SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ

SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ (1)

Salı, 23 Şubat 2021 09:00

SÂLİH (A.S.) VE SEMÛD KAVMİ

Yazan

        S Â L İ H   (A. S.)   V E   S E M Û D   K A V M İ

 

  • Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi
  • Semûd Kavmi
  • Hicr
  • Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı
  • Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi
  • Semûd Kavmi ve Günümüz
  • Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Tefsirlerden İktibaslar

Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.

Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.      

Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler. 

Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’

Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.

Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.

Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [1]

 

Sâlih (a.s.); Hayatı ve Tevhid Mücâdelesi

Sâlih (a.s.), Kur'ân-ı Kerîm'de adı geçen peygamberlerden biridir. Semûd kavmine gönderilmiştir. Sâlih’in (a.s.) şeceresi İslâm kaynaklarında Nûh oğlu, Sâm oğlu, İrem oğlu, Âmir (Âbir) oğlu, Semûd oğlu, Hâzir oğlu, Ubeyd oğlu, Mâşih (Mâsih) oğlu, Esif (Âsif) oğlu, Ubeyd oğlu Sâlih şeklinde Hz. Nûh’a bağlanır. Allah Teâlâ onu, önceki peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid dininden sapıp kendilerine ilâhlar edinen Semûd kavmini uyarmak için bu kavme peygamber olarak göndermiştir. Ancak Semûd kavmi, öteki azgın kavimlerde olduğu gibi onu dinlememişler ve eziyet ederek, yanlarından kovmuşlardır. Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ederek küçümsemeye çalışmış ve kendilerini tehdit ettiği azâbın gelmesini istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onları şiddetli bir şekilde cezalandırarak yok etmiştir. Sâlih’in (a.s.) ve Semûd kavminin kıssası sonraki nesillere ibret olsun diye Kur’ân-ı Kerim'de yer almıştır.

Hz. Hud'un vefatından sonra, Semûd'un torunları Kuzey Arabistan bölgesine yerleştiler. Kendilerine köşkler, saraylar inşâ ettiler. Taşları oydular, onlara yeni şekiller verdiler. Köşklerini ve saraylarını bu şekillerle süslediler.

Semûd kavmi, tevhid inancını unutup Allah'a ortak koştular ve yapmış oldukları putlardan kendilerine tanrılar edindiler. Bu kavmin ahlâk ve fazilet bakımından en üstünü olan Sâlih'e kırk yaşına geldiği zaman peygamberlik görevi verildi.

Hz. Sâlih, kavmine gerçeği bildirdi. Onları doğru olan yola çağırdı. Tebliğde bulundu; "Şüphesiz ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Ben sizden tebliğim için bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir."[2] dedi.

Sâlih (a.s.) gerçekten saygı duyulacak bir İnsandı. Semûd Kavmi de Hz. Sâlih'i sever, sayardı. Sâlih, dâvetini açıkladıktan sonra durum değişti. Kavmi, Sâlih'e karşı cephe almaya başladı. Babalarının yanlış inançlarını sürdürmeyi tercih ettiler. "Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi yasaklıyor musun?"[3] dediler.

Semûd kavmi, kendi aralarından birisinin gerçeği haber vermesini kabullenemediler, "İçimizden bir İnsana mı uyalım?"[4] dediler. Kavmi, Hz. Sâlih'i suçlamaya başladı. Terbiyesizlik ettiler. Hz. Sâlih için "o, şımarık bir yalancıdır."[5] dediler.

"Onlar yarın kıyâmette şımarık ve yalancının kim olduğunu bilecekler. Ama iş işten geçmiş olacak. Onların yalvarıp yakarmaları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır."[6] Semûd kavmi, Hz. Sâlih'e engel olamayacaklarını anlayınca, onunla uğraşmaktan vazgeçtiler. Sâlih peygambere inanan mü'minleri yollarından döndürmeye çalıştılar. Allah'ın elçisini yapayalnız bırakmak istediler. Mü'minlere; "Sâlih'in, Rabbı tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu gerçekten biliyor musunuz?"[7] dediler. O, gerçek iman mutluluğuna eren İnsanlar da "Biz, onunla gönderilen her şeye iman ederiz" dediler.

Hiçbir şüpheye yer vermeyen bu kayıtsız şartsız iman karşısında Semûd kavminin inkârcıları şaşkınlığa düştüler; "Sizin inandığınızı bir inkâr ederiz"[8] diyerek vicdanlarını bir kez daha sattılar. Bu inkârcılar, Hz. Sâlih'i bozgunculukla suçlarken halkı da inkâra zorladılar; "Yeryüzünü islah etmeyip bozgunculuk yapan beyinsizlerin emirlerine itaat etmeyin" dediler.

Hz. Sâlih sabretti. Ümitsizliğe kapılmadı. Gerçeğe yüz çeviren kavmini putlardan uzaklaştırmaya çalıştı. Onlara öğütlerde bulundu. Semûd kavminin sapıkları Hz. Sâlih'e; "Eğer doğru söyleyenlerden isen bir mûcize getir" dediler. Bu istekleri inanmaya yönelmelerinden değildi. Sapkınlıklarına yeni malzeme aramalarındandı.

İstedikleri mûcize, dişi ve hâmile bir deve idi. Allah, mûcize olarak Semûd kavmine bu dişi deveyi verdi. Bu mûcize karşısında bazıları iman ettiler, bazıları da inkârlarında direttiler ve Allah elçisi hakkında "amma da sihirbazmış!" demek alçaklığında bulundular.

Semûd kavmi, bu kez de deveden rahatsız olmaya başladılar. Devenin fazla su içmesinden yakındılar. Yüce Allah suyu, deve ile Semûd kavmi arasında paylaştırdı; "Suyu içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir" buyurdu. Deveyi her gördüklerinde mü'minlerin inancı yenileniyordu. Azgınların da kini artıyordu. Hz. Sâlih bu durumu biliyordu. Kavmini uyarıyordu; "Sakın ona fenalık ile dokunmayın. Eğer dokunursanız sizi büyük bir günün azâbı yakalar" diyordu.

Bu kavmin inkârcıları Sâlih'in sözlerini dinlemediler. Kendi aralarında Sâlih'i, mü'minleri ve dişi deveyi öldürmeyi kararlaştırdılar. Önce, mûcize olarak gönderilen deveyi öldürdüler. Bu hareketleriyle Sâlih peygamberi ve mü’minleri yıldırmak, korkutmak istediler; isyanlarını ve kinlerini kustular. "Ey Sâlih!" dediler. "Eğer sen gönderilmiş peygamber isen vaad ettiğin azâbı getir!" [9]

Allah Elçisi yılmadı. Bu azgınlar topluluğuna; “Ey kavmim! Ben size Rabbımın risâletini tebliğ ettim. Size nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz"[10] dedi. Hz. Sâlih, kavmine iyi muâmelede bulundu. Yine kurtuluş yollarını gösterdi. Tevbe etmelerini öğütledi. "Ey kavmim" dedi. “Niçin tevbeden evvel çabucak kötülüğü istiyorsunuz? Allah'tan mağfiretinizi istemeli değil miydiniz? Belki merhamet olunurdunuz." [11]

Semûd Kavmi bu sözlere kulaklarını tıkadılar. Biz, senden ötürü ve seninle bulunanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Belâ ve musîbetlere sebep olarak Sâlih'le mü'minleri gösterdiler. "O şehirde dokuz kişi vardı, ki bunlar, yeryüzünde fesat çıkarıyor, iyilikte bulunmuyorlardı." [12]

Deveyi öldürten bu adamlar, kötü arzularını devam ettirmek niyetindeydiler. Bunların hepsi bir araya geldiler. "Gece baskını yapıp Sâlih'i ve âilesini öldürelim. Sonra velîsine; ‘biz o âilenin helâkinde hazır değildik, gerçekten biz doğru söyleyenlerdeniz’ diyelim, dediler.”[13] Kendi aralarında bu karara vardılar.

Şânı Yüce Allah, bu olayı şöylece belirtiyor: "Onlar, bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hilelerini alt-üst ettik."[14] Sâlih peygambere münkirlerin bu hilesi haber verildi. O da âilesini ve mü'minleri yanına alarak bu şehri terk etti. Böylece hicret olayı da gerçekleşti.

Azgınlar, planlarını uygulamak için geceleyin Sâlih peygamberin evini kuşattılar. Evin içinde kimseyi bulamayınca şaşırıp kaldılar. "Allah'ın azâbı onları yakalayıverdi. Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı tuttu. Yurtlarında yüz üstü düşüp öyle kaldılar." [15]

Ne kadar inkârcı ve sapkın varsa hepsi de helâk oldu. Şehir bir harâbe haline dönüştü. Mü’minler bir müddet sonra bu harâbe haline dönüşen şehre geldiler. Azgınlığın ve inkârcılığın kötü sonucunu seyrettiler. Mü'min olduklarından dolayı Allah'a şükrettiler. Sâlih peygamber, mü'minlerle birlikte tekrar hicret ettikleri şehre döndü. Allah Elçisi Sâlih (a.s.), mü’minlere öğütlerde bulundu; onlara, Allah'a kul olmanın sevincini tattırdı.

Her peygamber gibi o da Rabbinin rahmetine kavuştu. Ölümsüzlük diyarına ulaştı. [16]

Kavminin helâk edilmesi üzerine Sâlih (a.s.) ve ona iman eden topluluğun Mekke’ye göç ettikleri rivâyet edilir.

 

Semûd Kavmi

Semûd, Kur’ân-ı Kerim'de adı geçen ve kendilerine uyarıcı olarak Sâlih’in (a.s.) gönderildiği, Hicaz ile Suriye arasında Vadil-Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim'de bu kabilenin ismi yirmi altı yerde geçmekte olup, ayrıca Sâlih’den (a.s.) bahseden âyetler de onun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.

Semûd, Hz. Sâlih’in peygamber olarak gönderildiği eski bir Arap toplumunun adıdır. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelmiştir. Dedeleri Semûd’un adıyla anılırlar. Suriye ile Hicaz arasında bulunan Hicr’de yaşamışlardır. Kur’an’da “Ashâbu’l-Hıcr”[17] diye de anılır. Arap kaynaklı olmayan bazı vesikalardan da bu isimde bir kavmin varlığından ve yaşadıkları bölgeden söz edilmektedir.[18] Bunlar, Vâdi’l-Kurâ’da kayaları oyarak evler,[19] düz arâzide de saraylar yapan bir Arap toplumu idi.

Bu kavmin Kur’ân-ı Kerim'de zikredilişinin sebebi, peygamberlerini yalanlayıp inkârlarına devam etmelerinden dolayı helâk edilişlerinin bir ibret vâsıtası kılınmış olmasıdır. Semûd kavminin başına gelenler Kur’ân-ı Kerim'de ondan önceki Âd kavminin başına gelenlerle birlikte zikredilmektedir. Semûd kavmi; Semûd b. Casır b. İrem b. Sam b. Nuh'un neslidir.[20] Arap kaynaklı olmayan tarihî belgelerde de Semûd kavminden bahsedilmektedir. M.Ö 715 tarihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asuriler'in hâkimiyet altına aldıkları, Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd kavmini (Thamudaei) belirten isimden bahsetmişlerdir. Plinus'un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. [21]

Hadis-i Şeriflerde, Rasûlullah’ın (s.a.s.) H. 9. yılda Tebük seferine giderken Semûd kavminin yaşadığı Hicr'e uğradığı ve bu yerin Sâlih’in (a.s.) kavminin yaşadığı yer olduğunu söylediği nakledilmektedir. [22]

Semûd kavmi, Âd kavminden sonra Allah Teâlâ'ya isyan edip küfre sapmış ve kendilerine tapındıkları putlar edinmişlerdi. Onları uyarmak ve ortağı bulunmayan tek Rab olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etmeye yöneltmek için Sâlih’i (a.s.) görevlendirdi. Sâlih’e (a.s.) kavminin müstaz’aflarından az bir topluluk iman etmişti. Dünyevî makam ve zenginliklerinden dolayı kendilerinin diğer İnsanlardan üstün olduklarını zanneden Semûd kavminin ileri gelenleri (mele'), hor gördükleri (müstaz’af) kimselere: ‘Siz gerçekten Sâlih'in Rabbı tarafından gönderilmiş olduğuna inanıyor musunuz?’ dediler. Onlar da; ‘Doğrusu biz, onunla gönderilene iman ediyoruz’ dediler. Büyüklük taslayanlar, ‘Biz, doğrusu sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz’ dediler." [23]

Sâlih (a.s.), Semûd kavmini İslâm’a dâvet etmeye devam etti. Sâlih’in (a.s.) onları imana dâvet edip uyarma ve korkutmaya ısrarla devam etmesi üzerine, ona şöyle dediler: "Ey Sâlih; bayramımızı kutlayacağımız zaman sen de bizimle gel (Semûd kavminin putlarını alıp şehir dışına çıkarak kutladıkları bir bayramları vardı). Bize bir âyet (dâvânı ispatlayacak bir şey) göster. Sen ilâhına duâda bulun; biz de ilâhlarımıza duâda bulunalım. Eğer senin ilâhın duâna icâbet ederse sana uyarız. Yok, bizim ilâhlarımız bize icâbet ederse sen bize tâbi olursun!" Bu isteklerini kabul eden Sâlih (a.s.) bayramda onlarla birlikte gitti. Putperestler, putlarından istekte bulundular. Ancak bir karşılık bulamadılar. Bunun üzerine kavmin reisi, Sâlih’e (a.s.); "Ey Sâlih; bize şu kayadan bir deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni doğrulayacağız" dedi. Sâlih (a.s.), Allah Teâlâ kendileri için böyle bir deveyi bu kayadan çıkartırsa, onlardan iman edeceklerine dâir söz vermelerini ve yemin etmelerini istedi. Onlar, bu konuda yemin edip söz verdikten sonra, Sâlih (a.s.), namaza durdu ve Allah'a duâ etti. Bunun üzerine kaya yarıldı ve içinden onların istediği gibi gebe, karnı aç bir deve çıktı. Bu olay üzerine, onlar daha önce vermiş oldukları sözden cayarak iman etmediler.[24] Sâlih (a.s.) onlara şu nasihatlerde bulundu: "...Ey kavmim; Allah'a ibâdet edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir mûcize gelmiştir. İşte, Allah'ın şu dişi devesi size bir mûcizedir. Bırakın onu Allah'ın arzında otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azâba uğrarsınız. Hatırlayın; Allah sizi Âd kavminden sonra halifeler yaptı. Ve sizi yeryüzüne yerleştirdi. Orada, ovalarda köşkler yapıyor, dağları yontup evler yapıyorsunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın." [25]

 Allah Teâlâ, hayvanların sulandığı kuyunun suyunun mûcize deve ile diğerleri arasında nöbetleşe kullanılacağını bildirmişti: “Onlara, suyun aralarında taksim olunduğunu haber ver. Her biri su nöbetinde hazır bulunsun.”[26] Sâlih (a.s.) kavmine; "İşte şu devedir. Su içme hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir" dedi.[27] Deve onların arasında bir süre kaldı. Bu süre içerisinde, bir gün kuyunun suyunu deve içiyor, bir gün de onlar kuyunun suyundan istifade ediyorlardı. Semûd kavmi devenin su içtiği günlerde onun sütünü sağıyor ve kaplarını dolduruyorlardı. [28]

Semûd kavminin Sâlih’in (a.s.) dâvetine duydukları düşmanlık ve kinleri artınca, deveyi öldürmeyi planladılar. Allah Teâlâ bu durumu Sâlih’e (a.s.) bildirdi. Sâlih (a.s.), gördükleri mûcizeye rağmen iman etmekten kaçınan kavmine, eğer böyle bir iş yaparlarsa helâk edilecekleri uyarısında bulundu. Ancak onlar, onun bütün uyarılara kulak tıkayarak deveyi kestiler: “Onu yalanladılar. Ve derken deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları yüzünden onları kırıp geçirerek yerle bir etti.” [29]

Allah Teâlâ, Semûd kavmini, görmüş oldukları mûcizeye rağmen iman etmemelerinden dolayı hemen cezalandırmamış ve onlara mühlet vermişti. Ancak Sâlih (a.s.) onlara; eğer kendi isteklerinden dolayı mûcize olarak Allah tarafından gönderilen deveye bir zarar vermeye kalkarlarsa affedilmeyecekleri ve korkunç bir şekilde helâk edileceklerini onlara bildirmişti. İnkârlarında direten ve deveyi öldürerek azıtan Semûd kavmi için kurtuluş yolu kalmamıştı. Sâlih (a.s.), yaptıklarını görünce ağlamış ve onlara; "Yurdunuzda üç gün daha kalın..."[30] diyerek gelecek azâbı haber vermişti. Deveyi kestikleri günün akşamı dokuz kişilik bir grup[31] Sâlih’i (a.s.) öldürmeye karar verdiler. Onlar şöyle diyorlardı: "Eğer söylediği doğru ise biz ondan önce davranalım. Yok, yalancılardan ise onu da devesinin yanına gönderelim." Allah Teâlâ bu olayı şu şekilde haber vermektedir: "Aralarında Allah'a yemin ederek, şöyle konuştular; ‘Sâlih'i ve âilesini bir gece baskınıyla öldürelim, sonra da akrabasına ‘yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok; şüphesiz biz, doğru kimseleriz’ diyelim." Onlar bir tuzak kurdular. Biz de onlar farkına varmadan, tuzaklarını alt üst ediverdik. Tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu bir bak! Biz onları da kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte zulümleri yüzünden, harap olmuş, bomboş evleri, şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için, büyük bir ibret vardır. İman edip Allah'tan korkanları kurtardık." [32]

Semûd kavminin Sâlih’e (a.s.) isyan edip mûcize istemeleri ve sonrasında gelişen olaylar ve helâk edilişleri hakkında birçok rivâyet vardır. [33]

İbn Kesir, konu ile ilgili olarak şöyle der: Bunlar, kendilerine ‘Semûd’ denen meşhur bir kabileydi. Dedeleri Semûd’un adını almışlardı. Semûd, Cedis’in kardeşidir. Bu ikisi de, Asir bin İrem’in oğullarıdır. İrem ise, Hz. Nûh’un (a.s.) oğlu Sam’ın oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Arîbe’dendir. Hicaz ile Tebük arasında Hicr denen yerde yaşarlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr’e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı halinde) evlerinin bulunduğu ‘Hicr’ denilen yere sahâbîlerle birlikte konakladı. Ashâb, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip hamurlarını yoğurdular ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Rasûlullah (s.a.s.), sahâbîlerin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını haber alınca, onlara kazanlarını dökmelerini ve yoğurmuş oldukları hamurları develere yedirmelerini emretti. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s.) ashâbını  alıp Hz. Sâlih’in (a.s.) devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müslim’de geçtiği üzere, ashâbına: “Şu azâba uğramışların yurduna ancak ağlayarak girin. Eğer ağlamayacaksanız girmeyin. Yoksa onlara gelen musîbet, size de gelir.”[34] buyurdu. 

 

Hicr

Hıcr, Semûd kavminin yaşadığı kabul edilen bölge ve burada yer alan şehir için kullanılır. Sözlükte "men etmek" anlamında masdar ve "akıl; engel, yasak; himâye, koru­nan şey" mânâlarında isim olan hicr keli­mesi, Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli sözlük an­lamları yanında [35] yer adı olarak da zikredilmekte ve burada yaşayanlardan "ashâbu'l-Hicr" diye söz edilmektedir.[36] Bu bölgeye Hicr denilmesinin sebebi, muhtemelen muhâfazalı bir yer oluşudur.[37] Eski dönemlerde Hegra (Strabon’da Egra. Pliny'de Hegra) diye anılan bu yerleşim merkezi, Kur'an'da olduğu gibi ilk dönem tarih ve coğrafya eserlerinde de Hicr diye geçmektedir. Buranın bir adı da Medâinu Sâlih olup bu adlandırma Sâlih peygamberle ilgisi dolayısıyladır.[38] Zamanla Hicr adı terkedilmiş, bunun yerini Medâinu Sâlih almıştır. [39]

İslâmî kaynaklarda Medine ile Şam ara­sındaki Vâdi’l-Kurâ'da bulunduğu belirti­len Hicr,[40] Arap yarıma­dasının kuzeybatısında, Medine-Tebük yolu üzerinde Teymâ'nın yaklaşık 110 km. güneybatısında, içinden Hicaz demiryo­lunun geçtiği sarp kayalıklarla çevrili vâ­dinin ve bu vâdideki beldenin adıdır. Bu­günkü yerleşim merkezi Alâ'nın 15 km. kuzeyine düşmektedir. [41]

Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiğine göre as­hâbü'l-Hicr dağlarda oydukları güvenli ev­lerde yaşayan, Allah'ın âyetlerinden yüz çevirip peygamberlerini yalanlayan bir ka­vimdi. Bir sabah vakti korkunç bir sesle gelen felâketle cezalandırılmışlar, yaptık­ları şeyler ve kazandıkları kendilerine fay­da vermemiştir.[42] Ashâbü'l-Hicr'in Kur'an'da anlatılan özellikleri dikkate alınırsa bunların Semûd kavmi olduğu anlaşılır. Zira İlâhî âyetlerden yüz çevirme ve kendilerine gönderilen pey­gamberleri yalanlama, inanmayan kavim­lerin ortak özelliği olmakla birlikte, kor­kunç bir sesle cezalandırılma Kur'an'da Lû,[43] Şuayb[44] ve Sâlih[45] peygamberlerin kavimleriyle ilgili olarak zikredilmekte, ka­yaları oyup evler yapma işi ise, sadece Hz. Sâlih'in kavmi Semûd'un özelliği olarak be­lirtilmektedir.[46] Bu hususu dikkate alan müfessirler, Hicr sûresinde kıssaları anlatılan ashâbü'l-Hicr'in kendilerine Sâlih'in pey­gamber olarak gönderildiği Semûd kav­mi olduğunu kabul etmişlerdir. Bu kavim Hz. Sâlih'i dinlemediği gibi, bir mûcize ve işaret olmak üzere yaratılan dişi deveyi de, konan yasağa rağmen kesmek sûre­tiyle Allah'ın emrini hiçe saymış ve neti­cede helâk edilmiştir.

Hz. Peygamber Tebük Gazvesi sırasın­da Hicr'den geçerken ashâbına buradan su almamalarını söylemiş, onların, "Biz bu kuyunun suyundan alıp hamur yoğurduk, kaplarımızı doldurduk" demeleri üzerine, "Öyleyse hamuru atın, aldığınız suyu da dökün!" buyurmuştur (). Bir rivâyete göre de hamuru deveye yedirmelerini, devenin içtiği ku­yudan su almalarını (içmediklerinden almamalarını) istemiştir (Buhârî, Enbiyâ 17). Başka bir rivâyete göre ise Rasûlullah Hicr'den geçerken, "Ken­dilerine zulmedenlerin meskenlerine, onların başına gelen felâketin sizin de başınıza gelmemesi için ağlayarak girin, aksi halde girmeyin!" demiş ve devesini hızla sürerek oradan uzaklaşmıştır (Bu­hârî, Tefsîrü'l-Kur'ân 15/2; Müslim, Zühd 1).

Nabatîler döneminde gelişen Hicr şeh­ri daha sonra önemini kaybetmiştir. X. yüzyılın başlarında İstahrî Hicr'i nüfusu az bir köy olarak zikreder (İstahrî, Mesâlik -de Goeje-, s. 19). Ünlü gezgin İbn Battûta Hicr'e uğradığını, burada Semûd kavminin kızıl kayalara oyulmuş meskenlerini gördüğünü, bu yapıların cephelerindeki nakış ve tasvirlerin parlak­lık ve canlılığını koruduğuna, içlerinde hâ­lâ Semûd kavminin iskelet kalıntılarının bulunduğuna şâhit olduğunu kaydetmek­tedir (Seyahatname, I/119). Hicr'i ziya­ret eden ve buradaki mevcut eserler hak­kında bilgi veren ilk Avrupalı seyyah Char­les M. Doughty'dir. Doughty, 1876-1877'de gerçekleştirdiği bu ziyareti esnâsında buradaki Osmanlı kalesinde kalarak hem bölge üzerinde incelemeler yapmış, hem de önemli kitâbelerin kopyasını çıkarmış­tır. Doughty'nin Travels in Arabia Deserta (London 1888) adlı eseri bu seya­hatin ürünüdür. 1907'de Medâinu Sâlih'­te A. Jaussen ve R. Savignac adlı iki Fran­sız papazın yaptığı ilmî araştırmanın so­nuçları da Mission archeologique en Arabie adıyla kitap haline getirilmiştir (Paris 1909-1914). Bölgede 1962'de ve 1985’te de çalışmalar yapılmıştır.

Bölgede yaşayan bedevilere göre Hicr adı kuzey-güney istikametinde 3, doğu-batı istikametinde 2 kilometrelik düz bir alanı ifade etmektedir. Vâdi, çok sayıda sarp kayalıkla ve çakıl tepecikleriyle çev­rilidir. Arapça, Ârâmîce, Semûd dilinde, Nabatîce, Lihyânîce, hatta İbrânîce, Grek­çe ve Latince birçok kitâbenin bulundu­ğu bölgenin merkezinde eski ticaret şeh­ri Hicr'in önemli harâbeleri yer alır. Çok sayıda çanak çömlek parçası, yapı kalın­tıları ve bir kısım ihâta duvarı Hicr'in eski dönemdeki önemini göstermektedir. An­cak daha etkileyici olan eserler ovayı ku­şatan dağ yamaçlarında, özellikle de Kasrü'1-bint denilen kayalıkta bulunan, ço­ğunluğunu aile mezarlarının teşkil ettiği kalıntılardır. Genellikle ölü gömüleri ze­min altına yapılmış, bazen de ölüler ana odanın duvarları içine yapılan nişlere kon­muştur. Medâinu Sâlih mezarlarının de­tayları genel olarak Petra'dakilere ben­zer. Mezarların cepheleri sahte sütunlar­la, silme ve kornişlerle donatılmıştır. Bu­ralara bazen kuş, bazen de urne (ölü ya­kıldıktan sonra küllerinin konulduğu kap) motifleri işlenmiştir, ancak bu ikinciler genellikle kapı girişlerinin üzerine oyulmuştur.

Vâdinin doğu ağzında Cebelu İslîb de­nilen kayalıklarda urne ve kuş tasvirli, yontulmuş sütunlu küçük nişler ihtivâ eden kayalar vardır. Cebelu İslîb merkezî bir alan etrafında çevrelenen kaya blok­larından oluşur. Dar bir boğazdan bu ala­na girilir. "Divan" veya "meclisü's-sultân" denilen bu alan üçgen şeklinde olup ge­nişliği 10, derinliği 12 ve yüksekliği 8 met­redir. Bu salonda dinî âyinler yapılmış ol­malıdır. Bir duvarın ayırdığı kanyonun kar­şı ucunda yamacın kuzey yüzüne oyulmuş uzun bir kanal vardır, bununla şehre su getirildiği tahmin edilmektedir. [47]

 

Semûd Kavmi ve İbretlik Tavrı

“Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi  uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.” [48]

Kur’an'da belirtildiğine göre Semûd kavmi de, aynı Âd kavmi gibi Allah'ın uyarılarını göz ardı etmiş ve bunun sonucunda helâk olmuştur. Günümüzde arkeolojik ve tarihsel çalışmalar sonunda Semûd kavminin yaşadığı yer, yaptığı evler, yaşama biçimi gibi birçok bilinmeyen, gün ışığına çıkartılmıştır. Kuran'da bahsedilen Semûd kavmi, bugün, hakkında birçok arkeolojik bulguya sahip olunan bir tarihsel gerçektir.

Semûd kavmiyle ilgili bu arkeolojik bulgulara bakmadan önce, elbette, Kuran'da anlatılan kıssayı incelemekte ve bu kavmin peygamberlerine çıkardıkları zorlukları gözden geçirmekte yarar var. Zira Kur’an her çağa hitap eden bir kitap olduğundan, Semûd kavminin kendisine gelen tebliği inkâr etmesi de her çağ için ibret alınması gereken bir olaydır.

 

Hz. Sâlih'in Tebliği: Kur’an’da Semûd kavmini uyarıp korkutması için Hz. Sâlih'in gönderildiğinden bahsedilir. Hz. Sâlih, Semûd halkı içinde tanınan bir kişidir. Onun hak dini tebliğ etmesini ummayan kavim ise, kendilerini içinde bulundukları sapkınlıktan uzaklaşmaya çağırması karşısında şaşkınlığa düşmüştür. İlk tepki, yadırgama ve kınamadır:

“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’ Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [49]

Sâlih Peygamber'in çağrısına halkın az bir kısmı uydu, çoğu ise anlattıklarını kabul etmedi. Özellikle de kavmin önde gelenleri Hz. Sâlih'i inkâr ettiler ve ona karşı düşmanca bir tavır takındılar. Hz. Sâlih'e inananları güçsüz duruma düşürmeye, onları baskı altına almaya çalıştılar. Hz. Sâlih'in kendilerini Allah'a ibâdet etmeye çağırmasına öfke duyuyorlardı. Bu öfke sadece Semûd halkına özgü de değildi aslında; Semûd kavmi, kendisinden önce yaşayan Nûh ve Âd Kavimleri’nin yaptığı hatayı yapıyordu. Kur’an’da bu üç toplumdan şöyle söz edilir: “Sizden öncekilerin, Nûh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” [50]

Hz. Sâlih'in uyarılarına rağmen kavim, Allah hakkında kuşkulara kapılmaya devam etti. Ancak yine de Hz. Sâlih'in peygamberliğine inanmış bir grup vardı, ki bunlar, daha sonra azap geldiğinde Hz. Sâlih ile beraber kurtarılacaklardı. Önde gelenler ise, Hz. Sâlih'e iman etmiş olan topluluğa zorluk çıkarmaya çalıştılar: “Kavminin önde gelenlerinden büyüklük taslayanlar (müstekbirler), içlerinden iman edip de onlarca zayıf bırakılanlara (müstaz'aflara) dediler ki: ‘Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ Onlar: ‘Biz gerçekten onunla gönderilene iman edenleriz’ dediler. Büyüklük taslayanlar (müstekbirler de şöyle) dedi: ‘Biz de, gerçekten sizin inandığınızı inkâr edip tanımayanlarız.” [51]

Semûd kavmi hâlâ Allah ve Hz. Sâlih'in peygamberliği hakkında kuşkulara kapılmaktaydı. Üstelik bir kısmı, Hz. Sâlih'i açık olarak inkâr ediyordu. Hatta, inkâr edenlerden bir grup -hem de sözde Allah Adına- Hz. Sâlih'i öldürmek için planlar yapıyordu: “Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ (Sâlih) Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz imtihan edilmekte, denenmekte olan bir kavimsiniz.’ Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik düzenlik bırakmıyorlardı.  Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: ‘Âilesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz’ diyelim.’ Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. [52]

Hz. Sâlih, Allah’ın vahyi üzerine, kavminin Allah'ın emirlerine uyup uymayacaklarını belirlemek için Allah’tan bir mûcize olmak üzere son bir deneme olarak onlara dişi bir deve gösterdi. Kendisine itaat edip etmeyeceklerini sınamak için kavmine, sahip oldukları suyu bu dişi deve ile paylaşmalarını ve ona zarar vermemelerini söyledi. Böylece kavim bir denemeden geçirildi. Kavminin Hz. Sâlih'e cevabı ise, bu deveyi öldürmek oldu. Şuarâ Sûresi'nde, bu olayların gelişimi şöyle anlatılır: “Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız? Bahçelerin, pınarların içinde, ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’ Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin. Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda  bir âyet (mûcize) getir görelim.’ Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir. Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’ Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.” [53]

Hz. Sâlih ile kavmi arasındaki mücâdele Kamer Sûresi'nde ise şöyle bildirilir: “Semûd (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (dalâlet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’ Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp hayvanı ayağından biçip yere devirdi.” [54]

Deveyi öldürdükten sonra kendilerine azâbın çabucak gelmemesi, kavmin azgınlığını daha da arttırdı. Hz. Sâlih'i rahatsız etmeye, onu eleştirmeye ve yalancılıkla suçlamaya başladılar: “Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Sâlih'e de şöyle) dediler: ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vaad ettiğin şeyi getir bakalım!” [55]

Allah, inkâr edenlerin kurdukları hileli düzenleri boşa çıkarttı ve Hz. Sâlih'i kötülük yapmak isteyenlerin ellerinden kurtardı. Bu olaydan sonra artık kavme her türlü tebliği yaptığını ve hiç kimsenin öğüt almadığını gören  Hz. Sâlih, kavmine kendilerinin üç gün içinde helâk olacaklarını bildirdi: “...(Sâlih) Dedi ki: 'Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.” [56]

Nitekim üç gün sonra Hz. Sâlih'in uyarısı gerçekleşti ve Semûd kavmi helâk edildi: “O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişler, O’na nankörlük yapmışlardı. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi).” [57]

 

Semûd Kavmi Hakkındaki Arkeolojik Bulgular: Günümüzde Semûd kavmi, Kur’an’da bahsi geçen kavimler içinde hakkında en fazla bilgiye sahip olunanlardan bir tanesidir. Tarih kaynakları da, Semûd isimli bir kavmin yaşadığına deliller sunmaktadır.

Kuran'da bahsi geçen Hicr halkı ve Semûd kavminin aslında aynı kavim oldukları tahmin edilmektedir; zira Semûd Kavmi’nin bir başka ismi de Ashâb-ı Hicr'dir. Bu durumda "Semûd" kelimesi bir halkın ismi, Hicr şehri ise bu halkın kurduğu şehirlerden biri olabilir. Nitekim Yunan coğrafyacı Pliny'nin tarifleri de bu yöndedir. Pliny, Semûd kavminin oturmakta olduğu yerlerin Domatha ve Hegra olduğunu yazmıştır ki, buralar günümüzdeki Hicr kentidir. [58]

Semûd kavminden bahseden, bilinen en eski kaynak, Babil Kralı II. Sargon'un bu kavme karşı kazandığı zaferleri anlatan Babil devlet kayıtlarıdır (MÖ 8. yüzyıl). Sargon, Kuzey Arabistan'da yaptığı bir savaş sonunda onları yenmiştir. Yunanlılar da bu kavimden bahsetmekte ve Aristo, Batlamyus ve Pliny'nin yazılarında isimleri "Thamudaei", yani "Semûdlar" olarak anılmaktadır.[59] Peygamberimizden önce, yaklaşık MS 400-600 yılları arasında ise izleri tamamen silinmiştir.

Kuran'da Âd ve Semûd kavimlerinin isimleri daima birlikte anılır. Dahası Allah âyetlerde, Semûd kavmine Âd kavminin helâkinden ders almalarını öğütlemektedir. Bu ise, Semûd kavminin Âd kavmi hakkında detaylı bir bilgi sahibi olduğunu gösterir: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.” [60]

Âyetlerden anlaşıldığına göre Âd kavmi ve Semûd kavmi arasında bir ilişki vardır, hatta belki de Âd kavmi, Semûd kavminin tarihinin ve kültürünün bir parçasıdır. Hz. Sâlih, Semûd kavmine Âd kavminin örneğini hatırlamalarını ve bundan ders almalarını emretmektedir.

Âd kavmine de kendilerinden önce yaşamış olan Nûh kavminin örnekleri gösterilmiştir. Âd kavminin Semûd kavmi için tarihsel bir önemi olması gibi, Nûh kavminin de Âd kavmi için tarihsel bir önemi vardır. Bu kavimler birbirlerinden haberdardırlar ve belki de aynı soydan gelmektedirler. Oysa Âd kavmi ve Semûd kavimlerinin yaşadıkları yerler, birbirlerinden coğrafî olarak uzak bir konumdadırlar. Bu iki kavim arasında görünüşte herhangi bir bağlantı yoktur; öyleyse âyette Semûd kavmine hangi sebepten dolayı Âd kavmini hatırlamaları söylenmektedir?

Cevap, biraz araştırıldığında ortaya çıkar. Âd ve Semûd kavimleri arasındaki coğrafî uzaklık aldatıcıdır. Semûd kavmi Âd kavmini bilmekteydi, çünkü bu iki kavim, büyük bir olasılıkla aynı kökenden geliyorlardı. Ana Britannica Ansiklopedisi "Semûdlar" başlığı altında bu kavimden şöyle bahseder: Semûd, Eski Arabistan'da önem taşıdığı anlaşılan kabile ya da kabileler topluluğudur. Güney Arabistan kökenli oldukları, ancak içlerinden büyük bir grubun çok eskiden kuzeye göç ederek Aslab Dağı yamaçlarına yerleştiği sanılmaktadır. Hicaz ve Şam arasında yaşayan Semûdlar, Ashâb-ı Hicr olarak bilinir. Son arkeolojik araştırmalarda, Arabistan'ın orta kesimlerinde Semûdlar'a ait çok sayıda  kaya, resim ve yazı ortaya çıkartılmıştır. [61]

Semûd medeniyetinin kullandığı bir çeşit alfabenin (buna "Semûdik alfabe" ismi verilir) çok benzeri bir alfabeye hem Hicaz'da, hem Güney Arabistan'da rastlanmıştır. Bu alfabe, ilk defa Orta Yemen'deki bugünkü Semûd kasabası yakınlarında bulunmuştur. Bu bölgenin kuzeyinde Rub al-Khali, güneyinde Hadramût ve batısında da Sabwah kenti vardır.

Daha önce Âd kavminin, Güney Arabistan'da yaşayan bir kavim olduğunu görmüştük. Âd kavminin yaşadığı bölgede, özellikle Âd'ın torunları olan Hadramîler'in yaşadıkları bölgenin ve başkentlerinin yakınlarında Semûd kavmine âit bulguların elde edilmesi ise son derece önemlidir. Bu durum, Kur’an’da işaret edilen Âd-Semûd kavimlerinin bağlantısını da açıklar. Bu bağlantı, Hz. Sâlih'in, Semûdların Âd kavminin yerine geldiklerini belirten sözünde şöyle açıklanmaktadır: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik. Sâlih:) ‘Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur... (Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın.” [62]

Kısacası Semûd kavmi, Allah'ın elçilerine uymamanın karşılığını helâk olarak ödemiştir. Yapmakta oldukları yapılar, sanat eserleri kendilerini azaptan koruyamamıştır. Semûd kavmi, daha önceki ve sonraki birçok inkârcı kavim gibi şiddetli bir azapla helâk edilmiştir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi

Kur’ân-ı Kerim’de “Sâlih”in (a.s.) ismi, toplam 9 yerde geçer. [63]

“Semûd” kelimesi ise toplam 26 yerde zikredilir. Semûd kavmi veya onların evleri, ya da şehirleri anlamındaki “Hıcr” kelimesi ise (bu anlamda) Kur’an’da sadece bir yerde geçer ve bu ismin geçtiği sûreye de bundan ötürü Hıcr sûresi adı verilir. [64]

“Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i (peygamber olarak gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak (gönderilmiş) Allah’ın şu devesidir. Onu (kendi haline) bırakın, Allah’ın arzında yesin (içsin). Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın; sonra sizi acıklı bir azap yakalar.

Düşünün ki, (Allah) Âd’dan (Âd kavminden) sonra (onların yurduna) sizi hükümdarlar kıldı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi. Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.

Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.

Müstekbirler/kibirlenip büyüklük taslayanlar da dediler ki: ‘Biz de sizin iman ettiğinizi inkâr eden kâfirleriz’

Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar da: ‘Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir!’ dediler.

Bunun üzerine onları o (şiddetli) sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldılar.

Sâlih de o zaman onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.” [65]

“Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh, Âd, Semûd kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahâlisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? Onlara resulleri apaçık deliller getirmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.” [66]

“Semûd (halkına da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı ve onda ömür geçirenler kıldı. Öyleyse O'ndan bağışlanma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim, yakın olandır, (duâları) kabul edendir.’

Dediler ki: ‘Ey Sâlih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi dâvet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.’

Dedi ki: ‘Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O'na isyan edecek olursam Allah'a karşı bana kim yardım edecektir? Şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiç bir yarar) sağlamayacaksınız.

Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.’

Onu (deveyi) öldürdüler. (Sâlih) dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalanlanmayacak bir vaaddir.’

Emrimiz geldiği zaman, tarafımızdan bir rahmetle Sâlih'i ve O'nunla birlikte iman edenleri o günün aşağılatıcı azâbından kurtardık. Doğrusu senin Rabbin, güçlü olandır, aziz olandır.

O zulmedenleri dayanılmaz bir ses sarıverdi de kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.

Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkı) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına Allah'ın rahmetinden) uzaklık (verildi.)” [67]

"(Şuayb dedi ki:) Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isâbet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil.” [68]

“Sanki orada hiç refah içinde yaşamamışlar gibi. Haberiniz olsun; Semûd (halkına) nasıl bir uzaklık verildiyse Medyen (halkına da Allah'ın rahmetinden öyle) bir uzaklık (verildi).” [69]

“Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, Âd ve Semûd ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. Elçileri onlara apaçık delillerle gelmişlerdi de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: ‘Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden de  gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz." [70]

“Andolsun, Hicr halkı da peygamberlerini yalanlamıştı. Biz, onlara mûcizelerimizi vermiştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. Onlar da sabaha çıkarlarken, o korkunç ses yakaladı. Kazanmakta oldukları şeyler, onlardan hiçbir zararı sav(a)madı.” [71]

“Bizi âyet (mûcize)ler göndermekten, öncekilerin onu yalanlamasından başka bir şey alıkoymadı. Semûd'a dişi deveyi görünür (bir mûcize) olarak gönderdik, fakat onlar bununla (onu boğazlamakla) zulmetmiş oldular. Oysa biz âyetleri (mûcizeleri) ancak korkutmak için göndeririz.” [72]

"Eğer seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce Nuh, Âd, Semûd kavmi de yalanlamıştı.” [73]

“Âd'ı, Semûd'u, Ress halkını ve bunlar arasında birçok nesilleri (yok ettik).” [74]

“Semûd (kavmi) de, gönderilen (elçi)leri yalanladı.

Hani onlara kardeşleri Sâlih: ‘Sakınmaz mısınız?’ demişti.

‘Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.

Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;

Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?

Bahçelerin, pınarların içinde,

Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?

Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz.

Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin.

Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin.

Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar).’

Dediler ki: ‘Sen ancak büyülenmişlerdensin.

Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin; eğer doğru sözlü isen, bu durumda  bir âyet (mûcize) getir görelim.’

Dedi ki: ‘İşte, bu bir dişi devedir; su içme hakkı (bir gün) onun, belli bir günün su içme hakkı da sizindir.

Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azâbı sizi yakalar.’

Sonunda onu (yine de) kestiler, ancak pişman oldular.

Böylece azap onları yakaladı. Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhamet sahibidir.” [75]

“Andolsun ki, Semûd kavmine, ‘Allah’a kulluk edin!’ (demesi için) kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler.

(Sâlih) dedi ki: ‘Ey kavmim, neden iyilik dururken kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Belki size merhamet edilirdi.’

Dediler ki: ‘Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Dedi ki: ‘Sizin uğursuzluğunuz (başınıza gelenler) Allah katında (yazılı)dır. Hayır, siz denenmekte olan bir kavimsiniz.’

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı.

Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: ‘Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velîsine: Ailesinin yok oluşuna biz şâhit olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim.’

Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk.

Artık sen, onların kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yerle bir ettik.

İşte, zulmetmeleri dolayısıyla enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz bilen bir kavim için bunda bir âyet vardır.

İman edenleri ve sakınanları da kurtardık.” [76]

“Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır. Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.” [77]

Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi, sarsılmaz bir saltanatın sahibi Fir’avn, Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı da peygamberleri yalanladılar. İşte bunlar da peygamberlere karşı birleşen topluluklardır. Onların her biri gönderilen peygamberleri yalanladılar da bu yüzden (kendilerine) azâbım hak oldu.” [78]

“Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı.

Dediler ki: ‘Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir dalâlet/sapıklık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz.

Zikr (vahy) içimizden ona mı verildi? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır.’

Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip öğreneceklerdir.

Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip bekle ve sabret.

Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.

Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi.'

(Bu azgınlara) Benim azâbım ve uyarmam nasıl oldu?

Biz onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler.

Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp düşünen var mı?” [79]

Semûd ve Âd (kavimleri), başlarına çarpacak felâketi (kıyâmeti) yalan saymışlardı. Semûd’a gelince: Onlar, korkunç bir sesle helâk edildi.” [80]

“Orduların haberi geldi mi sana? Onlar Fir’avn ve Semûd orduları idi (Nasıl helâk oldular?!)” [81]

“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkelerde benzeri yaratılmamış olan İrem şehrine; yontulmuş kayaları vâdiye getiren Semûd kavmine; kazıkların (kazık gibi dikilmiş piramitlerin/anıtkabirlerin) sahibi Fir’avn’a. Zira onların hepsi ülkelerinde azgınlık ettiler. Bulundukları yerlerde kötülüğü çoğalttılar. O sebepten dolayı Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Çünkü Rabbin her an gözetlemededir.” [82]

“Semûd kavmi azgınlığı yüzünden Allah’ın elçisini yalanladı. Çünkü onların en azgını deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın Rasûlü onlara: ‘Allah’ın devesine ve onun suyuna dikkat edin!’ dedi. Derhal onu yalanladılar ve deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle o beldeyi başlarına geçirdi ve her tarafı dümdüz etti. Allah bu şekilde azap etmenin âkıbetinden korkmaz.” [83]

 

Semûd Kavmi ve Günümüz

Kur’ân-ı Kerim’de kıssaların anlatımı içerisinde şu ifadeler dikkati çeker:         

"Ey insanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerin­den geçersiniz. Akletmez misiniz?" [84]; "Âd ve Semûd kavimlerini de yok ettik. Bunu otur­dukları yerler göstermektedir." [85]

Yüce Allah, Kur'an'ın indiği câhiliyye toplumuna, kıssaları vaz’ eder. Kıssalarda anlatılanlar, câhiliyye Araplarınca tanınan ve meşhur olmuş kavimlerdir. Yap­mış oldukları kervan yolculukları sırasında geçtikleri yol­lar özerinde o kavimlerin harâbelerini görürler, rivâyetle­rini işitirlerdi. Kutsal kitap sahiplerinden ve atalarından, tevâtür yoluyla işittikleri rivâyetler, bu kavimlerin hakkındaki efsânevî hikâyelerdi.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: MÂdem câhiliyye Arapları bu kıssalar hakkında bilgi sahibi idiler, o halde Kur'an bunları niçin anlatıyor?

İşte bu soruya cevap ararken, Kur'ân-ı Kerim ile Tevrat ve İncil’in aralarında ve câhiliyye Araplarının tevâtür yoluyla edindikleri efsânevî bilgilerle kutsal kitaplar arasında muazzam bir yakla­şım farklılığı görüyoruz. Tevrat, İncil ve câhiliyye Araplarınm efsânevî bilgi­lerinde kıssalara; tarihsel, mekânsal ve biyografik bir yaklaşım tarzı sergilenir. Kur'an'da ise bunlar en son plandadır. Kur'an vaz’ ettiği kıssalarda; küfûr-hidâyet ol­gusunu ön plana çıkarır. Tarih, kişiler ve zaman önemli değildir. Çünkü, geçmişte yaşamış ve kıyâmete kadar yaşayacak tüm toplumlarda, aynı iman-küfür olgusu ya­şanacaktır. Bu bir sünnetullahtır, Allah'ın kanunudur. O halde Kur'an nokta-yı nazarında; kişiler, zaman ve me­kân önemli değildir. Kıssalarda anlatılan kişiler, tarihler ve yerler değişebilir, ancak iman ve inkâr mücâdelesi aynı şekilde gerçekleşecektir.

İşte bu yüzden Cenâb-ı Allah, câhiliyye Araplarına Sâlih (a.s.) kıssasının doğrusunu vahyeder. Ve bu kıssa­dan câhiliyye Arapları ve tüm kıyâmete kadar yaşaya­cak İnsanların ibret almalarını ister. "Semûd kavminin başına gelenlerde ibret vardır." [86]

Câhiliyye Araplarının geçtiği işlek bir ticaret yolu üzerinde olan Semûd kavminin Arabistan yarımadasının batısında Medine ile Sina yarımadası arasında olduğu
rivâyet edilir.       

Kur'ân-ı Kerim'de Semûd kavminin oturduğu bir bölgenin İsmi "Hıcr" olarak geçer. "Hıcr" aynı zamanda Kur'an'da bir sûreye ad olarak verilmiştir. Semûd halkı, çöllerle kaplı olan Arabistan yarıma­dası gibi bir coğrafyada, Allah'ın verdiği yeşillikler içinde cennet gibi bir beldede yaşıyorlardı. Kur'an bu husûsu; Allah'ın Semûd kavmine verdiği nimetler açısından şöyle beyan eder: "Siz burada, bahçelerin, pınarların içinde; ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız?" [87]

Yine Kur'an'da Semûd kavminin özellikleri arasın­da, dağları oymak sûretiyle yaptıkları evlerden bahsedi­lir. “Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler edinirlerdi/yaparlardı.” [88]

Allah'ın bunca zenginlik verdiği Semûd halkı zen­ginleştikçe giderek azgınlaşmış, zâlimleşmişti. Aynı, kendilerinden önce yaşamış olan Âd kavmi gibi. Allah'ın bahşettiği nimetler şükürlerini artıracağı yerde sapıklık­larını artırmıştı. Allah bu kavme, onların içinden bir kişi olan Sâlih (a.s.)'ı rasul olarak gönderir. “Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâh yoktur.” [89]

Sâlih peygamberin risâletle vazifelendirilip yollanmasıyla Semûd kavminde hak-bâtıl mücâdelesi baş­lamış oldu. Sâlih (a.s.), kavminden, bir Allah'a inanmalarını, O'nun emirleri doğrultusunda yaşamalarını ister. Taptıkları putların onlara bir faydasının olmayacağını belirtir.

Sâlih'in bu çağrıları karşısında kavminin aldığı tavır ise ona karşı çıkmak olur. Toplum Sâlih (a.s.)'e tabi olanlar ve karşı çıkanlar ola­rak ikiye bölünür. "Semûd kavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. He­men birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [90]

Vahyi temsil eden Sâlih (a.s.), kavminden şunları is­ter: “Artık Allah’tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, bozgunculuk yapan beyinsizlerin emrine itaat etmeyin.” [91] Putların terkedilip, Allah'ın istediği biçimde yaşama­ları, yeryüzünde bozgunculuk yapmamaları istenir Semûd kavminden...

Vahyin gelişiyle beraber çıkarları; putçuluğu teşvik eden bir yaşam tarzına dayalı olan, Kur'an'ın "ileri ge­lenler" diye nitelediği sermaye ve bunun emrindeki yö­netici kesim ise işin ucunun kendilerine dokunacağını anlayınca, halkı Sâlih’e (a.s.) karşı örgütlerler.

Allah Kur'ân-ı Kerim'de; Semûd kavminin “ileri gelenleri”nin dokuz kişi olduğunu açıklar. "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına yanaşmıyorlardı." [92]

Evet! Bu dokuz kişi toplumun ahlâkî, sosyal ve ekonomik yapısını ellerinde bulunduruyorlardı. Zenginlik ve halk adına söz söyleme ve onları diledikleri gibi yönet­mek yalnızca onların hakkıydı!.. Tarihin her kesitinde ve günümüzde de öyle değil midir?

Böylece "ileri gelenler" yönetimindeki inkârcı grup Sâlih peygamberi kavmin gözünden düşürmek için başlarlar saldırı ve iftiralara: “Sen şüphesiz büyülenmiş birisin; bizim gibi bir İnsandan başka bir şey değilsin. Eğer doğru sözlülerden isen bir belge getir, dediler.”[93]; "Aramızda bir beşere mi uyacağız?"[94]; 'Vahiy aramızda ona mı verildi? Hayır o, yalancı ve şımarığın biridir, dediler." [95]

Artık Sâlih’i (a.s.) yıpratmak için ellerinden ne gelirse yapmaya onu tâciz etmeye çalışırlar. Oysa peygamberlik gelmeden evvel onu çok iyi ta­nıyorlardı. Emin bir İnsandı. Dürüsttü. Aynı, kendinden önceki geçmiş ve kendinden sonra gelmiş diğer rasuller gibi... Hatta; peygamber olduktan sonra bile, ona karşı çıkanlar bu husûsu şöyle belirtiyorlardı: "Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen biriydin." [96]

Hem onun bu faziletli durumunu teslim ediyorlar, hem de söylediklerine karşı geliyorlardı. Ne olmuştu da, aralarından biri ve hem de güvenilir biri olan Sâlih'e cephe alıp; onun beyinsiz, yalancı ve şımarık olduğunu söylemeye başlamışlardı?

Sebep basitti. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluğa karşı çıkmıştı. Dolayısıyla zenginler ve yöneticilerin rahatını kaçırmış, düzenlerini alt üst etmişti. Hal böyle olunca tabii ki Sâlih (a.s.) kötülenecek, tec­rit edilecek ve tâciz edilecekti 

Sâlih’in (a.s.) tebliğ mücâdelesi hiç kesintisiz olarak devam etti. Bulduğu her fırsatta, her zaman ve her yer­de Allah'ı anlattı ve O’nun emirlerini bildirdi. Yıllarca teb­liğ etti durdu. Onun bu çabasına karşılık kavminin İnsanları ona pek meyletmiyorlardı. Zulüm ve soygun düzeni olan putçuluk içlerine öyle işlemişti ki söküp atmak çok zordu.

Semûd kavminde tebliğ mücâdelesi sürerken; Allah onlara verdiği nimetleri kısar. İşlerinin bozulması, kesat gitmesi karşısında buna bir sebep arayan inkârcılar fa­turayı Sâlih'e keserler. Böylece ‘ileri gelenler’ aynı za­manda Sâlih'i de halkın gözünden iyice soğutmuş, bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlardı. Sâlih’in (a.s.) uğursuz biri olduğunu iddia etmeye başladılar.

Gerçekten bir uğursuzluk, yani kısmetsizlik gelmişti üzerlerine. Artık eskisi gibi her şey yolunda gitmiyordu. Kazançları düşmüştü. Bunun Sâlih’in (a.s.), putlarına karşı yaptığı hareketlerden olduğu kanısındaydılar. Oysa ger­çek öyle değildi. Bu hususa Neml Sûresi'nde şöyle deği­nilir: "Şöyle dediler: ‘Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık.’ Sâlih: ‘Size çöken uğursuzluk Allah katındandır. Hayır, siz imtihana çekilen bir kavimsi­niz." [97]

Sâlih’in (a.s.) bu sözleri Semûdluları daha da kızdırı­yor, düşman ediyordu. Sâlih (a.s.) bu vesile ile onların im­tihana çekildiklerini, belki iman ederler diye darlıkla de­nendiklerini anlatır. Fakat bu söylediklerinin yine de faydası olmaz.

Kavmi artık ondan olağanüstü şeyler, mûcizeler is­temeye başlamıştı. Mûcizeler Allah'ın elinde olan şey­lerdi. Peygamberlerin böyle bir yetkileri yoktu. "Doğru sözlülerden isen bir delil getir, dediler."  [98]

O da; “bekleyin ben de sizin gibi bekleyenlerdenim” diyerek, onların bu isteğinin Allah'ın elinde olan bir şey olduğunu belirtti. Semûd kavminin inkârcılarının amaçları mûcize görmek değil, rasûlü âciz bırakmak, onun Allah ile ilgisi­nin olmadığını göstermek, tuzağa düşürmekti.

Nihâyetinde Allah onların bu tuzaklarına karşı pey­gamberini destekleyerek, müşriklerin istediği mûcizeyi verdi: "Sâlih: ‘İşte âyet (mûcize, delil) bu devedir. Kuyudan su içme hak­kı belirli bir gün onun, belirli bir gün de sizindir; Sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük bir günün azâbı yakalar’ dedi." [99]

"Buna rağmen onu kesip devirdiler."[100] Mûcize isteklerinin yerine getirilmesine karşılık Semûd kavminin inkârcılarına bu kâfi gelmemişti. Allah'ın zarar verilmemesi isteğine karşılık yine de deveyi kesti­ler. Zaten amaçları iman etmek değildi, Rasûlü aciz göstermekti. Fakat “ileri gelenler”in kurdukları bu tuzak geri tepince, deveyi keserek Sâlih peygamberin, kavim nazarındaki itibarını düşürmek, gündemi değiştirmek iste­diler.

Deveyi kesmeye kesmişlerdi, ama kesmekten piş­man olmuşlardı. Artık işleri tamamen alt-üst olmuş, azap emâreleri kavmi kuşatmıştı. Allah bunu şöyle be­yan eder: "Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular." [101]

İş işten geçmişti bir kere, peygamber üç gün daha yaşayabileceklerini ondan sonra azâbın kendilerini yaka­layacağını bildirmişti. Zaten bunun alâmetlerini yaşama­ya başlamışlardı bile. Son pişmanlık içerisindeki Semûd kavminin sersem halinden kurtulması için, Sâlih'in katledilmesi gerektiği­ne karar veren; kentin azgın dokuz kişisi olan "ileri ge­lenler" ona tuzak kurarlar. Bu husûsu Allah şöyle beyan eder: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlar­dı. Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: Gece ona ve ailesine baskın yapalım, sonra da velîsine 'biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim. Onlar öyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını alt­üst etlik.” [102]

İnkârcıların vardığı son nokta, rasûlü ortadan kaldır­ma fikri olmuştu. Aynı düşünce tüm inkârcı toplumlarda görülür. Peygambe­rimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) için de Mekkeli müşriklerin aynı tuzağı kurdukları nazar-ı dikkate alınmalıdır. Kabilecilik anlayışının o dönemdeki bir yansıma­sı olan öldürme planındaki ortak ey­lem ve sonucunda kimsenin eylemi üstüne almaması neticesi maktûlün velisinin karşısında birden fazla hasım çıkarılarak onun kısastan vazgeçirilmesi anlayışı görülmektedir. Müşrikle­rin kabilecilik anlayışının bir gereği olan bu zihniyet, Peygamberimiz za­manında da aynı eylemi gerçekleştir­meye kalkışmış ve Sâlih (a.s.)'da olduğu gibi tuzakları geri tepmişti.

Artık Sâlih’in de (a.s.) yapacak bir şeyi kalmamıştı, mü’minlerle beraber Allah onları, azap gelmezden evvel kâfirlerin tuzağından kurtardı. "Buyruğumuz gelince, Sâlih'i ve beraberindeki iman edenleri o günün rezilliğinden kurtardık." ([103]); "Haksızlık yapanları bir çığlık tuttu, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler." (11/Hûd, 67)

Böylece doğru yola gelmekte direnen Semûd kav­minin inkârcıları da, diğer Nuh ve Âd kavimlerinin inkâr­cıları gibi azâbı tattılar. "İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır." [104]

 

Semûd Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar 

Âyetlerden Tesbitler

  1. Mûcizeye Rağmen Red ve Taşkınlık, Helâki Getirir: "Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. Size Rabbinizden bir delil gelmiştir. İşte o da, size bir mûcize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin, sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı bir azap yakalar." [105]

Rasulleri inkâr eden kavimler azâbın hemen indirilmesi veya mûcize gösterilmesi tarzında taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepleri sağlıklı bir psikolojiyle yapılmış ve imana götüren bir kalbin istekleri olmaktan çok uzaktır. Daha çok inkârı katmerleyen ve vahye karşı körlüğü arttıran bir yaklaşımla, bu isteklerini bildirmişlerdir. Muhâtabın vahiy karşısında kulluk ve hayranlıkla değil de istiğnâ, kibir ve ukelâ bir tarzda duruşu, gayret-i İlâhiyeyi doğurmaktadır. Bu yüzden, kendi açılarından olumlu bir sonuç vermeyeceği bilinen bu talepleri ertelenebildiği kadar ertelenmiştir. Ne zaman ki helâkleri hakkında İlâhî irâde netleşmiş, Rasuller "Artık kavmimizle bizim aramızda hükmünü ver" duâsıyla Yaratıcıya iltica etmişlerse, o zaman belki de helâkin başlama düğmesine basılması anlamında mûcize yaratılmaktaydı. Bu ise mûcizeyi, rasûlü küçük düşürmek ve alaylarına malzeme yapmak için talep eden kavmin ilk etapta şaşkınlığını arttırmaktaydı. Ancak kendilerine geldiklerinde küfürleri artmakta ve o taşkın ruh halleriyle mûcizeyi inkâr etmekteydiler. Bu örnekte olduğu gibi, taşkınlıkları bazen o mûcize ve rasûlün şahsını ortadan kaldırma teşebbüsüne kadar varabilmekteydi.

Ancak Allah'a iman eden kimse, haddini bilen bir gönle ve görmek isteyen bir göze ulaşılabilir. Duyularını ısrarla çalışmaz hale getiren ve kibir dağları ötesindeki gerçekler için boyları kısa kalan bir yaklaşımla Allah'a ulaşma ihtimali yoktur.

"Beni niçin âmâ olarak yarattın? Hâlbuki ben dünyadayken görüyordum."[106] Bir kâfirin, âhirette karşılaştığı bir uygulamayla ilgili ağzından dökülenler... Hayır, ey kulluğunu unutan kul, aslında sen her zaman kör ve sağırdın, İlâhî gerçeklere karşı. [107]

 

  1. Geleceğin Parlaktı: "Dediler ki: Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizde ümit beslenen birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden ciddi bir şüphedeyiz." [108]

Sen aklı başında bir adamdın. Bu yeni iddiaların da neyin nesi?! Bu cümle birkaç anlamı içinde barındırmaktadır. Sen bu işten geri dön, senin hakkındaki eski kanaatimiz ve sana olan sevgimiz devam etsin. Ortak bir noktada buluşabilmemiz mümkündür. Bundan hem sen, hem de biz kârlı çıkabiliriz. Bu apaçık bir uzlaşma îmâsıdır.

Tercihlerini net yapamayan İnsanlar, bu tür çağrılarla zorluklar/belâlar arasında bir seçim yapmaları istendiğinde gerisin geriye câhiliyeye kayabilmektedirler. Bu yüzden arkaya ve terk edilene bakmamak, gemileri yakmış bir ruh haline ulaşabilmek, eski yaşantısına en ufak bir hasret ve özlem duymamak gerekmektedir. İslâmlaştığı halde, gözü hâlâ geçmiş yaşantısında kalanlar, asla imanın tadına varamazlar ve mü’min olarak can verme bahtiyarlığını da riske atmış olurlar.

 

  1. Zulme Sessiz Kalmak: "Fakat, Semûd kavmi o deveyi, ayaklarını keserek öldürdüler. Sâlih dedi ki: ‘Yurdunuzda üç gün yaşayın.’ O söz, yalanlanamayan bir tehdit idi."[109]; "O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı."[110]; "Bir arkadaşlarını çağırdılar, o da cür’et gösterip kılıcını çekerek deveyi kesti." [111]

 Hz. Sâlih'in kavmi bu zulmü işledi. Aslında bu büyük zulme dokuz kişi katılmıştı. Ama topluluk onlara engel olmadı. Engel olmanın ötesinde, bu suskunlukları zulmün işlenmesinde, zâlimler için yeterli bir toplumsal zemini oluşturmaktaydı. Zulmün icrâsı tarih boyunca pek az İnsanın bizzat rol aldığı bir nitelik arzetmiştir. Ancak, sessiz kalan halk, bu fiilin cezâsına da ortak olmak durumundadır. Unutmamak lâzımdır ki, aslında zâlimler marjinaldir.

 

  1. Vahiy, Toplumda Ne Tür Bir Sonuca Yol Açar?: "Andolsun ki, Semûd kavmine, Allah'a kulluk edin (demesi için) kardeşleri Salih'i gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki zümre oluverdiler." [112]

Günümüzde din, milletler için bir dayanışma ve birlik ilâcı olarak algılanmaktadır. “Toplumların iç dayanışmalarında dinin reddedilemez bir yeri olduğu” tarzındaki cümleler, kulaklarımızın alışık olduğu cümlelerdir. Gerçekten de din, birleştirici bir sıfat mı taşımaktadır?

Peygamber kıssalarında anlatılanları göz önünde bulundurduğumuzda, pek çok peygamberin, câhiliye elitleri tarafından bölücülükle suçlandıklarını görmekteyiz. Yukarıdaki âyette bu duruma işaretler vardır. "Sen geldin geleli toplumda huzur kalktı. Baba ile çocuğu, kadın ile kocası arasını, getirdiğin sözlerle ayırdın. Toplumu birbirine düşman kısımlara böldün!..." Bu ve bunun gibi ifâdeler rasullere karşı hep söylenegelmiştir. O halde toplumun yapıştırıcı gücü olarak tanımlanan din, bu ilk muhâtaplarınca niye böyle tanımlanmıştır?

Sadece, genel adı İslâm olan İlâhî dinler değil, toplumun yürürlükte bulunan değerler sistemine alternatif bir değerler bütünü öneren her yaklaşımın sosyolojik bir gerçek olarak, toplumda parçalanmaya sebep olması kaçınılmazdır. Bu parçalanma, yeni önerilen değerlere inanan İnsanlar ve diğerleri olarak toplumu ikiye bölmektedir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

İnsanlar, inançları dışında da pek çok farklı şey sebebiyle çeşitli bölünmeler yaşarlar. Ve bunun sonucu olarak da ulaştıkları durumlarla kendilerini tanımlar; bu tanıma göre dost ve düşmanlarını belirlerler. Sonra da savaşmaya bile uzanabilecek mücâdelelere girişirler. Bazen bir coğrafyalı olmaktır belirleyici vasıf, bazen bir ırktan dünyaya gelmiş olmak. Özetleyecek olursak coğrafyaya, kan bağına, ticarî ilişkilere, ortak inançlara vb. sebeplere dayanan "biz" tanımları vardır. Din, bu tanımları sosyolojik bir gerçek olarak kabul etmiştir. Bunların münker olan bazı tanım ve hukuklarını ıslah ederek yeniden inşâ etmiştir. Ancak, bir üst tanım olarak ve diğer ilişkileri/hukukları belirleyen odak hukuk olarak, İslâm, inanca dayalı "biz" tanımını koymuştur. Birey, şu coğrafyadan, bu kabileden olabilir; ancak, o, her zaman inancın genel tanım ve çıkarlarına göre hareket edecektir. Kendi seçmediğimiz özelliklerimizin değil; bizzat irâdemizle oluşan "inanca" göre bir tanım yapılması, bizleri yüceltmektedir. Hiçbir katkıları olmadan taşıdıkları vasıflarla dostu ve düşmanı tanımlayıp belirleyen, mücâdele eden varlıklar nere, tanımlarını kendi seçtiği ilkeler ve vahye göre yapan İnsan nere!?

Bir toplumun yeni değerlere geçiş esnâsında yaşadığı bu iç parçalanma, geçici bir olaydır. Bu parçalanmanın aile, komşu, akraba, ortak vb. birliklerde verdiği bedel de geçicidir. Yoksa din ebediyyen bu sosyal ilişkilerin reddi ve imhâsı gibi bir çağrıda bulunmaz. Ayrıca geçiş ânındaki bu parçalanmanın olabildiğince harâretinin az olması önemsenmiştir, özellikle parçalanmanın yaşandığı Mekkî yıllarda sıla-i rahim (akrabayla ilişki), birru'l-vâlideyn (ana-babaya iyilik) gibi hususlar üzerinde, akideyle ilişkilendirilerek durulması önemlidir. Ana-baba başta olmak üzere, iman etmeyen, ya da imanlarına şirk bulaştıran yakın akrabâlarla ilişki konusunda “Din”in tavsiyesini şöyle özetleyebiliriz: Onların şirke dayalı değerler sistemini kabul etme, şirk içeren tavsiyelerine uyma; ancak, üzerindeki haklarını yerine getir, onlara kaba davranma, ilişkini kesme!

Kendine inanan ve değerlerini paylaşan bir topluluk oluştuğunda ise din, artık bu aşamadan sonra en güçlü bir bütünleyici unsur halini alır. Öyle ki, yeryüzünün en uzak bölgesindeki bir kardeşine dokunan bir zarar, dünyanın öbür ucundaki mü’mine acı vermelidir. Yoksa duyarsızlık, ilgisizlik, vurdumduymazlık, ona yardım için gerekli gayret ve fedâkârlıktan uzak tavır, imânî bir zâfiyet anlamı taşıyacaktır. Özetle, “Din”, vahiy değerlerini değiştireceği toplum için bölücü, parçalayıcı; hak değerler üzere olan bir toplum için ise bütünleyici sıfata sahiptir.

 

  1. Senin Yüzünden: "...Senin ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık..." [113]

"Bu dış ambargolar sizin tavırlarınız yüzünden. Başımıza başka ülkelerin üşüşmesi sizin bu aptalca tavırlarınızdan. Uyuyan yılanı uyandırdınız da onun için..." Bu gibi sözler tarih boyunca rasullerin ve dâvâ adamalarının kulaklarının alışık olduğu sözler olagelmiştir. Gerek düşmanları, gerekse kalplerinde hastalık izleri bulunan tâkipçileri tarafından bu suçlamalara muhâtap olmuşlardır.

Hareketler “Geçmişteki dâvâ adamı müslümanların başına gelen zorluklar bizim de başımıza gelmeden Cenneti kazanamayız!”[114] formülü ve ölçüsüyle fertlerini yetiştirmemişlerse, bu tür problem karşısında hemen büyük kayıplar vereceklerdir. Fertlerine önce felâhı (âhiret kurtuluşunu) değil de; refahı (dünya nimetlerini) vaad edenler en ufak zorlukta, taraftarlarınca yuhalanacaklardır.

Zorluklarla karşılaşan ashâba, münâfıklar: "Efendiniz size boş vaadlerde bulunuyor" dediklerinde, mü’minler: "Hayır! Bizim karşılaştıklarımız, bizim başımıza gelenler ancak, Allah'ın ve Rasûlünün bize anlattıklarıdır" diye karşılık vermişlerdi. Zira onlar, Akabe bey’atlerinde, yapacakları katkıların karşılığında neyin olduğunu Rasûlün ağzından şöyle duymuşlardı: "Cennet!"

Kitleler, bedel ödeme husûsunda önderlerin boyuna ulaşamazlar. Bu hususta âhirete çevrilen bir söylem ve bu söylemin pratiğinde ayaklan Allah'ın lütfuyla sâbit önderler sâyesinde bedel boyları yükselir. Bunlara sahip olamadıklarında ise, mevcut boylarının, sindirme operasyonlarıyla daha da cüceleştiğine şâhit olunmaktadır.

 

  1. Allah'ın Yardımı Olmasaydı: "...Gece ona ve ailesine baskın yapalım (hepsini öldürelim); sonra da velisine ‘Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim."[115]; "Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlanın altüst ettik." [116]

Mü’minlerle kâfirler arasındaki mücâdeleyi anlatan Kur'an âyetlerinde ilginç bir vurgu yine bizi beklemektedir. Mücâdelenin ana karakterlerinden biri de mü’minlerin bu zeminde sayı, araç-gereç ve şartlar açısından yaklaşık % 90 zayıf görünümde olmalarıdır. Mücâdele tarihi de bizim gayba (zâhiren görünenin aksine bir güç ve siyasal gayb anlamında) imanımızı arttırmaktadır. İmkânsızlıklar, tüm gayretlere rağmen doldurulamayan boşluklar, âdeta dâvânın gerçek Sahibi tarafından doldurulmakta ve taraftarlarının fizikî eksiklikleri giderilmektedir. Vahiy, mü’minlerden ısrarla bir yönlerini sağlam tutmalarını ister: "Allah'la olan iletişimlerini/diyaloglarını". Bu yön sağlam olduktan sonra, güçleri yettiğince hazırlık yapmaları istenir. Temel noktası sağlıklı olanların, çabalarının sonrasında kalan maddî eksiklikleri tamamlanacaktır.

 

  1. Küfrün Temeli, İlâhî Taksime Rızâ Göstermemektir: "Vahy, aramızda ona mı verildi. Hayır, o yalancı ve şımarığın biridir." [117]

Kendi içlerinden birine verilmesini bekledikleri nebîlik, Araplar içinden birine verildiğinde, oğullarından daha iyi tanıdıkları rasûlü inkâr eden Ehl-i Kitab'ın pratiği de buna bir örnektir.

Yaradan’ın adâlet, rahmet, ilim ve pek çok sıfatına mebnî bulunan İlâhî taksime itiraz ve çekememe, küfrün temel taşlarındandır. Bu yüzden verilen nimete, başa gelen hâdiselere isyan, küfre çıkan bir yolun başlangıcı sayılmıştır. Şeytanın ilk günahında da İlâhî takdîre ve konumlandırmaya bir itiraz vardı. [118]

“Hoştur bana Senden gelen, Ya gonca gül, yahut diken;

Ya hil’at ü yahut kefen. Lutfun da hoş, kahrın da hoş.”

 

  1. Allah’ın Emânetine İhânet Helâk Sebebidir: “Ey kavmim, size işte bir âyet (delil ve mûcize) olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyeti) ile dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir.”[119] Semûd kavmine Allah’tan bir âyet olarak deve verilmişti. Onlar bu Allah’ın devesinin hakkını gözetip, onun Allah’ın arzında rahatça yiyip içmesine karışmayacaklar, ona zarar vermeyeceklerdi. Çünkü bu bir emânet idi. Böyle yapmadıklarında yakın bir azâbın kendilerini kuşatacağı bildirilmekteydi.

Bugün de Allah’ın emâneti olarak Kur’an’a sahip çıkılması, tevhid sancağının daha yüksek burçlara dikilmesi, Rasûlullah’ın yolunun sürdürülmesi bugünkü müslümanlara düşmektedir. Bu dâvâ, bugünün İnsanlarına ulaşan emânettir. Bu emânete ihânet, belâ ve musîbete, azap ve helâke sebep olacağından, dolayısıyla İnsanın kendine yapmış olduğu ihânet ve zulüm olmuş olur: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin. (Sonra) bile bile kendi emânetlerinize hâinlik etmiş olursunuz.”[120] Günümüzde yaşanan kaos, fitne, güvensizlik, bireysellik, stres ve bunalımlar, helâkin avansı olarak değerlendirilmeli ve daha büyüğünden sakınılmalıdır. “Onlar (kurtuluşa eren mü’minler), emânetlerine ve ahidlerine (verdikleri sözlere) riâyet ederler.” [121]

“Kavminin ileri gelenlerinden müstekbirler/büyüklük taslayanlar, içlerinden müstaz’aflara/zayıf görülen iman edenlere dediler ki: ‘Siz Sâlih’in gerçekten Rabb’i tarafından gönderildiğini biliyor musunuz (Buna inanıyor musunuz)?’ Onlar da: ‘Şüphesiz biz onunla gönderilene iman eden mü’minleriz’ dediler.”[122] Hz. Sâlih'in getirdiği haberin kendi muhtevâsı, Hz. Sâlih'in görevi konusunda, ayrıca bâtınî ya da mûcizevî bir “delil”e ihtiyaç bırakmaksızın bu mesajın sıhhat ve değerini kabul etmeleri yönünde yeterli göründü onlara. Bu iman ikrârı, ince bir tarzda, Semûd kıssasının sadece tarihî bir olay olarak taşıdığı yüklemi aşan derin bir anlam ifâde etmektedir. Bu, dinî bir mesajın İlâhî kaynak ve niteliğine inanmakta güçlük çeken şüpheci kimseler için, onların asıl mesajın içsel anlamı ve değerini anlamaya, değerlendirmeye çalışmaları, fakat inanç ve tasdiklerini, gerçekleşmesi nesnel olarak imkânsız birtakım zâhirî ve mûcizevî ispatlara dayandırmamaları yolunda yapılmış bir dâvet niteliğindedir. Çünkü bir mesaj, sıhhat ve doğruluğunu ancak muhtevâsıyla, ifâde ettiği anlamla ortaya koyabilir. [123]

 

Sâlih (a.s.) Kıssasının Mesajları

Kıssanın bize vermek istediklerini de şöyle sı­ralamak mümkündür:

  1. a) Sâlih’in (a.s.) kavmi Allah'ın sonsuz nimetler verdi­ği bir kavimdir. Buna mukabil Semûdlular geçmiş kavim­lerde olduğu gibi, bu nimetlerin kendi çalışmalarının ürü­nü olduğunu, bu ürünleri de diledikleri gibi harcayacak­larını öne sürerek Allah'ı ve Rasûlünü inkâr ederler. Hâlbuki Allah o nimetleri zenginlerin elinde gezen bir metâ olsun diye vermemişti. O servet ve nimetlerde yoksulların da hakkı vardı. Zülüm ile o servetleri yığanlar pek tabii ki onlardan istiğnâ etmeyip diledikleri biçimde, yani zevk ve eğlencelerde harcayacaklardı.

Günümüzde bunun en çarpıcı örnekleri görülmüyor mu? Tüyü bitmedik yetim hakkı olduğu herkesçe bilinen servetler, o yetimlere değil; bir gecelik harcamalara, ku­marhanelere, batakhanelere, yatakhanelere gitmiyor mu?

 

  1. b) Zulüm düzenleri sâyesinde edindikleri servetleri, dayanıklı olduğunu zannettikleri dağlara oydukları evle­re yığıyorlardı. Sanki oralarda ebedî yaşayacaklarmış gibi... İnkârcı biri olan Nuh'un oğlu da dağın onu Allah'ın azâbın­dan kurtaracağını zannetmişti. Yine aynı inkâr psikoloji­si ile sığınılabilecek en sağlam yer gördükleri için olsa gerek, Semûdlular da dağları oyup evler yapıyorlardı.

Günümüzde ise bu inkârcı psikolojinin aynı tavrı değişik bir şekilde ortaya koyduğunu görüyoruz: Milimetrik mühendislik ve yüksek teknoloji ürünü olarak yaptık­ları gökdelenler ve binaların; deprem­lere, doğal âfetlere karşı testlerini de yaparak doğaya hâkim oldukları imajı­nı veriyorlar. Böylece zulümle kazan­dıkları paraları bu mekânlarda tüketerek sanki ebedî kalacaklarmış gibi yaşıyorlar.

 

  1. c) Kıssa içerisinde belirtilen çok önemli bir husus vardır: “O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” Kıssa anlatımı içerisinde Allah'ın me­le’ ve “ileri gelenler” olarak nitelediği zenginler ve yöneticilerden oluşan ve kavmi inkâra azmettiren, rasûle şiddetle karşı gelen, mûcize devenin kesilmesini gerçekleştiren ve öldürmek için Sâlih'e tuzak kuranlar sa­dece ve sadece "dokuz" kişidir.

Gerçi Kur'an'da, Semûd kavmi hakkında sayısal bir bilgi verilmiyor ama; binlerce kişilik kavmi yöneten, çe­kip çeviren ve gelirine el koyanların adedinin "dokuz" ki­şi olduğu ibretle belirtiliyor.

Bunu günümüz toplumlarında çok daha iyi görmü­yor muyuz? Milyonların oluşturduğu bir ülkeyi, bir elin parmakla­rı kadar zengin ve onların direktifi altındaki çok az sayı­daki yöneticiler idare ediyor. Bu azınlık zümrenin çıkarları ile çatışanlar, hakkı da temsil etse, mahkûm edilerek ezilmiyorlar mı? Toplumlar bu azınlığın istediği şekilde yönlendirilmiyor mu?

 

  1. d) Semûd'un inkârcılarının en son düşündükleri şey ise bükemedikleri -susturamadıkları- Sâlih’i (a.s.) öldür­mek. Bütün dâvâ adamlarının inkârcılar karşısında bu pozisyonu unutmamaları; bükülmediklerinde ellerinin öpülmeyeceği, aksine yok edilmek istenecekleri hatırlatılmaktadır. [124]

 Yüce Allah, Âd kavmini helâk ettikten sonra onların yerine Semûd kavmini getiriyor ve onlara vermiş olduğu nimetlerden bahsediyor.[125] Semûd kavmi, Yüce Allah'ın bunca nimetlerine şük­ran borcunu ödemeyip, şan ve şöhret peşinde koştular. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler. Maddî refah, zen­ginlik, bolluk onları da çıldırtmıştı. Bir yandan kışlık ev­ler, bir yandan da dağlarda ve mağaralarda yazlık evler oyup yontuyorlardı. (Bu günkü yazlık ve kışlık villalar hatırlansın...) Fakat ne yazık ki, teknikte bu kadar ilerle­melerine rağmen, dinde alçaldıkça alçalıyorlardı. Çünkü şirk, putperestlik, adâletsizlik zulüm ve baskı son raddeye varmıştı. Herifler iktidar koltuğunda oturup ahkâm kesi­yorlardı. Yüksek rütbeliler, kabile ağaları, villa beyleri büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyorlardı. Bu sınıflar elçinin (Sâlih (a.s.) dâvetini kibirlerine yediremeyip kabullenmedikleri gibi, aşağı sınıf olarak kabul ettikleri kişileri de engellemek istiyorlardı. O kibir ve gurur sahibi herifleri Kur'an şöyle konuşturuyor: “Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıf­lar için alay yollu şöyle dediler: 'Siz Sâlih'in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz? Onlar da: 'Biz doğrusu onunla gönderilen her şeye iman edenlerdeniz' dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: 'Doğrusu biz, o sizin iman ettiğiniz şeyi in­kâr eden kafirlerdeniz' dediler.” [126]

Semûd sapıklarının Sâlih’i (a.s.) reddetmelerinin temel amacı iktidar sevdâsıydı. Eğer bir tek Rabbe iman edip Sâlih’e (a.s.) uysalardı, saltanatları ellerinden çıkmış ola­caktı. Evet, her şey saltanat ve hâkimiyetlerini düşün­dükleri, bugün dünya müstekbirlerinin düşündükleri... Hepsi saltanat, egemenlik ve hükümranlık ihtirâsı...

Allâme Mevdudi, Semûd kavminin İslâm'a yanaşma­malarının temelinde şu üç ana sebebi görüyor ve şöyle di­yordu: "Semûd kavmi üç sebepten dolayı Sâlih’in (a.s.) dâvetini reddediyorlardı. Birincisi, Sâlih (a.s.) bir beşerdi, İnsandı. Başka İnsanlardan üstünlüğü yoktu. Sâlih’in (a.s.) Semûd kavminin bir ferdi olması ve herhangi bir özelliğe sahip olmaması ikinci sebepti. Üçüncü ise, Sâlih alelâde ve yalnız bir İnsandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi. Çevresinde pervane gibi dolaşan İnsanlar yoktu. Bir ordusu yoktu, gösterişli tavırları yok­tu. Semûdlu eşrâfa göre Sâlih (a.s.) İnsan üstü bir varlık olmalıydı. Onlar, onun beşeriyetini de kabul etmeye ha­zırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve bizzat kendi mil­letinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir İnsan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi. Hatta gökten in­dirilmeliydi. Bunların hiç biri olmazsa, en azından nüfuz­lu bir kabile reisi ve zengin bir lider olmalıydı. Sâlih gibi sade ve saf bir İnsanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı." [127]

Doğrusu, tarihî süreç içerisinde tekzip edenlerin için­deki kin ve şüphe asla değişmemiştir. Tarihin seyrine baktığımızda inanmak ve teslim olmak istemeyenlerin söz ve davranışları hep aynı olmuştur. 'İçimizden bir İnsana mı uyacağız? Kitap aramızda ona mı verilmeliydi? Bir melek gelmeli değil miydi?...' Hep aynı davranış...

Hakikat şudur ki, İnsanı ilgilendirmesi gereken, haklı söz ve haklı dâvettir. Bir dâvetin ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekir. Yoksa tebliğ eden dâvetçinin içimizden herhangi biri olması hiç bir şey değiştirmemelidir. Asıl olan da dâ­vetçinin içimizden görevlendirilmiş olması ve bizim de gururlanmadan, kibirlenmeden ona tâbi olmamızdır. Sına­vın sırrı da buradadır. Ama maalesef, İnsanların çoğu tâbi olacak kişiye, kendilerinden servet ve makamca üstün ve hürmete şâyan olmasından endişe ederek tâbi olmamakta­dırlar.

Tarih sahnesinde böylesine inkârcılar çoğalıp kol gezmeye başlayınca ve içlerinde bulunan elçi de son noktası­na kadar görevini tebliğ edip bir şey yapamaz hale gelin­ce; işte o zaman mü’minleri kurtarmak, inkâr edenleri topyekün helâk etmek zamanı gelmiş demektir.

Yüce Allah, Semûd kavmini büyüklenip kibirlenmelerinin ve bu yüzden inkâr edip küfürde inatlaşmalarının karşılığının helâk olduğunu beyan ediyor.

“Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: 'Yurdunuzda üç gün daha yaşayın durun!”[128] Sâlih’in (a.s.) bu uyarısını dahi ala­ya almışlardı. Hz. Sâlih, müslümanlarla birlikte onların arasından Sina'ya doğru ayrılıp gitti. Üçüncü gün, mühletin so­na ereceği gece yarısı korkunç bir çığlık (patlama) ve bu­nunla birlikte şiddetli bir deprem oldu ve bütün kâfirler helâk olup ahırda ezilen otlar gibi ezilip çerçöp haline geldiler. O muhteşem medeniyetleri; sarayları, yazlık ve kışlık villaları, kibir ve gururları, teknolojileri bu patla­manın önüne geçememişti. O azgınlara yaraşan bundan başka bir şey olamazdı.

Yüce Allah, böylece İslâm'ı yalanlayarak inkâr edip reddeden bir toplumu daha yok ediyor dünya sahnesinden. Kafile kafile İnsanlar gelip geçiyor o yüce imtihandan. Tâbir câ­izse bütün sorular hep bir merkezden ve değişmez bir şe­kilde hazırlanıyor. Hepsinin ortak bir amacı var, o da: 'Allah'a kulluk edin O'ndan başka ilahınız yoktur.' Bütün kâinatın, yerin ve göğün yaratılışındaki hikmet ancak bu­dur. Bu kadar melekler, bu kadar peygamberler, bu kadar kitaplar, bu kadar vârisler ve nihayet bu kadar yazılar ve bu kadar konuşmaların asıl amacı budur... Ne kadar sözü uzatırsanız uzatınız, son sözünüz yine bu olacaktır: 'Al­lah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur.' Evet, bütün çabalar, bütün çalışmalar, bütün amaçlar budur, bu olmalıdır... [129]

 

Tefsirlerden İktibaslar

Nice müfessir ve peygamber kıssası kitapları Sâlih’in (a.s.) devesi hakkında “kayadan çıktığını” sanki Kur’an ya da sahih hadislerin ifâdesiymiş gibi, kesin doğruymuşçasına anlatırlar. Muhammed Esed, bu konuda şöyle demektedir: Müfessirler, bu dişi devenin mûcizevî bir yapıda olduğunu belirten çeşitli menkıbeler anlatmaktadırlar. Bu tür menkıbeleri ne Kur’an, ne de sahih hiçbir Hadis doğrulamadığı için, bunların birtakım duyarlı müslümanları hayal ürünü düşünce ve anlayışlara sevk eden, ayetteki nâkatullâh (Allah'ın dişi devesi) tabirinden türetildiğine hükmetmemiz gerekir. Oysa Reşid Rıza'nın[130] belirttiği gibi bu tür fantastik düşüncelere yol açan eğer devenin Allah'a izâfe edilmesi ise, aslında bu, sadece sözü geçen hayvanın herhangi bir kişiye âit olmadığına ve dolayısıyla bütün bir toplumun onu korumakla yükümlü olduğuna işaret içindir; nitekim, aynı âyette “Allah'ın arzı” şeklinde benzer bir deyim daha vardır ki bu da her şeyin Allah'a âit olduğunu ifâde içindir. Hz. Sâlih'in Kur’an'da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana iyi davranılması yönündeki özel ısrarı, müteâkip âyetlerin de gösterdiği gibi, zayıf gördüğü herkese, her varlığa karşı kaba ve küstah davranmakta kendilerine gurur payı çıkaran ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak kötülüğü yayan bu kavmin kaba kuvvete dayanan tahakkümüne yönelmiştir. Başka bir ifâdeyle, bu savunmasız hayvana karşı seçecekleri davranış tarzı, onların kalplerinin değişmesine bir “işaret” yahut [131] “onlar için bir imtihan” olacaktı. [132]

Elmalılı diyor ki: Sûrenin başındaki "Nice memleketler var ki Biz onları helâk ettik..." [133] tehdidinin tarihî şâhitleriyle bir açıklamasına, Hz. Âdem'in yaratılmasından sonra bütün İnsan toplulukları ve çeşitli kavimler üzerindeki İlâhî hâkimiyyetin tecellisiyle peygamberlerin gönderiliş hikmet ve neticelerine, şeriat ve dinlerin seyr ve tekâmülüne ve onlardaki maksatların rûhuna yönelik pek mühim hakikatleri açıklayıp aydınlatan ve birçok sûrede çeşitli ibret ve ikaz bakış açısından genişçe anlatılacak veya işaret edilecek olan bu kıssalardan, Kur'ân'ın letâfet (güzellik), ciddiyet ve belâğatına bilhassa itina gösterilerek okunduğu zaman bunlardan alınacak olan ibret dersi ve ilham o kadar yüksek, açık ve boldur ki, kütüphaneler dolusu tarih kitapları okunup araştırılacak olsa elde edilecek ders, yükselmek için bağlanılacak ibret düsturları bunlardan başkası olmayacak ve bunların verdiği açık ilhâmı vermeyecektir. Önceki kavimlerin bütün masalları, eski eserleri, kaleme alınan kitaplar ve meydana gelen olaylar incelenmiş olsa bunların ihtivâ ettikleri bozukluklar ve hurâfeler bir araya getirilerek İnsanlık hayatının başlangıç ve sonucu bakımından ifade edecekleri sâbit hakikatlerin, Kur'ân'ın söz konusu bu kıssalarında özetle işaret edilen esasların hudûdunu aşamadıkları görülür. Bu kıssaların ihtivâ ettikleri gerçekler, Kur'ân'ın indirilmesinden önce dillerde ve kitaplarda o kadar bozulmuş ve hurâfelerle karıştırılmıştı ki, İnsanlar onları duyup dinledikçe dinî hisleri, bir çocuğun masal dinlemekten aldığı hayâlî neş'e gibi bir şey zannedecek hale gelmişlerdi. Nitekim bugün de dinler tarihini ve edebiyatı bu ruh hali ile takip etmek isteyenler pek çoktur.

Tefsircilerden bir kısmı, özellikle öncekiler bu kıssalar etrafında, Kur'ân'ın indirilmesinden önce anlatılagelen çeşitli rivâyet ve hikâyeleri nakletmişler ve bununla Kur'ân'ın onlardaki bozulmaları nasıl bertaraf ettiğine ve İnsanları hayalden hakikate nasıl götürdüğüne dair bir mukayese dersi vermişlerdir. Fakat tefsir mütâlaasına ehil olmayan birçok kimse de bu nakilleri, kıssaların tefsiri gibi telakki etmiş ve Kur'ân'da anlatılan hususlardan ziyâde bu rivâyetlerin arkasında koşarak Kur'ân'ın açtığı hakikat yolundan aksi yönde istifadeye kalkışmışlar ve dini, sünnetin dışında mücerred yorumlarda ve garip rivâyetlerde aramak sevdâsına düşmüşlerdir. Bunlara karşılık, sırf tabii kalmak isteyenler de, önceki İnsanları hiç hesaba katmayarak harika cinsinden olan ve dillerde destan şeklinde dolaşan bu nakilleri "öncekilerin masalları" deyip geçmişler veya mutlak sûrette tabiate bağlama yolunu seçmişlerdir. Kur'ân ise, hakikatin bu ikisi arasında bulunduğunu anlatmak için söz konusu kıssaları ne kadar güzel tebliğ etmiş ve ne ciddi bir şekilde tasvirini yapmıştır. Dolayısıyla bunları her kıssanın mevzû ve gâyesine, tasvir tarzı ve münâkaşasına, yani her peygamberin dâvetinin aslına ve dâvetinin tebliğ biçimi ve ispatına ve kavmiyle olan münâkaşalarının üslûbuna, soru ve cevabın kapsadığı ilmî gerçeklere ve edebî kurallara, neticede iman ve küfrün sonucuna, sonra bütün kıssalar arasındaki ortak değere, yükseliş ve gelişme âhengine ayrı ayrı ve birlikte göz atarak son derece ibretli bir tarzda okumalı ve bunlardan tarih sahnesinden silinen kavimlerin yaşantılarıyla düşüş ve helâklerine yol açan sebepleri çıkararak gelecek için ibret almanın yollarını öğrenmelidir. Görülecektir ki, bütün düşüş ve yok olma sebepleri, Hakk'ın emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlıdır.

Hak dini, İnsanlığın koyduğu sosyal bir kurum değil, sağlam ve mutlu bir sosyal kurumun aslını ve hareket tarzını teşkil eden İlâhî bir müessesedir. Ve her milletin hayat ve mutluluk kabiliyeti, kalbini verdiği Yaratıcının şânıyla uyum içindedir. Onun için hepsi hiç, ancak Allah'ın dini haktır. İnsanlara gök kapılarını açacak olan kanun, Zeyd ve Amr'ın kanunları, arzu ve hırslı istekleri değil, yaratma ve emretme hakkı kendisinde olan âlemlerin Rabbi'nin kanunudur. Yoksa dünya bir tarafa toplansa, bir yaprağın tâbi olduğu düşüş ve yükseliş kanununun İlâhî konumunu değiştirmeye güç yetiremezler. [134]

Mevdûdi der ki: “Semûd (toplumuna da) kardeşleri Sâlih'i (gönderdik...”[135] Semûd, Arabistan'ın Âd'dan sonra en yaygın olarak bilenen ikinci eski kabilesidir. Kur’ân-ı Kerim gelmeden önce onlar hakkındaki hikâyeler, Araplar arasında çok yaygındı. Adları, şiirde, İslâm öncesi Arap hutbelerinde ve Asur'da bulunan levhalarda da sık sık geçmektedir. Eski Yunan, İskenderiye ve Roma tarihçi ve coğrafyacıları da bu kavmin adından bahsederler. Onların bazı kalıntıları Hz. İsa'nın (a.s.) doğumu öncesi yıllara kadar mevcut idi. Roma tarihçilerine göre bu kabileye mensup kişiler Roma ordusuna katılmış ve düşmanları Nebatîlere karşı savaşmışlardı.

Semûd kabilesi, günümüzde el-Hicr diye bilenen Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan topraklara vâris olmuş idiler. Başkenti, halen Medine-Tebük demiryolu üzerinde bir istasyon olan Medâin-i Sâlih idi. Eski ismi Hicr'dir. Bu kavmin, tepe ve yamaçlarda oydukları taş evler bugün bile büyük bir alana yayılmış haldedir. Bu ölü şehre, şöyle bir üstünkörü bakıldığında, nüfusunun o zamanlar yaklaşık beş yüz bin civarında olduğu tahmin edilebilir.

Kur'an'ın nüzûlü sıralarında, Hicaz'dan gelen ticaret kervanları Semûd kavminin bu arkeolojik kalıntıları arasından geçmekte idi. Yüce Peygamber (s.a.s.) Tebük'e doğru ashâbını sevk ederken bu harâbelere doğru işaret ederek onlardan, düşünen bir gözlemciye bu gibi şeyler nasıl bir ders veriyorsa öyle bir ibret dersini akıllarında tutmalarını istedi. Arkadaşlarına, Hz. Sâlih'in dişi devesinin su içtiği kuyuyu gösterdi ve onların da o kuyudan su içmelerini söyledi. Daha sonra bir tepe geçidini gösterdi ve Sâlih Peygamberin (a.s.) devesinin su içmek için kuyuya bu geçitten geçtiğini anlattı. O geçit halen Feccu'n-Nâka: (Dişi Devenin Geçidi) diye anılır.

Daha sonra kalıntılar arasında bir gezinti yapmak isteyenleri bir araya toplayarak, şöyle söyledi: "Burası, Allah'ın cezâsını başlarına geçirdiği, helâk ettiği bir kavmin arazisidir. Bu yüzden, buradan olabildiğince nefret ederek, tiksinti duyarak geçin. Burası eğlenilecek bir yer değil, aksine hüzünlenecek, mâtem tutulacak bir yerdir."

“Allah'ın bu dişi devesi size bir mûcizedir/belgedir…”[136] Âyetin üslûbu açıkça gösteriyor ki, "Allah'ın bu dişi devesi" bir "açık delil"dir. Bir sonraki âyette ise "bir âyettir" denilmekte. 26/Şuarâ sûresi 154-158 arası âyetlerden öğreniyoruz ki, bu kabile İnsanları, Sâlih peygamberden, eğer Allah'ın gönderdiği bir elçi ise, kendilerine açık bir delil getirmesini talep etmişler ve bunun üzerine Sâlih peygamber dişi deveyi bir delil olarak onlara sunmuştur. Bu, o dişi devenin doğumunun mûcizevî bir şekilde meydana geldiğini ve tıpkı diğer peygamberlerin gösterdikleri mûcizeler nev'inden bir mûcize gibi zuhur ettiği gerçeğinin ispatıdır. Mûcizevi doğuşunun diğer bir kanıtı ise Sâlih peygamberin (a.s.) onu, bir mûcize hususunda dikkat çekerek inanmayanlara sunuşudur. "Sizin hayatınız doğrudan bu dişi devenin hayatı ile bağlantılıdır. Salıverin, özgürce bayırlarınızdan otlasın, sırayla bir gün yalnızca o içsin kuyularınızdan su, ertesi gün de sığırlarınız içer. Eğer ona bir kötülük ederseniz, Allah'ın azâbı âniden size çarpacaktır" demişti. Aşikârdır ki, dişi deve örneğinin böyle canlı bir biçimde sunuluşu, İnsanların onun olağanüstü bir hayvan olduğunu görmeleri içindir. Bu yüzden de, kendi bayırlarında serbestçe otlamasına, kuyularından bir gün de onun su içmesine müsaade ettiler. Fakat gönülleri bir türlü râzı değildi buna. Sonuçta o kadar korkmuşlardı ki, onu öldürebilmek için, günlerce müşâvere edip sonunda da gizli bir plân kurmuşlardı. Bunu yaparken de Sâlih peygamberin, kendilerine mâni olacak dünyevî bir güce sahip olmadığını biliyorlardı. Dişi devenin öyle istediği gibi, bir başına, her yerde dolaşabilme cesaretini göstermesi onun arkasında bazı gizli güçlerin olduğunu göstermekteydi.

Kur'an, bu devenin fiziksel yapısı ve nasıl vücuda geldiği hususunda bir şey söylemiyor. Ayrıca onun mûcizeleri hakkında da mevcut hiçbir sahih hadiste de bir işaret yok. Bu yüzden, müfessirlerin devenin doğuşu vs. hakkında anlattıklarına inanma zorunluluğu yoktur, kabul etmeyen de olabilir. Her ne olursa olsun Kur'an'ın kesin delilidir ki, o dişi deve mûcizelerden bir çeşit mûcize idi.

“(Allah'ın) Âd (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın; ki, onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz…”[137] Semûd halkı, yukarıda zikredildiği gibi tepe yamaçlarında büyük evler oyarlardı. Onların bir kısmı hâlâ olduğu gibi Medain-i Sâlih'de bulunmakta olup, o İnsanların mühendislikte ulaştıkları üstün dereceleri göstermektedir.

“…Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.”[138] Yani "Siz Âd kavminin âkıbetinden bir ibret almalısınız. O sapıtmış kavmi yok edip sizi onlara halef kılan aynı Allah, Âd kavmi gibi sapkınlığa düşerseniz aynı şekilde sizi de yok edip yerinize başkalarını geçirecek güce sahiptir."

“Böylelikle dişi deveyi öldürdüler…”[139] Hz. Sâlih'in (a.s.) dişi devesini yalnızca bir kişi öldürdüğü halde[140] bütün kabile bu suçun ortağı sayılmıştır. Çünkü bütün kabile o kişiye arka çıkmış, desteklemişti. Bir birey tarafından işlenmiş olsa bile, bir toplum tarafından tasvip görülen veya bir toplumun irâdesini yansıtan her suç, toplumun suçudur. Onu yapan kişi ise burada sadece bir maşadır. Kur'an'a göre, bir birey tarafından işlenen ve ilgili toplum tarafından da kabul gören bu suç bir millî suç sayılmaktadır.

Bunun üzerine onları dayanılmaz bir sarsıntı…”[141] Semûd kavminin başına gelen musîbete "recfe" (şiddetli sarsıntı) ismi verilmiş, fakat başka yerlerde “sayha” (korkunç ses), “sâika” (yıldırım) ve  (kulakları patlatan ses) diye de geçmektedir. [142]

 

Seyyid Kutub der ki:

Bu, tarih boyunca süren, İnsanlık kitabının bir başka sayfası. İşte, câhiliyyeye tekrar dönülüyor, hak ile bâtılın ayrılış sahnesi sergileniyor, yalanlayanların sonu, yeniden gerçekleşiyor.

"Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i peygamber olarak gönderdik. Sâlih onlara dedi ki, ‘Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhınız yoktur."[143] Bunlar, mahlûkatın yola kendisiyle başladıkları ve onunla bitirecekleri sözlerdir. İnanç, yöneliş, tavır alış ve tebliğ noktasında tek bir yöntem vardır. Burada ek olarak bir de, Sâlih'in kavminden doğrulamasını istediği bir mûcize yer almaktadır.

“Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir.”[144] Burada âyetlerin amacı, ortak çağrıyı ortaya koymak ve O'na inananlar ile O'nu yalanlayanların âkıbeti gerçeğini belirlemek olduğu için, mûcize istekleri ayrıntıyla incelenmemiş, sadece bu mûcizenin varlığını ilân etmiştir. Yanı sıra, deve hakkında da onun Rablerinden gelen bir kanıt olduğu, Allah'ın devesi ve mûcizesi olduğundan başka bir ayrıntıdan söz edilmemiştir. Allah'ın devesi olduğunun belirtilmesinden, Rablerinin kanıtı olmasından, bizzat Allah'a nisbet edilmesinden ve peygamberliğini doğrulayan bir delil olmasından, onun sıradan bir deve olmadığını ve sıradan yollarla meydana çıkmadığını anlıyoruz... Devenin durumu hakkında, bu güvenilir kaynakta söz edilenlere başka hiçbir şey eklemiyoruz. -Kur'an'da ona dair bu işaret, başka bütün ayrıntılardan daha yeterlidir- Biz âyetleri izlemeyi ve gölgelerinde yaşamayı sürdürüyoruz:

“Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azâba çarptırılırsınız.”[145] Çünkü o Allah'ın devesidir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, yoksa o kötü sonuç ile uyarıcıdır.

Âyet, kötü son ile uyardıktan sonra Sâlih kavmini, düşünmeye, ders almaya, azgınların sonlarına bakmaya, bu azgınların ardından onlara verilen nimetlere şükre çağırmaya başlıyor: “Allah'ın sizi Âd kavminin yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayınız. Allah'ın nimetlerini hatırlayınız da yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesinlikle kaçınınız.” [146]

Burada âyetler, Semûd yurdunun nerede olduğundan söz etmiyor. Fakat başka sûrede onların -Hicaz ile Şam arasında yer alan- Hicr'de yaşadıkları belirtilmiştir. Sâlih'in onlara yaptığı hatırlatmalardan, Semûdluların yaşadıkları yerin doğası hakkında kimi bilgiler edindiğimiz gibi, yerleşim şekilleri, onlara verilen nimetlerin etkileri hakkında da bilgi ediniyoruz. Burası hem ovalık, hem de dağlık bir arazidir. Ovalık arazide köşkler (villalar, yalılar) yapmışlar, dağda evler oymuşlardı. Bu kısa âyetlerdeki işaretlerden açıkça anlaşıldığına göre, bu bir uygarlık idi... Sâlih Allah'ın onları Âd kavmine halef kıldığını hatırlatıyor. Yerleşim yerleri onların yerleşim yerleri ile aynı olmasa bile, tarihî süreç içerisinde, Âd medeniyetini izleyen medeniyetin sahibi idiler. Otoriteleri Hicr dışına da taşmıştı. Bu nedenle, yeryüzünde yerleşenlerin halifeleri ve hâkimleri oldular. Sâlih onları, önlerindeki Âd kavminin azgınlarının durumunu ibret alarak, güç ve medeniyetlerinden gurura kapılıp yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kesin olarak sakındırdı.

Yine buradaki veciz ve özet ifadeli âyetlerden, şunları da anlıyoruz: Sâlih’in (selâm üzerine olsun) kavminden bir grup İnsan iman etmiş, bir grup ise büyüklenmiştir. İnanmayanların ileri gelenleri, yeryüzündeki otoritelerinden soyutlanmaları ve âlemlerin Rabbi olan tek İlâha dönmeleri çağrısına iman edenleri, tek Allah'a kulluk ederek bu sâyede kullara kulluktan kurtulan ve boyunlarından tâğutun boyunduruğunu söküp atan mü’minlere işkence etmeye kalkışmaları gerekmektedir!

İşte tam böyle, Sâlih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşlarının güçsüz, ezilen mü’minlere işkenceye ve tehditler savurmaya koyulduklarını görmekteyiz: "Sâlih'in kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere ‘Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?’ derler.” [147]

Açıktır ki bu soru, Sâlih'in Rabbinden getirdiğini iddia ettiği mesajı doğrulamalarından kaçınmaları ve imanlarından hoşlanmamaları nedeniyle tehdit ve küçümseme yüklüdür. Fakat ezilenler artık bir daha ezilmeyeceklerdi. Allah'a iman, gönüllerine kuvvet, ruhlarına güven ve huzur doldurmuştu... Onlar, dinlerinden kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdit ve korkutmalarının ne yararı var? Alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası olur?

“Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz’ dediler.”[148] Bundan dolayı ileri gelenler, tehdide yorulacak şekilde açıkça konumlarını ilân ettiler: “Biz sizin inandığınızı inkâr ediyor, reddediyoruz’ dediler.” [149]

Sâlih'in getirdiği hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekildeki delile rağmen... İleri gelenlerin Sâlih'i doğrulamaktan alıkoyan delil yetersizliği değildir... Çünkü, tek İlâha kulluk, onların otoritelerini yıkmakla tehdit ediyordu... Çünkü İnsanda, hükümdar olma arzusu ve hâkimiyet ve otorite kompleksi vardır. Şeytan sapkınları bu yulardan tutup güdüyordu.

Sözlerini pratiğe geçirdiler. Kendilerine Allah katından, peygamberini çağrısında doğrulayan bir delil olarak gönderilen ve peygamberlerinin onları, saldırıdan sakındırdığı Allah'ın devesine saldırdılar ve acı bir azâba çarptırıldılar.

“Ardından Rablerinin emrine başkaldırarak dişi deveyi boğazladılar ve ‘Ey Sâlih, eğer gerçekten peygambersen, ileride çarpılacağımızı söylediğin azâbı şimdi başımıza getir bakalım!' dediler.”[150] Bu, isyanın yanı sıra bulunan bir küstahlıktır. Allah onların isyanlarını, bundaki küstahlıklarını ortaya koymak ve buna eşlik eden kişisel duygularını tasvir etmek, yanı sıra azâbı çabuk isteme ve uyarı ile alay ettiklerini de ifade etmek amacıyla, “başkaldırı” olarak isimlendiriyor.

Gelen âyetler, sonucu ilânda gecikmediği gibi, ayrıntıya da girmiyor: "Bu arada ânî bir yer sarsıntısına tutuldular da oldukları yerde yığılıp kalıverdiler."[151] Ânî sarsıntı ve yığılıp kalma, isyan ve arsızlığın cezâsıdır. Ânî sarsıntıya bir dehşet de eşlik ediyor. Yere yığılıp kalma, hareket etmekten âcizliği sahnelemektedir. İsyankâra ânî sarsıntı ne de uygun! Saldırgana âcizlik ne yakışır! Kötü sona uygun bir ceza. Ve bu kötü sonu uygun bir tasvir ile ifade.

Âyetler onları ‘yığılıp kaldıkları’ şekilde bırakıyor ve yalanlayıp karşı çıktıkları Sâlih'in durumunu sahneliyor: “Bunun üzerine Sâlih onlara sırt çevirdi ve ‘Ey soydaşlarım, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt verdim, fakat siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz' dedi.” [152]

O, tebliğ ve öğüt verme emânetini yerine getirdiğine dair şâhidlik ediyor ve isyan ve yalanlama ile kendi başlarına getirdikleri kötü sondan uzak olduğunu belirtiyor... Böylece, yalanlayanların kitabından başka bir sayfa daha kapanıyor. Alay edenler, hatırlatmadan sonra, kendilerine yapılan tehdide çarpılıyorlar. [153]

 

Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  • Sâlih’in (a.s.) İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.
  • Semûd Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 26 Yerde): 9/Tevbe, 70; 11/Hûd, 61, 68, 68, 95; 14/İbrâhim, 9; 17/İsrâ, 59; 22/Hacc, 42; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 141; 27/Neaml, 45; 29/Ankebût, 38; 38/Sâd, 13; 40/Mü’min, 31; 41/Fussılet, 13, 17; 50/Kaf, 12; 51/Zâriyât, 43; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23; 69/Hakka, 4, 5; 85/Burûc, 18; 89/Fecr 9; 91/Şems, 11.
  • Semûd Kavmi veya Onların Evleri Anlamındaki “Hıcr” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerime (1 Yerde): 15/Hıcr, 80.
  • Sâlih (a.s.) ve Kavmi Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
  • Sâlih (a.s.)’ın Kavmiyle Tevhid Mücâdelesini Anlatan Âyetler: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-68; 15/Hıcr, 80-84; 26/Şuarâ, 141-159; 27/Neml, 45-53; 54/Kamer, 23-31.
  • Sâlih (a.s.), Semûd Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 61; 26/Şuarâ, 143; 27/Neml, 45.
  • Semûd Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 74; 15/Hıcr, 82; 26/Şuarâ, 146-149; 41/Fussılet, 17; 69/Haaka, 4, 9; 89/Fecr, 9; 91/Şems, 11-12.
  • Sâlih (a.s.)’in Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 73-79; 11/Hûd, 61-65; 15/Hıcr, 80-81; 26/Şuarâ, 141-157; 27/Neml, 45-53.
  • Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi: 7/A’râf, 73; 11/Hûd, 64.
  • Semûd Kavmi, Sâlih (a.s.)’in Mûcizesi Deveyi Öldürdü: 7/A’râf, 77; 11/Hûd, 64-65; 26/Şuarâ, 154-157; 54/Kamer, 27-29; 91/Şems, 13-14.
  • Semûd Kavminin Helâk Edilip Yok Oluşu: 7/A’râf, 73-78; 11/Hûd, 66-68; 15/Hıcr, 80-84; 25/Furkan, 38; 26/Şuarâ, 155-159; 27/Neml, 49-53; 29/Ankebût, 38, 40; 41/Fussılet, 17-18; 50/Kaf, 12, 14; 51/Zâriyât, 43-45; 53/Necm, 51; 54/Kamer, 23-31; 69/Hakka, 5; 89/Fecr, 9, 11-13; 91/Şems, 14-15.

 

[1] 7/A’râf, 73-79

[2] 26/Şuarâ, 143-145

[3] 11/Hûd, 62

[4] 54/Kamer, 24

[5] 54/Kamer, 25

[6] 54/Kamer, 26

[7] 7/A’râf, 75

[8]

[9] 7/A’râf, 77

[10] 7/A’râf, 79

[11] 27/Neml, 46

[12] 27/Neml, 48

[13] 27/Neml, 49

[14] 27/Neml, 50

[15] 7/A’râf, 78

[16] Ahmet Özgen, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5,  s. 332-334

[17] 15/Hıcr, 80

[18] bk. H. H. Brau, Semûd, İslâm Ansiklopedisi, 10/474-475

[19] 89/Fecr, 9

[20] Taberî, Tarih, Beyrut -t.y-, I, 226

[21] H. N. Brau, İ. A., Semûd maddesi

[22] Buhârî, Enbiyâ 17; Ahmed bin Hanbel, I/66, 73

[23] 7/A'râf, 75-76

[24] İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 89-90). (Çok azı müstesnâ, hemen hemen tüm meal ve tefsirlerde geçen -meselâ bk. Taberî, 8/224-225; F. Râzî, 14/162- bu rivâyetin, Kur’ân-ı Kerim’e, sahih hadislere ve güvenilir vesikalara dayanmadığı için doğruluğu şüphelidir.)

[25] 7/A'râf, 73-74

[26] 54/Kamer, 28

[27] 26/Şuarâ, 155

[28] İbn Kesîr, Tefsîrul-Kur'ânil-Azîm, İstanbul 1984, III, 437

[29] 91/Şems, 14

[30] 11/Hûd, 65

[31] 27/Neml, 48

[32] 27/Neml, 49-53

[33] Bu rivâyetler için bk. Taberî, Câmiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., I, 89 vd.; Ömer Tellioğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 5,  s. 387-3388.

[34] Buhârî, Salât 53, Enbiyâ 17, Tefsîru Sûreti’l-Hıcr 2; Müslim, Zühd 38, 39; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/9, 58

[35] Meselâ bk. 6/En'âm, 138; 25/Furkan, 22, 53; 89/Fecr, 5

[36] 15/Hicr, 80

[37] Mustafavî, et-Tahkîk, II/184

[38] J. Healey, The Nabataeans an Madâin Sâlih, Atlal, Riyad, 1986, X/3, s. 108

[39] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377

[40] Yâkûtî, II/320-221

[41] M. Beyyûmî  Mihrân, Dirâsât fî Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm, İskenderiye, 1480/1980, s. 490

[42] 15/Hicr, 80-84

[43] 15/Hicr, 73; 38/Sâd, 13-14

[44] 11/Hûd, 94; 38/Sâd, 13-14

[45] 11/Hûd, 67; ve 54/Kamer, 31

[46] 7/A'râf, 74; 26/Şuarâ, 141-159

[47] F. S. Vidal, Al-Hidr, El 2, -Fr.-, III/377; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 454-455

[48] 54/Kamer, 23-26

[49] 11/Hûd, 61-62

[50] 14/İbrâhim, 9

[51] 7/A’râf, 75-76

[52] 27/Neml, 47-50

[53] 26/Şuarâ, 141-157

[54] 54/Kamer, 23-29

[55] 7/A’râf, 77

[56] 11/Hûd, 65

[57] 11/Hûd, 67-68

[58] “Hicr” maddesi, İslâm Ansiklopedisi: İslâm Âlemi, Tarihi, Coğrafya, Etnoğrafya ve Bibliyografya Lugati, Cilt 5/1, s. 475

[59] Phillip Hitti, A History of the Arabs, London: Macmillan, I970, s. 37

[60] 7/A’râf, 73-74

[61] “Semûdlar” maddesi, Ana Britannica, Cilt 19, s. 232

[62] 7/A’râf, 73-74

[63] 7/A’râf, 72, 75, 77; 11/Hûd, 61, 62, 66, 89; 26/Şuarâ, 142; 27/Neml, 45.

[64] 15/Hıcr, 80

[65] 7/A’râf, 73-79

[66] 9/Tevbe, 70

[67] 11/Hûd, 61-68

[68] 11/Hûd, 89

[69] 11/Hûd, 95

[70] 14/İbrâhim, 9

[71] 15/Hıcr, 80-84

[72] 17/İsrâ, 59

[73] 22/Hacc, 42

[74] 25/Furkan, 38

[75] 26/Şuarâ, 141-159

[76] 27/Neml, 45-53

[77] 29/Ankebût, 38

[78] 38/Sâd, 12-14

[79] 54/Kamer, 23-32

[80] 69/Haakka, 4-5

[81] 85/Bürûc, 17-18

[82] 89/Fecr, 6-14

[83] 91-Şems, 11-15

[84] 37/Sâffât, 137-138

[85] 29/Ankebût, 38

[86] 51/Zâriyât, 43

[87] 26/Şuarâ, 146-148

[88] 15/Hıcr, 82

[89] 11/Hûd, 61

[90] 27/Neml, 45

[91] 26/Şuarâ, 144

[92] 27/Neml, 48

[93] 26/Şuarâ, 153-154

[94] 54/Kamer, 24

[95] 54/Kamer, 25

[96] 11/Hûd, 62

[97] 27/Neml, 47

[98] 26/Şuarâ, 154

[99] 26/Şuarâ, 155-156

[100] 11/Hûd, 65

[101] 26/Şuarâ, 157

[102] 27/Neml, 48-50

[103] 11/Hûd, 66

[104] 27/Neml, 52; Cengiz Duman, Sâlih (a.s.) ve Semûd Kavmi, Haksöz, sayı 3, Haziran 94

[105] 7/A’râf, 73

[106] 20/Tâhâ, 125

[107] Bk. 20/Tâhâ, 126

[108] 11/Hûd, 62

[109] 11/Hûd,  65

[110] 27/Neml, 48

[111] 54/Kamer, 29

[112] 27/Neml, 45

[113] 27/Neml, 47

[114] 2/Bakara, 214

[115] 27/Neml, 49

[116] 27/Neml, 50

[117] 54/Kamer, 25

[118] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, Basılmamış Çalışma, s. 20-24; karşılaştırın: Muhammed Hüseyin Fadlullah, Min  Vahyi’l Kur’an, Akademi Y. (İlgili Âyetlerin Tefsiri)

[119] 11/Hûd, 64

[120] 8/Enfâl, 27

[121] 23/Mü’minûn, 8; 70/Meâric, 32

[122] 7/A’râf, 75

[123] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 287-288

[124] C. Duman, a.g.m.

[125] 7/A’râf, 73-74

[126] 7/A’râf, 75-76

[127] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 420-421

[128] 11/Hûd, 65

[129] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 38-41

[130] Menâr, VIII, 502

[131] 54/Kamer, 27'de açıklandığı gibi

[132] Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, c. 1, s. 286

[133] 7/A'râf, 4

[134] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili

[135] 7/A’râf, 73

[136] 7/A’râf, 73

[137] 7/A’râf, 74

[138] 7/A’râf, 74

[139] 7/A’râf, 77

[140] Bk. 4/Nisâ, 27-29, 91/Şems: 12-14

[141] 7/A’râf, 78

[142] Tefhîmu’l Kur’an

[143] 7/A’râf, 73

[144] 7/A’râf, 73

[145] 7/A’râf, 73

[146] 7/A’râf, 74

[147] 7/A’râf, 75

[148] 7/A’râf, 75

[149] 7/A’râf, 76

[150] 7/A’râf, 77

[151] 7/A’râf, 78

[152] 7/A’râf, 79

[153] Fî Zılâli’l Kur’an