10. HUTBE: İLİM VE ÂLİM

10. HUTBE: İLİM VE ÂLİM (1)

Perşembe, 25 Şubat 2021 07:50

10.HUTBE: İLİM VE ÂLİM

Yazan

İlim ve Âlim

Âyet:

يَرْفَعِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۙ وَالَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرٌ

“... Allah içinizde îmân etmiş olanlarla (bilhassa)  kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir. Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” [1]

وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ الَّذ۪ي جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ

“Sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve isteklerine uyacak olursan Allah’a karşı seni koruyacak ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” [2]

İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrak etmek” ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış malumata ilim (bilgi) denilemez.

Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur.  Şerif Cürcânî’ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir. Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın kalkmasıdır. Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelî-dinî yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam olur. İlmin zıddı, cehalet (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi)dir. Kur’an-ı Kerim’de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle birlikte bu sayı, 854’ü bulur. Dolayısıyla “ilm” Kur’an’da en çok kullanılan birkaç maddeden biridir.  Ayrıca “akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da çokça geçer.

“Allah, her şeyi en iyi bilendir.” [3]

“Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [4]

“Şüphesiz ki Biz onlara iman edecek bir kavme hidayet ve rahmet düsturu olması için, tam bir ilim ile fasıl fasıl ayırdettiğimiz bir Kitap gönderdik.” [5]

“Rabb’im benim ilmimi artır!” [6]

“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.” [7]

“İlim, ancak Allah katındadır.” [8]

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’dan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.  Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.      

İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:

a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.

b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler.                               

İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir. Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu, ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî çalışmada şarttır.  Her ne kadar Yüce Kur’an, anlaşılması kolay; açık ve berrak hükümler içeriyor olsa da, Kur’an’ın ve Sünnetin hayata aktarılmasında ihtisas gerektiren ilmî bir disiplinin rolü inkâr edilemez. Yüce Kitabımız Arapça inmiştir ve Arapça ilmine vâkıf olmak âyetlerin hedef ve maksatlarını kuşkusuz daha iyi anlamada yarar sağlamaktadır.

Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri, vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.

Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına; kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere, mesnedsiz teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar. Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler de ilim tanımı dışında kalır.

 

İlim ve İslâm

Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine, bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime, en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır:  1- Bilişsel (zihinsel) öge,  2- Duygusal öge,  3- Davranışsal öge. Kur’an eğitiminin boyutları da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel (icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge, ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan tanımı, bilgili[9], cihad ehli[10] muttakî/takvâ sahibi[11] kişidir. Bilgisiz, duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili, duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür. Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkurudur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür. İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.

Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini emretmiştir.  

İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” [12]

İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi, hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal olmuştur.

Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen, donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın ve Kur’an’ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren, pratiğe dönük faydalı bilgidir.[13] Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi için, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata geçmesi gerekmektedir. Kur’an’da müşriklerin “yağmuru kim yağdırıyor, gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına “Allah” diye cevap verdikleri ifade edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak tanıtıyor.

Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak, ona “câhillerin atası” “atacâhil = câhil baba”  ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor:

“Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.” [14] 

“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet yollarından birini açar.  Melekler,  ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” [15]

“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” [16]

“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan adama benzer.” [17]

“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir ayet öğrenmen senin için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” [18]

“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” [19] 

“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona daha lâyıktır.” [20]

“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).” [21]

“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi) kılar.” [22]

“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i aldatmak) tan daha zordur.” [23]

“Rasûlullah’a (s.a.s.) biri âbid (ibadetle çokça meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: “Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler.” [24]

“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden sâlih evlâttan kesilmez.” [25] 

“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden Sana sığınırım.” [26]

“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.” [27]

“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihayet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar, câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu suretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” [28]      

“Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir. Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir.” [29]

Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah (s.a.v.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu:

 “...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara (yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” [30]   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya, terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır. Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken, “din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor. Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir. Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.

Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir. Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan vahşi bir mağara adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a, dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?

Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?

Ama unutmamalı; Allah, Musa’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir; yalnız, yine unutulmamalı ki Musa, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir. O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir. Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..             

Âlimlere çok iş düşmektedir. Âlimler, ümmet içinde var olan her türlü potansiyeli İslâmî harekete dönüştürme sorumluluğunu üstüne almalıdır. Topluma tevhidi ulaştırarak, her çeşit şirk ve küfre karşı halkı bilinçlendirmelidir. İnsanlara haram-helâl bilinci vererek, onların Allah’a karşı, kendisine ve topluma karşı görevlerini yerine getirmelerini sağlamaya çalışmalıdır. Bu kadar hayatî görevlere hâiz olan ulemâ kadrosunun, dar, cüz’î ve kısıtlı tebliğ ya da eğitim faaliyetleriyle kendilerini sınırlandırması, cidden şaşılacak bir durumdur. Bir toplumda “ulemâ” acziyet içinde ise, diğer Müslümanların halini varın siz düşünün. Allah, onlara şu âyette, verdiği bilgiyi gizlememeleri konusunda şiddetle ikaz etmiştir:

“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti Biz kitap’da insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. Ancak, tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır; onları bağışlarım. Çünkü Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça merhamet edenim.” [31] 

İslâm nokta-i nazarında ilim belli bir kesimin tekelinde bir metâ olarak görülmez. İslâm, başta ruhbanlık olmak üzere, her türlü sınıf sistemine karşıdır.

“Her ilim sahibinin üstünde bir âlimin bulunduğu”[32],

Kur’an’da işaret edilen bir vâkıadır. Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır. Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ, nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar.

İlim adamlarının Allah katında sorumlulukları diğerlerine göre çok daha ağırdır. Hele günümüzde 50 küsür devlete ayrılmış ve kendi ülkelerinden yüzlerce, binlerce grup içinde ve birbirlerini dalâletle, küfürle itham eden cemaatlerin, dünya müstekbirlerinin ve kendi ülkelerindeki tâğutların zulmü altında inleyen ümmetin bu vahim tablosu karşısında, tevhid ehli hiçbir âlimin yerinde oturup kalması veya ümmet sorunlarına duyarsız kalması düşünülemez. İlimdeki seviyesi oranında mes’ûliyeti de büyük olur. Dinin ayrıntılarını dinin esası gibi görüp bunların mücadelesini vermesi kabullenilemez. İslâm düşmanlarını bırakıp dinleştirdiği kendi görüşlerini kabul etmeyenlere sataşanlar âlim de sayılmaz. Yangın ortamında az faydalı şeyleri bile kurtarmanın yanlış olduğunu bilen ve bunu âhiret ateşleriyle kıyaslayan âlim, kurtarılması gereken en önemli şey olan imanları kurtarma gayretine öncelik verir.

Parçalanmış, zaafa uğramış, istikametini bulamamış ve Kur’an’dan uzaklaşmış ümmetin elinden tutup ümmetin ayağa kalkması ve yeniden yapılanmasında, esas öncülük yapma görevi, ulemâya aittir. Yığınlarla bilgisi olmakla birlikte, bilgisini, öngörülen sorumluluk içinde kullanmayan ve bu bilinçle hareket etmeyen ulemâ, büyük bir vebal altında kalacaktır. Dâvetin topluma ulaşmasında rehberlik görevini görecek ulemânın, birtakım kısır veya cüz’î tebliğ faâliyetleriyle kendilerini sınırlandırmaları, onları bu vebalden kurtaramaz. Allah’ın rızasına, Cennete giden yolun takip edilebilmesi için, ümmetin önündeki engelleri kaldırma misyonu, onların eliyle gerçekleşmelidir. Ancak, yaşadığımız toplumda, anlaşılmaktadır ki, ne yeterince tevhidî duyarlılığa sahip âlimlerimiz mevcut, ne de bu âlimlerimiz sorumluluklarının bilincinde ve ne de bu sorumluluklarını yerine getirmek için imkânlarını ve güçlerini seferber ediyorlar… Onların birçoğu, birtakım ârızî sebeplerle, halktan uzak kalmışlar ve toplumun sosyolojik analiz ya da tahlili, egemen sistemin işleyişi, toplumsal hastalıkların keşfi, Müslümanların ayağa kalkış yöntemi gibi konularda yeterlilik sahibi olamadıkları görülmektedir.

 

[1]  Mücadele, 11

[2]  2/Bakara, 120

[3]  8/Enfâl, 73

[4]  4/Nisâ, 26

[5]  7/A’râf, 52

[6]  20/Tâhâ, 11

[7]  6/En’âm, 80

[8]  46/Ahkaf, 28

[9]  39/Zümer, 9

[10]  4/Nisâ, 95

[11]  49/Hucurât, 13

[12]  Y. Fersahoğlu, Kur’an’da Zihin Eğitimi, Marifet Y. s. 225

[13]  Muhammed Kutub, İslâm’da Ferd ve Cemiyet, s. 305

[14]  30/Rûm, 7

[15]  Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223

[16]  Tirmizî, İlm 2

[17]  İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224

[18]  İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219

[19]  Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c. 2, s. 400

[20]  Tirmizî, Kitabu’l-İlm, 19, hadis no: 2827

[21]  İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254

[22]  S. Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; S. Müslim, İmâre 53, hadis no: 175

[23]  Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222

[24]  Tirmizî, Kitabu’l-İlim 19, hadis no: 2825

[25]  Sahih-i Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393

[26]  Tirmizî, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711

[27]  S. Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-

[28]  S. Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; S. Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-

[29]  S. Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; S. Müslim, Kitabu’l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-

[30]  S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9

[31]  2/Bakara, 159-160

[32]  12/Yusuf, 76