı seviyede değildir. En üst mertebede Harun soyundan gelen Levililer, en alt seviyede ise Samiriyeliler yer almaktadırlar. Samiriyeliler tarih boyunca kardeşleri olan diğer yahûdi kabileleri tarafından sürekli olarak horlanmışlar ve ikinci sınıf vatandaş muâmelesi görmüşlerdir. İşte muharref İncillere göre Hz. İsa, bu yahûdi geleneğini olduğu gibi devam ettirerek Havârilerden, onları imana dâvet etmemelerini istemiştir.
1053] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 10/5-6
İNCİL
- 259 -
Dört İncilin birçok yerinde sanki Hz. İsa, ırkçı bir siyonist gibi davranan, her şeyi yahûdiler ve yahûdilik için yapan bir kimse olarak takdim edilmektedir. Ancak İncillerin son baplarında onun ırkçılıkla hiçbir ilgisinin olmadığı, öğrencilerini yahûdi olmayan ırklara da göndererek İncili onlara tebliğ ettirdiği 1054 haber verilerek çelişkiye düşülmektedir. Yine bazı İncillere göre o, yahûdi ırkı içinde kabilecilik yaparak Samiriyelilere düşmanlık eden ve onları imana dâvet etmeyen bir kişi iken, diğer İncillere göre o, Samiriyelilerin köylerine öğrencilerini gönderen, onların hastalarını tedavi eden bir kimsedir. İncillerin pasajlarına göre o, Samiriyelileri horlayıp onlara düşmanlık ederken,1055 diğer bazı pasajlarına göre, iyi Samiriyelilerden örnekler vermektedir.1056 Özellikle Yuhanna İncilinde bir bapta o, Samiriyeli olmayan bir yahûdi olarak takdim edilirken,1057 diğer bir bapta “Cin çarpmış bir Samiriyeli”1058 şeklinde tanıtılmaktadır. Bütün bu çelişkilerin yer aldığı İnciller, bu tesbitlerden sonra nasıl vahiy mahsûlü, hatasız ve eksiksiz yazılmış eserler olarak kabul edilebiliyorlar? 1059
Muharref İncillere Göre Hadım Olmak ve Evlenmenin Güzel Görülmemesi
İncillerde Hz. İsa’nın evlenip evlenmediğine ve kadınlarla ilişkisine dair açık bir bilgi yoktur. Gençliği hakkında hiç bilgi olmaması gibi. Ancak İncillerde verilen bilgiler bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilince onun hiç evlenmemiş olduğu sonucuna varılabilir. Hz. İsa evlenmeyle ilgili olarak Havârilerle konuşurken onlar Hz. İsa’ya “Eğer erkeğin karısı ile hali bu ise, evlenmek iyi değil” derler. Bunun üzerine Hz. İsa onlara, “Bütün adamlar bu sözü kabul edemez, ancak kendilerine verilmiş olanlar kabul edebilir. Çünkü anadan doğma hadım vardır, insanlar tarafından yapılmış hadım vardır, göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Bunu kabul edebilen kabul etsin”1060 diye cevap vermiştir. Hz. İsa’nın bu sözlerinde açıkça evlenmemek teşvik edilmekte, evlenmenin bir ruhsat olduğu işaret edilmektedir. Ayrıca pasajın sonunda evlenmeye karşı istek duymamak için göklerin melekûtu uğruna insanın kendi kendini hadım etmesi öğütlenmektedir.
Kilise, İncillerde geçen bu ve benzeri ifadelere dayanarak râhiplere evlenme yasağı koymuştur. Aslında evliliğe karşı tavır koyan ve râhiplere evlenme yasağı koyan başka dinler de vardır. Maniheizm ve Budizm gibi dinler, hıristiyanlıktan önce bu yasağı uygulamışlardır. Hıristiyanlık, bu fikri muhtemelen Budizmden almış görünmektedir.
İncillerin yanısıra Yeni Ahidin diğer kitaplarında da evlenmemeyi açıkça teşvik eden pasajlara rastlamaktayız. Pavlos’un Korintoslulara yazmış oluğuu birinci mektupta geçen şu ifadeler, hıristiyanlığın evlilik kurumana bakış açısını açıkça ortaya koymaktadır: “İmdi yazdığımız şeylere gelince: Adam için kadına dokunmamak iyidir. Fakat zinalardan dolayı herkesin kendi karısı olsun, ve her kadının
1054] Kitab-ı Mukaddes, Markos, 16/15
1055] Matta, 10/5-6
1056] Luka, 10/25-37
1057] Yuhanna, 4/9
1058] Yuhanna, 8/48
1059] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 283-289
1060] Kitab-ı Mukaddes, Matta, 19/10-12, s. 21
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendi kocası olsun.”1061 Pavlos burada erkeklerin kadınlardan uzak durmalarını, yani evlenmemelerini tavsiye etmektedir. O, bu tavsiyeyi sadece erkeklere yapmakla kalmıyor, kadınlara da aynı şeyi tavsiye ederek onları evlenmekten men etmeye çalışıyor. “Evlenmemişlere ve dul kadınlara diyorum: Benim gibi kalsalar onlar için iyidir.”1062 Burada Pavlos, evvelâ kendisinin evlenmemiş olduğunu açıklıyor, sonra hiç evlenmemiş bâkire kızlarla, evlendikten sonra dul kalmış kadınların kendisi gibi bekâr kalmalarını, onların evlenmemelerinin kendileri için daha iyi olacağını izah ediyor.
Pavlos, mektuplarında sadece evlenmemeyi teşvik etmekle kalmıyor, aynı zamanda evlenmenin sakıncalarını da ortaya koyuyor: “Kızlar hakkında rabden emrim yoktur; fakat itimada lâyık olmak için rab tarafından merhamete nâil olmuş bir adam olarak rey veriyorum: İnsanın olduğu gibi kalması iyidir. Kadına bağlı mısın? Çözülmeyi arama. Kadından çözülmüş müsün? Kadını arama. Fakat eğer evlenirsen günah etmezsin, eğer bir kız evlenirse günah etmez. Fakat böyle kimselerin bedende sıkıntısı olacaktır. Ben sizi esirgiyorum. Ey kardeşler! Vakit kısalmıştır, bundan böyle karıları olanlar hoşnut etsin diye rabbin şeyleri için kaygı çeker. Fakat evlenmiş olan adam nasıl karısını hoşnut etsin diye dünya şeyleri için kaygı çeker... Evlenmemiş olan kadın ve kız, hem bedence, hem de ruhça mukaddes olsun diye rabbin şeyleri için kaygı çeker, fakat evlenmiş olan kadın nasıl kocasını hoşnut etsin diye... kaygı çeker... Kendi kızını evlendiren iyi eder, evlendirmeyen daha iyi eder.” 1063
Pavlos’un evlenmemeyi teşvik edişi bir yana, onun kadınlara bakış tarzı da çok tuhaftır. Özellikle dul kalmış kadınlarla ilgili olarak verdiği fetvâsında Timoteos’a, altmış yaşından aşağı dul kadınları cemaate kaydetmemesini söylemektedir: “İyi işler için hakkında şehâdet olunan, bir erkeğin karısı olup altmış yaşından aşağı olmayan dul kadın, eğer çocuklar büyütmüş, eğer misafir kabul etmiş, eğer mukaddeslerin ayaklarını yıkamış, eğer sıkıntıda olanlara yardım etmiş, eğer her iyi işin ardınca gitmişse kaydolsun. Fakat daha genç dul kadınları reddet. Çünkü Mesih’e muhâlif olarak nefsânî heveslerine düştükleri zaman evlenmek isterler... Bununla beraber evleri gezerek aylak olmayı da öğrenirler; ancak, yalnız aylak değil, fakat üzerlerine düşmeyen şeyleri söyleyerek başkalarının işlerine karışan boşboğaz olurlar. 1064
“(İsa:) İmdi, Allahın birleştirdiğini insan ayırmasın. Şakirtler evde bunun için yine kendisinden sordular. Onlara dedi: Kim karısını boşar, ve başkası ile evlenirse, ona karşı zina eder; ve kadın kocasını boşar ve bir başkası ile evlenirse, zina eder.”1065 “Ve ben size derim: Kim zinadan ötürü olmayıp karısını boşar ve başkası ile evlenirse, zina eder; boşanmış olanla da evlenen zina eder.”1066 “Fakat evli olanlara ben değil, ancak Rab emrediyor: Karı kocasından ayrılmasın, fakat eğer ayrılırsa da, kocasız kalsın, yahut kocası ile barışsın; ve koca karısını bırakmasın.”1067 Hıristiyanlıkta eşlerin ölümü dışında dulluk yoktur. Hıristiyanlar
1061] Kitab-ı Mukaddes, Korintoslulara I. Mektup, 7/1-2, s. 173
1062] Kitab-ı Mukaddes, Korintoslulara I. Mektup, 7/8, s. 173
1063] Kitab-ı Mukaddes, Korintoslulara I. Mektup, 7/25-38
1064] Kitab-ı Mukaddes, Timoteos’a I. Mektup, 5/9-15
1065] Markos, 10/9-12, s. 46
1066] Matta, 19/9, s. 21
1067] Pavlusun Korintoslulara Birinci Mektubu, 7/10-12, s. 173
İNCİL
- 261 -
boşanmayı kabul etmediklerinden, bu dinde boşanma yolu ile dulluk sözkonusu değildir. Böyle olunca özellikle kadın için dul kalmak tamamıyla kendi irâdesi dışında gerçekleşen bir olaydır. Toplumda en çok himâyeye muhtaç olan insanların başında yetimler ve dul kadınlar geldiği halde, Pavlos’un, dul kadınlar hakkında aylaklar ve boşboğazlar tâbirlerini kullanması, onları tahkir ederek cemaatin dışına atması, Hıristiyanlığın kadın haklarına verdiği değeri açıkça ortaya koymaktadır.
İncillerde ve Yeni Ahidin diğer kitaplarında takdim edilen bu bilgilere göre, insanların cinsî hayattan uzak durmaları gerekmektedir. Özellikle Hz. İsa’ya nisbet edilen sözlere göre, insanlar, cinsî arzulardan kendilerini uzaklaştırıp tam olarak ibâdete yönelebilmek için kendilerini hadım edebilirler. Yaratılıştan insanlarda var olan cinsî arzuların kökten yok edilmesi, insan neslinin imha edilmesi sonucunu doğurmaz mı? İnsanlarda mevcut olan bu gücün, aile hayatı şeklinde bir düzenleme ve evlilik yoluyla tatmin edilmesi ve bu yolla insan neslinin devamının sağlanması esas iken, İnciller, erkekleri kadınlardan uzaklaşmaya ve kendilerini hadım etmeye, kadınları da erkeklerden uzaklaşmaya teşvik etmektedir. Dolayısıyla bu telkinler, hıristiyan toplumlarda çeşitli türden cinsî sapıklıkların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Bunların yanında Hz. İsa’nın evliliğe karşı olmadığı, 5 kızla evleneceği, tüm hıristiyanların veya insanların yarısıyla, akıllılarla düğüne güvey gireceğinden bahsedilir: “O zaman göklerin melekûtu, kandillerini alıp güveyi karşılamaya çıkan on kıza benziyecektir... Güvey geldi; hazırlıklı kızlar onunla beraber düğüne girdiler; ve kapı kapandı...” 1068
Muharref İncillere Göre Kadın Hakları ve Boşanma
Hıristiyan bilim adamları, devamlı olarak kendi dinlerinin kadın haklarını koruduğunu, kadınları erkeklerle eşit tuttuğunu ileri sürer dururlar. Ancak, muharref İncillerin incelenmesi neticesinde durumun hiç de onların dediği gibi olmadığı kolayca anlaşılır.
Hıristiyanlıktan önce ortaya çıkan yahûdilik vb. bazı dinler, erkeklerin kadınları boşamalarına, boşanan erkek ve kadınların başkalarıyla evlenmelerine izin vermekteydi. Ancak hıristiyanlık, erkeklerin kadınları boşamalarına müsâade etmemekte, boşanma olmaksızın birbirinden ayrılan eşlerin, ayrıldıkları eşleri sağ olduğu sürece başkalarıyla evlenmelerine izin vermemektedir.
Galile (Celile)’den ayrılıp Yahûdiye’ye gelen Hz. İsa’ya Ferisîler, bir erkeğin karısını boşayıp boşayamayacağını sormaları üzerine; "İsa onlara dedi: Yüreklerinizin katılığından ötürü karılarınızı boşamanıza Musa müsaade etti; fakat başlangıçtan böyle olmamıştır. Ve ben size derim: Kim zinadan ötürü olmayıp karısını boşar ve başkası ile evlenirse zina eder; boşanmış olanla da evlenen zina eder."1069 demiştir. Muharref İncillerin naklettiğine göre Hz. İsa, ölüm dışında erkekle kadının ayrılmasını kabul etmemektedir. Eşler boşanma olmaksızın birbirlerinden ayrılsalar dahi başkalarıyla evlenemezler. Bir kadın geçimsizlik yüzünden kocasından ayrılacak, fakat kocası sağ olduğu müddetçe bir başkasıyla evlenemeyecek. Bu, kadına bir hak vermek midir, yoksa kadının hakkını
1068] Matta, 25/1-13, s. 28
1069] Matta, 19/8-9, s. 21
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gasbetmek midir?
Aslında diğer bazı dinlerin tek yanlı olarak sadece erkeğe tanıdıkları eşi boşama hakkını hıristiyanlık, erkekle birlikte kadına da tanısa idi, belki de kadın hakları konusunda söz söylemeye hakkı olabilirdi. Ancak, Hz. İsa’ya nisbet edilen yukarıdaki ifadeye göre, başka dinlerde erkeklere tanınan boşama hakkı, hıristiyanlıkta erkekle birlikte kadına da tanınmış değil; aksine kadına verilmeyen ve erkekler için mevcut olan bu hak, erkeklerden de geri alınmak sûretiyle diğer bazı dinlerin sınırlı olarak verdiği boşanma hakkı tamamen ortadan kaldırılmış olmaktadır. Daha önce kocalarının boşamaları halinde hiç değilse yeniden evlenme hakkına sahip olan kadın, hıristiyanlığın bu hükmü ile o hakkından da mahrum bırakılmaktadır. Belki ortada bir kadın-erkek eşitliği sözkonusu olabilir, ancak bu eşitlik, kadına boşama hakkı verilerek kadını erkeğin seviyesine getirerek değil; aksine, erkeğin elinde olan boşanma hakkını elinden alarak onu kadının seviyesine indirmek sûretiyle olmuştur. Yani eşitlik, pozitif yönde değil; aksine negatif yönde gerçekleşmiştir. Hıristiyanlıktaki bu uygulama, bir hak verme değil; aksine tek taraflı olarak verilmiş olan bir haktan her iki tarafı tamamıyla mahrum etmektir. Bu kadın-erkek eşitliği, olsa olsa boşanamama eşitliği olabilir. Bu bir hak alma eşitliği değil; haksızlıkta eşitliktir. Hıristiyanların yaptıkları şey, hayatının başında bir hata yaparak kendine uygun olmayan bir eşle evlenen kişiye, bu hatasının cezasını bir ömür boyu çektirmek, onu zorla, sevmediği ve nefret ettiği biriyle yaşamaya zorlamaktır. 1070
“Ferisiler geldiler, ve onu deneyerek: Adama karısını boşamak caiz mi? diye kendisinden sordular. O da cevap verip onlara dedi: Musa size ne emretti?1071 Onlar da dediler: Musa bir boş kâğıdı yazmağa ve kadını boşamağa müsaade etmiştir. Fakat İsa onlara dedi: Yüreklerinizin katılığından dolayı size bu emri yazdı. Fakat hilkatin başlangıcından Allah onları erkek ve dişi yarattı. Bunun için bir adam babasını anasını bırakacak, karısına yapışacaktır; ikisi de bir beden olacaktır; şöyle ki, onlar artık iki değil, fakat bir bedendirler. İmdi, Allah’ın birleştirdiğini insan ayırmasın. Şakirtler evde bunun için yine kendisinden sordular. Onlara dedi: Kim karısını boşar, ve başkası ile evlenirse, ona karşı zina eder; ve kadın kocasını boşar ve bir başkası ile evlenirse, zina eder.” 1072
“Ve: Kim karısını boşarsa, ona boş kâğıdını versin,1073 denilmiştir. Fakat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını boşayan adam onu zaniye eder; ve kim boşanmış kadınla evlenirse, zina eder.” 1074
“Ey kadınlar, kendi kocalarınıza Rabbe tâbi olur gibi tâbi olun. Çünkü bedenin kurtarıcısı Mesih kilisenin başı olduğu gibi, erkek de kadının başıdır. Fakat kilise Mesihe tâbi olduğu gibi, kadınlar da böylece her şeyde kocalarına tâbi olsunlar.”1075 “Kendi bedeni üzerine karının değil, ancak kocasının hâkimiyeti vardır; ve böylece de kendi bedeni üzerine kocanın değil, ancak karısının hâkimiyeti
1070] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 290-295
1071] Tesniye, 24/1, 3 -dipnot-
1072] Markos, 10/2-12, s. 46
1073] Tesniye, 24/1, 3 -dipnot-
1074] Matta, 5/31-32, s. 5
1075] Pavlusun Efesoslulara Mektubu, 5/22-24, s. 201
İNCİL
- 263 -
vardır.”1076 “Kiliselerde kadınlar sükût etsinler; çünkü onlara söylemek için izin yoktur; ancak şeriatin de dediği gibi, tâbi olsunlar. Ve eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır. Yahut Allahın kelâmı sizden mi çıktı? Yahut yalnız size mi erişti?1077 “Ayni suretle yaşlı kadınlar tavırlarında iftiracı ve çok şaraba esir olmayıp, hürmetli, iyilik muallimleri olsunlar; ta ki, Allahın kelâmına küfrolunmamak için, genç kadınları kocalarını seven, çocuklarını seven, temkinli, iffetli, evde işleyen, iyi, kendi kocalarına tâbi olmak üzere terbiye etsinler.” 1078
“Fakat bilmenizi isterim ki, her erkeğin başı Mesih, ve kadının başı erkek, ve Mesihin başı Allahtır. Başı örtülü olarak dua eden, yahut peygamberlik eden her erkek, başını küçük düşürür. Fakat başı örtüsüz olarak dua eden her kadın, başını küçük düşürür; çünkü tıraş edilmiş olmakla bir ve ayni şeydir. Çünkü eğer kadın örtünmüyorsa, saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise, örtünsün. Çünkü erkek, Allahın sureti ve izzeti olduğu için, başını örtmemelidir; fakat kadın erkeğin izzetidir. Çünkü erkek kadından değil, fakat kadın erkektendir; çünkü erkek de kadın için değil, fakat kadın erkek için yaratıldı. Bunun için melekler sebebinden kadın, başı üzerinde hâkimiyet alâmetine malik olmalıdır. (...) Siz kendi nefsinizde hükmedin; kadının örtüsüz Allaha dua etmesi yakışır mı? Tabiat bile size öğretmiyor mu ki, erkeğin uzun saçlı olması kendisi için hürmetsizlik, fakat kadının uzun saçlı olması kendisine izzettir? Çünkü saçı kendisine örtü olarak verilmiştir.” 1079
Aşağıdaki alıntıda görüleceği gibi, kadının suçlu olduğu için, erkeğe hâkim olmasına giden bir yol olduğu düşünülerek öğretmesi, öğretmenliğini Kitab-ı Mukaddes yasaklar. Bunlar, aynı zamanda Pavlos’un hıristiyanlığa soktuğu kadını aşağılayan düşünceler arasındadır: “İmdi isterim ki erkekler her yerde tahir eller kaldırarak gazapsız ve nizasız dua etsinler. Ayni surette kadınlar, saç örgüleri, ve altın yahut inciler yahut çok pahalı libasla değil, sade kıyafette, hicap ve vakar ile ve takva sahibi olduğunu iddia eden kadınlara yakışır surette iyi işlerle kendilerini tezyin etsinler. Kadın tam tabiiyetle sessizce olarak öğrensin. Fakat kadının öğretmesine, ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtte olsun. Çünkü önce Âdem, sonra Havva yaratıldı; ve Âdem aldanmadı, fakat kadın aldanarak suça düştü; fakat iman ve sevgi ve takdiste vakar ile dururlarsa, çocuk doğurması ile kurtulacaktır.” 1080
“(Rab Allah) Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım; ağrı ile evlât doğuracaksın; ve arzun kocana olacak, o da sana hâkim olacaktır. Ve Âdeme dedi: Karının sözünü dinlediğin ... için, toprak senin yüzünden lânetli oldu.” 1081
Kitab-ı Mukaddes’in Eski Ahid bölümünde şu ifadeler, putperestlerin bile taptıkları putlar hakkında bu kadar pervasız söyleyemeyeceği cinstendir: “Çünkü kocan seni Yaratandır; onun ismi orduların Rabbıdır; ve seni fidye ile Kurtaran
1076] Pavlusun Korintoslulara Birinci Mektubu, 7/4, s. 173
1077] Pavlusun Korintoslulara Birinci Mektubu, 14/34-36, s. 180
1078] Pavlusun Titusa Mektubu, 2/3-5, s. 225
1079] Pavlusun Korintoslulara Birinci Mektubu, 11/3-10, 13-15, s. 177
1080] Pavlusun Timoteosa Birinci Mektubu, 2/8-15, s. 218
1081] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 3/16-17, s. 3
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İsrailin Kuddûsüdür; ona bütün dünyanın Allahı denecektir.”1082 Bu söz, ne kadar mecaz diye değerlendirilirse değerlendirilsin, çok çirkin bir benzetmedir. Bu ifadeyi Allah açısından da değerlendirdiğimizde çok büyük bir şirk, kadının kocası şeklinde bir değerlendirme olduğu için bırakın dillendirilmesi, düşünülmesi bile mümkün olmayan fecaattir. Kadın ve koca açısından değerlendirilirse, kocanın Yaratan Tanrı’ya benzetilmesi, karının da onun kulu olarak düşünülmesi kadını ne kadar aşağıda ve kocayı ne kadar yukarıda görmenin en rezilcesidir. Ya şu ifadelere ne demeli: “Ve o gün vaki olacak ki, RAB diyor, bana işi (kocam) diyeceksin... Ve seni ebediyen kendime nişanlayacağım; evet, seni doğrulukla ve hakla, ve inayetle, ve rahmetlerle kendime nişanlayacağım. Ve seni sadakatla kendime nişanlayacağım, ve RABBİ tanıyacaksın.”1083 Bu ifadelerin vahiy olması mümkün olmadığı gibi, bunları eleştirilemeyecek doğrulukta gören hıristiyanların da kadın haklarından bahsetmesi çok gülünç olmaktadır.
Ana-Babaya Buğz
“Eğer bir kimse bana gelir, ve kendi babasına, anasına, karısına, çocuklarına, kardeşlerine, kızkardeşlerine, evet hattâ kendi canına buğzetmezse, benim şakirdim olamaz.”1084 “Yeryüzüne selâmet getirmeğe (sulh yapmak için) geldim sanmayın; ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeğe geldim. Çünkü ben adamla babasının, ve kızla anasının, ve gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymağa geldim ve adamın düşmanları kendi ev halkı olacaktır.” 1085 “Ben dünyaya ateş atmağa geldim; eğer şimdiden tutuşmuş ise, daha ne isterim? Dünyaya selâmet getirmeğe mi geldim sanıyorsunuz? Size derim ki: Hayır, fakat daha doğrusu ayrılık getirmeğe geldim; çünkü bundan sonra, bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi üçe karşı ayrılacaklar. Baba oğula karşı, oğul babaya karşı; ana kıza karşı, kız anasına karşı; kaynana geline karşı, gelin kaynanasına karşı olacaklar.” 1086
İsa (a.s.) anasına saygısız davranır: “İsa ona dedi: Kadın, benden sana ne?”1087 “İsa halka henüz söylemekte iken, işte, anası ve kardeşleri, onunla söyleşmek isteyerek dışarda durdular. Ve biri İsaya dedi: İşte, anan ve kardeşlerin seninle söyleşmek isteyerek dışarda duruyorlar. Fakat İsa cevap verip kendisine söyleyene dedi: Benim anam kimdir? Ve kardeşlerim kimlerdir? Ve elini şakirtlerine doğru uzatıp dedi: İşte, benim anam ve kardeşlerim. Çünkü göklerde olan Babamın iradesini kim yaparsa, benim kardeşim, kızkardeşim ve anam odur.” 1088
Servet Düşmanlığı ve Tembellik
“Size diyorum: Ne yiyeceksiniz, yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyin.”1089 Bir lokma bir hırka felsefesinin temeli muharref İncillerdeki Hz. İsa’nın şu sözlerine dayanmaktadır: “İsa şakirtlerine dedi: Ne yiyeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyin. Çünkü hayat yiyecekten ve beden giyecekten daha
1082] Kitab-ı Mukaddes, İşaya, 54/5, s. 714
1083] Kitab-ı Mukaddes, Hoşea, 2/16, 19-20, s. 857
1084] Luka, 14/26, s. 77
1085] Matta, 10/34-36, s. 11
1086] Luka, 12/49, 51, 52, 53, s. 75
1087] Yuhanna, 2/4, s. 93
1088] Matta, 12/46-50, s. 13-14
1089] Matta, 6/25, s. 6
İNCİL
- 265 -
üstündür. Kargalara bakın, onlar ne ekerler, ne de biçerler, ne kilerleri ve ne de ambarları var, Allah onları besler, sizler kuşlardan ne kadar daha değerlisiniz.”1090 İnciller, kaderci, tevekkülcü, dünyadan tamamıyla el etek çekmeye dayalı bir görüşü insanlara telkin etmektedir. Hıristiyanlığa göre dünya için çalışmak, mal mülk sahibi olmak kâmil insan olmaya engeldir. Bu konuda muharref İncillere göre Hz. İsa şöyle söylüyor: “Eğer kâmil olmak istersen git, neyin varsa sat ve fakirlere ver, göklerde hazinen olacaktır ve gel, benim ardımca yürü.” 1091
Hz. İsa zenginlik hakkında şunları söylemektedir: “Yine size derim: Devenin, iğne deliğinden geçmesi, zengin adamın Allah’ın melekûtuna girmesinden daha kolaydır.”1092 Bu sözleriyle o, zenginler cennete giremez, cennete girmek isteyenler fakir olsunlar, mallarını mülklerini terketsinler demek istemektedir. Bir başka konuşmasında Hz. İsa insanlara: “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin ki, orada güve ve pas yiyip bozar ve orada hırsızlar delip girerler ve çalarlar. Fakat kendinize gökte hazineler biriktirin ki, orada ne güve, ne de pas yiyip bozar ve hırsızlar orada ne deler ve ne de çalarlar.”1093 Bu sözlerin mânâsı, açıkça “mal mülk biriktirmeyin, hazinelerinizi, kiler ve ambarlarınızı doldurmayın, dünya için çalışmayın” demek değil midir? Muharref İncillerin bu şekilde konuşturduğu Hz. İsa, bize göre bu gibi sözleri asla söylemiş olamaz. 1094
Muharref İncillerde Sömürü ve Faiz Anlayışı
İncillerde hemen hemen her sahada görülen çelişki ve tutarsızlıklar mal ve mülk konusunda da görülmektedir. İncillere göre Hz. İsa, bir yandan çalışmamayı, mal ve mülk edinmemeyi tavsiye ederken, diğer taraftan vaazları esnâsında parayı fâize vermenin meşrû olduğu mânâsına gelecek benzetmeler yapmaktadır. Hz. İsa, benzetmeler esnâsında konuşturduğu efendinin ağzından, tam bir kapitalist ve sömürücü düzen modeli çizmektedir. Matta İncili, 25/14-30’da anlatılan bir benzetmede Hz. İsa, öğrencilerine mallarını kölelerine emanet eden bir adamı örnek olarak göstermekte ve bu adamla köleleri arasında geçen konuşmalardan ders alınmasını istemektedir. Hz. İsa’nın öğrencilerine anlattığı bu benzetmeye göre, kendisinin semâya alınışı, yolculuğa çıkmak üzere olan bir adamın, kölelerini çağırıp malını kendilerine emânet etmesine benzemektedir. Hz. İsa’nın örnek olarak gösterdiği bu adam, kölelerinden birine beş talant, diğerine iki talant, öbürüne ise bir talant vermiştir. Beş talant alan köle ile iki talant alan köle, paralarını çalıştırarak efendilerinin dönüşünde aldıkları parayı iki misli olarak geri vermişler, ancak, bir talant alan köle, efendisinin dönüşünde sadece kendisine verilen bir talantı geri vermiş ve efendisine, “Efendim senin sert bir adam olduğunu biliyordum, senden korktuğum için aldığım parayı kaybetmeyeyim diye toprağa gömdüm, şimdi sana olduğu gibi iade ediyorum” diyerek parayı iade etmiş. İki kölenin aksine parasını çalıştırmayan bu üçüncü köleye çok öfkelenen efendi, ona “Kötü ve tembel köle! Mademki benim sert bir adam olduğumu biliyordun, öyleyse benim paramı faizcilere vermeliydin. Ben de geri gelince onu faizi ile beraber geri alırdım” dedikten sonra, elinde bir talant olan
1090] Luka, 12/22-24, s. 74
1091] Matta, 19/21, s. 21
1092] Matta, 19/24, s. 21
1093] Matta, 6/19-20, s. 6
1094] Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkiler, s. 295-296
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kölenin elindeki bir talantının alınıp, elinde on talant olan köleye verilmesini emretmiştir. Benzetmenin son kısmında mal sahibi efendinin, bu icraatının gerekçesi de şöyle açıklanmıştır: “Çünkü her kimin varsa, ona verilecektir ve ona arttırılacaktır; kimin yok ise, elinde olanı bile alınacaktır.” 1095
Hz. İsa, teşbihte örnek verdiği insanı konuştururken, öğrencilerinin onun söylediklerinden ders almaların istemektedir. Matta’da anlatılan bu benzetme biraz değişik bir biçimde Luka, 19/11-26’da1096 aynen anlatılmaktadır. Luka’da paranın, parayı çalıştırmayan köleden alınıp çalıştıran köleye verilmesini emreden efendiye, etraftan “Efendim zaten onun parası var, niye ona vereceğiz?” diye sorulunca, efendi “Kimde varsa ona daha çok verilecek. Ama kimde yoksa, kendisinde olan da elinden alınacak” diye cevap vermiştir. Hz. İsa’nın örnek olarak anlattığı adam, kölesine “Niye benim paramı faize verip iki misli para kazandırmadın?” diyerek faizi teşvik etmiştir. Ayrıca “Elinde olana, daha çok verilecek, elinde olmayanın, elinde olan da ondan alınacak ve elinde olana verilecek” denilmek sûretiyle, hak ve hukuk bir kenara bırakılıp sadece para kazanma kurnazlığının mârifet olduğu şeklinde bir fikir empoze edilmiştir.
Muharref İncilleri okuyan hıristiyanlar, Hz. İsa’nın örnek olarak gösterdiği adamın bu sözlerini okuyunca, parayı faize vermenin en uygun kazanç yolu olduğunu anlamaktadırlar. Bugün Batıda önemli olan, paranın helâl veya haram olarak kazanılmış olması değil; ne olursa olsun kazanılmış olmasıdır. Parayı kazanmak için her yola ve çareye başvurulabilir. Ayrıca Markos, 4/25’de (s. 39) Hz. İsa, “Zira kimin varsa ona verilecektir; fakat kimin yoksa, onda olan da kendisinden alınacaktır” demek sûretiyle sömürü anlayışını, sadece örnek gösterdiği kişiye söyletmekle kalmamakta, bizzat kendisinin de bu görüşe iştirak ettiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Asırlardan beri Batı emperyalizmini besleyen ana kaynak, muharref İncillerdir. İncillerde yazılı olan “Kimde varsa ona daha çok verilecek, kimde yoksa, kendisinde olan da onun elinden alınacaktır” felsefesi, para kazanmada Batılılara hak ve hukuku bir tarafa bıraktırmakta, onların zihnine sadece para kazanmanın önemli olduğu fikrini yerleştirmektedir. Bu fikirlerle beslenen hıristiyan Batı dünyası, parayı ve serveti elde etmek için her türlü vâsıtayı mubah görmekte ve onu elde etme uğruna her çareye başvurmaktadır.
Yüzyıllardan beri kilise râhiplerinin önderliğinde köle ticareti yapan, Afrikalı milyonlarca zenciyi Amerika ve Avrupa’ya taşıyıp köle olarak satan Avrupalılar, ticaretini yaparak üzerinden para kazandıkları bu insanlara karşı, Hz. İsa’nın benzetmesinde geçen efendinin, kölesine davrandığı gibi davrandıklarını düşünmekte ve bunda herhangi bir haksızlık görmemektedirler. Başta Asya ve Afrika olmak üzere dünyanın birçok yerinde, geri kalmış ülkelerin toprak altı ve toprak üstü zenginliklerini işleten hıristiyan Batı dünyası, bu ülkeleri sömürürken, “onlar fakirdir, fakir olarak kalmalıdır, hatta daha da fakirleştirilmelidir, çünkü onlar servetlerini değerlendirmeyi bilmiyorlar, bu işi biz biliyoruz, öyleyse bu serveti onlardan almak bizim en doğal hakkımızdır” diye düşünmektedirler.
Görüldüğü gibi İncillerde, bir yandan komünizme model teşkil edecek
1095] Matta, 25/14-30, s. 28-29
1096] s. 82-83
İNCİL
- 267 -
ifadeler yer alırken, öbür yandan faizi ve her türlü gayri meşrû kazancı mubah sayan, emperyalist düzeni özendirecek pasajlara da rastlanmaktadır. 1097
Muharref İncillere Göre Hz. İsa’nın Suyu Şaraba Çevirmesi
Sinoptik İncillerde bulunmayan ve sadece Yuhanna İncilinde anlatılan bir mucize, Hz. İsa’nın, bir düğünde düğün sahibinin şarabının bitmesi üzerine küplere su doldurarak onları bir anda şaraba çevirmesi hikâyesidir. Yuhanna’ya göre, Hz. İsa öğrencileri (havârileri) ile beraber Kana şehrinde bir düğüne dâvet edilir, düğünde annesi Meryem de hazır bulunmaktadır. Bir ara düğün sahibinin misafirlere ikram ettiği şarap biter. Bunun üzerine Hz. İsa’nın annesi Meryem ona “şarapları yok” der. Bu sözle herhalde oğlundan düğün sahibine yardım etmesini ve mûcize göstermesini istemiş olmalı ki, Hz. İsa annesine: “Kadın, benden sana ne? Saatim daha gelmedi” diye cevap verir. Yani annesini bir nevi azarlar, ama nedense yine orada bulunan hizmetçilere küpleri su ile doldurmalarını emreder. Küplere doldurulan sular, o anda şarap olur ve misafirlere ikram edilir. Bir mûcize ile suyu şaraba çeviren Hz. İsa, bu mûcizesi ile öyle kaliteli bir şarap üretir ki, düğündeki bazı misafirler, bu şarabın düğünün başında ikram edilen şaraptan daha kaliteli olduğunu itiraf ederler. 1098
Yuhanna İncilinin naklettiği bu olay, acaba bir mûcize mi, yoksa bir kötülük ve günah mı? Çünkü mûcizede insanların hayrına olan bir şeyin ortaya konması gerekir. Hâlbuki Hz. İsa burada suyu şaraba çevirmek sûretiyle alkollü içki üretmekte ve insanların zararına hareket etmiş olmaktadır. Bu hâdisenin iyice tetkiki neticesinde, aslında Hz. İsa’ya nisbet edilmesi mümkün olmayan şu noktaları tesbit ediyoruz:
1- Hz. İsa ve öğrencileri, şarap ikram edilen bir düğüne gitmişlerdir. Alkoliklerin çokça bulunduğu, herkesin şarap içerek sarhoş olduğu bir toplantıya Hz. İsa ne diye katılıyor ve orada bulunmakta ne fayda umuyor?
2- Hz. İsa ve öğrencileri böyle bir toplantıya katıldıklarına göre, herhalde burada şarap da içmiş olmalıdırlar. Zaten İncillerin diğer bölümlerinde onun düğünlere gidip şarap içtiği, dolayısıyla insanların kendisine “ayyaş” dediklerine dair ifadeler de yer almaktadır.
3- Hz. İsa’nın annesi, düğüne iştirak etmiş, oğlundan şarap üretmesini istemiştir. Burada Hz. İsa’nın, annesine bu isteğine verdiği cevap çok kırıcıdır, âdeta annesine hakaret etmiştir, ama nedense yine onun isteğini yerine getirmiştir. Hz. İsa’nın annesine karşı bu kırıcı sert tavrı, diğer İncillerde de değişik şekillerde belirtilir.1099 (Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’nın dilinden ve daha bebek iken annesine karşı tavrını şöyle anlatır: “O (Allah) beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı.”) 1100
4- Alkollü içkiler ve özellikle şarap, insanlara zarar veren bir şey olduğu halde Hz. İsa, insanların sarhoşluklarını arttırmak için suyu şaraba çevirmektedir. Bu, onun tebliğ görevinin özü ile bağdaşır mı? Hz. İsa’nın gösterdiği bu mûcizede onun tebliğine yardımcı olacak ne vardır?
1097] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 302-305
1098] Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna, 2/1-10
1099] Bu konuda bir örnek için bk. Matta, 12/46-50; Markos, 3/31-35; Luka, 8/19-21
1100] 19/Meryem, 32
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yuhanna’nın, Kana düğününde mûcize gösteren bir kişi olarak takdim ettiği Hz. İsa, bu takdime göre aslında, şarap içilen, sarhoşların kendinden geçtiği, kadın erkek herkesin beraber eğlendiği bir yere gitmiş ve orada muhtemelen şarap içerek sarhoş olmuş, bunlara ilâve olarak şarap bitince suyu şaraba çevirerek oradakilerin daha fazla içki içmesini ve sızmasını temin etmiş bir insan görünümündedir. Bu hal, bir tanrı için değil; herhangi bir sâlih insan için dahi uygun olmadığı halde, Yuhanna, Hz. İsa’yı bu şekilde takdim ediyor. Onlara göre İlâhî vahiy ile hatasız yazılmış olan İncillerde bu ifadeler yer alabiliyor. 1101
Hıristiyanlıktaki “ekmek şarap âyini”, şaraba kutsallık verirken, aynı zamanda hıristiyanların şuur altlarına gizli bir sadizm ve kan dökücülük duygusunu yerleştirir. Şarabın Hz. İsa’nın kanını, ekmeğin de onun etini temsil ettiğini İnciller haber verir.1102 Bu ekmek şarap âyininde bir yandan bir insanın veya tanrının etinin yendiği, bir yandan da onun kanının içildiği duygusunu yıllarca hissederek büyüyen hıristiyan çocuklar, insan öldürmekten ve kan dökmekten korkmaz hale gelmektedir.
Bir İslâm Peygamberi; Hz. İsa
Ülü’l azm, yani kendilerine kitap verilmiş büyük peygamberlerden biri olan Hz. İsa, batılı tarihçilere göre, yanlış olarak kendi doğum yılı kabul edilen “milât”tan dört veya beş sene kadar önce dünyaya gelmiştir. Bazı araştırmacılara göre ise milâttan 3 yıl sonra doğduğu kabul edilir. Kudüs yakınlarındaki Nâsıra’da dünyaya gelmiştir. Kur’an’a göre Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’dir. İmran’ın kızı Hz. Meryem, Beytü’l Makdis’te (Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ) zikir ve ibadetle hayatını geçiriyordu. Allah, ona Cebrail’i bir beşer suretiyle gönderdi. Cebrâil, ona bir oğlan çocuk bağışlaması için Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğunu söyledi. Hz. Meryem’in, kendisine bir insan eli değmediği ve iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini hayretle sorduğunda melek, bunun Allah için kolay olduğunu ve insanlara bir delil, bir mûcize olsun diye Allah’ın böyle hükmettiğini bildirdi. Çocuk doğunca kavmindeki bazı insanlar onu ayıplayacak oldu. Hz. Meryem, bebeğe işaret etti. Çocuk İsa kundakta şöyle dedi: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı...” 1103
Hz. İsa’nın, babasız olarak mûcizevî bir şekilde doğuşu, Allah’ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibarıyla Âdem (a.s.) ile İsa (a.s.) arasında fark yoktu: “Gerçekten İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra da ona ‘ol’ dedi; o da hemen (insan) oluverdi.” 1104
Hz. İsa, otuz yaşında, Romalıların elinde bulunan Yahudiye’de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde peygamberlik görevi aldığında bunu İsrâiloğullarına bildirdi. Önce Celile (Galile)’de, sonra Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Kendisine İncil verildi.1105 İnsanları, tek ilâh olan Allah’a ibâdet ve kulluğa çağırmış, O’ndan başka tanrı olmadığını ilân ve tebliğ etmiştir: “Ben, benden önce gelen
1101] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 256-257
1102] Markos, 14/22-24, s. 52
1103] Bkz. 19/Meryem, 16-37
1104] 3/Âl-i İmrân, 59
1105] 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27
İNCİL
- 269 -
Tevrat’ı tasdik etmek, size haram kılınan bazı şeyleri de helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabbinizden bir âyet/mûcize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibâdet/kulluk edin. İşte bu, dosdoğru yoldur.”1106 Havârilerine ve tüm insanlığa Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemiştir. 1107
Yahudiler Hz. İsa’yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus’a şikâyet ettiler. Havârilerden sayılan Yahuda Hz. İsa’ya ihanet etti ve hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur’an ise şöyle der: “Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.”1108 Allah, Nûh’u tûfandan, İbrâhim’i Nemrut’tan ve ateşten, Mûsâ’yı Firavun’dan ve boğulmaktan, Muhammed Mustafa’yı müşriklerin tuzaklarından koruyup kurtardığı gibi İsa’yı da, onu öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmış, Hz. İsa’ya ihanet ederek bulunduğu yeri askerlere gösteren kişiyi İsa’ya benzeterek onu öldürtmüştür.
Onu kendi katına kaldırmıştır. Ancak bunun şekli ve zamanı üzerinde farklı açıklamalar ve anlayışlar vardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle manevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır, kıyametten önce tekrar dünyaya gönderecektir.1109 Bu değerlendirmeye göre, cisim ve rûhuyla göğe yükseltilen Hz. İsa, Kıyâmet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir. 1110
Bir başka anlayışa göre Allah onu yahudilerden korumuş, eceli gelince onu vefat ettirmiş ve rûhunu semâdaki yerine kaldırmıştır. Kıyametten önce gelecek olan da onun rûhudur. “Allah buyurmuştu ki: ‘Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım...”1111; “Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet/kulluk edin’ dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.” 1112; “İsa şöyle dedi: ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti.”1113 Hz. İsa’yı ve annesini tanrılaştırıp teslis akidesini oluşturan hıristiyanlarla Hz. İsa, Kıyâmet gününde yüzleştirilecek ve böylece hıristiyanların uydurdukları yalan ve iftiralar tümüyle ortaya çıkacaktır. 1114
Unutulmamalıdır ki, yeryüzündeki bütün dinlerden, sadece İslâmiyet, hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğunu kabul etmiştir. Yalnız müslümanlar, Hz. İsa’nın
1106] 3/Âl-i İmrân, 50-51
1107] 61/Saf, 6
1108] 4/Nisâ, 157
1109] Bkz. 43/Zuhruf, 61
1110] Bkz. Buhâri, Büyû 102
1111] 3/Âl-i İmrân, 55
1112] 5/Mâide, 117
1113] 19/Meryem, 30-31
1114] Bkz. 5/Mâide, 117
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
peygamber, hem de vahy ürünü olan, içinde hikmet ve nur olan İncil’i getiren büyük peygamber olduğunu kabul ederler. Hıristiyanların, kendilerine müslümanlardan çok yakın kabul ettikleri yahudiler, bütün bu konularda inançsızdırlar ve de Hz. İsa’yı kendilerinin öldürdüklerini ileri sürerek bununla iftihar bile ederler. Yahûdiler, Hz. İsa’nın peygamberliğine de, İncil’in vahy ürünü kutsal bir kitap olduğuna da inanmazlar.
Hz. İsa, ancak üç yıl tebliğini sürdürme fırsatı bulmuş, 33 yaşında, gençlik döneminde tevhidi hâkim kılmaya çalıştığı toplumunun arasından ayrılmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği tevhid dini, Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra tanınmayacak kadar şirk ve küfür unsurları katılarak hak din vasfını kaybetmiştir. Dinin bu tebdil ve tahrifinde en büyük pay ve en büyük vebal, Hz. İsa’nın yoluna ihanet eden Pavlus’un ve ona körü körüne uyan papazlarındır.
İncillere ve Hıristiyanlara Göre Hz. İsa
Hıristiyan kaynaklarına göre Hz. İsa, yaklaşık 30 yaşına geldiği zaman, Vaftizci Yahya insanları şu tarzda uyarmaya başlamıştı: “Tevbe edin, çünkü göklerin saltanatı yakındır.”1115 Vaftizci Yahya’nın Yahûdiye çölündeki bu irşad hareketine Hz. İsa da katılmış ve diğer insanlarla beraber o da vaftiz edilmişti. Bir gün duâ ederken gökler açılmış ve kendisine “Rûhu’l-Kuds” aracılığı ile ilk “ses” gelmiştir.1116 Hz. İsa’nın söyledikleri halkı sevindirmiş ve onun etrafında kümelenmelerine yol açmıştır. Ancak yahûdilerin önderleriyle okumuşları onu devrimci bulmuş ve öğrettiklerini tehlikeli saymışlardır. Önceleri ses çıkarmamışlarken, sonraları amansız düşman kesilmişlerdir. Bundan sonra Hz. İsa, “şâkirtler” (Kur’an’da “Havârîler”) diye anılan 12 öğrenci ile daha çok meşgul olmuş ve onları eğitmiştir. Baştan kendisinden hoşlanan halk, karşı telkinlerin de etkisiyle onu reddetmiş, hatta ailesi bile bu harekete sıcak bakmaz olmuştur. Kudüs’teki dinî otoritelerin İsa’yı (a.s.) tutuklatmalarından önce onun aktif bir çalışma içinde olduğu anlaşılmaktadır.1117 Tutuklanan Hz. İsa, yahûdi yüksek mahkemesince ölüme mahkûm edilmiş, bu mahkûmiyet Roma valisince çarmıha germe şekline dönüştürülmüştür.
İsa’nın (a.s.) askerlerce götürülmesi ve tutuklanması üzerine bütün öğrencileri ve sevenleri kendisini yalnız bırakmışlardır. Belki de pek çoğu ümitleri tamamen sönmüş vaziyette evlerine çekilmişlerdir. Haçta ölen ve mezarı kapatılan Hz. İsa’nın kabrinin iki gün sonra boş bulunduğu söylenmektedir.1118 Hz. İsa’nın mezarından kıyam etmiş olduğuna kendi öğrencileri (Havâriler) bile önceden güçlükle inanmışken, sonradan, onun yaşadığı kanaatini benimsemişlerdir. 1119
Hıristiyanların temel inançlarından biri, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesiyle ilgilidir. Hz. Âdem, yasak meyveyi yiyerek Allah'a âsi olunca onun bu günahı soyunda devam edegeldi. Âdem soyundan gelen bütün insanlar, atalarının işlediği, kendilerine miras kalan bu günah yüküyle doğarlar. İnsanlar, hem kendi işledikleri günahlarından ve hem de babaları Âdem’in günahından ötürü cezaya
1115] Matta, 3/1
1116] Luka, 3/21
1117] bk. Rasullerin İşleri, 10/37-38; İşaya, 61/1-2; Luka, 4/16-19
1118] Markos, 16/2-6; Rasullerin İşleri, 2/23-24; Luka, 24/44-51
1119] Bkz. Luka, 24/44-51
İNCİL
- 271 -
müstahak oldular. Adâlet ve merhamet sahibi Allah için, Âdem ve soyunda ortaya çıkan bu günah yüzünden bir problem ortaya çıktı: Âdemoğullarını cezalandırması rahmetine aykırı olacak, cezalandırmaması da adâletine aykırı düşecekti. İşte Allah, düşündü; nihayet günümüzden yaklaşık iki bin sene önce, bu iki sıfatını bağdaştırmanın yolunu buldu: Kendi nefsi olan oğlunu, çocuk şeklinde bir kadının karnına koyacak, tam bir insan olarak dünyaya gelecek, insanlar gibi yiyip içecek, yaşayacak ve sonunda düşmanların zulmüne uğrayarak asılacak, böylece kendi nefsi olan oğlunu fedâ ederek insanlığı ezelî günahından kurtaracaktı. Öyle yaptı. İşte İsa’nın asılması, Allah’ın oğlunun, insanları ezelî günahtan kurtarmak için kendini fedâ etmesidir.
Eldeki 4 İncillerin hepsinde Hz. İsa’nın haça gerildiği belirtilirken, aynı zamanda haça gerilen kimsenin lânetli olduğu da belirtilir. Güya Hz. İsa, tüm insanlık uğruna kendini feda ederken, lânete müstahak da olmuş, ödül yerine ceza almıştır. Kitab-ı Mukaddes’te bu konu şöyle ifade edilir: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak bizi şeriatın lânetinden kurtardı; çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”1120 Bu konu, Ahd-i Atik’te (Tevrat’ta) şöyle yer alır: “...Asılmış olan adam Allah tarafından lânetlidir.”1121 Hem tanrı ve hem de lânetli olmak! Tam dalâlet ehlinin/sapıkların, aklını kullanmayan, kitaplarını tahrif ve dinlerini oyuncak edenlerin anlayışı...
Allah’ın Hz. İsa’nın doğumuna dek bu kadar yıl -hâşâ- kullarını kurtaracak bir yol bulamaması, Hz. Âdem’den binlerce yıl sonra ancak çare bulabilmesi, -hâşâ- bu uzun süre içinde câhil ve âciz kalması, Hz. İsa’dan önce yaşamış insanların günahkâr ve cehennemlik olarak ölmesi, içlerinde peygamberlerin de bulunduğu bu insanların kendi işlemedikleri suçtan mahkûm olmalarının adâletle nasıl bağdaşacağı, Allah’ın bir günahı direkt bağışlamaya gücünün yetip yetmemesi, İsa’nın asılmasından başka çarenin niçin olmadığı, kendi oğlunun haça gerilmesinin ayrıca bir suç teşkil edip edilmemesi, Allah’ın âciz ve zayıf bir çocuk şekline girip anne karnında kalan zavallı biri olarak görülmesinin ilâhî azametle/yücelikle nasıl bağdaşacağı, haça gerilenin İncillere göre mel’ûn kabul edilmesiyle1122 bu olayın bağdaştırılması gibi nice sorular sorulabilir; ama hıristiyanlardan pek mantıklı cevap alınamaz. Çünkü aklı bırakmadan hıristiyan olunamayacağı belirtilir.
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Tanrı, hem birdir, hem üçtür; üçlü koalisyon olarak insanları gökten yönetmektedirler. Hz. İsa, insanların doğuştan sahip oldukları aslî günahın keffâreti olarak kendini insanlık için fedâ etmiştir.
Hz. İsa’nın Çarmıha Gerilmesiyle İlgili İncillerdeki Kuşkular: Kur’an, Hz. İsa’nın haça gerilmediğini, idam edilmediğini kesin bir dille belirtirken, bu olayın şâhitlerinin de kuşkularını dile getirir: “Onlar bu konuda derin bir kuşku içindedirler, sözleri kesin bilgiye değil; zanna dayanmaktadır. Onu kesin biçimde öldürmediler.”1123 İncillerde Hz. İsa’nın şâkirtlerine: “Bu gece hepiniz benim hakkımda kuşkuya düşeceksiniz” dediği belirtiliyor. İsa’nın bizzat öğrencileri, onun hakkında kuşkuya
1120] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
1121] Tesniye, 21/23
1122] bkz. Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14; Tesniye, 21/23
1123] 4/Nisâ, 158
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşeceklerine göre, olayı sisleyen zaman aşımından sonra gelenlerin kuşkuya düşmeleri gayet doğaldır. Bugünkü 4 İncil’de İsa’nın (a.s.) çarmıha gerilip daha sonra göğe kaldırıldığı, birbiriyle hayli çelişik biçimlerde anlatılmaktadır. 1124
İncillere Göre Hz. İsa’nın Beşerî Yönleri
Hz. İsa’nın normal bir insan olduğuna dair 4 İncil’in hemen her sayfasında satırlara veya bunu ifade eden anlatımlara rastlanmaktadır. “Çocuk büyüyor, kuvvetleniyor ve hikmetle doluyordu; Allah’ın inâyeti de onun üzerinde idi.”1125 “İsa, hikmette ve kamette (boy ve bosca), Allah ve insanlar yanında terakkî ediyordu.”1126 “Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir çocuk bulacaksınız.”1127
İncillere göre Hz. İsa, bir çocuk olarak konuşmaya son derece arzulu idi ve özellikle dine karşı büyük bir ilgi duymakta idi. Fazlaca seyahat etmiş ve bu gezilerinden yorgun düşmüştü. Susayan, yiyip içen, uyuyan, neşelenen, dertlenen bir insandı. Bilgisi ve gücü sınırlı idi. Dostluklardan hoşlanır, kişisel dikkatli davranışları takdir ederdi. Memleketini ve halkını seviyor, dertleriyle dertlenip ilgileniyordu. Doğaya, çiçeklere, kuşlara düşkündü. İncillerde 26 yerde Allah'a duâ ettiği bildirilmektedir. Ondan fazla yerde onun, Allah’ın irâdesini aradığı belirtilmiş; şuurlu bir şekilde Allah'a bağlı olduğu açıklanmıştır. Hz. İsa’nın, kendisi için kullandığı deyim, bir “insan oğlu” olduğudur. Bu deyim, 4 İncil’de en az 70 defa geçmektedir. Bu ifade, Hz. İsa’nın kendisini normal bir insan saydığını en açık bir şekilde göstermektedir.1128 Fakat bu İncillerin diğer bazı yerlerinde “Allah’ın oğlu” tâbirinin geçtiğini de görmekteyiz. 1129
Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. İncillerde tam 37 yerde Hz. İsa, kendisinin Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini belirtir. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”1130 Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamd ediyorlardı.”1131 Hz. İsa'nın peygamber olduğuna dair İncillerde çokça örnekler bulmak mümkündür.1132 Hz. İsa, kendisini Allah’ın gönderdiğini söyler: “Ben kendiliğimden bir şey yapamam; işittiğim gibi hükmederim ve benim hükmüm doğrudur. Zira ben kendi irâdemi değil; fakat beni gönderenin irâdesini ararım.”1133 Hz. İsa, Allah'a ibâdet eder, duâ (namaz kılar) eder.1134 Bunları yapan ve bu sözleri söyleyen birinin tanrı olması veya ken1124]
Bu çelişkiler için karşılaştırın: Matta, 26-27. Bap; Markos, 13; Luka, 23-24; Yuhanna, 13. baplar
1125] Luka, 2/40-43. 48, 51
1126] Luka, 2/52
1127] Luka, 2/12
1128] "İnsanoğlu" deyimi için örnek olarak bk. Matta, 12/39, s. 13; Markos, 14/41, s. 52; Luka, 6/22, s. 64; Yuhanna, 9/35, s. 104
1129] Matta, 16/16; Markos, 13/26-27; Luka, 9/20; Yuhanna, 1/14
1130] Matta, 21/11
1131] Luka, 7/16
1132] Hz. İsa'nın peygamber olduğuna dair başka örnekler için, meselâ bk. Matta, 13/57, s. 15; Matta, 21/46, s. 24, Luka, 24/19, s. 90; Yuhanna, 4/19, s. 95; Yuhanna, 6/14, s. 98, Yuhanna, 9/17, s. 104 vd.
1133] Yuhanna, 5/30
1134] Markos, 14/39, s. 52; Luka, 6/12, s. 64
İNCİL
- 273 -
dini ilâh diye tanıtması, hatta bu konuda en küçük bir îmada bulunmuş olması düşünülemez. “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlaşılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.
Hıristiyanlıkta Allah’tan, daha ziyade “Baba” diye bahsedilmektedir.1135 Dört İncil’de çeşitli vesilelerle Hz. İsa’nın 150 defa “baba” kelimesini kullandığı belirtilmekte ve aynı kelimenin Yeni Ahid’de 300 kez geçtiği görülmektedir. Belki de şefkat, bağışlama, güven ifadesi olarak mecâzi anlamda kullanılan “baba” kelimesi, sonradan Hz. İsa’nın babası olarak karşımıza çıkmıştır. Tabiatıyla İsa da -hâşâ- Allah’ın oğlu olmuştur. Zamanla “Allah’ın oğlu”nun alelâde bir insan olarak görülmesiyle yetinilmemiş, ona önce ilâhlıkta bir pâye verilmiş ve daha sonra da ilâh olarak karşımıza çıkmıştır ve işin sonu, tesliste karar kılınmıştır.
Bugünkü bilinen en eski İncil bile, orijinal İncil’in latince çevirisidir. Hz. İsa’ya indiği dilde bir İncil elde mevcut değildir. Orijinalinde ne olduğunu bilmediğimiz kelimeler latinceye “baba” ve “oğul” şeklinde çevrilmiştir. Fakat bu latince tercümelerde bile “oğul” kelimesi sırf Hz. İsa için değil; Allah’ın tüm sevgili kulları için kullanılır. Aynı şekilde “baba” kelimesi de, sadece Hz. İsa’nın babası anlamında değil; tüm kulların babası manasında kullanılır: “Siz göklerde olan Babanızın oğulları olasınız.”1136 “... Benim Babamın ve sizin Babanızın, benim Allah’ımın ve sizin Allah’ınızın yanına çıkıyorum.”1137 Yani mevcut İncil’i şu andaki tercümesiyle eline alan bir kişi bile, şu andaki anlatımıyla “Allah’ın oğlu tanrı İsa”yı İncil’de bulamaz. Çünkü bu tâbirin tüm insanlar için kullanılması, bu kavramın mecazî anlamda kullanıldığını gösterir. Büyük bir ihtimalle İncil’in orijinalinde “kul” manasına yakın bir kelime “oğul”; Yaratıcı anlamına yakın bir kelime de “baba” diye (cahilce veya kasıtlı tahrif gereği) çevrilmiştir. Fakat her şeye rağmen, İncil’in her yerinde bu kelime, bu tarzda çevrildiği için, kelimenin tüm insanlık için kullanılmış olmasından, ne mana kasdettiği anlaşılabilir. Problem, kutsal kitabın tahrifi kadar; belki ondan da büyük yanlış olarak, Kitab’ın müteşâbihat cinsinden olan kelime ve kavramlarını tahrif etmek, beşerî yorumları vahyin önüne geçirmek, Kitab’a göre inanılması gerektiği halde; yanlış kabullere göre Kitab’ı te’vil etmektir. İbret alınmadığı müddetçe, bu problemin müslümanlara yansıması da kaçınılmazdır.
Hıristiyanlara göre teslisin asıl unsuru Baba’dır. Allah’ın özü, Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Rûhu’l-Kuds Tanrı olarak görünse de, yine o birdir. Kitab-ı Mukaddes’te Allah’ın bir olduğunu kesin şekilde belirten tevhidle ilgili ifadeleri tümüyle atamayan hıristiyanlar, bunu te’vil etmişler, aklın almayacağı izahlarla olayı geçiştirmişlerdir. Onlara göre Allah, hem birdir hem üçtür. Kutsal üçlük’ün üç şahsının her biri Tanrı’dır. Bunlar, bir olan Tanrı’nın değişik tezâhürleri, sıfatları olarak izah edilmeye çalışılmaktadır. Hıristiyanlarca bu üçlük, “izahı zor, fakat inanılması gerekli bir sır” olarak formüle edilmiştir. Hıristiyan inancına göre Baba olarak nitelendirilen Tanrı, nurdur; İsa da O’nun oğludur. Tanrı, İsa’nın şahsında insan ile birleşmiştir. İsa’nın bedeni insan, ruhu tanrıdır. Onda tanrılık bir öz
1135] Luka, 23/46
1136] Matta İncili, 5/45
1137] Yuhanna İncili, 20/17
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vardır. Bu görüşler, nasıl te’vil edilirse edilsin Kur’an’a göre “şirk”tir, Allah’a eş koşmaktır.1138 Kur’an’a göre Hz. İsa, bir tevhid peygamberi olarak bunlardan münezzehtir. 1139
Hemen tüm hıristiyanlara göre İsa, Tanrı’dır, Tanrı’nın oğludur. Bunun yanında İsa, İncillere göre aynı zamanda peygamberdir de. “Ve kalabalıklar: Galile’nin Nâsıra şehrinden İsa peygamber budur, dediler.”1140 Hz. İsa’nın bir mûcizesi anlatılırken Luka İncili’nde şunları görüyoruz: “Herkesi korku aldı ve aramızda büyük bir peygamber çıktı ve Allah kendi kavmini ziyaret etti, diyerek Allah’a hamdediyorlardı.”1141 “Bir kimse, aynı zamanda hem tanrı, hem de peygamber nasıl olur?” demeyin. “Akıl ve mantığı bırakmadan hıristiyanlık anlışılmaz” der papazlar. Hem yaratılmış, ölümlü âciz ve muhtaç bir insan; hem de her şeye kudreti yeten bir tanrı nasıl olunuyorsa o da öyle oluyor.
Aslında İncillere göre de İsa bir kuldur; Allah’ın kulu: “İşte, benim seçtiğim kulum; Canımın kendisinden râzı olduğu sevgilim; Rûhumu onun üzerine koyacağım, Ve milletlere hükmü ilân edecektir.”1142 “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’ , yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.”1143 Bu ifadeye göre, İsa Allah’a kendisine niçin yardım etmediğini sorarken “Allah’ım, Allah’ım!” demektedir. Hiç kendisi tanrı olan biri böyle söyler mi?
İsa, devamlı olarak, hatta bütün gece boyunca Allah’a ibadet ederdi: “Ve İsa, şâkirtleri kayığa binmeğe ve halkı salıverinceye kadar kendisinden önce karşı yakaya geçmeğe zorladı. Ve halkı salıverdikten sonra, duâ etmek için dağa ayrıca çıktı; akşam olunca, orada yalnız başına idi.”1144 “Onları uğurladıktan sonra, duâ etmek için dağa gitti.”1145 “Ve vâki oldu ki, o günlerde İsa dua etmek için dağa çıktı; bütün geceyi Allah’a duâ ile geçirdi.” 1146
“Ve vâki oldu ki, İsa yalnız başına duâ ederken, şâkirtleri yanında idi; onlara sorup dedi: Halkın dediğine göre ben kimim? Onlar da cevap verip dediler: Vaftizci Yahya’dır; başkaları: İlya’dır; ve başkaları da; Eski peygamberlerden biri kıyam etti, diyorlar. Onlara dedi: Ya siz ben kimim dersiniz? Petrus cevap verip dedi: Allah’ın Mesihisin. İsa da bunu kimseye söylemesinler diye onlara tenbih ederek emretti.” 1147
“O zaman İsa onlarla beraber Getsemani denilen bir yere gelerek, şakirtlerine dedi: Ben şuraya gidip dua edinceye kadar siz burada oturun.”1148 Duâ bir ibâdettir. Zaten özel yere çıkıp duâ etmesi, namaz kıldığını gösterir. Kur’an’a
1138] 5/Mâide, 17, 72-73; 9/Tevbe, 30-31
1139] 5/Mâide, 72
1140] Matta, 21/11
1141] Luka, 7/16
1142] Matta, 12/18
1143] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
1144] Matta, 14/22-23
1145] Markos, 6/46
1146] Luka, 6/12
1147] Luka, 9/18-21
1148] Matta, 26/36; Ve yine bkz. Luka, 11/1
İNCİL
- 275 -
göre bütün peygamberler gibi Hz. İsa da tabii ki namaz kılıyordu.1149 İbadet etmek, kulluk alâmetidir; ilâhlık özelliği değildir. Ama gel bunu hıristiyanlara anlat!
Hz. İsa'nın ilâhlığı: Hıristiyanların, Hz. İsa'nın ilâhlığına inanmaları konusunda İbn Kayyim el-Cevziye'nin şu sözlerini burada nakletmek uygun olacaktır: "Hıristiyanlar, başkalarına 'puta tapanlar' sözünü söylemek sûretiyle kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler. Nasıl oluyor da yeri göğü yaratan, âlemlerin rabbi olan Allah, azamet kürsüsünden inerek bir kadının hayız mahalline, rahmine giriyor, orada aylarca kalıyor, sonra oradan küçük bir çocuk olarak çıkıp anasının memesine yapışıyor, onu emiyor, ağlıyor, yavaş yavaş büyüyor, yiyor, içiyor, def-i hâcet ediyor, hastalanıyor, iyileşiyor, seviniyor, üzülüyor, zevk alıyor, acı duyuyor, sonra düşmanı olan İblis'e karşı hîle düzenliyor, yahûdilerin tuzaklarından kurtulmak için bazı tedbirler almasına rağmen onlar tarafından yakalanıyor, onu asacakları iki odun parçasını yahûdiler ona taşıtıyorlar, eziyet ediyorlar, sonra onu bu odunlara bağlıyorlar, haça geriyorlar, sağında ve solunda reziller, hırsızlar var, o esnâda ağlamaya başlıyor ve yardım istiyor, daha sonra başına dikenden bir taç koyuyorlar, başına vurarak işkenceye başlıyorlar, ellerini ve ayaklarını çiviliyorlar. Sözüm ona işte olay, İblise karşı Hz. İsa'nın bir hîlesi imiş. Çünkü İblis, zamanında Hz. Âdem'e karşı bir hîle yaparak ona yasak meyveden yedirmiş, böylece ona günah işleterek onu cennetten çıkarmış. Şeytan, Âdem'e işlettiği bu günahla Âdem'i ve onun soyundan gelecek olan bütün insanları ebedî günaha mahkûm etmişti. Hz. İsa da İblis'in, atası Âdem'e ve onun soyundan gelen bütün insanlara kurmuş olduğu tuzağı boşa çıkarmak için ona karşı bu hileyi düzenleyerek kendi nefsini fedâ etmiş, onun kendi nefsini fedâ edişine karşılık, Hz. Âdem ve bütün insanlık bu ebedî ve aslî günahtan kurtulmuş." 1150
İbn Kayyim'in veciz bir şekilde dile getirdiği gibi, kurtarıcı İsa, bir yandan yaratıcı Allah olurken, öbür yandan elleri, ayakları, kafası çivili ve "Allahım, Allah'ım! Niçin beni terkettin?" diye isyan ediyor, susadığı için etraftan su dileniyor ve inleyerek can veriyor. Âdem'in günahı, niçin ondan sonra gelen insanlara geçsin? İnsanlığın kurtuluşu için onun acı çekmesine ne gerek var? İnsanları affedecek olan o değil mi? Şayet insanları affedecek o ise, affederken niye ayrıca kendisi acı çekme ihtiyacı duymuştur? Baba Tanrı adına kâinatı yönetme görevini yüklenen oğulun Tanrı olarak ona, acı çekmesini acaba baba Tanrı mı emretmiştir, yoksa ortada mazoşist duyguların tatmini mi var?
Hıristiyan inancına göre Hz. İsa'nın bizzat varlığı ve mevcûdiyeti bir vahiy olduğu gibi, havârilerin sözleri de vahiy sayılır. Bu dine göre havârilerin öğrencilerin de vahiy aldığı kabul edilir. Onlardan sonra gelen bazı azizler de bu inanca göre vahye mazhar olabilmektedir. Hıristiyanlıkta vahiy alanların kimler olduğu kesin çizgilerle tesbit edilmemiş olmakla beraber, vahiy hâdisesi bütün hıristiyanları bağlayıcı niteliktedir. Bugüne kadar pek çok kimsenin ortaya çıkarak kendilerine vahiy geldiğini, Ruhu'l-kudüs'ün kendilerine hulûl ettiğini ve Hz. İsa'dan tâlimat aldıklarını iddia ettikleri sık sık görülmüştür. Bir kimsenin vahiy alabilmesinin hıristiyanlıkta bir ölçüsü olmadığından, bu tür iddialarla ortaya çıkan herkes bunu bir silâh olarak kullanabilmekte ve insanları kendilerine
1149] 19/Meryem, 31
1150] İbn Kayyim el-Cevziyye, Hidâyetu'l-Hayârâ fî Ecvibeti'l-Yehûd ve'n-Nasârâ, s. 15
- 276 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inanmaya zorlayabilmektedir. Bunun en canlı örneği Pavlos'tur. Hayatında Hz. İsa'yı hiç görmediği ve roma yönetiminin emrinde hıristiyanları takip ve cezalandırmakla görevli bir memur olduğu halde o, bir gün birdenbire Hz. İsa'nın kendisine göründüğünü, kendisini havârileri arasına kattığını iddia ederek ortaya çıkıvermiştir. Bu olaydan sonra o, Hz. İsa'dan ilham aldığını, onunla Şam yolunda konuştuğunu, dolayısıyla dediklerine inanılmasını ve emirlerine itaat edilmesini istemiştir. Daha önceleri koyu bir hıristiyan düşmanı olan Pavlos gibi bir kişi bile, bu iddia ile ortaya çıkabiliyor ve insanların kendisine inanması için onları zorlayabiliyorsa, bu dine giren herkesin bu tür iddialarla ortaya çıkması mümkün demektir.
Vahiy, ilâhî menşeli olduğu için onda bir yanlışlık veya bir çelişki sözkonusu olamaz. Eğer olursa, vahyi alanın değil; aksine vahyi verenin yanlışlık yapması veya çelişkiye düşmesi sözkonusu olur. Bu, vahyi veren olarak Allah için düşünülemez. Hıristiyanlıkta olduğu gibi, eğer bir dinde birden fazla vahiy alan bulunursa, bunların aldıkları vahiylerin muhtevâ bakımından birbirinden farklı olmaması, aralarında çelişki olmaması lâzımdır. Rastgele, sıradan herkes vahiy alamaz. Vahyi, ancak ilâhî bir görevle memur olanlar, yani peygamberler alır. Peygamberliğini kabul ettiğimiz kişilere gelenlerin vahiy olduğunu kabul ederiz. Eğer böyle bir sınırlama olmaz ve rastgele herkes vahiy alabilirse, pek çok kişi "vahiy alıyorum" diyerek ortaya çıkar ve biz bu kişilerin dediklerine itaat etmek zorunda kalırız. Herkes vahiy alabilir mi? Şayet herkesin vahiy alması mümkün ise, gerçekten vahiy alanlarla sahte vahiy alıcılarını nasıl ayıracağız? Vahiy aldığını iddia eden kişi, bunu ne ile ispat edecek? Kişi vahyi doğrudan doğruya Allah'tan aldığını iddia ettiğine göre, bunu ispatlayacak bir delile ihtiyaç yok mu? Eğer böyle bir delile ihtiyaç yoksa, dünyadaki insan sayısınca vahiy alıcısının ortaya çıkması mümkün olabilir. Bu ise, vahiy kavramının esprisi ile bağdaşmaz. Birtakım nefsânî, şehevânî arzular, şahsî ihtiraslar, vahiy kisvesine bürünerek gerçekleştirilmek istenirse bu hangi tedbir ve yaptırım ile önlenebilecektir?
Hıristiyanlıktaki sınırsız vahiy anlayışı, bu dinde büyük bir kaos ortaya çıkarmıştır. Bu dine göre Hz. İsa'dan başka havâriler, Hz. İsa'nın diğer öğrencileri, havarilerin öğrencileri, daha sonra ortaya çıkan azizler, papalar hepsi vahiy almaktadırlar. Kitap yazarlarının hepsi vahiy alıcıdır. Burada özellikle İncil yazarları üzerinde durmak gerekir. Dört İncilin yazarları, eserlerini vahiy alarak yazdıkları halde, bazen bir İncilde bulunan, diğer İncillerde bulunmuyor. Acaba diğer İncil yazarları bu hususu unuttuklarından mı kitaplarına almadılar? Vahiy alan, aldığı vahyi unutabilir mi? Bir İncilde herhangi bir sayı, meselâ "iki" olarak verilirken, diğer İncil'de onun "dört" olarak verilmesi açık bir yanlış değil mi? Aynı dönemde iki kişiye aynı hususta gelen vahiy nasıl birbirinden farklı olabilir? İki veya daha fazla vahiy alıcısı arasında, aldıkları vahiyde farklılığın ne ile izah edilebileceği bir problem olarak dururken, İncillerde ve Yeni Ahidin diğer eserlerinde bazen bir kitabın ayrı baplarında veya cümlelerinde farklılıklar görülmektedir. İleride İncillerin çelişkileri konusunda çeşitli örnekler vereceğiz. Biz burada İncillerin dışından bir vahiy örneği sunalım:
Biraz önce Pavlos'un Hz. İsa ile konuştuğunu ve ondan vahiy aldığını iddia ettiğini zikretmiştik. Pavlos'un bu vizyon olayı, Yeni Ahidin "Resullerin İşleri" isimli kitabında üç yerde anlatılıyor. Resullerin İşleri'nin yazarı, üçüncü İncilin yazarı Luka'dır. Bu kitapta üç yerde anlatılan aynı hâdisenin, ne kadar birbirinden
İNCİL
- 277 -
farklı olarak anlatıldığını gördükten sonra, vahiy alıcısı Luka'nın, aynı konuda aldığı vahiylerden ne kadar çelişkiye düşğütüğünü açıkça görürüz. "Resullerin İşleri"nde bu olay iki yerde Pavlos'un ağzından, bir yerde ise Luka'nın ağzından anlatılıyor. Evvelâ hâdiseyi Luka şöyle hikâye ediyor: "Ve yolda giderken, Şam'a yaklaştığı zaman vâki oldu ki, gökten bir nur ansızın çevresinde parladı ve yere düşüp bir sesin kendisine 'Saul, Saul! Niçin bana eziyet ediyorsun?' dediğini işitti. O da, ya rab sen kimsin? Dedi. Ve o da ben eziyet ettiğin İsa'yım, fakat kalk ve şehre gir ve ne etmen gerektiği sana söylenecek. Onunla yolculuk eden adamların nutku tutulup durdular; sesi işitiyorlar fakat kimseyi görmüyorlardı ve Saul yerden kaltı; gözlerini açınca bir şey görmüyordu. Onlar da kendisini yederek Şam'a götürdüler ve üç gün görmez olup ne yedi, ne de içti."1151 (Bu ifâdelerin düzmece olduğu nasıl da belli! Yere düşüp kendisine seslenildiğini duyunca Pavlos, hemen: "Ya Rab" diyor. İncilllerden anlıyoruz ki, bu kelimeyi Hz. İsa'ya sadece şâkirtler diyordu. İnanmayan biri, kendisine seslenenin Hz. İsa olduğunu biliyor, hemen "ya Rab" diyor. Hem de kim olduğunu bilmiyor?! Kim olduğunu bilmiyor ki, "Sen kimsin?" diye soruyor. Peki, nasıl "ya rab" diyor?) Bu bapta anlatıldığına göre vizyon olayı Şam'a yaklaştıkları zaman meydana geliyor, yer veriliyor, zaman yok, yani günün hangi saatinde olduğu açıklanmamış, gökten inen nur sadece Pavlos'un çevresinde parlamış, bu nuru onun yanındakiler görmemişler, onlar sadece İsa'nın sesini işitmişler, işitenlerin dilleri tutulmuş. Pavlos'un nuru gören gözleri, bu nurun etkisi ile kör olmuş, sonra üç gün yememiş ve içmemiş.
Aynı kitabın 22. babında olay, bu sefer direkt olarak Pavlos'un ağzından tekrar anlatılmış, ancak bu defa birinci anlatıma bazı ilâveler yapılmış. Bu anlatıma göre vizyon, öğleye yakın meydana gelmiş, yani zaman verilmiş, yer verilmiş, Şam'a yaklaştıkları sırada gökten inen nur, Pavlos'un çevresinde parlamış ve sesi işitmiş. Ancak, buradaki anlatıma göre, onunla birlikte seyahat eden arkadaşları bu defa nuru görmüşler, ama sesi işitmemişler. Bu bâba göne hunu gören Pavlos'un gözleri, nurdan kör olmuş ama yanındakiler nuru gördükleri halde gözlerine hiçbir şey olmamış olmalı, ki, onlar Pavlos'u Şam'a götürmüşler. Bu bapta Pavlos'un Şam'da ne kadar kaldığı yazılı değil.1152 Aynı kitabın 26. babında aynı olay, yine Pavlos'un ağzından çok daha değişik bir biçimde anlatılıyor. Bu bâba göre vizyon, yine Şam yakınında öğle vakti meydana gelmiş. 22. bapta öğleye yakın dendiği halde, bu defa öğle vakti diyor. Bu bâba göre, gökten inen nur, bu sefer sadece Pavlos'un değil; onunla beraber seyahat eden arkadaşlarının da etrafını sarmış, sadece Pavlos değil, bütün arkadaşları hep beraber yere düşmüşler. Bu son bapta, nurdan dolayı gözü kör olan kimse yok, onların nuru görüp görmedikleri sesi işitip işitmedikleri açıklanmamış, sadece çevrelerine inen nurun etkisi ile yere düştükleri zikredilmiş, acaba nuru gördüklerinden mi, yoksa nur onları çarptığından mı, bu belli değildir. 1153
Resullerin İşleri kitabının üç ayrı bâbında anlatılan vizyon olayının vakti, 9. bapta hiç zikredilmemiş, 22. bapta öğleye yakın denmiş, 26. bapta ise öğle vakti denmiş. Gökten inen nur, 9 ve 22. baplarda sadece Pavlos'un, hem de arkadaşlarının çevresinde parlamış oluyor. 9. bâba göre Hz. İsa'nın Pavlos'a hitâbını Pavlos'un arkadaşları işitmişler, 22. bâba göre ise işitmemişler. Gökten inen nuru,
1151] Kitab-ı Mukaddes, Resullerin İşleri, 9/3-9, s. 129
1152] Kitab-ı Mukaddes, Resullerin İşleri, 22/6-11, s. 145
1153] Kitab-ı Mukaddes, Resullerin İşleri, 26/13-14, s. 150
- 278 -
KUR’AN KAVRAMLARI
9. bâba göre ise görmüşler. 9. Bâba göre Pavlos'un arkadaşları sesi işitmişler, ama nuru görmemişler. 22. Bâba göre bunun tam tersi olmuş, arkadaşları sesi işitmemişler, ama ışığı görmüşler. 9 ve 22. baplara göre, olay olduğu sırada sadece Pavlos yere düşmüş, yanındakiler yere düşmemişler. 26. Bâba göre ise, hem Pavlos, hem de arkadaşları birlikte yere düşmüşler. 9. Bâba göre sesi işitince pavlos'un yanındakilerin dilleri tutulmuş. Bu bapta Pavlos'un, ışığı gördüğü için gözleri kör olurken, 22. bapta aynı nuru gören arkadaşlarının gözleri kör olmamış. Pavlos'un gözünü kör eden nur, neden arkadaşlarının gözlerini kör etmemiş, yoksa onların gözleri daha mı dayanıklıydı? İşte Hz. İsa'dan altı sene sonra meydana geldiği ileri sürülen bu vizyon olayı ile Pavlos vahiy alıcı olarak ortaya çıkıyor, kendisine bizzat Hz. İsa'nın vahyettiğini söylemek sûretiyle ortaya yeni bir dâvâ atıyor. Bu Dâvânın başlangıç hâdisesinin tamamen vahiy ürünü olması gerekiyor ama bu ne biçim vahiydir ki, bir kitabın üç ayrı bâbında büyük çelişkiler ortaya çıkıyor. Pavlos'un sözleri ise şöyle: "Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım, ve öğretilmedim; fakat İsa Mesihin vahyiyle aldım."1154 Böylesine çelişkili bir haber vahiy ürünü olabilir mi? Elbette olamaz, aksi takdirde vahiy veren, vahiy alanı yanıltmış olur veya vahiy verici hata etmiş olur. İşte bir kitabın üç ayrı bâbında dahi verdiği haberi kontrolden âciz bir yazar olan Luka, üçüncü İncilin yazarı olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Luka'nın "Resullerin İşleri" isimli kitabında görülen çelişkiler ve tutarsızlıklar, onun İncilinin değerini de ortaya koymaktadır. Madem İncil yazarları vahiy alıyorlardı ve aldıkları bu vahiyle kitaplarını hatasız yazıyorlardı, İncil yazarı Luka'ya ne oldu da bu büyük hataları yaptı? 1155
Peki, kimdir bu Pavlus?
Körlerin Kör Kılavuzu Pavlus
Pavlus, milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’den sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür.
Pavlus Bir Ferisîdir: Bu, herhangi bir başka din mensubunun, meselâ müslümanların bir iddiası ve ithamı değil; bütün hıristiyanların kabul ettiği bir gerçektir. Çünkü Pavlus’un Ferisî olduğu Kitab-ı Mukaddes’te, hem de kaç yerde, hem de Pavlus tarafından belirtilir. Bir iki tanesine göz atalım: Pavlus; “Ben Ferisi oğlu Ferisîyim.”1156 “Eğer şehâdet etmek isterlerse, öteden beri beni bilirler ki, dinimizin en sıkı fırkasına göre Ferisî olarak yaşadım.” 1157
Vay Ferisîler! Peki, kimdir bu Ferisîler? Kitab-ı Mukaddes, hem de Hz. İsa’ya atfederek Ferisîler hakkında bakın neler diyor? “O zaman şâkirtler gelip ona dediler: Biliyor musun ki Ferisîler bu sözü işitince gücendiler? Fakat İsa cevap
1154] Kitab-ı Mukaddes, Galatyalılara Mektup, I/ 11-12, s. 193
1155] Ş. Kuzgun, a.g.e., s. 132-138
1156] Rasüllerin İşleri, 23/6
1157] Rasüllerin İşleri, 26/5
İNCİL
- 279 -
verip dedi: Semâvî Babamın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir. Onları bırakın; onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör körü yederse, her ikisi de çukura düşer.”1158 “Ve İsa onlara dedi: Sakının da Ferisîler ile Sadukîler hamurundan kaçının.”1159 “Lâkin vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, iki yüzlüler!” 1160 Yine bu konuyla ilgili olarak Luka, 11/39-44, 12/1-2; Matta, 3/7-10, 5/20, 7/15-23’e bakılabilir. Bu son bölümde Hz. İsa, yalancı peygamberleri bir örnekle açıklar ve “benim ismimle peygamberlik yapanı ben tanımayacağım!” der. Pavlus, tüm hıristiyanlara göre, Hz. İsa’nın ismiyle, onun gönderdiği ve kendisine vahiyler verdiği peygamberi olarak kabul edilir.
“Ferisî oğlu Ferisî” olan Pavlus’a rağmen bugünkü İncillerde bile muhâfaza edilen ifadelere göre Hz. İsa, nice sert eleştirilerle uyardığı Türkçe Kitab-ı Mukaddesteki ifadeyle “iki yüzlü”, yani “münâfık” ve dine kötülük bulaştıran “müfsid” diye damgaladığı Ferisîlerin tehlikesi konusunda şu değerlendirmeyi yapar: “Vay başınıza yazıcılar ve Ferisîler, iki yüzlüler! Zira bir mühtedî yapmak için denizi ve karayı dolaşırsınız ve olunca siz onu kendinizden iki kat cehennem oğlu edersiniz!”1161 Nasıl, tam Pavlus’u ve ona inanan mühtedî hıristiyanları bekleyen âkıbeti anlatmış olmuyor mu Hz. İsa; hem de elimizdeki İncillerde.
Peki, “Pavlus’un kimliği ile hıristiyanlığın ne ilgisi var?” diye, herhalde hıristiyanlığı kısmen de olsa bilen veya en zayıf bir hıristiyan olan birisi soramaz. Çünkü hıristiyanlık, hem itikad ve hem de şeriat olarak, yani hükümler, haram ve helâller konusunda, yorum ve dogmalar konusunda baştan sona Pavlus öğretilerinden ibarettir. Pavlus’u yıktığınızda hıristiyanlığı ayakta tutacak hiçbir şey kalmaz. Kitab-ı Mukaddes’teki tam 15 kitap, Pavlus’a aittir; onun mektupları ve konuşmalarından oluşan bu kitapların tümünün yazarı odur. Kitab-ı Mukaddes’teki Hz. İsa’nın kesin emir ve yasaklarını bile resmen değiştiren, ona ters hükümler koyan, hükümlerini geçersiz ilân eden kimsedir Pavlus. Bir örnek verelim:
“Sanmayın ki ben, şeriati yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim: Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vâki oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf veya bir nokta bile yok olmayacaktır. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir. Ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki salâhınız yazıcılar ve ferisîlerinkinden ziyade olmazsa göklerin melekûtuna hiç girmeyeceksiniz.”1162 Hz. İsa, Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olarak tüm hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Tevrat’ta belirtili Mûsâ şeriatının korunması ve ona uyulması konusunda böyle kesin ifadelerle uyulup itaat edilmesini emrettiği şeriatı bakın Ferisî Pavlus ne hale getirdi?
“Çünkü Ruhu’l-Kudüse ve bize iyi göründü ki, icap eden şu şeylerden fazla üzerinize yük koymayalım: Putlara kurban edilen şeylerden, kandan ve boğulmuş olanlardan ve zinadan çekinin. Bunlardan sakınırsanız, iyi edersiniz.
1158] Matta, 15/12-14
1159] Matta, 16/6; 11-12
1160] Matta, 23; Bu bap’ta baştan sona Ferisîlerin Hz. İsa diliyle kötülükleri anlatılmaktadır; özellikle 13-15; 23-36. cümleler
1161] Matta, 23/15
1162] Matta, 5/17-20
- 280 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Selâmette olun.”1163 Pavlus’a ait bu ifadelerden anlaşıldığı gibi Pavlus, 4 yasağın dışında Kitab-ı Mukaddes’te belirtilmiş tüm yasakları ve eski şeriatın tüm hükümlerini kaldırmıştır. Tabii, bundan daha büyük cinayeti, İsa’yı tanrılaştırmak ve tevhidi teslisle değiştirmekle işlemiş, hıristiyanlar da kilisenin ve papazların etkisiyle Hz. İsa’ya ve Kitab-ı Mukaddes’teki hükümlere itaati değil; ona uymayı tercih etmişlerdir. Bu Pavlus dogmalarının hiçbiri yahudilikte, Hz. Musa şeriatında yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Pavlus Tarafından Hıristiyanlığa Geçen Hususlar:
Aslî günah inancı: Bu inanca göre, insanlar doğuştan günahkâr olarak dünyaya gelirler. Çünkü babaları Âdem suç işlemiş, onun günahı, tüm insanlara tevârüs edip geçmiştir. Eski ahidde de 4 İncil’de de aslî günah inancı bulunmadığı halde, Pavlus tarafından bu bâtıl anlayış, hıristiyan itikadına geçirilmiştir.
İsa’nın, beşer/insan ve peygamber değil; tanrı olduğu,
Tanrı’nın İsa şeklinde tecessüdü, insan bedenine girip insan yapısında olması,
İnsanların günahlarını kurtarmak için Tanrı’nın oğlunu göndermesi, insan şeklinde bedenlenen oğul tanrının insanlığı kurtarmak için kendini çarmıhta asılarak fedâ etmesi,
Teslis inancı,
İsa’nın ölüler arasından dirilerek kalkması ve insanları idare etmek için göğe çekilip babasının (Baba Tanrının) sağına oturması,
Günahların papazlar önünde itiraf edilerek onlar tarafından günah çıkarılıp, günahkârın bu şekilde affı,
Kitab-ı Mukaddes’te ve şeriatte ısrarla yasaklanan domuz etinin helâl kabul edilmesi,
Hz. Mûsâ şeriatında önemli şekilde emredilen Hz. İsa’nın da devam ettirdiği “sünnet olma”nın gereksiz olduğu anlayışı,
Suyun, abdest ve guslün gereksizliği; hatta kötü olduğu,
Haftalık ibâdet gününün Cumartesi yerine güneş gününe (Pazar) gününe değiştirilmesi,
Dinî törenlerde ve âyinlerde Mitra dininden etkilenerek çokça mum vb. yakılarak mâbedin fazlaca aydınlatılması, bütün bunlar Pavlus tarafından hıristiyanlığa geçirilmiştir.
Kilise tâlimleri ve hıristiyan kaynaklarının hemen hepsi Pavlus’a, onun görüşlerine veya onun yakınlarına dayanmaktadır. Hz. İsa’dan çok kısa bir zaman sonra, hıristiyanlık, Hz. İsa’nın getirdiği tevhid dini olmaktan çıkmış, Pavlus’un yorumları ile hak din vasfını kaybedip teslis dinine dönüşmüştür. Günümüzün
1163] Rasüllerin İşleri, 15/28-29
İNCİL
- 281 -
hıristiyanlığı, Hz. İsa’nın getirdiği nizamdan, hak tevhid dini vasfından çok, Pavlus’un ve bu çizgideki kilisenin yorumlarıdır.
Hıristiyanlıkta Aslî Günah ve Bunun Keffâreti İçin Oğul’un Çarmıha Gerilmesi Anlayışı
Aslî günah inanç ve anlayışının, Hz. İsa’nın tebliği ettiği tevhid akidesinde olmadığı kesindir. Buna rağmen, Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayıştır aslî günah inancı. 1164
İlk günah da denen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Kur’an’a göre, “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz.”1165 Kaldı ki, Hz. Âdem, bütün insanlara taksim edildiği halde tükenmeyecek büyük bir suç işlemiş değildir. Hz. Âdem, beşer olarak küçük bir hata yaptı ve sonunda da affedildi ve peygamber seçildi. “Âdem, Rabbinin buyruğuna karşı geldi de şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti ve doğru yola yöneltti.”1166 İslâm, Hz. Âdem’in bu fiiline terim manasıyla ma’sıyet/günah demez, bu konudaki Kur’an tâbiri olan “zelle”1167 diye değerlendirir ve insan türünün imtihanla yücelmesi, düşmanını tanıması ve yeryüzünün halifesi olması gibi nice hikmetlere dayanan ilâhî irâde olarak değerlendirir. Hz. Âdem’e de, Hz. Havvâ’ya da suçlu gözüyle bakılıp, onlara kızılmaz.
Günahın şahsîliği Kur’an’da olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’te Eski Ahid’de de vardır. Hezekiel peygamber: “Suç işleyen can, ölecek olan odur; babanın fesadını oğul taşımaz ve oğlun fesadını baba taşımaz; sâlihin salâhı kendi üzerinde olur, kötünün kötülüğü de kendi üzerinde olur. Ve kötü adam, işlemiş olduğu suçların hepsinden döner ve bütün kanunlarını tutar ve hak olanı, doğru olanı yaparsa, elbette yaşayacak, ölmeyecektir. Yapmış olduğu günahlardan hiçbiri ona karşı anılmayacaktır. İşlediği salâhda yaşayacaktır.” 1168
1164] Bkz. Korintoslular’a 2. Mektup, 5/21; Romalılar’a Mektup, 5/12
1165] 35/Fâtır, 18
1166] 20/Tâhâ, 121-122
1167] 2/Bakara, 36
1168] Hezekiel, 18/20-22
- 282 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kitab-ı Mukaddes’teki şu ifadeyi, İsa’nın insanın aslî günahına fidye olarak çarmıha gerilmesi anlayışıyla birlikte bir değerlendirin: “Kötü adam, sâlihin fidyesidir. Hâin adam da doğruların.”1169 Hz. Âdem ve tüm insanlık sâlih ve doğru olmamış sayılmalı veya sâlih ve doğrularsa Hz. İsa kötü ve hâin olmalı. Yine, fidye olan, tüm insanlık için faziletli bir fedâkârlık için ölen kimse, asılırken ‘Allah’ım, niçin beni bıraktın?’ der mi? “Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: ‘Eli, Eli lama sabaktani?’, yani ‘Allah’ım, Allah’ım, beni niçin bıraktın?’ diye yüksek sesle bağırdı.” 1170
Bu anlayışa göre, İsa’dan önce ölen insanlar, hıristiyanların da nübüvvetlerini kabul ettikleri peygamberler, hep günahkâr olarak öldüler ve cehennemi hak ettiler. İsa’nın keffaretinden, fidyesinden önce ve vaftiz yapılmadan öldüler, hepsi affedilmeyen ve affedilmeyecek günahla öbür dünyaya gittiler. Farzedelim ki insanlık, güzel fıtratla değil de doğuştan günah yükü ile hayata geliyor. Onların sonsuz merhametli ve dilediği her şeyi yapan Rabbi, kendilerini direkt olarak affedemez mi? Tanrı, insanı kurtarmak için, insan kılığına girmekten başka çare bulamadı mı?
Çarmıha gerilip birkaç insan tarafından öldürülen biri, hiç tanrı mı olur? İnsanların günahlarını affetmek için başka çare mi bulamadı? Hıristiyanların en büyük âyinlerinden biri, Communion âyinidir. Bu âyin, ekmek ve şarapla yapılır. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Günahı affetmek için, onları daha beter günahkâr haline getirmek, Tanrı katili yapmak hangi akla sığar? İnsanlar, ellerini mâbudlarının kanına bulayarak mı affa nâil olacaklar? Hz. Âdem’e atfedilen Allah’ın bir emrini yerine getirmemek mi, yoksa Tanrı’yı/İsa’yı öldürmek mi daha büyüktür? Hangisi insanı daha suçlu yapar? Bir tek kişinin (insan veya Tanrı) ıstırap çekmesi ile bütün insanların kurtuluşunu temin etme tuhaf olmaz mı?
Bilindiği gibi, Hz. İsa, âhir zaman denilen, insanlık tarihinin sona yaklaştığı zamanlarda dünyaya gelmiştir. Yüce Allah, bunu insanları kurtarmak için yapsaydı, başlangıçta yapması gerekmez miydi? İnsanlığın büyük çoğunluğunu aftan mahrum etmesi, az bir kısmını (İsa’dan sonra gelenleri) bağışlamasının izahı başka nasıl yapılabilir? Yaratılıştan gelen mevhum ve uydurma bir günah. Sonra, her şeye kaadir ğafûr olarak inanılan Allah’ın onu affetmesinin binlerce yolu varken, bunları bırakarak ana karnına girip en âciz bir şekilde çocukluğunu geçirmesi, sonra perişanlık ve tazyik görmesi, sonunda da onları katil yaparak affetmesi...
Bunların masalda, efsane ve mitolojide yeri olabilir, ama dinde, hakikatte ve akılda yeri olmaz. Sonra olaya ahlâkî yönden bakalım: Günahtan kurtulduğuna inanan hıristiyana ne kalıyor? Kötü arzularına karşı nasıl mücadele ve mücahede edebilecektir? Çalışanla çalışmayanın, ibadet yapıp günahtan sakınanla bunları önemsemeyenin arasında fark kalmaz, hepsi İsa’nın çarmıha gerilmesiyle, komünyonla, vaftizle bağışlanıp eşit hale getirilmiyor mu?
Hz. İsa, hiçbir şekilde kendisinin insanların günahlarına keffâret için, onların
1169] Süleyman’ın Meselleri, 21/18
1170] Matta, 27/46 ve Markos, 15/34
İNCİL
- 283 -
aslî günahlarına karşılık öldürüleceğini söylemedi. Bugünkü İncillerde de Hz. İsa’ya atfen böyle bir söz geçmez. Dinin temeli olacak esasları, en yakınlarına, Petrus gibi halifelerine söylemedi. Hâlbuki o, emaneti tebliğ etmiş, görevini yapmıştı. Bu olay bile, bu inançların sonradan uydurulduğunu isbat etmeye kâfidir.
Bu anlayış, ucuzculuktur, başkası seni kurtarsın, sen bir şey yapmadan bedavadan kurtul. İnsanlığa işlemediği günahı yüklemek kadar bedavadan affolma anlayışı da saçmadır. Aynen kiliselerde günah çıkarma ve cennet satın alma gibi. Hıristiyanların büyük çapta etkilendiği Yunan mitoloji kahramanı Promete’nin insana ateş/ışık getirmek için ezalara katlanarak fedai olması gibi efsaneler Hz. İsa’ya monte edildi. Kahramanların sadece ismi değişerek putperestlik, hıristiyanlık maskesi taktı. Ve bu fedâkârlığın bedeli de en az Promete’ninki kadar trajik: “Mesih, bizim uğrumuza lânet olmuş olarak, bizi şeriatın lânetinden kurtardı, çünkü yazılmıştır: ‘Ağaç üzerine her asılan lânetlidir.”1171 Bir peygambere bu kadar büyük iftiraya pes doğrusu; hem tanrı, hem de lânetli!
Hâlâ affedilmeyen günah kaldıysa, veya bir hıristiyan çeşitli haramlara dalıyorsa ne gam? Papazlar ne güne duruyor? Absolüsyon imdada yetişecektir. Absolüsyon: Günah bağışlama demektir. Hıristiyanlıkta günahlarını papazlara açıklayıp itiraf edenlerin papaz tarafından günahlarının bağışlanabileceğine inanılır. Günahları papazlar tarafından affedilenler, böylelikle günahlardan arınmış olurlar. Bu affetme, papazlar tarafından tanrı adına yapılmaktadır. Katolik mezhebinde, eski ve imtiyazlı olan günah çıkarma kurumu, ibtidâî şeklinden uzaklaşsa da hâlâ varlığını sürdürmektedir. İslâm’da ise, bilindiği gibi, doğrudan doğruya, aracısız ve formalitesiz olarak Allah’tan istenen aftan başka tevbe ve af dileme, günah çıkarma şekli yoktur.
Tefsirlerden İktibaslar
Elmalılı diyor ki: Hakka ve iyiliğe sevgi duymanın derecesi, bâtıla ve şerre karşı duyulan nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye ve intikam almaya gücü yetenlerden sâdır olduğu takdirde bir değer ve anlam taşır. Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sâbit olmuş olan bir cezayı uygulamaya koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak demektir. Suça ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim" demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda intikama gücü yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün ilkelerine hâkim, hayır ve hidâyeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve hıyâneti de izzet ve intikamıyla gideren, izâle eden bir hayy ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki, her hakkın himâyecisi, her hayırlı ümidin mercii olan bir hak ma’buddur. Binâenaleyh ma’budları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden veya şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama kaadir olan tanrı istemeyiz" diye hakkı inkâr ve bâtıla ilân-ı aşk ederler de kendi ma’budlarını âciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecâvüz olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler. Kötülükleri önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden bir ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek isterler.
1171] Pavlus’un Galatyalılara Mektubu, 3/14
- 284 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki hıristiyanların Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire, Cenâb-ı Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı Âdemoğullarını, ataları Âdem'den kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve nihayet oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu fedâ edip kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında kendisine tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar diriltip göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış; kendisini ve oğlunu feda etmeye râzı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük iyiliği oğlu ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var olmuş durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır.
Buna göre, O bir var, aynı zamanda yok; fânî, aynı zamanda bâkî; âciz, aynı zamanda kaadir; bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir ma'bûd olmak üzere "Ekanim-i selâse," üç den mürekkep üçlü bir tanrı inancına sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selâmete ermek için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu imanın şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar ma’bûd ve kulluk fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zâhir ve bâhir olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden önce insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir zarûret kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o günahın her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya cezalandırılması kabil değilmiş de büyük bir felâketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf eylemektir. Ayrıca bu cezâdan ve felâketten kurtulmak için yegâne çare olmak üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve yetkisine sahip bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve böylelikle ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya doya günah işleyip, kendi yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya yükletmek demektir.
İşte Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilâh) inancının bütün sonuçlarıyla ve ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak ma’bûd olan Allah'ın bazı önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine karıştırmaktan doğan bir inanç muammâsıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle bir inanca dâvet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mûcizeler göstermesi, akılları ve teknikleri âciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri diriltip, hastalara şifâ vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil sayılan açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların yaptığı gibi, onun tâlimâtına uyulacak ve Allah'ın birliği inancı üzere yürünecek yerde, bir müddet sonra bu mûcizeler ve bu hârikalar şüphelerle dolu esrârengiz ve içinden çıkılmaz bir muammâ haline sokularak ve İncil'de "merhametli yaratıcı" mânâsına gelen “ebû (baba) eşanlamlı ve müteşâbih isminin “vâlid” (gerçek baba) mânâsına te’vil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl ve ruhun ölmezliği nazariyeleri ilâve olunarak, İsa'nın insanüstü ve tanrı oğlu tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fânî olup gittiği ve bu sebeple insanların da kurtulduğu ve binâenaleyh yoklukta birleşen bu ekanim-i teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında dinin temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola
İNCİL
- 285 -
sapılması, Hıristiyanlığı gizlice ta temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun başlangıcı gizli toplantılara ve ilk İncil tercümelerindeki tahriflere, sonu da meşhur İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı, Hıristiyanlığın kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşâbihata uymak sûretiyle ictihâda bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan dolayı Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz onun ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve sürekli olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihâtıyla oynarlar.
İncil'de Cenâb-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey değildir. Fakat İncil de dâhil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî) kitapların ve semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır ki, o da ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır. Hatta Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan girmiş olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak üreme ve sudûr yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan bir nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı âdi illetler için geçerli olabilirse de, gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı İncil'de Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "ebû kelimesi, gerçek anlamıyla "vâlid" (baba) demek olamayacağı için “hâlik ve mükevvin” (yaratan ve var eden) demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe ve tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları tarafından durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz. İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsâade buyrulması onun hakkında Allah'ın bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz. İsa'nın "babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binâenaleyh Hıristiyan babaların, müteşabihâta uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla alıp gerçek "baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sâbit ve apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetleyerek bir belge halinde ortaya koyduktan sonra buna aykırı olan bâtıl görüşleri ayıklamak ve bu arada hıristiyanların böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı revâ gördükleri tecâvüzkâr tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek ve geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek sayılıp dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezâhet ve vakarıyla bağdaşmayacağını anlatmak ve aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de ilâhî âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini özetle göstererek “Lehum azâbun şedîdun. Vallahu azîzun zu’ntikam” şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu açıklamıştır.
Ma’bûd, kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek, muhkemâtı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd, yani çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda etmek, ancak böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis inancı ile ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi olan “Vallahu azîzun zu’ntikam” furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka
- 286 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yenilgiye uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi bilinmeli ki, hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidâyet veren ve mutlak anlamda güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık, ahlâksızca, çirkin, câhilâne, hâince bir intikam değil, savunması yapılabilir cinsten bir intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz bir kudretin ve irâdenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehâletle ilişkisi bulunmayan, çok hakîmâne bir intikamdır. 1172
Seyyid Kutub diyor ki: Hıristiyanların sapık düşüncelerine gelince, Kur'an onların bu inançlarından; "Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür", "Allah Meryem oğlu Mesih'tir" sözlerinin yanında, Mesih'i ve annesi Meryem'i Allah'ın dışında iki ilâh olarak benimsediklerini, keşişleri ve râhiplerini de kendilerine Rab'ler olarak kabul ettiklerini haber vermektedir.
T.V. Arnold'un İslâm'a Çağrı adlı eserinde de bu düşüncelerin bir kısmına rastlanmaktadır: "Jüstinyen, İslâm'ın ortaya çıkışından yüz yıl önce Roma İmparatorluğu'nda halkın birliğini bir dereceye kadar sağlamayı başarmıştı. Fakat onun ölümünden sonra bu birlik hemen dağıldı. Bunun üzerine devletin başkenti ile diğer vilayetler arasında bir bağın kurulmasını sağlayacak ulusal ortak bir bilince şiddetle ihtiyaç duyuldu. Bu amaçla birtakım çalışmalar yapmasına rağmen Herakliyüs Şam'ı tekrar merkezî hükümete bağlamayı tam anlamıyla başaramadı. Birliği sağlamaya yönelik benimsenen tüm vasıtalar bölünmeleri yok edeceği yerde bu anlaşmazlıkları daha da arttırıyordu. Ortalıkta dinî duyguların dışında ulusçuluk bilincinin yerine geçebilecek başka bir şey de yoktu. Bu yüzden inancı; gönülleri huzura kavuşturacak, birbiriyle kıyasıya savaşan ve birbirine kin besleyen gruplar arasındaki düşmanlık ateşini söndürecek şekilde yorumlamaya yöneldi. Dine karşı çıkanlarla Ortodoks kilisenin arasını bulmaya ve daha sonra da onlarla merkezi hükümetin birliğini sağlamaya çalıştı.
Miladi 451 yılında Halkadonya'da (İznik) toplanan Konsül'de şu karar alınmıştı: "Mesih'in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhâfaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh'ul Kuds meydana gelir." Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Barazii'ye tâbi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar.1173 Bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih'te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: "Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlâhî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder" diyorlardı. Herakliyüs'ün Mesih'i "Üçten biri" olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen'in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih'in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah'ın oğlu olan Mesih ilâhî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış
1172] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. c. 2, s. 299-301
1173] -er-Râid, s. 1634-
İNCİL
- 287 -
bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irâde olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının âkıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı."
Aynı şekilde Hıristiyan bir araştırmacı olan Canon Taylor İslâm'ın ortaya çıktığı sırada doğu hıristiyanlarının durumunu şöyle ifade ediyor: "O dönemde insanlar gerçekten müşrikti; Azizlerden, keşişlerden ve meleklerden bazılarına tapıyorlardı."1174 Müşriklerin inançlarındaki sapıklıklara gelince; Kur'an, onların cinlere, meleklere, güneşe, aya ve putlara taptıklarını bildiriyor. Onların inançlarında en hafif sapıklık olarak değerlendirilebilecek sözleri şöyledir: "Biz, putlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
İşte birkaç örnekle değindiğimiz bu bozuk ve sapık düşüncelere İslâm şiddetle karşı çıkmış ve onların tutarsızlığını açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur: "...O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır." İşte bu, hem düşünce ve hem de inançta yol ayrımı olduğu gibi yaşam biçimi ve ahlâkta da yol ayrımıdır. Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan tek Allah'a inanan ve gerçek hayatın tek sahibi; Hayy olan, her varlığın, her canlının kendisiyle ayakta durup O'nunla varlığını sürdürdüğü Kayyum olan bir Allah bilincine eren bir insan düşünün. Bu varlığın bilincinde olan bir insanın yaşam biçimi ve hayat düzeni ile tüm duygularını sözü edilen çarpık ve tutarsız düşüncelerle bulandırmış, vicdanında hayatına hükmeden ve onu yönlendiren ulûhiyet hakkında hiçbir his kalmamış bir insanın yaşam biçimi ve hayat tarzı temelde ayrı olması gerekmektedir.
Apaçık ve tertemiz Tevhid inancının yanında Allah'tan başkasına kulluğa yer yoktur. Ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta, ne de ekonomik ve sosyal alanda Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve O'na şirk koşmaya yer yoktur İslâm'da. Kısaca ne bu dünya için ne de ahiret hayatı için Allah'tan başkasından yardım dileme yoktur bu dinde. Gerçeğinden saptırılmış, doğru ve açık olmayan temeller üzerine kurulmuş bulunan düşüncelerde ise, ne hukuk ve düzende, ne eğitim ve ahlâkta ve ne de sosyal ve ekonomik alanda... Bunların tamamında... Ama tamamında ne bağlanılacak taraf ve ne de durulabilecek bir yerden söz edilebilir. Bu düzenlerde ne helâl ve haramın, ne de doğru ve yanlışın sınırı belirlenmiştir. Emirlerin kendisinden alındığı, yönelmenin kendisine doğru olduğu, itaat, kulluk ve teslimiyetin yalnız kendisine yapıldığı otorite açıklık kazanıp tek olarak kabul edildiğinde her şey netleşir ve âhenk kazanır. Bu nedenle bu yol ayrımında kesin bir tavırla karşılaşıyoruz: "O, kendinden başka bir ilâh bulunmayan, diri ve yarattıklarını gözetip yöneten Allah'tır."
Onun için bu yalnız bir inanç ilkesi değil, İslâmî hayatın yapısını ortaya koyan, Onu diğer yaşam biçimlerinden ayıran temel ilke olmuştur. İslâmî hayat, bütün ilke ve kurallarıyla İslâm düşüncesinin bu net ve kesin olan Tevhid inancından kaynaklanır. Tevhid, pratik hayata tesiri olmadığı sürece gönüldeki inanç olarak da gerçekleşemez. Allah'tan gelen hukuk düzeni ve Tevhid inancı hayatın her alanında kendini gösterdiği an, Tevhid, anlam kazanır. Allah'ın zatı
1174] Hasan İbrahim ve iki arkadaşı tarafından yapılan tercüme sayfa 52-53
- 288 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve sıfatlarında tek olduğu ilan edilip diğer hayat düzenleriyle bu dinin ayrılış noktaları açıklandıktan sonra, bütün insanlık tarihi boyunca beşerî hayatın düzenlenmesi için gönderilen peygamberlerin, kitapların ve dinlerin de bu tek kaynaktan geldiği açıklanıyor:
"...Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hakk içerikli kitabı indirdi. Daha önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıran bu kitabı da aynı amaçla indirdi. Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri ağır bir azap beklemektedir. Hiç kuşkusuz Allah üstün irâdeli ve intikam alıcıdır." Bu âyetin birinci bölümü, İslâm inancının temel ilkelerinden bir kısmını kapsaması yanında, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve O'nun Allah tarafından getirdiği gerçekleri reddeden ehl-i kitab ve diğer inkârcıların iddialarını da çürüten ifadeleri içeriyor.
Peygamberlere gönderilen kitapların tek bir kaynaktan gönderildiği bildirilen âyet-i kerimede şöyle deniliyor: "Daha önce de Mûsâ'ya Tevrat'ı, İsa'ya da İncil'i indiren kendisinden başka ilâh olmayan, hayatın ve kudretin yegâne kaynağı yüce Allah'tır sana bu Kur'an'ı indiren." O halde ulûhiyet ve ubûdiyeti birbiriyle karıştırma veya aynı bedende birleştirmeden söz edilemez. Ortada, kulları arasından seçtiği bazı kimselere kitap veren tek bir ilâh ve bir de o kitapları teslim alıp kabul eden Allah'ın kulları vardır. Sonuçta onlar Nebi de olsalar Resul de olsalar Allah'ın kullarıdırlar.
Âyet-i kerime, Allah katından indirilen kitaplarda yer alan dinin ve hakkın da aslında bir olduğunu açıklıyor. "Sana daha önceki semavi kitapları onaylayan hak içerikli kitabı indirdi." Bu kitapların her biri aynı ortak amacı hedef almaktadır; "İnsanlara doğru yolu göstermek". Daha önce hıristiyan bir yazar olan S.W. Arnold'un "İslâm'a Çağrı" adlı kitabından yaptığımız alıntıda örneğini gördüğümüz gibi, bu kitap, aynen kendinden önce indirilen kitaplardaki Hakkı içeren ve insanların hevâ ve heveslerinin ürünü olan düşünce ekolleri ve siyasal akımların etkisiyle bu kitaplara karıştırılan saptırmaları ve şüpheleri gerçek olandan ayrıştıran "Furkan"dır.
Âyet-i kerimede kapalı bir üslûpla ehl-i kitabın yeni gelen peygamberi ve peygamberliği yalanlamasının tutarlı bir yanı olmadığı belirtilmekte. Zira bu yeni Risalet de kendisinden önceki Risâletlerin metoduna bağlı kalmakta; getirdiği kitap da daha önceki kitaplar gibi Hakk ile indirilmektedir. Bundan önceki kitaplar insanların arasından bir elçiye indiği gibi bu kitap da insanlardan bir elçiye indirilmiştir ve bu yeni Risâletin kitabı Allah'tan gelen kendisinden önceki kitapları doğrulamakta; diğer kitapların kanat gerdiği Hakkı bu kitap da koruma altına almaktadır. Üstelik bu yeni kitabı da kitap indirmede tek yetki sahibi olan Allah indirmiştir. İşte bu kitap, insanların inanç hakkındaki düşüncelerini, hayat düzenlerini, ahlâk, eğitim ve yasalarını belirleyen ve elçisine indirdiği kitap doğrultusunda temelden kurma hakkına sahip olan Allah tarafından indirilmiştir.
Ayetin ikinci bölümü ise, Allah'ın ayetlerini inkâr edenlere korkunç bir tehdit yöneltmekte, Allah'ın kudretini, üstünlüğünü, azap ve intikamının dehşetini onlara göstermektedir. Allah'ın ayetlerini kabul etmeyenler bu tek gerçek dini bütünüyle reddedenlerdir. Daha önce kendilerine indirilen Allah'ın kitabından sapmış olan ve bu hareketlerinin sonucu olarak, Hakk'ı batıldan apaçık bir şekilde ayıran, bu yeni kitabı da yalanlama yoluna sapan ehl-i kitab, burada küfürle nitelendirilmekte; Allah'ın dehşet verici azabı ve kaçıp kurtulmanın mümkün
İNCİL
- 289 -
olmayacağı intikamıyla tehdit edilenlerin başında yer almaktadırlar. Bu azap ve intikam tehdidinin hemen ardından da kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmadığı, hiçbir sırrın gizlenip kaçırılamadığı Allah'ın sınırsız bilgisi vurgulanmaktadır: "Hiç şüphesiz, ne yerde ve ne gökteki hiçbir şey Allah için gizli değildir." Burada, Allah'ın hiçbir şeyin kendisinden gizli kalmadığı sınırsız ilim sıfatıyla vasıflandırılması, sûrenin başında yer alan ulûhiyet ve otorite birliği kavramlarıyla uyum arz ettiği gibi bir önceki âyette dile getirilen korkunç tehditle de âhenk içindedir. "Ne yerde ne de gökte" tüm genişliğine ve sınırsızlığına rağmen hiçbir şey Allah'ın bilgisinden kurtulamayacaktır. Öyleyse niyetleri O'ndan gizli tutmak mümkün olmadığı gibi, tuzakları örtbas etmek de mümkün olmayacaktır. O'nun o şaşmaz cezasından, her şeyi en ince ve gizli yönlerine varıncaya kadar kuşatan engin bilgisinden kaçma imkânı yoktur.
Ne yerde, ne de gökte hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, her şeyin en ince ve gizli taraflarına varıncaya kadar bilinen kapsamlı bilginin ışığı altında insanların duygularına hassas ve engin bir şekilde temas edilmekte; gayb âleminin bilinmezliği ve ana rahminin karanlığında insanın hiçbir bilgisi, gücü, kavrayışı olmadığı mahiyeti bilinmeyen yaratılışa değinilmektedir: "Size döl yataklarında dilediği biçimi veren O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir." Böyle "şekillendiriyor sizi". Allah insanı kendi mutlak iradesi ve isteğiyle beşerî vasıflar doğrultusunda şekillendiriyor, o dilediğini yapar; O'ndan başka ilâh yoktur; Aziz'dir; yaratma ve şekil vermede güç ve kudret sahibidir; Hâkim'dir; yarattığı ve şekil verdiği mahlûkatının işlerini kendi hikmetiyle hiçbir yardımcı ve ortağa ihtiyaç duymaksızın idare edendir.
Bu noktaya temas edilmekle hıristiyanların, Hz. İsa'nın (selâm üzerine olsun), yaratılışı ve doğumu hakkında yaydıkları şüpheler aydınlanmaktadır. Buna göre; İsa'ya "dilediği" şekli veren Allah'tır. Yoksa Hıristiyanların ileri sürdüğü gibi İsa; Rabb, Allah, Oğul ya da beşerî ve ilahî nitelikleri aynı anda üzerinde toplayan üç varlıktan biri değildir. Aynı zamanda O, zihinlerin rahatça kavrayabildiği apaçık Tevhid düşüncesinin karşısına çıkan saptırılmış ve gizemli bir nitelik kazandırılmış düşüncelerin ileri sürdüğü gibi anlaşılması zor bir şahıs da değildir. 1175
İncil ve Hıristiyanlıkla İlgili Bazı Kavramlar
Ahd-i Atik: Ahd sözleşme; Ahd-i Atîk, eski sözleşme demektir. Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan, hem yahudilerce ve hem de hıristiyanlarca kutsal kabul edilen kitaplara bu ad verilir. Toplam 39 kitaptan meydana gelir. Üç bölümdür. Birinci bölüm, beş kitaptır. Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye adlı bu beş kitap Tevrat adını alır, Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme Musa’nın beş kitabı da denir. İkinci bölüm, peygamberler adını taşır ve Hz. Musa’dan sonra gelen yahudi peygamberlerinin kitaplarını kapsar. Üçüncü bölüm, Ketubim adıyla anılır ve Dâvud’un mezmurları/şiirleri, Süleyman’ın meselleri/özdeyişleri, Eyyub’un öyküsü gibi metinlerden meydana gelmiştir.
Ahd-i Cedid: Hıristiyanların kutsal kitaplarına denilir. Yahudilerce sapıklık sayılan ve hıristiyanlarca benimsenen bu inanca göre yahudiler eski ahidle Tanrı’ya verdikleri sözü tutmamışlar ve vatanlarından sürülmekle cezalandırılmışlardır. Sonra Tanrı onlara acımış ve Ahd-i Cedîd’le yeni bir anlaşma önermiştir. Bu yeni
1175] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an
- 290 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sözleşmeye uyarlarsa arz-ı mev’ut (Filistin) onlara tekrar verilecektir. Yeni sözleşme anlamındaki Ahd-i Cedîd, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleriyle, Rasüllerin İşleri adlarını taşıyan ve değişik yerlere yazılan mektuplardan meydana gelmiştir. Toplam 27 kitaptır.
Apokryphos İnciller: Varlığı kabul edilen gizli ve kilise tarafından sahte kabul edilen İncillere apokrif İncil denilir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinin dışındaki tüm İnciller apokrif sayılır. Hıristiyanlar, özellikle III. y.y.da gizli bazı İncillerin varlığına inanırlar. Meselâ, 1886 yılında eski bir Mısır mezarında bu gizli İncillerden biri sayılan Petrus İncili’nin bir parçası bulunmuştur. Apokrif İncil sayılan en önemli İncil Barnaba(s) İncilidir.
Ariusçuluk-Arianizm: Teslisi kabul etmeyip tevhide inanan eski hıristiyan gruplardan biri. Muvahhid papaz Arius’un izinden giden tevhide inanan hıristiyanlık. IV. Yüzyıl ve sonrası hıristiyanlığında büyük tartışmalara yol açan ve katolik kilisesince sapıklık sayılan İskenderiye’li papaz Arius’un, Hz. İsa’dan beri, papalığın ve sonraları devletin tüm baskılarına rağmen devam edegelen tevhidî çizgideki hıristiyanlık Ariusçuluk veya Arianizm diye isimlendirilir. Bu inanca göre, Hz. İsa, kesinlikle bir tanrı değil; peygamberdir. İzmit’li Eusebios da bu çizginin şiddetli savunucusudur.
Aslî günah: Pavlus tarafından hıristiyanlığa sokulmuş, insanın temiz fıtratını, Hz. Âdem’in Kur’an’da affedildiği belirtilen şahsî ve küçük hatasını tüm insanlara bulaştıran ve Hz. İsa’nın ülûhiyetine ve vaftiz törenine mesnet yapılan bâtıl anlayış. İlk günah da denilen aslî günah anlayışına göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Yine insanın aslî günahından arınması için insanın kutsal kabul edilen suyla yıkanma zorunluğu vardır ki buna vaftiz denilir.
Aziz (sint, saint): Kutsallığına inanılan kişi, ermiş insan. Hıristiyanlık tarihinde azizlik kurumu çok büyük bir önem taşır. Aziz, önce halkın inancıyla azizleşir, sonra kilise tarafından resmen aziz olarak tanınır ve açıklanır. Hıristiyanlıkta otuz beş bin aziz bulunduğu tespit edilmiştir. Meşhur hıristiyan araştırmacılarından Camille Jullian şöyle der: “Ancak azizlerin mezarlarına sahip olduktan sonradır ki, hıristiyanlık halk yığınlarınca kabul edilmiş ve tutulan bir inanç haline gelmiştir.” Hatta ilk hıristiyanlar, Kelt kasabalarında kendi inançlarını yayabilmek için onların kutsal saydıkları mezarların üstüne birer haç dikip benimsemek zorunda kalmışlardır.
Barnaba: Asıl adı Yusuf olan Barnaba, Hz. İsa’nın havârilerinden/öğrencilerindendir. Bütün hayatını hıristiyanlığı yayma uğrunda geçirmiştir. Kilise tarafından apokrif/sahte sayılan İnciller içinde en önemli olanlardan biri Barnaba(s) İncilidir. Tarkçe’ye de çevrilen bu İncil, Hz. İsa’nın tanrılığını reddeder, çarmıha gerildiğini kabul etmez, Hz. İsa’nın bir peygamber olduğunu açıkça zikreder. Bu İncil’in teslisi reddedip ısrarla tevhidi vurgulaması, hıristiyanlarca yasak İncil sayılmasının temel sebebidir. Barnaba, Markos’un hocası, Pavlus’un önderi bir kişi olduğu halde, kilise, ona nisbet edilen İncil’i reddetmektedir.
İNCİL
- 291 -
Bible: (Baybıl okunur) Yunanca kitaplar anlamındaki biblia kelimesinden gelir. Tevrat, İnciller ve diğer kutsal kitaplardan meydana gelen Kitab-ı Mukaddese denilir. İncillerin hiçbir yerinde, İncil anlamında bu kelime kullanılmaz.
Cizvitlik: Tutucu ve sofu hıristiyan tarikatı. 16. y.y.da Fransa’da kurulmuştur. İsa derneği adıyla da anılır. Hz. İsa’nın saf düşüncesine dönüş anlayışı içinde yoksulluk, bekâret ve itaat ilkelerinden yola çıkmıştır. Özellikle dinden saptıklarını iddia ettikleriyle savaşları ve siyasal etkileriyle öne çıkar. Avrupanın hemen bütün soylularının, kralların ve prenslerin din ve törelerinin öğretmenleri cizvitlerdi. Cizvitler, aşırı disiplin ve bir üste körü körüne itaat ve bağlılıklarıyla meşhurdur. Fransa’da 1789’dan sonra yeniden ve gizlice örgütlenmeye çalışmışlardır. İtikat konusunda farklı bir teslis anlayışı savunurlar. Hıristiyanlığın çoğu mezheplerindeki teslis anlayışı; baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelen üçlü tanrı anlayışıdır. Cizvit teslisinde ise; İsa, Meryem ve İsa’nın babası(!) Yusuf’tan oluşan üçlü tanrı inancı vardır.
Communion âyini: (Komünyo vermek-almak) Hz. İsa’nın eti ve kanı. Ekmek ve şarapla yapılan âyin. Ekmek ve şarap, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın etini ve kanını simgeler. Her katoliğin yedi yaşına kadar communio alması zorunludur. Uygulama olarak, yapılan bir âyinde ‘hestia’ adı verilen bir parça mayasız ekmek, kutsal kabul edilen şaraba batırılarak verilir; buna communio vermek; bu törene de communio âyini denilir. Komünyo alan, tanrının bağışını kazanmış sayılır. Hz. İsa, kendisinin öleceğini haber verdiğine inanılan, son akşam yemeğine, Latince akşam yemeği anlamına gelen ‘cena’ denilir. Gerçekte bu yemek, bir yahudi geleneğiydi ve her yıl Mısır’dan ayrıldıklarında yenen son yemeğin hâtırasını anmak için kutlanıyordu. Hz. İsa’nın da bu geleneğe uyarak, son gece, havârileriyle birlikte bu kutlama yemeğini yediğine ve bu yemekte, kendisinin öleceğini haber vererek ‘eukharistia’ adı verilen dinî âyin emrettiğine inanılır. İncillerdeki ifadeye göre, Hz. İsa, havârilerine dağıttığı ekmeğe, “bu benim vücudumdur” ve dağıttığı şaraba, “bu benim kanımdır” demiştir. Hıristiyanlar, her yıl, ‘kutsal perşembe’ adını verdikleri ‘cena’yı kutlarlar.
Ehl-i kitap: İslâm’a göre Kitap ehli, inandıkları peygamberlerin Allah’tan Kitap getirdiğini kabul edenler. Hıristiyan ve yahûdilerin ehl-i kitap(tan) olduklarında ihtilâf yoktur.
Ekanim-i selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamına gelir. Tanrıyı hem üç, hem bir sayan teslis anlayışı. Tahrif edilmiş Pavlus hıristiyanlığının temel ilkesi olan bu inanç, tanrı kavramını baba, oğul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayışı olarak kabul ederler. Bu anlayışa Fransızca trinite, Arapça teslis adı verilir. Üçleme anlamına gelen bu deyim, hıristiyanlığın temel inancı olan baba, oğul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayışa göre, İslâm’a ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiğine ve hatta bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in nice ifadesine göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hıristiyanlıkta kutsal ruh ve oğul diye anılan Hz. İsa’nın da tanrı olduğu ileri sürülür.
Emmanuel: Hıristiyanların kabullerine göre Hz. İsa’nın adlarından biri. Peygamber İşaya, Eski Ahid’de “Tanrı bizimledir” anlamına gelen bu kelimeyi, geleceğin Mesih’i için kullanmış. Matta İncilinde bunun İsa olduğu yazılıdır.
Engizisyon: Eskiden hıristiyan dünyasında farklı inanç taşıyanları
- 292 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cezalandırmak maksadıyla kurulan mahkeme. Ateşte yananın suçlu olduğu inancına dayanan yargılama tarzına engizisyon denilir. Ortaçağda din konusunda sapık kabul edilenlerin cezalandırılması amacı ve bahanesiyle, kurulu düzeni korumak için kurulan bu yargılama yöntemi, aklın kabul edemeyeceği inancın gereği olarak ortaya çıkmıştır. Bu inanca göre, suçsuz olan, ateşte yanmayacaktır. Bir sanığın suçlu olup olmadığını anlamak için böyle bir uygulama yöntemi kullanılmıştır. Özellikle İspanyol engizisyonunun gerçekleştirdiği bu akıl ve insanlık dışı yöntemler, 18. y.y.a kadar olanca vahşetiyle sürmüştür.
Evlilik: Romalıların Diana adını verdikleri Yunan tanrıçası Artemis, evlilik düşmanıydı. Peşinde gezdirdiği perilerden biri evlenecek olursa, yasalara karşı geldiğinden ötürü onu şiddetle cezalandırırdı. Katolik hıristiyanlarda görülen din adamlarının evlenmemeleri gerektiği inancı, Artemis tapımından kalma bir gelenek sayılmaktadır. Hıristiyan Alman düşünürü Schopenhauer, bir kadınla bir erkeğin birleşmesinin çok iğrenç bir şey olduğunu, İsa’nın böylesine iğrenç bir ilişkinin ürünü olmamak için babasız doğmuş bulunduğunu ileri sürer.
Haç: Hıristiyanların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmiş halini temsil ettiğine inandıkları, birbirini dik olarak kesen iki doğrudan meydana gelen t harfi görünümündeki şekil; salîb ve istavroz da denilir. Haç, hıristiyanlığın simgesi kabul edilir. Haç çıkarmak: Elleriyle haç işareti yapmak, istavroz çıkarmak. Hıristiyanlıktan önce çoktanrıcı bazı dinlerde de mutluluk simgesi kabul edilen haç, hıristiyanlıkta ilkin din uğruna ölenlerin mezarlarına konulurdu. Daha sonra bütün hıristiyanların mezarlarına konulmaya başlandı. Boyunlarda kolye olarak da takılır. Duâ sırasında da belli yerlerde haç işareti yapılır: Sağ elin parmaklarıyla göğse haç biçimi çizilerek bir çeşit kutsama yapılır. El önce alna, sonra göğse, sonra sol omza ve en sonunda da sağ omza dokundurulur. Bu işaret, aynı zamanda baba-oğul-kutsal ruh teslisini/üçlemesini de simgeler. Yunan kilisesinde el önce sağ omza, sonra sol omza götürülür. Protestanlıktaysa haç çıkarılmaz. Ortodokslar her yıl 6 Ocak günü haçı suya atma töreni yaparlar. Bu tören, onlara göre İsa’nın Yahya peygamber tarafından Ürdün nehrindeki vaftizini simgeler. Bu dinî törende, üstünde İsa’nın resmi bulunan bir haç deniz, nehir, göl gibi herhangi bir suya atılır; hıristiyanlar suya atlayarak haçı bulup çıkarırlar. Haçı bulup çıkaran hıristiyan kutsanır.
Haramlar: Hıristiyanlıkta haram/yasak olan şeyler, Pavlus’un tenzilâtlarıyla 4 tanedir. Bunlar, putlara kurban edilen şeyler, boğulmuş hayvan, kan ve zinadan ibarettir. 1176
Havârî: Havâri kelimesi Kur’an’da geçer. İncillerde, bunun yerine daha çok şâkirt (öğrenci) kelimesi kullanılır. Havârî, yardımcı demektir. Arapçaya Habeşçeden geçmiş olup aslı “havâryâ”dır; “yardımcı” anlamına gelmektedir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dine ve onun peygamberliğine iman eden, müslümanlardan olan1177 ve Hz. İsa’nın tebliğ ettiği fikirleri yaymayı üstüne alan on iki kişiden her birine havâri denir. Âl-i İmrân sûresi, 52. âyetinde Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olmayı taahhüd edenlere bu adın verildiğini görmekteyiz. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) ilk inanan insanlar olan “sahâbe”nin benzerleridir.
1176] Bkz. Rasüllerin İşleri, 15/28-29
1177] 3/Âl-i İmrân, 52
İNCİL
- 293 -
Havâriler, toplam 12 kişidirler. Bunlardan biri ihânet ederek kâfirlere Hz. İsa’yı ihbar etmiştir. İsimleri şunlardır: Simun (Petrus), Andreas, Yâkub (Zebedi’nin oğlu -büyük-), Yuhanna (Boanerces), Filipus, Bartolomaeus, Matta, Tomas, Yâkup (Alfeus’un oğlu -küçük-), Gayyur Simun, Yahuda (Taddeus), Yahuda İskaryot.1178 Bunlardan Petrus, havârilerin en büyükleri ve lideri, Yahuda İskaryot da Hz. İsa’ya ihanet eden ve onu ihbar edip yakalatmaya çalışan kişidir. Hıristiyan rivayetlerine göre otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı yakalattıran İskaryot, sonradan vicdan acısı çektiği ve kendisini astığı söylenir. İslâm âlimlerine göre, Hz. İsa’yı ihbar eden Yahuda, Hz. İsa görünümüne dönüşmüş ve Hz. İsa yerine o çarmıha gerilmiş, Hz. İsa da göğe yükseltilmiştir.
İncil(ler): Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’ya vahyedilen İncil’den bahseder. Bu İncil, bir tek İncil’dir. Bugünkü İnciller de, Hz. İsa’ya vahyedilen/vaz’edilen İncil’den birçok yerde bahseder. Buna rağmen elde mevcut hiçbir İncil için, hıristiyanlar tarafından bile “bu İsa’nın İncilidir” denilemez ve ona atfedilmez; “Matta’ya Göre İncil, Markos’a göre İncil...” denilir. Kilise tarafından birbirinden hayli farklı ve birbiriyle nice çelişkileri olan dört farklı İncil yasal İncil sayılmıştır. Arapça “Enâcil-i erbaa” denen bu dört İncil, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir. Asıl yazıldıkları nüshaları elde bulunmayan bu dört İncil’in tümü, Hz. İsa’dan çok sonra yazılmıştır. En eski nüsha olarak yazıldıkları İbrânice ve Latinceden Yunancaya ve çok zaman sonraki tercümeleri vardır. Bu dört İncil, kendisi de o zamanlar hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest imparator Konstantin tarafından 325 yılında topladığı İznik konsilinde yüzlerce İncil yazması arasından 2048 kişilik üyenin sadece 318’inin kararı ve imparatorun tercih ve yönlendirmesiyle seçilmiş, özellikle tevhid içerikli İnciller başta olmak üzere diğer tüm İnciller sahte kabul edilerek yakılmış ve yaktırılmıştır.
Katolik: Roma kilisesi, katolik mezhebinden olan hıristiyan demektir. Katoliklik, Roma kilisesine bağlı hıristiyan mezhebine denilir.
Keşiş: Dünyayla ilişkisini kesip manastırda yaşayan hıristiyan din adamı. Keşişler evlenmezler, dünyadan el etek çekip bir inziva hayatı sürdürdüklerinden ötürü münzevîdirler. İlk keşişler, Mısır’da azizliğe/ermişliğe ulaşmak için çöle çekilir, bir çeşit çileci hayatı sürerlerdi. Manastırlar, bu bireysel çile çekmeyi bir disipline sokmak amacıyla kurulmuştur. Hıristiyanlıkta çilecilik, Hz. Âdem’in suçundan ötürü soyaçekim yoluyla aşağılanmış insanın kendini cezalandırmasını dile getirir.
Kilise: Yunanca topluluk anlamına gelen ekklesia deyiminden türetilmiştir. Hıristiyan mâbedi/ibâdethanesine, hıristiyanların ibâdet ettiği binaya kilise denilir. Ayrıca, hıristiyan mezhebi için kullanılır: Katolik kilisesi, ortodoks kilisesi şeklinde. Kilise, ilkin hıristiyan toplulukları anlamında kullanılmıştı. İlk hıristiyanların bugünkü anlamda kilise binaları yoktu. İlk dönem hıristiyanlığında kilise yapısı olmadığı gibi, din adamları statüsü ve ruhban sınıfı da yoktu. İkinci y.y.dan sonra kiliseler görülmeye başlamıştır. İlk kiliselerin din adamları, kilisenin bakımı ve temizliğiyle görevli kilise hizmetçileriydi. Sonradan büyük statü kazanan din adamlarına, piskopos denilmeye başlandı ve bunlar kilisenin başına geçtiler. Birçok kilisenin piskoposları birleşince evrensel kilise kurulmuş oldu ve bunun başına geçen piskopos papa adını aldı. Katolik kavramı da evrensel kilise
1178] Matta, 10/2-4
- 294 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamındadır.
Kitab-ı Mukaddes: Ahd-i Atîk ve Ahd-i Cedîd’den meydana gelen kitapların bütününe denir. Kitab-ı Mukaddes, tahrif edilmiş şekilleriyle Tevrat, Zebur ve İnciller yanında, bazı peygamberlere atfedilen kitaplar, Pavlus’un 15 ayrı mektup ve kitabından oluşmuş kitaplar kolleksiyonudur.
Konsil: Hıristiyan ruhanîler ve râhipler meclisi. Özellikle katolik kilisesi dogmaları ve kilise disiplinini düzenleyen kurallar 2. y.y. dan itibaren toplanmaya başlanan bu konsillerce tespit edilmiştir. 1869 yılına kadar değişik aralıklarla toplanan konsillerin sayısı yirmidir. Hıristiyanların temel inançları bu konsillerde kararlaştırılmıştır. 325 yılında toplanan İznik konsili, Pavlus’un görüşünün temeli olan İsa’nın tanrılığını kabul etti. Bu görüşe muhâlif olan İncilleri ve başka kitapları nerede olursa olsun toplatıp yakmayı kararlaştırdı. Bu kararın alınmasında henüz hıristiyanlığı kabul etmemiş olan putperest kral Konstantin’in büyük etkisi oldu; bu kararla hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştırmış oldu. Yine, bu konsilde alınan kararların aksini savunanları konsil, lânetlemekte ve aforoz etmektedir. 2048 Din adamının katıldığı bu konsilde bu kararı alan din adamlarının sayısı sadece 318 idi. 1720 farklı görüşün iddiaları geçersiz kabul edildi. Daha sonra İnciller de konsil tarafından değerlendirildi; Önemli bir kısmı teslisi değil de tevhidi savunan yüzlerce İncil’in içinden 4 İncil (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri) resmen kabul edilen İnciller oldu. Bunun dışındaki kitaplar için, nerede olursa olsun toplattırılıp yatırıldı.
Kutsal Perşembe: Hıristiyanlar, 13 nisan Perşembe gününü kutsal Perşembe olarak nitelerler. Çünkü Hz. İsa, son akşam yemeğini o gün yemiştir. Ayrıca, her yıl Nisan ayının 14. günü akşamı toplanıp topluca yemek yemek, eski bir İbrânî geleneğidir.
Kutsal kabir: Kudüs’te bulunan Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan mezar. Hıristiyanlarca, Yusuf tarafından gömülen ve sonradan ermiş Helena tarafından bulunan bu mezar kutsaldır. Kur’an’a göre, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği ve öldürülmediği1179 için bu mezar kesinlikle Hz. İsa’ya ait olamaz.
Kutsal Cumartesi: Katolik hıristiyanlar, paskalya arefesinde kutsal haftanın son günü olan Cumartesiyi kutsal Cumartesi sayarlar.
Luka: Hıristiyanlarca kabul edilen 4 İncil’den biri ve bu İncil’i yazan kişi. Hıristiyan kaynaklarına göre de havâri olmayan Luka’nın asıl mesleği hekimlikti. Yunan asıllı veya Pavlus’a yardımcı olan yahudi asıllı Antakya’lı bir doktor olduğu rivâyetleri vardır. Aynı zamanda Yeni Ahid’deki kitaplardan biri olan Rasüllerin İşleri kitabının yazarı olarak da bilinmektedir. Luka İncili’nin aslı, büyük bir ihtimalle İbrânice veya bazılarına göre Latincedir. Eldeki en eski nüsha ise Yunanca tercümesidir. Bazı hıristiyanlar aslının da Yunanca yazıldığını söylemektedir. Luka’nın bu İncili Yunanlılar için yazdığı anlaşılmaktadır. Luka İncilinde tarih yanlışlıkları ve maddî hatalar oldukça fazladır.
Markos: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklarına göre de Markos havâri değildir. Yeni Ahid’de ikinci sırada yer alan bu İncil’in yazarının asıl adı Yuhanna’dır; Markos onun lakabıdır.
1179] 4/Nisâ, 157
İNCİL
- 295 -
Matta: Yasal dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarı. Hıristiyan kaynaklara göre Filistin’li bir yahudi ailenin oğlu olan Matta’nın ikinci adı Levi’dir. Kendisi gümrük memuru olarak görev yaparken Hz. İsa ile tanışarak ona tâbi olmuştur. Yani hıristiyan kaynaklarına göre Havâri sayılır. Fakat bazı araştırmacılar, halen elde mevcut olan Matta İncilinin yazarının Havâri Matta olmadığını, bu İncili aslında ismi meçhul Filistinli bir yahudinin yazdığını ileri sürmekte ve deliller ileri sürmektedirler. Gerçekten bu İncil, yahudi hukukuna çok saygılıdır. Ayrıca, bu İncilin yazarı, İncilini yazarken Havâri olmayan Markos’tan geniş çapta istifade etmiştir. Havâri birinin havâri olmayandan büyük çapta istifade etmesi pek gerçekçi değildir. Matta İncili’nin İbrânice asıl nüshası ortadan kaybolmuş, elde en eski nüsha olarak Yunanca tercümesi vardır, ancak bunu kimin tercüme ettiği belli değildir. Bu tercümenin doğruluğunu anlayabilmek için asıl nüsha ile karşılaştırılması gerekir ama ne ortada asıl nüsha vardır, ne de tercümeyi yapanın ismi.
Mesih: Üzerine kutsal sayılan yağ sürülmüş demek olan Mesih, Hz. İsa’nın lakabıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İsa için, onun ismi yerine de kullanılmıştır.
Misyoner: Misyon, bir şahıs veya heyete verilen özel görev demektir. Misyoner: Kendini bir fikrin yayılmasına adayan kimse demektir. Misyoner kelimesi daha çok hıristiyanlar için, hıristiyanlığı yaymayı görev edinmiş kimse demektir. Misyonerlik, hıristiyanlığı yayma yönündeki sistemli bir faaliyet ve teşkilattır. Misyonerlerin yaptığı işe de misyonerlik denilir.
Nasârâ: Nasrânî kelimesinin çoğuludur. Nasrânî, hıristiyan; nasârâ da, hıristiyanlar demektir. Hıristiyanlık için de “nasrâniyye” kelimesi kullanılır.
Nasrânî: Nasrâni ve Nasârâ kelimesinin anlamı ve hıristiyanlar için kullanılması konusunda iki değerlendirme yapılır: 1- Kelime, Nâsıra veya Nasran adlı köyden olanlar anlamındadır ki, Hz. İsa ve havârileri bu köye nispet edilirler. 2- Yardım ve destek anlamındaki nusret veya nasr kökünden yardım edenler, yardımcılar anlamındaki ensâr kelimesine nispet edilmiştir. Âl-i İmrân sûresi 52. âyetinde Hz. İsa’nın yardım talebine havârilerin olumlu cevap vermeleri sebebiyle havâriler için ensâr kelimesi kullanılır. Bu deyimden yola çıkılarak havârilere ve tüm hıristiyanlara “yardım edenler” anlamında nasârâ denmiştir.
Noel, Noel Baba: Noel, hıristiyanların Hz. İsa’nın doğduğu geceyi kutlamak için yaptıkları bayramdır. Noel ağacı: Hıristiyanların noel için kesip süsledikleri çam. Noel Baba: Hıristiyanların noel gecesi hediye getirdiğine inandıkları, inanmasalar da çocuklarını kandırdıkları mitolojik ve hayâlî kişidir. Hıristiyanlarca Hz. İsa’nın, Aralık ayının 25’inde doğduğu kabul edilir ve her yıl bu günde noel kutlanır. Eskiden Ocak ayının 6. günü kutlanırdı. Hz. İsa’nın hangi yıl doğduğu da hayli tartışmalıdır. Örneğin, Matta İncili’ne göre, bugün İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilen yıldan, yani milattan en az dört yıl önce, Luka İncili’ne göre, milat diye kabul edilen yıldan 6 yıl sonra doğmuştur.
Ermeni mitolojisinde yeni yıl tanrısının adı Amanor’dur. Paganlık/putperestlik zamanlarında avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam ağaçlarına asılırdı. Noel günü çam ağacına çeşitli şeyler asılarak yapılan tören, hıristiyanlığa bu pagan geleneğinden geçmiştir. Ayrıca, ağaçlara tapmanın yaygın olduğu bölgelerde çam ağacına da tapılmıştır. Antik çağın ünlü Yunan ve Roma mitolojileri,
- 296 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ağaç tanrılarla doludur. Ağaçlar, Yunanlılarla Romalılarda tanrıların barınakları sayılıyor ve ağaçların bir ruhu olduğuna inanılıyordu.
Ortodoks: Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri. Öteki iki mezhep katoliklik ve protestanlıktır. 1054 yılında Roma’dan ayrılan ve onu tanımayan Bizans’la ona bağlı olan doğu kiliseleri ortodoksturlar. Bu anlayış, 9. y.y. dan sonra Slavlar arasında yayılmıştır. Ruslar, Bulgarlar, Sırplar bu mezheptendirler. Ortodoksluk inancına göre yeryüzünde bulunan her kilise bağımsızdır. Ortodoks baş patriği sadece bu bağımsız kiliseler birliğinin başkanıdır. Bu mezhebin kuramsal inançlarının başında baba’nın yaratılmadığı, oğul’un yaratıldığı ve baba-oğul-ruhu’l-kudüs üçlemesindeki öz birliği gelir. İsa’nın ilâhî/tanrısal ve insanî nitelikleri birbirinden ayrılamaz. Ruhu’l Kudüs’ün, sadece Babadan doğduğuna inanan Katoliklerin tersine; hem baba ve hem oğuldan doğduğunu kabul eden mezheptir. Kiliselere ikonalar, yani kutsal resim ve heykeller konulmasını savunurlar ve kiliselerini bunlarla doldururlar.
Papa: Katolik kilisesinin en büyük ruhanî reisi, Roma piskoposu. Papalık: Papa yönetimi, papanın başında bulunduğu devlet, İtalya topraklarında bulunmasına rağmen, ayrı devlet kabul edilen dünyanın en küçük devleti Vatikan, papa tarafından yönetilen teokratik bir papalıktır.
Papaz: Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı, râhip, keşiş.
Paskalya: Hıristiyanların Hz. İsa’nın dirildiğine inandıkları gün yaptıkları bayram. Her yıl Mart ayının 14. gününü izleyen Pazar günü, hıristiyanlara göre Hz. İsa’nın dirildiği gündür. Bugün, İsa’nın yeniden yaşama geçtiğine inanılır ve büyük bayram yapılır. İlkbahara doğru kutlanan bu bayram, her yıl sonbaharda ölüp ilkbaharda dirilen Sümerlerin Temmuz, Eski Anadolunun Attis ve Agdistis, Yunanlıların Adonis inançlarından gelmedir. Bu bayram da hıristiyanlığın putperestlere verdiği tâvizlerden biridir. Yahûdi geleneğiyle de irtibat kurulabilir. Şöyle ki, Yahûdiler de her yıl, aynı adla, dinsel gök ayının -ki bu, dinî takvimlerinin birinci ayıdır- 14. gününde Mısır’dan çıkışlarını kutlamak için bayram yaparlar. Hıristiyanlar, paskalyayı baş bayram saymışlar ve bir çeşit bayramlar takviminin temeli olarak tespit etmişlerdir. Katolik takviminde bayram günleri her yıl aynı güne düşmediğinden bütün katolik bayramları paskalyaya göre hesaplanır. Paskalya çöreği: Paskalya günü yapılan bir cins tatlı çörek. Paskalya yumurtası: Paskalya günü hıristiyanların kırmızıya boyadıkları haşlanmış yumurta.
Patrik: Ortodoks kiliselerinin başkanlarına patrik denir. Bazı doğu kiliselerinde ve ortodokslarda en büyük ruhanî reis demektir. Patriğin kaldığı yere, makamına patrikhane denir.
Pavlus (Paulus, Paul, Saint Paul -Sen Pol-): Milâdî 5-67 yıllarında yaşayan yahudi asıllı, hıristiyanlığı aslî ve tehvid çizgisinden çıkarıp, teslis gibi temel dogmaları oluşturmuş, kiliseler kurmuş ve hıristiyanlığı teşkilâtlandırmış kişidir. Bugünkü muharref hıristiyanlık onun ürünüdür. Pavlus, Hz. Musa’nın yasa ve yasaklarını yürürlükten kaldırmış ve yeni bir anlayış geliştirmiştir. Mektupları, Kitab-ı Mukaddes’ten sayılmış, İnciller seviyesinde görülmüştür. Tevhid yerine teslisi, Hz. İsa’nın peygamber değil; tanrının oğlu ve tanrı olduğunu hıristiyanlara kabul ettirmiştir. İlk günah, aslî günah anlayışını da o icat etmiştir. Buna göre, ilk günah, Hz. Âdem’in suçuyla başlamış ve bütün soyuna bulaşmıştır. Her doğan
İNCİL
- 297 -
insan, babası Âdem’in günahının mirasından dolayı günahkâr olarak doğar. Tanrı, kendi niteliğine sahip olan oğlu İsa’yı insanları bu suçtan, yani aslî günahtan kurtarmak için yeryüzüne göndermiştir. Kıyamet gününde de insanları diriltmek ve ilâhî bağışa kavuşturmak için yeryüzüne yeniden inecektir, ruh da bu yüzden ölümsüzdür. Bu Pavlos dogmalarının hiçbiri yahudilikte de, Hz. Musa şeriatında da yoktur (Tabii ki, Hz. İsa’nın tebliğ ettiği dinde de bulunmamaktadır). Bu açıdan, Pavlus’un öğretileri, hıristiyan dogmalarıyla birlikte yahudi şeriatının da yürürlükte bulunduğunu savunan Petrusculuk’a karşı, yepyeni bir hıristiyanlık anlayışıdır. Bugünkü hıristiyanlık, hemen tümüyle Pavlus’un temel itikad ve hükümlerini belirlediği, Pavlus’un merkezde olduğu bir dindir.
Paulcanien’ler: Paul de Samosate taraftarları, şimdi bağlıları kalmayan muvahhid hıristiyan gruplarından biri.
Petrus: Hz. İsa’nın baş havârisidir. Matta İncilinde yazıldığına göre Hz. İsa, ona, Petrus’ un kelime anlamı olan ‘taş’ anlamında: “Sen Petrus’sun, ben kilisemi senin üstüne kuracağım”1180 demiştir. Bununla beraber Hz. İsa’nın tutuklanması sırasında peygamberini terkettiği ve onu inkâr ettiği de bilinir. Ne var ki daha sonra hıristiyanlığı yaymaya çalışmış, dine ilk katılan çoktanrıcılar onun tarafından vaftiz edilmiştir. Pavlus’la karşılaşmış ve onunla anlaşamamıştır. Bu anlaşmazlık, Pavlus’un Galatyalılara Mektubunda açıklanır.
Piskopos: Yunanca bir kelime olup, kelime anlamı gözeten demektir. Başpapaz, bir piskoposluk bölgesinde başpiskopostan sonra gelen papaz, metropolit anlamında kullanılır. Dinsel bir bölge olan piskoposluğu yöneten en üst rütbedeki papaza piskopos denir. Katolik kilisesinin başkanı olan papa, bir piskoposlar piskoposudur.
Protestanlık: Katoliklikten ayrılma reformcu hıristiyan mezheplerine verilen ad. Protestan: Reformist hıristiyan mezhebinden olan, reform taraftarı. 16. y.y. da Roma kilisesini protesto eden Alman papaz Martin Luther’in reformuyla oluşan bir mezheptir. Protestan kiliseleri bağımsız ve ulusaldır; katolik kiliseleri gibi bir papa otoritesine bağlı ve uluslararası nitelikli değildir. Protestanlara göre ilâhî bağış karşılıksızdır ve o yüzden günah çıkarmak mecburi değildir. En üst hakem ve yetkili olarak Kitab-ı Mukaddes kabul edilmeli ve bir hıristiyan, sorularının karşılığını papadan değil; ondan öğrenmelidir. Papazlar evlenebilirler. Cehennem diye bir yer yoktur; sadece Tanrı’nın bağışını elde eden hıristiyanlar için ölüm ötesinde mutlu bir hayat vardır. Bununla birlikte çeşitli protestan kiliseleri arasında görüş ayrılıkları da hayli fazladır. Almanya ve İskandinav ülkelerinde Luther’ci, Fransa ve İsviçre’de Calvin’ci, İngiltere’de Anglikan, İskoçya’da Presbiteryen kiliseler protestandır.
Râhip: Hıristiyan din adamı. Kadın din adamlarına da râhibe denir. Papaz deyimiyle eş anlamda kullanılan bu deyim, genel olarak İslâm dışındaki diğer din adamları için de kullanılmıştır. Ama daha çok manastırda oturan hıristiyan din adamlarına râhip, oralarda yaşayan keşiş kadınlara da râhibe denilir.
Ruhbanlık: Râhiplik, papazlık, keşişlik. Râhiplerin hayat tarzı, manastır yaşayışı. Ruhbanlıkla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulur: “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i
1180] Matta, 16/18
- 298 -
KUR’AN KAVRAMLARI
verdik ve ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızâsını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.”1181 Ruhbanlık, hıristiyanların ihdas ettiği bir yaşayış ve anlayış tarzıdır. Rivâyetlere göre Hz. İsa’dan sonra muvahhid hıristiyanlar, yani mü’minler inkârcı zorbalarca yok edilmeye çalışılmış, girişilen üç savaşta mü’minler ağır kayıplar vermişler, sağ kalan iman ehli, kendilerinin de ölümü halinde dine dâvet edecek kimsenin kalmayacağı gerekçesiyle savaş yapmama kararı almış, sadece ibadetle meşgul olmaya başlamışlar. İşte bu suretle fitneden kaçarak, dinlerinde ihlâs ve samimiyet gösteren bu insanlar dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler, dağlar, mağaralar, oyuklar ve hücrelerde ibadetle meşgul olmuşlardır. Ama birçoğu bu râhib hayatına riayet etmeyerek, Hz. İsa’nın tevhid dinini bırakıp teslis akidesini ortaya attılar veya hükümdarlarının dinine girdiler. Hz. İsa’nın tevhid yolundan ayrılan bu hıristiyanlar, Hz. Muhammed’i (s.a.s.) de kabul etmediler, sapıklıklarına devam ettiler.
Rûhu’l-Kudüs: Hz. İsa’ya üflenen ilâhî ruh. Hıristiyanların inancına göre ruhu’l kudüs (kutsal ruh) insan yüzlü bir devdir, bütün nesnelerin başlangıcından beri sular üstünde kımıldayan, tûfandan sonra toprağı kurutan odur. Baba-oğul-rûhu’lkudüs, İsa’nın vücudunda toplanmış üç ilâhî kişidir. Tümü ilksiz ve sonsuzdur ve birbirlerine üstünlükleri yoktur. Bu, onların iddiasına göre tevhidde teslis, ya da teslisde tevhiddir (üçlükte teklik veya teklikte üçlük).
Sinoptik İnciller: Matta, Markos ve Luka İncilleri, birbirlerine çok benzediğinden ve aynı terimlerle yazıldıklarından sinoptikler denilir. Yuhanna İncili ise, hem konuları ve hem üslûbu/anlatım biçimi yönüyle diğerlerinden ayrılır. Örneğin, sinoptik İncillerde Hz. İsa’nın, dini bir yıl süreyle tebliğ ettiği anlatılırken; Yuhanna İncilinde bu süre üç yıldır. İlk üç İncilde gösterilen dâvet ve tebliğ yerleri ile Yuhanna’da gösterilen yerler de birbirinden çok farklıdır. Bununla beraber sinoptik İncillerin arasında da çok önemli oranda ve büyük sayıda farklılıklar ve çelişkiler vardır.
Tahrif: Tahrif, aslında bir kelimedeki harflerin yerini değiştirerek manayı bozma demektir. Terim olarak kullanılışı ise, bir metni, ilâve ve çıkarmalarla farklı manaya gelecek şekle sokma demektir. Kutsal kitabı olduğu gibi, dini bozmaya ve değiştirmeye de tahrif denilir.
Tecessüd: Arapça bir kelimedir. Vücutlanma, bedene girme, insan vücuduna dönüşme demektir. Hıristiyanlığa göre Tanrı, insanın aslî günahını bağışlamak için İsa’da tecessüd ederek insan şeklinde dünyaya gelmiştir.
Tekfir (Keffâret, Fidye –Redemption): Hıristiyanlığın esaslarından biri de, Tanrı’nın bütün insanların günahlarına keffâret olmak üzere, onların affı için insan şekline girip yaşadıktan sonra ıstırap çekerek ölmesi, yani tekfir/keffâret, fidye inancıdır. Bu inancın, üç temel uzantısı vardır: Hz. İsa’nın tanrılığı, bütün insanlığın günahkâr olduğu ve insanlığın affı için fidye (kurban) anlayışı.
Teslis: Arapça üç demek olan selâse kelimesinden türetilmiştir. Üçleme, üçe çıkarma demektir. Hıristiyanlıkta Tanrı’nın üç unsurun birleşimi olduğuna
1181] 57/Hadîd, 27
İNCİL
- 299 -
inanma haline denir. Üç tanrılık gücün tek tanrıda birleşmesi demek olan teslis, baba (tanrı) - oğlu (İsa) - rûhu’l kudüs’ü hıristiyanlar, tanrının üç ayrı görünümü sayarlar ve üçlükte tekliğe inanırlar; yani Tanrı hem tektir, hem de üç. Bu yüzden hıristiyanlara ehl-i teslis de denir. Kur’ân-ı Kerim, teslisin açık bir küfür olduğunu ve teslisi kabul edenlerin kâfir olduğunu 1182 vurgulayarak, bundan vazgeçilip Allah’a yalan uydurulmamasını ve Hz. İsa’ya iftira atılmamasını 1183 emreder.
Uknum-akanim: Uknum, Arapça unsur, esas, temel demektir. Akanim de onun çoğuludur. Akanim-i selâse: üç uknum, yani teslisin üç temel unsuru demektir ki, bunlar baba-oğul-ruhu’l kudüstür.
Vaftiz: Yunancadan geçmiştir. Hıristiyanların küçük çocuklara ve dinlerine girenlere uyguladıkları suya sokma veya su serpme töreni demektir. Hıristiyanlara göre, doğuştan, babası Âdem’in suçuna ortak olarak dünyaya gelen insan, ancak kutsal kabul edilen kilisedeki su ile yıkanarak günahlarından arınabilir. Yoksa hıristiyan kabul edilemeyeceği gibi, günahlarından da arınmamış olur ve cehennemi hak eder.
Yahuda: Hz. İsa’yı yakalatan havâri. İsa’nın on iki havârisinden biridir. İskaryot da denilir. Otuz gümüş dinar karşılığında İsa’yı ihbar ederek yakalattırmıştır. Sonradan vicdan azabı çektiği ve kendini astığı da rivâyet edilir.
Yahova: Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Ahd-i Atik’de Tanrı için kullanılan bir lafızdır. Yahudilerin kendi Tanrılarına verdikleri addır. Yehova veya Yahve biçiminde de yazılıp söylenir. Elohim lafzı da yine benzer şekilde kullanılır. Yalnız Yahova, yahudi ırkının özel tanrısı olup, başkalarının tanrısı değildir.
Yahova şâhitleri: Yahova/Yahve (Tanrı)’nın şâhitleri anlamında olan bu tâbir, hıristiyanlığı kendilerine göre yorumlayan, merkezî, otoriter bir teşkilâta bağlı misyoner grubunun kendilerine verdikleri addır. Yahova şâhitleri, yılbaşında Noel Baba adına yapılan âdetleri kabul etmezler. Yeryüzünü ebedî kabul ederler ve bu anlamda bir kıyamete de inanmazlar. Gayelerini dünya üzerinde gerçekleştirmek dâvâsıyla çok çeşitli dernekler, örgütler kurmuşlar, bu maksatla dergiler, kitaplar, broşürler yayımlamışlar, her çeşit araç ve propaganda yoluyla evden eve dolaşarak faâliyetlerini sürdürmüşlerdir ve hâlâ da bu çalışmalarına devam etmektedirler. Her ülkede, askerliğe karşı çıkarlar. Savaşlara, kan vermeye ve kan nakline karşıdırlar, barışçı ve iyiliksever portre çizmeye çalışırlar.
Yuhanna: Yeni Ahidi oluşturan dört İncil’den biri ve bu İncil’in yazarının adıdır. Mesleği balıkçılık olan Yuhanna, havârilerden biridir. Ancak, bazı hıristiyan araştırıcılar, İncil yazarı Yuhanna’nın, havâri Yuhanna’dan farklı kişi olduğunu, eldeki Yuhanna İncilindeki ifadelerden delillendirerek belirtirler. Gerçekten Yuhanna İncili, Yunan felsefesini çok iyi bilen biri tarafından yazılmış olmalıdır. Yuhanna İncili, diğer üç İncilden çok farklı kaleme alınmıştır. Diğer üç İncile, ortak konuları ve benzer üslûpları sebebi ile sinoptik İnciller denilir. Esas gayesi bakımından da diğer İncillerden hayli farklı olan Yuhanna İncili’nin asıl amacı teolojiktir. Onda Hz. İsa, Nâsıralı bir peygamber olarak karşımıza çıkmaz; insan şekline girmiş bir ilâh olarak takdim edilir.
1182] 5/Mâide, 73
1183] 4/Nisâ, 171-172
- 300 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yusuf: Hıristiyanlara göre, Hz. Meryem’in nişanlısı ve bazı mezheplere göre kocasıdır. İsa’nın babası sayılır ve Kitab-ı Mukaddeslerin soy kütüğüne göre, isa’nın atalarından biri ve ilkidir. Hem “Bâkire Meryem” anlayışı, hem de Meryem’in nişanlısı, hatta kocası ve Hz. İsa’ nın babası kabul edilmesi, tüm hıristiyanlar için olduğu gibi, elimizdeki İncillerin de büyük çelişkilerinden biridir. Hıristiyanlara göre ilk aziz (ermiş, evliya) sayılır. Peygamber Dâvud’un soyundan olduğuna inanılır. Marangoz olduğundan ötürü marangozların, dülgerlerin duayeni/piri ve koruyucusu kabul edilir.
İNCİL
- 301 -
İncil ve Hıristiyanlıkla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- İncil Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 12 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 3, 48, 65; 5/Mâide, 46, 47, 66, 68, 110; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 111; 48/Fetih, 29; 57/Hadîd, 27.
B- İNCİL
İncil Hz. İsa’ya Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
İncil, Kur’an’dan Önce İnsanlara Hidâyet ve Nurdur: 3/Âl-i İmrân, 3-4; 5/Mâide, 46.
İncil, Tevrat’ı Tasdik Eder: 5/Mâide, 46.
İncil Şeriatı: 5/Mâide, 47; 9/Tevbe, 111.
İncil Hıristiyanların Tahribine Uğramıştır: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
Tevrat, Hz. İsa’ya da Öğretilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48, 50; 5/Mâide, 110.
C- HIRİSTİYANLARIN İMANDAN YÜZ ÇEVİRMELERİ
Hıristiyanlar, Allah'a Çocuk İsnat Ettiler: 2/Bakara, 116; 3/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17; 42/Zuhruf, 65.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın Tanrılığını İddia Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 61-64, 79-80; 5/Mâide, 17, 75, 116-117; 9/Tevbe, 31; 19/Meryem, 37-39; 43/Zuhruf, 65.
Hıristiyanlıkta Teslis/Üçleme İnancı: 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73-74, 116-117.
Hıristiyanlar, Rahiplerini Tanrı Edindiler: 9/Tevbe, 31, 34.
Hıristiyanların Şirki: 43/Zuhruf, 65-66.
Hıristiyanlar, Kendilerinin Allah’ın Oğulları Olduklarını Söylerler: 5/Mâide, 18.
Hıristiyanlar, İncil’i Tahrif Ettiler: 3/Âl-i İmrân, 65, 78; 5/Mâide, 110.
Hıristiyanların Peygamberimiz’i Yalanlamaları: 2/Bakara, 139-140, 146; 6/En’âm, 20.
Hıristiyanların ve Yahudilerin İnkârlarına Karşı Mü’minlerin Cevabı: 2/Bakara, 135-140.
Hıristiyanların Ruhbanlığa Sapmaları: 57/Hadîd, 27.
Hıristiyanların İçlerinden İman Edenler: 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69, 82-85.
HIRİSTİYANLARIN BAZI ÖZELLİKLERİ VE İHÂNETLERİ
Hıristiyanların Dostlukları ve Düşmanlıkları: 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 82.
Hıristiyanlar, Cennet Bizimdir Derler: 2/Bakara, 111-112.
Hıristiyanlar, Kendi Dinlerine Dâvet Ederler: 2/Bakara, 135-136.
Hıristiyanlar, Allah'a Verdikleri Sözde Durmadılar: 5/Mâide, 14.
Hıristiyanlar, Bâtıl Yollarla İnsanların Mallarını Yerler: 9/Tevbe, 34.
Hıristiyanlar Birbirlerine Düşmandırlar: 5/Mâide, 14.
HIRİSTİYAN – YAHUDİ İLİŞKİSİ
Hıristiyanlarla Yahudiler Birbirlerine Düşmandır: 2/Bakara, 113, 140; 5/Mâide, 18; 21/Enbiyâ, 93; 42/Şûrâ, 14.
Yahûdiler Hz. İsa’yı İnkâr ile Öldürdüklerini Söylerler: 4/Nisâ, 156, 157, 159.
Yahûdiler Hz. Meryem’e İftira Etmişlerdir: 4/Nisâ, 156, 157; 19/Meryem, 27-34.
HIRİSTİYANLARIN CEZASI: 22/HACC, 17.
G- HZ. İSA
Hz. İsa Babasız Doğmuştur: 3/Âl-i İmrân, 45, 47, 59; 19/Meryem, 17-23; 21/Enbiyâ, 91; 23/Mü’minûn, 50.
Hz. İsa Allah’ın Peygamberi ve Kelimesidir: 4/Nisâ, 163, 171; 5/Mâide, 75; 6/En’âm, 85; 57/Hadîd, 27
Hz. İsa, Allah Tarafından Bir Ruh ve Kuldur: 4/Nisâ, 171-172.
Hz. İsa’ya İncil Verilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48; 5/Mâide, 46; 57/Hadîd, 27.
Hz. İsa, Tevrat’ın Tasdikçisidir: 5/Mâide, 46.
Allah’ın Selâmeti Hz. İsa’nın Üzerinedir: 19/Meryem, 33.
Hz. İsa, İsrâiloğullarına Gönderilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 48-49.
Hz. İsa’nın Ümmetine Dâveti: 3/Âl-i İmrân, 50-52; 5/Mâide, 112-113, 116-117; 19/Meryem, 36; 43/Zuhruf, 63-65; 61/Saf, 6, 14.
Hz. İsa’nın Mûcizeleri: 2/Bakara, 87, 253; 3/Âl-i İmrân, 46, 49; 5/Mâide, 109-115; 19/Meryem, 27-34, 36.
- 302 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. İsa’nın Havârileri: 3/Âl-i İmrân, 52-53; 5/Mâide, 111-112; 61/Saf, 14.
Hz. İsa’yı Yahûdilerin Öldürme Teşebbüsleri: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157; 5/Mâide, 110.
Hz. İsa, Asılmamış, Öldürülmemiş; Yükseltilmiştir: 3/Âl-i İmrân, 54-55; 4/Nisâ, 157-158.
Hz. İsa’nın Kıyamet İçin Bir Bilgi (Alâmet) dir: 43/Zuhruf, 61.
Hz. İsa’yı Yahûdiler Öldürdüklerini Söyler: 4/Nisâ, 156-157, 159.
Kıyâmet Gününde Hz. İsa ve Ümmeti: 5/Mâide, 109-119.
Hz. İsa’nın Elçilerinin Onun Adına Antakya Halkını Hakka Dâveti: 36/Yâsin, 13-27.
Hz. İsa’nın, Ümmetinin Affını İstemesi: 5/Mâide, 118.
Müşriklerin, Hz. İsa Hakkında Peygamberimiz’le Tartışıp Çekişmeleri: 43/Zuhruf, 57-62.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 314; c. 2, s. 358-376
2. Fî Zılâli’l Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 2, s. 279-300
3. Tefhîmu’l Kur’an, Mevdudi, c. 1, s. 251-265
4. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 94-100
5. Hülâsatü’l Beyan, Mehmet Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 2, s. 585-627
6. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 1, s. 272- 286
7. Mefâtihu’l Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, Akçağ Y. c. 3, s. 54-55; c. 6, s. 269-354
8. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 4, s. 1237-1287
9. İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 17, s. 328-372
10. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 3-5
11. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi (Ali Ünal), Risale Y. c. 2, s. 156-158
12. Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 153-187
13. Din Anlayışımızdaki Dehşet Yanılgılar, Naci Çelik, Nedret Y. s. 55-86
14. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Kit. Y. s. 377-402
15. Kur’an ve Toplum, Muhammed el-Behiy, Bir Y. s. 364- 400
16. Kur'an'da Tartışma Metodları, Zahir b. Awad el-Elmaî, Pınar Y.
17. Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru, Abdullah Draz, Mim Y.
18. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar (K.K’de Ehl-i Kitab), M. Fatih Kesler, T. Diy. V. Y.
19. Kur'an-ı Kerim, Hıristiyanlık ve Yahudilik Hakkında Ne Diyor? İbrahim H. Kurt, T.D.V. Y.
20. Kur’an-ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
21. Kur’ân-ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Ziya Kazıcı, Bahar Y.
22. Kur’an’da Ehl-i Kitab, Veli Ulutürk, İnsan Y.
23. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altınkalem Y.
24. Tevrat ve İncildeki Tahrifler, el-Cüveyni, Seha Neşriyat
25. Tevrat, İnciller ve Kur'an, Maurice Bucaille, D.İ.B. Y.
26. Tevrat, İncil ve Kur'an, Jacques Jomier, terc. Sakıp Yıldız, Hareket Y./Dergâh Y.
27. Kitab-ı Mukaddes, Kur'an ve Bilim, Maurice Bucaille, çev. Suat Yıldırım, T.Ö.V. Y.
28. Günümüz Dünya Dinleri, Osman Cilacı, D. İ. B. Y.
29. Çağdaş Dünya Dinleri, Abdülkadir Şeybe, Beyan Y.
30. Çağdaş Dinler, Reşid Abdullah el Ferhan, Uluslar arası İslâma Çağrı C. Y.
31. Yaşayan Dünya Dinleri, A. Abdullah Masdusi, Kalem Y.
32. Genel Hatlarıyla Dinler Tarihi, Osman Cilacı, Mimoza Y.
33. Dinler ve İnsanlar, Osman Cilacı, Tekin Y.
34. Câhiliye ve Ehl-i Kitab Örf ve Âdetleri, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
35. Semavi Dinlerde İtikat ve Amel, Mazharuddin Sıddıki, Fikir Y.
36. İncîl ve Salîb, Abdül Ehad Dâvud, İnkılâb Y.
İNCİL
- 303 -
37. İslâmiyet ve Hıristiyanlık (Bir Mukayese), Türkçesi: İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
38. Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, Şaban Kuzgun, Şahsî Y.
39. İslâm Avrupa’da, Montgomary Watt, M. Ü. İlâhiyat Fak. Y.
40. Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, Mongomary Watt, İz Y.
41. Deccal, Hıristiyanlığa Lânet, Friedrich Nietzche, Hil Y.
42. Hıristiyanlığa Reddiye, Ebû Osman Câhız, Tekin Y.
43. Hıristiyanlığa Reddiye, Abdullah Tercüman (Anselmo Turmeda), Bedir Y.
44. Hıristiyan Genel Konsilleri ve II. Vatikan Konsilleri, Mehmet Aydın, Selçuk Ün. Y.
45. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
46. Hıristiyan İken Niçin Müslüman Oldum, Safiyye Plath, Şahsi Y.
47. Hıristiyanlık Üzerine Konferanslar, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
48. Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür? A. Deedat, İnkılâb Y.
49. Ehl-i Kitap ve İslâm, Remzi Kaya, Altın Kalem Y.
50. Gerçekler ve Hıristiyanlık, Tâhâ F. Ünal, Işık Y.
51. Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Suat Yıldırım, Işık Y. / D. İ. B. Y.
52. 4 Dinden 4 Adam ve Bir Dinsizin Konuşmaları, Burhaneddin Mirzâ, Sönmez Neşriyat
53. İzhâru’l Hak Fî İhtiyâri’l Ehak, Rahmetullah el-Hindî, Sönmez Neşriyat
54. Kutsal Kitaba İlâhî Çağrı (İzhâru’l Hak), Rahmetullah el-Hindî, Terc. Abdülhâdi Sıddık, Faran Y.
55. Kitab-ı Mukaddes/Eski ve Yeni Ahit, Türkçe Çeviri, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Y.
56. İncil, Türkçe Çeviri, Müjde Y.
57. Onun İzinde; Hıristiyanlık ve Laiklik Tarihi, G. Barker, Şahsi Y./Müjde Y.
58. Hıristiyan Dininin Esasları, Hıristiyan Aileler İçin Din Kitabı, P. Luigi İannitto, S. Antuan Kilisesi Y.
59. Anadolu’daki Amerika: Misyoner Okulları, Uygur Kocabaşoğlu, Arba Y.
60. Hilâl ve Haç Kavgası, Halil Halid, Bedir Y.
61. Tibet İncili, İtil Y.
62. Barnabas İncili, Kültür Basın Yayın Birliği
63. Barnaba İncili Araştırmalar, Muhammed Ali Kutub, Tekin Kitabevi Y.
64. Barnaba İncili, Abdurrahman Aygün, Tekin Y.
65. Müslümanların Hıristiyanlaştırılması, Muhammed Umara, Denge Y.
66. Hıristiyanlık Propagandası ve Misyoner Faaliyetleri, Osman Cilacı, D. İ.B. Y.
67. Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri, İ. Süreyya Sırma, Beyan Y.
68. Yehova Şahitleri, Hikmet Tanyu, D. İ. B. Y.
69. Yehova'nın Oğulları ve Masonlar, Heyet, Araştırma Y.
70. Yehova Şahitlerinin İçyüzü, Hüseyin Atay, Ali Arslan Aydın, D.İ.B. Y.
71. Batının Oluşumu, Christopher Dawson, Dergâh Y.
72. Mûsâ ve Tektanrıcılık, Sigmund Freud, Dergâh Y.
73. Çağımızda Dine Dönüş, Henry C. Link, Dergâh Y.
74. Batı ile Hesaplaşma, Ebul Hasen en Nedevî, Çığır Y.
75. Din ve Allah İnancı, Abdullah Draz, Bir Y.
76. Doğu ve Batı Arasında İslâm, Ali İzzet Begoviç, Nehir Y.
77. İslâm-Hıristiyan Diyalogu ve İslâm’ın Zaferi, Ali Arslan Aydın, Kültür Basın Y. Birliği Y.
78. İslâm ve Hıristiyan Kaynaklarına Göre İsa (a.s.), Mehmet Eminoğlu, Hizmet Kitabevi Y.
79. Peygamberimiz’e Neden İnanmadılar? Ahmed Lütfi Kazancı, Nil A.Ş. Y.
80. Bir İslâm Peygamberi Hz. İsa, Muhammed Ataurrahim, İnsan Y.
81. Hz. İsa ve Hz. Meryem, Mustafa Necati Bursalı, Şelâle Y.
- 304 -
KUR’AN KAVRAMLARI
82. Hz. İsa Gelecek, Harun Yahya, Vural Y.
83. Kur’an’da Ulûhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y.
84. İslâm’ı Nasıl Yok Edelim? Hampher, Nehir Y.
85. Dinler Tarihi, Ahmet Kahraman, Marifet Y.
86. Üç İsa, Aytunç Altındal, Anahtar Y.
87. Neden Hıristiyan Değilim? Bertrand Russell, Toplumsal Dönüşüm Y.
88. Asrımızda Hıristiyan ve Müslüman Münasebetleri, Heyet, İlmî Neşriyat
89. Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Çavuş, D.İ.B. Y.
90. Cevap Veremedi, Harputlu İshak Efendi, Hakikat Y.
91. Hıristiyan Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, Mehmet Aydın, T. Diyanet Vakfı Y.
92. İsevîlikten Hıristiyanlığa, Tacettin Şimşek, Ekin Y.