45. HUTBE: EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK

45. HUTBE: EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK (1)

EĞİTİM YARASINA PARMAK BASMAK

ÂYET:

آيَا يَُّهَا لَّذ۪ينَ مَٰنُو قُآو نَْفُسَكُمْ وَهَْل۪يكُمْ نَار وَقُودُهَا لنَّاسُ وَلْحِجَارةَُ عَلَيْهَا مَلآئِٰكَةٌ غِلَاظٌ شِدَدٌ لَا يَعْصُونَ للّٰهَ آمَا مََرهَُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمًَروُنَ

“Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır.” [1]

Câhilî sistemin her şeyi yapay, uydurma. Eğitimin kendisi gibi eğitim kelimesi de yapay ve uydurma. Bu kelime kaç yılında ortaya çıkmış araştırdım. Eğitim kelimesi 1935 yılında türetilmiş, yani uydurulmuş. Okul kelimesi de 1934 yılında, Türkçe “okumak” fiilinden türetilmiş. Ne var ki, kelime köklerinin sonuna “-il/-ul” eki, 1934’e kadar hiç kullanılmadığından ek Türkçe yapım ekine, “okul” da kelime yapısına uygun değil. İngilizcesi school olan écolé (ekol)ün karşılığı yerine bozuntusu tercih edilmiş; aynen Batı kavram ve yaşayış tarzının biraz bozulmuşu ithal edildiği gibi. Türkçe okul haline getirilen “ekol”ün aslı da ilk olarak Yunanlılarda ortaya çıkmış Milat öncesi Atina adındaki uygarlık kabul edilen yaşam biçiminde. Tuhaftır, “aristokratların hayatta getirisi olmayan uğraşlara vakit ayırabilmesi”ni ifade eden bir anlamı var. Helenistik devirde bu kelime, eski Atinalılar gibi entel tarzda sohbet etmenin tekniklerini öğreten kurs anlamı kazanmış. Çağdaş Batıda ancak her türlü okul anlamında kullanılmaya başlanmış. Okul karşılığındaki ekol kelimesi; ilk ve esas olarak insanları etkileyecek, retorik ve söz sanatları tabir edilen söz cambazlığını, nutuk atmayı entel tabakaya öğretme amaçlı olan, paralı kurumlara deniliyordu. Yani zannedildiğinin aksine okul kurumu, toplumun bireylerini, uyumlu vatandaş hale getirmek amaçlı, insanı düşünen, çocuğu düşünen, kendi sistemleri açısından da olsa onları topluma faydalı bir birey haline getirmek isteyen bir kurum değil. Entel bir zevk için bir kültürel etkinlik amaçlı, zengin ve şımarık aristokrat sınıfına, hitabet ağırlıklı, daha çok da laf ebeliğine dayanan faydasız (faydasızın altını kendileri çiziyorlar, kelime bu anlama geliyor) şeylerin öğretildiği bir kurum olarak işlev görmüş. Giderek bu anlayışla, alternatif denilen okullar açılmış, Atina’dan Isparta’ya ve Roma’ya ihraç edilmiş; sonra da Ortaçağ zihniyetinde dogmaların öğretildiği bir kurumlar haline getirilmiştir.

Bugün bizim kendisinden aldığımız ekol kelimesi ile kurumun iç işleyişiyle, müfredatıyla etkilendiğimiz Batı, söz gelimi “okulsuz toplum” çağrılarına müsamahalıdır, aynı zamanda alternatif okullara da yeşil ışık yakar. Bugün ABD dâhil Batı ülkelerinin hemen hepsinde, ilkokuldan üniversiteye kadar, Hristiyanlara, yahudilere komünistlere, ateistlere ve hatta bir kaşık suda boğmak istedikleri Müslümanlara okul açma özgürlüğü var. Yani siz belirli sayıdaki farklı ideoloji veya din mensubu insanlar müracaat ediyorsunuz, o devlet size finansmanını sağlıyor, binasını temin ediyor, imkânlarını veriyor. Ne yaparsan yap, Tevrat Kursu, Kur’an Kursu gibi faaliyetini yap; hatta öğretmenini ben seçeceğim, müfredatını da ben tespit edeceğim bile demiyor. Siz şartlara uygun hangi öğretmenleri istiyor, nelerin okutulmasını talep ediyor, eğitim sisteminizin nasıl olmasını arzu ediyorsanız, çoğu tercihi size bırakıyor. Düzenin kendisinin belirlediği çok az şeyler var. Söz gelimi, eğitim dilinin o ülkenin dili olmasını şart koşuyor, anayasasının zorunlu kıldığı ırkçılık yapılmaması gibi üç - beş madde ile sınırlanabilecek şeyler istiyor ve alternatif eğitim modellerine tümüyle açık olduğunu ifade ediyor. Hatta daha öte, “ben bu alternatifleri de beğenmiyorum ya da benim alternatifim yok” diyen bir kimseye, okula gitmeme özgürlüğünü nice Batılı ülke tanıyor. Meselâ kendilerine “anarşistler” denen kimseler okulları protesto ederler ABD’de, Avrupa’da; okulları ve askerliği protesto etme hakkı vardır bazı bedellerini ödemekten kaçmayan insanların. Böyle bir özgürlüğü tanıyor. Yani kendilerinden hem “okul”un adını hem yapısını aldığı sistemden çok daha fazla dayatmacı olmuş Ortadoğu ülkeleri. Kraldan daha fazla kralcılıktır bu.

Onların bile tümüyle dışlamadığı, alternatif olarak müsaade ettiği bir sistemi, özgürlüğü müslümanların yaşadığı ülkelerde küçük çapta bile göremiyoruz. Bilmem bilir misiniz Hollanda’da 40’ın üzerinde İslâm ilkokulları vardır, bu okullara dayalı İslâm Ortookulları ve iki tane İslâm üniversitesi vardır. Birinin başında rektör olarak yıllardır Ahmet Akgündüz var. Türkiye’de İslâm Okulu diye okul açılsın; mümkün mü? Eğer açılmış olsa, bu “İslâm” sadece adının kullanıldığı Devlet Okulu olur, Devlet İslâmı’nın Okulu…

Acıdır ki müslümanlar da bu sistemden râzı pozisyonunu üstleniyor. “Çocuğun yaramazlığından kurtulalım, okulda vakit geçirsin de ne olursa olsun” diye düşünüyor, çocuğu başından savmak istiyor. Camiye çocuğunu gönderen anne ve babanın düşüncesi de farklı değil. Aslında şu var; biz çocuklarımıza iyi bir eğitim verebilsek, ister o çocuk Truva atında olsun, isterse başka bir yerde olsun büyük zararlara uğramayacak. Meselâ bir Amerikan okulunda okuyan İslâmî açıdan eğitilmiş şuurlu bir çocuk, bu eğitimin zararlarından büyük ölçüde etkilenmeyebilir. Ama, işin bir de takvâya, hatta fetvâya/fıkha uygun olup olmaması ve ne kadar ideal olup olmadığı konuları var; o yüzden hiç zararının olmayacağını söylemek mümkün değil. Ancak, mevcut şartlar içinde bu tavır, ehven sayılabilir. Yahûdiler, ırkçılık öz güveniyle istiğnâ ve istikbar psikolojisi ile çocuklarını şekillendiriyor. Bizde durum çok farklı. Seviyeli, güvendiğimiz yüz Müslüman kişiyle bir anket yapsak, çocukları ile ilgili sorunları olup olmadığını araştırsak, çocuklarının müslümana yakışır bir durumda olup olmadığını sorsak, fotoğraf, durumun çok ciddi olduğunu gösterecektir.

Çocuğu dört değil, on dört yönden kuşatan tuzakları değerlendirdiğimizde; eğitimcilerin, hocaların bile kendi çocuklarını tam yetiştirdiklerini iddia etmek zor. Belki başka çocuklarla meşgul olurken, kendi çocuklarını ihmal ediyor. Ama, bu eğitim işini, en yakınlarımızı kuşatacak şekilde dahi beceremiyoruz. Bu bir vâkıa. Birisi; “ben gemisini kurtaran kaptanım” dese bile bu bir istisnadır. Bu sorun ciddi olarak ev merkezlerine alınmalı, hafta sonları ya da her boş zamanlarda câmi ve medrese fonksiyonunu kısmen üstlenen derneklerde, uygun yerlerde sistemli çalışmalar yapılmalı.

Tanışılan bir çocuğa hemen şöyle sorular sorulur: “Hangi okula gidiyorsun, kaçıncı sınıftasın, derslerin nasıl?” Hangi okula gidecek; herhalde İslâm Okulu var da oraya gidecek değil. Yaşını bilince sınıfını da tahmin edersin. Neye önem verildiğinin göstergesidir bu tür sorular. Ama: “Namaz kılıyor musun? Kaç sûre ezberinde? Kur’an okumasını öğrendin mi? Televizyon seyrettiğin kadar Kur’an meali niye okumuyorsun? Kimin hayatını daha iyi biliyorsun: Filan devlet adamı, falan sanatçı veya futbolcunun mu, Peygamberimiz’in mi?” gibi soruları müslümanlar müslüman çocuklarına sormayı akletmezler.

Okuldaki başarı mı, hayattaki başarı mı; dersler mi, ahlâk mı; notlar mı ibâdet mi? Yani, lise sınavı, üniversite sınavı mı, yoksa Allah’ın dünyadaki kulluk sınavı mı? Bunlardan hangileri daha öncelikli olmalıdır? Çocuğunun sabah namazına kalkıp keyifle, zevk alarak namaz kıldığına şâhit olmak, yüksek notlarla dolu karnesini görmekten daha mı az öneme sahiptir? Evet, bir delikanlı, üniversite sınavına hazırlandığı gibi, âhiret sınavı için de aynı şekilde çalışsa büyük ihtimalle cenneti hak eder.

Okul gibi, askerlik gibi konuları çözmek için devlet gücü lâzımdır. Müslümanlar günümüzde dünyanın hemen hiçbir yerinde siyasî otorite oluşturamadılarsa, bunu mâzeret sayıp kesin haram olan, hatta haramın ötesinde şirkle bağlantılı olan hususlara bahane arama lüksüne sahip olamazlar. Siyasî otoriteleri yoksa cemaatleri vardır (olmalıdır). Bununla birlikte tekfir konusunu da çok ihtiyatlı işletilecek bir kurum olarak görmek gerektiğini ifade edelim.

Biz, şahısların zâhirine, görünüşüne değer verir, görünüşüne göre hükmederiz. Dinde, yani din tercihinde, iman meselesinde zorlama yoktur. Ama hukukî meselelerde elbette zorlama olacaktır.

Önüne gelene, ‘kâfir’ damgası vurmak demek olan “tekfir hastalığı”na düşmemek, rastgele câhil müslümanlara ‘mürted’ mührü vurmamak gerekir. İnsanların yetişme tarzı, bilgilerinin azlığı, o bilgileri kullanma tavrı, İslâm’ı öğrenme kaynakları göz önüne alınmadan ‘tekfir’ etmek çok yanlıştır. Bir müslümanı onu dinden çıkaran davranış ve söz üzerinde bulursak, onun yanlışlığını düzeltmeye çalışmamız gerekir. Rastgele ‘kâfir’ damgası vurmak hem görevimiz değil, hem de müslümanların sayısını azaltmaktır. Sayımızın azlığı ancak düşmanlarımızı sevindirir.

Bugün; oy vermek, askere gitmek, çocuklarını gayri İslâmî okullarda okutmak, az zararlı gördükleri bir partiyi desteklemenin kesin hükmü gibi nice husus, emin, ehil ve muvahhid âlimlerin fetvâya bağlamaları gereken konulardır. Günümüzde tekfir konusunda da ihtilâf edilen birçok ictihadî durumlar vardır. Günümüzde de tüm mü’minlerin otorite kabul ettiği her yönüyle güvenilir bir müctehid olmadığı, şer’an fetvâsı tüm ümmeti bağlayacak bir yetkin zât bulunmadığı için yapılması gereken, bu tür konularda “ihtiyatlı bir tavır” takınmaktır. Böyle ihtilâflı, ama şirk ihtimali de olan hususlarda ihtiyat iki şekilde olur: Birincisi, şirk olma ihtimalini gözden uzak tutmamaktır. Binde bir ihtimalle bile olsa ihtiyatlı olmak, o küfrü işlememek, ondan şiddetle sakınmak gerekir. Ve o küfür olma ihtimali olan hususu işleyenlerle (tekfir etmeden) ileri derecede samimiyet kurmamak, onlarla cemaat, sırdaşlık, akrabalık ve muhabbetle yakınlık gibi ilişkilere gücümüz nisbetinde girmemek gerekir. İhtiyatın ikinci şekli ise: Onların İslâm’ın hâkim olmadığı câhiliye düzenlerinde yetiştiğini, bu konuları yeterince ve ehil kabul ettikleri kişilerden duyup öğrenmedikleri, yeterli ve yetkili kişilerin onlara doğru bir İslâm anlayışı vermedikleri vb. durumlardan dolayı onların Allah indinde mümkün ki mâzur olabileceği, bizim ise, böyle bir durumda onların kâfir ve müşrik olmama ihtimali binde bir bile olsa onları tekfir ettiğimizde, binde bir ihtimalle de olsa bizim kâfir olacağımız hesaba katılmalıdır.

Bugün yapılması gereken, “falanca adam küfür sözü söyledi ve mürted oldu, ona hangi ağır cezayı verelim?” diye fetvâ arayışı değil; askere gitmek zorunda kalanı ve alternatif çözüm bulamadığı için çocuğunu küfür uygulamalarından korumaya çalışan ebeveyni tekfir etmek değil; İslâm’ın, güzellikleri ve kurtuluş yolu olduğunu en güzel yolla bu tür insanlara ulaştırmak, hatayı biraz da kendimizde arayıp zayıf müslümanların dinden uzaklaşma sebeplerini azaltmaya çalışmaktır. Haksız ve gereksiz tekfîr mantığı, adâletsiz ve kolaycı bir davranıştır. Hiç bir yararı da yoktur.

Şirk ve küfür olarak haklarında çok net bir hüküm olmadığı halde, biz Kur’an’ı ve sünneti kendi bilgimiz ve tevhid anlayışımızla yorumlayıp bir konu hakkında şirk ve küfür hükmünü verebilir miyiz? Eğer böyle bir konunun şirk olduğuna hüküm veriyorsak, onu her nasılsa işleyen kimsenin, gerekçelerini, bu konudaki nassların kendisine ulaşıp ulaşmadığını, ulaştı ise onlardan nasıl bir anlam çıkardığını, bize göre geçersiz de olsa te’vil yapıp yapmadığını, başka bir mâzeretinin olup olmadığını değerlendirmeden tekfir edebilir miyiz?

Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz ve hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır.

“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [2]

Normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok ölçülü olmak gerekir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.

Kur’an’da şirk ve küfür olarak açıklanan, puta tapmak gibi çok net çirkinliklerle ilgili hususlar elbette böyle değildir. “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız…”[3] Bu ve benzeri âyetler, kesin küfür fiilleri hakkındadır. Gerçekten, apaçık bir şekilde Allah’ın dışında bir tapma olayı olunca bu hükmü verebiliriz. Onun dışında, küfür olup olmadığı konusunda İslâm âlimlerinin ve ümmetin ittifak etmediği konularda biz kendimiz o olayın küfür olduğuna dair delillerimiz çok kuvvetli olduğu zaman bu fiilin küfür olduğunu kabul edebiliriz. Ama bu durum, bize bu küfrü işleyenleri hemen tekfir etmemiz hakkını vermez. Evet, Peygamberimiz’in hadislerinde de çokça yer aldığı gibi, nice küfür ve şirk vardır ki, sahibini kâfir ve müşrik yapmaz. Nice hadiste, “şunu yapmayan bizden değildir, mü’min değildir, iman etmiş olmaz” denildiği halde, o işi yapmayanı hiçbir İslâm âlimi tekfir etmemiştir. Meselâ, hiçbirimizin kendimiz için istediğimiz her şeyi, başka bir mü’min kardeşimiz için de istememiz, onu kendimize her konuda tercih etmemiz gücümüzü aşan bir husustur. Ama bu durum hadis-i şerifte “iman etmiş olmaz” ifadesiyle bildiriliyor. Nifak alâmetleri konusunda da hüküm böyledir.

Yine, küfrünü apaçık ortaya koymayan, ama içten içe İslâm’a ters inançlara sahip olan kişileri, zâhiren şehâdet kelimesi getirip namaz gibi sâlih ameller de yapıyorlarsa, bunları tekfir etmeyi Allah Rasûlü yasaklamış, şehâdet kelimesi getiren kimsenin öldürülmesine çok şiddetli tepki göstermiş ve “kalbini yarıp baktın mı?”[4] diyerek zâhiren Müslümanlığına hükmedilmesini istemiştir. Eğer her kâfirin mutlaka kâfir olarak bilinip hüküm verilmesi gerekseydi, Peygamberimiz’in, vahiyle kendisine bildirilen münâfıkları ümmetine bildirmesi ve onların da o kişileri mü’min kabul etmemelerini istemesi gerekirdi. Hâlbuki ashâbdan Huzeyfe’ye (r.a.) (kimseye söylememesi şartıyla, sır olarak bildirmesi) hâriç, hiç kimseye onların kâfir olduğunu bildirmemiş ve ashâbın onlara Müslüman muâmelesi yapmasına rızâ göstermiştir.

Bir kimsenin kâfir olduğuna kim karar verebilir? Böylesine önemli ve bumerang gibi hükmün tekfir edenin kendine dönme ihtimali yönüyle riskli kararı sıradan herhangi bir mü’min verebilir mi? İhtilâfsız, te’vil edilemeyecek tarzda kesin ve net konuların dışında herhangi bir mü’minin böyle bir karar veremeyeceğini söyleyebiliriz. Bugün bizim derdimiz, uğraşımız ona buna kâfir damgası vurmak olmamalı, doktorluğa (gönül hekimliğine) soyunmak olmalı. Doktor, hastasını tedavi etmeye çalışır. Ona kızmaz, ona düşman olmaz, ona acır. Teşhiste bulunur, ama yine de şüpheyi, ihtiyatı elden bırakmaz.

O yüzden tıp biliminde yılan simgedir. Yılan, niye tıpta simge kabul edilmiştir? Yılanın çok şüpheci bir yaratık olduğundan dolayı; tıp adamı da şüpheci olmalı, teşhisinde ihtiyat payı bırakmalı, bağnaz olmamalı, hemen kestirip atmamalı, her ihtimalli şeyden şüphe edip teşhisini kesinleştirmek için tahlil, röntgen vb. delillere mutlaka müracaat edip, teşhisindeki isabeti devamlı kontrol etmeli, gerektiğinde teşhisini değiştirebilmelidir. Birkaç tıp kitabı okuyan veya doktorların sohbetine katılıp onlardan bir şeyler duyan bir kimse doktorluğa soyunabilir mi? Hele (madden veya mânen ölümüne sebep olabilecek şekilde) ameliyatlık hastalara neşter vurabilir mi? Doktorluk için şu kadar tahsil ve tecrübe gerekiyor da, mânevî doktorlar için ilim gerekmez mi?

Kendimiz veya yakınlarımız eğer çocuklarımızı okula gönderiyorsak, böyle tehlikeli durumdan korunup itikadımızı muhafaza etmek için;

Okullarda birinci iş olarak müşrik bir vatandaş yetiştirilmek istendiğini unutmamak,

İmkân ve gücü varsa, çocuklarını okula göndermemek, alternatif eğitim oluşturmak

Okulların hafta başı ve sonundaki törenlerine çocukları katmamak,

Resmî Bayramlara çocukları göndermemek,

Derslerde ve ders dışı etkinliklerde elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfürden şiddetle sakınmak,

Derslerde büyük tâğutu öven şiirler, okuma parçaları ve benzeri şeyleri okumamak,

Büyük tâğutu öven veya küfrü içeren ödevleri yapmamak

Okuldan geldiğinde mutlaka virüs taraması yapmak, Okulda öğrendiği yanlışları gösterip doğrularıyla yer değiştirmesini sağlamak, hafta sonları İslâmî eğitimi üzerinde titizce durmak.

Çocuklarımıza küçük yaşlarından itibaren tevhid akidesini öğretip sevdirmek, Kur’an’la tanıştırmak gerekir.

Cumartesi, Pazar günleri ve tatilleri çocukların İslâmî eğitimleri ve câhilî eğitimden arınmaları için gayret gösterip fırsatlar ve alternatif imkânlar oluşturmak.

Okul ve öğretmen tercihi yapmak, öğretmenin ve idarenin İslâm düşmanı olmayanlarını arayıp bulmak; gerekirse uzak bir okula kayıt yaptırmanın yollarını bulmak.

Çocuklarımıza Kur’an eğitimi verdirmek; Kur’an’ın metni ile birlikte mealini okutmaya çalışmak, evde Kur’an eğitimi yaparak Kitabımızın günlük hayatla ve kendimizle bağlantısını kurmaya çalışmak ve çocuğa da bu bakış açısını kazandırmaya gayret etmek.

Evlerimizi İslâm Okulu haline getirmeye çalışmak.

Bu durum, muvahhid mü’minlere çok iş düştüğünü gösteriyor. Kâfir denilip onlarla tüm ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmak, onlara tevhidi ve Kur’ânî hakikatleri tebliğ etmeden kendi köşesine çekilmek herhalde dâvet usûlü açısından ve sorumluluk bilinci yönüyle de doğru olmaz. Her iki yönüyle ihtiyat tavrı, ilişkilerimizde tutarlı ve yeterli olmaya bizi mecbur eder. Böyle konularda cesaret, ilimden değil; câhillikten ve mümkün ki, şeytanın sağ taraftan yaklaşmasından meydana gelir. Biz insanlar arasında hüküm vermek için dünyaya gelmedik. Kulluk görevimizi yapmaya geldik. Bu kulluk içinde, tabii hakkı yaşayıp başkalarına da güzelce tebliğ etmek de vardır. Unutmayalım; küfrü çok açık olanlar dışında insanlara küfür damgası vurmayı emreden hiçbir âyet ve hadis yoktur; ama bundan sakındıran nasslar vardır.

 

[1] ] 66/Tahrîm, 6

[2] ] Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5

[3] ] 60/Mümtehine, 5

[4] ] Buhârî, Diyât 2; Müslim, İman 158, hadis no 96; Ebû Dâvud, Cihad 104, hadis no 2643