Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:16

SIRÂT-I MÜSTAKÎM

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

SIRÂT-I MÜSTAKÎM


- 243 -
Kavram no 160
İman 28
Bk. Hidâyet; Doğruluk/Sıdk
SIRÂT-I MÜSTAKÎM


“Rabbim Allah'tır“ de, sonra dosdoğru ol;
Sırât-ı müstakîmdir, budur en doğru yol.
• Sırât-ı Müstakîm; Anlamı ve Mâhiyeti
• İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm
• Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm
• Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri
• Hristiyanların Sapma Nedenleri
• Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri
• a- Sırât-ı Müstakîm'de Olabilmenin Gerekleri
• b- Sırât-ı Müstakîm'de Devam Edebilmenin Gerekleri
• insanın Asıl Sırât Köprüsü Dünyadadır
• Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bize sırât-ı müstakîmi/dosdoğru yolu hidâyet et/göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve dalâlettekilerin/sapmışların yolunu değil!“ 872
Sırât-ı Müstakîm/Dosdoğru Yol
Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen bu tamlama yol anlamındaki sırât'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırât'tır. Sırât, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir (Sırât kelimesi, değişik kullanımlarla Kur’an’da toplam 45 defa zikredilir). “Es-sırât“: “Allah'ın yolu“ demektir. Müstakîm ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırât-ı müstakîm: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırât-ı müstakîm (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.
İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm
İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münasebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.
Evet, ama doğruluk nedir? İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet“i; Arapçadaki kökü “kavm“ veya “kıyâm“ ve aynı kökten türemiş olan “kâim“ ile birlikte mütâlaa etmeliyiz.
872] 1/Fâtiha, 6-7
- 244 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kavm“, “kıyâm“: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kâim“: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet“ ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek mânâlarına gelir.
İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği mânâları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:
1- Dilimizde kısaca “doğruluk“ diye bilinen “istikamet“ kelimesinin lügat mânâlarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?
2- “İstikamet“ kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak mânâları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.
3- “İstikamet“e esas olan mânâlardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?
4- “İstikamet“in en güçlü mânâsı; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.
5- Sözlüklerde “istikamet“ tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak“ mânâsının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır“ fetvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.
6- Türkçe’de “istikamet“; doğrultu, yön mânâsına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “İstikamet, karşı tepeler!“ veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “...Sizin ilâhınız bir tek İlâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin...“873 buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.
İslâm’da istikametten gâye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz
873] 41/Fussılet, 6
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 245 -
oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gâyesi; gönül Kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!...“874 İlâhî hitabına muhâtap olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı“875 buyurmuşlar. Zira emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifâdesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah'a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı“ dedirtecek kadar zor gelen, İlâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine âit kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.
Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gâyesi tevhid; amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru“yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm“ veya “kıvam“ kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak“ mânâsından hareketle “müstakîm“e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru“dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol“ mânâsını vermek mümkün olur. Bu anlamda bizi yücelere doğru yükseltmek için Allah’ın gökten uzattığı ipi olan hablullaha/Kur’an’a sımsıkı yapışmak876 istikamet için, sırât-ı müstakîm için temel şarttır.
Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir“877 buyrulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:
Birincisi; bizleri, nefsimiz dâhil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak sûretiyle şükretmektir. 878
İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.“879 diyecek seviyede bir teslimiyettir.
Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme;
874] 11/Hûd, 112
875] Tirmizî, Tefsir 57
876] 3/Âl-i İmrân, 103
877] 24/Nûr, 46
878] 1/Fâtiha, 1-4
879] 1/Fâtiha, 5
- 246 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!“880 niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.
Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.“881 Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak târif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: “Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.“ 882
Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm
Kur'ân-ı Kerim'de 32 âyette geçen Sırât-ı müstakîm'in Kur'an'daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sırâtu's seviyy: Düz yol883 b- Sevâu's-sırât: Yolun doğrusu884 c- Sebîlu'r- Reşâd: Murada erdiren yol. 885
Sırât-ı Müstakîm'in Kur'ân-ı Kerim'deki zıddı (karşıtı): Sırât-ı cahıym: Cehennem yolu'dur.886 Kur'ân-ı Kerim'de ayrıca ve açıkça bir sırât-ı Cennet'ten söz edilmediğine göre, sırât-ı müstakîm “Cennet yolu“ anlamını da taşıyor demektir.
Sırât-ı Müstakîm’in Kur'ân-ı Kerim'deki Tanımları
a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: “Bizi doğru yola hidâyet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna...“887 Kendilerine Allah'ın nimet verdikleri ise bir başka âyette meâlen şöyle açıklanmaktadır: “Allah'a ve Rasûl'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.“ 888
b- Allah'ın yolu (sırâtullah): “...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın yoluna.“ 889
c- İslâm dini: “Sen onları doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun. Ama âhirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslâm)dan sapıyorlar.“ 890
d- Allah'a kulluk: “Ey Âdemoğulları, ben size şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur (sırât-ı müstakîm) diye bildirmedim mi?“ 891
e- Sünnetullah: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık
880] 1/Fâtiha, 6-7
881] 46/Ahkaf, 13
882] 4/Nisâ, 69; Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, Hülbe Y., s. 99 vd.
883] 20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43
884] 38/Sâd, 22
885] 7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39
886] 37/Sâffât, 23; 4/Nisâ, 168-169
887] 1/Fâtiha, 6-7
888] 4/Nisâ, 69
889] 42/Şûrâ, 52-53
890] 23/Mü'minûn, 73-74
891] 36/Yâsin, 60-61
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 247 -
kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbinin sırât-ı müstakîmi, dosdoğru yolu budur.“ 892
f- Hz. İbrahim'in dini (Haniflik): “De ki; Rabbim, beni sırât-ı müstakîme (doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine.“ 893
g- Adâlet: “...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adâlete) götür.“894; “Gerçekten Rabbin, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).“ 895
Tefsirlere baktığımızda “es-sırâtu'l-müstakîm“den maksadın ne olduğu hakkında şu rivâyetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm şeriatı, Peygamberimiz'in ve ashâbının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırât köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mûtedil (dengeli, orta) yol. Âyette söz konusu edilen doğru yol (sırât-ı müstakîm), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola dâvet etmişlerdir. Bu nedenle söz konusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isâbet etmişlerdir. Müfessirlerden bazıları, bununla Kur'an'ın, bazıları da İslâm'ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslâm da, Kur'an da Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında herhangi bir çelişki ve ihtilâf söz konusu değildir.
Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen “sırât“, İslâm terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama sırattan geçmektir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırât-ı müstakîm tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve âhiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan da keskince' bir yoldur. Allah elinden tutmazsa insan, her an bu yoldan kayıp bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol dâvetçileri vardır. “Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın.“ 896
İnsan, her adım başında bu yoldan (sırât-ı müstakîm) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihlere kat.“897 diye duâ etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için
892] 6/En'âm, 125-126
893] 6/En'âm, 161
894] 31/Sâd, 22
895] 11/Hûd, 56
896] 7/A'râf, 86
897] 12/Yûsuf, 101
- 248 -
KUR’AN KAVRAMLARI
her an Allah'a duâ etmek gerekir: “Rabbimiz, hidâyete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla.“898 diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sâbit kıl!“899 diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırât-ı müstakîm“ üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, âhirette de cehennemin üzerindeki “sırât“tan geçip, cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; âhirette cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zâlimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları cehennemin yolu (sırâtı)na.“ 900
Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fâtiha'nın bu âyetinde kul, Allah'tan bir istekte bulunur; bir yolcu olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Âyetteki ‘yol’dan ne kast edildiğine gelince:
Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana/otele benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedî geleceğe, yani âhirete çıkan bir yoldan ibârettir. “Sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol belirledik“901; “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrâhim'in dinine iletti. O, şirk/ortak koşanlardan değildi.“902 Bu ve diğer bazı âyetlerden de anlaşılıyor ki, “yol“dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!“ anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırât-ı müstakîm; İslâm, Kur'an ve Rasûlullah'ın yolu ve bunların dayanağı Allah'ın bildirdiği vahiydir. Fâtiha sûresinin söz konusu âyetinden, kulun Allah'tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saâdete kavuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur'ân-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak
898] 3/Âl-i İmran, 8
899] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
900] 37/Saffât, 22-23; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 129-130
901] 5/Mâide, 48
902] 6/En'âm, 161
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 249 -
nitelendirilmesi903 oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbi Allah'a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saâdeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O'dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah'ın yol göstermesidir.“904; “Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur' de!“905; “Yolu doğrultmak Allah'a aittir.“ 906
Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur'an'da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?“907; “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.“908; “Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.“ 909
İbn Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Herbiri üzerinde yanlışa dâvet eden birtakım şeytanlar vardır' buyurdu. Arkasından da şu âyeti okudu: “Şu emrettiğim yol, Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azâbından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.“ 910
Nimet Verilenler
Fâtiha sûresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp sadece sırât-ı müstakîm olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: “Nimet verilenler.“ Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırât-ı müstakîme mensup olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir âyetttir. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka âyette şöylece açıklanır:
“Ve onları sırât-ı müstakîme/dosdoğru bir yola iletirdik. Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah'ın büyük lütfudur.“911 Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu âyette belirtilen insanlık zirvelerinden değil birini, yakın bir şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah'ın yolunu, O'nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük mükâfat ve ne güzel bir nimettir bu!
Fâtiha sûresinden öğreniyoruz ki, mü'minlerin Allah'tan ilk ve en önemli isteği hidâyettir. “Nesteıyn“de ilk hedefimiz Allah'ın yardımı oluyor. Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidâyet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O'nun doğru yoluna
903] 68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28
904] 6/En'âm, 71
905] 2/Bakara, 120
906] 16/Nahl, 9
907] 90/Beled, 10
908] 21/Enbiyâ, 73
909] 17/İsrâ, 9
910] 6/En'âm, 153; İbn Mâce, Mukaddime 1
911] 4/Nisâ, 68-69
- 250 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hidâyet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.
“Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!“912 Beşinci ve altıncı âyetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde bildirilmişti. Yedinci âyetle de, olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırât-ı müstakîmden ayırıp ebedî azâba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.
Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahûdiler, sapıtanların ise hristiyanlar olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda Rasûlullah'tan naklolunan rivâyet vardır: “Yahûdiler, kendilerine gazap edilmişler; hristiyanlar da sapıklardır.“913 Yahûdi ve hristiyanların gazaba uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda âyet vardır. Bu âyetlerin herbirinde yahûdilerin gazaba uğrama hristiyanların da sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.
Gazap
Gazap; kızmak, öfkelenmek, kızgınlık, intikam alma ve cezalandırma isteği anlamlarına gelir. Nefsin hoşa gitmeyen bir şey karşısında intikam arzusuyla heyecanlanması; infiâle kapılmak, öfke, hışım, hiddet, düşmanlık ve saldırıya meyleden haline gazap denilir.
Allah’ın Sıfatı Olarak Gazap Etme: Allah Teâlâ’ya mahsus olan sıfatlardan rahmet ve gazap, mahlûkatın sıfatları gibi değildir. Allah’ın tüm vasıfları ve isimleri her yönüyle mükemmelliği içerdiğinden, beşerî olumsuzluk ve eksikliklerden münezzehtir. “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.“914 O, tüm noksanlıklardan münezzehtir. Allah’ın rahmet ve gazab sıfatları, Kur’ân’ın birçok âyetinde zikredilmekte ve Allah’ın gazâbına uğrayarak helâk edilen bazı kavimlerden ibret için bahsedilmektedir. Bütün bunların yanında, Allah’ın rahmeti gazâbından daha büyüktür. Bir rivâyette şöyle buyrulur: “Rahmetim, gazâbımı geçmiştir (kuşatmıştır).“ 915
Allah’ın Gazâbına Uğrayanlar
a- Allah'a İsyan Eden Yahûdiler: Bıldırcın ve kudret helvası gibi daha iyi olan Allah’ın nimetlerini daha kötüyle değiştiren yahûdiler için şöyle buyrulur: “... Üzerlerine zillet (alçaklık) ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazâbına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allah’ın âyetlerini inkâra devam etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Onların hepsi, sadece isyanları ve düşmanlıkları sebebiyledir.“ 916
“... Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendi canlarına karşılık satın aldıkları şey (azap) ve o sebeple de gazap üstüne gazaba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca, kâfirler için ihânet
912] 1/Fâtiha, 6-7
913] Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 1-2
914] 42/Şûrâ, 11
915] Buhârî, Tevhid 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe 14-16
916] 2/Bakara, 61
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 251 -
edici bir azap vardır.“ 917
“Allah’tan gelmiş olan bir ipe ve insanlar tarafından ortaya konan bir ipe (sisteme) sığınmaları müstesna, onlar (yahûdiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazâbına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.“ 918
b- Putperest Yahûdiler (Altın Buzağıya Tapanlar): “Buzağıyı (tanrı) edinenlere, mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. İşte Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.“ 919
c- Şirk Koşanlar; Putperest Âdîler (Âd Kavmi), 920
d- İrtidat Edenler, 921
e- Maymunlaşan, Domuzlaşan ve Tâğûta Tapanlar, 922
f- Allah Hakkında Kötü Zanda Bulunan Münâfık ve Müşrikler, 923
g- Allah Hakkında Tartışmaya Girenler, 924
h- Mü’minleri Öldürenler, 925
i- Cihaddan Kaçanlar, 926
k- Yalancı ve İftiracılar, 927
l- Yeme İçmede Taşkınlık ve Nankörlük Edenler, 928
m- Rasûlullah’a Eziyet Edenler. 929
Gazap Edilenleri Dost Edinmek: “Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları çok kötüdür!“930 Âyette Allah’ın gazab ettiği yahûdileri kendilerine dost edinenlerin münâfık olduğu bildirilmektedir.
“Ey iman edenler! Kendilerine Allah’ın gazap ettiği bir kavmi dost edinmeyin. Zira onlar, kâfirlerin kabirlerdekilerden (onların dirilmesinden) ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmişlerdir.“ 931
917] 2/Bakara, 90
918] 3/Âl-i İmrân, 112; Ayrıca, Bak. 1/Fâtiha, 7; 5/Mâide, 60; 20/Tâhâ, 86; 58/Mücâdele, 14
919] 7/A’râf, 152
920] 7/A’râf, 71-72
921] 16/Nahl, 106
922] 5/Mâide, 60
923] 48/Fetih, 6
924] 42/Şûrâ, 16
925] 4/Nisâ, 93
926] 8/Enfâl, 16
927] 24/Nûr, 8-9
928] 20/Tâhâ, 81
929] Buhâri, Megâzî 24; Müslim, Cihad 106
930] 58/mücâdele, 14-15
931] 60/Mümtehine, 13
- 252 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an’ın özü ve özeti olan Fâtiha sûresinde “Bizi dosdoğru yola ilet; Nimet verdiklerinin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.“ 932 buyrulmaktadır. Allah haddi aşanlara, isyancılara, dini inkâr edenlere gazap üstüne gazap göndermiştir. Bunların kıssaları Kur’an’da gayb haberleri şeklinde bildirilmiştir. Gazap edilenler, daha çok, yahûdiler ve yahûdileşenlerdir. Allah’ın gazâbı, tarihteki inkârcı ve isyancıların başına türlü şekillerde gelmiştir. Onları yakalayıveren bir çığlık, bir yer sarsıntısı, ebâbil kuşları, kasırga, dağ gibi deniz dalgalarında boğulma...
Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri
Yahûdiler; Allah'a karşı nankör olurlar. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, rızıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun'un zulmünden kurtaran... olmasına rağmen, Allah'ı bırakıp, başkalarına yönelir, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih eder, İlâhî hükümleri dikkate almazlar. 933
Allah'a verdikleri söze sâdık kalmazlar. İlâhî hükümlere göre yaşayıp sadece Allah'a kul olma ve böylelikle yalnızca O'na ibâdet etme sözlerini yerine getirmezler.934 Allah'a kul olmanın gereklerinden olan iyiliği emredip kötülüğe engel olma görevini terk ederler.935 Allah'a itaat konusunda hainlik yaparlar. Allah'a itaati terk ederler.936 Dost olunması yasaklanan kâfirlerle dostluk kurarlar.937 İmandan yüz çevirirler.938 Peygamber’e âsi olup başka rehberler edinirler.939 Puta taparlar.940 Peygamberleri yalanlarlar veya öldürürler.941 Allah'ın emirlerine karşı kayıtsız kalıp İlâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını ararlar.942 Fâiz yerler.943 Fesat çıkarırlar.944 Allah'ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaparlar: Yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı... korumazlar. 945
Dünyayı asıl kabul ederek âhireti dikkate almazlar. Sadece maddeyi ölçü alarak âhireti hesaba katmadıkları için de sorumsuz bir hayat tarzını benimserler.946 İnsanların mallarını haksız şekilde gasbederler, ticarî dalaverelerle ve diğer bazı usullerle halkı sömürürler.947 Dinlerine karşı lâkayt davranır, dinin ciddiyetini
932] 1/Fâtiha, 5-7
933] 2/Bakara, 61; 7/A'râf, 160-162
934] 2/Bakara, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A'râf, 165
935] 5/Mâide, 79
936] 5/Mâide, 13, 32
937] 5/Mâide, 80-81
938] 2/Bakara, 63-64, 74; 7/A'râf, 148; 45/Câsiye, 16-17
939] Mâide, 20-26; 7/A'râf, 138-140
940] 2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A'râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97
941] 5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4
942] 2/Bakara, 67-73
943] 4/Nisâ, 161
944] 5/Mâide, 64
945] 4/Nisâ, 53
946] 2/Bakara, 96
947] 3/Âl-i İmrân, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 253 -
dikkate almazlar.948 Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulunurlar.949 Bütün olumsuz özelliklerine rağmen; kendilerini Allah'ın seçkin kulları olarak niteler, cennetlik olduklarına inanırlar.950 Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri isterler.951 Bazı meleklere düşman olurlar.952 Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.953 Allah'a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına uymazlar.954 Allah'ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem'e iftira atarlar.955 Kendilerine sırât-ı müstakîmi gösteren kitaplarını tahrif eder, yanlış gidişlerini meşrû gösterecek şeyler yaparlar. 956
Kur’an’da Yahûdilerin gazab edilme sebebi olarak sayılan bu özellikler hangi toplumda varsa, onlar Allah’ın gazâbını hak ediyorlar demektir.
İsrâiloğullarının Karakteri / Yahûdileşme Alâmet ve Özellikleri
Allah'a vermiş oldukları ahdi/sözü bozmak, 957
Maymunlaşmak, 958
Kör ve sağır kesilmek, 959
Başka tanrılara da inanmak ve onları da güçlü görmek, 960
Yalnız Allah'a güvenip sadece O'ndan korkmamak, 961
Altın buzağıya (altına, elleriyle yaptıkları heykele ve buzağıya) tapmak, 962
Güzel nimetlere nankörlük, 963
Cihad ve savaş görevinden kaçmak, ölümden korkmak, 964
Fesat/bozgunculuk, 965
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek, 966
Peygamberleri yalanlamak ve öldürmek, 967
948] 4/Nisâ, 137
949] 3/Âl-i İmran, 181; 5/Mâide, 64
950] 2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cuma, 6-8
951] 4/Nisâ, 153
952] 2/Bakara, 97
953] 9/Tevbe, 31
954] 8/Enfâl, 56-57
955] 4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34
956] 2/Bakara, 75-79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43
957] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
958] 2/Bakara, 65; 7/A'râf, 166
959] 5/Mâide, 70-71
960] 2/Bakara, 93
961] 10/Yûnus, 84; 26/Şuarâ, 61-62
962] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
963] 2/Bakara, 61
964] 5/Mâide, 21-26; 2/Bakara, 46, 95, 246, 249; 59/Haşr, 14
965] 5/Mâide, 64, 81; 7/A'râf, 163; 17/İsrâ, 4-7
966] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
967] 2/Bakara, 87
- 254 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Gözümüzle görmeden inanmayız“ demek, 968
İkrar ettikten hemen sonra inkâr etmek, 969
Kitab'ı değiştirmek, 970
Tahrif etmek; Kelimeleri konuldukları yerden değiştirip anlamlarını çarpıtmak, 971
Hakla bâtılı karıştırmak, 972
Ketmetmek; Açıklamaları gereken bilgileri gizlemek, 973
Alçak dünyanın metâını, âhirete tercih etmek, 974
Hayırlıyı hayırsızla değiştirmek, 975
Ahireti dünyayla değiştirmek, 976
İsyankârlık ve aşırı gitmek, 977
“İşittik ve isyan ettik“ diyecek kadar küstahlaşmak, 978
Gerekli gördükleri her yalanı söyleyebilmek, 979
Devamlı harp ve fitne çıkarmaya çalışmak, 980
Firavun'un işbirlikçisi kapitalist Karun'a özenmek, 981
Rüşvet alıp vermek, 982
Fâiz yemek, 983
Başkalarının malını haksız yere yemek, 984
Bâtıl yollarla insanların mallarını yemek, 985
Cimrilik etmek (Kendi malında), 986
968] 2/Bakara, 55
969] 2/Bakara, 63-64; 4/Mâide, 12
970] 2/Bakara, 211, 41-42, 59, 75, 79
971] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
972] 2/Bakara, 42
973] 2/Bakara, 159, 174; 3/Âl-i İmran, 187; 5/Mâide, 15; 6/En'am, 91
974] 7/A'râf, 169
975] 2/Bakara, 61
976] 2/Bakara, 86
977] 2/Bakara, 61, 65; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 160-161; 5/Mâide, 78; 6/En'am, 146
978] 4/Nisâ, 46
979] 5/Mâide, 40-42
980] 5/Mâide, 64
981] 28/Kasas, 79
982] 5/Mâide, 42, 62
983] 3/Âl-i İmran, 161; 4/Nisâ, 161
984] 3/Âl-i İmran, 161
985] 3/Âl-i İmran, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34
986] 4/Nisâ, 53
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 255 -
Müsrif olmak/savurganlık (Doğa ve diğer insanlar konusunda), 987
Nankörlük yapmak, 988
Dünyaya çok hırslı/düşkün olmak ve dünyayı aşırı sevmek, 989
Zâlim olmak, 990
Kasvet/Kalp katılığı, kalbin taşlaşması, 991
Kalbin perdelenmesi, kılıflanması, 992
Kalbin mühürlenmesi, 993
Kalbindeki sapma dolayısıyla kör ve sağır duruma gelmek, 994
Sûret-i haktan gözükerek başkalarına iyiliği emredip kendi nefsini dışta bırakmak, 995
İyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapmamak, 996
Aşırılık, haddi aşmak ve küfre koşmak, 997
Şeytana tâbi olmak, 998
Putlara ve şeytana inanıp tâğuta tapınmak, 999
Mü'minleri de saptırmaya çalışmak, 1000
Mü'minlere inanmamak, 1001
Kendi yanlış dinlerine dâvet etmek, 1002
Mü'minleri imanlarından sonra küfre döndürmeyi istemek, 1003
Allah'ın nurunu söndürmek istemek, 1004
Mü'minlerin aleyhine müşriklerle dostluk kurmak, 1005
987] 5/Mâide, 32
988] 2/Bakara, 40, 47, 122; 5/Mâide, 20; 10/Yûnus, 93
989] 2/Bakara, 96; 4/Nisâ, 53; 7/A'râf, 169
990] 2/Bakara, 92
991] 2/Bakara, 74
992] 2/Bakara, 88
993] 3/Âl-i İmran, 155
994] 5/Mâide, 78
995] 2/Bakara, 44
996] 5/Mâide, 79
997] 5/Mâide, 41
998] 2/Bakara, 102
999] 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 60
1000] 4/Nisâ, 44
1001] 2/Bakara, 75; 4/Nisâ, 51; 5/Mâide, 43
1002] 2/Bakara, 135, 136; 3/Âl-i İmran, 72, 73
1003] 2/Bakara, 109
1004] 9/Tevbe, 32-33
1005] 5/Mâide, 80-81
- 256 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hâinlik yapmak, 1006
Antlaşmalara uymamak, 1007
Bir insanın (Hz. İsa'nın) tanrılığını iddia etmek, 1008
Kur'an'ı hasetliğinden ve mevki hırsından dolayı inkâr etmek, 1009
Münâfıklık ederek insanlara rastlayınca “inandık“ demek, 1010
Kendi yorumlarını (elleriyle yazdıklarını) Allah'tan gelen vahiy gibi sunarak gerçek vahye engeller çıkarmaya çalışmak, 1011
Kendilerinden olmayanlara karşı sorumlulukları olmadığı iddiasıyla insanları aldatmaktan geri durmamak, 1012
Âhireti de kimseye bırakmamak; Sayılı birkaç gün azaplarını/cezalarını çektikten sonra doğru cennete gönderileceklerine inanmak, 1013
Rasûl'e uymayan bir topluluğa ve yalana kulak vermek. “Peygamber, hoşunuza giden bir şey söylerse kabul edin; yoksa reddedin“ demek, 1014
Göre göre, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr etmek, 1015
Bilginlerini tanrı edinmek, 1016
Tekrar tekrar dinden dönmek, 1017
Allah'ın rahmetinden kovulmak, 1018
Lânetlenmek ve Allah'ın gazabına uğramak, 1019
Dostlukları olmaz. 1020
Bu özelliklerinin içinde günümüzde nice “müslümanım“ diyenlerce aynen uygulanan şu yahûdi karakterlerine dikkat çekmek gerekmektedir:
Irkçılık ve taassup, üstün ırk oldukları iddiası, 1021
Materyalizm ve dünyevîleşme, maddeyi putlaştırma, altına ve heykele tapma, 1022
1006] 5/Mâide, 13, 32
1007] 8/Enfâl, 56, 57
1008] 5/Mâide, 72, 75, 116, 117
1009] 2/Bakara, 89-91, 101; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 54; 6/En'am, 91
1010] 2/Bakara, 76
1011] 2/Bakara, 79
1012] 3/Âl-i İmran, 75
1013] 2/Bakara, 80
1014] 5/Mâide, 41
1015] Âl-i İmran, 70
1016] 9/Tevbe, 31, 34
1017] 4/Nisâ, 157
1018] 2/Bakara, 88; 4/Nisâ, 46, 156, 157
1019] 5/Mâide, 3, 60
1020] 2/Bakara, 105, 120, 145; 5/Mâide, 51, 80, 82; 60/Mümtehine, 13
1021] 5/Mâide, 18; 2/Bakara, 80
1022] 2/Bakara, 51-54; 7/A'râf, 148-152; 20/Tâhâ, 86-98; 29/Ankebut, 92
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 257 -
Eşlerini kıskanmama domuz gibi yaşadıklarından domuza çevrilmeleri, 1023
Maymunca taklitçilik ve şahsiyetsizlik özelliklerinden maymuna çevrilmeleri, 1024
Dâvâları için her yolu meşrû görmeleri, yalan söylemeleri, 1025
Sözlerinde durmamaları, 1026
Sihirle uğraşmaları, 1027
Ahlâkî dejenerasyon, 1028
Toplumda fesâdı, fuhşu yaygınlaştırmaları, 1029
Bilginlerini tanrı edinmeleri, 1030
Dini tahrif etmeleri, 1031
İmanda pazarlık, Allah'ı açıkça görmedikçe inanmayacağız“ demek, 1032
Dinlerini paramparça etmek, hizipçilik ve tefrika, 1033
Gerçeği bile bile inat, 1034
Allah'ın hükümleriyle hükmetmemek. 1035
Dalâlet
‘Dalâl veya dalâlet’ masdarları sözlükte; kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak anlamlarına gelir. Somut olarak, ‘çölde seyahat ederken yolunu şaşırmak’ mânâsına gelse de asıl anlamı, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, sapmak, ya da azmak demektir. Bu mânâdan hareketle mecazî olarak ‘dalâlet’ akla, duyulara, gerçeğe aykırı ilkeleri benimsemek karşılığında kullanılmaktadır.
Dalâlet, ‘hidâyetin ve rüşd’ün zıddı olup, kasden ya da unutarak doğru yoldan ayrılmak demektir. ‘Dalâlet’in bir başka tanımı şöyle yapılabilir: Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen sonuca götürmeyen bir yola girmek, ya da arzu edilen sonucu kazandıran her türlü yoldan ve metodlardan ayrılmaktır. ‘Dalâlet’ gerçekte, maddî ve görülen bir yoldan sapma olduğu halde, daha sonra din ve akıl yolundan sapmak anlamına kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle ‘dalâlet’ daha çok dinden sapmayı, ‘dalâl’ ise akıl ve sözdeki sapmayı ifade eder.
1023] 5/Mâide, 60
1024] 2/Bakara, 65; 5/Mâide, 60; 7/A'râf, 166
1025] 5/Mâide, 13, 32, 41
1026] 2/Bakara, 55, 61, 65, 84, 86, 90, 93, 100; 3/Âl-i İmran, 112; 4/Nisâ, 154-155; 5/Mâide, 3, 60
1027] 2/Bakara, 102
1028] 3/Âl-i İmran, 188
1029] 5/Mâide, 64
1030] 9/Tevbe, 31, 34
1031] 2/Bakara, 59, 75, 79; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41; 7/A'râf, 162
1032] 2/Bakara, 55
1033] 6/En'âm, 159
1034] 3/Âl-i İmran, 70
1035] 5/Mâide, 44, 45, 47; 62/Cum'a, 5
- 258 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Dalâletin Kur’an’daki Anlamları
Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 188 yerde geçmektedir. Hidâyetin ve imanın karşıtlığını, inkârcıların hidâyet karşısındaki durumlarını ifade etmede önemli bir Kur’an kavramıdır. Kur’an’da daha çok küfür ve inkârı kapsayan sapıklık olarak kullanılmaktadır. Ancak Kur’an dalâlet kavramını ya da türevlerini birkaç mânâda daha kullanmaktadır ki, bu anlamların kelimenin kök mânâsıyla yakın ilişkisi vardır.
1- Saptırmak anlamında: ‘İdlâl’ şeklinde geçmekte ve başkasını saptırmak, doğru yoldan alıkoymak, gerçek yolu kaybettirmek mânâlarına gelmektedir. Şeytanın ağzından Kur’an’da şöyle söyleniyor: “Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım.“1036 Kur’an, ayrıca Firavunun ve altından buzağı yapıp İsrailoğullarına ‘işte sizin ilâhınız budur’ diyen Samirî’nin birer saptırıcı olduğunu vurguluyor.1037
2- Şaşırmak anlamında: Bu anlam inançsızlar hakkında kullanıldığı gibi, peygamberler hakkında da kullanılmıştır. “Seni şaşırmış (dâll) bulup da yol göstermedik mi?“1038 Bu âyette Peygamberimizin peygamberlikten önceki durumuna işaret edilmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed (s.a.s.) İlâhî vahyden habersizdi, şer’î hükümleri ve peygamberlik görevini bilmiyordu. Kur’an, Peygamberimizin yaptığı tebliğle hiçbir zaman yanılmadığını ve sapmadığını söylemektedir. 1039
3- Boşa çıkarmak anlamında: Şu âyette olduğu gibi: “Dediler ki; ‘biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulunacakmışız?’ Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.“1040 Burada geçen ‘dalâl’ kelimesi yok olup gitmek, kaybolmak anlamındadır. Allah’a iman etmeyen, üstelik insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışanlar iyi amelde bulunsalar bile onların bütün yaptıkları boşa çıkacak, dalâl olacaktır.1041 Dalâlet, aslında bir sapmadır, yitip-kaybolmadır, bir helâk olmadır. 1042
4- Azap anlamında: Kur’an cehennemlikleri ‘dalâl’ içinde olmakla tarif etmektedir ki bu da onlara tattırılan azaptan başkası değildir. 1043
5- Hüsran anlamında: Tevhid düşmanlarının tarih boyunca İslâm’a ve onu tebliğ edenlere karşı hile ve tuzakları hep boşa çıkmıştır, bu tuzakların sahipleri yaptıklarının karşılığında hüsrâna uğramışlardır. Kur'an bunu bir yerde ‘dalâl’ kelimesiyle ifade ediyor.1044 İki âyette de yine hüsran anlamında geçiyor. 1045
6- Yanılmak anlamında: “Yusuf’un kokusunu (burnumda tüter) buluyorum“ diyen Hz. Ya’kub’a oğulları şöyle dediler: “Allah adına hayret, sen hâlâ geçmişteki
1036] 4/Nisâ, 199
1037] 20/Tâhâ, 79, 85
1038] 93/Dûha, 7
1039] 53/Necm, 2
1040] 32/Secde, 10
1041] 18/Kehf, 104
1042] 71/Nûh, 14
1043] 54/Kamer, 47-48
1044] 40/Mü’min, 25
1045] 12/Yusuf, 30, 36; 36/Yâsin, 24
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 259 -
yanılgındasın.“1046 Yine kardeşlerinin Yusuf’u ve kardeşini (Bünyamin’i) çok seven babalarına karşı benzer bir yanılgıda olma suçlaması yapılıyor.1047 Her iki âyette de ‘dalâl’ kelimesi kullanılıyor. Miras taksiminde hak sahiplerine karşı haksızlık yapılmamasını ikaz eden âyette de aynı kelime ‘hata’ anlamında geçmektedir. 1048
7- Sapkınlık anlamında: ‘Dalâlet’ aynı zamanda aklî sapmalar hakkında da kullanılmaktadır. Nitekim dalâlet; dinî olarak sapmayı ifade ediyorken, dalâl ise daha çok akıl yönünden sapmayı, şaşırmayı anlatır. ‘Dâll’, sapıtmış, şaşırmış, yoldan çıkmış; bunun çoğulu olan ‘dâllîn’ ise sapıtanlar, şaşırmışlar anlamındadır. “…Kim imanı küfre değişirse, artık o, dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapıtmış olur).“1049 İster mü’min ister inkârcı olsun, “Allah’ın ve Rasûlünün emirlerine karşı gelenler sapıklığa düşerler.“1050 Allah’a şirk koşan müşrikler de derin bir dalâlet/sapıklık içerisindedirler. 1051
Dalâlette Olanlar
Yine Kur’an’ın ifadesini göre şu gibi kimseler de dalâlete düşmüşlerdir: Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberini ve âhiret gününü inkâr edenler,1052 Peygamberin çağrısına kulak asmayanlar, ya da O’nunla alay edenler,1053 Kur’an’ın İlâhî bir kitap olduğunu kabul etmeyenler,1054 Kıyâmetin kopacağından şüphe edip bu konuda ileri geri tartışmaya girişenler,1055 Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl sayanlar; çocuklarını, geçindirememe endişesiyle öldürenler,1056hüküm verirken Allah’ın hükümlerine itibar etmeyip kendi hevâlarından hüküm verenler,1057 Allah’ın rahmetinden ümidini kesenler,1058 Kalbinde nifak hastalığı bulunan münâfıklar1059 ve ehl-i kitap1060 doğru yoldan sapmış kimselerdir.
Dalâlette Olanların Özellikleri
Allah’ın hidâyetine uymak insanın fıtratına daha uygunken, dalâleti tercih edenler, akıl ve duyularını yerli yerinde kullanmayıp da sapıklığa düşenler ve başkalarını da saptıranlar şüphesiz zâlim kimselerdir. Onlar akıllarını kullanıp gerçeği görecekleri yerde, hevâlarına (doğru olmayan arzularına) uyarlar. 1061
Birtakım kişiler ve kötülük odakları insanları hidâyetten uzaklaştırıp dalâlete düşürebilirler. İnsan, yaratılışı gereği itaat etmeye de isyan etmeye de meyillidir.
1046] 12/Yusuf, 94-95
1047] 12/Yusuf, 8
1048] 4/Nisâ, 176
1049] 2/Bakara, 108
1050] 33/Ahzâb, 36
1051] 4/Nisa, 116
1052] 4/Nisâ, 136
1053] 25/Furkan, 41-42; 46/Ahkaf, 32
1054] 41/Fussilet, 52; 62/Cum’a, 2
1055] 42/Şûra, 18
1056] 6/En’âm, 140
1057] 6/En’âm, 56; 38/Sâd, 26
1058] 7/A’râf, 179
1059] Münâfikun, 6
1060] 5/Mâide, 60, 77
1061] 4/Nisâ, 44; 43/Zuhruf, 40
- 260 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Aklını iyi kullanan, Allah’tan gelen hidâyet sebeplerini iyi anlayan, yani Kitabı ve Peygamberi idrâk eden, Allah’ın her taraftaki âyetlerini düşünen kimseler doğru yolu bulurlar. Bunlardan uzak kalıp dalâlete sürükleyici kişilerin peşinden gidenler ise sapıtırlar. Kur’an’ın açıklamasına göre şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanları sapıklığa götürmeye çalışır. 1062
Firavun gibi cürüm (günah) işleyenler ve onun yanındaki mele’ sınıfı (aristokratlar) kendilerine uyanları saptırırlar. Firavun, Kur’an’ın üzerinde çok durduğu tipik bir tâğut (azgın, azdırıcı ve isyancı) kişiliktir. Yeryüzünde azıp-sapmanın (tuğyânın), kibirlenmenin, cürüm işlemenin, kendi hevâsını ilâh haline getirmenin, zulmün ve sapıtmanın en açık örneğidir. Kendisi sapıklıkta olduğu gibi, üzerinde hâkimiyet/egemenlik kurduğu kitleleri de kendisi gibi sapıklığa götürmenin gayretinde idi. Şüphesiz her devirde firavun tipli insanlar çıkabilir, kendileri dalâlette oldukları gibi diğer insanları da hidâyetten ayırmak için çaba gösterebilirler. Allah’ın âyetlerine sırt dönen bu azgınlar, kurdukları şeytanî sistemlerle, oynadıkları oyunlarla bu hedeflerine ulaşmaya çalışırlar.
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları ve kutsal saydıkları putlar ve benzeri (heykeller) de sapıklığa sebep olurlar. 1063
Dalâlet Önderleri
Hidâyette olmayan, Allah’ın çizdiği çizginin dışında yaşayan ve İslâmî ilkelere dikkat etmeyen çoğunluğa veya topluluklara uymak da kişiyi sapıklığa götürebilir. İnsan için ölçü çoğunluğun ne yaptığı değil, inancının ve hayat anlayışının Hakk’a uygun olmasıdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Yeryüzünde bulunanların çoğuna (çoğunluğa) uyacak olursan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz) de söylemezler. Muhakkak senin Rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir, yine O doğru yolda gidenleri de en iyi bilendir.“1064 İnsanları saptıran bir başka grup da, kişilerin peşine gittikleri önderleridir. İster dinî anlamda olsun, ister siyasî anlamda olsun; toplumun önündeki kişilere ‘imam’ veya ‘önder-lider-başkan’ denir. Önder konumundaki kişiler sapıklık üzerinde iseler, peşlerinden gidenler de onlar gibi olurlar. Bir önderi (imamı) körü körüne taklit veya takip etmek, onun yanlışlarını da kabul etme tehlikesini beraberinde getirir. Kitleler genellikle bir liderin, bir önderin peşinden giderler, onun izini izlerler, onun görüşlerini çoğu zaman kayıtsız şartsız kabul ederler. Firavun gibi düşünen önderler, peşlerinden gelenleri tıpkı kendileri gibi dalâlete götürürler.
Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ümmetin hakkında en çok korktuğum (şey) saptırıcı imamlardır (önderlerdir).“1065 Müslüman ümmet hakkında böyle bir korku duyulursa, küfür öncülerinin1066 peşinden/izinden gidenler hakkında daha fazla endişe etmek gerekir. Çünkü küfür önderleri insanları -Kur’an’ın deyişiyle- ‘cehenneme çağırırlar.’1067 Allah (c.c.) bütün insanları mahşer meydanına hesap vermek üzere, dünyada iken peşlerinden gittikleri imamlarıyla (önderleriyle)
1062] 20/Tâhâ, 177, 121; 25/Furkan, 29; 7/A’râf, 16-17; 4/Nisâ, 199 vd.
1063] 14/İbrâhim, 36
1064] 6/En’âm, 116-117
1065] Dârimî, Rikak 39, hadis no: 2755; Tirmizî
1066] 9/Tevbe, 12
1067] 28/Kasas, 41
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 261 -
birlikte getirecektir.1068 İnkârcılar o gün şöyle diyecekler: “Yâ Rabbi! Biz büyüklerimize ve imamlarımıza (yöneticilerimize) itaat etmiştik. Onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar.“1069 Bu saptırıcılar kendi günah yüklerini taşıdıkları gibi, saptırdıkları kimselerin günahlarını de taşıyacaklar. Buna karşı toplumu saptıran kimselere gönüllü olarak uyanların günahlarında ise bir eksilme olmayacaktır. 1070
Dalâlete Düşme Sebepleri
Bazı insanların hidâyetten yüzçevirip dalâlete sapmalarının birtakım sebepleri vardır. İnsanın yetiştiği ortam ve aldığı eğitim elbette önemlidir. Ancak insanın irâdesi kendi elindedir. O dilediği yolu ve inancı seçebilir. Onun, bâtıl ve Kur’an’ın dalâlet dediği yolları seçmesine bazı sebepler etki edebilir. Özellikle müslümanların dalâlete düşmelerine, dinde sonradan ortaya çıkan bid’atlerin rolü vardır. Bid’atler, dinî kılıfla sunulduğu için çoğu insan bunu anlamaz. Bid’atleri hayat haline getirenler de günün birinde İslâm inancının dışına çıkarlar.
Din’de tefrika (ayrılık) çıkarmak da sapıtmanın bir başka nedenidir. Din’de ayrılık çıkarmak, şüphesiz İslâm’ı kendi kafasına göre anlayıp, kendi anladığını din sanmak, diğer anlayışları din dışı sayıp onlara sırt dönmek, onları düşman bilmektir. Kur’an, önceki ümmetlerin bu hataya düştüklerini haber veriyor: “Dinlerini parçalayıp grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiç bir ilişkin yoktur.“1071 Dinlerini parçalayıp fırka fırka (parti parti) olanlar, kendi ellerinde olanla, yani kendi fikirleriyle, kendi anladıklarıyla, gruplarına ait üstünlüklerle, kendilerinin daha doğru yolda olduğu iddiasıyla övünüp durmaktadırlar.1072 Dinlerini parçalamanın başka bir anlamı da, dinin hükümlerinin bir kısmını almak, bir kısmını bırakmaktır. Böyle yapanlarla, kendi hizbinin (grubunun) anladığı şeyi din zannedenler arasında fark yoktur. Herbiri bir liderin, bir önderin peşine takılır, bir grup bulur, grubunu en üstün sayar, diğer grubu yanlışta görür. Hatırlatmak gerekir ki mezhepli olmak, İslâm’ın akîdesine uygun düşen bir gruba mensup olmak, bir cemaatle beraber çalışmak, bir hizbin prensipleriyle hayırlı bir iş yapmak üzere bir araya gelmek yanlış değil: grupçu, mezhepçi, partici olmak hatadır ve insanı dalâlete kadar götürebilir. Bu hatadan kurtulmanın yolu Kur’an’a, yine O’nun istediği gibi topyekûn sarılmaktan geçer. 1073
İslâm’ı, O’nun güzelliklerini, O’nun insana kazandırdıklarını, İslâm’a uymakla elde edilebilecek kazançları, Allah’ın vereceği mükâfatı (vaad) ve vereceği cezayı (va’id) bilmeyenler, bu gibi konularda cahilce hareket edenler hidâyetten saparlar.1074 Bilgisizlik insanı hem doğru olandan ayırır hem de kişiyi belli konularda taassup sahibi yapar. Kişinin bilmediğini bilmemesi ise daha büyük bir kayıptır. Böyleleri kendi hevâlarına uyarlar, bildikleri az şey üzerinde inatla dururlar, sapıklıkta olsalar bile kendilerini kolay düzeltemezler. Elde edilen bilginin yanlış kullanılması da insanı dalâlete düşürebilir. İlim, insanlara gerçeği göstermesi ve hakikate ulaşmasında bir ışık olması gerekirken; insanlar bilgiyi gereğince
1068] 17/İsrâ, 71
1069] 33/Ahzâb, 67; 7/A’râf, 38-39
1070] 16/Nahl, 25
1071] 6/En’âm, 159
1072] 30/Rûm, 32
1073] 3/Âl-i Imrân, 103
1074] 6/En’âm, 144; 22/Hacc, 8-9
- 262 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanmaz. Hatta çoğu zaman Allah’tan gelen hidâyet, yani İslâm’ın ilkeleri bilimsel gerçeklere ters diye iddia edilmekte, böylece onlardan yüz çevrilmekte. Günümüzde bilim hayli gelişmiş olmasına rağmen, gayri Müslimlerin elindeki bilim, vahyi kaynak olarak kabul edip ona teslim olmadığı için insanlığın çoğu Kur’an’ın dalâlet dediği çizgidedir. Çağın da bilgi çağı değil; bilgi kirliliği çağı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kimileri de insanlara hükmetmek, onların sırtından geçinmek, ya da başka amaçlar için Din’den öğrendiği bilgileri yanlış yerde ve kendi çıkarı kullanır, hem kendi sapar hem de başkalarını saptırır.
İnsanın kalbinden ‘âhiret’ inancı kaybolduğu an, o derin bir sapıklığa düşer. Âhiret inancı şüphesiz insana hayat gerçeğini öğreten en önemli bilgidir.1075 Lehve’l hadis’e (boş, işe yaramaz, insanı Allah’tan ve O’na itaatten uzaklaştıran her türlü söz ve meşguliyete) müşteri olanlar da hidâyetten uzaklaşırlar.1076 Bu gibi sözler ve uğraşılar kişiye bir fayda sağlamaz, ama onu Allah’tan ve kulluk görevlerinden uzaklaştırır, onu dalâlete düşürür.
Dalâletin Sonuçları
Dalâlete düşenlerin kalpleri kasvetlidir (katıdır). Onların kalpleri fıtrî özelliklerini yitirmiş, hidâyete kapalı, şirke, küfre, şüpheye ve sapıklığa açıktır. Öyle kalplere hikmeti ve hidâyeti anlatmak zordur.1077 “Allah, kime hidâyet verirse onun kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse onun da kalbini göğe yükseliyormuş gibi daraltır, sıkar…“1078 Dalâlette olanların kalpleri daykdır/dardır. Dalâlette olmanın, hidâyeti bırakıp da dalâleti satın almanın 1079 âhiretteki cezası elbette Cehennem’dir.1080 Görüldüğü gibi dalâlet, doğru yoldan, Allah’ın yolundan ayrılıp başka yollara sapmak, bâtıl dinleri kabul etmek, Allah’ın emrine aykırı yaşamaktır. Bu sıfat, inkârcıların ve müşriklerin bir sıfatıdır. Bu kavram, onların hidâyetten ayrılarak yanlış yola girdiklerini, çıkmaz bir sokağa saptıklarını, gerçeğe aykırı hareket ettiklerini, kendilerini kurtuluşa götürmeyecek bir tercih yaptıklarını en güzel bir biçimde ortaya koymaktadır.
Allah’ın dâvetine kulak asmayıp O’nun âyetlerini inkâr edenler, kendilerini maksada götürecek yolu kaybedip azâbı ve tükenişi kazandıracak olan sapıklığı alırlar. Dalâlete düşmek bir anlamda azmak, haddi aşmaktır. Böyle yapanlar Hakk’ın karşısına çıkmış ve kendi aleyhlerine azap kazanmış olurlar. insanları Allah’ın dininden yüz çevirtip sapıklık yollarına sürükleyecek kişiler, sistemler ve araçlar, eski dönemlere oranla günümüzde çok daha fazladır. Bugün bir sürü siyasî sistem, hayat felsefesi, akımlar ve çalışmalar insanları dalâlete dâvet etmektedir. Eğitim ve medya araçları dalâleti daha geniş kitlelere ulaştırmaktadır. Mü’minler, İslâm’ın dalâlet (sapıklık) dediği hayat anlayışlarını davranış ve fikirleri iyi tanımalı ve kendilerini iki dünyada da kurtaracak İslâmî kimliklerini korumalılar. Her namazda okuduğumuz ve Fâtiha Sûresinde yer alan şu duâyı pratik hayatta da gerçekleştirmek gerekir: “Yâ Rabbi! Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine
1075] 34/Sebe’, 8
1076] 31/Lokman, 6
1077] 7/A’râf, 179; 13/Ra’d, 30-31 vd.
1078] 5/Mâide, 13
1079] 2/Bakara, 16
1080] 26/Şuarâ, 91-97; 17/İsrâ, 97 vd.
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 263 -
nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve dâllîn olanların (sapıtmışların) yoluna değil.“ 1081
İnsanlar mizâç itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama ve öğrenme kabiliyetleri yönünden de oldukça farklıdırlar: Bir insanın aklı ile tesbit ettiği ve “tek kurtuluş yolu“ olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan; tamamen “saçma“ olarak nitelendirebilir. Hatta insanın aklî muhâkemesini işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmada gaflete düşmesi de mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile hareket eden ve “hakikati bulduğunu“ ileri süren herkese inanmamız gerekirdi. Hâlbuki görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit ettiğini ileri sürdüğü doğruların dışında kalan her şeyi reddetmektedir. Dolayısıyla sırat-ı mustakîmin (doğru yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz. İşte bu noktada karşımıza hidâyet ve dalâlet kavramları çıkmaktadır. Allah Teâlâ; Hz. Âdem’i (a.s.) ve Hz. Havvâ'yı yeryüzüne indirdiği zaman şöyle buyurmuştu: “Hepiniz oradan inin. Sonra size Benden bir hüdâ (hidâyet) gelir de; kim Benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak da değildirler.“ 1082
Yeryüzünde insan için iki yol vardır. Birincisi: Allah Teâlâ'ya iman etmek ve hayatını İslâm'a göre düzenlemek (hidâyete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere tâbi olup, dalâlet üzere yaşamak! Bu iki yolun dışında üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir.
Dalâlete düşmenin birçok sebebi vardır. Dünyevî ihtirasa kapılmak ve âhireti unutmak, her türlü felâketin başlangıcıdır. Tâgûtî güçlere itaat etmek ve onların ideolojilerine tâbi olmak, dalâleti satın almaktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de: “O gün yüzleri ateşte evrilip-çevrilirken: ‘Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik; peygambere itaat etseydik’ diyeceklerdir. (Onlara tâbi olanlar da o gün) ‘Ey Rabbimiz! Gerçekten biz reislerimize (liderlerimize) ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar (fe'edallûne's-sebiylâ)’ diyeceklerdir. Ey Rabbimiz! Onlara (liderlerimize ve büyüklerimize) azaptan iki katını ver. Onları büyük bir lânetle rahmetinden kov!“1083 buyrulmuş ve tuğyan eden güçlere itaatin getireceği manzara çizilmiştir.
Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mü'min; Allah Teâlâ'nın sınırlarını çizdiği şeriata tâbi olmak durumundadır. Zira sırat-ı mustakîm (dosdoğru yol) budur. Mâlum olduğu üzere; namaz ibâdetini edâ ederken mutlaka okuduğumuz Fâtiha sûresinde; “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna kavuştur. Gazaba uğrayanlarınkine, dalâlette olanlarınkine değil!“ diye yalvarır ve “âmin“ deriz. Şimdi Muhammed Ali Sâbunî'nin Ahkâm Tefsiri isimli eserinden “velâd-dâlliyn“ ibâresinin mânâsını öğrenelim: “Dâllin’den (sapıklardan) kasıt hristiyanlardır. Nitekim Cenâbı Hak: “De ki: ‘Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) doğru yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin hevâ ve (heve)sine uymayın.“1084 emri ile bize bunu bildirmektedir. İmam Fahruddin Râzî, konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade eder: Müfessirlerin bazısı gazaba uğrayanlardan maksadın; görünür amellerinde hata yapan her şahıs, sapıklardan muradın da, itikadında hata yapan herkes olduğu
1081] Hüseyin K. Ece, a.g.e., s. 120-126
1082] 2/Bakara, 38
1083] 33/Ahzâb, 66-68
1084] 5/Mâide, 77
- 264 -
KUR’AN KAVRAMLARI
görüşünü tercih etmektedirler. Çünkü gazâba uğrayanları yahûdilere, sapıkları da hristiyanlara tahsis etmek esasa aykırıdır. Çünkü Allah Teâlâ’yı inkâr etme, O'na bazı şahıs ve güçleri ortak etmek din olarak hristiyanlıktan ve yahûdilikten daha çirkin, dolayısıyla onlardan korunmak daha evlâdır. Alûsî, Fahruddin-i Râzî'nin bu görüşünü reddederek şöyle diyor: “Gazaba uğrayanlar“ ile “sapıklar“ sözlerinden açık olarak yahûdi ve hristiyanların kasdedildiği sahih hadisle rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet varken, buna aykırı bir görüşe dönülemez. İmam Kurtubi de şöyle demektedir: Müfessirlerin birçoğuna göre “gazaba uğrayanlar“ ile yahûdilere, “sapıklar“ ile de hristiyanlara işaret edildiği, Hatem oğlu Adiyy'in müslüman oluşu sırasındaki hadiste tefsir edilmiştir. Ebu Hayyan'ın bu hadisle ilgili görüşü şöyledir: Eğer hadis-i şerif'in Rasûl-i Ekrem’den (s.a.s.) nakli sahih ise, ona dönmek (onunla amel etmek) farz olur. Bana göre; Fahruddin Râzî'nin görüşü, hadisi reddetmek anlamını taşımaz. Aksine onun hükmünü genelleştirerek yahûdilik, hristiyanlık ve diğer tüm İslâm dışı inançları içine alan bir ifade ile bütün kâfir ve münâfıkları âyetin şûmulüne almıştır.1085
Şurası muhakkaktır ki, hidâyetten ayrılan bir kimse, mutlaka dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: “Artık hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır?“ (Fe mâ zâ ba'de’l hakkı illâ'd-dalâl1086 buyrulmuştur. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman dalâlete düşmenin, neleri beraberinde getireceği kolayca anlaşılır.
insanın sadece aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet nimetine kavuşamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e hitaben: “İşte Biz sana da böylece emrimizden bir ruh vahyettik. Hâlbuki (vahiyden evvel) Kitap nedir, iman nedir, sen bilmezdin. Fakat onu Biz bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kime dilersek, ona hidâyet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun“1087 buyrulmuştur. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vahiy gelmeden önce, Kitabın ve imanın mâhiyetini bilmeyişi, mücerred aklın (bu noktada) sınırını çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir vasıtadır. Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı putlaştıranlar, dalâlete düşerler. 1088
Hristiyanların Sapma Nedenleri
Hristiyanlar; Hz. İsa'yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girerler.1089 Teslis inancını oluşturarak, Allah'ın birden fazla olduğuna inanırlar.1090 Allah'ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O'na çocuk isnat ederler.1091 Allah'ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinmeyip dini kendileri için zorlaştırarak ruhbanlığı oluştururlar.1092 Allah'a olan sözlerine sâdık kalmazlar.1093 Çeşitli yöntemlerle insanların mallarını gasbederler.1094 Din adamlarını, kendisine itaat
1085] Muhammed Ali Sabûni, Ahkânı Tefsiri, İst. 1984, c. I, sh. 22-23.
1086] 10/Yunus, 32
1087] 42/Şûrâ, 52
1088] Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 109-113
1089] 3/Âl-i İmrân, 79-80; 5/Mâide, 17,72, 116-117; 19/Meryem, 37-39
1090] 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73, 116-117
1091] 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30
1092] 57/Hadîd, 27
1093] 5/Mâide, 14
1094] 9/Tevbe, 34
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 265 -
edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler.1095 Allah tarafından kendilerine Lutfedilen sırât-ı müstakîmin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla meşrû gösterirler. 1096
Allah, mü'minleri ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırır ve bunu da peygamberliğin daha ilk günlerinde gerçekleştirir. Bu, elbette ki konunun öneminden ileri gelmektedir. Ayrıca, Fâtiha Sûresinin risâletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Allah Teâlâ'nın; henüz karşılaşmadıkları ve ilişkilerinde problemler çıkmadığı bir zamanda ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırmak sûretiyle, Rasûlullah ile diğer müslümanları, onlarla olan irtibat dönemine hazırladığı anlaşılır. Bazı âyetlerde ise bu sakındırmanın açıkça emredildiği görülür: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.“1097 “Ey iman edenler! Yahûdilerle hristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.“ 1098
Fakat ne yazık ki, bütün bu ihtarlara, nasihat ve korkutmalara rağmen, insanı ebedî saâdete ulaştıran yoldan ayrılma, sırât-ı müstakîmden sapma ve aynen yahûdi ve hristiyanlarda olduğu gibi bu sapmayı Allah emretmişçesine haklı ve meşrû gösterme... suçuna bu ümmet de bulaşmıştır. Üstelik bu süreç Rasûlullah'tan kısa bir zaman sonra başlar ve sistemleşip günümüze kadar devam eder.
Fâtiha Sûresi, insanları yahûdilerle hristiyanlarda açığa çıkan sapma ve yanlışlıklara düşmekten sakındırarak biter. Böylelikle insanlara sırât-ı müstakîme dâhil ve bunda dâim olmaları tâlimâtı verilir. Yine bu sûreyle, kulun Allah'a olan duâsının nasıl olması gerektiğiyle ilgili pratik bir örnek de verilmiş olur. Bütün bunların sonunda kula, burada verilen ilkelere itaat kararlılığı içerisinde, içten yaptığı duâsının kabul olunacağı inancıyla “âmin“ demek düşer; çünkü Allah, kendisine içten gelerek yapılan samimi duâları kabul eder, geri çevirmez. 1099
Sırât-ı Müstakîm, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk, dürüstlük, her çeşit işte i'tidal (denge) üzere bulunma, adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp yasaklardan sakınmak, İslâm'ın doğru yolu üzerinde yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyânettir ki; doğruluğu bırakıp hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riâyet etmeme demektir. Rasûl-i Ekrem bu konuda; “Allah'a iman ettim' de ve dosdoğru ol.“1100 buyurdu. “Yâ Rasûlallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım“ diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafî'ye de öyle cevap verdi: “ 'Allah'a iman ettim' de, ondan sonra istikamet üzere yaşa/dosdoğru ol! “ 1101
Mü'min, Allah'a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse
1095] 9/Tevbe, 31
1096] 3/Âl-i İmrân, 78; 5/Mâide, 13
1097] 4/Nisâ, 115
1098] 4/Nisâ, 115
1099] Celâlettin Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, Pınar Y., s. 158 vd.
1100] Müslim, Kitabu'l-İman 13
1101] Tirmizî, Kitabü'z-Zühd 47
- 266 -
KUR’AN KAVRAMLARI
amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten, küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid'at ve hurâfelerden tamamen uzaklaşmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.
Davranışta istikametin önemini, “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!“1102 âyetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd sûresinin, özellikle bu sûredeki “dosdoğru ol!“ emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını belirtmiştir. İslâmî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde en önemli problemi istikamettir. Bazen çok radikal; bazen çok uzlaşmacı, bazen takvâ; bazen gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar, çağımız insanının, müslüman olduğunu söyleyenlerin dosdoğru olamadığının göstergesidir.
Müslümanlar için gerçek gaye; Allah'ın rızâsını kazanmaktır. Bu, dünya ve âhiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel mânâda da müslümanı, İlâhî hoşnutluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, peygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki en doğru yoldur (sırât-ı müstakîm). Allah, bu yolu İlâhî rızâya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uymak gerektiğini çeşitli âyetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri: “İşte benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Azâbından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye etti.“ 1103
Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü'minden başkası namazı muhâfaza edemez.“1104 İstikamete ve kurtuluşa ermek için huşû içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü'minleri Allah şöyle över: “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.“1105 “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah'tır' deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaad olunan Cennet'le sevinin. Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin velîleriniz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet edenden (Allah’tan) bir ağırlanma olarak!“ 1106
Fâtiha sûresini namazlarımızda defalarca okuyarak duâ ediyoruz: Gazaba uğrayan yahûdilerin yaptıkları Allah'a isyan, Allah'a iftira, peygambere ihanet, fuhuş, hırsızlık, hakkı gizleme, ateşle İnsanları yakarak işkence etme gibi suçları çağdaş metotlarla tekrarlayanların yolunu bize verme yâ Rab!
İman, İslâm, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adâlet, doğruluk, sadâkat gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak İnsanları saptıranların yolunu da bize verme yâ Rabbi diyoruz. Burada hiç unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz gibi, kavlî/
1102] 11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15
1103] 5/En'âm, 153
1104] İbn Mâce, Kitabu't-Tahâre 4
1105] (46/Ahkaf, 13-14
1106] 41/Fussılet, 30-32
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 267 -
sözle duâdan önce fiili duâ gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve tâğutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücâdele etmeksizin onların yolunu dille reddetmenin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington'a giden uçağa bindiği halde, “Yâ Rab, beni Mekke'ye ulaştır“ diye duâ etmek bir netice vermeyeceği gibi, bu istek Sünnetullah'a da terstir ve Allah'la alay etmek demektir.
Bu sûre, bize ayrıca İslâm'da tebliğ metodunun nasıl olması gerektiğini de öğretir: Biz tâğuttan önce Allah'ı; küfürden önce İslâm'ı tanımalı ve tanıtmalıyız. Sonra da tâğutun ve küfrün mantığını ve nasıl yıkılacağını yine Kur'an'dan öğrenmeliyiz. Rabbimiz altı âyette kendisini ve kendi rızâsına giden yolu bize tanıttıktan sonra bu yoldan sapanlardan olmamamız konusunda bizi uyarıyor.
Dünyada devlete, âhirette Cennete çıkan bu sırât-ı müstakîmi Rabbimiz'den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Yâ Rabbi, diye milyonlarca kere duâ ediyor, âmin diyoruz. Mekke'ye, Kudüs'e gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah da (c.c.) şöyle demiş oluyor: Siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, âhirette Cennete götürecek sırât-ı müstakîmi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lâm Mîm. İşte bu Kitap, O'nda hiç şüphe yoktur. Müttakîler için doğru yolu gösterendir.“ 1107
Sırât-ı Müstakîmin Gerekleri
Sırât-ı Müstakîm'de olmak isteyenler açısından neler gerekli olmaktadır? Bu soruya cevap vermeye çalışalım:
Sırât-ı Müstakîm'in gereklerini iki ana bölümde ele almak doğru olacaktır:
Sırât-ı müstakîmde olabilmenin gerekleri,
Sırât-ı müstakîmde devam edebilmenin gerekleri.
Hiç şüphesiz, her aklı başında insan kabul eder ki, istemekle ya da “ben doğru yoldayım“ demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar yerine getirilmediği takdirde söz; kuru bir iddia ya da yalancı bir avunmadan öte bir mânâ ifade etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu yanılmadan tesbit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Bunun için de sırât-ı müstakîmde olabilmenin şartlarını önce biz tesbit etmeliyiz.
1- Sırât-ı Müstakîm'de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle âyet ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:
a- İman 1108
b- Yöneliş: İkinci gereklilik; sırât-ı müstakîmde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidâyet ediciye yönelmektir. 1109
c- Sünnet
d- Gönül Genişliği 1110
1107] 2/Bakara, 1-2; Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, Cantaş Y., c. 1, s. 77-78
1108] 22/Hacc, 22; 3/Âl-i İmran, 101; 4/Nisâ, 175; 16/Nahl, 104; 72/Cinn, 14; 4/Nisâ, 66-68
1109] 13/Ra'd, 27; 29/Ankebut, 69; 5/Mâide, 16
1110] 59/Haşr, 10; Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111; 16/Nahl, 125
- 268 -
KUR’AN KAVRAMLARI
2- Sırât-ı Müstakîm'de Devam Edebilmenin Gerekleri
a- Takdir ve Şükür 1111
b- Teyakkuz: Teyakkuz, tehlike ya da düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı olmak demektir. Gaflet etmemektir.
c- Dikkat ve Titizlik: Elindeki nimeti takdir eden kişi; çevrenin tutum ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hâl u kârda nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir. 1112
d- Kıskanmamak: İlâhî nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için kıskançlık da câiz değildir. “Yalnız benim olsun“ ya da “yalnız ben olayım, yalnız ben kurtulayım“ gibi sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. 1113
e- İlâhî İrâde ile İrtibat (Duâ) 1114
“Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen.“ 1115
“Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah'ım, benim kalbimi dinin üzere dâim ve sâbit kıl!“ 1116
“Bizi sırât-ı müstakîm'e ilet (ve onda dâim ve sâbit kıl!).“ 1117 Âmin. 1118
İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır
“Şüphesiz Biz ona (insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.“1119 Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, İlâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmasına sebep olur.
Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münâsebet vardır. Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm“dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şâyet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması,
1111] 7/A'râf, 43; 72/Cinn, 15-16; 2/Bakara, 5
1112] 11/Hûd, 112; 5/Mâide, 105; 15/Hıcr, 40
1113] Taberâni, El-Mu'cemu's-Sağîr, II/50; Feyzu'l-Kadir, II/421; Kenzu'l-Ummâl, III/269
1114] 40/Mü’min, 60
1115] 3/Âl-i İmrân, 8
1116] Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13
1117] 1/Fâtiha, 6
1118] İ. L. Çakan, Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, Şamil Y., s. 153 vd.
1119] 76/İnsan, 3
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 269 -
başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır. 1120
Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücâdelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan1121 “sırat köprüsü“, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırât’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.
Sırât köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırât köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırât köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terk ederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, İnsana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.
Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.
Sırâtın altında cehennem vardır. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırât ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırâtı geçmeleri mümkün değildir.
Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. 1122
Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler
“Bu dünyada bir garip gibi yaşa; yolcu gibi ol!“ Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzilden ayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yol“u ve “o yolun
1120] 7/A’râf, 16
1121] Tâc, 5/394
1122] Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Ribat Y., s. 337 vd.
- 270 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yolcuları“nı anlayamaz. Sırât-ı Müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadar yolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.
Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkıyâlara karşı yol silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.
Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzil üzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyen insanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.
“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.“ 1123
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.“ 1124
Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.
Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu, yoldaki engelleri bilmek ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamak için, rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmiş olsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakîme hidâyet edecektir yolun sahibi.
Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş gidenin, doğru yolda zikzaklar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak
1123] Mehmed Âkif Ersoy, Safahat
1124] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 271 -
istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibi uzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.
Kalabalık yolda arabamıza yolcu çağırmaktır tebliğ. “Kalabalık yol“ dedim. O kadar çok araba var ki yolda… Kimi süslü-püslü, nefse hoş gelecek görüntülerle döşenmiş, kimi modern mi modern. Bazı arabalar süratiyle, bazıları kalabalık yolcularıyla aday yolcuları cezbediyor. Arabanın nereye gittiği, çoğu yolcunun umurunda bile değil, kimi arabaların zikzak çizmesi, bir km. ileri, 2 km. geri gitmesi de.
Arabalarına çeşitli yöntemlerle çağıranlar da çok. Otogarlardaki çığırtkanlar gibi bazıları. Yaka-paça zorla kendi arabalarına bindirecekler neredeyse yolcu adaylarını. Yarı yolda indirecek mi, kazaya kurban mı edecek, şoför ehliyetsiz mi, hepsinden önemlisi araba hangi istikamete gidiyor, belli değil.
Bazıları da yolun kapalı olduğunu, nice insanın yoldan geri döndüğünden yola çıkarak tahminle karışık değerlendiriyor. Aslında kapalı olan, yoldan kaçmaya çalışanın alıcıları. Yol almak isteyene yol açık, bahaneyi bırak sen de yola çık.
Üzerinde Washington, ya da İsrail yazdığı halde “bu araba Mekke’ye gider“ diyen çığırtkanlar mı ararsınız, soyguncu şeytanla işbirliğinden sâbıkalı şoförler mi, hepsi mevcut.
Bütün bunlar ve benzerleri sizi korkutmasın. Siz de arabanızı hazırlayın; daha doğrusu Nuh’un gemisinin servis otosu için yolcu çağırmaya çalışın. Aman ha unutmayın; ilk işiniz çok yolcu almaktan önce, tertemiz arabaya leke sıçrat(tır)mamak. Sürat yapılmayacak yerdeki sürat, yoldakilerin üzerine çamur sıçratabilir mümkün ki. Az önce çamura boyadığımız kişiyi hangi yüzle arabanıza çağırabilirsiniz ki?! Yoldaki insanların niceleri yolcu olduğunun farkında bile değil; istikametlerinin farkında olmadıkları gibi. Sanki kör ebe oyunu oynuyor; önüne kim geçtiyse onu şoför olarak seçebiliyor. Körlere kılavuzluk çok zor değildir, ama kör olduğunun farkında olmayan bakarkörlere, sarhoşlara rehberlik ve onları gitmeleri gereken yere yönlendirmek zorun da zorudur.
Yolda kalmışları, yoldan çıkanları, yanlış araba ve kötü şoför seçenleri iknâ etmek kolay olmasa gerek. Başka şoför ve arabalarla uğraşıp boşa vakit geçirme. Ezanı oku, ezandaki tevhidî dâvetle kurtuluş gemisine çağır insanları. “Kurtuluş gemisi“ dedim; bu, senin-benim derneğimiz, vakfımız, radyomuz, dergimiz, partimiz, tarikatimiz, cemaatimiz… değil. Belki o hüsn-i zanla biniyoruz o arabalara ve sırât-ı müstakîm yolcusu olduğumuz konusunda hiç şüphemiz yok; olsun! Yolcuları veya yolcu olmadığını sanan yolcu adaylarını başka bir beşerî tabelaya / çalışmaya değil; Allah’a dâvet etmeliyiz, sadece Allah’a, O’nun yoluna (İslâm’a), O’nun kitabına; O’nun peygamberinin yaptığı gibi.
“Şüphesiz bu Benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yol sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte (kötülükten) sakınmanız ve takvâlı olmanız için Allah size bunları emretti.“ 1125
“Sadece Bana ibâdet ve kulluk edin. Dosdoğru yol budur.“ 1126
1125] 6/En’âm, 153
1126] 36/Yâsin, 61
- 272 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“De ki: İşte bu benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol (basîret) üzerindeyiz (kör bir saplantı içinde değiliz). Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim. Ve ben şirk koşanlardan değilim.“ 1127
Dünya hayatının nazenin yolcuları! Sizler için açılmış nice yollar var. Fakat, bu yolların sadece birinden gitmeniz istenmiş sizden. Dünya hayatı bir labirent gibi... Çıkış yolu bir tane... Aramak, bulmak lâzım. Bunun için de labirenti kuşbakışı görebilecek yerde durmak gerek. Deneme yanılma yoluyla da belki çıkış yolu bulunabilir. Fakat süreli bir arama içinde buna vakit yok. Öyleyse “yolcu yolunda gerek“ uyarısına kulak verip, bizim için açılmış doğru yolda, yola devam etmeliyiz. Gereksiz meşguliyetlerle yerimizde saymak ciddi bir zaaf. Yolculuğumuzda tahribat oluşturacak tavırlara göz yummak da bir fâcia. Gideceğimiz yolun tahrip olması bizim yürüyüşümüzü zorlaştıracaktır. Hele yol kesicilerin güçlenmesine izin vermek yolculuğu sekteye uğratacaktır. Onlarca yolsuzluğun yaşandığı dünyada, ana yola (sırât-ı müstakîme) açılacak zeminler oluşturmalıyız. Şairin dediği gerçeği haykırmalıyız. “Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya/ yüzüstü çok süründün ayağa kalk ......“
Yol açmak... Ulaşılamayan nice köylere, nice insanlara, nice cevherlere... Önder olmak, öncü olmak. Bize dosdoğru yolu açanın da bizden istediği bu değil mi? İyi bir işte “çığır“ açanların, arkasından gelenler kadar sevap kazandığı müjdesini alıyoruz; tabii bunun tersi de mümkün.
Elbette merkeze ulaştıracak yolları açmak her zaman kolay olmuyor. Bazen kazma kullanmak yeterli iken, bazen de buldozer ya da dinamit kullanmak gerekebiliyor. Hiçbir yol açma görevlisi, karşılaştığı dağ gibi engellere gelince “buraya kadar!“ dememiştir, deme hakkı yoktur. Çözüm bulmuş, meydan okumuş: “Dağlar seni delik delik delerim, kalbur alır toprağını elerim“ demiş, tünel açmış, köprü kurmuş; şehirleri kasabalara, kasabaları köylere bağlamış, insanı insana kavuşturmuştur.
Bütün bu işleri beceren dünya hayatının nazenin yolcuları! Hemcinslerinizi yoldan çıkarmaya çalışan, Yaradan’a götüren yolu tahrip eden yolsuzlara karşı kullanacak kazmanız, buldozeriniz, dinamitiniz yok mu? “Yolcu yolunda gerek“, eğleşmek size göre değil.
Yol açanların aynı zamanda yolculuğu kolaylaştıracak yürüyüş tarzı geliştirmeleri gerekir. Zira sırat-ı müstakîm adlı ana yolun sahibi o yolun yolcularına yolu kolaylaştırmıştır. Seçtiği yol önderi de “kolaylaştırın, zorlaştırmayın“ uyarısında bulunmuştur.
Açtığınız yollarda yürüyen yolculara, kendilerinin de yol açma sorumluluğunun olduğunu; en azından açamıyorlarsa da, yolda yatıp eğleşerek arkadan gelenleri oyalamamaları gerektiğini hatırlatın. Çoğu idealist yolcular realist yolculara takılıp hızlarını yavaşlatmışlardır. Bu durumda yola devam ederken yoldaşımızı da doğru seçmemiz gerekliliği ortaya çıkıyor.
Yola çıkarken yalnız kalma tehlikesini de göze almalıyız. Eğer çevremiz, korkaklar, tembeller ve zoru göze alamayanlardan müteşekkil ise bu tehlike ile her zaman karşı karşıyayız. Ama yola sebatla devam edersek, A mıntıkasında olmasa
1127] 12/Yusuf, 108
SIRÂT-I MÜSTAKÎM
- 273 -
da, B mıntıkasında kendimize göre yoldaş bulma ümidi vardır. Zira dosdoğru yolun sahibi bizzat kendisinin yoldaşımız olacağını vaad ediyor.
Her şeye rağmen yoldaşınızı çok iyi seçmek zorundasınız. Duygusallığa, zaafa yer yok bu yolculukta. Yolcu ve yoldaş yolunda gerek.
Bugün yolunda gitmiyorsa işler, yolsuzlukla uğraşanlar ve bunların yolsuzluğuna göz yumanlardadır suç. Küçük bir tahribatın onarılmaması gayya çukurlarının oluşmasına sebebiyet verecektir. Yoldan sorumlu sorumsuzların ihmali nasıl kazalara sebebiyet veriyorsa, ana yolun sahibine yapılan haksızlıklara göz yumanların âkıbeti nasıl olacak?! Sırât-ı müstakîm adlı doğru yol da bir tanedir, sahibi de. Kimse ortak olmaya çalışmasın. Bu yolsuzluğu savunacak avukatlara da söz yok orada. Yoldaşlık ana yolun sahibine göre değilse bu yoldaşlık külfet. Yolun sonunda hesaptan kurtulmak için yoldaşını bile feda eder yolcu. Fakat nihai sonda yoldaş yoldaşa hiç bir şey yapamaz. Ve o gün geldiğinde... Ana yolun sahibinin diğer yolları ortadan kaldırdığı, yolcuları tek bir merkezde topladığı gün, o gün geldiğinde... eğleşen insanlar yarışı kaybettiklerini anlayacaklar; kazanmak için yeni arayışlar içine girecekler, ama... Artık o engele ne kazma, ne buldozer, ne dinamit...
Yolcu yolunda gerek...
Dosdoğru yolun sahibine doğru giderken herbirimiz dönüşü olmayan bir yola giriyoruz. Dünya yollarına benzemiyor. Bütün yollar Roma’ya çıkmıyor. Bütün yolcularda Roma’ya gitmiyor.
Ey doğru yolun doğru yolcuları! Gerek yaya, gerek koşarak, gerek bineklerle yola devam edin, ama sakın ha yolda çakılıp kalmayın, yolda yatıp eğleşmeyin. Parsanın payı sadece size ait. Haydi koşun... Yolcu yolunda gerek. Ne kadar yol koştunuz, ne de çabuk yoruldunuz? Daha gidilecek çok yol var. Haydi yola!
Yolda giderken yürüyüşünüze de dikkat edin. Anayolun sahibi öyle istiyor. Yolsuz yolcular gibi mağrurluk, zâlimlik, ayağınıza takılanı ezmek yok bu yürüyüşte. Başı havada gitmek de yok. Yolda kalmışa iyilik yapacaksın, yolcuya hakkını vereceksin, sağına soluna bakıp senden önceki yolcuların bıraktıklarına bakıp tefekkür edeceksin. Ve anayolun sahibini her handa zikredeceksin. Zira güzel yolculuğun referansı bu.
Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyız ki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.
Yol açıklığı ver yâ Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğramışların yoluna değil Allah’ım!
- 274 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sırât-ı Müstakîmle İlgili Âyet-i Kerimeler
Sırât-ı Müstakîm İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 33 Yerde:) 1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212; 3/Al-i İmran, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En'âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A'râf, 16; 10/Yûnus, 25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü'minun, 73; 24/Nûr, 46; 36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 108-119
2. Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c.1, s. 354-363
3. Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y c. 1, s. 122-139
4. Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-78
5. Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45-48
6. Tefhimü'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42
7. Fâtiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 199-237
8. Fâtiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297
9. Sorularla Fâtiha Sûresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 183-188
10. Sırât-ı Müstakîm ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.
11. Sırât-ı Müstakîm 1, 2, İbni Teymiyye, (terc. Salih Uçan) Pınar Y.
12. Sırât-ı Müstakîm'de Yürümek İçin, İbrahim Balcı-Medine Balcı, Ebrar Y.
13. İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 5 s. 412 ve c. 3 s. 221-222
14. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-146
15. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 128-134
16. Mefhumlardan Tefekküre, Hayri Bilecik, Hülbe Y. s. 99-105
17. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 221-223
18. İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35
19. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-171
20. Fâtiha Sûresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-63
21. Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 177-192
22. Namaz Duaları ve Sûreleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 81-84
23. Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 337-340
24. Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 140-143
25. Yeni İslâm İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 585-587

 
Okunma 1189 kez