15. ÜNİTE: İSLÂM DİNİ

15. ÜNİTE: İSLÂM DİNİ (1)

Perşembe, 18 Şubat 2021 10:37

İSLAM DİNİ

Yazan

İ S L Â M    D İ N İ

 

  • İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamları
  • İslâm’ın Mâhiyeti (İçeriği)
  • İslâm’ın Gayesi
  • İslâm’ın Hükümleri
  • İslâm’ın Genel Özellikleri
  • İslâm’ın Eski Şeriatlerle İlişkisi
  • Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı
  • Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı
  • İslâm’ın Rükûnları (Temelleri)
  • İslâm’ın Tebliği
  • İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* İslâm kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını tanımak.

* İslâm’ın içeriğini izah etmek.

* İslâm Dini’nin gayesini açıklamak.

* İslâm Dini’nin hükümlerini listelemek.

* İman, amel, ahlâk ve muâmelat (hukuk) terimlerini

   tanımlamak.

* İslâm’ın genel özelliklerini listelemek.

* İslâm’ın, önceki şeriatlerle ilişkisini açıklamak.

* İslâm’ın rükûnlarını, temellerini listeleyip açıklamak.

* Cibril hadisini izah etmek.

* İslâm - amel-i sâlih ilişkisini açıklamak.

* İslâm’ın tebliğcisi olmanın önemini ifâde etmek.

* İslâm’ı ferdî, sosyal ve siyasal hayatımıza hâkim kılmanın

   gerekliliğini izah etmek. 

 

İslâm Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı

İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir.

İslâm’ın terim anlamı: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir sistemdir, kanundur.

 

İslâm’ın Mâhiyeti

İslâm’ın mânâsı, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslâm olmaz.[1]İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur. Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.

Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslâm’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da müslümandır. İslâm, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, müslüman oluşlarına şâhidiz. “Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”[2] Bu âyette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, İşte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslâm, imanın bir tezâhürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslâm olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münâfıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslâmîyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızâsıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak  gerekir.

İnsan da kendi hür irâdesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslâm’ı seçip müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, dünyada halife olur.

İslâm dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslâm’ın muhtevâsı ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslâm, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslâm’da hükmü açıklanmamış hiçbir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet  midir,  vacip  veya  farz mıdır;  yapılan  herhangi  bir eylem  veya  inancın  hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibâdet, siyaset, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı  ilgilendiren  başka herhangi bir  mesele  olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler.  Allah, Kur’ân-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar: “Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.”[3]  Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslâm ümmetinin müctehid âlimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.

Peygamberimiz İslâm’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir: “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.”[4]

Yukarıdaki hadis, İslâm binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslâm’ın temelleridir ama, İslâm’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibâret olduğu nasıl söylenemezse, İslâm’ın bu beş temelden ibâret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’ân-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlâktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslâm, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslâm’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslâm’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.

Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslâm’ın temellerini  ikiye ayırabiliriz: Şehâdet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binâen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i sâlih.. İslâm, şehâdet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslâm; namaz, zekât, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibâdetlerdir. Bunlara İslâm’ın rükûnları, temelleri denilir. İslâm’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslâm’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlâkî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslâm’ın hâkimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır (Müeyyide: Kanun ve ahlâkî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezâlar, Allah’ın dünya ve âhirette verdiği Rabbânî cezâlardır. O halde İslâm; inanç, ibâdet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.

İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana cezâ vardır. İslâm, Allah Teâlâ’nın indirdiği ahkâm (hükümler), akîde, ibâdet, ahlâk, muâmelât, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.

İslâm’ın zıddı, câhiliyyedir. Câhiliyye küfür demektir; bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. İslâm’ın her parçasının karşısında mutlaka  câhiliyye vardır. Hz. Ömer’in dediği gibi, “İslâm’la câhiliyyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm’ın düğümleri teker teker çözülür.” İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları  kendisine gâlip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. “Yoksa onlar câhiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’tan daha güzel kim vardır?”[5]

Bazı insanlar, câhiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzellik ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslâmîyetten olan bir şey, bazen câhiliyye ile karışır. İslâm’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Câhil kişi, İslâm’ın hakikatini bilmediği için bu düzene bağlanır. Şâyet bu insanhakkı bilseydi, o câhiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslâm’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.

İnançlarda İslâm ve câhiliyye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliyye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliyye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliyye, câhiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibâdetleri câhiliyye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm’ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.”[6]

Allah Teâlâ İslâm’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, İşte o müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm’la câhiliyyeyi birbirine karıştırmış olur. “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise azâbın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.”[7] Her müslümanın, câhiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm’ın bütününü alması gerekir. İslâm ümmeti de, İslâm devleti için mükemmel bir örnek olmalı ve yeryüzünden câhiliyye düzenini silmeye çalışmalıdır.

İslâm devlet düzeninden sapma ve giderek İslâm’ın hukuka, muamelâta dair ahkâmının kaldırılması, müslümanlar arasında câhiliyye düzeninin yayılmasına vesile oldu. “İslâm’ın halkaları teker teker çözülecek. İlk olarak yönetim halkası çözülecek ve en sonunda da namaz halkası sökülecektir.” Câhiliyye düzenini tüm yeryüzünden söküp atmak, fitneyi kaldırmak için hücum edenin İslâm olması gerekirken, hücuma uğrayan kendisi oldu. Câhiliyye düzeni onu tamamen söküp atma çabasındadır. Bu gün İslâm topraklarında ne kadar çok câhiliyye idareleri vardır ve  bu  câhiliyyelere  uyan  ne kadar çok müslüman vardır. Câhiliyye düzenlerinin (bâtıl dinlerin) ortak özellikleri, İslâm’a, tevhide düşman olmalarıdır.[8]

 

KUR’AN’DA İSLÂM’A GİRMEYE, MÜ’MİN ve MÜSLÜMAN OLMAYA ÇAĞRI YAPILIR

 

"Müslüman" olduğunu söyleyen çoğunluk, Kur’an’ı hakkıyla okumadığı ve Rasûlün şahidliğini dikkate almadığı için Allah yolunda gerektiği gibi cehd ve gayret göstermekten uzak düşmüştür. Kur'an'ı ve Rasûlün güzel örnekliğini, mücadele sünnetini anlamayı ve rehber edinmeyi ihmal edince, nasıl ve neler yapması gerektiğinin, nefsine ve içinde yaşadığı topluma karşı sorumluluklarının bilincine varamamıştır. Kur'an'ın şartlarını belirlediği ölçülerde "Müslim" olup gerçek anlamda Allah'a teslim olunsaydı, bu tevhidî İslâmî kimlikle gerçekleştirilecek bütün ibadetler ve ameller kişiyi Allah'a yakınlaştırmanın, onu arındırıp inşa etmenin vesilesi olacaktı. Ancak, Kur'anî ölçülerde Müslim olmaktan ve Rasûlün sünnetinden uzaklaşarak takva yitirilip ibadetler ve ameller anlam ve eksen kaybına uğrayınca, ubudiyet bütünlüğünden kopuk parça ibadetler içi boş formlara indirgenir. Böyle ibadetler ve ameller ise, Allah'a yakınlaştıracak yerde, mümkün ki Allah'tan uzaklaştıracak bir işlev görmeye bile başlar.

 “Ey İman Edenler! Topluca İslâm’a Girin”

"Ey iman edenler, hepiniz topluca (bütün varlığınızla) ‘Silm'e, İslâm'a, (barışa, güvenliğe, kurtuluşa)’ girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır."[9]

Bu âyetinde Rabbimiz, “Ey iman edenler” hitabının ardından, iman ettiğimiz değerleri, ölçüleri, hükümleri, yani Kur’ân’ın bütününü hayatımızın bütününe hâkim kılıp yaşayarak imanımızı ispata, yani Müslim/Müslüman olmaya çağırmaktadır. Yani imandan sonra, bütün varlığımızla, bütün bir hayatımızla Müslim olmaya (Allah’a teslim olmaya) dâvet etmektedir. İman ancak bu halde yaşanabilir. Hayat Allah’a teslim edilmez ve iman edilen değerler hayata hâkim kılınmazsa başlangıçta teorik olarak oluşan iman da korunamaz. O hâlde hayatımız ve amellerimiz iman iddiamızı ispat eder mahiyette olmalıdır. Mü’minler, bütünüyle Allah'a teslim olmalı, varlıklarını tümüyle O'na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, yüce Allah'a boyun eğmeyen, O'nun hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan, hayatın hiçbir alanını Allah’tan ve dininden soyutlamayan kesin bir teslimiyet olmalıdır.

Yüce Allah burada mü’minleri topyekûn varlıkları ile silm’e/barışa/İslâm’a girmeye çağırırken, aynı zamanda onları şeytanın peşinden gitmemeleri hususunda uyarmaktadır. Yani ortada sadece iki istikamet vardır. Ya topyekûn barışa/İslâm’a girmek, ya da şeytanın izinden gitmek. Ya doğru yol, ya sapıklık. Ya İslâm, ya cahiliye. Ya Allah'ın yolu ve şeriatı, ya Şeytanın yolu ve nefsin hevası. Ya Allah'ın rehberliği, ya Şeytanın saptırması. İşte mü’min olan müslüman, durumunu böylesine bir kesinlikle kavramalı ve bu kavrayışın sonucu olarak sağa sola yalpalamamalı, tereddüde düşmemeli; değişik yollar, değişik istikametler arasında şaşırıp kalmamalıdır. Kim bütün varlığı ile silm’e/barışa/İslâm’a girmez, kim kendini bütünü ile yüce Allah'ın ve O'nun şeriatının hâkimiyetine teslim etmez, kim diğer bütün düşüncelerle, diğer bütün sistemlerle ve gücü yettiği kadar diğer bütün yasal düzenlemelerle ilişkisini kesmez ise, bu kimse Şeytanın yolundadır, onun adımlarını izlemektedir.

Rabbimiz, “Hem Allah’a iman ettiğinizi iddia edip hem de şeytanın adımlarını izlemeyin, şeytan sizin düşmanınızdır”hatırlatması yapmaktadır.Yüce Allah (c), mü’minleri ilk plânda bütün varlıkları ile silm’e/barışa/İslâm’a girmeye çağırmakta ve daha sonra da onları şeytanın adımlarını izlememeleri hususunda uyarmaktadır. Hemen arkasından da, şeytanın kendilerine düşman olduğunu hatırlatmaktadır. Bu öyle açık ve bâriz bir düşmanlıktır ki, onu ancak gafiller hatırlarından çıkarabilirler. Oysa gaflet ile iman birbiri ile bağdaşmaz.

O hâlde, sürekli Rabbimize sığınmak, bütün varlığımızla silme/İslâm’a girmek, O’na teslim/Müslim olmak, sadece O’ndan istemek, O’na yalvarıp yakarmak zorundayız. Çünkü Rabbimiz, “Hayatınızı ve dininizi Allah ve şeytan arasında bölmeyin, parçalamayın, bütün varlığınızla ve hayatınızın bütünüyle İslâm’a girin” diyor. Aksi takdirde, hem Allah’a hem de şeytana kulluk/itaat edilmesi hâlinde, arzda fesad çıkarıp barışı yok etmeye kalkan, kendine ve Rabbine yabancılaşmış insan türü ortaya çıkacaktır. O zaman da, haksızlık, hukuksuzluk, zulüm ve zillet, bugünkü gibi kaçınılmaz olacaktır.

Kur’ân'da Emredilen, Kitaba Uyarak Takvayı Kuşanmak, "Müslim"/Müslüman Olmak ve "Müslim olarak ölmeye" çalışmaktır

Rabbimiz ayetlerinde bizim için İslâm’ı din olarak seçtiğini ve dinimizi tamamladığını ve bizim için hayat tarzı olarak İslâm'dan razı olduğunu bildirmektedir: “…Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.”[10]

Rabbimiz bize şu mesajı vermektedir: Bugün sizin dininizi kemale er­dirdim. Böylece üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet'i seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım. Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için hayat tarzı olarak belirledim ve sizin için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân Sûresi 85. âyetin beyanıyla söyleyecek olursak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz; kayıtsız şartsız teslimiyettir, yâni İslâm’a girmek, bütün hayat alanlarında sadece bana itaat etmek, bütün hayatınızla bana teslim olmak ve Müslim olmaktır.”

Tüm peygamberler tek bir ilaha çağırmışlardır ki bu tevhiddir. Sadece, bu tek ilaha kulluk edilmesini istemişlerdir ki bu da dindir. Hepsi her şeyi bu tek ilahtan almaya ve bu tek ilâha boyun eğmeye çağırmışlardır ki bu İslâm’dır. Allah, insanlığa gönderdiği risaleti sona erdirmeyi dilediği zaman, tüm insanlara özel bir zaman ve mekân ile ve belirli bir toplumla sınırlandırmaksızın bütün "insan"ları muhatap alan risalet ile peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'i gönderdi. Mekân, çevre ve zaman faktörlerinin ötesinde, tüm "insan"ı muhatap alan bir risâlet. Çünkü bu risalet, değişmez, bozulmaz ve iptal edilmez "insan fıtratı"nı muhatap almaktadır. "Allah'ın yaratma kanununa uygun olan dine dön ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte dosdoğru din budur."[11] Bu din, insanın hayatını her yönüyle ve bütün kapsamıyla kuşatan bir şeriattır. Bu şeriat her şeyi ayrıntılarıyla açıklanmış, hayatın zaman ve mekân değişkenlerine bağlı ve dönemsel olarak ortaya çıkan sorunları için genel prensipler ve temel kurallar koymuştur. Zaman ve mekân faktörleriyle değişmeyen ve sürekliliğini koruyan sorunların her biri için ayrı ve ayrıntılı kurallar getirmiştir. Bir mü’minin bu dinin eksik olduğu vehmine kapılarak, onu tamamlamaya kalkışması, bir kusur bularak onu gidermeye çalışması zaman ve mekâna uygun olarak değiştirmeye veya geliştirmeye yönelmesi mümkün değildir. Böylesi bir durumda, o, Allah'ın doğru sözlülüğünü kabul etmemiş ve müslümanlar için seçtiğini beğenmemiş olduğundan bir mümin olamaz. Kur'an'ın indirildiği dönemdeki bu şeriat her zaman için geçerli olan dindir. "İnsan"ı yaratan Allah, yarattığını da en iyi bilendir. Allah insanı yaratmış -ki O ne yarattığını çok iyi bilir- ve ona bu şeriatı içeren bu dini seçmiştir. "Dünkü şeriat, bu günkü şeriat değildir" denemez. Çünkü bu durumda kişi, insanın ihtiyaçlarını ve durumlarını Allah'tan daha iyi bildiğini iddia etmiş olur. [12]

“Şüphesiz Allah katında din İslâm'dır.”[13] Burada sözü edilen İslâm, teslim olmakla gerçekleşen İslâm'dır... İtaat ve bağlılıkla gerçekleşen İslâm'dır. Kulların aralarında Allah'ın kitabını hakem tayin etmekle gerçekleşen İslâm'dır...

Allah'a göre sadece bir tek doğru sistem ve insan için bir tek doğru hayat tarzı vardır. Bu şu demektir: İnsan Allah'a ibadet etmeli, O'nu mâbud olarak tanımalı, tamamen O'na teslim olmalı, kendisini O'na ibadet ve hizmete adamalıdır. Ayrıca keyfine göre bir ibadet şekli de icat etmemelidir. Bilâkis hiçbir şey ekleyip eksiltmeksizin Allah'ın rasûllerine indirdiği hidayet'i rehber edinmelidir. Bu düşünce ve davranma şekline "İslâm" denir. Allah'ın, kulları ve yarattıkları için İslâm'dan başkasını meşru kabul etmemesi, O'nun kulları üzerindeki mutlak hakkıdır. Allah tarafından tarih boyunca dünyanın hangi köşesine gönderilmiş olursa olsun, her peygamberin sadece ve sadece İslâm'ı tebliğ ettiği anlamına gelir. O halde herhangi bir topluluğa, herhangi bir dilde indirilen her kitap, aynı İslâm'ı öğretmiştir. Sonraları insanlar bu dini bozmuşlar ve ona ya kendi çıkarlarını korumak ya da nefislerini yüceltmek için bazı şeyler eklemişler, çıkarlarına uymayan bazı bölümleri de kitaptan çıkarmışlardır. Belirlenen sınırları aşmak, adaletsiz kazanç, imtiyaz ve haklar elde etmek istedikleri için yeni dinler icad etmişlerdir. Böylece bu dine tâbi olan kişiyi, kendi istek ve arzularına uydurmak için doğru Din'in prensipleri, inançları ve emirlerinde değişiklikler yapmışlardır.[14]

Hâlbuki dinin özü, tevhid inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır. "Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir olan Allah'a teslimiyet ve itaattir. Allah katında din, halis din olan "Allah'a teslimiyettir". Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve bâtıl olan bir şey olduğu gibi, İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de bâtıldır.[15]

"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim/İslâm olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."[16] Açıktır ki, evrensel olan İslâm; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir. Bütün evren, evrendeki bütün varlıklar ve fıtrat işte bu ilâhî yasaya itaat etmekte ve din olarak İslâm olup sadece Allah’a itaat/secde etmektedir. Rabbimiz insandan da bu evrensel âhenge uyarak İslâm’a girmesini sadece Allah’a teslim olmasını istemektedir.

“De ki: ‘Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiç biri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim/İslâm olmuşlarız (Müslimleriz)."[17] “Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[18]

Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır. Öyleyse, anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti sadece diliyle söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hâkimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir, Allah’a ve Rasûlüne itaat edip, Rasûlün güzel örnekliği ve şahidliğiyle  Allah’a teslim olmak/Müslim olmaktır.[19]

Rabbimiz, Nahl Sûresi 81. âyette, lütfettiği nimetleri sıralayıp Müslim olma sorumluluğumuzu hatırlatıyor: "Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve dağlarda da sizin için barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar verdi. Böylece Allah, Müslim olasınız diye üzerinizde olan nimetini tamamlıyor".

İşte tüm bu nîmetlerin ve lütufların sahibi olan Rabbimizin biz kullarından istediği tek şey vardır. O da; O'nun emirlerine teslim olan Müslimlerden olmamızdır. Bu nîmetlerin sahibini bilmek ve tüm bu nîmetleri, onları verenin yolunda kullanmaktır. Tüm bu nîmetlerle sadece O'na kulluğa tahsis edilmiş bir hayatı yaşamaktır. Özetle Rabbimizin bizden istediği; tüm hayatımızı, o hayatın sahibinin istediği gibi yaşamaktır. Hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’a boyun eğerek, Onun arzularına teslim olmak, O'nun koyduğu hüküm ve ölçülere teslim olarak gerçek anlamda "Müslim" olmaktır.

Rabbimiz Al-i İmran Sûresi 102 ve 103. âyetlerde şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkup sakının (O'nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini/takvayı kuşanın) ve ancak Müslimler olarak can verin. Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur’ân'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…"

Bu âyetinde Rabbimiz, iman edenlere hitap ederek, “iman ettiğinizi beyan edip kalple tasdik etmeniz yetmez, imanınızı takvanızla ispat edin. Allah’ın azabından korkup sakınarak, O’nun emir ve yasaklarına itaat etme sorumluluğunuzu hakkıyla yerine getirin.” buyurur. İman edenlerden istenen, Allah'ın emir ve yasaklarına uymak üzere takvayı hakkıyla kuşanmak ve böyle bir hâl üzere, yani Müslim olarak ölmektir. Ama maalesef yüzyıllara sâri tarihsel süreçte takva terk edildi ve Müslim kimliği yozlaştı. Allah'ın inzal ettiği ipi olan Kur’ân'a hep birlikte sarılmak yerine her grup bu tarihsel süreçte ürettikleri kendi iplerine sarıldılar ve diğer insanları da bu üretilmiş iplere tutunmaya çağırdılar. Bu sebeple Hak dinin izzeti yerine Hak-bâtıl karışımından oluşan şirke bulaşmış din anlayışlarının zilletine sürüklenilmiş ve parçalanma, dağılma kaçınılmaz olmuştur. Kur’ân'dan uzaklaşıp geleneksel cahiliyeyi İslâm zanneden kitleler ise, Kur’ân'da Rabbimizin beyan ettiği nitelikte Müslimler olamamışlardır. Allah'a teslim olmak ve vahyin emrettiği takvayı kuşanmak yerine, Allah'tan uzaklaştıracak yanlış ve üretilmiş din anlayışlarına sürüklenmişlerdir. Sonuçta da akîdelerini, takip etmeleri istenen yollarını, yöntemlerini kaybetmişler ve zulümat içinde, karanlıklarda kaybolmuşlardır. Nasıl Müslim olacaklarını da, bunun için ne yapmaları, nasıl yapmaları gerektiğini de bilemez hale gelmişlerdir.

Hâlbuki, Kur’ân’da açıkça ortaya konulan mücadele yönteminde, "iman, sâlih amel, rükû, secde, ibadet, cihad, hayırlı işler işlemek, takvayı hakkıyla kuşanmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek, yardımlaşarak zulme karşı mücadele etmek" gibi hayatı kuşatan ilke, emir ve kavramlarla, iman ettikten sonra neler yapmamız gerektiği ve nasıl gerçek bir Müslim olunacağı anlaşılır bir biçimde ifade edilmiş ve Rasûlüllah'ın (s.a.s.) güzel örnekliğinde de uygulamaya konmuştur.

Rabbimiz, bir âyetinde, tek bir ilâh olarak yalnız kendisine kulluk yapma sorumluluğumuzu hatırlatarak Müslim olmaya çağırıyor: "De ki: 'Bana ancak, ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık Müslim oluyor musunuz?"[20]

Rasûlullah’a (s) şöyle bir dâvet yapması emrediliyor: "Rabbim bana kendi bilgisinden vahiy göndermektedir. Onunla hayatımızı düzenleyelim diye bana kitap gönderiyor. Rabbim bana vahyediyor ve bildiriyor ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Kulluk edilmeye lâyık tek İlâh O’dur. O’ndan başkalarını ilâh bilmeyin. O’ndan başkalarına kulluk ve ibadet yapmayın. O’ndan başkalarına sığınmayın ve dua etmeyin. O’ndan başkalarının koyduğu kanunlara ve kurallara itaat etmeyin. Hayatınızın bütün alanlarını düzenlerken sadece Allah'ın hükümlerini esas alın ve O'dan başka ilahlara itaat etmeyin. Artık teslim olmayacak mısınız? Artık Müslim/Müslüman olmayacak mısınız?"

Rabbimiz, Kur’an’da vahyin mesajının kimlere ulaştırılabileceğini ve kimlerin Müslim olacaklarını şöyle açıklıyor: “Sen, ölülere şüphesiz ki işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın. Ve sen körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici değilsin; sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin, işte Müslim olanlar bunlardır."[21]

Bu ayette de şu söylenmiş oluyor: "Sen bu kurtarıcı İslâm mesajını, Rabbin vahyine kalbini kapatıp kulaklarını tıkamış ölülere işittiremezsin. Arkasını dönüp giden sağırlara da duyuramazsın. Hidayet yoluna gözlerini kapatmış olan körleri de sen bu sapıklıktan kurtarıp hidayete erdiremezsin. Onların Hakk'ı görmeleri ve Müslim olmaları konusunda hiçbir zaman senin etkin ve yetkin yoktur. Sen ancak âyetlerimize iman eden kimselere işittirebilirsin. Ancak Allah'a teslim olup mesaja kulak verenler bu kitabı işitirler, dinlerler, anlarlar ve Müslim/mü'min olurlar ve hayatlarını bu hükümlere göre düzene koyarlar."

Rabbimiz Kur’ân’da; Hz. İbrahim'in (a.s.) şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: "Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet (getir)…"[22]

İbrahim ve İsmail (a.s.), "Rabbimiz, bizim zürriyetimizden de her şeyiyle sana teslim olmuş, sadece sana iman edip sadece sana itaat eden ve senin istediğin hayat tarzından başka hayat tarzlarına razı olmayan, sana kulluktan başka kimseye kulluk yapmayan bir ümmet çıkar" diyorlar.

Başka bir âyetinde de Rabbimiz, Hz. İbrahim'in (a.s.) Hıristiyan veya Yahudi olduğunu iddia edenlere karşı onun Müslim olduğuna şahidlik etmektedir: "İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah'ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir Müslimdi. Allah'a ortak koşanlardan da değildi".[23] 

Allah (c), İbrahim'in (a.s.) fıtratı bozulmamış, Allah’a kulluk ve teslimiyet yolunun, İslâm yolunun dışındaki tüm yolları, tüm şirkleri reddedip İslâm’ı seçmiş bir Müslim olduğunu bildirmektedir. Allah’tan başka hiçbir şeye ibâdet ve itaat etmeyen fıtratı tertemiz bir Müslim olduğunu ve hayatının hiçbir döneminde asla müşriklerden de olmadığını beyan etmektedir.

Ayrıca daha birçok ayette diğer bütün Peygamberlerin de İslâm Peygamberi oldukları, kendilerinin de, onların davetine icabet edenlerin de "Müslimler" olduğu ifade edilmektedir:

Rabbimiz Kur’ân’daki birçok âyetinde, aslında bütün rasullerin Allah katında makbul tek din olan İslâm'a davet ettiklerini ve aynı duayı yaparak "Müslimler" olarak ölmeye çağırdıklarını haber vermektedir. “Rabbi ona ‘Eslim/İslâm ol/Teslim ol’ dediğinde, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum(eslemtu)’ demişti.”[24] "Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da, 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece Müslimler/Müslümanlar olarak ölünüz.' (dediler)."

Âyetteki Arapça kelime, "Müslüman ol" veya "İslâm'ı kabul et" (Allah'ın isteğine boyun eğ) anlamlarına gelen "eslim"dir. O halde Müslim/Müslüman, kendisini tamamen Allah'a teslim eden ve O'na itaat eden, Rab, Mâlik, Hâkim, Yönetici, Kanun koyucu ve Mâbud olarak yalnız Allah'ı kabul eden O'nun koyduğu hayat düzenini yaşayan kimsedir. İslâm, bu inanç ve tutum üzerine kurulan bir dinî sistemdir.

"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti."[25] Demek ki, bu din ilâhî bir seçim ve bir tercih ürünüdür. Buna göre herkesin, ama özellikle Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz akıyla ayrılmaya çalışmaktır. "Mutlaka müslüman olarak ölünüz."

Bir âyette; "İsa, onların inkârlarını sezince, 'Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler, "Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah'a iman ettik. Şahit ol, biz Müslimleriz/(Müslümanlarız)' dediler.”[26] bilgisi verilirken bir diğerinde ise, Hz. Nuh'un (as) kavmine şöyle seslendiği bildiriliyor: "Eğer yüz çeviriyorsanız, sizden zaten hiçbir ücret istemedim. Benim ücretim, ancak Allah'a aittir. Bana Müslimlerden olmam emredildi."[27]

“De ki: "Bize yararı ve zararı olmayan, Allah'tan başka şeylere mi tapalım? Allah bizi hidayete erdirdikten sonra, şeytanların ayartarak yerde şaşkınca bıraktıkları, arkadaşlarının da: ‘Doğru yola, bize gel’ diye kendisini çağırdığı kimse gibi topuklarımız üzerinde gerisin geri mi döndürülelim?" De ki: ‘Hiç şüphesiz Allah'ın yolu, asıl yoldur. Ve biz âlemlerin Rabbine (kendimizi) teslim etmekle (Müslim olmakla) emrolunduk."[28] “Bir de, bize, "Namazı dosdoğru kılın ve Allah'a karşı gelmekten sakının" diye emrolundu. O, huzurunda toplanacağınız Allah'tır.”[29]

Rabbimiz, rasûlünden ve elçinin yolundaki tüm davetçilerden, davetin muhataplarına şunları söylemelerini istiyor: “Eğer seninle çekişip tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim (Müslim oldum)." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim (Müslim) oldunuz mu?" Eğer teslim (Müslim/Müslüman) oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir.[30]

Görüldüğü üzere bütün Nebiler, Rasûller aynı dine, İslâm'a çağırmışlar ve onlar ile onların davetine icabet edenler (Allah'a boyun eğip teslim olan anlamında) Müslim adını almışlardır. Diğer insanları da Allah’a teslim olmaya, Müslim/Müslüman olmaya çağırmışlardır. Bu sebeple, kendimizi, bizzat Allah tarafından verilmiş ve bütün Rasûllerin davetine icabet edenlerin de ortak ismi olan Müslim dışındaki başka isimlere nispet etmekten ısrarla kaçınmalıyız. İnzal edilmiş "Müslim" yerine ikame edilmek üzere üretilmiş "İslâmcı" da dâhil farklı isimlerle kendimizi isimlendirmekten uzak durmalıyız. Aksi takdirde kıyamete kadarki sürede gelecek diğer İslâm dini müntesipleriyle aramızdaki bu ortak isim bağımızın sürekliliğine zarar verilebilecektir. O hâlde ey "Müslümanlar"! Gelin Allah'a teslim olalım ve Kur’ân'a ve Sünnete göre "Müslimler" olalım.

Kur’an’da, "Allah'a çağıran, sâlih amel işleyen ve 'Kuşkusuz ben Müslimlerdenim' diyenden daha güzel sözlü kimdir?"[31] denilir. Bu âyette de ifade edildiği üzere, en güzel sözlü Müslimlerden olabilmek için, hâl ve kal ile Allah'a davet eden ve sâlih ameller işleyerek hayatı ibadet kılan bir imanî pratiği ortaya koymak gerekmektedir.

Başka âyetlerde ise, Rabbimizin, kıyamet gününde, tevhîdî anlamda iman edip Müslim olmayı başarmış kullarını "kullarım" hitabıyla sahiplenerek, onlara şu müjdeli haberi vereceği bildirilmektedir: "Ey âyetlerimize iman eden ve Müslim olan kullarım! Bugün size korku yoktur, siz üzülmeyeceksiniz de."[32]

Rabbimiz hepimize, Kur’ânî ölçüye uygun biçimde Müslimlerden (Müslümanlardan) olmayı ve kendisine teslim olarak, yukarıdaki ayette zikredilen lütufkâr ilâhi hitaba muhatap olmayı nasip etsin. Sadece kendisine kulluğa tahsis edilmiş bir hayatı yaşayıp rızasını kazanmak suretiyle mü'min/Müslim olarak ölmeyi lütfetsin inşaAllah.

Mü’min ve Müslüman Kavramları,

Birbirlerini Tamamlayarak Örtüşürler

Hucurat Sûresinde, “iman ettik demeyin, teslim/Müslim olduk deyin” ifadesinde lugâvi anlamıyla kullanılan Müslim kelimesinden hareketle mü’min ve Müslim kavramlarının birbirinden bağımsız iki farklı kavram olduğunu iddia edenler olmuştur. Hâlbuki bu iki kavram, Kur’an’da kullanıldıkları yerler ve bütün anlamlar dikkate alındığında asla birbirinden ayrılamazlar ve biri, diğeri olmadan var olamazlar. Bunlar, biri diğerini tamamlayarak örtüşen iki kavramdırlar. Mü’min olunmadan Müslim olunamaz. Müslim olmadan da mü’min kalınamaz. Sözlü iman iddiasının ispatı, ancak fiilî iman olan Müslim olmakla, Allah’a teslim olup hayatı ibadet kılmakla gerçekleştirilebilir. “Ey iman edenler iman edin…”[33] ve “Ey iman edenler topluca İslâm’a girin…”[34] âyetlerinde de, “iman iddianızı hayat tarzınız ve amellerinizle ispat edin, hayatınızın bütününde Allah’a teslim olup Kur’an’a uygun yaşayarak Müslim olun” denilmiş olmaktadır. Müslim/Müslüman olmanın şartı olarak Allah’a teslim olmuş bir hayatta işlenen sâlih amellerin Allah indinde makbul ve geçerli olabilmesi için de, öncelikle tevhidî bir imanla iman etmiş olmak şartı vardır. Çünkü Allah “şirk koşanların amellerinin boşa gideceğini” bildirmiştir.[35]

Şimdi Hucurat Sûresinin ilgili âyetini ele alalım: “Bedevîler ‘İman ettik’ dediler. De ki: "İman etmediniz. (Öyle ise, "iman ettik" demeyin.) "Fakat boyun eğdik, teslim olduk/Müslüman olduk" deyin.  Henüz iman kalplerinize girmedi.  Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, O, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."[36]

Medine’de Rasûlullah ve beraberindeki Müslümanlar zafer kazanıp devletlerini kurarak güçlerini ortaya koyunca, çevredeki bedevi kabileler gelip İslâm devletine teslim oluyorlar. Zafer kazanıp gücünü ispat etmiş İslâmi otoriteye boyun eğiyor, bu güce teslim olmak biçimindeki lugâvi anlamıyla (harbin zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm) Müslim oluyorlar, ama “iman ettik” diyerek geliyorlardı. Aslında ise, “Biz teslim olduk, biz sizin gücünüzü kabul ettik,” demiş oluyorlardı. Allah da buyuruyor ki, “siz teslim olduk, deyin. (Siz barışa girme ve zafer kazanan güçlü tarafa teslim olma anlamında Müslim oldunuz.) Sizin kalplerinize henüz iman girmemiştir.” Artık ey teslim olanlar, ey iman edenler, eğer Allah ve Resûlüne itaat ederseniz bundan sonraki hayatınızda kesinlikle bilesiniz ki Allah sizin amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. Amellerinizden hiçbir şey zayi olmayacaktır. Bilesiniz ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.

Merhum Mevdudi, âyeti şu şekilde açıklamaktadır: Burada, bütün bedeviler değil, aksine İslâm'ın gelişen gücünü görerek, sadece müslümanların hücumundan korunmaları ve İslâm zaferlerinin kazançlarından faydalanabilmeleri için müslümanlığı kabul eden birkaç bedevi kabilesi kastedilmiştir. Bu insanlar gerçekte can u gönülden iman etmemişler idi, sadece dil ile söyleyerek işlerine öyle geldiği için kendilerini müslüman sayıyorlardı. Bunların içyüzleri, Hz. Peygamber'e (s) gelerek çeşitli isteklerde bulunmaları ve sanki müslüman olarak başkalarına büyük iyilik yapmışlar gibi mükâfat talep etmeleri sonucunda ortaya dökülüyordu. Hadislerde çeşitli kabilelerin tutumları anlatılmaktadır. Onlar açıkça Allah'ın Rasulü ile savaşmadan İslâm'ı kabul etmelerinin, onların Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yaptıkları büyük bir lütuf olduğunu, karşılığını da almaları gerektiğini söylemek istiyorlardı. Medine civarındaki küçük bedevi topluluklarının işte bu hareket tarzlarına bu ayetlerde ışık tutulmaktadır.

Ayette “kuulû eslemnâ" lafzı kullanılmıştır. Bu "biz müslüman olduk deyiniz" diye de tercüme edilebilir. Bu lafızdan bazı kimseler, "Kur'an-ı Kerim'in dilinde "mü'min" ve "müslim" iki ayrı kavramdır; mü'min can u gönülden iman edendir, müslüman ise iman etmeden sadece dış görünüşü ile müslüman olandır," manasını çıkarmışlardır. Böyle bir iddia serâpâ yanlıştır, temelden sakattır. Burada "iman" kelimesinin kalp ile tasdik için ve "İslâm" kelimesinin de dışa yansıyan ameller ve itaat için kullanıldığında şüphe yoktur. Fakat buradaki “İslâm ve İman”, diğer bir ifadeyle “Müslim ve Mü’min” kelimelerinin Kur'an-ı Kerim'in birbirinden bağımsız iki ayrı kavramı olduğunu söylemek doğru değildir.

Kur'an-ı Kerim'in İslâm ve Müslim kelimelerinin kullanıldığı ayetleri incelenince, Kur'an ifadesinde İslâm'ın, Allah'ın insan cinsine ve bütün beşere indirdiği hak dinin adı olduğu görülmektedir. İman ve emre itaatin ikisini de içine almaktadır. "Müslim" ise can u gönülden iman eden ve fiilen itaat eden kişi demektir. Örnek olarak şu ayetleri gösterebiliriz: "Allah katında din ancak İslâm'dır." [37] "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendinden kabul olunmaz."[38]; "Ben sizin için İslâm'ı din olarak beğendim."[39]; "Allah kimi doğru yola sevketmeyi isterse göğsünü İslâm ile genişletir"[40] Bu ayetlerde "İslâm"dan maksadın iman etmeden itaat etmek olmadığı meydandadır. Yine bakınız yer yer bu konunun ayetleri gelmektedir. "(Ey Rasûl!) De ki: Müslüman olanların ilki olmam bana emredildi"[41]; "Onlar müslüman olurlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar."[42]; "Müslüman olan bütün Nebiler Tevrat’a (Kitab’a) göre hükmederlerdi."[43]

Burada bunun gibi ve diğer yerlerde daha birçok örnekler göz önüne serilince, artık İslâm'ı kabul etmek, “İslâm'a girmek, iman etmeden itaat etmek demektir” denilebilir mi? Bunun gibi "Müslim" kelimesinin de defalarca kullanıldığı manaya örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakılabilir: "Ey iman edenler! Allah'tan korkulması gerektiği şekilde korkunuz ve siz ancak müslüman olarak can veriniz."[44], "O, sizi önceki kitaplarda da müslümanlar olarak isimlendirmişti, bu kitapta da öyle isimlendirmiştir."[45]. "İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı, fakat o, Allah'ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı."[46] Hz. İbrahim ve İsmail'in Kâbe'yi inşa ederken yaptıkları dua: "Ey Rabbimiz! Bizim ikimizi sana teslim ve ihlas sahibi (müslim) olmakla sabit kıl, soyumuzdan bir topluluğu da müslüman bir ümmet yap."[47] Hz. Yakub'un çocuklarına vasiyeti: "Ey çocuklarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. Öyleyse artık siz ancak müslüman olarak can verin."[48]  Bu ayetleri okuduktan sonra artık kim bu ayetlerde "Müslim"den maksat gönülden inanmayıp sadece dıştan İslâm'ı kabul eden kişidir diye iddia edebilir? Bu ayetleri inceledikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in ifadesinde İslâm'dan maksat, iman etmeden itaat etmek ve Kur'an'ın dilinde müslüman, "Sadece zahiren İslâm'ı kabul eden kimsedir" demek, baştan yanlış ve kesin hatadır.[49]

Fahreddin Râzî, “mü’min ile müslim birdir. Nasıl olup da aralarında fark varmış gibi anlaşılabiliyor?" diye sorarak şöyle bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp ile olur. Bazen kalple beraber lisanla olur. İslâm ise daha geneldir, fakat özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur.” İbrahim (a.s.) hakkında "Rabbi ona: ‘İslâm ol’ dediği anda, ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum.’ dedi.”[50] buyurulması böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde hak din ancak İslâm'dır." âyeti ve "Beni müslüman olarak vefat ettir."[51] âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim olan kullarından eyle, demektir. İmam-ı Âzam'a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de de şöyle denilmiştir: “İman, ikrar ve tasdiktir, İslâm Allah Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile İslâm arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile bâtın, yüz ile astar gibidir. “Din” de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan isimdir...”.[52]

“Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”[53]

O mü’minler ki, artık teslim olmuşlar, imana, takvaya doğru yücelmişlerdir. İşte onlar Allah ve Resûlü’ne iman etmişlerdir. İmanlarında asla bir şüpheye düşmediler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda savaştılar. İşte gerçek sâdıklar bunlardır. İşte iman ve teslimiyet iddialarında sadakat sahipleri bunlardır. Teslimiyet iddialarını söz planında bırakmayıp bu uğurda mallarını ve canlarını ortaya koyarak sâdık olduklarını, samimi olduklarını ortaya koyanlar bunlardır. Eğer bu imanlarınızda, bu iddialarınızda sadık kalır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ederek bir hayat yaşarsanız o zaman sizler sâdıklarsınız, imanlarınızda doğrusunuz, gerçek Müslümanlarsınız. İşte bunlar, verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık göstermiş, bütün hayat alanlarında Allah’a teslim olmuş samimi müslümanlardır. İşte bunlar, artık biz de iman ettik diyebilecek, biz de Müslüman olduk diyebileceklerdir.[54]

 

İslâm Dini’nin Gâyesi

İslâm’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de âhiret saâdetini kazanacaktır. İslâm, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saâdetlere ulaştırır. Toplumun  saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslâm, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.

 

İslâm Dini’nin Hükümleri

İslâm Dininin hükümleri dört kısımdır:

a-) İman (İtikadî hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla mânevî gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.

b-) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere amelî hükümler denir. Duâ etmek, zekât vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.

c-) Ahlâk: Hal ve hareketleri, davranışları, İslâmî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlâkın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.

d-) Hukuk  (Muamelât, Ukubat): iman, ahlâk ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticarî ve siyasî işleri, kısaca İslâm devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.

Bu dört hüküm  (iman, amel, ahlâk, hukuk) İslâm dininin bir bütün ve homojen bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Böyle olmasına rağmen, özellikle yirminci yüzyıl müslümanları hukukla (muâmelâtla) ilgili hükümleri terk ettikleri veya terk ettirildikleri için İslâm’ın bütünlüğü hayata yansıyamamıştır. İslâm bütün olarak yaşanamamaktadır. Bunun sonucu olarak, imanî konular saptırılmış, ameller (ibâdetler) yozlaştırılarak, ruhsuz ve anlamsız bir şekilde ifa edilen bir gelenek halini almıştır. Yine aynı şekilde müslüman topluluklar İslâm ahlâk ve edebini yitirmişlerdir.

Bu dört hüküm parçalanmaz bir bütündür. Yani birisi olmadığı zaman İslâm’ın bütünlüğü bozulduğu gibi; başka herhangi bir şeyle  (düşünceyle, hukukla, dinle) sentezi (karışımı) halinde de bütünlüğü ve safiyeti bozulur; Ortaya apayrı başka bir din çıkar. İslâm sosyalizmi, Türk-İslâm sentezi... gibi. Zaten sentez de ayrı  iki şeyin bir araya getirilmesiyle yepyeni bambaşka bir şeyin oluşması demektir.

İslâm, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslâm, insanın günlük yirmi dört saatini ve  doğumdan  ölümüne  her  alandaki  her  yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslâm, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibâdeti, ahlâkı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurâfe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.

 

İslâm’ın Genel Özellikleri

1- Rabbânîlik: (Rabbe ait olmak, İlâhî olmak) İslâm, hak ve İlâhî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbânîdir. Allah’ın rızâsı bir müslüman için her şeyde vazgeçilmez amaçtır. İslâm’ın kaynağı ve metodu da Rabbânîdir.

2- İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslâm insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslâm’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, rûhî unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslâm, insanın hiçbir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslâha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslâh etmeyi hedef alır. İslâm’ın tüm hükümleri insanın dünya ve âhiret saâdetine yöneliktir.

3- Kapsamlılık ve evrensellik: İslâm, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve âhiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslâm’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibâdette, tasavvurda, ahlâk ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.

4- Vasatlık ve denge: İslâm; denge, orta yol, adâlet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibâdet, ahlâk ve teşrîde vasat  (adâlet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - âhiret, madde - mânâ, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, rûhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve toplumu dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler. 

5- Açıklık ve netlik: İslâm’ın inanç esasları, dinî kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.   

6-) Hâlis din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirilemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurâfelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve râzı olunmuş tek hak dindir.

7- Tevhid: İslâm, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslâm’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiçbir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’tan başkasına tapınılmaz, duâ edilmez.  

8- Tüm peygamberleri tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.

9-  Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslâm; hüküm, hâkimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.

10- Sağlam kaynak: İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyâmete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.

11- Evrenle uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden müslüman sayılırlar. İslâm’ı seçip teslim olan insan da kâinatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkânlarıyla bütünleşir. İslâm, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.

12- Tek toplum (ümmet) oluşturur: İslâm, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akîde bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adâlet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücâdele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, fâiz... gibi kötü ahlâk ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.

13- Kolaylık ve müjde: İslâm; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehâdet getirip buna uygun yaşayan herkesi müslüman sayar. Eşitlik ve adâlet esasına dayanır. Kimsenin zorla müslüman yapılmasını kabul etmez.  Kalpleri  fethederek  yayılmayı  esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbâdetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslâm’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslâm, insanın rûhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp,  kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azâbıyla ikaz edilirler.

14- Akla ve ilme önem verir: İslâm vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lâzım ki, İslâm akılcı değildir, akıllıların dinidir.[55]

15- İnsan hakları: Hiçbir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslâm, insanın şu haklarını korumaya alır:

a) Din emniyeti: İslâm, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.

b) Nefis (can) emniyeti: İslâm, yaşama hakkını temin eder.

c) Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslâm, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızâlardan koruyucu tedbirler alır.

d) Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslâm gerekli her türlü ortamı hazırlar.

e- Mal emniyeti: İslâm malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkânını tanır.

Özetle İslâm, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.

İslâm, insan hakları konusunda hâlâ ulaşılamaz durumdadır. İnsanî kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvânın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslâm’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibâdetleri, cezâ anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adâletsizliğe de göz yummaz. Kadın-erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.

 

İslâm’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatleriyle İlişkisi

 a) İslâm bütün peygamberlere gelen dinin adıdır.[56]İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teâlâ peygamberleri değişik şeriatlerle (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.

 b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri din bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gelen İslâm, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyâmete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.

 c) Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinin hükümlerini (şeriatlerini) nesh edip ortadan kaldırmıştır. Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şeriatidir.

 d) İslâm dini, Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.

 

Kur’ân-ı Kerim’de İslâm Kavramı

“el-İslâm” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 6 âyette geçer.[57] “İslâm” ve “müslim” kelimeleri, çekimleriyle birlikte Kur’an’da toplam 50 yerde kullanılır. İslâm ve müslim kavramlarının kökü olan “silm” kelimesi ve türevleri ise, toplam 157 yerde kullanılır. 

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan/müslümanlardan kıl, neslimizden de Sana teslim olan müslüman bir ümmet çıkar, bize ibâdet yerlerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin.”[58]

“Bunu İbrâhim de kendi oğullarına vasiyet etti, Ya'kub da: 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm'ı) seçti. O halde sadece müslüman olarak ölün' dedi.”[59]

“Biz, Allah’a ve O’nun yanından bize indirilene; İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kup ve esbât’a (torunlarına) indirilene, Mûsâ ile İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere gelenlere, onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin iman ettik ve biz sadece Allah’a teslim olduk, O’nun için müslümanız’ deyin.”[60]  

“Allah katında gerçek din İslâm’dır.”[61]

“İbrâhim, ne Yahûdi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan (hanîf) dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi.”[62]

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.”[63]

“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı verip ondan râzı oldum..”[64]

“Allah kimi doğru yola hidâyet etmek/iletmek isterse, onun göğsünü (kalbini) İslâm’a açar, gönlüne genişlik verir; kimi de dalâlete bırakmak/saptırmak isterse, onun göğsünü/kalbini daraltır ve göğe çıkıyormuş gibi meşakkatlendirir. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle murdarlık verir. Bu (İslâm), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.”[65]

“(Yusuf şöyle duâ etti:) ‘…Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.”[66]

Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse (gerçek müslüman olursa) muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.”[67]

“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nûr üzerinde olmaz mı? Kalpleri Allah’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir dalâlet/sapıklık içindedirler.”[68]

 "İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.”[69]

 

 Hadis-i Şeriflerde İslâm Kavramı  

İslâm, beş esas üzerine binâ edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s.)’in O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.”[70]

"Her çocuk, İslâm fıtratı (Allah'ı tanıma ve O'na teslim olma) yaratılışı üzere doğar."[71]

"Bir kul İslâm'a girer ve bunda samimi olursa, daha önce yaptığı bütün hayırları Allah, onun lehine yazar, işlemiş olduğu bütün şerleri de affeder. Müslüman olduktan sonra yaptıkları da şu şekilde muâmele görür: Yaptığı her hayır için en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar sevap yazılır. İşlediği her bir şer için de, -Allah affetmediği takdirde- bir günah yazılır."[72]

"Sizden biri içiyle dışıyla müslüman olursa, yaptığı her bir hayır, en az on mislinden yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hal, Allah'a kavuşuncaya kadar böyle devam eder."[73]

"İmanın tadını; Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar."[74]

"Kim bizim namazımızı kılar, bizim kıblemize yönelir, bizim kestiğimizi yerse işte o, müslümandır."[75]

"Kim İslâm'dan başka bir din adına yalan yere yemin ederse o kimse, dediği gibidir."[76]

Bazı kimseler Hz. Peygamber'e: "Yâ Rasûlallah, biz câhiliyet devrindeki yaptıklarımızdan mes'ul olacak mıyız?" diye sordular. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap verdi: "İslâm'da sizden kim iyi ameller işlerse câhiliyet devrindeki yaptıklarından dolayı muâhaze olunmaz; ama kim kötülük ederse, hem câhiliyet devrindeki hem de İslâm'da yaptıklarından dolayı muâhaze olunur."[77]

"Din nasihatten ibarettir!" Yanındakiler sordu: 'Kimin için ey Allah'ın Rasûlü?' "Allah için, kitabı için, Rasûlü için, müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin aynasıdır; onda bir ezâ/rahatsızlık görürse, bunu ondan gidersin."[78]

Bir adamın, “hangi müslüman hayırlıdır?” sorusuna karşılık; Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Diğer müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu (zarar görmediği) kimsedir”[79]

“Müslümana sövmek fısk’tır (büyük günahtır), onu öldürmek ise küfür (kâfir olmak) gibidir.”[80]

“Müslüman sevdiğini Allah için seven, Allah ve Rasûlünü her şeyden çok seven, kendisine imanı nasip ettikten sonra küfre dönmeyi, cehenneme yüzüstü atılmaktan daha kötü gören kimsedir.”[81]

 

 İslâm’ın Rükûnları

İslâm’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı ikame etmek, zekât vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak.

Peygamberimiz’in İslâm’ı tarif ettiği hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslâm’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (câhil halkın yanlış olarak İslâm’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehâdet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) daha önce “Tevhid” ünitesinde işledik. Burada, bu ibâdetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i sâlih olarak etrafını câmi sûrette tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiğiFıkıh, İlmihal kitaplarında ve Fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.  

Amel-i sâlih nedir? Sâlih amel, Allah katında râzı olunan amellerdir. Bu amel  (davranış)  iki özellik taşır: Biri, İslâm şeriatına uygun olması, ikincisi; niyetin Allah rızâsı için ve O’na ibâdet kasdıyla, bu bilinçle olmasıdır. Bir amel,  bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i sâlihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevâbı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: “Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, sâlih amel işlesin, Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi şirk/ortak koşmasın...”[82]

Amel-i sâlihin İslâm’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, âhiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehâdetin  (tevhidin) mânâsı, amel-i sâlih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslâm kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibâdetsiz İslâm’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i sâlihin İslâm’daki öneminden dolayı birçok âyet onu övmektedir. Bu âyetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükâfatını açıklar, bazısı da özellikle âhiret hayatında vereceği faydadan bahseder. “Andolsun Asra ki, Muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriç.”[83]

Amelin kabulü için İslâm’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i sâlihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızâsı niyyetiyle ve İslâm şeriatına uygun bir amel de işlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslâm’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükâfat vardır.[84]

Amel-i sâlih çok çeşitlidir. İbâdet olsun, muâmelât olsun, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbine itaatı, Şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızâsını taleb etmeyi düşünerek hayırlı bir amel işlediği zaman, amel-i sâlih ehlinden olur.

Bu amel-i sâlihin başında  (dar anlamıyla) ibâdetler gelir. İbâdetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekât gelir. Bunlar İslâm’ın temelleridir. Bu ibâdetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle câiz değildir. Bunun için İslâm’ı tanımlayan meşhur hadiste bu ibâdetler açıkça bildirilmiştir.

İslâm’da ibâdetlerin önemi büyüktür. İbâdetler, kişinin Rabbiyle olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbâdetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibâdetlere özen göstermek ve başkalarını önce imanî esaslara, sonra ibâdetlere dâvet etmek gerekir. İbâdetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere ibâdetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibâdetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.

Bu ibâdetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır. İslâm; namazı, müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alâmet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal câizdir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münâfıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin mânâsını kişiye devamlı hatırlatan bir ibâdettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’da birçok âyet vardır.[85]

Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her  kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiçbir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.

Oruç, hac, zekât ve diğer bütün ibâdetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlâs, irâde ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekât, müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mâlî bir ibâdettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emânetçiden başka biri olmadığını insan zekâtla daha iyi kavrar. Zekât, mal sevgisine, Allah rızâsını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adâletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, müslümanın amelî eğitimidir. Hac ibâdetiyle müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takvâ, Allah sevgisi ve O’nun azâbından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu sâlih amellerin başında gelir.    

Amelin imanla münâsebetini ileride geniş olarak işleyeceğiz.

 

İslâm’ın Tebliği

İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslâm, herkese tebliğ edilmelidir. Bu dâvet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır.  “İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[86] âyet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslâm, herkese, ama özellikle “Müslümanım”  diyenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslâm bildikleri şeyler İslâm olmayabilir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.

İslâmî dâvetin gayelerinden biri de, İslâm’ı tekeline alıp onu kimseye ulaştırmayanların elinden İslâm’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslâm, hiçbir gücün tekelinde olamaz. Hiçbir güç İslâm’ın bazı ibâdetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslâm adına yapsınlar, isterse câhiliyye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslâm’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hâkimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hâkimiyeti olan İslâm’a ulaştırmak... İşte, İslâm budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.

 

İslâm’ı Hayata Hâkim Kılmak

İnsanlık tarihi boyunca, İslâm’ın esas dayanağı olan temel ilke “Lâ ilâhe illâllah” kuralıdır. Yani ulûhiyeti, rubûbiyeti, saltanat ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inanç; duygu ve hareketlerde ibâdet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezâhür etmelidir. Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet etmek, böyle kâmil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslâm’a saygısızlık yapılmış olur.

Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tâbi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.

Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasûlullah’dır (s.a.s.). Bu kaide ise İslâm’ın ilk şartı olan şehâdet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder. “Şüphesiz Muhammed (s.a.s.) Allah’ın Rasûlüdür.”[87] İşte İslâm’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekâmil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın râzı olduğu nizam budur.

İslâm, hiçbir zaman nazarî inanç ve birtakım ibâdetlerden ibâret değildir. Bir yandan birtakım ibâdetler yapmak, diğer taraftan da fiilen mevcut olan câhiliyye toplumunun faal bir üyesi şeklinde çalışmak bir arada bağdaşamaz.

İslâm’ın hedefi, câhiliyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lâzımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslâm metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslâm ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyânâtına mazhar olur: “Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.”[88]“İşte böylece sizleri orta (mûtedil, dengeli) bir ümmet kıldık. İnsanlara şâhid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...”[89]

 

SORULAR

1- İslâm, kelime olarak hangi anlamlara gelir?

2- İslâm kavramının terim anlamı nedir?

3- Allah’a teslim olmayan kimse müslüman sayılır mı? Niçin?

4- İslâm’ın üzerine bina edildiği beş temel esas nedir?

5- İslâm dininin gayesi nedir?

6- İslâm dininin hükümleri kaça ayrılır? Tariflerini misallerle açıklayınız.

7- İslâm, insan hayatının bir parçası mıdır?

8- İslâm’ın genel özellikleri nelerdir?

9- İslâm konusunda iki âyet meali ve iki hadis belirtiniz.

10- İslâm’ı hayata hâkim kılmak için Müslüman olarak hepimize ne tür görevler düşmektedir, açıklayınız.

11- Allah tarafından, peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekline ne denir?

  1. a) İman b) Amel c) Hukuk         d) İslâm

12- Aşağıdakilerden hangisi İslâm için doğru değildir?

a) İslâm dini, insanın fıtratına (yaratılışına) uygundur.

b) İslâm’ın mesajı ve hükümleri sadece Peygamberimiz’in yaşadığı zamana yöneliktir.

c) İslâm inanç esasları herkesin anlayabileceği şekilde açık ve nettir.

d) İslâm’a göre egemenlik sadece Allah’a aittir.

13- İslâm’ın hükümleri; 1- iman  2- amel   3- ahlâk    4- hukuk olmak üzere dört kısımdır.  Buna göre “Devlet yönetimi, toplum idaresi, evlenme, boşanma, ticaret, cezâlar, dâvâlar ve mirasla ilgili hükümler” ifâdesi, yukarıdaki hükümlerden hangisine girer?

a) Ahlâk b) İman  c) Hukuk  d) Amel

14- İslâm’ın hükümleri; 1- iman  2- Amel   3- Ahlâk    4- Hukuk olmak üzere dört kısımdır. Buna göre “Söz, davranış, hal ve hareketlerimizle alâkalı hükümler” ifâdesi hangi kısma girer?

a) Amel b) Ahlâk c) Hukuk         d) İman

15- Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile göndermiş olduğu İslâm dinini kabul eden, bu inancını amelleriyle göstermeye çalışan kimseye ne denir?

a) Müslüman b) Münâfık   c) Müşrik        d) Kâfir

 

 [1] Bak. 6/En’âm, 162 ve  4/Nisâ, 65

[2] 3/Âl-i İmran, 83

[3] 16/Nahl, 89 ve yine Bak. Yusuf, 111

[4] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3

[5] 5/Mâide, 50

[6] 4/Nisâ, 48

[7] 2/Bakara, 85

[8] Bak. Din ünitesi

[9] Bakara, 2/208.

[10] Maide, 5/3.

[11] Rum, 30/30.

[12] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân Tefsiri.

[13] Âl-i İmran, 3/19.

[14] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’ân Tefsiri.

[15] Emalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.

[16] Âl-i İmran, 3/83.

[17] Âl-i İmran, 3/84.

[18] Âl-i İmran, 3/85.

[19] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l Kur’ân Tefsiri.

[20] Enbiya, 21/108.

[21] Neml, 27/80-81.

[22] Bakara, 2/128.

[23] Âl-i İmran, 3/67.

[24] Bakara, 2/131.

[25] Bakara, 2/132.

[26] Âl-i İmran, 3/52.

[27] Yunus, 10/72.

[28] En’am, 6/71.

[29] En’am, 6/72.

[30] Âl-i İmran, 3/20.

[31] Fussilet, 41/33.

[32] Zuhruf, 43/68, 69.

[33] Nisa, 4/136.

[34] Bakara, 2/208.

[35] Muhammed, 47/33; Âraf, 7/147; Kehf, 18/103-105; Tevbe, 9/17.

[36] Hucurat, 49/14.

[37] Âl-i İmran, 3/19.

[38] Al-i İmran, 3/85.

[39] Maide, 5/3.

[40] En'am, 6/125.

[41] En'am, 6/14.

[42] Al-i İmran, 3/20.

[43] Maide, 5/44.

[44] Al-i İmran, 3/102.

[45] Hac, 22/78.  

[46] Al-i İmran, 3/67.

[47] Bakara, 2/128.

[48] Bakara, 2/132.

[49] Mevdudî, Tefhimu’l Kur’ân Tefsiri.

[50] Bakara, 2/131.

[51] Yusuf, 12/101.

[52] Elmalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.

[53] Hucurat, 49/15.

[54] Mehmet Pamak, İman ve İslam

[55] Bak. İslâm Nizamı, Yusuf el Kardavi, Esra Y.

[56] Bak. 2/Bakara, 130 - 133

[57] 3/Âl-i İmrân, 19, 85; 5/Mâide, 3; 6/En’âm, 125; 39/Zümer, 22; 61/Saff, 7

[58] 2/Bakara, 128

[59] 2/Bakara, 132

[60] 2/Bakara, 136

[61] 3/Âl-i İmran, 19

[62] 3/Âl-i İmrân, 67

[63] 3/Âl-i İmran, 85

[64] 5/Mâide, 3

[65] 6/En’âm, 125-126

[66] 12/Yûsuf, 101

[67] 31/Lokman, 22

[68] 39/Zümer, 22

[69] 61/Saff, 7

[70] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13; Tirmizî, İman 3

[71] Müslim, Kader 25; Ahmed bin Hanbel, 4/24

[72] Buhârî, İman 31; Nesâî, İman 10 -8, 105-

[73] Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205, hadis no: 129

[74] Müslim, İman 56, hadis no: 34; Tirmizî, İman 10, hadis no: 2625

[75] Nesâî, İman 9, hadis no: 8, 105; Buhârî, Salât 28

[76] Müslim, İman 176, hadis no: 110

[77] Müslim, İman, 189, hadis no: 120

[78] Tirmizî, Birr 17, 18, hadis no: 1927, 1928, 1930; Müslim, İman 95, hadis no: 55

[79] Müslim, İman 14, hadis no: 40; Ebû Dâvud, Cihad, hadis no: 2481; İbn Mâce, Fiten 2, hadis no: 3934

[80] Buhârî, İman 36; Müslim, İman 27, hadis no: 116; İbn Mâce, Fiten 4, hadis no: 3939-3941

[81] Nesâî, İman 3-4

[82] 18/Kehf, 110

[83] 103/Asr, 1-3. Diğer örnek âyetler için meselâ Bak. 5/Mâide, 9; 13/Ra’d, 29; 16/Nahl, 97; 18/Kehf, 30; 19/Meryem, 76; 29/Ankebût, 7, 9.

[84] Bak. 3/Âl-i İmran, 85

[85] Bu âyetlerden bazıları şunlardır: 30/Rûm, 31; 2/Bakara, 1-3, 153, 238; 4/Nisâ, 103, 142; 29/Ankebût, 45...

[86] 3/Âl-i İmran, 104

[87] 48/Fetih, 29

[88] 3/Âl-i İmran, 110

[89] 2/Bakara, 143