14. HUTBE: DÜZEN HANGİ ÂLİME ZULMETMİYOR Kİ, ZULÜMLE MÜCADELE ETMEK ZORUNDA OLAN ÂLİMLER

14. HUTBE: DÜZEN HANGİ ÂLİME ZULMETMİYOR Kİ, ZULÜMLE MÜCADELE ETMEK ZORUNDA OLAN ÂLİMLER (1)

Düzen Hangi Âlime Zulmetmiyor ki…

Zulümle Mücadele Etmek Zorunda Olan Âlimler

Âyet:

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةًۚ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعِقَابِ

“Aranızdan yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan fitneden sakının ve bilin ki Allah, cezası çok çetin olandır.” [1]

Hadis:

“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” [2]

“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” [3]

Alim ve zâlim; birbirini hiç sevmeyen iki şahsiyet. İlim ve zulüm nasıl birbiriyle zıt iki ayrı dünya görüşünü ve hayat tarzını ifade ediyorsa, bu özelliklere sahip olan kişiler de, kendilerinde bu vasıflar ne kadar varsa o oranda birbirlerine düşman… Zâlimde eziyet etme özelliği varsa, âlimde de Allah’tan başkasından korkmama cesareti var. Zâlimde haksızlık yapma arzusu ne kadar fazla ise, âlimde de zâlime karşı hakkı haykırma gücü o kadar ağır basar. Biri olumsuz örnek, diğeri olumlu… Karşı karşıya gelmeleri, ateşle barutun birbirine yaklaşması gibi bir şey. Biri fesadın diğeri salâhın timsâli. Biri şeytanın diğeri Rahmân’ın askeri. Biri Allah’tan, O’nun azâbından korkmayan, diğeri kullar içinde Allah korkusu en derin olan.

Tuğyanın temelinde zulüm yattığı için, tâğutlar en büyük zâlimlerdir. Şirk de en büyük zulüm olduğuna göre tâğutların aynı zamanda müşrik olması, âlimlerin de mücadelesinin bu iki karaktere karşı yoğunlaşmasını gerektiriyor. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması beklenemez.[4] Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar, özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye (sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme engel olmaya çalışmak, en önemli ibadetlerdendir.

“Cihadın en üstünü, zâlim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” [5]

İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü âlimlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüşmüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac’ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi. Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefâ-i Raşidin’in yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu. Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi. Yusuf el-Karadavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.

Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife Mansur’dan işkence ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. İmam Şafii, dokuz arkadaşıyla birlikte yakalandı, tüm arkadaşları öldürüldü, kendisi son anda kurtuldu. İmam Ahmed bin Hanbel, zâlim yönetim tarafından falakaya yatırıldı ve kolları kırıldı. İbn Teymiyye, İmam Serahsi, Şâtıbî yıllarını zindanlarda geçirdiler. Abdulkadir Udeh (Avde) yüzyılımızın en büyük İslam ve Anayasa Hukukçularındandı; darağacında can verdi. Seyyid Kutub’un tefsirini bunca etkili ve yaygın kılan ilmî değerinden çok, kitabını kanıyla, canıyla imzalamasıydı. Bu büyük şehid öyle diyordu: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında mânâlanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...”

Her dönem, tâğutî düzenler tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen çok sayıda âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi, Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan el-Bennâ, Mevdudi, Ali Şeriati, Muhammed Bâkır es-Sadr... (Tabii, özellikle 20. Ve 21. Yüzyıl âlimlerini sayarken; âlim olup olmadığı ve hatta mü’min kabul edilip edilmeyeceği konusunda ihtilafları bir tarafa bırakarak mazlum olma özellikleriyle örnek verdiğimizi hatırlatalım.) Daha yakınlardan, günümüzden örnekler verecek olursak; Mehmet Emin Akın, Kul Sadi Yüksel, Timurtaş Uçar, Şahi-i Merdan Sarı, Ebu Hanzala, Alâaddin Palevi, Mustafa İslamoğlu, Abdullah Büyük, Hüsnü Aktaş, Ebu Hanzala, Ahmet Topal, Alpaslan Kuytul, Cihan Akman…

Âlim olmasalar da bazı âlimlerden daha fazla dâvetçi özelliği ile faâliyet yapan, Ercüment Özkan, Yaşar Kaplan, Kadir Mısıroğlu, Selahattin Eş, Yılmaz Yalçıner, Salih Mirzabeyoğlu, Hizbu’t Tahrir’in ön saflarında yer alanların tümü; hemen aklıma gelen isimlerden. Tabii bunlar en azından düzenin zindanlarında zulüm çekenler. Bir de zindan hayatı yaşamadığı halde, ondan daha büyük zulüm çekenler var. Mehmet Pamak’ı ele alalım meselâ; hakkında açılan dâvâ sayısı 60’ın üzerinde. 10 yılın üzerinde mahkûmiyet kararı. 2,5 sene yurtdışında sürgün (bize göre hicret). Bu satırları yazanın düzene göre bazı suçlarının cezasının paraya çevrildiği, bazılarının çevrilmeyip mahkûm olduğu ve defalarca ve uzun yıllar yurt dışında yaşamaya mecbur kaldığı hicret günleri…

 

T.C.’nin Hapis Karnesi

Türkiye’de müslümanların cezaevi süreçleri Kemalist rejim kurulur kurulmaz başladı. Rejim darağaçlarıyla, zindanlarla kendi yüzünü gösterdi. Cumhuriyet ilan edilir edilmez İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler darağaçları, sürgün ve hapislerle insanlara gözdağı verdi. Dünyanın neresinde görülmüştür şapka giymemenin idamlık suç olduğu? Bu ülkede on binlerce insan sırf şapka giymediği için hapse atılmakla yetinilmeyip idam edildi. İslâm düşmanı rejim kanla, idamla, zorla kabul ettirildi. Atatürk’ün İslâm’la halkın bağlarını koparmak için Kur’an’ın alfabesini değiştirip Kur’an harfleriyle yazılan tüm kitapları yasaklaması, elif-be öğretimini bile hapislik suç saydı. Köyde çocuklara Kur’an öğrenimi için altyapı olarak elif-be öğretmek, hocanın sarığını başından alarak boynuna dolayıp köy meydanında sürüklemekle başlayan işkencelere, yıllarca hapishanelerde çürümeye sebep olacak bir suç sayılıyordu. Allah demenin bile yasak olduğu dönemler yaşandı.

Atatürk’ün başlatıp İnönü’nün sürdürdüğü ezan okurken bile Allahu ekber demenin suç sayılmasını, bu yüzden nice kimsenin hapislerde çürümesini kim ne ile izah edebilir? 1980’li yıllara kadar devam eden Arapça öğrenim yasağını nereye koyalım? 2010’lara kadar devam eden başörtüsü yasağını nasıl açıklayalım? Hâlâ sürdürülen tevhidin günlük hayata ve siyasal alanlara yansımasının, devletin İslâm dışı uygulamalarına yapılan eleştirinin, putlara karşı çıkmanın, Atatürk’ün heykeline yan bakmanın hapis cezasına sebep kabul edildiğini Türkiye dışında yaşayan Müslümanlara anlatmak zor olduğu kadar, Avrupalı Kâfirlere bile hayli zordur. 

Avrupa’da, Amerika’da bile İslâm’ı anlattığı için bir imamın, vâizin veya bir dâvetçinin hapse atıldığı duyulmuş bir olay değildir. Bu ülkede ise içeri girmeyen meşhur âlim sayısı, girenlere oranla çok daha azdır. Rejim, istediği âlimi el-Kaide örgütü üyesi veya şimdilerde daha çok IŞİD’çi diye içeri tıkar veya uydurma başka bir gerekçe bulur. Bu satırların yazarı sadece “Atatürk’ün cenaze namazının hangi camide kılındığını bilmiyorum” dediği için bir yıl hapis cezasına çarptırıldı. 27 Mayıs 60’da, 12 Mart 71’de, 12 Eylül 80’de, 28 Şubat 97’de hapishaneler yeniden dolmuş, 20 kişilik koğuşlara 50 kişi yatırılmıştır. Düzen, hapishanedekilerin âlimden mahrum kalmalarını istemediğinden olsa gerek; bu mazlum mahkûmların önemli bir kısmını da âlimler teşkil ediyordu. Bu tarihler, sıkıyönetimin tekrar yürürlüğe konulduğu günler olduğu gibi, hapishanecilik ve zulüm tarihinin altın sayfalarıdır.

 

Câhiliye Düzeni ve Toplumu Demek; Her Taraf Hapishane Demektir

İslâm’ın hayat veren ilkeleri uygulanmadığı için, tâğutların, velîsi olduklarıyla birlikte, bu ülkeyi de nurdan zulumâta çıkardığı için yaşadığımız topraklar açık hapishaneye dönüştü. İslâm dâvâsını yeterince bilmeyenlerin bu olguyu görüp anlamalarını bekleyemeyiz. Ama Kur’an’ı, tevhidi, kulluğu, İlâhî rızayı hayatının merkezine alan mü’minlerin, yaşadığı ülkeyi doğru tanımlamaları şarttır. Bu ülke dâru’l-İslâm değilse, (ki olduğunu iddia etmek İslâm’ı da, ülkeyi de hiç tanımamak demektir) adına ne denilirse denilsin bu ismin “dâru’l-hapis” anlamını da içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Hapis hayatı, hürriyetlerin kısıtlanması demek olduğuna göre, Müslümanın Müslümanca yaşama hakkının, sadece Allah’a kulluk yapma hürriyetinin verilmediği bu ülkeye Türkiye Hapishane Cumhuriyeti denilebilir. Seçimler gardiyanlardan gardiyan tercihi demektir. Ve halkın çoğu kendilerine hapishaneyi, hapis hayatını sevdiren gardiyanları seçiyorsa devamlı hapiste kalmayı hak ediyor demektir. Cezaevindekiler hayatlarından memnun; yeter ki, gardiyanları değişmesin, diğer mahallenin gardiyanları başlarına geçmesin.

 

Âlimlere Yapılan Esas Zulüm, Onların Beyinlerine ve Gönüllerine Müdâhaledir

Âtıf Hoca’ya acıyana acıyorum. Onun da kendine acıyanlara acıdığını sanıyorum. Şehidler değildir acınacak; zâlimlerden korkup dinini ve âhiretini satanlardır. İçeride yatan kimsenin, zindanda bedeni esir olsa bile vicdanı hür, gönlü hür, kafası hürdür. Dışarıdaki insanın işgal edilmedik tarafı kalmamış, kafası esir, vicdanı hapis hayatı yaşıyor, gönlüne de müebbet vermişler. Şehid, ölümsüzleşmiş; zillet içinde hakla bâtılı karıştıran kişi ise, her an ölümü yaşamakta, ölümü ve ölümden daha beter zilleti, zâlimlere esâreti, kulla kulluğun sıkıntısını. Biri şehadetle ölümü öldürüyor; diğeri tâğutlara itaatle canlı cenaze olmayı seçiyor, hayat süren leş oluyor.  

Zulüm gören, mazlum âlim deyince sizin aklınıza ne tür görüntüler gelir, bilmiyorum. Benimkine idam sehpalarında sallanan ve işkenceler altında inleyen âlimler gelmez; esaret zinciri gibi kravatı boynunda, dili hakkı söyleyemeyecek şekilde kapalı, zâlim devletin emrinde, kanunların güdümünde, hürriyetini (belki cennetini) bir maaş karşılığı satmış, korkak ve düzen başta olmak üzere bâtıllarla uzlaşmış köle ruhlu, başı fes üzerine sarıklı insanlar geliyor.     

 

Zulüm Demek, Sadece Hapis ve İşkence Demek Değildir

Câhiliyyenin adalet ve zulüm anlayışı, birçok çarpıklıklarla ve çifte standartlı nifakla hastalıklı bir anlayıştır. Zulmü sadece fizikî bir yaptırım olarak ve hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık olarak değerlendiren câhiliyye, özellikle müslüman müstaz’aflara inanç ve psikolojik zulümleri zulüm olarak kabul bile etmez. Câhiliyye zihniyetine sahip olanlar, kendi içinde bulundukları zulmün farkında bile değillerdir. Kendi kurtuluşları için çabalayan dâvetçilere ise kendi haklarına saldırıyor ithamında bulundukları çokça görülür. Allah’a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğunu hiçmi hiç düşünüp kavramazlar. Müslüman olduğunu iddia eden câhiliyye mensupları, müşrikçe inanç ve yaşayışı, küfür ahlâkını (ahlâksızlığını) bir hak olarak görür, müslümanların bunlara tavır almasını ise zulüm olarak değerlendirir. 

Zulüm denilince çoğumuzun aklına sadece haksızlık, eziyet, işkence ve benzeri fizikî yaptırımlar gelir. Dinimizde ve dilimizde bu kelimenin esas anlamı: “Bir şeyi (veya bir hakkı) kendi yerinden başka bir yere koymaktır.” Yani, hak edenin hakkını vermemek, haksıza hak etmediği bir şeyi vermektir. Allah’ın koyduğu sınırı, haddi tecavüz etmek, tayin ettiği sınırın dışına taşmak zulümdür. Zulüm, hakkı terk etmek demektir. Bir şeyi, meşrû olan yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Yolun üzerinde dosdoğru gitmemek de zulümdür. İslâmî ıstılahta; bir eşyayı veya olayı, şer’î hükmünden başka bir şekilde değerlendirmeye zulüm denir. Zulüm, başkasının mülkünde, onun izni olmaksızın tasarruf etmektir.  Zulüm, yerli yerine koymamak, sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak anlamlarına da gelir. Zulmün dayandığı temel, “nur”dan yoksun olmaktır. Aslında zulüm sözlükte, bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymaktır. Yukarıda geçen anlamların hepsinde de bu tanımın işaretlerini görmek mümkündür.

 

Musîbet İstenmez; Gelirse Sabredilir

Müslümansanız, üstelik dâvâ adamıysanız, hele bir de zâlimlere hakkı haykırıyorsanız bugün değilse bile yarın düzenin zulmüne muhatap olacaksınız demektir. Hapislere düşeceğiniz kesin değilse de düşmeyeceğinizin de hiçbir garantisi yoktur. Nasılsa tevhidden birazcık bahsedersen, “örgüt üyesi” damgasıyla dosyan hazırlanacaktır. Düzen ve düzenbazlar, düzenin kurbanı halk, hakkı söyleyip bâtıla tavır aldığınızda sizi hapishane ile korkutmayı pek sever. Dâvâ adamı ölümden bile korkmaz, şehitliğe can atarken, hapishaneden mi korkar hiç?

“Sizler Allah’ın, haklarında size hiçbir delil indirmemiş olduğu putları O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin O’na koştuğunuz ortaklardan nasıl olur da korkarım? Eğer biliyorsanız, söyleyin bakayım, bu iki gruptan hangisi güvenli olmaya daha lâyıktır?”[6]

“...Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”[7]

Hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bütün dünya bir araya gelip bütün güçleriyle bize zarar vermek isteseler Allah istemedikçe zerre kadar zarar veremezler.

“Eğer insanların tümü toplanıp sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın senin aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.” [8]

“Cihadın en faziletlisi, zâlim sultana/yöneticiye karşı hakkı söylemektir.”[9]

“Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.” [10]

İslâm dışı düzenler korku rejimidir, baskıcıdır, zorbadır. Bu rejimlerin başındaki egemen güçler, etrafa korku ve dehşet salmaya, hakkını arayanları sindirmeye ve insanları robot gibi tek tipleştirmeye, daha doğrusu kendilerine kul/köle yapmaya çalışırlar. Bırakın eylemi, düşünmek bile yasaktır, düşüncesini söylemek ve yazmak sadece rejimden yana olanların yapmasına izin verilen bir lütuftur.  İnsanlar öyle korkutulmuştur ki, her yerde devletin gözü kulağı var zannedilir. Devlet, bilinçaltında dev’letilmiş, devleştirilmiştir. Devlet denince öncelikle karakol, polis, askerlik, mecbûrî eğitim, vergi, mahkeme, suç-ceza, hapishane... akla gelmektedir. Bu tür korku rejimlerinin kutsal kitapları şu cümleyle başlar: “Yurtta sus, cihanda sus!” Nice insan, omuzlarındaki kameraman ve yazıcıları düşünmez de konuştuklarının rejim tarafından dinlendiğinden kuşkulanır. “Haram” pek önemli değildir sokaktaki vatandaş için, ama “yasak!”, o başka. Hapis korkusu, nice insanda cehennem korkusunun önüne geçmiştir. Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç insanlar, bostan korkuluğu gibi gözükür müttakî mü’minin gözüne.   

 

Siz Allah’tan Korkmazken, Biz Sizin Zulümlerinizden hiç Korkmayız!

Örneklerden de anlaşıldığı gibi zulüm ve tuğyan, ister mü’min geçinsin, ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle kurtulabilirler. Bunun gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmaktan çıkartılıp İslâmî olması gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet; onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” [11]    

“İnsanlar zâlimi ve zulmünü görüp de onu zulümden el çektirmezlerse Allah’ın onların hepsinin başına bir ceza indirmesi çok yakındır.” [12]   

“Bir milletin âlimleri sustuğu vakit o millet uyumuştur. Âlimleri uyuyan bir millet ölmüştür.” O halde ölmüş olan bir milletin de tıpkı bir “ba’su ba’de’l-mevt” kalkışı gibi ihyası ve yeniden dirilişi için âlimin hakikati söylemesi lazım. Âlim’in hakkı ketmetmemesi lazım.

 

Siyasî Otorite ve Yöneticinin Tuğyânını Başkalarına Ulaştırması/Tâğut’laşması

Tuğyankâr insanların özellikle elebaşıları ve önde gelenleri, kendi tuğyanlarını haklı göstermek ve insanlar üzerinde rableşip onların dünya hayatlarını düzenlemek için belli hükümler koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların koydukları hükümleri kabul eder, Allah’ın hükmünü bırakır, tuğyankârların hükümleriyle muhâkeme olunmak ister ve böylece tuğyankârlara hem ibadet etmiş, hem de onları velî edinmiş olurlar. İşte, Kur’an, bunlardan birinci tür, yani tuğyankâr olan ve başkaları üzerinde rableşip tuğyanlarını haklı çıkarmaya, dünya hayatını yönlendirip vatandaşlarının rabbi kesilmeye girişen insanlara tâğut der. Bu kelimenin tekili de çoğulu da aynıdır; yani tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir.

Tâğut, kendisini velî/dost edinenleri nurdan zulümâta çıkarır. Kendisi zulümât, yani karanlıklar içinde olduğu için kendi peşinden gidenleri de baş aşağı bu karanlıkların içine yuvarlar.[13] Böylece, tâğutun peşinden gidenler, onu velî/dost edinmekle ona ibadet etmiş olurlar.[14] Allah’a imandan önce  ‘lâ/hayır’  silahıyla tâğuta küfretmeleri, onu tanımamaları gerekirken onun koyduğu hükümlerle muhâkeme olunmak istemekle Allah’a küfretmiş ve tâğuta iman etmiş olurlar.[15] Artık, karanlıkları yırtıcı birer ışık olan Kur’an ayetleri böylelerinin ancak tuğyan ve küfrünü arttırır.[16] Böylelikle, şirk toplumunun üzerine oturduğu üçlü de (tâğut, onun tanrısı olan nefsi, yani heva ve hevesi ile yardımcılarıyla tâğuta ibadet edenler) tamamlanmış olur; tevhid toplumunun yerini alır veya karşısına geçer.    

 

Zulüm, Herkesi Kuşatıyor, Tabii Âlimleri de… 

Şirk en büyük zulüm olduğu için, şirk düzeni en büyük zulüm kaynağıdır. Ve zulümlerinden hiçbir vatandaşını mahrum etmeyen düzen, âlimleri de bu kaynaktan bol bol sulamaktadır. Hemen her konuda adâletsizlikleri ve ayrımcılığı olsa da, âlimlere karşı ayrımcılık yapmayıp küfrün ve isyanın her çeşidinden onları da besler. Âlim adayı da, diğer insanlar gibi, gözünü gayr-ı İslâmî bir toplumda açıyor. O da haramların câzibesine kapılacak şekilde büyüyor. Herkes gibi o da Atatürkçü olacak şekilde yetiştirilmiş. O da okulda Pazartesi ve Cuma günleri putperest âyinlerine katılma mecburiyetinde. O da hakkı bâtıl, bâtılı hak diye öğreniyor. O da müşrik vatandaş yetiştiren okul denilen tornadan çıkmış. O da ilim yerine filmle büyümüş. Ona da düzen futbolu yücelterek sevdirmiş. O da sanatçı denilenleri tanımış, onların şarkılarıyla büyümüş. O da uzlaşmacılığı, düzenle sürtüşmeden yaşamanın faziletini öğrenmiş. Dini öğreten resmî kurumlarda Hak Dini yerine devlet dini öğretilmiş. Atatürk’le, Amerika ile, tâğutlarla mücadele etmemenin dinî görev olduğunu öğrenmiş. Laiklik ve demokrasiyi sevdirmişler. Din öğreten hocaları da hakla bâtıl nasıl bulamaç haline getirilir, bâtıl hak yerine nasıl konulur, hak nasıl gizlenir, bunları öğretmiş. Partilerden bir parti, zulümlerden bir zulüm beğenmesi için düzen iknâ etmiş. Kanunların, anayasanın Kur’an hükümlerine ters düşse bile tercih edilmesi gerektiğini benimsetmiş. Kısaca hakkı bâtıl, bâtılı hak diye kabul ettirmeyi başarmış.

Böyle bir ortamda, sormak lâzım esas büyük zulüm Âtıf Hoca’ya yapılan mıdır, bu günkü âlimlere uygulananlar mıdır? Âtıf Hoca, kendisine yapılan zulüm neticesinde idam edilerek şehid oldu. Bugünkü âlimlerin kahir ekseriyeti kendilerine öğretildiği şekilde hakkı ketmederek lânetlendi, devlet dinini Allah’ın dinine tercih ederek dünyada zilleti, âhirette azâbı hak edecek şekilde yetiştirildi. Hangisi daha büyük zulümdür. Şehid edilerek cennete gönderilmek mi, âhirette hesabını veremeyeceği yanlış din anlayışını kabullenmiş ve topluma mesaj diye emr-i bi’l-münker yapacak, tevhid gibi, şirk gibi, putperestlik gibi konuları yok sayıp bunları gizleyen hoca şeklinde yetiştirilmek mi? Dünyaya yönelik zulüm mü daha büyüktür, âhirete yönelik zulüm mü? Dünyası yok edilmek mi büyüktür, âhireti yok edilmek mi? Allah’ın razı olduğu inanç ve eylem uğruna hapis veya idam mı; yoksa Allah’ın lânetine muhatap olsa da, dünyada rahat şekilde maaşını alıp yaşama karşılığında âhiretini satan mı?     

İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret ve istibdat zehrinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir. Allah korkusu olmayan kimsenin başına on tane polis diksen, işini bilen insan suç işlemenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bir de o polislere de ayrıca polis gerekecek; rüşvet yemesinler, görevlerini kötüye kullanmasınlar diye, tabii o polislere de başka polisler... 

İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim olduğunu, kimi ilâhlaştırdığını söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek gibi yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir.  Ama takvâ yolunu seçerse, bilmelidir ki, bunun bedeli ucuz değil! Korku hissinin tevhidî bilinçle, mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın korku oklarının fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür boyu.    

Ey zâlimler! Vallahi sizlerin dünyayı sevdiğiniz kadar bizler Allah yolunda ölmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Vallahi sizlerin rahatı sevdiğiniz kadar bizler Allah yolunda cefa çekmeyi seviyoruz. Ey zâlimler! Bizleri neyle tehdit ediyorsunuz? Bu uğurda ölmemiz şehâdet, sürgün edilmemiz seyahat, zindanlara doldurulmamız halvettir. Ve bizler için iki güzellikten biri vardır; ya şehâdet veya zafer. Ey zâlimler! Bizi iyi tanıyın, bizler Hasan El Bennâ’nın öğrencileriyiz. Ve diyoruz ki; “Gayemiz Allah, önderimiz Rasûlullah, anayasamız Kur’an, yolumuz cihad, en büyük arzumuz Allah yolunda şehid olmaktır.” İbnTeymiye, “Hapishane Mektupları” adlı kitabında benzer şekilde haykırır: Öldürülürsem bu benim için şehâdet, sürgün ederlerse bu benim için hicret olur. Hapsederlerse hapishane bana mescid olur. Beni nereye sürerlerse sürsünler ben her yerde yün veren koyun gibiyim!” Bunları dillendirmek sizin yasalarınızda hapisle cezayı hak ediyorsa, buyrun biz oraları okula, Yusuf medresesine çevirmeye hazırız. Biz hapisten korkmayız, siz bizim hapiste de yapacaklarımızdan korkun. Biz cehennemden sakınırız. Sizin cehenneminiz mi var ki sizden korkalım. Asıl siz cehennemden korkun. Zâlimler için yaşasın cehennem!

Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl. Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme korkusundan başka, korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz güzel şeylere kavuştur. “Lâ havfun aleyhim velâ hum yahzenûn” (“Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de.”)[17] dediklerinin sınıfına kat. 

“Korkup susma! Susarsan sıra (hem burada, hem orada) sana da gelecek.

“Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır; / Susmak ne demekmiş? Yere haykır, göğe haykır!”

 

[1]  8/Enfâl, 25

[2]  İbn Mâce, Fiten 20

[3]  Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349

[4]  5/Mâide, 45

[5]  İbn Mâce, Fiten 20

[6]  6/En’âm, 81

[7]  9/Tevbe, 13

[8]  Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293

[9]  Tirmizi, Fiten 13; Ebû Dâvud, Melâhim 17

[10]  Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349

[11]  5/Mâide, 45

[12]  EbûDâvûd, Fiten: 1; Tirmizi

[13]  2/Bakara, 257

[14]  5/Mâide, 60

[15]  4/Nisâ, 60

[16]  5/Mâide, 64

[17]  46/Ahkaf, 13