Ahmed Kalkan
Afganistan’da Yaşananlar ve Taliban Hakkında Bazı Müslümanlardan Ortak Açıklama
Bismillâhirrahmânrrahîm
Afganistan ve mazlum halkı, modern Batı seküler paradigmasının ürettiği insanî ve İslamî olanın düşmanı iki katil ideolojiden, önce 1979 yılında komünizmin temsilcisi Sovyetler Birliği’nin (Rusya’nın) saldırı, işgal ve katliamına muhatap oldu. Onun zelil bir biçimde mağlup edilerek kovulmasından sonra Afganistan’ın onurlu mücâhid evlatları 1996’da oranın şartlarında olabilecek en âdil yönetimi kurdular. Daha yeni sistemi tam oturtamadan bu sefer de seküler Batının ikinci sapkın ideolojisi olan kapitalizmin temsilcisi ABD ve AB ülkeleri öncülüğünde katil demokrasilerin ve onların oluşturduğu kanlı vahşi silahlı güç olan NATO’nun saldırı, işgal ve katliamına muhatap oldular.
İşgalcilerden birincisi komünist Rusya, bu işgal sürecinde ağır bir darbe yiyerek çöktü ve Sovyetler dağıldı. Afganistan İslamî direnişinin yaşattığı bu yenilgi, aynı zamanda komünizmin de sonunu getirdi ve komünist sistem yıkıldı. İnşaAllah Taliban İslamî direnişinin ABD ve NATO’ya yaşattığı bu ağır yenilgi de aynı zamanda kapitalizmin tükenişinin ve yıkılışının ilanı olur.
Gerek mazlum Afgan halkı gerekse onun onurlu mücahid evlatları, Batının sapkın iki ideolojisini temsil eden alçak sadırı ve işgal süreçlerinde, çok acılar çektiler, büyük bedeller ödediler. Ülkeleri yakıldı, yıkıldı ve kaynakları talan edildi. Bu halkın evlatları devşirilmeye, kişiliksizleştirilip emperyalizmin köleleri kılınmaya, ahlakları bozulup yozlaştırılmaya, özetle emperyalistlerin kendilerine benzetilmeye çalışıldı. İşte böyle zor şartlar içindeki bir toplumda yeniden bağımsız özgün bir İslamî düzeni oturtmanın ne kadar zor olduğunu, öncelikle Taliban öncüleri bilmeli, bu yüzden çok mutedil ve sabırlı olmalı, toplumu ve sistemi İslamîleştirme sürecini ilmek ilmek dokuyarak ilerlemeliler. Aynı zamanda oralara dışarıdan bakıp değerlendirme yapanlar bu zor şartları bilmeli ve bu yüzden daha insaflı ve daha anlayışlı olarak mahkûm eden ağır eleştirilerden kaçınıp merhametli nasihatlerle yetinmelidirler.
Şimdi bir de Çin ve Rusya ile yeni ilişki ve imtihanlar bu kardeşlerimizi zorlayacak, bu zor şartlarda birçok imkâna ve politik desteğe muhtaç olan Taliban yönetiminden, verilecek destekler karşılığında yeni tavizler istenecektir. Bu tür küresel silahlı zalim güçlerle ilişkide kaçınılmaz olan hep zayıf olanların kullanılmasıdır. İnşaAllah böyle bir sonuç Taliban yönetimi için tecelli etmez de zaafa ve başkalarının politikalarına alet olacak konumlara sürüklenmelerine yol açmaz.
Biz Türkiyeli Müslümanlar, böyle zor şartlarda Amerika’ya ve onun yardakçılarına, kapitalist emperyalizmin kanlı katil silahlı gücü NATO’ya karşı büyük bir zafer kazanan ve İslamî bir devlet kuracaklarını açıklayan Taliban’ın önlerindeki büyük imtihanı kazanması için dualar ediyoruz. Kur’an’ın ana esaslarını çizdiği ve Rasulullah’ın Medine’de oluşturduğu o güzel örnek devleti kendilerine ölçü almalarını, ırkçı ve mezhepçi savrulmalara fırsat vermeden, aşırılıklardan uzak vasat bir çizgide durmalarını ve bu çağda küresel katil demokrasilerin sömürü ve zulümleri altında bunalmış olan tüm insanlığın acil ihtiyacı olan İslamî adalet devleti modelini ortaya koyarak örneklik teşkil etmelerini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Şu anda, dünyada örnek alınacak tek bir İslam devletinin bile olmadığı acı gerçeği karşısında inşaAllah bu boşluğu dolduracak bir âdil şahidlik yapmaları için dua ediyoruz.
Ne kadar başarılı olacakları meselesi ise, hem yönetenlerin nitelik ve becerisine hem de toplumun nitelik ve uyumuna bağlıdır. Bunlar bile yetmemektedir. Çünkü çok zor şartlarda yaşamak zorunda bırakılan ve kaynakları çalınıp fakirliğin dibine vurmuş bir toplumdan bahsediyoruz. Üstelik emperyalist güçler tarafından kuşatılmaya ve bazı imkânlar karşısında sürekli yönlendirilmeye, sıkıştırılmaya çalışılacak bir toplumun geleceğini konu ediniyoruz. Allah (c), bu zor şartlarda, böyle bir toplumu yönetmek üzere göreve başlayan Müslümanların yar ve yardımcıları olsun ve her türlü oyun ve tuzaklara karşı onları korusun inşaAllah.
Bir devir sona eriyor. İnşaAllah yüzyıllar sonra bir İslâmî adalet devleti kurulur. Bu konuda neden bir umudun sevinci yaşanmıyor ve neden Müslümanlar arasında ciddi bir heyecanla karşılaşılmıyor? Neden bir bayram havası esmiyor? Aynı katil emperyalist güç Vietnam’dan zelil bir biçimde kaçtığında, Müslüman olmayan o mazlum halkın zaferine nasıl sevindiysek, bugün aynı emperyalist güce aynı zilleti yaşatarak kaçmak zorunda bırakan Müslümanların cihadı olunca, iki kat sevinmemiz gerekmez mi?
Buna rağmen yaşanan tereddütlerin sebeplerini irdeleyelim:
- Toplumda İslâm devleti isteyenlerin sayısı gittikçe azaldı. Toplum, eskiye göre daha demokratikleşti, sağcılaştı, muhafazakârlaştı. Artık başlarında halife ya da İslam emiri değil, seküler cumhurbaşkanı görmek isteyenler çoğaldı. Müslümanım diyenlerin bile çoğunluğu Allah’ın şeriatı ile hükmedilmeye bilerek veya bilmeyerek düşman oldu. Üstelik aynı çoğunluk, cihad eden Müslümanları terörist kabul etmeye de başladı.
- Müslümanlar ümmet planında birbirlerini yeterince tanımıyor. Tanımamaktan daha kötüsü, kâfirlerin verdiği bilgilerle tanıyor. O yüzden kâfirler, mü’minleri birbirlerine kötü tanıtarak aralarında sevgi ve güven bağını bile yok ediyor.
- Hemen hepsi Yahudi lobilerinin ve küresel fesad odaklarının kontrolünde olan dünya çapındaki ajansların, haber kaynaklarının kirli bilgi üretmeleri, komplo teorileri yaymaları bir vâkıa olduğu halde, Müslümanların bunlardan ciddi anlamda etkilendikleri esefle kaydedilecek büyük bir zaaf olarak sırıtıyor.
- Bazı ülkelerin gayr-i insanî ve gayr-i İslâmî devletlerinin adına İslâm devleti gibi ünvanlar yükledikleri halde; zulmün, güvensizliğin, kandırmaların, rüşvetin ve her türlü insanlık dışı uygulamaların görüldüğü ülkeler olduğuna bakarak; Afganistan’da kurulacak devletin Suud tipi, Mısır benzeri, İranvârî bir devlet olabilir endişesi, mü’minlerin sevinmelerine engel oluyor. Bu sahte İslam devletleri, İslâm’ın gerçek anlamda uygulanma ihtimali büyük olan yeni devlete de soğuk bakmaya sebep oluyor.
- Unutulmamalıdır ki, Taliban, Afganistan’ın insanî ve İslamî bakımdan en sağlıklı gerçeği olup, en kötü Taliban yönetimi bile Afganistan şartlarında, alternatifleriyle mukayese bile edilemeyecek bir olumluluğu temsil eder. Taliban’a 20 yıl önce hükümet oldukları süreçte ABD tarafından, Orta Asya’dan okyanusa inecek petrol ve doğal gaz boru hatlarının geçişi projelerine onay vermeleri için, daha sonra da Usame bin Ladin’i teslim etmeleri karşılığında çok büyük maddi menfaatler ve sürekli iktidar vadedildiği halde kabul etmediler. İşbirlikçi Afgan yöneticilerinin çok daha düşük menfaatlere satılmalarına rağmen, onlar Afgan halkının haklarını korumak için ve ilkeleri uğruna reddedip asla taviz vermediler. İşte böyle ahlaklı duruşlarıyla Taliban liderleri, adil, emin ve dürüst bir örneklik sergileyip o süreçte hükümetlerinin yıkılmasını ve ölümü bile göze almışlardı. İşte bugün bu dürüst ve adil kadro 20 yıl aradan sonra tekrar iş başına geliyor. Afgan halkı ve insanlık adına da olsa buna sevinmek gerekmez mi?
- Bu gelişe sevinemeyip bir sürü zanna dayalı tereddütler üretenler, mevcut ABD ve NATO işgalinin ve işbirlikçi yönetimin sürmesini mi istemektedirler? Çünkü Taliban’ın zaferine sevinemeyenler, görevdeyken çaldıkları yetmezmiş gibi, biraz tehlike oluştuğunda halkını yüzüstü bırakıp kaçarken dahi fakir halkının on milyonlarca dolar parasını çalıp uçağına doldurarak götürmeyi ihmal etmeyen Amerikan işbirlikçisi Cumhurbaşkanı Eşref Gani ve Amerika yönetimde kalsaydı, Afganistan’daki işgal devam etseydi bunlardan daha iyiydi demiş olurlar.
Peki, nasıl değerlendirmeli ve neler yapmalıyız?
- Müslümanların bu konuda biraz ihtiyatlı davranmaları, sütten ağızlarının yandığı ile de ilgili olmalıdır. 1979’da Amerika’ya karşı halk ayaklanması yaparak “İslam İnkılabı”nı gerçekleştirdiklerini söyleyen İran’ın, hem içeride Fars ulusçusu ve mezhepçi uygulamalarını hem imamın etrafında oluşan devrim muhafızları sınıfının halkı sömüren adaletsizliklerini ve baskıcı düzenini hem de özellikle Suriye’de ve daha nice olaylarda hiç de İslam devleti gibi davranmadığını gören Müslümanlar olarak yine benzer durumlar olabilir diye endişe duyulması anlaşılabilir. Ancak yapılacak şey; Amerika ve NATO’ya zilleti yaşatmış Müslümanların zaferi hakkında şüphe ve tereddütler üretmek değil, bu gelişmeyi her hâlükârda olumlayarak umutlu ve hayra teşvik edici açıklamalar yapmaktır. Taliban’ın taassuptan uzak, grupçuluğa prim vermeden, ihtilaflı konularda daha temkinli, ümmeti kuşatan, cihad ruhunu terk etmeden İslam’ın güler yüzünü gösteren, Kur’an ve Sünnet çizgisini bu çağa en güzel şekilde taşıyarak hepimizin “işte İslâm devleti böyle olur” diyeceği uygulamalar içinde olmasını diliyor ve bekliyoruz.
- Hepimizin Tâliban ile ilgili olarak, ilk hükümetleri döneminden zihnimizde kalan izler sebebiyle, onun kimi aşırı yorumlara dayalı din anlayışı ve uygulamaları ile ilgili bazı çekindiğimiz, ihtiyatla yaklaştığımız hususlar olabilir. İlk hükümet dönemi dâhil yaklaşık 25 yıllık mücadele sürecinde edindikleri tecrübe ve olgunlaşma sonucunda bu yanlışları da en aza indirecekleri umudu ve duasıyla yeniden değerlendirelim. Bilinmelidir ki, bütün yanlışlarına ve kimi aşırı uygulamalarına rağmen ilk Taliban hükümeti de, dünyanın değişik yerlerinde yönetime geçen önceki ve sonraki hükümetler içinde en dürüst, en ahlâklı ve halkının çıkarlarını en fazla koruyan hükümetti. İnşaAllah bu sefer, eski yanlışları da tekrar etmeden ana hattıyla Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmeden bir devlet kursunlar da, ayrıntılarda farklı beklentiler ve zamanla tekâmül ederek daha da oturacak kimi detay konular, onlara bakışımızı değiştirmez, değiştirmemelidir.
- Öncelikle empati yaparak, bu mücahid kardeşlerimizin yaşadıkları çok zor şartları idrak etmeli, işlerinin ne kadar zor olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Sonuçta böyle şartlarda doğal karşılanması gereken muhtemel kimi hatalı uygulama ve politikalarını, o ülkenin şartları, toplumun niteliği ve zaruretleri içinde âdil biçimde değerlendirip merhametle nasihatler yapmalı ve hikmetli biçimde “emr-i bi’l ma’ruf” görevimizi ifa etmeliyiz.
- Dünyanın çeşitli yerlerindeki ulemâ Afganistan ile daha baştan ilişkilerin yolunu bulmalı, onlarla şimdiden dostluk ve diyaloglar geliştirmeli, onları şimdiden uyarmalı, nasihatler etmelidirler. İmkân bulan âlimler ziyaretler gerçekleştirip hem tebrik etmeli, hem de daha iyiye teşvik edici roller oynamalıdırlar.
- İslâmî kuralları uygulamada bir geçiş döneminin gerekliliği unutulmamalı, önce İslam hukuku mutedil bir içerikle hazırlanmalı ve bu süreçte toplumun İslam hukukuna hazırlanması sağlanmalıdır. Bu konularda hem onlar Müslüman âlimlerden görüş istemeli, hem de bu konuda katkıda bulunabilecek olan âlimler onlarla temasa geçip katkılarda bulunmalıdırlar. Taliban kadrolarına, İslamî bir yönetimin temel esasları olan Hakikat, adalet ve merhamet, emanet, liyakat ve ehliyet, meşveret ve şura ölçülerini hiçbir sebeple ihmal etmeyen bir ciddiyet ve tutarlılık sürekli yol gösterici olmalıdır.
- Dünya Müslümanları, mağlûbiyet psikolojisinden kurtulmalı, Allah’ın izni ve yardımıyla tevhid ehli mü’minler olarak kendimize güvenimizi yeniden kuşanmalıyız. Evet, bu devirde kâfirlere ve hatta daha önemlisi müslüman geçinenlere rağmen İslam devleti kurulabileceğini, kurulan devletin Müslümanca sürdürülebileceğini önce kendimize kabul ettirebilmeliyiz.
- Ayrıca karşı cephe için de ders alınacak bir gerçek, kaçıncı defa tekrar etti. Amerika, dostlarını yine yüzüstü bıraktı. Dinlerini dünya karşılığında satanlar, âhirette ne büyük değerleri kaybettiklerini görecekleri gibi, dünyada da rezil ve rüsvay oluyorlar. Amerika da onları belli bir süre kullandıktan sonra, düştükleri zilletin bataklığında utançlarıyla baş başa bırakıveriyor.
Rabbimiz, küresel emperyalist katil demokrasileri yenilgiye uğratıp Afganistan’dan zillet içinde kaçmalarını sağlayan Müslümanların yar ve yardımcısı olsun, Kur’an’a ve sünnete uyumlu bir İslamî adalet sistemi kurarak rızasını kazanmayı nasip etsin inşaAllah.
20.08.2021 Cuma
Kur’an’a Nebevî Dâvet – İlmi ve kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV)
Mehmet Pamak – Ahmet Turgut Ulucak – Emrullah Ayan – Ahmed Kalkan
BU DA BİZİM “FETİH MARŞI”MIZ
TEKFİRCİLİK, TEDAVİSİ ÇOK ZOR BULAŞICI BİR HASTALIKTIR
Tekfir: Kendini Müslüman kabul eden birinin, söylediği bir söz ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, İslâm Dini’nden çıktığını söylemeye ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeye “tekfîr”denir. Her mü’min, hak edeni teslim etmek (Müslüman olduğunu kabul etmek) ve yine Allah’ın kâfir olduğuna hükmettiklerine kâfir deyip tekfir etmek mecburiyetindedir. Buna tekfircilik denilmez. Tekfircilik derken, bazı mü’minleri haksız yere küfre nispet etmeyi kast ediyoruz. Tekfircilik, nassları farklı yorumlayarak, “Müslümanım” diyen ve dinî hassâsiyetleri olan kimselerden bazılarını, hak etmedikleri halde küfre nispet etmek, mü’min olduğunu belirten nice insanın tartışılabilecek zannî delillerle kâfir olduğuna hükmedip bunu açıkça dillendirmektir. Tekfircilik, tepkisel bir tavırdır. Özellikle, düzenin resmî din kurumu Diyanet’in, sapık tarikatçıların ve kime, neye hizmet ettikleri tartışılabilecek hizmet cemaati ve benzerlerinin temsil ettiği ılımlı İslâm anlayışına ve televizyon müftülerine haklı olarak tepki gösteren bazı gençler, dini kendileri gibi algılamayanlara kâfir veya akaidi bozuk diyerek tekfirciliğe meyletmekteler. Dinlerinde samimi olduklarını, dini esnetip gevşetenlere karşı tavır almalarında haklılıklarını söyleyebileceğimiz tekfirciler, tâviz vermemekle dinde aşırılığı karıştırıp kurunun yanında yaşı da yakmaktadırlar.
Tekfirciliğin birçok sebebi vardır. Bunlar içinde grup taassubu ve üstü örtülü olsa da kibir ön sırada yer alır. Sadece kendisinin ve içinde bulunduğu grubun cenneti hak ettiği, diğer fertlerin ve cemaatlerin tümüyle bâtıl yolda olduğunu ve cehennemi hak ettiği inancı yatmaktadır haksız tekfirciliğin kökeninde. Sanki cennet çok küçüktür, başkaları da cennete gitse kendisine yer kalmayacaktır ve Allah’ın rahmetini sanki o dağıtmaktadır. Yeterli ve derinlikli Kitap-Sünnet bilgisine sahip olmadıkları halde, hayatlarını ilme adamış âlimlerin zorlandığı ictihadî konularda çok rahat ve kesin bir dille ahkâm kestiklerine, hak edenlerin yanında, hak etmeyen nice insana da “kâfir” damgası vurduklarına veya kâfir muâmelesi yaptıklarına şahit olmaktayız. Günümüz câhiliyyesinde yaygın, çoğunlukla içinde yaşadığımız İslâm dışı düzenin zorlaması veya yönlendirmesiyle ilgili 4-5 konuyu en temel iman-küfür ayrımı olarak ele alıp istisnâ, zaruret, ikrâh, cehâlet, te’vil gibi hususları yok sayar ve inkârın olmamasını görmezlikten gelirler. Kişiyi veya toplumu küfre nispet etme yönüyle çok katı ve acımasız bir tavır sergileyerek dinde aşırılığa giderler.
Haksız tekfir, yani tekfircilik bir hastalıktır. Tekfir hastalığı muvahhid mü’minlerin birleşmelerinin önünde en büyük engeldir. Tekfircilik anlayışı, Müslüman cemaatleri içten içe kemiren bir virüs olmuştur. İslâmî yorum farklılıkları bizlerin aynı safta olmasını engellememelidir. Tekfir hastalığına yakalanan bir Müslüman için öncelik, Müslümanların ümmet şeklinde birliği ve güçlenmesi değil; kendisinin veya cemaatinin düşüncesi ve diğer Müslümanlarla yaptığı münazaralarda haklı çıkma gayreti olmaktadır.
İslamî hükümler, insanların huzuru için vaz' olunmuş kanunlardır. İnsanlar bu hükümlere sımsıkı sarıldıkları zaman, düşmanlık ortadan kalkar ve herkes kendi ameliyle meşgul olur. Tekfircilik, karşısındakileri (istisnâlar hâriç) affedilmeyecek suçlarından ötürü cehennemlik görürken; onlarla mukayese ederek kendini ve arkadaşlarını yegâne cennetlik insanlar olarak görme yönüyle şeytanın Allah’la aldattığı kesimden olma riskini taşıyor. İslâm, başkalarının günahıyla uğraşmaktan önce, her mü’minin önce kendi hata ve günahlarının afffı için gayret etmesini emreder. Kendini kurtaramayan başkasını kurtaramaz. Eteği tutuşan, kendini yanmaktan koruyamayan itfaiyeci başkasını yakan ateşi nasıl söndürecektir? Gerçi tekfirci, komşudaki ateşi söndürmek yerine, “herkes yanıyor, sen de yanıyorsun!” diye etrafı velveleye vermeyi, herkesi panikletmeyi tercih etmektedir. Ekrem Rasûl şöyle buyurur: “Mü’min, üzerindeki günahı, üstüne yıkılmasından korktuğu bir dağ gibi görür. Münâfık ise, günahını, burnuna konup da oradan uçurduğu bir sinek gibi önemsiz görür.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeh 49; Buhârî, Deavât 4)
Bir yanlışa karşı çıkmanın onlarca yolu vardır. İslâm’ın onaylamadığını düşündüğümüz bir söz ya da davranışın ve bunların sahibinin eleştirilmesi için tekfir dışında lügatlerde yüzlerce kelime bulunabilir. Kaba kuvvet nasıl acziyetin ve aşağılık duygusunun göstergesi ise, haksız tekfir de aynen öyledir. Fikre fikirle karşı çıkmak gerekirken, karşı tarafın delillerinin çok daha güçlü delillerle çürütülmesi gerektiği halde, damgalandırıp yargısız infaza başvurmayı tercih eder tekfirci. Haksız tekfir; ucuzculuktur, ithamdır, sûi zandır, önyargıdır, toptancılıktır, süpürücülüktür. Haksız tekfir taraftarının gözünde iki renk vardır: Beyaz ve siyah. Beyaz, üzerine hiç toz konmayan bembeyazdır; siyah da kapkaradır. Tekfircinin mantığı “ya hep ya hiç” şeklinde formüle edilebilecek kumarbaz mantığıdır. Tabii haksız tekfirin neticesi görevden kaçmadır, tekfir edilen grup ve şahıslarla bağları koparmak, onları aşağılayıp tebliğ ve dâveti onlara götürme ihtiyacı duymamaktır. Haksız tekfir, genellikle psikolojik rahatsızlıkları üzerinde barındıran, kişiyi diğer insanlardan soyutlayan, daireyi küçülte küçülte kendisi gibi inananları bile kâfir saydıran anormal tipler oluşturur.
Haksız tekfir, iftiradır, insan hakkı ihlâlidir, büyük hakarettir, toplum içinde itibarı sıfıra indirmedir, saldırganlıktır. Bedene değilse bile, bedenden çok daha önemli olan ruha darbedir, moral olarak insanı çökertmedir. Psikolojik şiddet uygulamadır. İnsanı mânen yaralamak, işkence çektirerek öldürmektir.
Bir kimseyi tekfir etmek, ne demektir? Kendisine selâm verilemeyecek, dostluk ve samimiyet kurulamayacak, gönülden sevilemeyecek, kız alıp verilemeyecek, ortaklık gibi yakınlık isteyen ilişkilere girilemeyecek, cenazesine katılınamayacak ve evliyse eşiyle nikâhı düştüğünden devamlı zina ediyor hükmü verilecek, âhirette de sonsuz bir şekilde ceza çekecek, ebedî cehennemde kalacak şeklinde bir hüküm verilmiş olmaktadır. Böyle bir hüküm öyle alelusûl verilemez. Bir kimseye “kâfir” demekten daha küçük bir isnad olan meselâ “fâhişe” demek, hangi şartlarda mümkündür? Kendimizle birlikte üç güvenilir müslümanın da apaçık şekilde zina fiilini işlerken görmediğimiz veya gördüğümüz halde hepimizin şahitlikte ısrar etmeyeceği bir durumda bir kişiye “fâhişe” demenin dünyada bile cezaya çarptırılacağı sözkonusudur. Meselâ, bir adamın diğer bir adamı öldürdüğüne şahit olsak, bu adamın hangi şartlarda o suçu işlediği, olayın içyüzünde başka ne tür durumlar olduğu uzun uzadıya, şahitlerle, savunmalarla ortaya konulur, uzunca mahkemesi sürer ve sonunda onun suçlu olup olmadığı da bizim tarafımızdan değil, hâkim tarafından karar verilip hükme bağlanır. Öyle bir durumda bile, İslâm’ın hâkim olmadığı topraklarda had dediğimiz ağır cezalar uygulanmaz. Çünkü ortam, haramları işlemeye çok elverişlidir. Haramlara ve küfre gidecek yollar (İslâm devleti olmadığı için) tıkanmamıştır. Bu hükmün ağırlığından dolayı siz de bilirsiniz ki, Rasûlullah, bunun çok sorumluluk isteyen bir hüküm olduğunu belirtir:
“Bir kimse diğer bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” (Buhârî, Edeb 44)
“Bir kimse diğerine, ‘kâfir’ dediği zaman, bu ikisinden biri kâfir olur: Eğer dediği kimse kâfir ise, adam doğru söylemiştir; yok eğer ona dediği gibi değilse, ona söylediği küfür sözü kendine döner (söyleyen kâfir olur).” (Buhârî, Edeb 73; Müslim, İman 111)
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 11; Müslim, Cihad 5)
Bu hadisler, aslında normal şartlarda bile, kişinin birini tekfir etme hususunda çok dikkatli, ölçülü ve ihtiyatlı olması gerektiğini bildirir. Günümüzdeki gibi her şeyin anormalleştiği, hakkın bâtıl, bâtılın hak diye öğretildiği, anlatıldığı, yaşandığı bir toplumda tekfir konusuna daha fazla ihtiyat gösterilmelidir.
Tekfircinin duygu ve düşünce haritasını çizmeye çalışalım: Samimi ama bağnaz, dindar ama fanatik, ibadete düşkün ama kendi cemaatinden olmayan mü’minlere düşman, nice muvahhid mü’minlere sert, ama İslâm düşmanlarına, tâğutlara ses çıkarmayan bir portre…
Bütün tekfircilerin psikolojik durumları ve yetiştikleri şartlar birbirine oldukça benzer: Bastırılmış duygular, doyumsuzluk, belli bir yaştan sonra İslâm’ı tanımak, yarı okumuşluk, işinde ve faaliyetlerinde genellikle başarısızlık, toplumsal ilişkilerde soyutlamanın getirdiği yalnızlık, sakin görünüm altında, uygun bir ortam ve beyin yıkayıcı bir öncü bulduklarında her biri, dilini kılıca dönüştürebilecek ve o kılıcı da daha çok İslâmî çalışma yapan dâvâ insanlarına karşı kullanacak bir karakter…
Tartışma ortamı ve münazara meclisleri oluşturmayı çok sever. Tartışma onun kendini ispat etme aracıdır. Katı ve dışlayıcı tutumu ile; kendini topluma, halka, aileye, eşine, çocuklarına kapatır. Hisleri kendisini yönlendirir; akıl ve ilim değil. Böylece, bunalımlı ve uyumsuz bir psikolojik ruh yapısına bürünerek Müslümanların arasında tekfir fitnesinin tohumlarını atar. Özellikle “kâfire kâfir demeyen kâfirdir” anlayışıyla, kendilerinin yanlış yorumlarla küfür veya kâfir kabul ettiklerine küfür gözlüğüyle bakmayan kimseleri Müslüman kabul etmeyip zincirleme tekfir gibi bir cinayeti rahatlıkla işleyebilen bir anlayış…
Tekfirciliğin tarihteki ilk temsilcisi olan Hâricîlik; serkeşlik, itaatsizlik, disiplin dışına çıkma anlamlarını taşır. Hâricîler, oldukça fanatik insanlardı. Beyinleri yıkanmıştı. Yanılgıya düşmelerindeki en önemli etken, onların aşırı tutucu olmalarından kaynaklanıyordu. Bunun bir sebebi de onlardaki bedevîlik ruhuydu. Yaşadıkları yalın hayat, kültür kıtlığı ve nasların zâhirine göre hüküm vermek de bu taassubun nedenleri arasında sayılabilir. Bununla beraber Hâricîlerin iki özelliği vardı ki, dost-düşman herkes kabul ederdi: Takvâ ve Cesaret. O kadar çok namaz kılarlardı ki alınları, dizleri ve dirsekleri nasır tutmuştu. Ölümden de asla korkmazlardı. Bilinçli veya bilinçsiz onların izini takip eden, kendilerini onlardan saymasalar da o izi takip eden tekfircilerde de bu özellikler değişen oranlarda da olsa mevcut.
Tekfirci bir Müslüman; cemaatinin, ağabeylerinin veya okuduğu kitapların etkisiyle farklı insanları kolayca tekfir edebilme cesaret ve cür’etini kendinde rahatlıkla görebiliyor. Bir âlimin hüküm vermekte zorlandığı hususlarda kendinden çok emin şekilde fetvalar, hükümler veriyor ve nice insanı tekfir ederken hiç rahatsızlık duymuyor. Hep haklı olduklarına inandıklarından, ister avamdan biri olsun, isterse âlim, onlar için fark etmez; saatlerce sert tartışmalara girerler ve karşısındakilere kendi görüşlerini kabul ettirmeye çalışırlar. Kabul etmeyince de tekfir silahını çıkarıp kalbine ateş ederler. Çoğunlukla ehliyetsiz ve yetkisiz olarak genelleme de yapmak sûretiyle isabetsiz tekfîr suçlamasında bulunarak ahlâkî ve hukukî açıdan sorumsuzca davranabiliyor.
Bunun sebebi olarak tâğutî düzeni, zâlim ve istismarcı yöneticileri, mürcie anlayışını, hurafeci veya modernist din yorumlarını, dün tevhid diyen nice cemaat ve önderlerinin bugün düzeni ve iktidarı savunacak şekilde savrulmaları, taviz üstüne taviz vermeleri göstermek mümkün. Heyecanlı şekilde gençliğin ve ilimsizliğin cesaretiyle radikal ve fanatik tavır alarak “lâ ilâhe illâllah” diyenleri cehenneme göndermekten hoşlanıyor görüntüsü veriyor.
Hiç de kolay bir hayat olmasa gerek tekfircinin kendisini mecbur ettiği yaşayış: Akrabalarıyla, en yakınlarıyla ilişkisini kesecek, kendi fikirlerini kabul etmiyor diye belki sevdiği karşı cinsten birinin evlenme teklifini reddedecek, kendi cemaatinden olmayan birinin arkasında namaz kılmayacak, kestiğini yemeyecektir. Ona borç vermeyecek, ona en ihtiyaç duyulan anlarında bile yardımda bulunmayacak, onunla hiçbir zaman herhangi bir işbirliğine girmeyecek, ölünce cenazesine katılmayacaktır. Kolayına gelen hevâî fetvalar da tabii: Müslüman olmadıklarına hükmettiğinden dolayı kâfirlerin mallarının ve İslâmî bir devlet olmadığı, tâğûtî bir düzen olduğu için devlet malının çalınmasının câiz olduğunu ileri sürmek gibi… Devletin olduğu varsayımıyla elektrik, su, belediye otobüsü vb. kullanımlarda sahtekârlık ya da hile ile de olsa bu tür hırsızlıkta sakınca olmadığını iddiâ etmek… Bu anlayış ve tavır, ne insanlığa sığar ne İslâm’a. Savaşla normal hali, ganimetle hırsızlığı, dâru’l-küfür ile dârul-harbi (savaş yurdunu) karıştırmaktır bu. İslâm'ı da, sosyal yapıyı da bilmemektir. Dâvâya da büyük zarar sözkonusudur.
Suud’un yazdırıp bedava dağıttığı kitapların, internet sitelerindeki üslûbu çok sert yazıların, bir-iki ağabeyin ve sloganların etkisinde kendilerine ait bir dünyaya çekilmiş bir fotoğraf… Bir kısmı tâğutlara da karşı çıkarken, çoğunluk itibarıyla İslâm düşmanı olan zâlim ve emperyalist kâfirlerle, tâğutlarla uğraştıkları pek görülmeyen bu tipler, aslında bir çıkar için değil; din gayretiyle Müslümanlarla uğraşmaktalar. Niyetlerinde samimi olduklarına kesinlikle inandığımız bu kardeşlerimiz usûl ve üslûp yönüyle de çok kırıcı olabilmekte, tekfir kılıcını (ve sapık ithamını) bütün etrafına savurup karşılarına kim çıkarsa ondan nasibini almaktadır. İlimsiz gayret, çoğu zaman kişiyi aşırılığa götürmektedir. Elbette nice itidalli selefî kardeşimiz olduğu gibi, selefî geçinen (aslında bizim onların selefî oldukları iddialarını kabul etmediğimiz) tekfircilerin dışında nice tekfirci bireylerin (ve az da olsa tekfirci cemaatlerin) varlığı da bir vâkıadır.
Tekfîrcinin, muhâtabına karşı girişebileceği en hafif yaptırım ise ondan ilişiğini tamamen kesmektir. Onun zihnindeki çözüm budur. Fetvâsını da çoğu kez kendisi verir, kendisi uygular. Bazen de bir ağabeyinin etkisiyle bu cinayeti işler.
Bu radikal akımın günümüzdeki temsilcilerinin bütün tavırları, tutumları, konuşma şekilleri ilkel ve iticidir. Çağrı şekilleri şu âyette tavsiye edilen hikmetli üslûba tamamen aykırıdır: “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et/çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Rabbin, Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.” (16/Nahl, 125)
Tekfir olgusunu bir nassı değil, çok sayıda nassı anlama sorunu olarak görüyorum. Bütün problemler Kur’an’ı doğru anlamamaktan ve bütüncül olarak değerlendirmemekten kaynaklanıyor, diyebiliriz.
Hz. Ali ile savaşmaktan başlayıp ümmetin manevi kanını devamlı akıtmak demek olan onları cehenneme yollamaya kadar 1400 senelik problem.
Tekfirciyi, adam kurtarmaya kalkarken, niyeti adam kurtarmak olduğu halde, bilgisiz ve usulsüz olduğundan adamı öldüren kimseye benzetebiliriz. Ama bu, bir kez değil, her kez olursa, “aman kardeşim! Sen önce eski öldürdüğün kimselerin hesabını ver, bırak kurtarmayı, önce kendini kurtar” denilmesi gerekmez mi? Tekfirciler eğer samimi ise, haksız tekfirin kendilerini küfre götürme riskini hesap etmeli ve Kur’an’da kesin olarak tekfir edilmeyen kimseleri tekfirden kaçınmalı ve tekfiri tekfir etmelidir. İnsanlara tatlı dille ve güler yüzle, ihtilaflı konuları değil, kafaya çivi çakar gibi değil; tatlı şekilde güzel bir tarzda anlatabilmektir marifet.
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.” (41/Fussılet, 33-35)
Cemaat ve cemiyetler, birbirlerine çevirdikleri eleştiri oklarını önce kendi nefislerine ve gruplarına çevirmelidir. Tevhide duyarlı cemaatleri ve onlara mensup olan fertleri barıştırmalıyız. Muvahhid mü’minler ve cemaatler, birbirine haksız olarak yönelttiği ağır eleştiri ve tekfir oklarını, grup farkı gözetmeksizin tüm mü’minlere düşmanlık yapan güçlere yöneltmelidir. Müslüman gruplar birbirlerini tekfir ederken, İsrail’i, Amerika’yı ve onların dostu konumundaki başlarındaki tâğutları, İslâm’a açıkça düşmanlık yapan egemen güçleri unuttuklarının farkında bile değiller. Kardeşliğin gereği, karşımızdakini yanlışlardan kurtarmaktır; tekfirciliğin gereği ise onu küfre nisbet edip onunla ilişkileri kesmek ve onu yanlışlarıyla baş başa bırakmak ve hatalarının daha da keskinleşmesi için zemin hazırlamaktır. Haksız tekfir, en büyük iftiradır. Kul haklarının, hakkı gasbetmenin en büyüğüdür. Kaba ve sertliğin en çirkin olanıdır. Saldırganlıktır, iftira atmaktır.
Açıkça küfrü ispatlanamayan kimselerin şahit olduğumuz itikadî yanlışlarını düzeltmeye çalışmak yerine, onları bulundukları yanlışlarla baş başa bırakmak, hatta sert ithamlar ve yanlış damgalandırmalarla Müslümanların arasını bozmak, farkında olmadan ifsadçı olmaktır. Hâlbuki Kur’an, mü’minlerle ilgili bir haber geldiğinde onu hemen kabullenmemeyi, doğruluğunu tahkik edip araştırmayı emrediyor. Mü’minlerin arasını ıslah etmeyi emrediyor. “Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa, bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (49/Hucurât, 6); “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşur savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun, umulur ki merhamete ulaşırsınız.” (49/Hucurât, 9-10)