Cumartesi, 06 Şubat 2021 21:09

KITÂL / SAVAŞ

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

KITÂL / SAVAŞ


- 75 -
Kavram Kavram no 157
Görevlerimiz 33
Bk. Cihad; Velî/Dost; Düşmanlık
KITÂL / SAVAŞ


• Kıtâl/Savaş; Anlam ve Mâhiyeti
• Barış ve Savaş
• Kur'ân-ı Kerim'de Savaş Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Savaş
• İslâm’da Savaşın Sebebi ve Amacı
• Bir Savaşçı, Bir Komutan Olarak Rasûlullah
• Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
• Cihad ve Mücâhede
• Gazve ve Seriyye
• Kıyâm/Ayaklanma
• Nefr/Seferberlik
• Ribat ve Murâbıt
• Mü’min Toplumlar Arası Savaş
• Savaş ve Barış Dünyası (Dâru’l-Harb ve Dâru’l-İslâm)
• Allah’a Karşı Savaşan Rejimler
• Terör ile Cihad Arasındaki Fark
• İfsâd: Huzuru Bozma ve Terör
• Konuyla İlgili Lügatçe
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada) size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur. Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle (takvâ sahipleriyle) beraberdir. Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda dürüst olun (güzel davranın), çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.“ 188
Kıtâl/Savaş; Anlam ve Mâhiyeti
“Kıtâl“ ve “katl“in kelime anlamı, rûhun bedenden giderilmesidir, aynen
188] 2/Bakara, 190-195
- 76 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ölüm gibi. Ancak, rûhun bedeni terk etmesi, dıştan bir etkinin sonucu sayılınca buna katl veya kıtâl, kendiliğinden olmuş sayılınca buna mevt/ölüm diyoruz.189 Kur'an, hayatın önemli olaylarından biri olan kıtâl keyfiyetini inkâr ve ihmâl etmemiş, onunla ilgili ayrıntılı hükümler ve düzenlemeler indirmiştir. Kıtâl kaçınılmazdır.
İnsan, bir başkasını öldürebilir mi? Öldürebilirse, bunun çerçevesi ve şartları nedir? Kur'an'ın bu soruya verdiği cevap, şu şekilde ifâde edilebilir: Hayatına ve din gibi temel bir hürriyetine kastedilen kişi, müdâfaa için öldürebilir. Kur'an, bu şartlarda bir öldürmeye “Allah yolunda mukaatele“ (Allah yolunda savaş) der ve onu insanın onuru ve görevi sayar. Eğer biri veya birileri ölecekse, bunlar hayata, mukaddes değerlere ve insan onuruna ilk saldıranlar olmalıdır. Bunun aksini düşünmek, hayata ve insana saygı değil; beceriksizlik veya ikiyüzlülük sebebiyle, hayatın pusuya düşürülmesine ve zulme göz yummaktır. Zulme göz yumuş da zulme ortak olmaktır. İnsana düşen, hayata ve insanın din, fikir, haysiyet gibi fıtrî haklarına saldıranı korumak için bahane aramak değil; hayatı ve hürriyeti saldırıya uğrayanın yanında yer almaktır. Kur'an'ın bu noktaya dikkat çeken beyanları çok dokunaklı ve etkileyicidir. 190
Kıtâl, hayata kastedenlere karşı, hayatı elinde tutan Kudretin bir emri olarak uygulanır. Hayata kast etmenin ölçüsü, Kur'an'a göre, ilk öldüren olmaktır. Ve bu anlamda “bir tek kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.“191 İlk öldürene karşı çıkarken öldürmek (meşrû savunma) ve ilk öldüreni cezâlandırmak için öldürmek (kısas), hayata kast etmek değil; hayata hizmettir: “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.“ 192
İnsanlığın ilk kıtâl olayı, iki kardeş arasında meydana gelmiş ve bu ilk kıtâl kıskançlık, çekememe yüzünden vücut bulmuştur. Mâide sûresi 27-31. âyetler Hz. Âdem'in iki çocuğu arasındaki kıtâl olayını özetle şöyle vermektedir: Kardeşlerin ikisi Allah'a birer kurban sunmuşlar; birininki kabul edilmiş, ötekisi reddedilmiştir. Bunun üzerine kıskançlık krizine giren kardeş, kurbanı kabul edileni öldürerek toprağa gömmüştür. Kur'an bu öldürme olayını bir hüsrân (büyük kayıp, sapma) olarak anar ve katil kardeşi nefsinin tahrik ettiğine dikkat çeker. Kur'an'ın burada dikkat çektiği bir husus da öldüren kardeşin sonradan pişman olduğudur.
İnsanlığın bu ilk cinâyetine bakışta ortaya konan noktalarda cana kastın değişmez sebepleriyle şaşmaz sonucunu açıkça görebilmekteyiz: Kıskançlık, hırs, nefsin dürtmesi ve sonuçta hüsran ve pişmanlık...
Cana kastın yasaklığı, kişinin kendi canına kastı için de geçerlidir. Hayat hakkını ortadan kaldırma hakkını, kendi nefsiniz için de kullanamazsınız. Hayatı veren de, alan da Yaratıcı Allah'tır. İnsan, hayatı devam ettirmek için her şeyi yapmaya mezun ve memurdur; fakat Allah'ın meşrû gördüğü yollar hâriç; hayatı tehlikeye atmaya ve ortadan kaldırmaya asla müsaade edilmemiştir.193 İntihar, bir başkasını öldürmek kadar büyük bir günahtır.
189] Râgıb, Müfredât
190] bkz. 4/Nisâ, 75
191] 5/Mâide, 32
192] 2/Bakara, 179
193] bkz. 2/Bakara, 195; 4/Nisâ, 29
KITÂL / SAVAŞ
- 77 -
Kıtâl konusunun en önemli sorularından biri şudur: Kur'an'da savunma dışında kıtâl (İslâm'ın, taarruz/hücum/saldırı şeklindeki savaşa izin verip bunu emretmesi) var mıdır? Bu soruya “evet“ veya “hayır“ diye tek kelimeyle cevap vermek mümkün değildir kanısındayız. Çünkü “saldırı“ ve “savunma“ izâfî/göreceli kavramlardır. Hangi anlayışı esas alarak saldırı veya savunmanın tanımını ve boyutlarını yakalayacağız? Bunun yerine Kur'an'ın şu iki ölçüsünü kullanmak daha sağlıklı sonuçlara götürecektir. Fiilen hayata kastetmiş zâlimlere karşı kıtâle/savaşa başvurulur ve tebliğe mâni olanlara, Allah'ın dininin hâkim olup yayılmasının önündeki engellere karşı çıkılır. Bu karşı çıkmanın götüreceği sonuç bir mukatele, yani savaş oluyorsa, o da göğüslenir. Zâlim olmayanlara, başkalarının canına ve temel haklarına saldırmayanlara ve İslâmî tebliğin önünde engel olmayanlara karşı savaş meşrû değildir. İnsanları savaş korkusunda bırakarak, silâh zoruyla, ya da değişik baskı ve zorlamayla İslâm'a sokma yönüne gidilemez.194 Tebliğin boyutları ve şartları bellidir. Tebliğ kendisine ulaşan bunu kabul eder veya etmez. Ancak, tebliğin yapılmasını ve kitlelere ulaştırılmasını engelleyenlere, engellemedeki tavırları cinsinden karşılık verilir. Bu, kıtâl/savaş da olabilir. Bu yüzden biz kıtâli, hayata ve hürriyete, insanın temel haklarına kastedenlere karşı çıkmak esasına oturtmayı, Kur'an'ın temel tavrı diye anlıyoruz. Şu âyetler, bu tesbitin Kur'anî dayanağını vermektedir: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 195
Tesbit edilen bu ölçüler içinde bir kıtâlin, çok yönlü bir hareketler serisine vücut vereceği açıktır. Başlangıcı meşrû bir kıtâl devresine girildiğinde bunun içinde saldırılar ve savunmalar ardarda gelir. Bunları birbirinden ayrı düşünemeyiz. Kur'an'ın “müşrikleri yakaladığınız yerde öldürün, küfrün önderlerini öldürün, şeytanın dostlarını öldürün“196 âyetleri, işte böyle bir süreç içindeki hareketlerden bazılarıdır. Konuya başlangıcı itibarıyla ışık tutan âyetler: “Eğer sizi öldürürlerse siz de onları öldürün, onların sizi toptan öldürdükleri gibi siz de onları topyekün öldürün.“197 şeklinde müslümanın kıtâl tavrını bir cevap-hareket olarak belirlemiştir.
Şurası kesindir ki; Kur'an, bağlılarının silâhsızlanmasına gidecek bir yola onay vermez. Böyle bir şey, Kur'an'ın insanını, korumak ve yüceltmek zorunda olduğu değerleri savunmada yetersiz bırakır. Kur'an'ın insanı Allah yolunda savaşacak, ezilip itilen, yurtlarından edilen çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar için didinecektir. Böyle bir mukatelede/savaşta yer almak Allah'ın sevgisini kazandırır.198 Böyle olunca, Kur'an bağlısı, her an kıtâle girebilecek halde olmak zorundadır. Çünkü onun görevi evrensel bir görevdir. O, kendi nefsinin keyfini yerine getirmekle işini bitirmiş olmuyor. Sırtında bir büyük emânet vardır.
Anılan değerler uğruna kıtâl sergilerken can verenler, yani karşı-kıtâl ile
194] 2/Bakara, 256
195] 22/Hacc 39-40
196] 9/Tevbe, 36, 12; 4/Nisâ, 76, 82; 2/Bakara, 191
197] 2/Bakara, 191; 9/Tevbe, 36
198] 4/Nisâ, 75-76; 61/Saff, 4
- 78 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öldürülenler, Kur'an diliyle, “ölümsüz“ ilân edilmişlerdir. Bu şehîdlere “ölü“ demek bile yanlış ve yasaktır. 199
İman, bir anlamda Allah uğrunda hayır ve güzellikler için sürekli savaş halinde olmaktır.200 Çünkü hayat, Allah yolunda hayır savaşçılarıyla, karanlık kuvvet olan şeytanî güçler (tâğut) uğruna savaşanların bir çarpışma alanıdır.201 Şeytanî güçler/zâlim ve fesatçılar sürekli tetikte ve hazır beklerken, Allah'ın askerleri aydınlık kuvvetin pasifliği seçmesi hayata hizmet değil; ihânet olur. Bu hak savaşçıları, yaradılış dininin egemen olduğunu, tüm dünyada İslâm'ın hâkim olduğunu görünceye kadar hazır ve faal olmak zorundadır.202 Çünkü ona kıtâl iznini veren kudret bunu, zulme bir karşı çıkış için vermiştir.203 O halde bu hayırlı kuvvetin pasifliğe mahkûm olması veya bahane bulmaya çalışması, zulme destek vermek olur. Emâneti omuzlayan ve yeryüzünün halîfesi unvanını almış bulunan204 bir varlığın böyle bir yola gitmesi beklenemez. O, emâneti taşıma uğruna savaşmak zorundadır. Bu ona, çok gelecektir,205 ama mutlu bir gelecek ve ölümsüz bir hâtıra bırakmak için başka yol yoktur. Bu yüzden, Kur'an'ın insanına kıtâl, nefsi onu sevmese de bir güzel kader olarak yazılmıştır.206 Ve Peygamberin görevlerinden biri de büyük emanetin sahibi olan iman adamını kıtâli göğüsleyecek bir coşku içine çekmek ve onu kıtâl ruhuyla diri tutmaktır.207 Allah yolunda seferber olun dendiğinde, iğreti hayatın zebûnu olarak olduğu yere çakılıp kalmak iman adamına yakışmaz. Bu yolu seçenler, rezil ve zelil olurlar ve nihâyet Allah onları siler süpürür ve yerlerine, emâneti yüklenebilecek cihad eri başka topluluklar getirir. 208
Kıtâli sevmeyen ve onu çirkin görenler bilmelidirler ki kıtâlden kaçış fitneyi kökleştirir, yani insanlığın dirlik ve düzenini bozar. İşte bu, kıtâlden çok daha beter bir sonuçtur. Yani, fitne, kıtâlden daha kötü ve yıkıcıdır. 209
İslâm’da savaş, zorla insanları dine sokmak için değil; savunma ya da düşmana misliyle mukabele için yapılır. Kur’an’ın genel içeriğinden anlaşılan budur. “...Onlarla çarpışırsanız yahut onlar İslâm olurlar (müslüman olur veya teslim olurlar)“210 âyeti, bu anlayışa aykırı değildir. Burada savaşılması emredilen kavim, düşman olan kâfirlerdir. Onları öyle bırakmak müslümanlar için tehlikelidir. Tehlikeyi bertaraf etmek için onlarla savaşmak gerekir. Düşmanın, savaşa neden olan tutumlarına son vermesiyle savaş da sona erer. Bu da düşmanın, müslüman yahut teslim olması veya barış yapılmasıyla olur. Hudeybiye barışı bunun en güzel örneğidir. Peygamber (s.a.s.) müslüman olmayan müşriklerle barış yapmıştır. ‘Barış, Araplardan başkası hakkındadır, Araplarla barış olmaz, mutlaka onların müslüman
199] 2/Bakara, 154; 3/Âl-i İmrân, 169
200] 9/Tevbe, 111
201] 4/Nisâ, 76
202] 2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39
203] 22/Hacc, 39
204] 2/Bakara, 30; 33/Ahzâb, 72
205] 4/Nisâ, 77
206] 2/Bakara, 216
207] 8/Enfâl, 65
208] 9/Tevbe, 38-39
209] 2/Bakara, 119, 217; Ali Ünal, Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 296-302
210] 48/Fetih, 16
KITÂL / SAVAŞ
- 79 -
olmaları gerekir’ diye Kur’an’da bir hüküm yoktur. 211
Ağırlık ve meşakkatiyle doğru orantılı olarak Kur'an, mü'minler arası hiyerarşide cihada büyük önem vermişti.212 Zira cihad; fiilî bir iman olmanın ötesinde, kişinin makam, mevkî, mal, can gibi en değerli varlıklarını ortaya koyduğu bir olgudur. Cihadın “amellerin zirvesi“213 ve “Allah katında en değerlisi“214 olarak tavsif edilmesi, ayrıca işin (dinin) teslimiyetle başlayıp namazla ayakta durması ve cihadla kemâle ermesi de215 buna dayanmaktadır. Nitekim birtakım iman sahipleri, bu ağırlık ve meşakkatten dolayı nifaka düşmüştür.216 Canla cihad, yani kıtâl, müstekbirlerin müstaz'aflar üzerindeki tahakkümüne son verme teşebbüsüdür. 217
Muhârebe; Allah ve Rasûlüyle fiilî mücâdeleyi ifâde etmekle birlikte,218 bir âyette, nebevî otorite tarafından sağlanan asayişin -yol kesmek sûretiyle- bozulması bağlamında kullanılmıştır.219 Kur'an ayrıca, fâiz yasağından sonra hâlâ fâiz alıp verenlerin Allah ve Rasûlüyle savaşmakta olduklarını belirterek fâiz alışverişini, -bir amel zaafı olduğu düşünülse de- imansızlık olarak görmüştür.220 Bu âyet, “Şâyet mü'minseniz, geri kalan fâizi bırakın!“ hitâbıyla son bulmakta ve 279. âyet de “Bunu yapmayacak olursanız Allah ve Rasûlü ile savaşa girdiğinizi bilmiş olun!“ diyerek bu emre uymamanın imansızlıkla eş değer olduğunu ifâde etmektedir. 221
Cihad, bir amaca varmak için tüm gayretini seferber etmek demektir. Cehd, olabilecek tüm gayretini harcayarak çalışabileceği kadar çalışmak demektir. Cehdin Kur'an peceresinde üç görünümü vardır: Mücâhede, ictihad ve cihad. Tüm diğer gayretlerin (cehdlerin) hareket noktası ve belirleyici ölçüsü bireyin iç dünyasındaki cehdin yani mücâhedenin başarısına bağlı bulunmaktadır. Mücâhedede başarıyı elde edememiş gayretler, insana, aldanış ve hüsrandan başka bir şey kazandıramaz. İctihad da, cehdin ilmî, fikrî, düşünsel alandaki görünümüdür. Tüm gayretini seferber ederek bilim ve düşünce üretmek demektir. Bu üretimi yapan bilim ve düşünce adamına müctehid denir. Bu üretim, iç dünyası arınmış Allah'tan hakkıyla korkan bireyin faâl olduğu değerler alanında vücut bulur. Bunun içindir ki, mücâhede gerçekleşmemişse ictihad da gerçekleşemez.
Cihad; cehdin üçüncü belirişi, insanı insan yapan değerlerin çiğnenmesi durumunda başvurulan her türlü kavga ve savaşın adıdır. Şartları doğmuş bir savaş, insanın yolunu tıkayan engelleri aşmanın olmazsa olmaz şartıdır. Bütün mesele, savaşın şartlarının doğup doğmadığının iyi belirlenmesi ve seyrinin Kur'anî ruha uygun biçimde ayarlanmasıdır. 222
211] İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadis, 10/20
212] 4/Nisâ, 95
213] Buhârî, Hacc 4, Cihad 1; Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad 22
214] Buhârî, Edeb 1
215] Tirmizî, İman 8, Fezâilü'l-Cihad 22
216] 4/Nisâ, 154; 9/Tevbe, 45 vd.
217] 4/Nisâ, 75
218] 9/Tevbe, 107
219] 5/Mâide, 33
220] 2/Bakara, 278-279
221] Murat Sülün, K.K.Açısından İman-Amel İlişkisi, s. 330, 334
222] İslâm Nasıl Yozlaştırıldı, s. 134-135
- 80 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihad, cidâl ve kıtâl. Birbirine yakın gibi görünürler ama aralarında belirgin farklar var. Kıtâlde savaşmak, katledip öldürmek esas. Cidâl, bir üstünlük kavgası, menfaat çekişmesi, gâlibiyet mücâdelesi. Cihad ise gayret etmek, olanca gücünü ve kuvvetini sarf etmek mânâsına geliyor. Fakat cihadda bir şart var ki onu diğerlerinden net biçimde ayırır; “fî sebîlillâh“ yani Allah yolunda, Kur'an nâmına ve İslâm uğrunda olma şartı. “Savaş ve cidâl“ ancak bu şartın gerçekleşmesi halinde “cihad“ olurlar.
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır.“223 Demek ki cihad ve savaşta birinci gâye, âhiretimiz için bir ticâret yapmak. Cihadın ve savaşın bazı külfet ve meşakkatleri olsa da bunlar insanın o acıklı azaptan kurtulması yanında hafif kalırlar. Yolumuzu aydınlatmak için malımızı yakmak, cehennemde yanmamak için canımızı incitmek, birtakım zorluklara, sıkıntılara katlanmak gerek. Demek canla cihad başkalarını öldürüp cehenneme göndermek için değil; nefsimizi ve diğer nefisleri cehennemden kurtarmak için yapılır. Yanmaktan kurtulan hamiyetli insanların yapacağı ilk iş, başkalarının imdâdına koşmak değil midir? Cihad, bu yönüyle, insan kurtarma savaşının adıdır. Eğer birtakım insanların hak ve hakikate ermesine bir başka grup engel oluyorsa bunlarla savaş etmek de cihaddır.
Savaşta maksat ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını iki maddede özetleyebiliriz: “Bize saldıran yahut saldırıya hazırlanan düşmana karşı kendimizi müdâfaa etmek“ ve “zâlim devletlerle savaşarak, insanlığa hürriyet ve hidâyet yolunu açmak.“ “Dinde zorlama yoktur.“224 Ancak, cennet yolunu zorla kapamak isteyenlerle de savaştan başka çare yoktur. Bu savaşta başarı sağlandıktan sonra kişi inancında serbest bırakılır. Dilerse İslâm'ı kabul eder, dilerse kendi dininde yaşamaya devam eder. İkinci yolu tercih ederse cizye verir. Bu vergi, savaşlara katılmamanın ve İslâm ülkesinde her türlü can ve mal güvenliği içinde yaşamanın bedelidir.
Canla cihadda, kıtâlde hedef, öldürmek değil; diriltmek olmalı. Ölü kalpleri diriltmek, sönük fikirleri aydınlatmak, donuk hissiyatlara can vermek. İnsanları yurtlarından etmek değil; onlara ebediyet yurdunu kazandırmak olmalı. Bu diriliş hareketinin önüne çıkanlar ölümü hak etmiş olurlar. Çokların hayat bulması için, belli bir azınlığın ölmesi gerekiyorsa buna da “evet“ dememiz gerek. Aksi halde çoğunluğa zulmetmiş oluruz. Elmalılı Hamdi Yazır, savaşı, ıslah harbi ve ifsâd harbi diye ikiye ayırır ve mü'minlere emredilen harbin ıslah harbi olduğunu beyan eder. Cihada çıkan mü'minleri de “azaba hak kazanmış bir kavme Hakk'ın azâbını tatbik etmeye memur bir el“ olarak görür. O halde, savaşı bir ibâdet anlayışıyla yapmak ve bu ibâdetin kurallarına en ince ayrıntılarına kadar uymak gerekir.
“Antlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin.“225 emrine uyulacaktır. “Size savaş açanlarla Allah yolunda çarpışın. (Allah'ın koyduğu) Sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.“226 fermânına kulak verilecek, his ve hevese kapılmaktan,
223] 61/Saff, 10-11
224] 2/Bakara, 256
225] 16/Nahl, 91
226] 2/Bakara, 190
KITÂL / SAVAŞ
- 81 -
aşırı gitmekten sakınılacaktır. Kadın, çocuk, ihtiyar gibi savaşa iştirak etmeyenlere ilişilmeyecektir. Ve böyle nice kurallara aynen uyulacaktır. Aksine hareket edenler sorumlu olurlar; tıpkı diğer ibâdetlerde olduğu gibi. 227
Barış ve Savaş
Barış; İslâm’ın Temel Hedefi ve İnsanlararası İlişkilerin Temeli: Barış, müslümanlarla diğer milletler arasındaki ilişkilerin temelidir. Müslümanlar ancak bir saldırıyla karşılaşırlarsa, o zaman savaş kaçınılmaz olur. Bilindiği gibi, İslâm’da savaşın sebebi, saldırıyı önlemektir. Yoksa özel bir inancı empoze edip dayatmak değildir. Saldırı durumlarında kötülüğü ya misliyle ezmek veya erdemi savunmak gerekir. Bu prensip, Kur’an âyetleri esas alınarak hükme bağlanmış ve Peygamber devrinde cereyan etmiş olan tarihî olaylarla da desteklenmiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.“228; “Eğer onlar (düşmanlar) barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.“229; “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin.“230; “... Sulh (dâima) hayırlıdır...“ 231
Bütün bu âyetler tanıklık etmektedir ki, bir saldırı ortaya çıkıncaya kadar barış, insanî ilişkilerin esasını oluşturur. İlk âyete göre, hakka inananlar, her şekliyle barıştan yararlanmaya dâvet edilmişlerdir. Eğer ilişkilerin temeli düşmanlık ve savaş olsaydı, onlar hiçbir zaman barışa çağrılmazlardı. İkinci âyet, yine barışa çağırmaktadır. Düşmanlar bu barış çağrısına olumlu şekilde cevap verebilirler. Eğer savaşın sebebi inançsızlık olsaydı, İslâm’a girmedikçe kâfirlerle barış yapılamayacaktı. Fakat âyet sadece barışa çağırmaktadır. Düşmanların bu çağrıya sempati duymaları yeterlidir. Kendilerinden mutlak sûrette imana yönelmeleri istenmemektedir. Üçüncü âyet ise, müslümanlara teslim olan düşmanlarla savaşmayı yasaklamaktadır. Son âyette de, hem günlük beşerî hayatta, hem de genel olarak insanlar arası ilişkilerde sulhun/barışın daha hayırlı olduğu net bir şekilde ifâde edilmektedir.
İslâm’ın temel hedefi barıştır. Çünkü Yüce Allah insanlığın huzurunu istemektedir. Bunun sağlanması, İslâm’ın bütün insanlara tanıdığı temel hakların verilmesiyle mümkündür. Zira bu haklar, bütün insanlara yaratılışta Allah tarafından verilmektedir. Allah Teâlâ, İlâhî temele dayalı tahrif edilmemiş bütün dinlerde (ki bütün ilâhî dinlerin aslı ve temel adı İslâm’dır) bu hakları insanlara eşit olarak vermiş, üstünlüğü de iman ve takvâya bağlamıştır.232 İslâm dışındaki tüm dinler, haktan uzak olduğu veya tahrif edilip hakla bâtıl karıştırıldığı için, günümüzde bu temel hakları gereği gibi insana veren sadece İslâm’dır. Başka dinler, ideolojiler ve dünya görüşleri, dün olduğu gibi bugün de insanı doğru bir şekilde tanımadıkları için insan hakları konusunda da aşırılıklardan, istismar ve zulümlerden, oyalama ve kandırmacalardan kurtulamamışlardır. İslâm’a göre,
227] Alâaddin Başar, Nurdan Kelimeler, c. 2, s. 161-162
228] 2/Bakara, 208
229] 8/Enfâl, 60-61
230] 4/Nisâ, 94-96
231] 4/Nisâ, 128
232] 49/Hucurât, 13
- 82 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bütün insanlığın temeli birdir.233 Allah’ın bildirdiği esasları tümüyle kapsamayan Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu muharref dinin, istenilen huzuru ve dostluğu sağlaması da mümkün görülemez. Çünkü İlâhîlik vasfını kaybeden inançlar, insanlığın fıtratına uymamaktadır.
Kur’an’ın hedefi sulh ve barıştır. “...Sulh daha hayırlıdır.“234 Düşmanlık ve kötülük, aslında ve temel olarak Allah’ın istemediği, şeytanın arzu ve isteklerinden ibarettir. Dolayısıyla insanlar arasında fesadın, fitnenin, kötülüğün olması, insanların Allah’ın emirlerinin dışına çıkmalarından kaynaklanır. “Ey iman edenler! Hep birden silm’e/barışa girin. Şeytana ayak uydurmayın. O sizin apaçık düşmanınızdır.“235 Âyette geçen “silm“ kelimesi, hem İslâm, hem de barış anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaptığı savaşları incelediğimizde, savaşların hakkın önüne konulan engellerin kaldırılması amacını güttüğünü, saldırılara karşı müdâfaa özelliği taşıdığını, savaşa mecbur kalındığı için böyle bir yola başvurulduğunu görürüz. Bu savaşların birtakım haklı gerekçeleri vardır. Geçerli meşrû sebep olmadan savaşa izin verilmez. Bu sebepler şunlardır:
a- Haksızlığa Uğramak: Konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle buyurur: “Zulme/haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.“236 Dikkat edilirse, izin verilen savaş değil; savunmadır. İslâm’a göre savaş, sadece Allah için (fî sebîlillâh) ve Allah’ın kendileriyle savaşılmasına izin verdiği kimselere karşı yapılır. İslâm devletinin varlık hikmeti ve ana görevi olarak koruması gereken insanların temel hakları beş madde ile değerlendirilir. Bunlar; din (özgürce dinini yaşayıp uygulama ve tebliğ hakkı), can (yaşama hakkı), akıl, nesil (ırz, şeref ve namusun korunması, nesilleri her yönüyle sağlıklı yetiştirme hakkı) ve mal emniyetidir. Bunları ve bu gibi hakları korumak için savaş, mazlum duruma düşene yardım ederek zulme karşı koymak, bir insanlık görevidir. Savaş; hak ve hukuku korumak, adâleti tesis etmek, kötülükleri önlemek, insanların temel görevlerini rahatça yerine getirebilme ve temel haklarını koruyabilmelerini sağlamak için yapılır. Yoksa başkasının hak ve hukukunu elinden almak için savaş yapılmasını İslâm doğru görmez.
b- Fitneyi Önlemek, Tevhîdi/Allah’ın Birliğini Ortaya Koymak: “Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın; din yalnız Allah’ın olsun. Eğer onlar (fitneden ve savaştan) vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur.“237 İmtihan gereği insanların başlarına belâlar gelebilmektedir. Çünkü kalbinde Allah korkusu olmayan insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Allah’tan korkmayan insan fitne de çıkarır, iftira da edebilir, başka insanların haklarını da çiğneyebilir. İşte Yüce Allah, insanların huzurunu temin için gerekirse savaş yapılmasını, yerine göre farz veya mubah kılmaktadır. Burada fitne kavramı, başta “Allah'a şirk koşmak, başkalarına kulluk, fesat/anarşi, öldürme, zulüm, müslümanlar arasında çıkarılan tefrika, İslâm’ın dışındaki Allah’ın râzı olmadığı dinlerin ve hayat görüşlerinin yayılması“ olarak anlaşılır. Fitne, başta münâfıklar olmak üzere, müşrikler ve ehl-i kitap olanlar ve hatta bazı müslümanlar veya müslüman zannedilenler
233] 4/Nisâ, 1
234] 4/Nisâ, 128
235] 2/Bakara, 208
236] 22/Hacc, 39
237] 2/Bakara, 193
KITÂL / SAVAŞ
- 83 -
tarafından çıkarılabilir, ya da körüklenebilir. Kur’an, bütün insanları, insanlar arasında fitne/huzursuzluk çıkaranları haber vermekle kalmayıp bunun neticesinin herkesi etkilediğini belirtir: “Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize zararı erişir). Bilin ki Allah’ın azabı çetindir.“ 238
Hangi Kâfirlerle Savaşmadan İyi Geçinilebilir? Allah Teâlâ, dostlarımızı ve düşmanlarımızı sayar. Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost kabul etmemize izin vermez. Ancak bu durum, onlarla her durumda ilişkileri kesmemizi veya savaşmamızı gerektirmez. Aksine, tüm insanlara iyilik esastır. Savaş da, muhâtaplarımızı yok etmeyi değil; onları İslâm’laştırarak kurtarmayı veya kurtulmak istemeyen o zâlimlerden diğer insanları kurtarmayı hedeflemek şartıyla meşrû görülür. İslâm, hangi inanç ve anlayıştan olursa olsun, birtakım özellikleri taşıyan insanlarla müşterek hareket etmeye engel olmaz; aksine teşvik eder. Zira insanlar arasında barışın temini, öncelikle müslümanlarla, daha sonra diğer insanlarla karşılıklı ilişki içinde bulunmakla sağlanır.
Dünyada her insanın müslüman olması beklenilemez; bu, Allah’ın sünnetine ve sınavına aykırıdır. “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, mü’min olmaları için insanları zorluyor musun? Allah’ın izni olmadan hiç kimse iman edemez. O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlara verir.“239 İnanmayanlarla, iman eden insanlar, devamlı beraber yaşamak mecbûriyetinde kalabilir. Hz. Peygamber, Medine vesikasında farklı din mensuplarıyla, müşrik ve ehl-i kitap bütün insanlarla savunma anlaşması yapmıştır. 240
Bunun için, kendileriyle bazı ilişkiler kurulabilecek, anlaşma yapılabilecek gayr-ı müslimlerde bulunması gereken, temel özellik; İslâm’a ve müslümanlara düşman olmamalarıdır. Kendi inanç, düşünce ve yaşantıları doğrultusunda hareket edip mü’minlere düşman olmayan ve müslümanların düşmanlarına yardım etmeyenlerle dünyevî bazı anlaşmalar yapabilir, onlarla bazı ilişkilere girebilir, onlarla iyi geçinebiliriz. “Allah sizinle din uğrunda savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasak etmez. Allah adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 241
Alım ve satımda, hediyeleşmede kâfirlerle muâmelede bulunmak gibi şeyler, onları velî ve dost kabul etme kapsamına girmez. Ancak, haram işlerde bunlara yardım ve gayr-ı meşrû konularda kâfirlere yararı dokunacak şeylerin alınıp satılması, meselâ, savaşta yararlanılacak silâh gibi araç gereçlerin onlara satışı câiz değildir. “İyilik ve takvâda (Allah’ın yasaklarından sakınma üzerinde) yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.“242 Peygamberimiz (s.a.s.) de zaman zaman müşriklerle alım satımda bulunmuştur.243 Ancak, kâfirlerden alınan şeyler hakkında ve onlarla her türlü ilişkiler konusunda çok titiz ve ihtiyatlı davranılmalı, onların İslâm’a ve müslü238]
8/Enfâl, 25
239] 10/Yûnus, 99-100
240] Remzi Kaya, Kur’an’da Dostluk İlişkileri, s. 226-228
241] 60/Mümtehine, 8-9
242] 5/Mâide, 2
243] Buhârî, 4/410, hadis no: 2216; Ahmed bin Hanbel, 5/137, hadis no: 3409
- 84 -
KUR’AN KAVRAMLARI
manlara düşmanlıklarından dolayı verebilecek zararlar düşünülmelidir. Her türlü kültürel faâliyetler, özellikle İslâmî ilimler ve yorumlar, sanat etkinlikleri, eğlence araç ve yöntemleri gibi itikadı, toplumun ifsâdı ve salâhını, fıkhı (haram-helâlı) ilgilendiren konularda kılı kırk yaran bir tavır takınılmalıdır. Unutmayalım ki zehir, billûr kâseler içinde ve leziz gıdalar içine gizlenerek sunulur.
Bugün insanlar eliyle üretilen fikir ve düşünce sistemleri, düzenler, eğitim ve çevre şartları gibi insanları derinden etkileyen araçlar, Allah ve Rasûlüne savaş açmış durumdadır. Eğitim ve öğretim, düşünce sistemleri, fikir akımları, ırkçılık, beşerî ideolojiler, misyoner faâliyetleri, dinsizlik propagandaları, Darwinizm, materyalizm, sosyalizm, siyonizm, hümanizm, laiklik, özgürlük anlayışı, sanat faâliyetleri, sinema, tiyatro, medya, ilân ve reklâm araçları, dünya görüşleri, futbol ve müzik tutsaklığı, kapitalizm ve tüketim alışkanlıkları, insanları fıtratlarından ve Allah’ın dostu olma özelliklerinden sıyırmak için en dehşetli silâhlar ve şeytanî araçlar olarak kullanılıyor. Bu kadar çok yönlü ateş altında kalan savunmasız, câhil ve her şeyden önemlisi kâmil imandan mahrum bırakılan halk, elbette Allah'a dostluğa giden yolu bulamıyor, bilinçsiz de olsa şeytanın dostluğuna meylediyor.
Lâ ilâhe illâllah diyen bir müslümanın, İslâm akîdesi ile çelişen her türlü fikir ve akımdan uzaklaşması, Allah’ın indirdiğine aykırı her kanun, yasa, nizam, tüzük, düzenleme ve düzenden uzak olduğunu açıkça bildirmesi ve yaşayışıyla göstermesi gerekir ki, gerçekten tüm ilâhları reddetmiş olsun. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın dediği gibi, lâ ilâhe illâllah diyen kimse, bu sözüyle bütün (kâfir) dünyaya savaş açmış olduğunu bilmelidir. Kâfirler bütün güçleriyle İslâm’a ve gerçek müslümanlara saldırırken, müslümanın sadece gündelik işlerle uğraşıp savaşçı olmaması düşünülebilir mi? “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“244 Çağdaş müslümanın öyle bir derdi yok. O işiyle, aşıyla ve keyfiyle meşgul. Bahâneler de çok: “İmkânlarımız yok, taşlar da bağlı...“ Filistin’li çocuklardan öğrenin bağlı taşları koparıp fırlatmanın yolunu, imanın en büyük imkân olduğunu, Allah’ın tarafını seçenin direnişini...
Gayri müslimlerin ziyâret edilmeleri de, onlara dinin tebliğini amaçlıyorsa meşrûdur. Dinî bir maslahat, ya da önemli mâzeret yoksa ziyaret uygun görülmemiştir. Gayri müslimlere ait küfür şiarları ve alâmetleri ile ilgili olarak kendilerini tebrik etmek, onları kutlamak, bayramlarını tebrik ittifakla haram kabul edilmiştir. Kim bir kulu, bir isyanından, haram fiilinden, bid’atından ve küfründen ötürü tebrik eder veya kutlarsa, bu kimse Allah’ın sınırını aşmış, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş olur. Müslüman da kabul edilseler, zâlimlerin belli bir makama gelmelerini kutlamak da böyledir. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan fâsık kimselere tâzimde bulunmak, onlara “efendim, beyim, paşam!“ demek de haramdır. “Münâfık olan kimseyi ‘efendim’ (sayın, saygıdeğer, paşam, beyefendi!) diye çağırmayın. Şâyet o kimse efendi, bey yapılacak olursa, siz bu durumda aziz ve celil olan Rabbinizin gazabını çekmiş olursunuz.“245 İbn Kayyım’ın belirttiği gibi, bu tür insanlara; “devlet büyüğü, ulu devlet başkanı veya ey yüce falan“ diye de lakap verilip bu tür ünvanlar kullanılamaz. Bugün müslümanların kâfirler arasında bir selin
244] 4/Nisâ, 76
245] Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, hadis no: 4977; Mişkâtu’l-Mesâbih, 3/1349, hadis no: 4780
KITÂL / SAVAŞ
- 85 -
içindeki köpük ve çer-çöp gibi olmasının temel sebeplerinin başında, düşman edinmeleri gereken kâfirleri dost kabul etmeleri yatmaktadır. Dünyada izzetin, onurun, devletin; âhirette cennetin bedeli, Allah’ı ve Allah taraftarlarını dost; şeytanı ve şeytanın askerlerini düşman kabul etmek ve dostluk ve düşmanlığını ispatlayacak davranışlarda bulunmaktır.
Peygamberimizin çağında cereyan etmiş olan tarihî olaylar, İslâmî savaşın tek sebebinin meşrû müdâfaa olduğunu ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilerin barış esasına dayandığını açıkça doğrulamaktadır. Rasûlullah’ın, düşmanlarına karşı, onlar bir saldırıya kalkışmadıkça veya böyle bir hazırlığa girişmedikçe, kılıç çekmemiş olması bu fikri destekler. Peygamberimizin müslüman olmayanlarla ilişkilerini ayrı ayrı ele alalım:
1- Müşriklerle, Allah’a ortak koşanlarla olan ilişkiler: Peygamberimiz (s.a.s.), insanları, durmadan İlâhî mesajla Allah’ın birliğine inanmaya özendirerek, bilgisizlikten ileri gelen suçlardan ve fanatiklikten doğan zulümlerden onları temizlenmeye çağırmış, on üç sene Kureyş’in Allah’a eş koşan insanları arasında yaşamıştır. Allah’ın yüce emirlerine uyarak her fırsatta iman ve ahlâk nizamını, iyi ve hoş geçinmeyi öğütleyip durmuştu. Kur’an da bunu emrediyordu: “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücâdeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap.“ 246
Fakat bilindiği gibi; kâfirler, Peygamberimize ve arkadaşlarına karşı hiç de iyi davranmadılar. Ona kötülük etmek için her fırsattan yararlandılar. Rasûlullah ise sabrı ve ferâgatı ile onları eziyor, perişan ediyordu. Hayatına kıymayı planladıkları Mekke’deki son gününe kadar bu durum böyle devam edip gitti. Allah’a eş koşanlar her kabileden bir adam seçerek Peygamberimize uğursuz bir darbe indirmek amacıyla bir araya geldiler. Darbelerini rahatlıkla ve sessizce indirebilmek için gece vakti evini kuşattılar. Ama her şeye gücü yeten Allah, Peygamberini bu zor durumdan kurtardı. Peygambere gönül verenler ise daha önce şehirden hicret edip gitmişlerdi. Seçmiş oldukları dinden dolayı, bu insanlar, yurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardı. İşte bütün bu olaylardan sonra Allah (c.c.), müslümanlara savaş için izin vermişti: “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 247
Savaş, sadece Kureyş’e karşı yapılıyordu. Çünkü ilk defa saldırıya geçenler onlardı. Ayrca Mekke’de kalmış olan müslüman azınlığa baskı ve işkence yapmak sûretiyle bu saldırılarını devam ettiriyorlardı. Bedir ve Uhud savaşları onlara karşı yapılmıştı. Fakat Ahzâb, yani Hendek savaşında iş değişti. Çünkü bu savaşta Kureyş’in liderleri Arap halkını müslümanlara karşı kışkırtmış ve hepsi birlik olup ansızın, amansız bir saldırıya girişmişlerdi. Arabistan’ın kutsal sitesi Medine’yi yerle bir etmek için tüm kuvvetlerini toplamışlardı. Bu durumda bütün Araplara karşı harekete geçmek kaçınılmaz olmuştu. Çünkü bu saldırıya onların hepsi de
246] 16/Nahl, 125
247] 22/Hacc 39-40
- 86 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katılmıştı. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın.“248 İlk defa saldırıya geçenler, Allah’a şirk koşanlardı. Müslümanların bu toplu saldırıyı püskürtmeye hakları vardı elbette. Sadece hakları değil; aynı zamanda göreviydi de. “... Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 249
2- Yahûdilerle olan ilişkiler: peygamberimiz Medine’ye göç ettiği zaman yahûdilere sataşmayı resmen yasaklamıştı. Onlara işkence veya baskı yapmak şöyle dursun; tam aksine, yahûdilerle barış içinde yaşamıştı. Karşılıklı hak ve görevleri kapsayan “iyi komşuluk paktı“ imzalamış; ayrıca kendisi de aynı hak ve görevleri yüklenmişti. Rasûlullah sâdık bir müttefik olarak kalmış ve antlaşmayı bozmayı bir an bile aklından geçirmemişti. Mü’minler ve onların başında Peygamberimiz, imzaladıkları bir antlaşmadan asla dönmezlerdi. Üç sene bu antlaşma sürdü. Hatta Allah’ın yardımıyla müşriklerin ezildiği ve Kureyş’in gururunun kırıldığı Bedir savaşından sonra bile bu pakt devam etmekteydi. Ne var ki, üçüncü sene Uhud savaşı esnâsında yahûdiler antlaşmayı bozdular. Dördüncü sene ise, İslâmîyeti vatanından söküp atmak ve yok etmek için bütün Arap müşriklerinin bir araya geldiği Ahzâb/Hendek savaşında, bir kere daha antlaşma hükümlerine aykırı davranıp müslümanlara ihânet etmişlerdi. Yahûdilerin ihânet plânları öyle zincirlemesine devam edip gitmişti ki, eğer bunda başarılı olabilselerdi müslümanların ve İslâmîyetin sonu bir anda gelmiş olurdu. Yahûdiler gizliden gizliye komplolar hazırlıyor ve İslâm nûrunu söndürmek ve içten yıkmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Nitekim Kur’an’da da ilân edildiği üzere, artık bu antlaşmayı yürürlükten kaldırmak zorunlu olmuştu: “(Antlaşma yaptığın) Bir kavmin hâinlik yapmasından (ahdini bozmasından) korkarsan, sen de hak ve adâletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerine at. Çünkü Allah hâinleri sevmez.“ 250
3- Hristiyanlarla olan ilişkiler: Yüce Peygamberimiz onlarla ancak Suriye’de, müslümanlara baskı ve zulüm yaptıkları zaman savaşmıştı. Bununla beraber Rasûlullah, bütün hristiyanlara değil; sadece Bizanslılara karşı saldırıya geçmiş ve diğer taraftan hristiyan Araplarla iyi ve barışa dayalı ilişkilerini ve komşuluk bağlarını devam ettirmişti. O, Bizanslılarla hristiyan oldukları için değil; saldırgan tutumlarından dolayı savaşıyordu. Kur’ân-ı Kerim, hristiyanları müslümanlara en yakın topluluk olarak gösteriyordu: “İnsanların, mü’minlere düşmanlık bakımından en şiddetlisini andolsun ki, yahûdilerle müşrikleri bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andolsun ‘biz hristiyanlarız’ diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, râhipler vardır. Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler. Peygamber’e indirileni (Kur’an’ı) dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün.“ 251
Bu tarihî olaylar açıkça göstermektedir ki, Peygamberimiz (s.a.s.), yalnız ve yalnız kendisine veya İslâm’a saldıran, kendisine karşı komplo düzenleyen veya İslâm düşmanlarıyla gizli anlaşmalar yaparak onlarla suç ortaklığı eden, el altından onlara yardımda bulunan kimselere karşı savaşmıştır. Çünkü O, İslâm’ın gerçeklerini evrensel bir şekilde çizip belirleyen, müslümanların kendileriyle barış içinde yaşayan kimselerle savaşamayacaklarını açıklayan eşsiz bir şahsiyettir, o
248] 9/Tevbe, 36
249] 22/Hacc, 40
250] 8/Enfâl, 58
251] 5/Mâide, 82
KITÂL / SAVAŞ
- 87 -
âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet peygamberidir. İslâm da bir anlamı barış olan dinin adıdır. 252
“İslâm“ kelimesi, anlamı barış demek olan “silm“ kökünden türemiştir. Barış kökeninden ismi türetilmiş olan bir dinin kitabında savaştan söz edilmesi derinlemesine akletmeyen kimseler tarafından yadırganabilir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, hayaller ve ütopyalar üzere kurulu bir kitap değildir. Bir şeyin olmamasını istemek başka, onun varlığını kabul etmek başka bir şeydir. Savaş, insanlık tarihiyle birlikte var olmuş ve var olmaya devam edecektir. Henüz insan yaratılmazdan önce melekler, insanın yeryüzünde kan döken ve fesat çıkaran bir varlık olacağını söylemiş, Yüce Allah da, bu iddialarının gerçekleşmeyeceğini belirtmemiştir. Tarih de bunu ispat etmektedir.
Din karşıtı tavır takınanların ileri sürdükleri hususlardan biri de, dinlerin savaşlara sebep olduğudur. Ama hiç kimse, dinlerin yönetimler üzerinde etkisinin bulunmadığı günümüzde ortaya çıkan savaşların, hem yoğunluk, hem de tahribatları bakımından dinlerin yönetimler üzerinde etkili oldukları dönemlerden daha az olduğunu söyleyemez. Aslında dinler, insanların mutluluğunu ve barış içerisinde yaşamalarını hedef edinirler. Özellikle İslâm dini açısından meseleye baktığımızda sırf inançtan kaynaklanan savaşların varlığını iddia edebilmek için, bunun, Kur'an'a dayandırılması gerekir. Din inancı ve dinî ilimler sâfiyetlerini korudukları müddetçe dinin savaşlara sebep olduğu söylenemez.
İslâm düşmanları, İslâm'ın silâh zoruyla yayıldığı iddiasını ortaya atmaktadır. Bu, ya gaflet ve cehâletle veya kasıt ve ihânetle yapılan bir değerlendirmedir ve tümüyle yanlıştır. Kur'an'da saldırı savaşına işaret edebilecek bir husus bulunmamaktadır. Bilakis, müslümanlara savaş açmış yahut müslümanları yurtlarından çıkarmış kimselerle savaşılması ve onların bu yaptıklarından vazgeçmeleri durumunda da savaşa son verilmesi istenmekte, hatta müslümanlara savaş açmamış kimselere iyilik yapılmasında bir sakınca bulunmadığı belirtilmektedir. 253
Savaşın sebebi, bütünüyle müslümanlara yapılan haksızlıklardan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, İslâm toplumuna düşmanlık ve haklarına tecâvüz olmaksızın, sırf İslâm dinini inkâr etmesi nedeniyle bir ülkeye savaş açılabileceğini ileri süren İslâm hukukçuları olmuştur. Bu hukukçulara göre, o ülkenin sınırına gidilir ve savaşmadan önce onlara üç şey teklif edilir. Önce müslüman olmaları istenir ve İslâm'ı kabul ettikleri takdirde mal ve canlarını kurtaracakları; bundan böyle müslümanlarla aynı statüye kavuşacakları söylenir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, kendi dinlerinde kalabilecekleri, fakat müslümanların hâkimiyetine girip cizye vermeleri teklif edilir. Bu iki şıkkı da kabul etmedikleri takdirde, kendileriyle savaşılacağı bildirilir. Bu barış seçeneklerini kabul etmedikleri takdirde de kendilerine savaş açılır.
Diğer bazı hukukçular ise, İslâm dininin, vatandaşlarına tebliğ edilmesine engel olanlarla savaşılabileceğini söylemişlerdir. Bu görüşü ileri sürenler, İslâm'ın evrensel bir din oluşunu ve Peygamber'in, İslâm dinini bütün insanlara tebliğ etmekle görevlendirilmiş olmasını görüşlerine temel alırlar. Şunu belirtelim ki, ne
252] Muhammed Ebu Zehre, İslâm’da Savaş Kavramı, s. 47-53
253] 2/Bakara, 190-194; 60/Mümtehıni, 8-9
- 88 -
KUR’AN KAVRAMLARI
öncekiler ve ne de bu görüşte olanlar, İslâm dininin zorla dayatılacağını savunmuyorlar. İnsanların bu dinle karşı karşıya gelmelerini; isterlerse inanacaklarını ve istemezlerse inanmayacaklarını belirtiyorlar.
Birinci grup, müslüman olmayan yönetimlerin, vatandaşlarının, İslâm'la karşılaşmalarına ve müslüman olmalarına engel olacaklarını ileri sürerken; ikinci grup, bunun pratikte ispatlanmış olmasını şart koşarlar. O halde ikinci gruba göre, inançların ifade edilmesine ve insanların inandıkları gibi yaşamalarına engel olmak, savaş sebebidir. Ancak bunun fiilen ispatlanmış olması gerekir. Birinci gruba mensup olanlar: Küfür bizâtihî büyük bir cinâyettir. Bu cinâyetin devamına göz yumulamaz. Bu sebeple fırsat bulunduğunda, müslüman olmayanlarla savaşmak gerekir, derler. Hâlbuki küfrün savaş sebebi olamayacağı ortadadır. Zâten o ülke toprakları, İslâm ülkesine katılacak olsa bile, isteyen kendi dinini devam ettirir. Çünkü Kur'an, inanç konusunda bir dayatmanın olamayacağını açıkça ifâde etmektedir.
Düşman ülkenin sınırına varıldığında, onlara üç şeyin teklif edilmesi meselesine gelince; bunlar, savaş sebebi oluştuktan sonra yapılacak tekliflerdir. Buna göre onlara önce müslüman olmaları teklif edilir. Bunu kabul etmedikleri takdirde, cizye vermek kaydıyla müslüman ülkenin vatandaşı olmaları istenir; bu iki teklifi kabul etmedikleri takdirde kendileriyle savaşılacağı haber verilir. Savaş sebebi oluştuktan sonra yapılan bu tekliler de, İslâm'ın savaşa başvurmak istemediğini gösterir. Ama savaşın sebepleri oluştuktan sonra, ilk iki teklifi de kabul etmezlerse, savaştan başka yol kalmadığından dolayı savaşa başvurmak câiz görülmüştür.
Tebliğ için savaşın câiz olacağı meselesine gelince; dinin ulaştırılmasında tâkip edilecek metod şu âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir: “Hikmetle, güzel öğütle, Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilen O'dur ve O, hidâyete tâbi olanları/yola gelenleri de en iyi bilendir.“254 Savaş, bu âyette zikredilen hikmetle, güzel öğütle ve güzel mücâdele ile de bağdaşmaz. Kaldı ki, âyetlerde savaşın nedenleri zikredilmektedir ve bunların hiçbirinde İslâm'ın, savaşılan ülkenin vatandaşlarına ulaştırılması savaşa sebep olan bir unsur şeklinde zikredilmemektedir. Dini tebliğ etmenin diğer yollarına başvurmak yeterlidir. Ulusların birbirleriyle ilişkileri, herhalde savaştan ibâret değildir. Din dâvetçisi göndermek, ticaret ve daha başka ilişkiler, dinin tebliğ edilmesi için uygun vâsıtalardır. Bu araçlar mümkün değilse, mümkün olanlarıyla yetinilir. Örneğin Malezya'ya, Endonezya'ya, Hindistan'a, Çin ortalarındaki bölgelere ve daha başka bölgelere, müslüman tüccarlar kanalıyla İslâm yayılmıştır. Ayrıca tarih boyunca müslümanların hiç savaşmadıkları bölgelerde yaşayan müslümanların nüfus miktarının, savaş yapılan bölgelerde yaşayanların nüfus miktarından çok daha fazla olduğunu burada belirtmeliyiz. Gerçi müslümanların savaştıkları bölgelerde de, sözkonusu savaşların, durup dururken yapılmadığı, bilakis karşı tarafın savaşa sebep olacak davranışlarda bulunduğu bir vâkıadır. Elbette tarih boyunca müslümanların bu konuda hiçbir hata işlemediklerini söylemek istemiyoruz. Yapılan savaşların genelde savunma savaşı olduklarını anlatmak istiyoruz. Herhalde hiçbir dinin veya düşüncenin tarihi, bu konuda İslâm'ın tarihi kadar temiz değildir.
254] 16/Nahl, 125
KITÂL / SAVAŞ
- 89 -
İslâm'da cihad ve kıtâl, bir savunma savaşı olduğundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim'de savaşa katılmayanlar şiddetle kınanmıştır. Çünkü cihada katılmayanlar, kendi toplumlarını ve vatanlarını savunma görevini yerine getirmemekte, esâret içerisinde bir hayatı, özgür bir hayata tercih etmektedirler.
Dinin tebliği için gerektiğinde savaşılacağını; çünkü Peygamberimizin peygamberliğinin evrensel olduğunu ve bu peygamberliğe insanların muhâtap olmaları için gerekirse savaşa gidilebileceğini ileri süren hukukçuların, bu gerekçeleri de, artık günümüzde geçerli değildir. Çünkü günümüz açısından mesele değerlendirildiğinde, dinin tebliğ edilmesi için başka ülkelere gitmeye gerek yoktur. Zaten günümüzde müslümanlar, dünyanın her tarafında bulunmaktadır. Ayrıca günümüz teknolojisiyle ulaşılmayan bölge yoktur. Yeter ki dini doğru anlatan ve yaşayanlar bulunsun. 255
İslâm savaşları, suçsuz halka saldıran, malları yok eden, atom bombalarıyla her şeyi harap eden, binaları yıkan, tabiatı bile kemiren yirminci yüzyılın savaşlarına, toplu kıyımlarına bütünüyle zıttır. Müslümanlar, ne orman kanunlarından, ne de güçsüzü ezen güçlünün zorbalığından ilham almışlardır. İslâm savaşçılarının uymak zorunda olduğu kanunlar, İlâhî bir kaynaktan gelmektedir. Bu kanunlar, ezilenlerin zorbalara karşı savunmasının hiçbir yerde rastlanmayan muhteşem örneğini vermek ve müstaz’afların zâlim müstekbirlerden hakkını en güzel bir yolla alma mücâdelesini gerçekleştirmek ve hakkı hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. “Biz ise diliyoruz ki, o yerde za’fa uğratılanlara (müstaz’aflara) lutfedelim, onları (hayırda) önderler yapalım, onları (kâfirlere) vârisler kılalım.“256 İslâmî savaş; sebebi, başlayışı, cereyanı, bitişi ve yenilenlere yapılacak işlemler açısından tamâmen âdil ve bâtıla karşı hakkı savunan, gerçekten İlâhî bir savaştır.
Savaştan korkanların her şeye rağmen bir barış sağlanması dileği, bir bakıma emperyalizme boyun eğmek anlamına gelir.
İslâm barış dinidir. Ve biz onu cihadla koruyacağız. “Cihad“ ve “barış“, birbirine karşıt değil; özdeş kavramlardır. Çünkü bu, barışı yok eden saldırılara karşı bir barış savunusu, barışı hâkim kılma mücâdelesinin adıdır.
Barış güzeldir, ancak barış için savaşılabilir. İslâm, lügat ve terim anlamı olarak gerçek barıştır. Barışı tüm dünyada gerçekleştirmek için İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti gerekmektedir.
Evet, biz barış savaşçılarıyız. Ne zulmederiz ve ne de zulme boyun eğeriz. İnsanlar inandıkları gibi yaşasınlar ve düşündüklerini özgürce ifade etsinler istiyoruz. Biz Hakk'a tâbiyiz ve hak sahiplerinin hakkını savunuruz.
Barış kula, ya da devlete, ya da servete boyun eğme; onun rabliğini ve hükümranlığını kabul etme olayı değildir. Nefsinin esiri olanlar da aslında kaybedilmiş bir savaşı ifade eder. Barış, bir esâret stratejisi değildir.
İslâm'da barışın teminatı, insanların birbirlerinin hak ve hukukuna riâyet etmesidir. Dinde zorlama olmaması ve herkesin dininin kendine âit olması ve müslümanların tek yanlı bir deklerasyonla, başkaları kendilerinin bu haklarını korumasalar bile meşrû zeminde bütün insanların mallarını, canlarını, namuslarını,
255] M. Sait Şimşek, Kur'an'ın Ana Konuları, s. 282-286
256] 28/Kasas, 5
- 90 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl ve inançlarını, bütün canlıların nesil emniyetlerini koruması yönünde bir taahhüde sahip bulunması ile aktif bir barış politikası üretmektedir. İslâm âdil ve kalıcı bir barışın teminadır ve barışa yönelik tecâvüzlere karşı da insanları kışkırtır. Onun içindir ki, İslâm peygamberi hem savaş, hem de barış peygamberidir.
Fuhşun, alkolün, uyuşturucuların, işretin, kumar ve öteki ahlâksızlıkların zebunu olmuş boş vermiş insanların gerçek anlamda inanç ve ideolojileri yoktur. Bu yozlaşmaya karşı ise inanca dayalı çözüm yolları üretmek zorundayız. Belki insanları uyuşturarak barışçı edilgen topluluklar üretilebilir, ama böyle bir yaklaşımla barış toplumuna ulaşılamaz. Bu, gizli ve sessiz bir terör yöntemi olarak değerlendirilebilir.
İnsanların kendi ideolojilerini dayatmaları ve başkalarını bu dine ya da ideolojiye boyun eğmeye zorlamaları bir başka savaş türü olacaktır ki, bu tür dayatmalara karşı biz savaşa hazır olmalıyız.
Müslümanlar kendi içinde ve kendi inanç kardeşleri arasında barışı sağlamak zorundadırlar. Çünkü Allah ve Rasûlü bizi barışa çağırır. Dinde tartışmaya girenler ve birbirlerinin ayıbını araştıran ve birbirlerine karşı kötü söz ve kötü fiil sahipleri korkutucu bir günle uyarılır.
Kur'ân-ı Kerim'de Savaş Kavramı
Savaş anlamına gelen “kıtâl“ kelimesi Kur’an’da 13 yerde geçer. Aynı anlamda karşılıklı savaş anlamındaki “mukatele“ kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Kerim’de toplam 57 yerde kullanılır. Bu kavramların kökü olan “katl“ kelimesi ve türevleri ise toplam 170 yerde ifâde edilir. “Harb“ kelimesi ve türevlerinin geçtiği âyetlerin sayısı ise 11’dir. Barış anlamındaki “silm“ kelimesi -farklı anlamlarda kullanılanlar hâriç- 6 yerde geçer. “Cihad“ kelimesi ve türevleri ise 41 yerde kullanılır. Bunlardan da anlaşılıyor ki, insanlığın çok uzun süre onsuz yapamadığı savaşın hukuku, sebep ve amacı, kuralları ve ahlâkı konularında yer yer ayrıntılara da yer verilerek Kur’an’da çok geniş bir şekilde ele alınmıştır.
Kur’an’da, Allah yolunda cihada çağrıldıkları zaman ağır, gönülsüz davranan mü’minler kınanmakta; Allah yolunda savaşa çıkmadıkları takdirde acı bir azâba uğrayacakları; kendilerinin götürülüp yerlerine başka bir toplumun getirileceği ihtar edilmektedir. 257
İki mü'min grup savaşa tutuştuklarında bunlar barışa çağrılır. Bu çağrıya uymayan taraf bağî/azgın diye adlandırılır ve hayata kast ettikleri kesinleştiğinden onlara karşı, Allah'ın emrine teslim oluncaya kadar savaşılır. 258
Kıtâlin, büyük zulüm olanı peygamberlere karşı uygulananıdır. Yahûdîler, bu tür bir kıtâlin öncüsü ve bildiğimiz tek uygulayıcısı olarak gösteriliyor ve onların bu yüzden lânet ve zillete müstahak hale geldikleri belirtiliyor. 259
Cihad ve kıtâl; Allah’ın adını yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere yapılır. Allah yolunda her çeşit gayretin ve bu arada O’nun düşmanları ve
257] 9/Tevbe, 38-39
258] 49/Hucurât, 9
259] bkz. 2/Bakara, 91; 3/Âl-i İmrân, 21, 112, 155, 181, 183; 5/Mâide, 70
KITÂL / SAVAŞ
- 91 -
kendi düşmanlarımızla savaş ve her çeşit mücâdelenin adı olan cihad, Allah’ın mü’minlere kesin emridir.260 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur.261 Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.262 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir.263 Onlardan kimin Allah yolunda mücâhede ettiği, kimin çeşitli bahânelerle bu önemli farzdan kaçtığı ortaya çıkmalıdır: “Allah, içinizden cihad edenleri (mücâhidleri) ve sabredenleri açığa çıkarmadan Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?“ 264
Bilindiği gibi cihadın eylemli ve silâhlı olanına kıtâl denilmekle birlikte, Kur’an’da kıtâl ve mukatele kavramlarıyla birlikte, cihad kelimesi de bazen bu anlamda kullanılır. “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran.“265; “Kâfirlere itaat etme, onlara karşı olanca gücünle cihad et.“266 Kur’an’a göre düşmanla savaş anlamındaki silâhlı cihad, kesin bazı taleplere karşılık vermelidir: İyi tanımlanmış bir sebep ve düşman, kesin sınırlar ve bir savaş ahlâkı.
Savaşa giriş amaçları ve düşman, şöylece belirtilebilir:
1) Düşman saldırısına karşı koymak: Haksızlığa uğratılarak ve “Rabbimiz Allah’tır“ dedikleri için yurtlarından çıkarılan mü’minlere savaş izni verilmiştir. Bu anlamda savaş, mâbed dokunulmazlığını da sağlayıcı özelliktedir.267 Savaş hazırlığı yapmak da, düşmanları korkutup müslümanlara saldırmaları düşüncesinden caydırılmaları anlamına gelir. Ama barışa yanaşırlarsa, bu isteğe karşılık verilir.268 Düşmanca tutum içine girmeyenlere karşı böyle bir cihad/kıtâl yükümlülüğü yoktur, böylelerine iyilikle ve adâletle davranılır. 269
2) Hıyâneti önlemek: Medine’li Benî Kurayza yahûdileri, Medine’yi kuşattıkları sırada Mekke’lilerle işbirliği içine girmişti. İşte bu davranışları üzerine, cizye vermelerini sağlayıncaya kadar savaşma izni verildi. 270
3) Zulüm ve fesâdı önlemek: Mekke’nin fethinden sonra, müşriklerin zulüm ve fesatlarının önlenmesi için, fitnenin ortadan kaldırılmasının ve yalnız Allah’ın dininin geçerli olmasının sağlanması istenmiştir.271 Bu savaşın amacı, gönüllü veya gönülsüz olarak ihtidâlarını sağlamaktı.
4) Yardım amaçlı savaş: “Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!) İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni
260] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
261] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
262] 9/Tevbe, 24
263] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
264] 2/Bakara, 218
265] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
266] 25/Furkan, 52
267] 22/Hacc, 39-41; 2/Bakara, 190-193
268] 8/Enfâl, 60-61
269] 60/Mümtehıne, 8
270] 9/Tevbe, 29
271] 2/Bakara, 191-193; 9/Tevbe, 36
- 92 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve tuzağı zayıftır.“ 272
Savaş ahlâkına gelince, özellikle şu hususlar belirtilebilir: Düşmanca tutum içine girmeyenlere karşı savaşılmaz, iyilikle ve adâletli davranılır.273 Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Savaştan vazgeçip barışa yanaşanların taleplerine uyulur.274 Amacına ulaşmış savaşa son verilir.275 Savaşta saldıranlara karşı aynı ölçüde karşılık verilir, aşırı gitmek yasaktır.276 Cihadda temel şart, amacının çağrı, savunma ve uygulama açısından, din ve onun yüksek değerleri olmasıdır. 277
Kur’an’da; mü’minlere savaşta kâfirlerle karşılaştıkları zaman onların boyunlarını vurmaları (öldürmeleri), onları sindirip savaşta gâlip gelince bağlayıp esir etmeleri, savaştan sonra esirleri ya bir iyilik ve ikram olarak veya fidye karşılığında serbest bırakmaları emredilmektedir.278 Allah dilese müslümanların çarpışmasına gerek kalmadan kâfirleri yener, tepeler. Fakat Allah böyle yapmayı dilememiş, insanları birbirleriyle denemek, imtihan etmek istemiştir. Mü’minlerin, kâfirler karşısında dayanıp dayanamayacaklarını, Allah yolunda savaşıp savaşmayacaklarını sınamak istediği için iki zümrenin çarpışmasını takdir buyurmuştur. Eşyanın tabiatına uygun olan da budur. Yüce Allah bu sûretle, mü’minlerin başarıya ulaşacaklarını ortaya çıkarır. “Savaşta kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun! (öldürün)“279 âyeti mü’minleri, kâfirlerle savaşmaya teşvik etmektedir. Fakat savaşılması, boyunlarının vurulması emredilen kâfirler, kendi halinde bulunan, kendi inancına göre yaşayan zararsız kâfirler değil; hem inkâr eden, hem de müslümanlara saldıran, Allah yoluna engel olan kâfirlerdir. Bu âyetten iki âyet önceki, sûrenin ilk âyeti olan “İnkâr edip Allah yoluna engel olanlar“280 mealindeki âyet bunu ortaya koymaktadır. Âyetlerin, Mekke müşrikleri hakkında nâzil olduğunu düşünürsek, savaşılması emredilen kâfirlerin, müslümanlara saldıran ve İslâm’ın yayılmasına engel olan kâfirler olduğunu anlarız. Kur’an’ın temel cihad emri, yalnız saldırganlara karşı savaşmaktır. Savaş, saldırı ve haksızlığın kalkması içindir: “Fitne (yani saldırı, işkence, baskı ve haksızlık) kalmayıncaya kadar onlarla savaşın!“281 buyrulmaktadır. Her kâfir ile savaşmak, Kur’an’ın emri değildir. Saldırmayan insanlara saldırmak, Kur’an’ın prensiplerine aykırıdır. Kendi vicdânî kanaatine göre yaşayan, İslâm dâvetine engel olmayan kimselere saldırmak haramdır. “Çünkü Allah, saldırganları sevmez.“ 282
Kur’an, Allah ve Rasûlüyle (İslâm dâvâsıyla) savaşa girenlerin şiddetli azâba uğratılacağını beyan etmektedir.283 Bu âyetin ışığında, Allah ve Rasûlüne karşı savaşmak, Allah’ın emirleri doğrultusunda kurulmuş sosyal ve hukukî nizama
272] 4/Nisâ, 75-76
273] 60/Mümtehıne, 8
274] 2/Bakara, 192-193; 8/Enfâl, 60-61
275] 9/Tevbe, 29
276] 2/Bakara, 190, 194; 16/Nahl, 126; 42/Şûrâ, 40-41
277] Vecdi Akyüz, Kur’an’da Siyasî Kavramlar, s. 490-491
278] 47/Muhammed, 4-6
279] 47/Muhammed, 4
280] 47/Muhammed, 1
281] 2/Bakara, 190
282] 2/Bakara, 190
283] 5/Mâide, 33
KITÂL / SAVAŞ
- 93 -
karşı savaş ilân etmek demektir. Bu açıdan İslâm devletinde eşkıyalık, kundakçılık, cinâyet ve tahripçilik toplumda hukuk ve düzen noktasında problem meydana getirdiğinde, yetkililer suçlulara, el ve ayak kesme de dâhil, örnek teşkil edecek caydırıcı cezâlar verebilir.
İç savaşla ilgili olarak, mü’min gruplar arasında çıkabilecek böyle bir problem konusunda Kur’an şöyle demektedir: “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“284 Bu âyet, müslümanlar arasında çıkacak silâhlı çatışmanın çözümü kurallar getirmektedir.
Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emretmekte; bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmektedir.285 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidlerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.286 Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı Rabbânîleri Allah sever.287 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olurlar ve onlar ölmezler, Allah katında diridirler. 288
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada) size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur. Haram aya karşılık, haram aydır. İşlenen suçlara karşılık da kısas vardır. Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle (takvâ sahipleriyle) beraberdir. Allah yolunda infak edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareket ve davranışınızda dürüst olun (güzel davranın), çünkü Allah muhsinleri/dürüstleri sever.“ 289
“Ey iman edenler! Hep birden barışa girin (barışçı olun). Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır.“ 290
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı (farz kılındı). Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamanız mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmanız da mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz. Sana haram aydan ve onda savaşmanın doğru olup olmadığından soruyorlar. De ki: Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyâretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır. Fitne de adama öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
284] 49/Hucurât, 9
285] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
286] 4/Nisâ, 95
287] 3/Âl-i İmrân, 146
288] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
289] 2/Bakara, 190-195
290] 2/Bakara, 208
- 94 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ederler. Sizden kim, dininden döner de kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de geçersiz sayılmıştır. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar. İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah Ğafûr ve Rahîmdir.“ 291
“Allah yolunda savaşın ve bilin ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.“ 292
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâil’den ileri gelen kimseleri görmedin mi, ne yaptılar? Kendileri için gönderilmiş bir peygambere: ‘Bize bir hükümdar gönder ki başımıza geçsin de Allah yolunda savaşalım’ dediler. ‘Size savaş yazılır/farz kılınır da ya savaşmazsanız!?’ dedi. ‘Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde neden savaşmayalım?’ dediler. Üzerlerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hâriç geri dönüp kaçtılar. Allah zâlimleri iyi bilir.“ 293
“... Eğer Allah insanlardan bir kısmı ile diğerlerini defetmeseydi (savıp hizaya getirmeseydi), elbette yeryüzünde nizam bozulurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 294
“Şâyet (fâiz hakkında emredilenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasûlü tarafından ilân edilmiş bir harp ile karşı karşıya olduğunuzu iyi bilin. Eğer tevbe edip fâizcilikten vazgeçerseniz, sermâyeniz sizindir. Böylece haksızlık etmezsiniz ve haksızlığa da uğramazsınız.“ 295
“Kâfirlere de ki: ‘Yakında mağlûp olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir kalma yeridir! (Bedir’de) Karşı karşıya gelen şu iki grubun halinde sizin için önemli bir ibret vardır: Bir grup Allah yolunda çarpışıyor; diğeri ise kâfirdi. Bunların gözüne ötekiler iki misli görünüyordu. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır.“ 296
“Onlar size, incitmekten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.“ 297
“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?“ 298
“Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.“ 299
“İki ordunun karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, Allah’ın dilemesiyle olmuştur ki, bu da, mü’minleri ayırt etmesi ve münâfıkları ortaya çıkarması için idi. Bunlara: ‘Gelin, Allah yolunda çarpışın yahut karartınızla düşmana gözdağı olun’ denildiği zaman, ‘Harbetmeyi bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik’ dediler. Onlar o gün, imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Hâlbuki Allah, onların gizledikleri niyeti çok iyi bilir. (Evlerinde) Oturup da kardeşleri hakkında, ‘bize uysalardı
291] 2/Bakara, 216-218
292] 2/Bakara, 244
293] 2/Bakara, 246
294] 2/Bakara, 251
295] 2/Bakara, 279
296] 3/Âl-i İmrân, 12-13
297] 3/Âl-i İmrân, 111
298] 3/Âl-i İmrân, 142
299] 3/Âl-i İmrân, 146
KITÂL / SAVAŞ
- 95 -
öldürülmezlerdi’ diyenlere, ‘eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!’ de. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.“ 300
“Birkısım insanlar mü’minlere, ‘düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırmış ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir’ demişlerdir.“ 301
“Rableri, onların duâlarını kabul etti. (Dedi ki:) Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, Benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Allah, mükâfatın en güzeli kendi nezdinde olandır.“ 302
“Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın; bölük bölük savaşa çıkın yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın.“ 303
“O halde, dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya gâlip gelirse Biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.“ 304
“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Buna hakkınız yok!)“ 305
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğut (bâtıl dâvâlar ve şeytan) yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“ 306
“Kendilerine ‘ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin’ denilen kimseleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca içlerinden bir grup insanlardan, Allah’tan korkar gibi, yahut daha fazla bir korku ile korkmaya başladılar da; ‘Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi, yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır, size kıl kadar haksızlık edilmez. Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..“ 307
“Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah’ın gücü daha çetin ve cezâsı daha şiddetlidir.“ 308
300] 3/Âl-i İmrân, 166-170
301] 3/Âl-i İmrân, 173
302] 3/Âl-i İmrân, 195
303] 4/Nisâ, 71
304] 4/Nisâ, 74
305] 4/Nisâ, 75
306] 4/Nisâ, 76
307] 4/Nisâ, 77-78
308] 4/Nisâ, 84
- 96 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ancak, kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesnâ. Allah dileseydi onları başınıza belâ ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve barışı size bırakırlarsa bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yol(a girme hakkı) vermemiştir. Hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler ona baş aşağı dalarlar (daldırılırlar). Eğer sizden uzak durmaz, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar üzerine sizin için apaçık yetki verdik.“ 309
“Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden siz de böyle iken Allah size lutfetti; o halde iyi anlayıp dinleyin. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Mü'minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.“ 310
“... Sulh (dâima) hayırlıdır...“ 311
“Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız’ dediler. Mûsâ: ‘Rabbim, ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle bu fâsık/yoldan çıkmış toplumun arasını ayır’ dedi. Allah: ‘Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen de fâsık/yoldan çıkmış toplum için üzülme’ dedi.“ 312
“Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezâsı, ancak ya acımadan öldürülmeleri ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.“ 313
“Ey iman edenler! Allah'tan ittika edin/korkun. O'na vesile/yaklaşmaya yol arayın ve O'nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.“ 314
“Ey iman edenler! Sizden kim mürted olur/dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve Kendisini seven, mü'minlere alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lutfudur. Allah'ın lutfu ve ilmi geniştir.“ 315
“Yahûdiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır) dediler. Hay dediği yüzünden eli bağlanası ve lânet olası! Bilakis, Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Andolsun ki sana Rabbinden
309] 4/Nisâ, 90-91
310] 4/Nisâ, 94-96
311] 4/Nisâ, 128
312] 5/Mâide, 24-26
313] 5/Mâide, 33
314] 5/Mâide, 35
315] 5/Mâide, 54
KITÂL / SAVAŞ
- 97 -
indirilen, onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü arttırır. Aralarına, kıyâmete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin soktuk. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa (fitneyi uyandırmışlarsa) Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah da bozguncuları sevmez.“ 316
“... Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a şirk/ortak koşanlardan olursunuz.“ 317
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, 'Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim' diyerek duânızı kabul buyurdu. Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak gâliptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (verdiği vesveseyi) sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir su (yağmur) indiriyordu. Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun; Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!' diye vahyediyordu. Bu söylenenler, onların Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azâbı şiddetli olandır. İşte bu yenilgi size Allah'ın azâbı! Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azâbı vardır. Ey mü'minler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin (Korkup kaçmayın). Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzî tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! (Savaşta) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu). Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.“ 318
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamâmen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.“ 319
“Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile (savaş için) karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.“ 320
“Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler. Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden ahitlerini bozan kimselerdir. Eğer savaşta onları yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin cezâ ile) arkalarında bulunan kimseleri de dağıt.“ 321
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.“ 322
316] 5/Mâide, 64
317] 6/En’âm, 121
318] 8/Enfâl, 9-18
319] 8/Enfâl, 39
320] 8/Enfâl, 45
321] 8/Enfâl, 55-57
322] 8/Enfâl, 60-61
- 98 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüze (kâfire) gâlip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olanlardan bin kişiye gâlip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, (onlardan) iki yüz kişiye gâlip gelir. Ve eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) iki bin kişiye gâlip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.“ 323
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velîleridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir şey yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.“ 324
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler; (muhâcirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek mü’minler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.“ 325
“Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldırırlarsa, küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onların yemin (diye bir şey)leri yoktur. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler. (Ey mü’minler!) Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minler iseniz, korkmanız gereken yalnızca Allah’tır. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara gâlip kılsın ve mü’min toplumun gönüllerine şifâ versin, kalplerini ferahlatsın. Ve onların (mü’minlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Çünkü Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa siz, Allah sizden cihad edenlerle Allah, Peygamber ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri bilmeden (siz böyle bir imtihan geçirip iyiler ve kötüler müstehakını almadan başıboş) bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.“ 326
“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su veren ve Mescid-i Haram’ı onaran kimseyi, Allah ve âhiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerle bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.“ 327
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin.’ Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.“ 328
“Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah ve
323] 8/Enfâl, 65-66
324] 8/Enfâl, 72
325] 8/Enfâl, 74
326] 9/Tevbe, 12-16
327] 9/Tevbe, 19-20
328] 9/Tevbe, 24
KITÂL / SAVAŞ
- 99 -
Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini (kendine) din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.“ 329
“...Müşrikler nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşın ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle, (din düşmanlarına karşı korkaklık göstermekten) sakınanlarla beraberdir.“ 330
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır. Eğer (size emrolunan bu savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezâlandıracak ve yerinize sizden başka (emirlerine itaat edecek) bir kavim getirecek; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremeyeceksiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.“ 331
“(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır (kolay-zor, binekli-yaya, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir, ihtiyar-genç) olarak hep birlikte savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer anlıyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır.“ 332
“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilir. Ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp kuşkular içinde bocalayanlar (savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları (böyle cihad gibi güzel bir amelden) geri koydu; onlara, ‘oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!’ denildi. Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. Hâlbuki içinizde de onlara iyice kulak verecekler vardır (bunları kuşkulandırıp büyük bir fitne çıkarabilirlerdi). Allah zâlimleri gâyet iyi bilir.“ 333
“De ki: Siz bize iki güzelliğin (şehidlik veya gâziliğin) birinden başkasını mı bekliyorsunuz? Hâlbuki biz size Allah’ın ya kendi katından veya bizim elimizle bir azap eriştirmesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin durun; biz de sizinle beraber bekleyenleriz.“ 334
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!“ 335
“Allah’ın Rasûlüne muhâlefet etmek için (savaştan) geri kalanlar (münâfıklar, sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de); ‘bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?)’ Keşke anlasalardı!“ 336
“Allah’a iman edin, Rasûlü ile beraber cihad edin’ diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve ‘bizi bırak, oturanlarla beraber olalım’ dediler. Geride kalan kadınlarla beraber olmağa râzı oldular, çünkü onların kalplerine
329] 9/Tevbe, 29
330] 9/Tevbe, 36
331] 9/Tevbe, 38-39
332] 9/Tevbe, 41
333] 9/Tevbe, 44-47
334] 9/Tevbe, 52
335] 9/Tevbe, 73
336] 9/Tevbe, 81
- 100 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mühür vuruldu (dolayısıyla cihadda olan hikmet ve gâyeyi) onlar anlayamazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar (dünyada zafer, âhirette cennet) onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.“ 337
“Allah ve Rasûü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde; zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine (kınanmasına) bir yol yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kendilerini bindirip sevk etmen için sana geldiklerinde, ‘sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere de (sorumluluk yoktur). Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde, senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (savaştan geri kalmanın sonucunun ne olacağını) bilemezler. (Seferden) Onlara döndüğünüz zaman size özür beyan edecekler. De ki: ‘(Boşuna) özür dilemeyin, size asla inanmayız. Çünkü Allah, sizin haberlerinizden (aleyhimizde çevirdiğiniz dolaplardan çoğunu) bize bildirmiştir. (Bundan sonraki) amelinizi Allah da görecektir, Rasûlü de. Sonra görüleni ve görülmeyeni Bilen’e döndürüleceksiniz de yapmakta olduklarınızı size haber verecektir. Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden (onları cezâlandırmaktan) vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. İşte o zaman onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer cehennemdir. Onlardan râzı olmanız için size yemin edecekler. Şâyet onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklar topluluğundan asla râzı olmaz.“ 338
“Allah mün’minlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.“ 339
“Mü’minlerin hepsinin toptan (savaş için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azâbı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki, dikkatli olurlar. Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş ânında) sizde bir sertlik bulsunlar, (onlara karşı şiddetli ve çetin olun, sakın gevşeklik ve korkaklık göstermeyin). Biliniz ki Allah takvâ sahipleriyle, (korkaklıktan) sakınanlarla beraberdir.“ 340
“Biz râsûlleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, hakkı bâtıl ile ortadan kaldırmak için mücâdele verirler. Onlar, âyetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır.“ 341
“Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette,
337] 9/Tevbe, 86-88
338] 9/Tevbe, 91-96
339] 9/Tevbe, 111
340] 9/Tevbe, 122-123
341] 18/Kehf, 56
KITÂL / SAVAŞ
- 101 -
içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 342
“Allah uğrunda, O’na yaraşacak şekilde hakkıyla cihad edin. Sizi O seçti; din husûsunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi...“ 343
“Kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük cihad ile cihad et, büyük bir savaş ver!“ 344
“Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir, hiçbir şeye muhtaç değildir.“ 345
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, muhsinlerle/iyi ve güzel davrananlarla beraberdir.“ 346
“De ki: ‘Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz!’ (Eceliniz gelmemiş ise,) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir. De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı. Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve dostlarına, ‘bize katılın’ diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir.“ 347
“Mü’minler, düşman birliklerini gördüklerinde, ‘işte Allah ve Rasûlünün bize vaad ettiği! Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir’ dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırmıştır. Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler/yiğitler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehidliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.“ 348
“Allah, o inkâr eden kâfirleri hiçbir şey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah (’ın yardımı) savaşta mü’minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak gâliptir.“ 349
“(Savaşta) İnkâr eden kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“ 350
“İman etmiş olanlar ‘Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı!’ derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Korktukları başlarına gelsin! (Onların vazifesi) İtaat ve güzel sözdür. İş ciddiye bindiği zaman Allah’a sadâkat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.“ 351
342] 22/Hacc 39-40
343] 22/Hacc, 78
344] 25/Furkan, 52
345] 29/Ankebût, 6
346] 29/Ankebût, 69
347] 33/Ahzâb, 16-18
348] 33/Ahzâb, 22-23
349] 33/Ahzâb, 25
350] 47/Muhammed, 4
351] 47/Muhammed, 20-21
- 102 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.“ 352
“Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa dâvet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.“ 353
“Köre vebâl yoktur, topala da vebâl yoktur, hastaya da vebâl yoktur (Bunlar savaşa katılmak zorunda değildir). Kim Allah’a ve peygamberine itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azâba uğratır.“ 354
“Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı. Sonra bir dost ve yardımcı da bulamazlardı. Allah’ın, öteden beri süregelen kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.“ 355
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşır/vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız.“ 356
“(Gerçek) Mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler/savaşanlardır. İşte doğrular ancak onlardır.“ 357
“Ne oluyor size ki, Allah yolunda infak edip harcamıyorsunuz? Hâlbuki göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Elbette içinizden fetihten önce infak eden ve savaşanlarla, daha sonra infak edip savaşanlarla bir değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vaad etmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.“ 358
“Onların (Münâfıkların) kalplerinde sizin korkunuz, Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.“ 359
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 360
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.“ 361
“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi? Allah’a
352] 47/Muhammed, 31
353] 47/Muhammed, 35
354] 48/Fetih, 17
355] 48/Fetih, 22-23
356] 49/Hucurât, 9-10
357] 49/Hucurât, 15
358] 57/Hadîd, 10
359] 59/Haşr, 13-14
360] 60/Mümtehıne, 8-9
361] 61/Saff, 4
KITÂL / SAVAŞ
- 103 -
ve Rasûlüne iman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz ki bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bunlarla müjdele.“ 362
“Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!“ 363
Tefsirlerden İktibaslar
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı (farz kılındı). Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyden hoşlanmamanız mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyden hoşlanmanız da mümkündür. Allah bilir, hâlbuki siz bilmezsiniz.“364 Savaş aslında sevilen, hoşa giden bir şey değildir. Fakat bazen insan, savaşmak zorunda kalır. Bu türlü savaşa nefis müdâfaası denir. İslâm’ın emrettiği cihad’a gelince, onda iki güzelden biri vardır: Şehid olup cennete gitmek veya ganîmet alıp zengin olmak. Cihad, hiçbir zaman bir saldırı değildir. Çünkü önce İslâm’a dâvet yapılır, kabul eden müslüman olur; İslâm’ı kabul etmeyenden vergi (cizye) istenir. Bunu da kabul etmezse, ancak o zaman onlarla savaşılır. Savaştaki sırrı, tüm kapsamıyla biz bilemeyiz, onu Allah bilir. Bazı toplumlar cezâya müstahak olunca, Allah onları çeşitli belâlarla cezâlandırır. İşte onlardan biri de savaştır. Nitekim bir âyette: “Allah insanları birbiriyle def etmeseydi yeryüzünde nizam bozulurdu.“365 denilmiştir.
Şimdi, buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin baskısına müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların bazısını, bazısıyla savmasa veya müdâfaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah ediciler ve mücâhidlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları ve kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni dağılır, çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum içinde, itaatkâr ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak hücumuna uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihâyet herkes saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa hepsi mahvolur. Cenab-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve böyle yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır da birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle karşılaşmazlarsa, çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve karşı koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur; o zaman da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah, bütün âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf ve rahmet sahibidir. Bu fesada râzı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde insanları lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat bâtıldır. Allah'ın istediği, düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve hayır sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve zaten karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden,
362] 61/Saff, 10-13
363] 66/Tahrîm, 9
364] 2/Bakara, 216
365] 2/Bakara, 251
- 104 -
KUR’AN KAVRAMLARI
akıl ve şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın zorlamasıyla mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun tatbikinin de akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve hükümeti bu hikmetle meşru kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını, ıslahatçı kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacakları korumak için emretmiştir. Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı gözönünde tutmayıp ve savunma kaydıyla meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç onların eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçirmek sevdâsıyla yeryüzüne bozgunculuk verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda buna bir, “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.“366 hatırlatması geçmişti.
Şu halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah savaşıdır ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin yok edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar, bunu yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da insanlar, kökünden kazınıp kıyâmet kopacaktır. 367
İslâmın bazı kötü maksatlı düşmanları onun “Dinde zorlama yoktur“ ilkesini ortaya koymasına rağmen kendini kılıç yolu ile kabul ettirdiğini ileri sürerek bu dini çelişkili olmakla suçlarlar. Diğer bazı düşmanları da İslâmı bu töhmet karşısında savunur görünerek müslümanların ruhunda yanan cihad ateşini söndürmeye, tarihte İslâmın ortaya çıkmasında ve yayılmasında bu aracın oynadığı hayatî rolün önemini küçümsemeye yeltenmekte, -kaypakça, uyutma ve aldatma yolu ile- günümüzde ya da yarın bu araca başvurmanın gerekli olmadığı ve olmayacağı mesajını vermek istemektedirler. Bütün bu zehirleri, güya İslâm'ı rencide eden bir töhmet karşısında onu savunuyormuş gibi yaparak kusmaktadırlar.
Birinciler de ikinciler de İslâm'ın sistemini yozlaştırmak, onun uyarıcı mesajlarını müslümanların zihninde dumûra uğratmak, öldürmek amacı ile aynı cephede İslâm'a karşı savaşan Batılı şarkiyat uzmanları (oryantalistler) arasından çıkıyor. (Bu kişilerin basında Sir T.W. Arnold adlı oryantalist gelir. Onun Dr. İbrahim Hasan ve kardeşi tarafından “Ed-Da’vetül İslâmîyye“ adı altında Arapça'ya çevrilmiş bir eseri vardır.) Bunlar bu sinsi oyunları cihad ruhu bir daha uyanmasın diye oynuyorlar. O cihad ruhu ki, savaş alanında onun karşısında bir kere bile tutunamamışlardır! Yine o cihad ruhu ki, ancak onu zehirledikten, türlü türlü hileler ile zincire vurduktan, aralarında birleşerek dünyanın her yanında başına öldürücü ve vahşice darbeler indirdikten sonra pençesinden kurtularak rahat nefes alabilmişlerdir. Bunların yanısıra emperyalizm ile müslüman ülkeler arasındaki savaşların cihadı gerektirecek birer inanç savaşı olmadıkları, bunların sadece pazar, hammadde ve stratejik üsler uğruna yapılan savaşlar oldukları, buna göre cihadı gündeme getirmek için ortada hiçbir sebep bulunmadığı aldatmacasını müslümanların beyinlerine işledikten sonradır ki güven ve rahatlarını daha da perçinlemişlerdir.
Evet, İslâm'ın uzun tarihi boyunca kılıcını çekerek vuruştuğu, cihad ettiği dönemler olmuştur. Fakat bu kılıçlar hiç kimseyi zorla müslüman yapmak için değil, cihadı gerektiren birtakım amaçları gerçekleştirmek, hedeflere ulaşmak
366] Bakara, 2/195
367] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 145-146
KITÂL / SAVAŞ
- 105 -
için çekilmiştir. Bu hedeflerin başlıcaları şunlardır:
1- İslâm, her şeyden önce, müslümanlara yönelik işkenceleri, zulümleri ve fitneleri savmak, bunlara karşı koymak, bağlılarının can, mal ve inanç güvenliklerini sağlamak için cihada girişmiştir. Bu amaç doğrultusunda bu surenin daha önceki âyetlerinden birinde incelediğimiz “Fitne, adam öldürmekten daha ağır bir suçtur“ prensibini ortaya koydu.368 Böylece inanca yönelik saldırıyı, mü’minlere inançları yüzünden eziyet etmeyi, onları dinlerinden ayırmaya çalışmayı insan hayatına yönelik saldırıdan daha büyük bir insanlık suçu saydı. O halde bu kutsal ilkeye göre inanç, hayattan daha önemli, daha değerlidir. Eğer mü’min canını ve malını savunmak için savaşmaya izinli ise inancını ve dinini savunmak için savaşmaya hâydi haydi izinlidir.
Müslümanlar tarih boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinde inançları yüzünden baskılara, vazgeçirme girişimlerine, eziyetlere, işkencelere uğramışlardır. Bu yüzden en önemli varlıklarına yönelen bu zulümlere karşı koymaları kaçınılmazdı. Çünkü bu baskılara ve eziyetlere inançları yüzünden uğratılıyorlardı.
Meselâ bir zamanların İslâm diyarı olan Endülüs (yani bugünkü ispanya) müslümanları dinlerinden koparılma amacına yönelik iğrenç ve vahşi işkenceler ile toplu kıyımlara sahne olmuştu. Bu zulümlerin benzerleri, katolikliğe karşı direnen diğer hristiyan mezheplerinin bağlılarına karşı da uygulanmıştı. Öyle ki, bugünün İspanya'sında İslâm'ın gölgesine, hatta öbür hristiyan mezheplerin gölgelerine bile rastlayamazsınız. Yine bir zamanlar Beytülmukaddes (Kudüs) ile çevresi de aynı iğrenç haçlı saldırılarına hedef olmuştu. Bu saldırıların tek amacı İslâm inancının kökünü kazımaktı. Fakat bu bölgede de müslümanlar inanç sancağı altında silâha sarılarak düşmanlarına karşı göğüslerini siper etmişler ve son aşamada zafere ulaşarak bu kutsal İslâm beldesini Endülüs'ün acı akıbetine uğramaktan kurtarmışlardı.
Komünistlerin, putperestlerin, siyonistlerin ve hristiyanların pençesi altında bulunan dünyanın çeşitli yörelerinde bugün de müslümanlar dinlerinden koparılmak istenmekte ve inançları uğruna baskı görmektedirler. Bu yüzden müslümanlar, eğer gerçek müslümanlar iseler, bu fitnelere karşı koymak için, bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
2- İkinci olarak İslâm, inanç özgürlülüğünü gerçekleştirdikten sonra inanç sistemini tanıtma ve duyurma özgürlüğünü de sağlamak amacı ile cihad etmiş, savaş vermiştir. Sebebine gelince İslâm, evrene ve hayata ilişkin en mükemmel düşünce sistemini, sosyal hayatı geliştirecek en ileri düzeni getirdi. Bu nimeti, insanlığın tümüne iletmek, gene bu nimeti onların kulaklarına ve kalplerine duyurmak için getirdi. Bu açıklama anlatma ve ilandan sonra isteyen mü’min, isteyen de kâfir olsun, “Dinde zorlama yoktur.“ Evet, ama önce bu nimeti, yüce Allah'ın katından tüm insanlar için gelmiş olan bu nimeti, insanlığın bütününe ulaştırmanın yolu üzerindeki engeller kaldırılmalıdır, insanların bu İlâhî mesajı işitmelerini ve doğruluğuna inandıktan sonra, eğer isterlerse, hidâyet kervanına katılmalarını önleyen engeller yok edilmelidir.
Bu engellerden biri, toplumların ve ulusların başında insanların bu İlâhî mesajı işitmelerine izin vermeyen, bunun yanında İslâm'a girenlere baskı uygulayan
368] 2/Bakara, 217
- 106 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zorba rejimlerin bulunmasıdır. İslâm, bu tâğutî, bu zorba rejimleri yıkarak yerlerine adâlete bağlı rejimler kurmayı ve bu rejimler aracılığı ile her yerde hakkı tanıtma özgürlüğünü, hakkı tanıtmak için didinenlerin güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Bu amaç bugün için de geçerlidir. Buna göre müslümanlar, eğer gerçekten müslüman iseler, bu amaca ulaşmak için bugün de cihad etme yükümlülüğü ile karşı karşıyadırlar!
3- Üçüncü bir amaç olarak İslâm yeryüzünde kendi düzenini kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İslâm, insanın, insan kardeşi karşısında özgürlüğünü gerçekleştiren tek sosyal düzendir. Çünkü İslâm, yüce ve büyük olan Allah'a yöneltilmesi gereken tek kulluğun, tek bir tapınma sürecinin sözkonusu olduğunu belirleyerek bütün biçim ve türleri ile insanın insana kulluğunu ortadan kaldırır, yasaklar. Buna göre ortada insanlar için hükümler koyan, hukuk normları koyma yolu ile insanları boyunduruk altına alan, köleleştiren hiçbir ferde, hiçbir sosyal sınıfa, hiçbir millete yer yoktur. Sadece herkesin Rabbi olan tek bir Allah vardır, bütün insanların, önlerinde eşit oldukları, hükümler koyma yetkisi sadece O'nundur; insanlar itaati ve boyun eğmeyi de sırf O'na yöneltirler. Tıpkı imanı ve ibâdeti de sırf O'na yöneltmeleri gerektiği gibi.
Buna göre bu düzende sırf Allah'ın şeriatının yürütücüsü olmayan, bu yürütme yetkisi için toplumdan vekillik almayan hiçbir kimseye itaat edilmez. Çünkü yürütme mevkiindeki görevlinin, temelde kanun koyma yetkisi yoktur. Çünkü hukuk normları koyma yetkisi sadece Allah'a aittir, bu yetki ilâhlık olgusunun insan hayatına yansıyan bir göstergesidir. O halde hiçbir insan, öbür kullar gibi bir kul olduğu, başka hiçbir ayrıcalığa sahip olmadığı halde bu yetkiyi kullanarak kendisi için ilâhlık iddiasına kalkışamaz, insanlara karşı ilâhlık makamı işgal etmeye yeltenemez!
Bu ilke, İslâm'ın getirdiği İlâhi düzenin temel kuralıdır. Bu temel kuralın üzerine tertemiz bir ahlâk düzeni oturur. Bu düzende her insanın özgürlüğü teminat alımdadır, hatta İslâm inancını benimsememiş olanların özgürlüğü bile. Bu düzende herkesin dokunulmazlıkları titizlikle gözetilir, hatta Müslümanlığı kabul etmemiş olanların dokunulmazlıkları bile. Bu düzende İslâm vatanında yaşayan her yurttaşın hakları korunur, varsın inançları ne olursa olsun. Bu düzende hiç kimse zorla müslüman yapılmaz, hiç kimseye dini inançları yüzünden baskı uygulanmaz, sadece İslâm'ın tanıtımı ve duyurusu yapılır.
İşte İslâm, yeryüzünde bu yüce düzeni kurmak, yerleştirmek ve korumak için cihad etti. İnsanın insana kulluğu esasına dayanan, kulların hiçbir hakları olmadığı halde Allah'a âit yetkiyi kullanmaya yeltendikleri, kendilerini ilâh yerine koymaya kalkıştıkları zorba düzenleri devirmek İslâmın görevi idi. Bunun yanısıra bu azgın rejimlerin dünyanın her yerinde İslâm'a karşı direnmeleri, onu düşman bilmeleri kaçınılmazdı. Böyle olunca İslâm'ın onları tepelemesi de kaçınılmaz oluyordu. Böylece yeryüzünde o yüce düzenini ilân edebilecek, arkasından bu rejimin egemenliği altında herkesi kendi özel inancında özgür bırakabilecekti. Onlardan sadece sosyal, ahlâkî, ekonomik ve devletlerarası hukuk normlarına uymalarını isteyecekti. Bunlar dışında vicdanlarındaki inançlarında, özel yaşantılarında özgür olacaklar, bu alanlarda inandıkları gibi davranacaklardı. Bu arada İslâm, bu düzenin sınırları içinde onları gözetecek, hayatlarını ve inançlarını koruyacak, haklarını teminat altında bulunduracak, dokunulmazlıklarına el
KITÂL / SAVAŞ
- 107 -
değdirmeyecekti.
Yeryüzünde bu yüce düzeni kurmayı amaçlayan sözkonusu cihad görevi, “Fitnenin kökü kazınarak Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar“ yeryüzünde kulların, ilâhlık taslamalarına ve Allah'ın dini dışındaki bütün sahte dinlerin egemenliklerine son verinceye kadar, sürekli biçimde müslümanların boynuna borçtur.
Demek ki, İslâm, insanlara kendi inanç sistemini zorla benimsetmek için kılıç kullanmadı, o bazı düşmanlarının suçlamalarında ileri sürüldüğü anlamda kılıçla yayılmış bir din de değildir. O sadece her inançtan insanların himâyesi altında güven duyabilecekleri, sınırları içinde inancını paylaşmasalar bile egemenliğini kabul ederek yaşayabilecekleri emniyetli bir düzen, bir rejim kurmak için cihad etmiştir.
İslâm'ın yaşaması, yayılması, bağlılarının inanç sistemlerine güven duyması, yeni müslüman olmak isteyenlerin güven içinde bu dine katılabilmeleri, bu yapıcı düzenin kurulması ve düşmanlarına karşı korunması için bu dinin güçlü olması şarttı. Demek ki, cihad, tarihteki önemi küçümsenebilecek bir araç olmadığı gibi, İslâm düşmanlarının sinsi mesajlarında en iğrenç metodlarla söylemek istedikleri gibi, İslâmın bugününde ve geleceğinde zorunlu fonksiyonu olmayan bir silâh da değildir!
İslâm'ın mutlaka bir sosyal düzeni, bir rejimi olması; bunun için onun mutlaka güçlü olması ve güçlü olabilmesi için de mutlaka uğrunda cihad edilmesi, savaşılması gerekir. Bu onun ayrılmaz özelliği, karakteristik vasfıdır, bu olmadan İslâm ne yaşayabilir ve ne de başkalarına önderlik edebilir.
“Dinde zorlama yoktur'', evet ama “Onlara karşı elinizden geldiği kadar gerek Allah'ın gerekse özünüzün düşmanlarını ve bunlar dışında Allah'ın bildiği, fakat sizin bilmediğiniz gizli düşmanlarınızı yıldırıp caydıracak savunma gücü ve atlı savaş birlikleri hazırlayınız.“ 369 âyeti de yüce Allah'ın buyruğudur.
İşte İslâm açısından işin aslı budur. Müslümanlar, dinlerinin özünü, tarihlerinin içyüzünü böyle bilmeli ve dinleri konusunda sürekli savunma çabası içinde bulunan bir sanık gibi davranmamalı, böylesine pasif ve yılgın bir rolü benimsememelidir. Tersine her zaman kendine güvenen, rahat, yeryüzü kaynaklı düşünceleri, yeryüzü kaynaklı rejim ve düzenlere ve tüm yeryüzü kaynaklı ideolojilere tepeden bakan insanların alnı açık tutumunu sergilemelidirler. Buna bağlı olarak dinlerini, bağlılarının güvenliğini sağlama, saldırgan bâtılın burnunu kırma ve getirmiş olduğu nimetten bütün insanları yararlandırma amacını taşıyan cihaddan soyutlamak isteyen, kendilerine bu zehiri şırınga ederken sözde İslâm'ı savunuyormuş gibi davranan sinsi düşmanlarının aldatmacalarına kanmamalıdırlar. O cihad ki, insanlığı ondan yoksun bırakanlar, insanlık ile onun arasına girenler, insanlığa karşı hiç kimsenin işleyemeyeceği cinâyeti işlemiş olurlar. Böyleleri insanlığın en koyu düşmanlarıdır, eğer insanlık olgunluğa ermiş olsa, aklını kullansa bunları kovalaması, yakalarını bırakmaması gerekir. İnsanlık bu olgunluğa ereceği ve aklını harekete geçireceği güne kadar sözkonusu bu insanlık düşmanlarını, yüce Allah'ın seçtiği ve iman nimeti ile onurlandırdığı mü’minlerin kovalaması gerekir. Bu, onların hem kendilerine ve hem de tüm insanlığa karşı görevleridir. Yüce Allah'ın önünde bu görevi yerine getirmekle
369] 8/Enfâl, 60
- 108 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yükümlüdürler. 370
Hadis-i Şeriflerde Savaş
“Bir kimse gazâ (Allah için savaş) yapmadan ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan ölürse, nifaktan bir şûbe üzere (bir tür nifak üzere) ölür.“ 371
“Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gâzinin âile fertlerine hayırla muâmele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyâmet gününden önce büyük bir belâya uğratır.“ 372
“Harp hiledir (hud’adan/hileden ibârettir).“ 373
“Ben rahmet peygamberiyim, (aynı zamanda da) savaş peygamberiyim.“
“Allah'ın adıyla gazâ edin, Allah yolunda gazâ edin, (savaşta) Allah'a küfredeni (Allah'ı inkâr edeni) öldürün; savaşın, ahdinizi bozmayın, ganimet malına hıyânet etmeyin; kulak, burun ve baş kesmeyin; çocukları öldürmeyin.“
“Allah yolunda cihad ediniz. Çünkü Allah yolundaki cihad, Cennet kapılarından bir kapıdır ki, Allah onun sebebiyle (mücâhidi) hüzün ve kederden korur.“ 374
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin.“ 375
“Rasûlullah (s.a.s.) kadınları ve çocukları öldürmekten nehyetti.“ 376
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temennî etmeyin; Allah’tan âfiyet dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin. Bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.“ Sonra, Allah’a şöyle duâ etti: “Ey Kur’an’ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah’ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl.“ 377
Rasûlullah (s.a.s.) gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip İlâhî yardımın ineceği vakte kadar ertelerdi. 378
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösterin.“ 379
Peygamber (s.a.s.)'e bir kimse geldi de: “Bir kısım insanlar, ganîmet malı için savaşır, bazı kimseler de insanlar arasında adının söylenip övülmesi için savaşır,
370] Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, 2/Bakara, 256. Âyetin Tefsiri
371] Müslim, İmâre 158; Ebû Dâvud, Cihad 1; Nesâî, Cihad 2; Dârimî, Cihad 25; Ahmed bin Hanbel, II/374
372] Ebû Dâvud, Cihad 17; İbn Mâce, Cihad 5
373] Buhârî, Cihad 157, menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihad 17-19; Ebû Dâvud, Cihad 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihad 5; İbn Mâce, Cihad 28
374] Ahmed bin Hanbel, 5/214
375] Ebû Dâvud, Cihad 18; Nesâî, Cihad 1, 2, 48
376] Buhârî, Cihad 147; Müslim, Cihad, 25-26; Tirmizî, Siyer 19; İbn Mâce, Cihad 30
377] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
378] Ebû Dâvud, Cihad 111; Tirmizî, Siyer 46; Buhârî, Cizye 1
379] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 20; Ebû Dâvud, Cihad 89
KITÂL / SAVAŞ
- 109 -
bazıları da (yiğitlikteki) mevkii, derecesi görülsün diye cihad eder. Kimileri de ırkının üstünlüğünü göstermek için veya gazabından dolayı savaşır. Şimdi, Allah yolunda cihad eden kimdir?“ diye sordu. Peygamber (s.a.s.) de: “Kim, Allah'ın kelimesi (dini, dâvâsı) daha yüce olsun diye savaşırsa, işte o, Allah yolundadır“ buyurdu. 380
“El-bâdî azlemu -Kötülüğe ilk başlayan daha zâlimdir (esas zâlim odur)-.“ 381
“Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın. Dikkat edin! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır.“ 382
“Kim atıcılık öğrenir de sonra onu terkederse Bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir).“ 383
“Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüzçevirirse, Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân-ı nimet etmiş olur.“ 384
“Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzâd etme sevabına denktir.“ 385
“Allah'ın ismiyle, Allah ('ın yardımıy)la, Rasûlullah'ın sünneti üzerine gidin. İhtiyarları, çocukları, küçükleri ve kadınları öldürmeyin. Ganîmet malına hıyânet etmeyin, ganîmeti bir araya toplayın, ıslah edin (ifsâd etmeyin; işlerinizi düzeltin) ve iyilik yapın. 'İhsân (iyilik ve güzellik) edin. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever.“ 386
“Bir kavim, zayıf ve yoksuldular, kuvvette ve sayıda güçlü olanlar onlarla savaştı. Allah Teâlâ, o zayıfları onlara gâlip kıldı. Onlar da düşmanlarına (kötülük) kastederek onları (büyük zorluklarda) kullandılar ve onlara mûsâllat oldular. Böyle Allah Teâlâ'ya kavuşacakları güne kadar Allah'ı kendilerine gazap ettirdiler/kızdırdılar.“ 387
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘Onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar
380] Buhârî, Cihad 15, İlim 45, Humus 10, Tevhid, 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvud, Cihad 24; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 16; Nesâî, Cihad 21; İbn Mâce, Cihad 13
381] Buhârî, İman 17, 28, Salât 28; Müslim, İman 32, 36; Ebû Dâvud, Zekât 1; Nesâî, Zekât 3
382] Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî Tefsîru Sûre (8) 5; İbn Mâce, Cihad 19
383] Müslim, İmâre 169; Ebû Dâvud, Cihad 23; Nesâî, Hayl 8; İbn Mâce, Cihad 19
384] Ebû Dâvud, Cihad 23; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Nesâî, Hayl 8
385] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 11; Ebû Dâvud, Itk 14; Nesâî, Cihad 26; İbn Mâce, Cihad 19
386] Ebû Dâvud, Cihad 82, hadis no: 2614
387] Ahmed bin Hanbel, V/407
- 110 -
KUR’AN KAVRAMLARI
cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.“ 388
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.“ 389
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.“ 390
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.“ Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı.
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.“ 391
“İçinden samimi şekilde Allah yolunda cihad etmeyi temenni eden kimse, sonra ölse de, öldürülse de şehid sevabı kazanır.“ 392
“Gerçek mücâhid, nefsiyle cihad edendir.“ 393
“Allah Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehidlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile Allah onu şehidlik mertebesine ulaştırır.“ 394
“Şehidliği gönülden arzu eden bir kimse, şehid olmasa bile sevabına nâil olur.“ 395
Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Önce müslüman ol, sonra savaş“ buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehid oldu. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Az çalıştı, çok kazandı.“ 396
“Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçte ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganîmet elde edemez, şehid olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri âhirette tam olarak verilir.“ 397
Sahâbeden bir adam: “Yâ Rasûlallah! Seyahate çıkmam için bana izin ver“ dedi. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.): “Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Aziz ve Celil olan Allah yolunda cihada çıkmaktır“ buyurdu. 398
İmran'ın babası Eslem’den (r.a.) rivâyet edilmiştir: O dedi ki: “Biz (orayı feth
388] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
389] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 27
390] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
391] Buhârî, İlim 45, Cihad 15; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
392] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 21; Ebû Dâvud, Cihad 42; Nesâî, Cihad 25
393] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 2, hadis no: 1621
394] Müslim, İmâre 157; Nesâî, Cihad 36; İbn Mâce, Cihad 15
395] Müslim, İmâre 156
396] Buhârî, Cihad 13; Müslim, İmâre 144
397] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad 12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
398] Müslim, İmâre 154; Ebû Dâvud, Cihad 12; Nesâî, Cihad 15; İbn Mâce, Cihad 13
KITÂL / SAVAŞ
- 111 -
etme kastıyla, savaş için) Kostantîniyye'de (İstanbul'da) bulunuyorduk. Mısır ehlinin başında, Ukbe İbn Âmir, Şam ehlinin başında da Fudâle İbn Ubeyd bulunuyordu. Rumlardan büyük bir saf, karşımıza çıkınca, biz de onlara karşı saf tuttuk. O anda müslümanlardan bir kişi, onlara açıkça hamlede bulunarak aralarına daldı, o zaman insanlar, bu zat hakkında: “Sübhânallah! Kendini tehlikeye atıyor“ diye bağırdılar. Bunun üzerine Ebû Eyyub el-Ensârî kalkarak: “Ey insanlar! Siz bu âyeti, yani “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın“ 399 âyetini böyle te'vil ediyorsunuz ama aslında bu âyet, biz Ensâr cemaati hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Allah Teâlâ, dinini aziz edip İslâm'ın yardımcıları çoğalınca; Rasûlullah (s.a.s.)'ın haberi olmadan biz kendi aramızda: “Aile fertlerimizi ve mallarımızı terk ederek bu İslâm dininin yücelmesi için bu zamana kadar çalıştık; tâ ki İslâm yayıldı, Allah Teâlâ, Peygamberine yardım etti, şimdi ailemize ve mallarımıza dönüp onların arasında bulunarak zâyi olan şeylerimizi düzeltsek!“ dedik. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Peygamberine bu âyeti inzâl buyurarak bizim sözlerimizi reddetti. O halde, âyette geçen “tehlike“den maksadın, “cihadı bırakıp mallarımızla uğraşmamız“ olduğu meydana çıktı.“ 400
“Kim Allah yolunda (cihad için) bir şey infak edip harcarsa, ona (verdiğinin) yedi yüz misli (ecir/sevap) verilir.“ 401
“Bir kul Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb-ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır.“ 402
“Bir kimse Allah yolunda (cihadda iken) bir gün oruç tutarsa, Cenâb-ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar.“ 403
Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.s.)’ın ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve: ‘Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Rasûlullah (s.a.s.)’dan izin almadan bunu asla yapmam’ dedi. Sonra arzusunu Rasûlullah’a anlattı. Peygamberimiz: “Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer.“ buyurdu.“ 404
Rasûlullah (s.a.s.)’a: “Yâ Rasûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır?“ denildi. “Ona denk bir iş bulamazsınız“ buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Rasûlullah (s.a.s.) her defasında “Ona denk bir iş bulamazsınız“ cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu: “Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiçbir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir.“405 Buhârî’nin rivâyeti şöyledir: Bu soru
399] 2/Bakara, 195
400] Tirmizî, Tefsîr-i Sûre 2/19; Ebû Dâvud, Cihad 22
401] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 4, hadis no: 1625; Nesâî, Cihad 45
402] Buhârî, Cihad 36; Müslim, Sıyâm 167-168; Ebû Dâvud, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbn Mâce, Sıyâm 34
403] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 3
404] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17
405] Buhârî, Cihad 1; Müslim, İmâre 110; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 1; Nesâî, Cihad 17
- 112 -
KUR’AN KAVRAMLARI
üzerine Rasûl-i Ekrem: “Cihada denk olacak bir iş bulamıyorum ki! Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sen de mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?“ Soruyu soran kişi: ‘Buna kim güç yetirebilir ki?!“ dedi. 406
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.“ 407
“Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar.“ 408
“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar; sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana: ‘Bu eşsiz ev, şehidler sarayıdır’ dedi.“ 409
“Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehid olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar.“ 410
Abdullah bin Amr ibn Harâm el-Ensârî, Uhud şehidlerindendir. Oğlu Câbir şöyle diyor: Babam öldürüldüğü zaman ağlamaya başladım, yüzündeki örtüyü açıp açıp ağlıyordum. Rasûlullah'ın ashâbı beni bırakmak istemiyorlar, fakat Rasûlullah bana engel olmuyordu. Sonra buyurdu ki: “Ağlasan da, ağlamasan da fark etmezdi. O (baban) kaldırılıp defn olununcaya kadar melekler kanatlarıyla ona gölge yapıyorlardı.“ 411
Câbir İbn Abdullah (r.a.) şöyle dedi: “Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî (s.a.s.)’nin önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgeliyorlar.“ 412
“Kardeşleriniz Uhud'da vurulunca Allah, onların ruhlarını yeşil kuşların içine (şekline) koydu. Cennetin ırmaklarına gelir, meyvelerinden yer, Arşın gölgesindeki altın kandillere gelip konarlar. Yediklerinin ve içtiklerinin güzelliğini görünce; 'Keşke kardeşlerimiz, Allah'ın bize ne yaptığını (ne ikramlarda bulunduğunu) bilseler de savaştan geri kalmasalar!' dediler. Yüce Allah: 'Ben sizin bu arzunuzu onlara duyururum' buyurdu ve bu âyetleri 413 indirdi.“ 414
Enes’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Nebî’ye (s.a.s.) geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bana Hârise’den haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım“ dedi. Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler
406] -Buhârî, Cihad 1-
407] Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 109; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 13, 25
408] Müslim, İmâre 119
409] Buhârî, Cihad 4, Cenâiz 93
410] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 35; İbn Mâce, Cihad 16
411] Buhârî, Cenâiz 34, Cihad 2; Müslim, Fezâil 26, hadis 129, 130
412] Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihad 20, Meğâzi, 26; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 129-130; Nesâî, Cenâiz 12, 13
413] 3/Âl-i İmrân, 169-171
414] Ebû Dâvud, Cihad, bâb fî Fadli'ş-şehâdeh
KITÂL / SAVAŞ
- 113 -
vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.“ 415
“İki duâ reddolunmaz veya pek nâdir reddolunur. Bunlar; ezan okunurken yapılan duâ ile savaş ânında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duâdır.“ 416
Ebû Katâde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ashâb arasında ayağa kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek, amellerin en fazîletlisidir“ diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “Yâ Rasûlallah! Şâyet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sordu. Rasûlallah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur“ buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.s.): “Nasıl demiştin?“ diye sordu. Adam: “Şâyet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma keffâret olur mu?“ diye sözünü tekrarladı. Rasûlullah (s.a.s.) ona: “Evet, şâyet sen sabrederek ecrini sadece Allah’tan bekleyerek cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına keffâret olur. Ancak, borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi“ buyurdu. 417
Câbir’den (r.a.): Bir adam: “Yâ Rasûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım?“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Cennette!“ diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehid düştü. 418
Enes (r.a.) şöyle dedi: Rasûlullah (s.a.s.) ile ashâbı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir’e vardılar. Müşrikler de geldiler. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın!“ Sonra müşrikler yaklaştı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!“ buyurdu. Enes der ki: Ensar’dan Umeyr İbn Hümâm (r.a.): “Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?“ diye sordu. Peygamberimiz: “Evet“ dedi. Umeyr: “Ne iyi, ne âlâ!“ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Niye öyle söyledin?“ diye sordu. Umeyr: “Allah’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok“ dedi. Rasûl-i Ekrem: “Şüphesiz sen cennetliksin!“ buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra: “Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır“ diyerek elindeki hurmaları attı; sonra şehid oluncaya kadar müşriklerle savaştı. 419
Enes (r.a.) dedi ki: Birtakım kimseler Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Bize Kur’an’ı ve Sünneti öğretecek insanlar gönderseniz“ dediler. Rasûl-i Ekrem, içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’an okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.s.) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce): “Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk;
415] Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23
416] Ebû Dâvud, Cihad 39
417] Müslim, İmâre 117; Tirmizî, Cihad 32
418] Müslim, İmâre, 143; Buhârî, Meğâzî, 17; nesâî, Cihad 31
419] Müslim, İmâre 145; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/137
- 114 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sen de bizden râzı oldun“ dediler. Bir adam, yaklaşıp Enes’in dayısı Harâm’a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti“ dedi. Bu olay üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: ‘Allah’ım! Bizim haberimizi Peygamberimiz’e ulaştır. Bizler Sana kavuştuk ve Senden râzı olduk; Sen de bizden râzı oldun!“ buyurdu. 420
Enes (r.a.) şöyle dedi: Amcam Enes İbn Nadr (r.a.) Bedir savaşına katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple: “Yâ Rasûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Teâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür“ dedi. Uhud savaşında müslüman safları dağılınca, Enes İbn Nadr arkadaşlarını kastederek, “Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim“ dedi. Müşrikleri kastederek de, “bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim“ deyip ilerledi. Derken Sa’d İbn Muâz ile karşılaştı ve “Ey Sa’d İbn Muâz! İşte cennet. Nadr’ın Rabine yemin ederim ki, Uhud’un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum“ dedi. Sa’d (bu olayı anlatırken): “Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Rasûlallah!“ dedi. Hadisin râvîsi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır: Amcamı şehid edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi. Enes, “Biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz“ dedi: “Mü’minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah’a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehid oldu), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar, sözlerini asla değiştirmemişlerdir.“ 421
Rasûlullah’a (s.a.s.) bir adam geldi ve: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?“ diye sordu. Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!“ buyurdu. “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?“ diye sordu. “Sen de onunla savaş!“ cevabını verdi. “Adam beni öldürürse?“ dedi. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen şehid olursun“ buyurdu. “Peki, ben adamı öldürürsem?“ deyince, Efendimiz: “O cehennemdedir“ buyurdu. 422
“Cennette yüz derece vardır ki, Allah onları, kendi yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. Her derece arasında gökle yer arası kadar mesâfe bulunmaktadır.“ 423
“Allah yolunda (cihad için) ayakları tozlanan kula cehennem ateşi dokunmaz.“ 424
“Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez.“ 425
“İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz.“ 426
420] Buhârî, Cihad 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147
421] 33/Ahzâb, 23
422] Müslim, İman 225
423] Buhârî, Cihad 4, Tevhid 22; Nesâî, Cihad 18
424] Buhârî, Cihad 16; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 7; Nesâî, Cihad 9
425] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 8, Zühd 8; Nesâî, Cihad 8
426] Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 12
KITÂL / SAVAŞ
- 115 -
“Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gâziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gâzinin arkada bıraktığı âilesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır.“ 427
“Kim Allah’a gerçekten iman ederek ve vaadine gönülden bağlanarak O’nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyâmet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır.“ 428
Ebû Zer (r.a.) şöyle dedi: “Yâ Rasûlallah! Hangi amel daha fazîletlidir?’ diye sordum. “Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır“ buyurdular.“ 429
Rasûlullah’a (s.a.s.) “Hangi amel daha fazîletlidir?“ diye soruldu. “Allah’a ve Rasûlüne iman etmek“ buyurdu. “Sonra hangisi?“ denildi. “Allah yolunda cihad etmek“ karşılığını verdi. “Bundan sonra hangisi?“ denilince: “Allah katında makbul olan hactır“ buyurdular. 430
Bir adam Rasûlullah (s.a.s.)’e gelerek: “İnsanların hangisi daha üstündür?“ diye sordu. Peygamberimiz: “Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse“ buyurdu. Adam: “Sonra kimdir?“ diye sordu. Efendimiz: “Bir vâdiye çekilip Allah’a ibâdet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse“ buyurdu. 431
“Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak (ribât) dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ’nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır.“ 432
“Bir gün ve bir gece ribât (düşman karşısında cihad halinde durma; hudut nöbeti tutmak), gündüzü oruçlu gecesi ibâdetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi bu nöbet esnâsında vazife başında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı kıyâmete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur.“ 433
“Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar (murâbıtlar) dışında ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevâbı kıyâmet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur.“ 434
“Allah yolunda ribât (düşman karşısında cihad halinde durmak; hudutta bir gün nöbet tutmak) başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır.“ 435
“Allah yolunda (cihad için) yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan
427] Buhârî, Cihad 38; Müslim, İmâre 135-136; Ebû Dâvud, Cihad 20; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 6; Nesâî, Cihad 44
428] Buhârî, Cihad 45; Nesâî, Hayl 11
429] Buhârî, Itk 2; Keffârât 6; Müslim, İman 136; İbn Mâce, Itk 4
430] Buhârî, İman 18, Hac 4, Tevhid 47; Müslim, İman 135; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 22; Nesâî, Hac 4, Cihad 17
431] Buhârî, Cihad 2, Rikak 34; Müslim, İmâre 122-123, 127; Ebû Dâvud, Cihad 5; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 24; Nesâî, Cihad 7, Zekât 74; İbn Mâce, Fiten 13
432] Buhârî, Cihad 6, Bed’ü’l-Halk 8, Rikak 2; Müslim, İmâre 113-114; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 25, Tefsîru Sûre (3) 22; İbn Mâce, Zühd 39
433] Müslim, İmâre 163; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2; Nesâî, Cihad 39; İbn Mâce, Cihad 7
434] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2
435] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 26; Nesâî, Cihad 39
- 116 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır.“ 436
İslâm’da Savaşın Sebebi ve Amacı
İslâm’da Kıtâlin Sebebi; Kurtarıcı Merhamet: Allah'ın temel sıfatları merhamet ağırlıklıdır. O, kendisini Kur'an'da öncelikle Rahmân ve Rahîm isimleriyle tanıtmaktadır. O “Kendi üzerine rahmeti yazdı.“437; “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.“438; Hz. Muhammed (s.a.s.) de her şeyden önce rahmet peygamberidir. “O, ancak âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.“439; “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.“440 buyurmuştur.
İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, bir yaralı veya bir zavallı karşısında duyulan acıma duygusu, basit bir duygulanma veya şefkat şeklinde basite indirgenemez. İslâm’ın sözünü ettiği merhamet, ilk olarak toplum, ikinci olarak da haklı ve âdil kimselere karşı gösterilmesi gereken merhamettir. Bir gün sahâbeler, Peygamber Efendimize: “Ey Allah’ın Elçisi! Sen bize uzun uzun merhametten söz ettin. Biz de şimdi, eşlerimize ve çocuklarımıza karşı insaflı davranıyoruz“ derler. Yüce Peygamber’in bu söz karşısında tutumu şöyle olmuştur: “Benim kasdettiğim sadece bu değil! Asıl demek istediğim: Topluma karşı insaflı davranmaktır.“ İslâm’daki merhamet duygusu özelden ziyade, geneldir. Bunun için İslâmî merhamet iki şekilde görünür:
1- Mü’minler arasında karşılıklı bir sevgi, acıma ve uyum içinde birlik; acıma duygusunu kalplerine yerleştirmek; bu konuda başarıya ulaşmak için onları İlâhî bir yarışa çağırmak ve ruhlarını kamçılamak,
2- Haksızlığı önlemek, zâlimlerin zulmüne engel olarak onları hak yola döndürmeye çalışmak ve nihâyet saldırılardan vazgeçmeleri için saldırganlara karşı çıkmak ve onları geri püskürtmek.
Müslümanlar bu İlâhî acıma duygusunun her iki kısmını da ruhlarında ve davranışlarında birleştirerek Yüce Rabbimizin şu âyetlerini ciddiyetle uyguluyor ve gerçekleştiriyorlardı: “Onlar kâfirlere karşı şiddetli (çetin ve metin), kendi aralarında merhametlidirler.“ 441; Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı azîz (onurlu ve zorlu)“442 Birinci âyette, şiddet ve şefkat, merhamet potasından fışkırırken; ikinci âyette alçak gönüllülük ve onur/şeref aynı özden ve temelden, yani izzetin özünden ve temelinden alınmaktadır. Çünkü mü’minin onur ve şerefi, âdil insanlara karşı besleyeceği güven duygusu ile kâfirlere karşı göstereceği izzet sâyesinde kıvamını bulacak ve gerçek değerini kazanacaktır.
Şu halde İslâm’ın merhamet anlayışı, hiçbir zaman olumsuz/pasif değil; aksine, tamamen olumlu/aktiftir. Ezilip büzülmeyen, uyuşup kapaklanmayan, bunun yanında daima kendi şuuruna, müslümanlık onuruna hâkim bir karakter... Pasif merhamet çeşitleri arasında öyleleri vardır ki, topluma karşı göğüslerinde
436] Buhârî, Cihad 5, Rikak 2; Müslim, İmâre 112-115; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 17, 26; Nesâî, Cihad 11, 12
437] 6/En'âm, 12
438] 7/A'râf, 156
439] 21/Enbiyâ, 107
440] Müslim, Fezâil 66
441] 48/Fetih, 29
442] 5/Mâide, 54
KITÂL / SAVAŞ
- 117 -
tam bir merhametsizlik ve zulüm taşırlar. Suçlulara, cânîlere karşı gereğinden fazla yumuşak davranmak ve acımak gibi. Hâlbuki bu tür bir merhamet, öyle bir sevgi düzeni doğurur ki, topluma ve dürüst kimselere karşı yapılabilecek en büyük haksızlık ve en amansız zulüm ortaya çıkar. Çünkü halkın güven ve huzuru tamamen tehlikeye atılmış olmaktadır. Bunun için Yüce Peygamberimiz (s.a.s.): “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez“443 buyurmuştur. Kur’an, bu hakikati şu vecîz ifâdeyle dillendirir: “Kısasta sizin için hayat vardır.“ 444
İslâm’da savaş hukuku, kaynağını merhamet hukukundan almaktadır. Kıtâli doğuran ve zorunlu kılan, o kurtarıcı merhamettir. Çünkü İslâm’da kıtâl/savaş, saldırıyı püskürtmek, gerçeği yerleştirmek, hakkın ışığını yükseltmek, zulmü ve ahlâkî çöküntüyü söküp atmaktan ibârettir. İnsanlığa karşı duyulan gerçek merhamet, saldırıyı durdurmayı, zâlimi zulüm yapmaktan alıkoymayı, böylelikle ahlâkî çöküntünün yeryüzünü sarmasına engel olup gerçeğin direklerini sağlamlaştırmayı gerektirir. O halde bu durum, bu gerçek merhamet, ancak, saldırgana ve zâlime karşı “Dur! Ateş etme!“, mazluma ise “Sen yalnız değilsin! Yanında seni koruyan, zorbanın eziyetini önleyen, senden biri var!“ denildiği zaman gerçekleştirilmiş olur.
Savaş, elbette öldürmeden olmaz. Ama onu başlatanlar dürüst kimselerse, bu savaş, kan akıtmadan veya çok az kan dökerek de yapılabilir. İyilikle kötülük, her kişinin ve her toplumun rûhunda devamlı bir savaşa ve bitmez bir kavgaya girmiştir. Kötülük, saldırıyla yoluna devam ederken; iyilik, ona direniş ordusuyla karşı koymaya çalışır. Kötülük saldırıya geçerse, iyilik buna direnişle cevap vermek zorundadır. Dünyanın huzurunu isteyenlerin; fesat denilen itikadî ve ahlâkî bozukluklarla savaşmaları başlıca görevleridir. Erdemler çiğnenmiş, yüce değerler ayaklar altına alınmışsa eğer, erdemli kimselerin yapacakları ve yapmak zorunda oldukları tek şey, kötülük ve mânevî çöküntünün büyüyüp yayılmasına engel olmaktır. İşte bu nedenledir ki, cihad ve kıtâl, kıyâmete kadar sürüp gidecektir. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu açıkça ilân etmiştir: “Cihad, kıyâmete kadar devam edecektir.“ Çünkü iyilik ile kötülük arasındaki savaş, o zamana kadar hiçbir an durmayacaktır. O halde kötülüğün egemen olmasına meydan vermemek ve iyiliğin başarı kazanmasını sağlamak için cihad, kesintisiz bir şekilde devam etmelidir. Aksi takdirde iyilik her yerde ezilip çiğnenirken zulüm yaygınlaşacak ve psikolojik çöküntü, iyilikle dengelenmeyen bu koca evrende, karşı durulmaz bir hâkimiyet kurmaya başlayacaktır. “Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 445
Yeryüzündeki Savaşların Sebebi: Âdem’in (a.s.) yeryüzüne inmesinden ve çocuklarının gitgide çoğalmaya başlamasından bu yana, insanlar arasındaki savaş kesintisiz sürüp gelmiştir. Öyle görünüyor ki, savaş, hayatın kaçınılmaz bir kanunudur. Kabul edilmesi ve ister istemez boyun eğilmesi gereken bir yasa... Kur’an bu değişmez gerçeği, çok önce ilân etmiş ve şeytanla Âdem’in (a.s.) yeryüzüne inişlerini şöyle anlatmıştır: “Bir kısmınız diğerine düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana kadar yaşamak vardır.“446 İblis yeryüzünü
443] Müslim, Fezâil 66
444] 2/Bakara, 179
445] 2/Bakara, 251
446] 2/Bakara, 36
- 118 -
KUR’AN KAVRAMLARI
iğfâl ve ifsâd etme silâhıyla silâhlanmış ve bunu kullanacağını, insanı tahrik edici bir tavırla şöyle demişti: “Onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini, mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ.“447 İşte iyi ile kötü arasında devam edegelen savaşın nedeni...
Yeryüzüne inen insan, bu kandırma sonucu, kan dökme isteğini içinde duymuş oldu. Artık bu, onda bir içgüdüydü. Bu durumun ortaya çıkacağını tahmin eden melekler, Allah’ın dünya egemenliğini (yeryüzünde halifeliğini) insanoğluna vermeye karar verdiği zaman, boyunlarını bükerek şöyle demişlerdi: “Biz Seni hamdinle tesbih ve Seni takdis edip dururken orada fesat çıkaracak, bozgunculuk edecek, kan dökecek kimse mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah (da): ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ demişti.“448 Allah, sonsuz hikmeti ve ilmiyle bilmekteydi ki, egemenlik, iktidar hırsına kapılanların eline geçtiğinde, bu, ister istemez kan dökülmesine yol açacaktı. Ayrıca bu hırs dizginlenmezse, insanları gerek din gerekse diğer idealler adına savaşa ve öldürmeye sürükleyebilirdi. Elbette bütün bunlar Allah tarafından bilinmekteydi.
İyi ile kötü arasındaki savaş, hiç şüphesiz kişiler, gruplar ve hatta milletler arasındaki savaşları ve mücâdeleleri zorunlu bir duruma sokmuştur. Bu hal, insanoğlunun tabiatında bizzat mevcuttur ve koparılıp atılması imkânsızdır. Her ne zaman, kötü saldırıya geçerse; iyi ona karşı koyacak; zulüm hâkim olmaya doğru giderse, adâlet onu ezip hükümranlığı elde etmeye çalışacaktır. İnsanoğlunun karakteri ve ruh yapısı bu şekildedir. Zaten Allah kullarına değişmez bir hürriyet vermiş ve kâinatta kurallar koymuştur: “Allah’ın sünnetinde (evrendeki yasalarında) asla değişiklik bulamazsın.“449 Ve: “Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak fesâda uğrardı. Fakat Allah, âlemlere/bütün insanlığa lütuf ve keremi ile muâmele etmiştir.“ 450
Kötülüğün diktatoryasına karşı savaşabilmek için, erdemin gerekli araçları elinde bulundurması zorunludur. Eli kolu bağlı bir erdem neye yarar?! Evet, işte bunu gözönüne alan Hak din, erdemi, imanı ve İlâhî mesajı savunabilmek ve koruyabilmek için, savaşa, meşrû savunma aracı olarak izin vermiştir. “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar, başka değil; sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, birkısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak sûrette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.“ 451
Allah tarafından gönderilen hak din, dâvâlarını savunmak ve korumak ihtiyacında iseler -ki buna kimse itiraz edemez- Hak habercisi peygamberlerin de, insanların doğrulukla yargılanabilmeleri ve âdil hükümler çerçevesi içinde yollarına devam edebilmeleri için, bazen savaş yapmaları kaçınılmaz olur. Çünkü peygamberler, erdem idealini alçaklığa karşı başarılı kılmak için gönderilmişlerdir.
447] 15/Hıcr, 39-40
448] 2/Bakara, 30
449] 48/Fetih, 23
450] 2/Bakara, 251
451] 22/Hacc 39-40
KITÂL / SAVAŞ
- 119 -
Peygamberlerin giriştikleri bütün savaşlarda, iyiliği üstün kılmak ve kötülüğü yere sermek için insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini aydınlatan örnekler vardır. Peygamberler, her şeyde olduğu gibi, savaşlarda da insanlığa örnek olmuş ve savaşın hangi amaçla ve ne şekilde yapılması gerektiğini öğretmişlerdir.
Barış zamanlarında gerçeğe ulaşmak daha kolaydır. Çünkü ruhlar sâkin, akıl hâkim, hırs ve istekler az-çok dizginlenmiştir. Fakat savaş esnâsında insanın hak üzere kalması ve hak duygusuyla yoluna devam etmesi oldukça güçtür. Savaşın sebepleri her ne kadar meşrû olsa da, erdemin sınırlarını aşmamak gerekir. Böyle anlarda bile erdemden uzaklaşmamak, düşmandan gelebilecek kötülüklere aynı şekilde karşılık verdiren şeylerden uzak durmak gerekir. Doğrusu, kan dökmenin, servetleri yağma etmenin meşrû görüldüğü ve insan öldürme sanatı olan savaş esnâsında erdemin gerçek ölçülerine uymak oldukça zordur. İnsanlar, savaş ile aynı zamanda erdeme saygı göstermenin imkânsız olduğunu ve bunların iki zıt ucu oluşturduklarını zanneder. “Bu, ya savaştır, ya erdem; ikisi birden yürümez“ derler.
Savaş alanlarında, savaş ile erdemin kol kola yürüyebilmesi için, işin başında bir “rehber“in bulunması zorunlu oluyordu. Ayrıca, bu rehberin, direktiflerini hata yapmaz bir zâttan (Allah’tan) alması gerekiyordu; Dünyaya âit hırslar, din dışı isteklerle de dolu bulunan kendi hevâsından değil. Çünkü bu bencil duygular ağır bastığı zaman, adâlet yerini derhal zulme ve baskıya bırakacak, işin sonunda erdemden hiçbir eser kalmayacaktır. İlâhî kaynaklardan yoksun kalan insanoğlu, her kumandanın şu sloganı prensip edinmesi gerektiğini sanır: “Başkasını ezmeyen, ezilecektir!“ Peygamberlerin bizzat savaşa katılmış olmaları, ölüm ve mücâdelenin hüküm sürdüğü savaş alanlarında bile erdem ve adâletin görevlerine devam etmelerinin mümkün olduğunu ispat etmiştir. Zaten savaş prensiplerinin Allah tarafından vahyedilmiş kitaplarda ayrıntılarıyla anlatılmış olması da insanlığa bu yolu öğretmek içindir.
Savaş, merhamet ve şefkat kavramlarına zıt düşebilir. Fakat hangi hal ve şartlar altında çıkmış bulunursa bulunsun, bir savaşta, erdem ve adâlete sırt dönmek, ne peygamberliğin şânına ve de İlâhî mesajın rûhuna uygundur. Dünya tarihinde görebileceğimiz en güzel ve en insanî savaş örnekleri, Peygamberimiz ile onun yetiştirdiği halifelerin yapmış olduklarıdır. Bu savaşlarda erdem, adâlet ve insanî değerlere saygı, savaş meydanlarında bile hep kol kola yürümüş ve âdetâ birbirleriyle kaynaşmışlardır. Silâhların konuştuğu, kılıçların tokuştuğu, ölüm saatinin tik taklarının duyulduğu o amansız çarpışmalarda bile ne adâlete leke sürülmüş, ne erdem bir kenara itilmiş ve ne de insana insan olduğu için duyulması gereken saygı ayaklar altına alınmıştır.
“Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez.“452 Kur’ân-ı Kerim’den ve Peygamber’in sünnetinden çıkarılan savaşla ilgili hükümler yakından izlenir ve incelenirse, savaşa götüren sebebin ve savaş amacının hiçbir şekilde istemeyenlere İslâmîyeti zorla kabul ettirmek isteği olmadığı ve savaşın zorunlu bir sosyal sistem olarak ortaya çıkmadığı görülür. Hz. Peygamber’in, daha çok, saldırıyı önlemek için savaşa girdiği açıkça ortaya çıkar.
452] 2/Bakara, 190
- 120 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm’da savaş, asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah’ın hükmü açıktır: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.“453 Kur’an, dinî itaatsizliği yasaklar. İnanca sataşmak, bir şahsa sataşmaktan daha kötüdür. “Fitne, katilden beterdir.“ 454
Savaş, saldırıyı püskürtmek için yapılır. “Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın (ileri gitmeyin). Allah’tan korkun. Bilin ki Allah muttakîlerle/takvâ sahipleriyle beraberdir.“455 Kur’an, mü’minlere saldırmayanları “kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler“ olarak görür. Ama müslümanlara saldırdıkları anda düşman saflarında yer alırlar: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adâletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zâlimler onlardır.“ 456
Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman, savaşın meşrû görülmüş olmasına rağmen, Kur’an, saldırının ilk işareti görülür görülmez, hemen savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı bilfiil başladıktan sonra bile savaşa meydan vermeden, mümkünse onu durdurmaya çalışmayı tavsiye eder: “Eğer herhangi bir cezâ ile mukabele edecek olursanız ancak size revâ görülen cezânın misillemesiyle yapın. Sabrederseniz, andolsun ki bu, tahammül edenler için elbet daha hayırlıdır.“457 İşte oldukça açık yargılar taşıyan bu âyetler ispat etmektedir ki, Peygamber (s.a.s.) ve ondan sonra gelen erdem sahibi yüce sahâbeler tarafından açılan savaşların sebebi, bir dâvâyı, bir düzeni veya bir dini, başkalarına zorla kabul ettirmek değil; aksine, bir saldırının önünü almaktı.
Bir de, karşımıza, önemi hiçbir zaman küçümsenemeyecek bir mesele çıkmaktadır: İmanı ve kişisel hürriyeti savunan ulu bir dâvânın adamı için, insanların bu dâvânın varlığından haberdar olmaları çok önemlidir. Evet! Her insan, çeşitli doktrinler arasında kendisine en uygun geleni, aklına en çok yatanı, delilleri en kuvvetli olanı seçmekte tam bir hürriyete sahip olmalıdır. Eğer bir kral veya despot yönetici, halkına baskı yapar, hakkın/gerçeğin onlara ulaşmasına engel olursa, ulu bir dâvâyı ortaya atan kimse -şâyet yeterli bir kuvveti varsa- inansınlar veya inanmasınlar bu yeni mesajı benimseme ve kabul imkânına sahip olabilmeleri için, mesaj ile baskı altında tutulan insanlar arasında dikilen engelleri kaldırmak yetkisini taşır.
Peygamberimiz, dost ve düşmanların, ileride “insanlara dinini empoze etmek veya onları bu dinde birleşmeye zorlamak için savaştı“ gibi suçlamalarda bulunmasına fırsat vermemek için, başlangıçta şiddete başvurmak istememişti. Meseleyi çözümlemek için iki yol izlemişti:
1- O devirde yaşayan kral ve yöneticilere mesajlar göndermiş ve onları İslâm’a çağırmıştı. Bu dâvete olumlu cevap vermezlerse kendi suçlarıyla birlikte emirleri altında bulunan insanların suçlarını da yüklenmiş olacaklarını ve ileride bundan dolayı sorumlu tutulacaklarını hatırlatıyordu. İşte bütün bunları aydınlatmak
453] 2/Bakara, 256
454] 2/Bakara, 191
455] 2/Bakara, 194
456] 60/Mümtehıne, 8-9
457] 16/Nahl, 126
KITÂL / SAVAŞ
- 121 -
üzere Bizans İmparatoru Herakliyus’a şöyle mektup göndermişti: “Müslüman ol, selâmet bulursun. Eğer yüz çevirirsen yönetimin altında bulunan halkın sorumluluğu sana âittir. Ey Kitap ehli! Hepiniz bizimle sizin aranızda eşit bir sözde birleşin; (şöyle) diyerek: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi şirk/eş tutmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.“
2- Resmî dâvetten sonra, Peygamberimiz (s.a.s.), bu toplumların yeni mesajdan haberdar olmaları ve isteyenlerin doğru yolu seçip hakkın ışığı altında yürüyebilmeleri için İslâmî prensipleri açık bir şekilde onlara anlatıyor ve iletiyordu. Gerçekten de, bu prensipler, İslâm’ın getirdiği bu mesaj, o sıralarda Bizans’ın egemenliği altında yaşayan Suriye’de, pek çok insan tarafından kabul edilmiş ve benimsenmişti. Öteki milletler gibi Mısırlılar da bu gerçekleri öğrenmiş bulunuyordu. Çünkü yeni ve kurtarıcı gerçekler, onu bilmek isteyenlere sunulmuştu. Ve Araplara komşu milletler hep bundan söz etmeye başlamışlardı.
Peygamberimiz, ancak iki olaydan sonra İran ve Bizans’a karşı savaş açmak zorunda kaldı:
a) Bizanslılar, Suriye’de, İslâm’ı seçmiş olan yeni mü’minlere eziyet etmeye ve onları dinlerinden döndürmek için zorlamaya başlamışlardı. İmana karşı yapılan bu saldırıyı ve dini topluca redde yönelen bu baskıyı gördükten sonra Rasûlullah, kayıtsız ve ilgisiz kalamazdı. Mâdem ki O, İslâm’ı zorla empoze etmeye çalışmıyordu; O halde gerçekleri görerek, anlayarak, kendisine bağlanmış olan kimselerin zor ve şiddete başvurularak inançlarından döndürülmelerine rızâ gösteremezdi. Kışkırtıcılığa, meydan okumaya karşıydı. Bu sebeple Bizans’ın tutumunu, dinine ve kendisine karşı apaçık bir saldırı olarak gördü. Çünkü İslâm’ın kurtuluş haberinden sorumlu olan O idi ve bunun için de isyanı bastırmak, şer kuvvetlerini dize getirmek zorundaydı.
b) İran şâhı Kisrâ, Peygamber’in (s.a.s.) mesajını getiren elçiyi öldürtmüş; bununla da yetinmeyerek bizzat Peygamberimizi öldürtmek için hazırlıklara girişmişti. İranlı savaşçılar arasından Hz. Muhammed’in (s.a.s.) başını getirmekle görevli kimseler seçmişti. Ama Kisrâ ve onun karakterindekiler, Allah’ın koruyuculuğu altında bulunan büyük insana darbe indirebilirler miydi? Neticede Hz. Peygamber, çok kısa bir zamanda komployu öğrendi. Bu âdî zorbanın böyle bir cinâyet işlemesini bekleyecek değildi elbet. Rasûlullah, Kisrâ’yı ve ordusunu, hayatına dokunmadan önce, saf dışı etmek zorundaydı.
İşte sözünü ettiğimiz bu iki olaydan ötürü, yani Bizans ve İran ordularının İslâm’a yönelik komplo ve bozgunculuğunu önlemek amacıyla, Rasûlullah, Bizans ve İran İmparatorluklarına karşı meşrû savaş ilân etmişti. Ayrıca müşriklere/puta tapanlara karşı da aynı sebeplerden ve aynı zorunluluklardan ötürü savaş açmıştır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“458 İbn Teymiye, Peygamberimizin Bizanslılarla yaptığı savaşları ve bunların nedenlerini şu şekilde açıklamaktadır:
“Hz. Muhammed (s.a.s.), Herakliyus’a, Kisrâ’ya, Mukavkıs’a, Necâşî’ye, Suriye ve Doğu krallarına ayrı ayrı elçiler gönderdikten sonra savaş açmak zorunda
458] 2/Bakara, 193
- 122 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kalmıştır. Elçilerin getirdiği gerçekleri görerek hristiyanlardan ve diğer dinlerden bazı insanlar İslâm’a katıldılar. Bu durumdan endişelenen hristiyanlar, Suriye’de müslümanları öldürmeye başladılar. Aralarında İslâm’a gönül verenleri kılıçtan geçirmeye başlamakla müslümanlara karşı ilk defa savaş ilân edenler hristiyanlar olmuştu. O zaman, Peygamberimiz, hristiyanların müslümanlara açıkça baskı yaparak işi zulme kadar vardırdıklarını görmüştü. Bu haksız davranışları durdurmak için, Bizans’a karşı büyük bir ordu hazırladı. Kumandanlığa Zeyd İbn Hârise’yi getirmişti. Zeyd şehid olursa kumandayı Câfer alacak, ona da bir şey olursa görevi İbn Ravâha yürütecekti. Bu, müslümanlarla hristiyanlar arasında açıkan ilk savaştı. Suriye’de, Mûte denilen yerde oldu. Büyük bir hristiyan ordusu Peygamberimizin sahâbelerine karşı çıkmış ve kumandanlar dâhil, birçok müslüman şehid olmuştu. İslâm ordusunun kumandanları birbiri ardınca şehid düşünce ordunun yönetimini Hâlid bin Velid üzerine almıştı.“
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Peygamber’in (s.a.s.) savaşları, saldırıları geri püskürtmekten ileri gitmiyordu. Hz. Peygamber zamanında bu saldırılar iki şekilde olmaktaydı: 1- Düşmanlar, saldırılarını doğrudan doğruya Peygamber’e yöneltiyordu. O da bunları geri püskürtüyordu. 2- Müslümanları inançlarından döndürmeye zorluyorlardı. Bu durum karşısında, Peygamberimiz, düşünce ve inanç hürriyetine dokunulmasına her ne pahasına olursa olsun engel olmaya çalışıyordu. Her iki şekilde de Rasûlullah’ın İslâm’ı empoze edip dayatmadığını, bunun için kimseyi zorlamadığını, tam aksine, yeni mesajın prensiplerinden en önemlisini, yani “inanç hüriyyeti“ prensibini korumaya çalıştığını görmekteyiz. İnanç hürriyeti ilkesini Kur’an şöyle belirtir: “Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfür, apaçık meydana çıkmıştır.“459 Gerçekten de, Peygamberimizin girdiği savaşların tümü, düşünce hürriyetini kurtarmak ve mü’minleri inançlarından döndürmeye çalışan kimselere karşı savunmak içindi.
Peygamberimizin dünya hayatına vedâ ettiği zaman, komşu devlet ve halkların birçoğu, müslümanları imanlarından döndürmek için harekete geçmişlerdi. İlk ayaklananlar Bizanslılar oldu. Bunlara sert bir cevap vermek için seferber olmak gerekiyordu. Nitekim Rasûlullah da, sağlığında kendisini öldürmeye yeltenen Kisrâ’ya karşı bir ordu hazırlamamış mıydı? Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) gibi büyük insanların da içinde bulunduğu İslâm kahramanlarını Hz. Üsâme İbn Zeyd kumandasında İran’a göndermemiş miydi? Hz. Ebû Bekir ve ardından Hz. Ömer devlet başkanı oldukları zaman, önce zayıf bir imana sahip olmaları nedeniyle dinden dönen halkları yola getirdiler. Sonra da Kisrâ ve Herakliyus’a karşı ordu gönderdiler. Artık Arap memleketlerinde söz, Allah’ın, O’nun Peygamberinin ve mü’minlerin olmalıydı. Dört halife devri boyunca verilen bütün savaşlar işte bu ilkelere bağlı olarak yürütülmüştü.
İranlılara ve onların doğudaki imparatorluklarına, Herakliyus’a ve Suriye’ye karşı yönelen savaşlar, artan bir şiddetle, uzayıp gitmiştir. Aralıksız devam eden ve daima zaferle biten bu savaşlar, müslümanlara tam bir güven ve huzur getirmiştir. Bu güven ve huzurdan yararlananlar yalnız müslümanlar değildi. Onların yanında, meselâ, Romalıların zorla katolik yapmak için eziyet edip durdukları Ya’kubîler de büyük bir rahata kavuşmuştu. Memleketlerine ordu ordu gelen müslümanları, Ya’kubîler, sonsuz bir sevinçle, kurtuluş çığlıklarıyla karşılamış ve
459] 2/Bakara, 256
KITÂL / SAVAŞ
- 123 -
bağırlarına basmışlardı. Müslümanlar, mâsum halka dokunmaksızın sadece Romalılara karşı savaşıyor ve her defasında da onları yenik düşürüyorlardı. Müslümanlarla Mısırlılar arasında çıkan savaş ise kısa süren birkaç çarpışmayla kalmış ve İslâm adâleti gönülleri fethettiğinden zaferle sonuçlanmıştı. Çünkü İslâm, dâima hürriyetleri ve özellikle inanç ve fikir hürriyetini savunuyordu.
İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu, savaş sebebinin “saldırıyı püskürtmek“ olduğu fikrinde birleşmişlerdir. Bu çoğunluk, Kur’an’ın bazı âyetlerinde açıkça belirtildiği üzere “savaş“ın, “saldırı“ya bir cevap olduğu konusunda görüş birliğine vardılar. “Müslüman değildir“ diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı, kâfirliği yüzünden kimsenin hayatına kıyılamaz. Bir insan, yalnız ve yalnız İslâm’a ve müslümanlara saldırıda bulunması sebebiyle öldürülebilir. Bu prensip kesindir.
Bazı Şâfiî hukukçular, “savaş sebebi“nin “inançsızlık“ olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat elimizde bu fikri çürütecek çok kesin ve oldukça açık deliller bulunmaktadır. Meselâ Kur’an’ın çok kesin yargılar taşıyan şu âyetlerine bir göz atalım: “Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar sizinle savaşmadıkça, Mescid-i Haram’da siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar (orada)size karşı savaş açarlarsa, derhal onları öldürün. Böyledir kâfirlerin cezâsı. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse (şunu iyi bilin ki) Allah ğafûr ve rahîmdir. Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“460 Bu âyetler “İslâm’ın savaş tüzüğü“ olarak kabul edilmektedir. İbn Teymiye, bunlardan, savaşın ancak ve ancak “saldırıyı püskürtmek“ için yapılabileceği sonucunu çıkarmış ve bu yargıyı aşağıdaki mantıkî zincire bağlamıştır:
1- Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda olarak savaşın.“ Şu halde, müslümanlara savaş izninin verilişi, “düşmanların saldırısı“ şartına dayanmaktadır.
2- Bunun ardından, Rabbimiz “Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları (haddi aşanları) sevmez“ demektedir. Âyete göre, savaşamayan kimselere ve savaş meydanında hiçbir fonksiyonu bulunmayan ve asla savaşa katılmayan insanlara saldırmak yasaktır. Çünkü böyle bir davranış, açık bir saldırı olacağından haram kılınmıştır.
3- Savaşın gerçek amacı; zulmü, haksızlığı, adâletsizliği, fitneyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü âyette şöyle denilmektedir: Fitne tamâmen yok oluncaya ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler (ve aşırılar hâriç hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.“ İşte, savaşın hem sebebine, hem de amacına işaret eden âyet. Sebebi, azgınlık ve sapıklığı (fitneyi) ortadan kaldırmaktır. Amacına gelince; amaç, azgınlık ve sapıklığı resmen yok etmek... Bu mantıkî sonuçlardan başka, bu âyetler, bir de İslâm’daki “savaş kanunu“nu belirlemektedir. Bu, “Karşılıklı Davranış Kanunu“dur:
Düşmana, davranışının aynıyla karşılık vermek gerekir. Fakat saldırganlar ahlâk kurallarından uzaklaşmışlarsa, meselâ erdemi ayaklar altına alıyorlarsa,
460] 2/Bakara, 190-193
- 124 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm savaşçısı bu yolda düşmanı izleyemez. Ahlâk dışı konularda “karşılıklı davranış kanunu“ uygulanamaz. Onlar kadınlarımızı lekelemeye kalkışırlarsa biz de aynı şekilde davranamayız. Ölülerimizin cesetlerini parçalamaya, bazı organlarını kesmeye (müsle) kalkışırlarsa, biz hiçbir zaman onları yolda taklit edemeyiz. Bir din tarafından yönetilen ve İlâhî kanunlara boyun eğenlerle böyle olmayanlar arasındaki fark işte buradadır.
4- Peygamber Efendimizin savaşlarda düşmandan esir aldığı bir gerçektir. Bu esirlerden (daha önce İslâm’a ve müslümanlara büyük zararları dokunmuş) bazıları öldürülmüş, bir kısmından fidye/kurtuluş parası alınmış, bazıları ise serbest bırakılmıştır. Eğer harpler, inançsızlık ve müşrikliğe karşı açılmış veya sırf bu amaçla başlatılmış olsalardı, bu müşrik esirlerin tümünün öldürülmesi gerekirdi. Düşmanlar saldırılarından vazgeçerlerse Kur’an, ordu kumandanının iki şıktan birini seçmesini ister: Esirlerden kurtuluş parası (fidye) almak veya onları, hiçbir şey almaksızın salıvermek: “(Savaşta) İnkâr eden kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“ 461
Rasûlullah ve O’nu izleyenler tarafından yapılmış olan savaşlar tarihlerde en ince ayrıntılarına, en küçük özelliklerine kadar anlatılmış ve bu savaşlarda izlenilen yollar net bir şekilde gösterilmiştir. Peygamberimizden önce gelip geçmiş peygamberlerin nasıl savaştıkları ayrıntılı ve açık bir şekilde bilinmiyorsa, bu onların, insanlığın karanlık çağlarında ve tarihin çözülmez kıvrımları arasında kalmış oldukları içindir. Buna karşılık, Son Peygamberin savaşları, insanlığa rehberlik etmek ve onlara gerçek ve yaşanmış örnekler vermek üzere sonsuzluk kitabının sayfalarına kaydedilmiştir. Bu savaşlar, en değerli, en erdemli ve en âdil mücâdele örnekleridir.
Efendimiz Muhammed (s.a.s.) gelmeden önceki yüzyıllarda, yani câhiliyye dönemlerinde cereyan etmiş savaşları incelemek ve daha yakından görmek için birazcık olsun gerilere göz atmazsak, Peygamberimizin gerek savaş, gerekse barış zamanlarında kendisiyle diğer toplumlar arasında kurmuş olduğu insanî ilişkilerin gerçek değerini tam anlamıyla anlayamaz ve bunlar hakkında doğru bir hükme varamayız. Onun gelişinden önceki savaşlar, sadece savaşanlara değil; kalabalıklara, halklara karşı yapılıyordu. Savaşan toplumlar, düşmanlık devam ettiği sürece, sadece savaş meydanında değil, her yerde ve savaş başlamadan önce ve bittikten sonra da hiçbir kanuna, hiçbir insanî prensibe hürmet göstermemekteydi. Bir antlaşma, aksine bir hüküm getirmedikçe aralarında savaş cereyan eden taraftan tüm halk, birbirine düşman olarak görülürdü, bu genel bir kuraldı. Birbirine düşman olmak da, her türlü zorbalığı hoş göstermeye yeterdi. İnsanî ilişkilerin temeli barış değil; sadece savaştı. Savaş, yalnız krallara, şeflere, kumandanlara ve böyle bir savaşa katılanlara karşı yapılacağı yerde; bütün bir topluma, suçsuz insanlara karşı da yürütülüyordu. Bir insan dikkatsizlik veya yanlışlıkla yabancı bir milletin topraklarına ayak basacak olursa ve eğer bu iki memleket arasında önceden yapılmış bir barış antlaşması da bulunmuyorsa, o devrin kanunlarına göre, bu adam, yakalandığında köle olarak kabul edilir
461] 47/Muhammed, 4
KITÂL / SAVAŞ
- 125 -
ve çarşılarda satılığa çıkarılırdı. Filozofların prensi Eflâtun da o çağların zâlim kanunlarının eline işte bu şekilde düşmüş ve tâlihin kendisini kurtaracağı günü, köle ve hizmetçi olarak bekleyip durmuştu. Aynı olay, İslâm öncesi devirde Ömer İbn Hattâb’ın da başına gelmişti. Suriye’de, bir Romalı onu köle edinmişti. Ömer, sahibine güven vermek için tam bir köle gibi uysal davrandı. Fakat bir süre sonra, onunla baş başa kaldığında sahibini öldürerek bu belâdan yakasını kurtarabilmişti. Hz. Ömer dev bir fiziğe sahipti. Karşı konulmaz, yenilmez bir güreşçiydi. Neticede bu güçlülük ona hürriyetini yeniden kazandırmıştı.
İşte olaylar, Muhammed (s.a.s.) gelinceye kadar, dünyanın hemen her yerinde bu şekilde cereyan edip gitmekteydi. Peygamberimiz sadece sözlerle değil, bizzat davranışlarıyla ilân etti ki, savaş, ancak harp meydanlarından yapılır. Dışarıda kalanlar öldürülmez. Savaş, yalnız bu savaşı yönetenlere ve buna katılanlara karşı olur. Hiçbir şekilde suçsuz halk kitlesi öldürülmez. Bir kral veya bir toplumun şefi veya bir ordu kumandanı saldırıya geçerse, halkın da saldırıya geçmiş olduğu kabul edilemez. Saldırıya geçen ve saldırıyı yürüten, ancak kendine yardım edecek kuvvetlere dayanarak ve bunlara emir vererek sınırı aşan ve bu işi düzenleyen kimsedir.
Peygamberimizin savaşları çok açık ve net bir özellik taşır. O, halk kitlelerine karşı saldırıya geçmezdi. Sadece saldırıyı yöneten kumandanlara ve onlara uyan askerlere karşılık verirdi. Bunun için de Rasûlullah harbe girmeyenleri, savaşa katılmayanları öldürmeyi kesinlikle yasaklıyordu. Savaşta hiçbir rol ve fonksiyonları bulunmayan kadınların, çocukların, işçilerin, çiftçilerin ve ihtiyarların öldürülmesini kesin olarak men ediyordu. Rahmet Peygamberinin sünnetine/tatbikatına göre, müslüman savaşçı, iyiliği ve kötülüğü, bir ayırım yapmaksızın, vurup kırmak için değil; fakat sadece kötülüğü ortadan kaldırmak için kılıç kuşanabilir. Yüce Peygamber, bir gün savaşta öldürülen bir kadını görünce âniden öfkelenir ve ordu kumandanı Hâlid bin Velid’e şöyle der: “Bu kadın savaşmak için gelmemişti buraya!“ 462
Bir Savaşçı, Bir Komutan Olarak Rasûlullah
Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan ve anlamlarından biri de barış olan “İslâm“da asıl ve doğal olan sulh, selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının önünde engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî değerlere zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber ve O'nun izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına engel olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz,463 Allah'a dâvetin önünde engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda “savaş peygamberi.“ 464 olduğunu belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine, onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek
462] Muhammed Ebu Zehre, a.g.e. s. 10 vd.
463] 21/Enbiyâ, 107
464] Câmiu's-Sağîr, 1/108
- 126 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu gösteriyordu.
Hz. Muhammed’in (s.a.s.) saldırgan olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan çok daha iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan sayı olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması, savaşı, sakınılması mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şâyet İslâm, kendisine karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet, ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için, başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, “kâfirler tâğut ve bâtıl dâvâlar yolunda savaştıkları“ 465 için, “iman edenler de Allah yolunda savaşmak“ 466 zorundadır; çünkü “onlar, eğer güçleri yeterse, müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı savaşa devam ederler.“ 467. Saldırganlara karşı teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye zulmetmelerine fırsat vermemek gerekir: “Dininize saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın.“ 468. “Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din (kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla“ 469 emrolunan mü'min, iyi bilmelidir ki; “şâyet savaştan vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.“ 470. Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.“ 471.
Bu girişten sonra, Rasûlullah'ın savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak Rahmet Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz. Peygamber'in de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir savaşçı kişilik arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu
465] 4/Nisâ, 76
466] 4/Nisâ, 76
467] 2/Bakara, 217
468] 9/Tevbe, 12
469] 2/Bakara, 193
470] 2/Bakara, 193
471] 2/Bakara, 190
KITÂL / SAVAŞ
- 127 -
zaman Hz. Muhammed (s.a.s.), üstün yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhi bir stratejist idi. Başkalarının savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O, vahyin kılavuzluğu ile bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş dehâsı da peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli başlı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete yer veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz vermeden artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah uğruna savaşması, düşmanlarının birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç hazırlamalarını engellemek için savaş öncesi tedbirler alması, diğer düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip savaşacak düşmanını daima teke indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi düşmana bırakmayıp kendi belirlediği alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve devlet başkanı olduğu halde savaş cephesinin gerisinde değil; cephenin ortasında, hatta zaman zaman en başında savaşması, ordusunun moralini en üst düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması, istihbârata ve gizliliğe büyük önem vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat güçlerini kullanması, gerektiği durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere ve nereye karşı sefere çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in savaş kaynağı için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen peşlerine seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile buna karşılık hazırlık yapabilmesi için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye ve niçin gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik yere geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu: “Batn-ı Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle durumu gizli tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye zorlama. Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam et. Orada Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!“
Kureyş'in, kendisini ve sahâbelerini gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba katar, stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen gizlerdi. Allah Rasûlü, “savaşın hile olduğunu“ belirtir, gizlenme ve düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel şekilde kullanırdı. Bunların dışında daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda anlatılanlarla birlikte
- 128 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şâyet modern asrın savaş tekniklerini çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip tenkide tâbi tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön bulamayacak, O'nun bu imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru başka bir yöntem gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve Peygamber düşmanı veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok istedikleri halde eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi bilgi ve tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal etmez. İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir. Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de denilen teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle ilgili olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği “hendek kazmak“ gibi o dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini uygulamıştır. Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman Medine'de bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek kazılmasını kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve arkadan gelecek saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud savaşında dağı arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli okçu yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: “Bizi arkadan koruyun. Bizi arkadan sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını ele geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile bize yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz.“ Bir dağın geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi ve aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi,
KITÂL / SAVAŞ
- 129 -
kuraklık ve şiddetli sıcaklığın kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın mühimmâtını tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma fırsatına meydan vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının, baskında bulunanın aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı bir taktik zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve ... gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca askerî dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatâlara düşmüşler, zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler de almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî dehâsıyla mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya sayıl(a)mayan komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in büyük askerî özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en az insan öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi yasaklaması, esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî esaslardadır. O, kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan ceberut, müstekbir bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine hayatı boyunca bizzat katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz zamanındaki 90 civarındaki savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır. 472. En abartılı olarak bu sayıyı âzamî 1000'e çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde “Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve gazvelerde, savaş başına düşen ölü sayısını düşündüğümüzde “büyük komutan“a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu durum, O'nun, savaşırken de “rahmet peygamberi“ olduğunun hemen göze çarpan özelliklerindendir. (Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000 civarında ölü ve yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal olduğu, savaş kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük oranda gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ devam eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan bombaları gözönüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri oyarak, kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki emirleri de 473 hayranlık vericidir.
Bütün bunların yanında Rasûlullah (s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe kullanmamıştı. İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz. Rasûlullah'ın temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet gibi değerler zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur. Bununla birlikte, mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini anlatabilecek diller, yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı, vahşet ve dehşetten en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş
472] Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları, s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125
473] Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3
- 130 -
KUR’AN KAVRAMLARI
safında askerleri arasındaydı. Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: “Biz, savaş kızıştığı zaman Rasûlullah’la (s.a.s.) korunurduk. Kendisinden düşmana daha yakın kimse olmazdı.“ Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse yalnız kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı kahramanlık ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, kendisine yardım edecek ve destekçi olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de de, devlet başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın tehditleri etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol maksadıyla Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri geliyordu? Oysa o gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o evinde rahat uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku O'nu bundan alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu özellikleri O'nun peygamberliğinin ispatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel sıfatları, Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve O'nun izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş dehâsından dolayı, İslâm devletindeki askerliğe “Peygamber ocağı“ denilir(di). O ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm askerleri, ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), “Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye“ (Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer “Muhammed“, yani “Mehmetçik“ olarak yetişirdi... Evet, İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin savaşını/mücâdeleni bilmiyor İnsanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir kalemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık, Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını yükseltmesi gereken (Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin bayrağını taşıyor. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi, gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl, dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir olduk, korkar olduk ey korkusuz insan! Senin komutanlığına giremedi dünyamız, o
KITÂL / SAVAŞ
- 131 -
yüzden kurtulamadı insanımız. 474
Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır
Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah“ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren475 büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır,476, zâlimlerden olmaktır477 ve kâfirler safına geçmek, “onlardan sayılmak“tır.478 Allah'a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek“ olmadan Allah'a iman, yeterli değildir, eksiktir, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah'a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.“479 Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir.
Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparma, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.“ 480
Mü’min, bazı dünyevî ilişkiler kurmak, alış-veriş yapmak mecbûriyetinde de olsa, yardımlarını da görse, hâkimiyetleri altında da bulunsa, kâfirleri sevilen dostlar edinmeyecektir. Kâfirleri düşman kabul etmek, bazı görevleri yerine getirmeyi zorunlu kılar. Onları düşman kabul eden kimse, kâfir ve münâfıkları taklit edemez, onlara benzeyemez. Onlara benzeyen, onları yüceltmiş, onlardan olmuş olur.481 Mü’min, zelîl olduğuna inandığı kâfirleri, onlara karşı davranışlarıyla bilfiil aşağılarda tutmağa çalışacaktır. Bu sebeple onların ticarî kurumlarını boykot edecek, siyasî kadrolarını onaylamayacak, onları yönetici olarak kabul etmeyecek, onların câhilî kültür veren kurumlarına karşı çıkacaktır. Mü’minin düşmanlığını ispat edebilmesi için, onlardan korkmaması gerekir. “...Eğer iman
474] Ahmed Kalkan, Vuslat, sayı 5 (Kasım 2001), s. 52-55
475] 3/Âl-i İmrân, 28
476] 60/Mümtehine, 1
477] 9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9
478] 5/Mâide, 51
479] 2/Bakara, 256
480] 53/Necm, 29
481] Tirmizî, hadis no: 2696
- 132 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ediyorsanız onlardan korkmayın; Benden korkun.“482 Onlardan korkuldukça onları fiilen zelîl/aşağılık görmek mümkün değildir. Mü’min bilir ki, Allah istemedikçe bütün kâfirler bir araya gelse kendisine en küçük bir zarar veremezler. O yüzden korkulmaya lâyık zat, tüm güç ve kuvveti elinde bulunduran Yüce Allah’tır. Düşman olmak, zarûretin dışındaki beraberliğe engeldir. Bir mü’min, onların emrine girip onların hizmetinde çalışmayı çok çirkin görüp reddedeceği gibi; kendi kurumlarında da onları çalıştırmayacaktır. Diğer kuruluşlarda görev alarak yüceltilmelerine kalben rızâ göstermeyecektir.
Günümüz müslümanlarının önemli bir kesimi, dostluk ve düşmanlıktaki ölçüyü unutup farklı görüşteki müslümanlara düşman gibi davranıp onları itiyor; kendilerine şimdilik dokunmayan ılımlı kabul ettikleri kâfirlere sempati besleyerek dost gibi yaklaşabiliyor. İctihadî yorumlar ve göreceli doğrular, grup taassubundan dolayı mutlak doğru kabul edilip farklı müslümanlara düşmanca tavırlar, şiddetli eleştiriler, hatta haksız tekfirler ve onlarla dostluğa tenezzül etmemeye varan bağnazlıklar sergilenebiliyor. Bütün müslümanlarla samimi olmayabiliriz; ama samimi olduklarımız, mutlaka samimi müslümanlardan olmalı. Bütün kâfirlerle ilişkimizi koparmayabiliriz, ama onlarla gönül dostu olmamız onlardan olmak, onların dinine girmek kabul edilmeli. Dost, imandaştır, gönüldaştır, fikirdaştır çünkü. “Kişi, dostunun dini üzeredir.“483 Ve dostluk, sevgi kuru bir iddia olamaz. Allah'a dost olmak, Allah’ı sevmek, davranışla ispatlanmadıkça, kuru bir iddiadan, insanı kurtarmayan bir avuntudan ibârettir. Allah’la ve müslümanlarla dost olduğumuzu, dillendirmekten öte davranışımızla göstermeliyiz. “Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.“484 Düşmanlık da dostluk da; bedeli olan, ispatlanması gereken bir bağlılık ya da red; ilişki; veya bağları koparmaktır.
Kur’an, dostlukları ve dostları ikiye ayırır: Allah’ın dostları ve şeytanın dostları. Her insan, bu iki sınıftan birine mensuptur. Allah’ın velîsi/dostu, yani “evliyâullah“ ol(a)mayan, mutlaka şeytanın velîsi/dostu, yani “evliyâu’ş-şeytan“ dır; üçüncü bir grup yoktur. “Allah iman edenlerin velîsi (dostu ve yardımcısı)dır. Onları küfrün karanlıklarından (kurtarıp iman) nûr(un)a çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tâğuttur. O da onları (insanî fıtratları olan İslâm’ın) nûrundan (ayırıp) karanlıklara çıkarır. İşte onlar ateş ashâbıdır (cehennemliktir). Onlar orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî kalıcıdırlar.“ 485; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tâğut yolunda savaşırlar. (Ey mü’minler!) siz şeytanın evliyâsı (velîleri, dost ve yandaşları, ordusu olan kâfirlerle) savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.“ 486
Ashâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah Peygamberimiz’e bey’at ederken, kendisinden şu şartla bey’at yapması istenmiştir: “Herbir müslümana öğütte bulunmak ve herbir kâfirden uzak durmak.“ 487
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları (müşrik, kâfir, hristiyan, yahûdi ve münâfıkları) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fâsıktır,
482] 3/Âl-i İmrân, 175
483] Tirmizî, Zühd 45; Ahmed bin Hanbel, 16/178
484] 3/Âl-i İmrân, 31
485] 2/Bakara, 257
486] 4/Nisâ, 76
487] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 6/357-358
KITÂL / SAVAŞ
- 133 -
yoldan çıkmışlardır.“488; “...İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır!“489 Kâfirleri dost kabul etmek, iman ile çelişmektedir. Hem iman, hem de onları dost edinme olayı, ikisi beraber bir kalpte toplanamazlar. İman, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir. Düşmanlık ve dostluğun imanla ilgisi değerlendirilmediğinden, bugün müslümanların çoğunluğu açısından dost-düşman karışmış, düşmanlarının oyununa gelen müslüman yığınlar, bunca zararlarına rağmen hâlâ Allah’ın düşmanlarının ve kendisinin düşman olması gerekenlerin yardımcısı, destekleyicisi, emrindeki memuru, hizmetçisi, kulu-kölesi, askeri... olabilmektedir. “Müslümanım!“ diyen nice insan, kâfirlerin koyduğu küfür kanunlarına, onların ortaya attığı felsefî düşünce ve dünya görüşlerine, ideolojilerine sevgi besleyebilmekte, onlara gönül rızâsıyla uyup teslim olabilmekteler. Hanımlarını, kâfirlerin hanımlarına benzetebilmekte, onlar gibi giyinmelerini (soyunmalarını) ilericilik ve çağdaşlık kabul edebilmekteler. Allah ve Rasûlü’yle savaş demek olan fâiz490 olmaksızın ticarî hayatı düşünememekteler...
Kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslümanlaradır. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimsenin sadece kendisinin kâfir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı, topyekün müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Kâfirlere karşı olan dostluğun özellikleri şunlardır: Kâfirlerin küfrüne rızâ göstermek, onları tekfir etmemek, onların bâtıl dünya görüşlerini tasdik etmek, onları velî, yani dost ve yönetici olarak kabul etmek, onları işbaşına geçirmek, onları sevmek, onlara uyup itaat etmek. İşte bütün bunlar, kişinin kâfirleri dost kabul ettiğini, yetkisini onlara verdiğini göstermektedir. Kişi, dostluk, sevgi ve rızâyı kâfirlere gösterirse, bu küfrü gerektirir. Şâyet sevgi ve rızâ, mü’minlere karşı ise, bu da imanın gereğidir.
İnsan, dostunu ve düşmanını tanımak zorundadır. Hz. Âdem ve Havvâ’ya, yaratıldıkları ilk zamanlarda Allah düşmanlarını tanıttı, onları uyardı. “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve sıcaktan bunalmazsın.“491 İnsanın ilk yanlışı, düşmanını dost zannetmesiyle oldu; insanın cenneti kaybetmesinin sebebi, düşmanına karşı tedbir almayışı, onun hile ve tuzaklarına kanmasıdır. Bırakın insanı, hayvanlar bile düşmanlarını bilir; kendisini ve neslini düşmanından korumaya çalışır. Bir tavuk, özellikle yavrusunu düşmanından sakınmak için, nasıl fedâkârlık ve kahramanlık yapar, gözleyenler bilir.
Dostluk-düşmanlık konusunda hatırımızdan çıkarmamamız gereken özelliklerden biri de, “gâvurun atına binen, onun kılıcını kuşanır“ atasözünün ve “bugün yardım alan, yarın emir alır“ vecîzesinin gerekleridir. Hırsızı yakaladığımızı zannederken, hırsız tarafından yakalanan konumuna düşmemeli, ava giderken kendimiz avlanmamak için tedbirler almalıyız.
Düşmanın Silâhıyla Silâhlanmak: “Düşmanınızın silâhıyla silâhlanın“ sözü, bazılarınca hadis olarak ifade edilmekte ve İslâm dışı çalışmaların, metod ve yöntemlerin delili olarak sunulmaktadır. Kütüb-i Sitte’de ve benzeri hadis
488] 5/Mâide, 81
489] 5/Mâide, 51
490] 2/Bakara, 279
491] 20/Tâhâ, 117-119
- 134 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mecmualarında bulunmayan bu söz, kesinlikle hadis-i şerif değildir; Kur’an’a da, selim akla da aykırı, yanlış ve gayr-i meşrû bir tavsiye ve yönlendirmedir. Düşmanlar, İslâm’ın cevaz vermediği araçları silâh olarak kullanırsa müslüman ne yapacaktır? Sözgelimi, bazı düşmanlar, dâvâları için kendi karılarını ve kızlarını bile fesat öğesi şeklinde silâh olarak kullanabilmektedir. Ayrıca Kur’an, düşmanları korkutacak silâhlar hazırlamayı emrediyor. “Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'’n bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcasanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.“492 Düşmanının silâhıyla silâhlanan bir mü’minden, kendisinde de aynı ve belki daha gelişmişi olan düşman nasıl korksun? İsrâil, kendisinin sahip olduğu cinsten benzer silâhlara sahip olduğu halde yönetimi yahûdiyle dost olan ülkelerdeki müslüman askerlerden mi, yoksa ölümden korkmayan, iman eri ve şehâdet adayı olan taştan başka silâhı olmayan çocuk yaşlardaki fedâilerden mi korkmaktadır?
Hiç düşmanı olmamak da bir kusurdur. Meziyetleri olanın, sosyal faâliyetlerde bulunan, kişiliği olan ve izzet sahibi kişilerin mutlaka düşmanları da vardır. Düşmanı bulunmayan kimse, ot gibi yaşayan kimsedir. Düşmanı olmamak fazilet olsaydı, peygamberlerin düşmanı olmazdı. Hâlbuki onların, diğer insanlardan daha azılı ve daha çok düşmanı vardı. “Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.“493; “(Rasûlüm!) İşte Biz böylece her peygamber için günahkârlardan düşman(lar) kılarız.“494 İyilik ve erdem, düşmanı olmamak değil; düşmanlarına haksızlık etmemek, haddi aşmamaktır. Onlara sövme ve çirkin hakaret düşmana bile yapmamak, bu kötü tavırları silâh olarak kullanmamaktır.
Düşmanların bazı faydaları da vardır. Mikropların alyuvarların savaşçılığını, canlılığını arttırdığı gibi. Düşmanlar, kişilere görevlerini hatırlatır, hızlarını ve derecelerini arttırır. Düşman, kişiye boyunun ölçüsünün ne kadar olduğunu gösteren iyi bir ölçüttür. Düşmanı, insanın kendi hatalarını görmesini sağlar. Cihad gibi, gazilik ve şehitlik gibi, yiğitlik ve kahramanlık gibi faziletler, düşman sâyesinde elde edilir.
Cihad ve Mücâhede
Cihâd: ‘Cehd’ veya ‘cühd’ kökünden türeyen ‘cihâd’, Kur’an’ın anahtar kavramlarından biridir. Cihad kelimesi Kur’an’da farklı formlarda kırk bir yerde geçmektedir. Cehd veya cühd, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, zorluklara karşı çaba göstermek, çalışmak gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türeyen ‘cihad veya mücâhede’ sözlükte, düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak demektir.
Bu düşmanın insanın içinde veya dışında olması farketmez. Mü’min, kendine zarar vermek üzere saldıran düşmanlarına karşı koymaya çalışır, onların zararlarını uzaklaştırmada gayretli olur. Mü’minlerin kararlı ve şuurlu çabalarının bedenle yapılanına ‘cihad’, ruhsal olanına ‘mücâhede’, fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir. “Allah yolunda gayret göstermek, çaba sarfetmek“
492] 8/Enfâl, 60
493] 6/En’âm, 112
494] 25/Furkan, 31
KITÂL / SAVAŞ
- 135 -
anlamlarına gelen ‘cihad’, her üç mânâyı da içerisine almaktadır. Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, Allah’ın adı yükselsin diye gösterilen gayretler, O’nun dini İslâm’ı savunmak için ortaya konan çabalar tümüyle ‘cihad’ diye nitelendirilir. Bununla birlikte; bedeniyle, organlarıyla, malıyla cihad edene veya mânevî yönünü olgunlaştırmak için çaba sarfedene ‘câhid ve mücâhid’, İslâmî hükümleri ortaya koymak için gayret edene de ‘müctehid’ denilmektedir.
Mü’minin, Allah tarafından kendisine emânet olarak verilen bedeni, malı ve zihinsel imkânları Allah yolunda harcaması, İslâm yolunda kullanması cihaddır. Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi ‘cihad’ bir saldırı değil, olabilecek bir saldırıya karşı yapılan bir savunmadır. Bu saldırıyı savabilmek üzere çaba göstermek, çalışmaktır. O bir anlamda insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaktır. Kur’an, “cihad“ kavramı ile fiilî savaş olan “kıtal“ kavramını ayrı ayrı kullanmaktadır.
Cihad Saldırı mıdır? İslâm’ın yanlış anlaşılan emirlerinden biri de cihaddır. Özellikle Batılı araştırmacılar cihadın bir saldırı olduğunu, İslâm’ın bu saldırı yoluyla yayıldığını, müslümanların saldırı anlamındaki cihad emrine uyarak başka ülkeleri işgal ettiklerini ısrarlı bir şekilde iddia ederler. Müslümanlar sözkonusu olunca, yerli-yersiz ve doğru-yanlış tezler ileri süren Batılılar “cihad“ın müslümanlar tarafından saldırı amacıyla kullanıldığını ve bunu da “kutsal savaş“ şeklinde anladıklarını ileri sürerler.
Cihadın anlamı ve işleyiş şekli yakından incelense, cihada izin verilen şartlara yeniden bakılsa, durumun iddiâ edildiği gibi olmadığı görülecektir. Cihad kavramının karşılığı ‘savaş’ kelimesi değildir. Çünkü ‘cihad’la savaş sözcüğü arasında hem nitelik hem de nicelik farkı vardır. Kıtâl/savaş, salt askerî harekât olup güce dayanır. ‘Cihad’ ise askerî operasyon da dâhil İlâhî hedefler uğruna gösterilen bütün çabaları içerisine alır. Bu demektir ki cihad; kutsal bir gâye uğruna ortaya konulan her türlü fikrî, fiilî ve kalbî çalışmanın ortak adıdır.
İslâm’a göre; “dinde zorlama yoktur“495 Yani insanlar diledikleri dini seçebilirler. İnandıkları din ne kadar yanlış ve saçma olsa bile bu konuda zorlama söz konusu olamaz. Çünkü inanma bir gönül işidir. Bir şeyin doğruluğu ve hak oluşu ancak akıl ve kalp ile kabul edilir; silâh zoruyla kimseye bir şey sevdirilemez. Üstelik, Allah (c.c.) insanlara irâde hürriyeti vermiştir. Onlar, hak ile bâtıl arasında seçim yapma hakkına sahiptirler. Bu seçimlerinin sonucu tamamen kendilerini ilgilendirir. Herkes neticesine katlanmak şartıyla bâtılı da seçebilir; kişilerin cehenneme gitme tercih ve özgürlüğü de vardır.
Ancak, bazı insanlar kendi halinde bir din seçmekle kalmayıp başkalarına zorla kendi dinlerini benimsetmeye çalışırlar. Kimileri, insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak ister. Kimileri İslâm’ın dâvetinin önünü kesmeye, insanların İslâm’a ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Kurdukları tuzak ve düzenlerle insanları kandırmaya, hak yoldan saptırmaya, Allah’ın indirdiklerini bırakıp zulümle yönetmeye, halkın gönüllerini işgal etmeye çaba gösterirler. Bazıları da, müslümanlara ve onların yaşadıkları yerlere saldırıp topraklarını işgal etmek, insanlarını yönetimleri altına almak isterler. İşte bu gibi durumlarda “cihad“ gündeme gelmektedir.
Müslümanlara veya onların yaşadıkları topraklara düşmanları saldırdığı
495] 2/Bakara 256
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zaman, müslümanlar sessiz mi kalsın? Allah’ın dinine hakaret edilirken, insanlar zorla veya hile ile İslâm’dan uzaklaştırılırken; müslümanlar hiç bir şey yapmasın mı? Birtakım zâlimler, halka, zayıf bırakılmışlara zulmederken, müslümanlar başlarını kuma mı gömsünler? Güçlüler ve zenginler yeryüzüne istedikleri gibi yön versinler, fitneyi artırsınlar, insanları sömürsünler, onların zenginliklerini yağmalasınlar ama müslümanlar aldırmasınlar mı? Allah’a kul olmak isteyen nice iyi niyetli insanın önüne şeytanî tuzaklar kurulsun da, müslümanlar kıllarını kıpırdatmasınlar, bu doğru olur mu?
Kaldı ki cihad yalnızca mü’minlerin dış düşmana karşı yaptıkları bir savunma değildir. Cihad, aynı zamanda kişinin kendi nefsinin kötü isteklerine karşı direnmesi, İblisin kandırmalarına karşı koymasıdır. Bu ise mü’minin hayatı boyunca yapması gereken bir ‘mücahâde’dir. Çünkü gerçek müslümanlık, ancak şeytana uymamakla, nefsin kötü emirlerine karşı çıkmakla yerine getirilir. Müslümanların kendilerini, dinlerini ve vatanlarını korumak için onlara farz kılınan cihad emrini yanlış anlayanlar, cihadsız bir İslâm istiyorlar. Onlar, yeryüzünde diledikleri gibi at koşturacaklar, istediklerini yapacaklar, hatta müslümanlara yön vermeye kalkışacaklar, ama müslümanların bir tepkisi olmayacak. Böylesine sessiz, tepkisiz, pısırık bir din istiyorlar.
Şeytan ve onun yardımcıları olduğu, bazı insanların yeryüzünü ifsat etmeleri, azıp sapmışların çıkardıkları fitne (bozukluk, isyan, kâfirlik) devam ettiği müddetçe; cihad da var olacak; cihada ihtiyaç duyulacaktır. Kıyâmete kadar kıyâm ve cihad ateşi yanmaya devam edecektir.
Cihadın Amacı ve Kapsamı: Cihadın gâyesi, toplumdaki fitneyi kaldırmak, zulümleri önlemek, insanlara Allah’ın adını ulaştırabilmektir. Hak bayrağını yüceltmektir. İnsanları baskılardan ve zulümlerden kurtarmaktır. İslâm ile insanların arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Onların rahat bir şekilde İslâm’ı tanımalarına fırsat vermektir.
İslâm savaş realitesini göz ardı etmez. Çünkü savaşın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Savaş bazen arzu edilmese de kaçınılmaz olur. Müslümanlar asla mal toplamak, toprak ele geçirmek, insanlara hükmetmek, onlara karşı büyüklük taslamak, onları öldürmek, zenginliklerini yağmalamak, insanlardan intikam almak için cihad etmezler. Bunların hiç biri İslâm’da yoktur. İslâm, savaşı, ekonomik, sosyal ve siyasal hegemonya aracı olmaktan kurtararak insanî hedeflerin gerçekleşmesinde, gerektiği zaman başvurulacak bir metod olarak kabul eder. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Başkalarının savaşları özünde profandır ve dünyalık amaçlar uğrunda yapılırken, İslâm’ın cihadı Allah rızâsı için yapılır ve özünde âhirete âit bir boyutu vardır.
Bu anlamda cihad, bir ibâdettir. Çünkü cihad İslâm’ı, yani Allah’ın insanlar için seçtiği iki dünya saadetini insanlara taşıma çalışmasıdır. İnsanların zulmün ve tuğyânın karanlıklarından, İslâm’ın aydınlığına bir davettir. İnsanlara o aydınlığı onlara ulaştırma faaliyetidir. Bu nedenle cihada bir ‘yürek fethi’ gayreti de denilir. Yani karanlıkta kalan insanların gönüllerini İslâm’a ve onun güzelliklerine açma çabası.
İslâm dâvetinin amacı insanlardan bazılarının diğerleri üzerinde rableşmesini önlemek, hakların sahiplerine ulaşmasını sağlamak ve onları mutluluğa
KITÂL / SAVAŞ
- 137 -
ulaştırmaktır. Ancak bazen insanla bu mutluluk arasına maddî veya mânevî engeller girebilir. Bu engeller kimi zaman fiziksel, kimi zaman düşünsel; bazen bireysel, bazen toplumsal, bazen de kurumsal olabilir. Bu engeller kimi zaman resmî odaklar tarafından tezgâhlanabilir.
Günümüzde insanlık, mesafelerin ve yerleşim alanlarının yakınlığına, iletişimin son derece artmasına rağmen, bir iletişimsizliği, bir yalnızlığı yaşıyor. Aynı mahalleyi, aynı apartmanı, hatta aynı mekânı paylaşan kişiler arasında bile bir yabancılık söz konusu. Yürekler arasındaki bağlar ve ünsiyet azaldı. Onun yerine kalın duvarlar örüldü.
Cihad faâliyeti, saâdetin ta kendisi olan İslâm’la insanlar arasına, giderek yürekler arasına konulan engelleri, yapılan duvarları ortadan kaldırma çalışmasıdır. İnsanları kendi gerçekleriyle, Rablerinden gelen gerçekle ve bunun sonucu iki dünya mutluluğu ile buluşturma, insanların yüreklerini ilâhí güzelliklere açma gayretidir. Müslümanlar cihad faâliyeti ile insanlığın eskimez değerleri olan İslâm’ın güzelliklerini insanlara, yine onun dilini kullanarak taşırlar. Onlar İslâm’ın getirdiği mutluluğu fiilen tadarak, başka yüreklere de bu aşkı götürmek isterler. Bu çalışmayı yapanlar insanı ‘Allah’ın indirdiği bir âyet-kitap’ olarak değerlendirirler. Onların da ‘vahy-i metluv -okunan vahiy’ olan Kur’an’la buluşmaları için çalışırlar. 496
Görüldüğü gibi cihadın kapsamı ve hedefi bazılarının sandığı gibi ne saldırı ne de savaştır. Ancak yeri gelince dış düşmana karşı fiilî cihad dediğimiz ‘kıtal-savaş’ gündeme gelir. Müslümanlara yapılan saldırılara cevap vermek, onların zararlarını önlemek İslâm’a inananların hem hakkı hem de görevidir. Cihad faâliyeti aynı zamanda insanların kendi istekleriyle müslüman olmalarını sağlayacak bir ortamı da hazırlar.
Kur’an-ı Kerim, cihad ve savaş kavramların tamamen “Allah yolunda cihad“ (fî sebîlillâh) şeklinde kullanmaktadır. Öyleyse Allah rızâsının dışına çıkan bir savaş İslâm’ın emrettiği cihad değildir. Hz. Muhammed (s.a.s.) bütün bir peygamberlik hayatı bir cihad faâliyetidir. Çünkü onun görevi bir peygamber olarak insanlara Allah’ın dinini tebliğ etmek, insanların İslâm ile iki dünya saadetine kavuşmalarını sağlamaktı. Onun bu uğurdaki çabası, gayreti, çektiği sıkıntılar, hedefi ve beklentileri; cihad ibâdetinin boyutlarını gösterir.
Ancak fiilî cihad -kıtal-“, İslâm tarihinde ilk defa Peygamberimizin ve müslümanların Medine’ye hicret edip bir toplum ve devlet kurmalarından sonra farz oldu. Bilindiği gibi Mekkeliler, müslümanları İslâm’dan döndürmek için her yolu denediler, başaramayınca onları Mekke’den sürüp çıkardılar. Bununla da kalmayıp onları Medine’de de öldürmek, yok etmek için ordular hazırladılar. Böyle bir ortamda müslümanlara kendilerini savunmak için ‘kıtâl-savaş’ izni verildi. Fiilî cihadın müslümanlara farz kılınış şekli, cihad anlayışını ortaya koymaktadır. Bu konuyu yanlış anlamak isteyenlere de net bir cevap vermektedir 497.
Müslümanlar savaş istemezler. Ama kendilerine saldırı olursa sabırla direnirler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda çaba gösterirler.
496] M. İslamoğlu, Yürek Fethi, s. 36-43
497] 9/Tevbe, 40
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cihadın Fazileti: Allah, kendi yolunda cihad etmeyi emrediyor. Bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övüyor.498 Allah yolunda mücâdele eden mücâhidelerin dereceleri, evlerinde oturanlardan daha yücedir.499 Peygamberlerle beraber Allah yolunda yılmadan, gevşemeden mücâdele eden sabırlı Rabbânîleri sever.500 Allah yolunda cihad edenler ‘şehid’ olurlar ve onlar ölmezler, Allah katında diridirler. 501
Neye Karşı Cihad? Cihad üç şeye karşı yapılır: 1- Açık bir düşman saldırısına karşı, 2- Şeytanın hilelerine karşı, 3- Nefsin, şeriata aykırı isteklerine karşı.
Açık bir düşmana karşı cihadın da iki yönü vardır:
a- Mü’minlere saldıran kâfirler ve münâfıklara karşı; Bunlarla cihadın da kolaydan zora doğru dört aşaması vardır: 1- Gönülden râzı olmama 2- Onların yaptıklarına karşı çıkma, dil ile kötülüklerini önlemeye çalışma, 3- Mal ve diğer meşrû maddî araçları kullanarak onların zararlarını savma çabası, 4- Son olarak beden, el ve diğer araçlarla onların saldırılarını ve zararlarını önlemeye çalışma, yani kıtâl -fiilî savaş-.
b- Zâlimlere karşı cihad; Zâlimin yanında hak olan şeyi söylemek, onun zulmüne engel olmaya çalışmak bir cihaddır. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “bizi bu zâlimlerden kurtarın diye yalvaranlar uğruna cihad edin“ diye emrediyor. 502
Beden ile cihad; mü’min gerekirse bedeniyle, canıyla Allah yoluna çıkar, çalışır, çaba sarfeder, Allah adını yüceltmek için gayret eder. Canını Allah yolunda vermekten çekinmez.
Mü’minler İslâm’a aykırı olmayan bütün araçları kullanarak; bugün özelde müslümanları, genelde bütün insanlığı tehdit eden, onların mutluluğuna engel olan kötülüklerle mücâdele etmeli ve insanlara İslâm’ın güzelliklerini ulaştırmalıdırlar. İnsanlığın gerçekten bu çabaya, bu çalışmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır.
Mücâhede: Mücâhede kavramının türediği ‘cehd’ veya ‘cühd’, sözlükte çaba sarfetme, kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret göstermek demektir. Cihad ve mücâhede ise, düşmanın saldırılarına karşı koymak üzere çaba göstermek demektir. İki kavram da aynı anlama gelmekle beraber, cihad daha çok bedensel çabalar için, mücâhede ise daha çok ruhsal çabalar için kullanılmaktadır. Cihad, bilindiği gibi, Allah yolunda, Allah’ın adını yüceltme uğruna çaba gösterme, savaşma ve çalışmadır. Cihad, açık bir düşmana karşı, nefse ve şeytana karşı yapılır. Bunlardan açık düşmana karşı mücâdele etmeye (cihad), nefse ve şeytana karşı mücâdele etmeye de ‘mücâhede’ diyebiliriz.
Cihad veya mücâhede, mü’minin İslâmî hayatını ve müslüman toplumu her açıdan korumak için gerekli bir çabadır. Cihad, İslâm düşmanlarına karşı savunma amacıyla yapılır. Allah’ın adını yüceltmek, insanların müslüman olmalarının önündeki engelleri kaldırmak ve yeryüzünden fitne ve zulmü yok etmek üzere
498] 8/Enfâl, 72; 9/Tevbe, 41
499] 4/Nisâ, 95
500] 3/Âl-i İmrân, 146
501] 2/Bakara,154; 3/Âl-i İmrân, 169
502] 4/Nisâ, 75
KITÂL / SAVAŞ
- 139 -
yapılır. Cihad veya mücâhede, Allah’ın mü’minlere kesin emridir.503 Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin dereceleri çok yüksektir, mükâfatları boldur.504 Mü’minler, dünyayı, içindekileri, meskenleri cihaddan çok severlerse, Allah onlara cezâ verir.505 Allah (c.c.) cihad emri ile mü’minleri imtihan etmektedir. 506
Cihad veya mücâhede Allah (c.c.) rızâsı, O’nun adı yüce olsun için ve sevap kazanma amacıyla olursa bir anlam ifade eder.507 Dünyalık bir çıkar için, şöhret, yağma ve intikam alma uğruna mücâhede edenler Allah yolunda değillerdir.508 Nefse ve şeytana karşı yapılan mücâhede, şüphesiz mü’minin takvâ derecesine ulaşmasını sağlar. Nefsinin isteklerini sınırlamayan azgınlığa ve sapıklığa düşer. Şeytanın aldatmalarına erken kanar. Mücâhede, mü’mine İslâm ahlâkı kazandırır.
Müslüman nefsinin haklı isteklerini karşılar. Çünkü hayatın devamı için buna ihtiyaç vardır. Aşırı isteklerine (şehvetine), hazlarına, hırslarına ise sınır koyar. Aslında nefsini terbiye etmek, nefsi Allah’ın huzurunda teslim olmaya, İslâmî emir ve yasakları yerine getirebilir bir olgunluğa ulaştırmaktır. Bu bir anlamda onu İslâmî ilkelere, ibâdetlere, Allah için fedâkârlık yapmaya râzı etmektir. Mücâhede; bu gayretin, bu çabanın, bu hedefin tatlı bir metodudur.
Mücâhid: Cehd kelimesinden türemiş bir kavramdır. Cihad eden demektir. ‘Cehd veya cühd’ sözlükte, güçlük ve zorluğa katlanmak, gayret etmek demektir. Aynı kökten gelen ‘cihad ve mücâhede’ sözlükte, düşmana karşı savunma yapmak için zorluğa katlanmak demektir. Mücâhid, işte bu zor çalışmayı yapan, cihad ve mücâhede eden insandır. Din işlerinde bilinmeyen birtakım meseleleri, bütün gücünü kullanarak, zorluğa katlanarak, sabırla çözmeye çalışma, sorumluluğu yüklenme nasıl ‘ictihad’ ise; iç ve dış düşmanların zararını savmak, onların saldırılarını önlemek için gücünü ortaya koymak, bu zor işi yapmak üzere gayret etmek, beşerî arzu ve isteklere karşı mücâdele vermek de cihad ve mücâhededir. Mücâhid, cihad ve mücâhede yapan insandır.
Kelimenin sözlük anlamından da anlaşıldığı gibi cihad, başkalarına saldırmak değil, aksine başkalarından gelebilecek bir saldırıya karşı koyabilmenin, insanın mutluluğuna giden yoldaki engelleri kaldırmaya çalışmanın adıdır. Mücâhid, her ne sebeple olursa olsun, başkalarına saldıran değil; insanlarla İslâm’ın getirdiği mutluluk arasında bulunan engelleri kaldırma gayretinde olan, kendine, inancına, değerlerine ve vatanına yapılan saldırılara karşı koyan, kendi değerlerini korumak için çalışan insan demektir.
Cihad, aynı zamanda bir ibâdettir. Çünkü o, bir mü’minin kendi tattığı İslâmî mutluluğu başkalarına da taşıma işidir. Müslümanlar cihad faâliyetleriyle diğer din mensuplarının gönüllerini İslâm’a açarlar. Savaşların kayıpları ‘ölü’ olarak, cihadın kaybı ise ‘şehid’ olarak unvan kazanır. İslâm’ı ve müslümanları etkisiz hale
503] 5/Mâide, 35; 9/Tevbe, 41; 22/Hacc, 78; 2/Bakara, 190; 4/Nisâ, 76 vd
504] 61/Saff, 10-12; 5/Mâide, 5
505] 9/Tevbe, 24
506] 3/Âl-i İmrân, 142; 9/Tevbe, 16
507] Buhârî, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâret 149-151, hadis no: 1904, 3/1512; Ebû Dâvud, Cihad 26, hadis no: 2517, 3/14; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 2/931; Tirmizî, Cihad 16, hadis no: 1646, 5/179; Nesâî, Cihad 21, 6/20
508] Ebû Dâvud, Cihad 25, hadis no: 2516, 3/14; Nesâî, Cenâiz 61, 4/49
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
getirmek, müslümanları kendi yönetimleri altına almak, sahip oldukları bütün zenginlikleri yağmalamak isteyenler, cihadsız bir din/İslâm(!) istiyorlar. Böylece saldırılarına ve sömürge isteklerine karşı koyabilecek bir iman gücü kalmaz, işleri daha kolay olur.
Cihad kavramı savaş (kıtal) kavramından daha geneldir. Birçok müslümana mücâhid denilebilir. O belki de düşmana bir kurşun bile atmamıştır. Ama onu bütün davranışlarında hak ve ihlâsa uymuştur. Haksızlıklardan ve kötü niyetlerden uzak durmuştur. Allah’a kulluk yolunda gevşeklik ve tembellik göstermemiştir. Allah’ın dini uğrunda çalışmış, gayretini göstermiş, fedâkârlık yapmıştır.
Allah yolunda cehd eden mücâhidlerin derecesi çok yüksektir. Allah (c.c.) onlara yüce bir makam verdiğini, onlara çok büyük mükâfat hazırladığını haber vermektedir. Onların yaptığı iş, öyle hafif bir iş değildir. Sıradan bir ibâdet de değildir. Onlar, her türlü zorluğu, meşakkati ve tehlikeyi göze alarak Allah yolunda çalışırlar. Zevklerinden, nefislerinin isteklerinden sırf Allah rızası için vazgeçerler. Allah’ı sevdikleri için, iblisin nefisleri okşayan, insanın hoşuna giden davetine uymazlar, onun kandırmalarına karşı direnirler. Allah’ın dini uğruna mallarını harcamaktan geri kalmazlar. Bu harcamayı gönül rızası ile yaparlar. Bundan asla bıkmazlar. Nefislerin mala karşı olan aşırı sevgisine rağmen onlar, Allah rızasını kazanmak, diğer mücâhidlere destek olmak için mallarını verirler. Onlar, bir insanın kurtuluşuna sebep olmanın, onun kalbini İslâma açmanın değerini bilirler. Allah yolunda çalışmanın getirdiği zorluklara ve mahrumiyetlere (yoksunluklara) aldırmazlar. Tehlikeleri göze alırlar. Ölümden korkmazlar, gerekirse canlarını bile bu uğurda seve seve verirler. Onlar, Allah’ın vaad ettiği şeye kesinlikle inanan insanlardır.
Kur’an’ın ifâdesine göre, müşriklerin birçoğu müslümanları kendi dinlerine çevirme gayretinden asla geri kalmazlar.509 Bu gerçek, geçmişte böyle idi, zamanımızda da böyledir. Onlar, gelecekte de müslümanları kendi yollarına çevirme çabasından vazgeçmeyecekler. Müslümanlar onların dinlerine dönünceye kadar onlardan hoşlanmazlar.510 Güçleri yettiği zaman çeşitli yollarla bu isteklerine kavuşmaya çalışırlar. Gerekirse sıcak savaşla, işgalle, katliamla, kültürel yollarla, aşağı görmekle, medya ile ticaret ve iktisat ile kandırma ve siyaset ile müslümanları mağlûp etmeye çalışırlar. Tarih ve günümüzde gördüğümüz tecrübeler, yaşadığımız olaylar bunu bize açıkça ispat etmektedir.
Öyleyse bütün bu yanlışlara karşı, bütün bu kötü niyetlere karşı müslümanların sessiz kalması beklenmez. Kendilerine ve dinlerine ne yapılırsa yapılsın, ne söylenirse söylensin, onların karşılık vermemesi düşünülemez. Herkesin kendini ve kendine ait değerlerini koruma hakkı vardır. Ancak özellikle emperyalist amaç güden kimi topluluklar kendilerine saldırı hakkı tanırken, başkalarına savunma hakkı bile tanımak istememektedir. Müslümanlara ve İslâma zarar vermek isteyenler oldukça, Allah’ın dini uğruna çalışanlar da, mücâhidler de olacaktır.
Cihad, bir başka deyişle, bir anlamda gerek kişinin hayatında gerekse toplum hayatında İslâmî yaşamının önündeki engellerle uğraşmak demektir. Allah’ın hidâyeti olan İslâm’ı başkalarına ulaştırmanın, yani İslâm’ı tebliğ etmenin
509] 2/Bakara, 217
510] 2/Bakara, 120
KITÂL / SAVAŞ
- 141 -
önündeki engelleri kaldırmaktır. Bir insanın, İslâm’ı daha iyi yaşamasına ayak bağı olan İblis ve nefsinin kötü istekleriyle mücâdele etmesidir. Bazı insanlar, İslâm kendilerine ulaşırsa belki müslüman olacaklar ve kurtulacaklar. Bazı insanlar da İslâm’ı daha iyi yaşamak ister, ama içinde bulunduğu şartlar ve topluma yön veren kişiler ve kurumlar onu günâha, isyana, kötü ahlâka götürebilir. Cihad işte bu kötü şartlarla, kötü kişiler ve kurumlarla, insanları isyana götüren şeylerle mücâhede etmenin yoludur.
Mücâhidlerin Özellikleri: Adına cihad ve sâlih amel denilen güzel çalışmaları mücâhid yapar. O, bir taraftan kendi hayatındaki kötülüklerle ve iblisle mücâhede ederken, bir taraftan da insanları isyana ve tuğyana (azgınlığa) götüren şartlar ve kişilerle mücâdele eder. İnsanların hidâyete ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmayı çalışır. Bu iş zor, riskli, yorucu ve biraz tehlikelidir. O yüzden mücâhidlerin yaptıkları çalışmalar son derece değerli ve yücedir.
Allah yolunda ilk mücâhid olan ‘Muhâcir’ ve ‘Ensâr’ Allah tarafından övülmektedir: “Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve hicret edenleri (Muhacirleri) barındıranlar ve canlara yardım edenler (var ya) işte onlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar).“ 511. Böyle olanlar Allah’ın affına ve büyük bir rızka kavuşurlar.512 Mücâhid, dünya çıkarı uğruna, şöhrete kavuşmak için, adını (namını) yüceltmek için veya soyunun adı duyulsun diye cihad etmez. O yalnızca Allah yolunda mücahâde eder. 513
Mücâhid, kendi hayatında ve toplum hayatında İslâm’ı yaşamanın önündeki engellerle, İslâm’ın ve İslâmî hayatın düşmanlarıyla, onları gerçek mutluluğa kazandırma amacıyla mücâdele eden (çalışan) mü’mindir. 514
Gazve ve Seriyye
Gazve, lügat anlamı olarak “akın, saldırı, din uğruna yapılan savaş“ demektir. Hadis ve siyer âlimlerinin kabul ettiklerine göre, asker sayısı az veya çok olsun, savaş için yahut başka bir maksatla, çarpışma yapılmasa bile Hz. Peygamber’in bütün askerî seferlerine gazve denilir. Peygamberimizin katılmadığı, bir sahâbînin kumandası altında gönderdiği askerî birliklere de seriyye denilir.
Vâkıdî ve İbn Sa’d’a göre Hz. Peygamber’in emir ve kumandasında yirmi yedi gazve gerçekleştirilmiştir. İbn Sa’d, Hz. Peygamberin gazvelerini şöyle sıralar: Ebvâ (H. 2/M.623), Buvât (2/623), Bedru’l-Ûlâ-Sefevâ (2/623), Zü’l-Uşeyre (2/623), Bedir (2/624), Benî Kaynuka (2/624), Sevik (2/624), Karkaratülküdr (3/624), Gatafân (3/624), Benî Süleym (3/625), Uhud (3/625), Hamrâü’l-Esed (3/625), Benî Nâdir (4/626), Bedrü’l-Mev’id (4/626), Zâtü’r-Rika (5/626), Dûmetü’l-Cendel (5/626), Müreysî (Benî Müstalik) (5/627), Hendek (Ahzâb) (5/627), Benî Kurayza (5/627), Benî Lihyân (6/627), Hudeybiye (6/628), Hayber (7/628), (Vâdi’l-Kurâ (7/628), Mekke’nin Fethi (8/630), Huneyn (Hevâzin) (8/630), Tâif (8/630), Tebük (9/630). 515
511] 8/Enfâl, 72
512] 8/Enfâl, 74
513] Ebû Dâvud, Cihad 26, hadis no: 2516-2517, 3/14
514] Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 110-116; 430-434
515] İbn Sa’d, Tabakat, 2/5-165
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Gerek strateji ve harp taktikleri, gerekse dinî ve siyasî sonuçları bakımından büyük önem taşıyan Hz. Peygamber’in gazvelerinin amacı, küfür ve bâtılın zulmünü ortadan kaldırmak, İslâmîyet’in yayılmasına engel teşkil eden unsurların tahakkümüne son vermek, yeryüzünde Hakk’ı yüceltmek, fitne ateşini söndürmek, insanları maddî ve mânevî baskılardan kurtarmak ve İslâmî gerçekleri onlara duyurmaktır. Rasûl-i Ekrem müslümanlara düşmanla gereksiz yere vuruşmayı değil; şartlar oluşup da savaş kaçınılmaz hale gelince sabredip direnmelerini tavsiye etmiştir. 516
Araplar İslâm’dan önce çöl hayatının ağır şartlarını yağma ve baskınlar için bir sebep gibi görürler. Bundan dolayı kabileler arasında sık sık savaşlar meydana gelir. Kan döküldükten sonra da intikam duygularıyla kan dâvâları başlardı. Câhiliyye devrinde yapılan savaşlarda Araplar çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden hasımlarına acımasızca saldırır, esirleri çok defa işkence ederek öldürür, çocukları ok atmak için hedef tahtası gibi kullanır, esirlerin organlarını kesip gerdanlık yaparak kadınlarının boyunlarına iftiharla takarlardı. Bunların hepsini kaldıran Hz. Peygamber, gazvelerin hedefini “Allah’ın adını yüceltmek için cihad“ olarak belirtti. Hayber savaşına çıkarken ashâbına ganîmet için değil; Allah için savaşacak olanların ordusuna katılabileceğini söyledi. Düşmanların çocuk ve kadınlarının, savaşa katılmayan yaşlı, hasta ve din adamlarının öldürülmesini, hayvanların ve ürünlerin yağmalanmasını, ağaçların kesilmesini, öldürülen düşman askerlerinin organlarının kesilmesini yasakladı. Esirlere temiz elbiseler giydirilmesi, karınlarının doyurulup istirahatlerinin sağlanması prensiplerini getirdi. Anlaşmalara sadâkat esasını koydu. Mûte savaşında olduğu gibi, İslâm devleti temsilcisinin milletlerarası haklardan mahrum kılınarak haksız yere öldürülmesini ve Mekke’nin fethinden önce olduğu gibi barış şartlarının ihlâlini ve ihlâlde ısrar edilmesini savaş sebebi telâkki etti. Kendisi başkalarının haklarına nasıl saygı gösteriyorsa onların da müslümanlara saygı göstermelerini istedi. Rasûl-i Ekrem’in emriyle gerçekleştirilen gazve ve seriyyeler dünya harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarıdır.
Hz. Peygamber’den sonra genel olarak kâfirlere karşı yapılan seferlere ve bu maksatla gerçekleştirilen askerî faâliyetlere gazâ, İslâm’ın ışığından mahrum kalmış ülkelere iman nurunu götürmek gâyesiyle kâfirlerle savaşanlara da gâzi denilmiştir. İ’lâ-yı kelimetullah için gazâ edenler, “De ki: Bize iki iyilikten -gâzilik ve şehidlikten- başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?“517 âyetini, “ölürsem şehid, kalırsam gâzi“ şeklinde algılamışlardır.
Hulefâ-yı râşidîn döneminde özellikle İran ve Bizans’la yapılan savaşlarda mücâhidleri teşvik için Hz. Peygamber’in gazvelerini anlatma geleneği başlamış, giderek kurumlaşan bu gelenek, Abbâsiler ve diğer müslüman devletlerde de devam etmiştir. Zamanla sadece Hz. Peygamber’in gazvelerini konu edinin eserler kaleme alınmış ve bunlara “megâzî“ adı verilmiştir.
Seriyye: İçinde Hz. Peygamber’in bulunmadığı askerî birliklere seriyye denilir. Seriyyeler, asr-ı saâdette düşman üzerine gönderilen ve beş yüz askeri aşmayan süvâri bölükleridir. Mü’minlerin bu süvâri birlikleri, daha çok keşif yapmak üzere geceleri sefere çıkardı. Muhtemel saldırılara karşı tedbirler alan müslümanlar
516] Buhârî, Cihad 112, 156; Müslim, Cihad 19, 20
517] 9/Tevbe, 52
KITÂL / SAVAŞ
- 143 -
için özellikle ilk seriyyeler büyük önem arzetmekteydi.
Hicretten hemen sonra peşpeşe seriyyeler ve gazveler başladı ve Medine dönemi boyunca devam etti. Bu bakımdan, Rasûlullah, islâm dâvetini silâh gücüyle tehdit eden bâtıl güçlere karşı mücâdele verebilmek için askerî kuvvetleri eğitme ihtiyacı hissediyordu. Hz. Peygamber, bir seriyye gönderince, dönüşlerinde askerlere kendi durumları, komutanın kendilerine davranışı ve aralarında mevcut olan yardımlaşmanın boyutları hakkında sorular sorardı. Hz. Peygamber, seriyyelerin başına harp bilgisi, sabrı ve cesâreti ile temâyüz etmiş kahraman müslümanlardan komutan seçiyordu. Hz. Hamza, Ubeyde bin Hâris, Sa’d bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Revâha, Zeyd bin Sâbit, Ebû Ubeyde bin Cerrah bunlardandır. Daha sonra da Hâlid bin Velid ve Amr bin el-Âs, Hz. Peygamber’in en seçkin komutanlarının başında yer aldı.
Rasûlullah (s.a.s.) herhangi bir seriyye için sancağı ashâbdan birine vereceği zaman, onu mescidin avlusuna diker ve yiğitlerden bir seçim yapar; harekât ânı gelmeden seriyye komutanına gidecekleri yeri söylemezdi. Bazen de seriyye komutanına üzeri kapalı bir mektup verir; meselâ kuzeye veya güneye gitmelerini emreder, onlara bir yer târif edip o yere gelmeden mektubu açmamalarını tenbih ederdi. Bütün bunlardan amaç, düşmana haber sızmasını önlemekti.
İlk seriyyelerde gözetilen gâye, Mekke-Şam ticaret yolu gibi stratejik önem taşıyan bölgeleri kontrol altında tutmak; gerektiğinde orada sağladığı hâkimiyeti ve inisiyatifi Mekke’li müşrikleri susturmak amacıyla değerlendirmek, özellikle müşriklerin gözünü korkutmak, ummadıkları yerlerde karşılarına çıkabilecekleri izlenimini uyandırmak ve neler düşündükleri hakkında haber toplamaktı. Bu gâye ile hazırlanan seriyyelerden biri Hz. Hamza seriyyesi, bir diğeri de H. 2/M. 624 yılında Mekke ile Tâif arasındaki Batn-ı Nahle denilen yere gönderilmiş olan seriyye idi. Bu seriyyeye Abdullah bin Cahş komutan tâyin edilmişti. Hz. Peygamber’in katıldığı gazvelerin sayısı 27 iken; seriyyelerin sayısı 38’e ulaşır.
Kıyâm
‘Kıyâm’, birçok anlamı olan bir kavramdır. Sözlükte, ayağa kalkmak, ayakta durmak, sâbit olmak, bir şeyi gözetlemek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ‘kıyâm’, namazda ayakta durmaya denildiği gibi, haklı veya haksız bütün başkaldırılara (isyanlara), gece namazına, Allah’ın varlığının kendinden olmasına da denilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de bu kelimenin çeşitli türevleri de yakın anlamlarda kullanılmıştır. Kıyâmet kelimesi de ‘kıyâm’ kelimesinden türemiştir. Namazda kıyâm denildiği zaman şu anlaşılır: Namaz için ayağa kalkmak, Allah’a saygı ve O’nu büyük tanımak için namazı ayakta kılmak. Peygamberimize hitap eden şu âyette kasdedilen ‘kıyâm’, namaz kılmaktır: “Az bir kısmı hariç olmak üzere gece kıyam et (namaz kıl).“518 Allah (c.c.), gece ibâdetine kalkan mü’minleri övmektedir.519 ‘Kavvâm’ kavramı da yine aynı kökten gelir. Koruyan, gözeten, bakımını ve gözetimini üzerine alan demektir. Ev yönetiminden ve evi korumaktan sorumlu
518] 73/Müzemmil, 2
519] 25/Furkan, 64
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kişiler hakkında kullanılır.520 Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de namazın hakkıyla ‘ikame’ edilmesini, en güzel şekilde yerine getirilmesini emrediyor.521 Burada da aynı kelime kullanılıyor. Kur’an’da ‘namaz kılın’ şeklinde bir emir verilmeyip, “namazı ikame edin“ denmesi anlamlıdır.
Kıyâmın konumuzla ilgili diğer kullanımı, isyan ve ayaklanma anlamıdır. İslâm tarihinde yönetimlere baş kaldırışlara ‘kıyâm’ denmiştir. Meşrû İslâmî bir yönetime itaat etmemeye, karşı gelmeye ‘bağy’, isyan edene de ‘bağî’ denilir. Kıyâm ise, bağy’den farklı bir kavramdır. Bağîlerin giriştikleri baş kaldırılara da ‘kıyâm’ denmiştir. Ancak ‘kıyâm’ her zaman olumsuz bir anlam taşımamaktadır. Nitekim namazdaki kıyâm’ın farklı anlamlarında geçtiği gibi, kıyâm, aynı zamanda dünyalıklara, insandan kaynaklanan otoritelere, insanların kurduğu düzenlere karşı olmak, onlardan yana olmamak anlamlarına gelmektedir. Yine kıyâm, aynı zamanda Allah’a karşı bir saygıdır.
Müslüman, İslâm’a inanarak Allah’a teslim olmuştur. O’nun dışındaki bütün ilâhları ve tâğutları, onların dinlerini ve sistemlerini reddetmiştir. Öyleyse bu sahte ilâhlar veya tâğutlar, müslümana kendilerine itaat etmesini, kendi düzenlerini benimsemesini isterlerse, müslüman onlara teslim olmayacak, onların dinlerini ve sistemlerini benimsemeyecektir. İslâm’ın ilkelerini bırakıp onları tercih etmeyecek, onlara sürekli karşı gelecek; ‘kıyâm’ edecektir. Yine müslümanların içinden çıktığı halde, yönetimi eline geçirdikten sonra azan (müteğallibe olan) kimselere, çeşitli hilelerle müslümanların yönetimini eline geçiren azgın ve sapıklara karşı müslüman boyun eğmeyecek, onların yanlış dinlerini ve sistemlerini tanımayacaktır, karşı çıkacaktır.
Bu karşı çıkış her zaman silâhlı mücâdele şeklinde olmaz. Yerine göre, sözle, yerine göre işle yani yaşantıyla, yerine göre kültürle, yerine göre kendi öz benliğiyle, yerine göre medya aracılığıyla ve yerine göre başka mücâdele yollarıyla ortaya konabilir. Müslüman zayıf da olsa, sayı olarak çok olmasa da, yönetilen konumunda da olsa; en azından fikir ve ahlâk planında zâlimlerin, sapıkların, azgınların yollarını benimsemeyecek, kabul etmeyecek; ama hep ‘kıyâm’ anlayışı üzerine olacaktır.
‘Kıyâm’ bir anlamda gayri İslâmî ideolojiler ve sistemlerle uzlaşmamak, onların Hakka aykırı görüşlerini ve eylemlerini reddetmektir. Peygamberlerin sapık topluluklar ile yaptıkları mücâdelelerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Onlar, içerisinde yaşadıkları toplumların inançlarını, âdetlerini ve sistemlerini asla benimsemediler, karşı geldiler. Onlarla ve onların yanlış inançlarıyla hiçbir zaman uzlaşmadılar.
Kıyâm anlayışı; hareketliliği, canlılığı, çalışmayı, çabayı ve uyanık olmayı ifâde eder. Bir yerde oturup beklemenin, çöküp kalmanın, uyuşukluğun ve tembelliğin karşıtıdır. Kıyâm; aktifliktir, çabadır, çözüm üretmektir, canlılık, umut ve iyi niyettir. Bu anlayışta pısırıklık, umutsuzluk, teslimiyet ve elleri koynunda şartların akışında sürüklenmek yoktur. Buna karşın diriliş, direniş ve çalışma aşkı vardır. 522
520] 4/Nisâ, 24
521] 2/Bakara, 43, 110, 277; 4/Nisâ, 77; 10/Yûnus, 78 vd
522] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 357-359
KITÂL / SAVAŞ
- 145 -
Nefr (Seferberlik)
‘Nefr’ sözlükte, heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp çıkmak demektir. Aynı kökten gelen ‘nüfûr’, ürküp kaçmak anlamındadır. Bu kelime daha çok olumsuz anlamda kullanıldığı halde ‘nefr’ kelimesi, cihad için düşmana karşı harekete geçmek, ileri atılmak anlamında olumlu olarak kullanılmaktadır. Düşmana karşı koymak için evinden çıkan ve bu amaçla bir araya gelen topluluğa ‘nefîr’ adı verilmektedir. Bu topluluğa katılan herbir kişiye de ‘nefer’ denir. Türkçe’de askerlere, düşmana karşı koymak üzere hazırlanan erlere ‘nefer’ denildiğini hatırlayalım.
Müslümanların başkanının onları cihad için toplanmaya, ileri atılmaya çağırmasına da ‘istinfâr’ adı verilir. Bunun Türkçe’deki karşılığı ‘genel seferberliktir’. Bu seferberlik (istinfâr) ya genel olabilir, ya da özel olabilir. Genel olanına eskiden ‘nefîr-i âmm’ (genel seferberlik) denirdi.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da cihada bölük bölük çıkın (infirû) ya da (gerektiğinde) topluca seferber olun (infirû).“523 Mü’minler gerektiği zaman Allah yolunda ya bölük bölük, ya da ihtiyaç halinde toptan seferber olmalılar. İslâm’ı ve onun değerlerini saldırgan düşmana karşı korumanın yolu bundan geçmektedir. Bir başka âyette şöyle buyruluyor: “Gerek hafif, gerek ağır olarak hep birlikte savaşa kuşanıp çıkın (infirû -nefr olun-) ve Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizler için daha hayırlıdır.“ 524
İhtiyaç olduğu zaman fakir zengin, gönüllü gönülsüz, genç yaşlı, yaya veya binekli olarak Allah yolunda cihada çıkmak Allah’ın emridir. İslâm toplumunun, kendisini savunma açısından bu, çok mühimdir. Bu öneminden dolayı Rabbimiz, bu işi hafife alanları, cihada katılmayı ağırdan alanları kınamaktadır.525 Müslüman toplum içerisinde bu işi ağırdan alanlar, cemaatin genel durumunu bozar, iştahını kaçırır.
‘Nefr’ (seferberlik) olayına, Tebük seferi güzel bir örnektir. Peygamberimiz (s.a.s.) Hicretin 8. yılında Tebük seferi için genel seferberlik çağrısı yaptığı zaman, kimileri seferden kaçmak için Peygamberimizden izin istedi. Münâfıklar ise, ‘bu sıcakta nefr olmayın (sefere çıkmayın) diye aleyhte propaganda yaptılar. Allah (c.c.), onlara Cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu hatırlatarak şöyle cevap verdi: “...De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır (ona nasıl dayanacaksınız?) Keşke anlasalardı!“ 526
Bu seferberlik müslümanların başkanının, gerektiği zaman uygulayacağı olağanüstü bir durumdur. Bazen de bu seferberlik özel ve yerel olabilir. Fıkıh dilinde ‘Nefr günü’, hacıların Mina’dan Mekke’ye indikleri gündür. Peygamberimiz bu günü ve kurban kesme gününü övmektedir. 527
523] 4/Nisâ, 71
524] 9/Tevbe, 41
525] 9/Tevbe, 38
526] 9/Tevbe, 81
527] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 491-492
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ribat ve Murâbıt
Ribat: Bu kelimenin kökü ‘rabeta’ fiilidir. Bu kökten türeyen ‘râbıta’, ‘ribât’, ‘murâbıt’, ‘irtibât’, ‘rabt’ gibi kelimeler farklı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Râbıta’; bağ, bağlantı, bağlamak, düşmanla karşılaşmaya hazır olmak gibi mânâlara gelir. Râbıtanın türediği fiil sözlükte, bir şeyi bağlamak, birinin kalbine sabır vererek kuvvetlendirmek, kalbi cesur olmak, korku anında cesaretli olmak demektir. Ribat kelimesinin türediği ra-be-ta ve türevleri Kur’an’da beş yerde geçmektedir. 528
‘Ribat’ bir işe sarılıp devam etmek, düşmana karşı savaş atları (veya malzemeleri) hazırlamak ve sınırı düşmana korumak için beklemek demektir. “Onlara karşı gücünüzün yettiği kuvvet ve ribat atları (cihad malzemeleri) hazırlayın…“529 Buradaki ‘ribat’, hem savaş için hazırlıklı olmayı, hem de savaş için gerekli malzemeyi hazırlamayı ifâde etmektedir. Eğer mü’minler, düşmanlarına karşı hazırlıksız olurlarsa, düşmanların saldıracakları gediklerde, sınır boylarında nöbet tutmazlarsa, yani her an saldırı olacakmış gibi hazırlıklı olmazlarsa; düşmanları onları gâfil avlarlar ve onlara zarar verebilirler.
‘Ribat’ aynı zamanda ibâdete sarılmak, ibâdete devam etmek, gönlü ve duyguları en samimi bir şekilde ibâdet şuuruna bağlamak demektir. Mü’min her an ibâdete hazırdır, ibâdetinde süreklidir. O böyle yapmakla, imanın düşmanlarına karşı kendini korumuş olur, imanını koruma altına almış olur. İslâm ülkesinin sınır boylarında müslümanların vatanlarını, ırzlarını ve dinlerini korumak için düşmanlara karşı hazırlıklı olan İslâm askeri gibi, her müslüman da, imanın yeri olan kalbinin kapısında imanı tehlikeye düşüren tehlikelere karşı ‘ribat’ yapar, nöbet tutar, hazır olur, ibâdetine sürekli dikkat eder.
Türkçe’de bağ anlamında kullanılan ‘irtibat’ aslında saldırgan düşmana karşı hazır olmak demektir. Bu kelime elbette bir şeyle bağ ve bağlantı kurmak anlamına da gelmektedir.
Murâbıt: ‘Murâbıt’ bu bağlamda bir şeyle, -İslâmî mânâda söylersek- imanın gerekleriyle irtibat kuran, iç ve dış düşmanlara karşı hazırlıklı olan kimse demektir. Murâbıt, sürekli uyanıktır. O sınır boylarında, müslümanları zayıflatmak ve mağlup etmek için fırsat kollayan insandan düşmanlara karşı hazırlıklıdır. Müslümanlar ve İslâm için nöbet beklemektedir, cihad için hazırdır. O aynı zamanda imanını her türlü isyan, günah ve harama düşmek, şeytana aldanmak gibi iç düşmanlara karşı koruma konusunda dikkatlidir. İbâdetine devam ederek, Rabbi ile olan ‘irtibatını’ (bağını) sürekli diri tutarak imanını ve takvâ hayatını korumaya çalışır. O, imanını devamlı diri tutmanın gayretini gösterir. Nefsine ve onun aşırı isteklerine karşı dikkatlidir. Bir ibâdeti yapınca diğerini yapmak üzere bekler, imanının başında olgun bir nöbetçidir.
Murâbıt iki anlamda değerlendirilir: Birincisi; Müslümanların sınırlarında nöbet veya benzeri bir iş için bekleyen kimse. Bu, tıpkı kendi canını koruyan kimse gibi uyanıktır. Böyle bir kimse zorlukta, sürekli ayaktadır, tehlike ânında çobanın sürüyü koruduğu gibi nefsini ve korunması gereken değerleri düşmanlarından korur. Bu murâbıt, Allah yolundaki mücâhid/savaşçı gibidir. İkincisi; Yüreğini
528] 3/Âl-i İmrân, 200; 8/Enfâl, 11, 60, 18/Kehf, 14; 28/Kasas, 10
529] 8/Enfâl, 60
KITÂL / SAVAŞ
- 147 -
kuvvetlendiren, kalbine cesâret veren anlamında; bazı âyetlerde530 bu anlamda kullanılmıştır.
Râbıta: Ribat veya râbıta bir âyette şöyle geçmektedir: “Ey iman edenler! Sabredin, sabretmekte direnin (veya yarışın), ribat yapın (cihada hazırlıklı olun) ve Allahtan hakkıyla sakının. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.“531 Tasavvuf ehli bu âyette geçen ‘râbitû-ribat yapın’ emrini, ‘râbıta yapın’ şeklinde yorumlarlar. Onlara göre râbıta, mürîdin (tasavvuf yoluna girenin) şeyhini (hocasını) düşünerek, ondan feyiz alması, şeyhi aracılığıyla kalbini Allah’a ve Peygamber’e bağlamaya çalışması demektir.
Onlara göre mürid sürekli Allah’ı düşünmelidir, O’nunla bağ kurmalıdır. Bunu tek başına başaramaz; şeyhiyle bu bağı (râbıtayı) kurarak sağlayabilir. Râbıta ânında diz üstü çöker, gözlerini yumar ve şeyhini hayal ederek, Hz. Muhammed (s.a.s.)’le ve Allah’la mânevî bağ kurmaya çalışır. Ancak, yukarıdaki âyete ve bu âyetin tefsirlerine baktığımız zaman böylesine bir ‘râbıta’nın kasdedilmediği kolaylıkla anlaşılır. Âyette geçen “sabretmek ve müsabere yapmak (sabretmekte direnmek), ribat yapmak“; bir yönüyle cihadla, bir yönüyle de imanı korumakla, ibâdette sabretmek ve Allah’tan hakkıyla çekinmekle ilgilidir. “Râbıta, ribat ve murâbıt“ kelimeleri, birer cihad terimidir. Bu, hem dış düşmanlara karşı hem de imanın iç düşmanlarına karşı bir cihad anlayışını kapsar.
Âyette geçen sabır; nefsi kendisinde bulunan zorluklara katlandırmaktır. Musâbere ise, nefsi hem kendisindeki hem de kendi dışındaki zorluklara katlandırmaktır. Meselâ hastalık nefsin kendindendir. Hastalığa dayanmak sabırdır. Allah yolunda çalışmak ise nefsin dışındaki bir zorluktur. Nefsin o zorluğa katlanması ise ‘musâbere’dir. Âyette hem sabredin, hem de sabretmekte direnin, yani ‘musâbere’ edin, ifadesi bu anlamdadır. (Allahu a’lem). ‘Ribat’, bir anlamda nefsi güzel şeylere yöneltmektir. Allah yolunda mücâdele için hazırlık yapmak, Allah yolunda cihad etmek ve nöbet beklemek, nefsi namaza ve diğer ibâdetlere bağlamak da güzel işlerin başında gelir.
Hadis-i Şeriflerde Murâbıtların Fazileti: Ribat yapmanın faziletini Peygamberimiz bildirmektedir. Câbir b. Abdullah (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.s.) bize şöyle dedi: “Size, yaptığınız zaman hatalarınızı giderecek, günahlarınızı örtecek bir şeyi (ameli) haber vereyim mi?“ “Evet“ dedik. Buyurdu ki: “Zorluğuna rağmen abdestinizi imkân ölçüsünde alınız, mescidlere doğru adımlarınızı artırınız, bir namazdan sonra da diğer namazı bekleyiniz. İşte böyle yapmak sizin için ribat’tır.“ Bunu üç defa söyledi.“ 532
“Bir gündüz ve gece ribat yapmak (Allah yolunda nöbet beklemek) bir aylık nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır. Ölse bile bu işlediği amelin sevabı kesilmez. Bununla rızıklanır, kabir azâbından da emin olur.“ 533
“Kim Allah (c.c.) yolunda bir murâbıt olarak ölürse, kendisine, işlemekte olduğu sâlih amelinin sevâbı (sanki ölmemiş gibi verilmeye) devam edilir. Rızkı da sürekli olarak verilir. Kabirdeki hesaba çekicilerden emin olur. Allah (c.c.) onu kıyâmet günü en büyük
530] 28/Kasas, 10; 18/Kehf, 14 ve 8/Enfâl, 60
531] 3/Âl-i İmrân, 200
532] Müslim, Tahâre 40, hadis no: 250
533] Buhârî, Cihad 73; Müslim, İmâre 163, hadis no: 1913; Nesâî, Cihad 39
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkudan (Cehennem’den) güvene kavuşturur.“ 534
“Allah (c.c.) yolunda bir gün murâbıt olmak (nöbet beklemek) dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır.“ 535
“Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murâbıtların ise, iyi amelleri kıyâmet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabir azabı konusunda emindirler.“ 536
“İki göz vardır ki, onlara ateş değmez: Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz.“ 537
Âl-i İmrân sûresi 200. âyette; gerektiği zaman düşmana karşı saf bağlamak, müslümanların sınırlarında onları korumak üzere nöbet beklemek, İslâm düşmanlarına karşı devamlı hazırlıklı olmak, bir namazdan sonra diğerini beklemek ve Allah yolunda gerektiği gibi sabırlı olmak tavsiye edilmiş olmalıdır. 538
Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahâbeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıtaya başvurmadılar. Bu, sonradan uydurulmuş bir şeydir.
Bu âyet aynı zamanda mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emrediyor. Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, iyi bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.
Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâm’ın varlığını ortadan kaldırmaktan hiçbir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar cemaat halinde kuvvetli olurlar ve düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ; sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır. Tarihî olaylar ve bugün içerisinde yaşadığımız gerçekler, İslâm ümmetinin çektiği acılar karşısında bu “râbitû -birbirinize bağlanın, kenetlenin, irtibatlı olun!“ emri ne kadar yerindedir. Mü’minler inandıkları Kitabın hükümlerini yerine getirirlerse düzlüğe çıkacaklardır.
Ribat kavramı Kur’an’da ‘savaş için bağlanıp beslenen atlar ve düşmana karşı nöbet bekleme’ anlamında kullanıldığını tekrar hatırlayalım. Hadis-i şeriflerde de Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla
534] İbn Mâce, Cihad 7, hadis no: 2767
535] Buhârî, Cihad 73
536] Ebû Dâvud, Cihad 15; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 2
537] Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 12
538] Muh. İbn Kesir, 1/351
KITÂL / SAVAŞ
- 149 -
beraber,539 daha çok nöbet tutmayı ifâde etmektedir. Ancak zaman içerisinde ‘ribat’ daha geniş bir mânâ kazanmıştır. İslâm hukukçuları ribâtı; “müslümanları saldırgan düşmana karşı korumak için sınırlarda beklemek“ diye tanımlamışlardır. Bu da süvarilerin (ata binenlerin) atlarını bağlamalarından (ribâtü’l hayl) gelen bir anlamdır. Ribat, başlangıçta yalnızca nöbet beklemeyi ifâde ederken, zamanla sınır boylarında nöbet hakkında kullanılmış ve mücâhidlerin barınmaları ve düşmanı gözetlemek için yapılan yerlere ad olmuştur. Bu ribatlar ayrıca mücâhidlerin yetişme ve nefis eğitim yerleri, müslümanların tehlike anında sığınma mekânları da olmuşlardır. Bir kısmı da zamanla kervansaray gibi kullanılmışlardır.
Mü’minler, Kur’an’ın emrine uyarak imanlarını ve İslâmî hayatlarını sabrederek, sabırda yarışarak korumalıdırlar. Bunun için kalplerinin, ailelerinin ve İslâm vatanının kapılarında gereği gibi ve bir nöbetçi gibi beklemeliler. Gönülleri de imanlarıyla ve Kur’an’la irtibatlı olmalıdır. 540
Mü’min Toplumlar Arası Savaş
“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriye savaşır vuruşurlarsa aralarını düzeltin, Şâyet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.“ 541 Bu âyet, müslümanlar arasında çıkacak silâhlı bir çatışmanın çözümü için çeşitli kurallar getirmektedir.
1- İki müslüman grup birbiriyle vuruşuyorsa, diğer müslümanlar bir kenarda oturamazlar; çatışmayı durdurmak için müdâhale etmeleri gerekir.
2- Bu müdâhale ricâlardan veya çözümler sunmadan ibâret olmayıp, askerî harekâtı da ihtivâ etmektedir.
3- Bu askerî harekâta, müzâkereler sonuçsuz kaldığında başvurulacak ve harekâtın hedefi saldıran taraf olacaktır.
4- Savaşan iki müslüman grup arasında uzlaşma sağlarken diğer müslümanların taraflardan birisinin lehinde ya da aleyhinde önyargı taşımaması, tam bir adâletle hareket etmesi gerekir.
Savaş ve Barış Dünyası (Dâru’l-Harb ve Dâru’l-İslâm)
Müslümanlara göre, insanî ilişkiler, yukarıdan beri izah ve ispat edildiği gibi, savaş değil; barış esasına dayanmaktadır. Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: “Mâdem İslâmîyet’e göre barış esastır; o halde niçin ‘kâfirler dünyası’, ‘dâru’l-harb/savaş dünyası’ gibi ayrımlar ortaya çıkmıştır? Neden böyle bir ayrıma gerek görülmüştür?“
Evet! İslâm hukuk kitaplarında karşılaştığımız bu terimler, ister istemez, bizde insan ilişkilerinin barış değil de savaş esâsına dayanmakta olduğu şeklinde bir kanaat uyandırmaktadır. Evet, ama böyle bir yargı, gerçeklere inememekten ve meselenin esasını bilmemekten doğmaktadır. Çünkü:
539] İbn Mâce, Cihad 14, Edeb 10; Ahmed bin Hanbel, I/12, 395, VI/458
540] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 513-517
541] 49/Hucurât, 9
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İslâm hukukçuları, milletleri/toplumları üç kategori altında toplamışlardır:
1) İslâm dünyası: İçinde İslâm kanunlarının uygulandığı ülkeler,
2) Müttefikler dünyası: Vatandaşlarının aşağı yukarı hepsi gayri müslimlerden oluşan, fakat müslümanlarla antlaşma yapmış bulunan memleketler,
3) Savaş dünyası: Halkı müslüman olmayan ve müslümanlarla da hiçbir antlaşması bulunmayan yerler. Bu ayrımı, onlara tarihî olaylar empoze etmiştir. Yoksa şeriat onları bu hususta zorlamış değildir.
İslâm ortaya çıktığı zaman, ilk müslümanlar, kendilerine saldıranlarla savaşmış ve toplumları, onlara baskı yapan zorbaların elinden kurtarmaya çalışmıştır. Bu zorbalar ve diktatör krallar, yönetimin ellerinden çıkmakta olduğunu görerek müslümanları yenmek için her yönden saldırıya geçmişlerdi. Onlar, büyük bir telâş ve korku içinde, bu dinin yayıldığını görüyorlardı. Hem de üstelik bu din, insanlara hürriyetten, kurtuluştan söz ediyor; hak ve hukuklarını savunuyor ve insanlar arasında eşitlik kurmaya çalışıyordu. Ama bu değer ve prensipler, tümüyle o devrin mutlak anarşi ve amansız dikta rejimlerine zıt düşüyordu. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, o çağların diktatör kral ve imparatorları, müslümanlara karşı toplu saldırılara girişmek için birleşiyorlardı. O halde Kur'ân-ı Kerim'in de şu âyeti gereğince, müslümanların hiç beklemeden karşı saldırıya geçmesi gerekiyordu: “Kim size saldırırsa siz de ona mukabele bilmisil olacak kadar saldırın.“542 Bu, meşrû savunma şekliydi. Müslümanlar, düşmanlarının ânî baskınlarına meydan vermemek ve saldırılarına hedef olmamak için taarruza geçmeliydi. Bu yeni savunma şekli, İslâm'da meşrûdur. Çünkü Kur'an, mü'minleri daima hazır olmaya ve tetikte bulunmaya özendirir: “Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı) korunma tedbirinizi alın da küçük kıtalar halinde harbe çıkın yahut toptan seferber olun.“ 543
Eğer bütün dünya, “hep beraber barış içinde yaşamak“ demek olan İslâm mantığını izleseydi ve müslümanlar, kendilerine saldırmayanlara karşı kılıç kullansaydı, işte o zaman, hiç tereddüt etmeden, müslümanları “saldırganlık“la suçlayabilirdi. Hâlbuki tam aksine, dünyanın çoğu dinî yasalarla değil; zorbalık ve orman kanunlarıyla yönetiliyordu. Evet, bütün bunlardan sonra, düşman saldırılarına meydan vermedikleri için müslümanları, kim “saldırgan“lıkla niteleyebilir? İslâm'ın kanunları; tarih içinde Kur'an ve Sünnete ters düşmeyen yaşanan esaslardan, daima realitelerden alınmıştır. İslâm devlet başkanları, İslâmî konulardaki teslimiyetleri, derin duygu ve anlayışları oranında bu kanunları uygulamaya çalışıyordu. İslâmî kuralları tam olarak uygulamayan yöneticilerin bazı tavırları İslâm'ı bağlamaz ve İslâm'ın itham edilmesine sebep teşkil edemez. Burada söylemek istediğimiz; böyle bir terimin (dâru'l-harp) kullanılması, müslümanlara, savaşın dışındayken, düşmanın malına, servetine el koyma veya onları yok etme yahut da kişisel hürriyetlerine ilişme gibi bir bahane hiçbir zaman vermemektedir. Bazı câhillerin zannettiğinin aksine, bir yer dâru'l-harp olsa, orada barış içinde yaşayış sürdürülürken, kâfirlerin mal ve canlarına dokunulamaz; savaş şartlarındaki hususlar geçerli olmaz. Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, bu terimin kullanılması, yani insanların çeşitli kategorilere ayrılması, ortadaki gerçeklerden hiçbir şey değiştirmiyordu.
542] 2/Bakara, 194
543] 4/Nisâ, 71
KITÂL / SAVAŞ
- 151 -
(Tarihî olaylardan ve o zamanki gereklerden yola çıkarak müctehidlerin tasnif edip tanımladıkları şekilde; bugünkü dünyayı dâru'l-harb ve dâru'l-İslâm kavramlarıyla izah etmenin doğru olmayacağı kanaatini taşıyorum. Sözgelimi Türkiye'nin durumu, dâru'l-harb tanımına girdiği zaman, bu değerlendirme ile ancak savaş şartlarında câiz olabilecek nice uygulamaların, sulh ve salâh ortamını bozacak ve bazı haramları helâl ilân edecek nice yanlışların ortaya çıkması sözkonusu olacaktır. Safların net olmadığı, müslümanlarla İslâm düşmanlarının cephelere ayrılmadığı, savaş şartlarının tümüyle ortaya çıkmadığı yerlere dâru'l-harp denilmesi, bugünkü dünya için ve İslâm'ın genel tavrı açısından yanlış tavırlara sebep olabilecektir diye düşünüyorum. Unutmayalım ki, dâru’l-harp ve dâru’l-İslâm kavramları Kur’ânî kavramlar olmayıp, tarihî şartlardan dolayı müctehidlerin tasnifinden ibârettir ve bu konudaki fıkhî hükümler, o günkü dünya açısından doğru olsa bile bugün için aynen uygulanmasında büyük sakıncalar vardır). 544
İslâm'ın Savaş Prensipleri
İslâm'ın savaş konusundaki prensiplerini özetleyelim:
a- Savaştan önce: Savaşın başlangıcından sonuna kadar egemen olan tek sebep, saldırıyı önleme zorunluluğudur. İslâmî prensiplere göre savaş ancak karşı tarafa şu üç şıktan birini seçmesi teklif edildikten sonra başlatılmalıdır: İslâm'ı kabul etme, bir antlaşma yapma, savaş.
b- Savaş alanında: İslâmî savaş, düşmanların bile kalplerini birleştirmek ve mümkün olduğu kadar onları korumak istek ve idealini taşıyan bir “merhamet savaşı“dır. Savaş, ancak savaş alanında çarpışmakta olanlara ve bir de savaşa katılmadıkları halde, dışarıdan savaşı organize eden ve halkı bu konuda kışkırtanlara karşı yapılır. İslâm'da savaşın tek amacı, saldırıyı önlemek ve düşmanların gururunu kırmaktır. Bu savaş, daima zulmü ve haksızlığı yok etmek için yapılır ve asla intikam amacı gütmez. Savaşın amacı, toplumlara zarar vermek değil; aksine, onları, iktidarda bulunan diktatörlerin kendilerine zulüm ve haksızlık yapmasına engel olmaktır. Bu yüzden: 1- Din adamlarını öldürmek yasaktır. 2- Çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmek yasaktır. 3- İşçilerin, çiftçilerin ve esnafın öldürülmesi yasaktır. 4- Yıkım (ağaçların kesilmesi, yakılması, binaların tahrip edilmesi vs.) 4- Savaşanlara, yaralılara, ölülere, esirlere işkence yapılamaz, organlarına zarar verilemez, aç ve susuz bırakılamaz. Düşman, namusa saldırmak gibi âdî bir yola başvursa bile müslüman askerler hiçbir zaman intikam hissiyle de olsa böyle davranışlarda bulunamazlar.
İnsanlığa saygı: “Andolsun ki Biz, Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada, denizde taşıyacak (vâsıtalar) verdik, onlara güzel güzel rızıklar verdik; onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.“545 Kan dökmenin ve insan öldürmenin helâl kılındığı savaşlarda bile insanoğlunun şerefli yaratık özelliğinin devam ettiğini söylemek, ilk bakışta paradok/aykırı bir düşünce biçiminde görülebilir. Faka bu savaşların, Peygamber (s.a.s.) tarafından, sadece saldırıyı önlemek, mutlak bir şekilde ve daima fazilete bağlı kalarak amacından kıl payı bile sapmaksızın düşmanla karşılıklı olarak vuruşmak için yapılmış bulunduğu ispat
544] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Dâru’l Harp mi Dâru’l Harap mı, Beka Y.
545] 17/İsrâ, 70
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
edildiği zaman bu aykırı düşünce kendiliğinden kaybolur. Zaten Yüce Peygamberimiz, insanî değerlere saygı konusunda her zaman çok büyük bir titizlik göstermiştir. Savaşta ölenlerin cesetlerini paralamayı yasaklamış, düşman ölülerinin tanınmayacak bir şekle sokulmasını ve kafalarının kesilerek kral sayalarında bir zafer sembolü olarak saklaması şeklindeki barbarlığı tamamen haram kılmıştır. Hz. Peygamber’in ashâbı, onun buyruklarına uyarak düşman cesetlerine hiç el sürmemiştir. Düşmanlar, kendi vahşiyâne alışkanlıkları yüzünden, böyle bir şey yapmaya kalkışmış olsalar bile onlar bu konuda onlara uymaya asla yönelmemişlerdir. Çünkü faziletli insanlar, kötülükleri örnek edinirse, fazilete ihanet etmiş olurlar.
Peygamber Efendimiz, düşmanları aç veya susuz bırakarak ölüme terketmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Çünkü böyle bir tutum, insan onuruna hiçbir şekilde yakışmaz. Düşmanlar bu tür davranışa girişmiş olsalar bile mü’minler onların izinden gitmemelidir. Bu iğrenç davranışlar, hiçbir zaman taklit edilemez. Yine Peygamberimiz, yaralılara eziyet edilmesini kesin bir şekilde yasaklamıştır. “Öldürürken bile bunu güzel bir şekilde yapın!“ İnsan şerefine ve erdeme saygıdan dolayı Rasûlullah savaşa girmiş olanların mallarını yağma etmeyi yasak etmiştir. Asillik ve yiğitlik, barış zamanında olduğu kadar, savaşta da savaşçının ayırıcı niteliğidir. Yağma ve soygun, genel olarak insan onuruna yaraşmayan şeylerdir. Özel olarak da savaşta yağmacılığı dinimiz uygun görmez. Rasûl-i Ekrem şöyle buyurur: “Yağma yapan veya zorla başkasının malını alan yahut da yağmaya özendiren bizden değildir.“ Savaşın iyiden iyiye kızışıp artık her şeye öfkenin egemen olduğu anlarda bile Rasûlullah, askerlerine, doğrudan doğruya düşmanların suratlarına darbe indirilmesini, böylece yüzlerinin bozulmasını yasaklamıştı. Çünkü bu tutum, hiçbir zaman psikolojik büyüklüğün işareti değil; aksine, insan onuruna leke sürmektir. Çünkü yüz, insanî güzelliklerin toplanmış olduğu yerdir. Ayrıca Peygamberimiz, düşman cesetlerinin hayvanlara yem olarak verilmesini de kesinlikle yasaklamıştır. Kurtlara ve yırtıcı kuşlara yem olmamaları için tedbir almıştır.
Sadece insanî değerlere saygıdan dolayı, Yüce Peygamber, yaralıya işkencede bulunulmasını yasaklıyordu. Yaralı bir insanı, çok zor duruma düşmüş olsa bile öldürmek yine normal kabul edilmiştir. O, bir esir olması sıfatıyla, daima korunmalıdır. Böyle bir yaralı, ya bir miktar fidye alınarak veya doğrudan doğruya karşılıksız serbest bırakılacak, kendisine hürriyet verilecektir. İnsanın şeref ve onuruna saygı prensibi bunu gerektirir. Zaten vuruşmanın tek amacı, yeni bir saldırıya girişilmemesi için düşmanın gücünü kırmak; kuvvetini yıpratıp onu moral olarak böyle bir işe girişemeyecek duruma sokmaktır. İnsanlığa saygı, tutsaklara karşı takınılan tavırda kendisini açıkça göstermiş olur.
Esirler: “Onlar Allah sevgisinden dolayı yoksulu, yetimi, esiri doyururlar.“546 Savaşta bile insan onuruna saygıyı gösteren İslâm, müslümanları esirlere karşı da merhametli olmaya çağırır. Çünkü İslâm’ın savaştan anladığı şey, saldırıyı geri püskürtmektir. Tarih, tutsaklara en merhametli davranan savaşçılar olarak, dinlerinin hükümlerine göre kendilerini ayarlamış olan ilk dönem müslümanlarını görmüş ve tanımıştır.
Esirlere karşı merhametli davranma konusundaki direktiflere, dinî metinlerde çok sık rastlanır. Çünkü çarpışmanın iyice hızlandığı, savaşçıların kalplerini
546] 76/İnsan, 8
KITÂL / SAVAŞ
- 153 -
savaş alevlerinin tutuşturduğu ve başlarının döndüğü zamanlarda düşmandan esir alınır. Savaş ânında, savaşanlara kızgınlık ve şiddet hâkim olduğu için ellerine düşen kimselerden intikam almaya girişebilirler. Bunun için, Yüce Rasûl, mü’minleri, esirlere karşı merhametli davranmaya çağırmış ve şöyle buyurmuştur: “Esirlerinize iyilikle davranmanız tavsiye edilmiştir.“
Bedir savaşında, ayrıca, sahâbîlerine aldıkları esirlere saygılı davranmalarını emretmişti. Onlar da, bu emre uyarak, yiyecek konusunda tutsaklarına öncelik tanımışlardı. Böyle bir davranış gözönüne getirilirse, ancak müslümanların yiğitliği sâyesinde esir düşen ve biraz önce ellerindeki silâhları terketmiş bulunan bu esirlerin düşman askerleri olduklarını kimse söyleyemezdi. Evet! Müsâmahanın ve insan onuruna saygının gerçek delili işte böyle gösterilir. Bu yüce duygu, insana zarar vermek ve kan dökmek zorunluluğunu ancak saldırıyı püskürtmek için hoşgörür. Ulvî dinimiz İslâm savaşçılarına bu yönlendirmelerle iki çeşit cihadı öğretmiş oluyordu: Birincisi; savaş alanında Allah için kendilerini fedâ etmeyi göze alıp harp etmek. İkincisi; insanın öfkesini dizginleyen ve düşmanlarıyla orman kanunlarına göre değil; merhametle savaş imkânını veren ruh/nefis cihâdıdır.
Savaş esirleri konusunda Kur’an’ın direktifi: “(Savaşta) Kâfirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihâyet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.“547 Kur’an’ın bu âyeti, iki şıktan birinin seçilmesi gerektiğini göstermektedir. Müslümanların kumandanı veya yöneticisi, iki yoldan birini tercih eder: Ya esirlerden fidye alır, ya da onları tutsak düşmüş müslümanlarla değiştirir. Eğer fidye ödemeye güçleri yoksa ve değiştirme de söz konusu değilse, o zaman esirler serbest bırakılır. Günümüzde de tutsakları değiştirme işlemi yapılmaktadır. Böyle bir değiş tokuşun devam ettirilmesi gereklidir. Çünkü hem müslüman esirler, hem de düşman esirler bu yolla kurtarılmış olmaktadır. Hürriyet dini olan İslâm, bağlılarının olduğu kadar, kendisine ters düşen kimselerin de hürriyetlerini düşünür. Onların hürriyetine de saygı gösterir. Eğer özgürlüğü savunan kimse, kendisi bizzat özgürse, böyle biri hiçbir zaman bölgecilik, ırkçılık ve dincilik gibi bir ayrıma girişmez. O bilir ki, hürriyet, her insanın en doğal hakkıdır.
Yukarıdaki548 âyet, bize bir üçüncü tez daha sunmamaktadır. Eğer böyle bir üçüncü tez söz konusu olsaydı, bu, elbette bazı esirlerin köle olarak kullanılması şeklinde olacaktı. Evet, biz, farklı fıkhî metinlerde, her ne kadar köleliği kesinlikle yasaklayan ifadeler bulamıyorsak da, yukarıda verdiğimiz âyetin, bunu işaret yoluyla ve köleliğin tüm kaynaklarını kurutarak yasakladığını görmekteyiz. Çünkü bu âyet, bu iki seçenekten başka yola müsaade etmemiş, “ya iyilikle (karşılıksız hürriyetlerini verin), yahut fidye alarak“ demiş, fakat “veya köle yapın“ dememiş; esirlere davranışı sınırlandırmıştır. Kölelik meselesi, tercih şıklarından biri olma niteliğini tamamen kaybetmiş olmakta ve diğer kölelik kaynaklarını kesin bir şekilde yasaklayan din, köleliğin bu son kaynağını da kurutmaktadır.
Düşman Uyruğu Altında Bulunanlar ve Bunların Malları: “Eğer (kendilerine saldırılması emrolunan) müşriklerden biri senden emân (aman) dilerse ona emân ver. Tâ
547] 47/Muhammmed, 4
548] 47/Muhammed, 4
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu güven içinde bulanacağı yere kadar (selâmetle) ulaştır.“549 Savaşın tek sebebinin saldırıyı önlemek olduğunu ve savaşın savaş alanı dışına taşmaması gerektiğini, bu prensibin islâm’ın savaş prensiplerinin başında geldiğini ısrarla vurguladık. İslâm savaşları, hiçbir zaman, halklara karşı değildir. Onları ezenlere; silâhlı kuvvetleri hakkı ortadan kaldırmak ve uyruğu altında bulunanları ezmek için bir araç olarak kullananlara karşı yapılmıştır. Bunun sonucu olarak da müslümanlarla bu diktatör yöneticilerin vatandaşları arasında kurulmuş bulunan ilişkiler, kendileriyle temas imkânı olduğu takdirde, hiçbir kesintiye uğramamış ve devam etmiştir.
İslâm, ülkeler arasındaki gerçek ticarî ilişkilerin, savaş yüzünden kesilmemesi gerektiğini savunur. İslâm ülkelerine gelen tüccarların güvenliğini mutlak bir garanti altına alır. Hatta onlar, düşman bir memleketin uyruğunda iseler veya müslümanlarla savaş halinde bulunan bir ülke halkından olsalar bile İslâm, tüccarların güvenliğini teminat altında bulundurur. Ticarî işlemlerini serbestçe ve korkusuzca yürütmelerine izin verir. Ticaret malları, bugünün deyimiyle sigorta edilmiştir. Kendilerine verilmiş bulunan güvenceden ve bağlı bulundukları antlaşmalardan yararlandıkları sürece, kimse onların mallarına, hiçbir şekilde el süremez. Önceden belirlenmiş ve bildirilmiş olan şartlara bağlı kalmaları, kendilerinin ve mallarının korunması için en büyük teminattır.
Savaşın patlak vermiş olması, müslümanlar ile düşman memleketler arasındaki ticarete hiçbir zaman engel olmaz. İslâm ülkelerinden toplanan ticaret mallarını düşman ülkelerine satmak isteyen tüccarlara izin verilir. Fakat burada karşımıza bazı önemli konular çıkmaktadır. Meselâ prensip olarak, tüccarlar, müslümanların zararına düşmanları kuvvetlendirecek olan ticaret mallarını dış ülkelere satmaya yetkili değildir. Hanefî ekolüne bağlı hukukçular, kılıç, ok, köle, savaş araç ve gereçleri, savaşta kullanılan mallar, silâh yapımına yarayan ve her türlü silâh yapımında ham madde olarak kullanılan demir gibi askerî ihtiyaç maddelerinden başka, her şeyin düşman memleketlerine ihraç edilebileceğini söylemişlerdir.
İslâm kan dökmeye ve düşman askerlerinin mallarına el koymaya, ancak ve ancak savaş alanlarında izin verir. Çünkü savaş, hiçbir zaman savaş alanının dışına taşmamalıdır. Savaş alanı dışında, insan haklarına en büyük saygı gösterilir. Haklar asla çiğnenmez ve savaşta alınmış olmadıkça, servete, mal ve mülke hiçbir zaman dokunulmaz. Savaş yapmayanların güvenliği garanti edilmiştir. Onlar, ne kendi canlarından ve ne de mallarından dolayı herhangi bir endişeye kapılmazlar. Tüccar iseler, gönül hoşluğu ile yollarına devam ederler. Halk yığınları, savaşa katılmadıkları sürece ne açlık tehlikesi ve ne de mallarının ellerinden alınması gibi bir korku duymazlar. Şâfiî müstesnâ, öteki İslâm hukukçularının cumhûru bu fikirdedir. (ABD’nin ve onun güdümündeki B.M.’in Irak halkına on yıldan fazla zamandan beri uyguladığı ambargo ile nice çocukların ölümüne ve halkın büyük sıkıntılarına sebep olduğunu hatırlayalım.) İslâm, diğer devletlerin uyruklarına hiçbir zaman saldırmamıştır. İslâm, vatandaşlarına zulmeden, ağır vergiler altında onları ezen, asker ve polis gücüne dayanarak zorbalık ve dikta rejimlerini halklarına zorla kabul ettiren ve böylece asker ve polisi milletin can düşmanı yapan kanlı krallara ve acımasız yöneticilere karşı savaşmıştır.
549] 9/Tevbe, 6
KITÂL / SAVAŞ
- 155 -
İslâm’ın savaş halindeki düşmanın savaşta bilfiil rol almayan halkının bile mal ve canına kast etmeyi câiz görmediği kesin bir durum olduğu halde; günümüzde bazı câhil gençlerin, “dâru’l-harp“ kavramına girdiği için, sadece kâfir olduklarından dolayı bazı özel ve tüzel kişilerin mallarını gasb etmeyi veya canlarına saldırmayı câiz görmeleri kesinlikle yanlıştır.
Savaşın Sona Erişi: “Eğer (düşmanlar) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü her şeyi hakkıyla işiten, kemâliyle bilen bizzat O’dur.“550 Savaş, iki karşıt grubun, ateş kesmeye karar vererek yapacakları bir antlaşma ile sona ermiş olur. Çünkü savaşın amacı gerçekleştirilmiştir. Müslümanlara göre o, saldırıyı püskürtmektir. Güvenlik paktının imzalanmasıyla çarpışma tamamen son bulmuştur. Çünkü müslümanlar, verdikleri sözü tutmakla emrolunmuşlardır.551 “Karşılıklı muâhede yaptığınız zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın.“552 Bir antlaşma imzalanırken adâlet ve doğruluğa son derece önem verilmeli ve anlaşma maddelerine tam anlamıyla uyulmalıdır. Çünkü İslâm, yaptığı antlaşmayla iki noktayı kendisi için amaç edinir: 1- Kan dökülmesine, insan kasaplığına bir son vermek. İslâm’ın temel hedeflerinden biri budur. 2- Anarşi, ahlâksızlık ve düşkünlük doğuran, insanlığı çöküntüye götürmek isteyen şer kuvvetlerinin önünü almak. Savaş bu zorunluklardan dolayı meydana çıkmış olduğu için bunların ortadan kaldırılmasıyla da savaş, tamamen sona ermiş olur. Artık geçerli olan ve yürürlükte bulunan, yalnız hakka dayanan antlaşmadır. İslâm, antlaşma yapmak sûretiyle barış içinde bulunulan toplumlara karşı âdil davranmayı emreder. “Bir kavme olan kininiz, sizi adâlet yapmamaya sevketmesin. Adâlet yapın ki o, takvâya çok yakın olandır.“ 553
Günümüzde ise, gâlip gelen ve yenilen devletler arasında yapılan antlaşmalarda, halkların canına okumak için en ağır askerî tazminat maddeleri bulunmakta, yaşama ve geçinme imkânları kısıtlanmakta ve halkı alçaltıcı şartlar zorla kabul ettirilmektedir. Bu biçim barış antlaşmalarına her zaman rastlanmaktadır. Hâlbuki söz konusu antlaşmaları düzenleyen ve yürüten duygunun yalnız adâlet ve doğrulu ruhu olması gerekmez miydi? Üstelik başkalarını alçaltıcı ve küçük düşürücü antlaşmalar imzalamak da bir çeşit saldırı niteliği taşımaz mı? Böyle bir tutum ise İslâm’da kesin şekilde haram edilmiştir. “Aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.“554 Antlaşma, bir tür sözleşmedir ve İslâm’a göre her sözleşme hak ve görevler arasındaki doğruluk ve adâlet ölçüsüne dayanmış olmalıdır. Bir sözleşmeyle belirtilmiş olan her hak, bu haktan yararlanacak olan karşılıklı kişiler tarafından yerine getirilmesi gereken bir zorunluluk taşır. Bu durum, öteki çeşit her sözleşmede olduğu kadar, antlaşmalarda da aynen yürürlüktedir.
Mekke fethi için hazırlanan İslâm ordusu, Mekke’ye girmek üzereydi. Tam bu sırada, bir müslüman general şöyle bağırmıştı: “Bu gün savaş günüdür!“ Peygamberimiz (s.a.s.) buna şu karşılığı verdi: “Bugün merhamet ve rahmet günüdür!“ Ayrıca sözü geçen generalin bütün vazife ve yetkilerini geri almış, işine son vermişti. İşin sonunda Mekke’nin tamamen kuşatıldığı halkın, kendilerini, güçlü bir ordu tarafından sarılmış gördüğü ve artık Peygamber (s.a.s.)’in duruma tam
550] 8/Enfâl, 61
551] 17/İsrâ, 34
552] 16/Nahl, 91
553] 5/Enfâl, 8
554] 2/Bakara, 190
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamıyla egemen olduğu anlaşıldığı zaman, puta tapanların şefleri boyunları bükük şekilde derhal Peygamber Efendimiz’e kendilerini affetmesi için başvurdular. O zaman Peygamberimiz onlara, kendisine hep kötülük etmiş, arkadaşlarından birçoklarını öldürmüş ve O’na iman edenleri inançlarından döndürmek için aklın alamayacağı korkunç işkenceler yapmış olan o insanlara, şunu sormuştu: “Şimdi size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?“ Onlar, bu soruya, yenilmiş olmanın verdiği aşağılık duygusuyla şöyle cevap vermişlerdi: “Sen asîl bir kardeşsin. Asîl bir kardeşimizin de oğlusun!“ Bunun üzerine, zâten merhamet ve rahmet pınarlarını akıtmak üzere gelmiş olan o Yüce insan, kararını şöyle açıklamıştı: “Ben, sizlere kardeşim Yusuf’un (a.s.) dediği gibi diyeceğim: ‘Bugün, hiç başa kakma ve ayıplama yok! Sizi Allah affetsin’ 555, serbestsiniz!“
Güvenlik (Savaşta Eman Verme): Eğer bir düşman askeri bir müslümandan güvenlik (eman) isteyecek olursa, kendisine derhal böyle bir güvenlik verilmesi gerekir. Böyle bir güvenliği aldığı zaman, artık dokunulmazlık kazanmıştır ve hiçbir müslüman, ona silâh çekme hakkına sahip olamaz. Yalnız müslümanlara has olan bu mesele, Peygamberimiz’in şu hükmünden ileri gelmektedir: “Müslümanlar eşit kan taşılar. Bu sebeple, içlerinden en önemsizi bile eman/güvenlik sözü verme hakkına sahiptir.“ Savaşın ancak kısmî olarak yürütülmesi ve ayrıca İslâm’ın savaştan kesinlikle kaçınmaya çılışmış olmasından dolayı, böyle bir antlaşmanın yapılmasına izin verilmiştir. Böyle bir güvenlik sözü, yalnız bir askere verilebileceği gibi, çok sayıdaki düşman askerlerine de verilebilir. Hatta onlar, bir kaleye sığınmış olsalar bile. Müslümanlara saldırmadıkları sürece bu güvenlikten yararlanmaya devam ederler. Fakat bu paktın şartlarına aykırı davranışlarda bulunacak olurlarsa, kendilerine verilmiş olan bu güvenlik garantisini yitirirler.
Bu tutum, her an patlak vermesi mümkün görülen savaşın önlenmesi konusunda islâm’ın katıksız isteğini su götürmez bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, ancak saldırgan bir amaçla kendisine silâh çeken kimselere kaşı ve artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlarda saldırıya geçer. Böyleyken, eğer düşman askeri, silâhını bırakır ve güvenlik isterse, bu istek de taşıdığı için o, hiçbir zaman, bir savaş esiri olarak düşünülemez. Eğer İslâm ülkesinde kalacak olursa, müslümanların koruyuculuğundan yararlanmakta olan kişilerin arasına girer. Ve müslümanlar gibi görev yapması gerekir. Onların sahip olduğu her türlü ayrıcalıklardan da yararlanır. Öte yandan, güvenlik paktı, çok basit bir el kol işaretiyle de imzalanabilir. “Hiçbir şeyden korkma“ şeklindeki bir söz bile güvenlik paktı için yeterli görülmüştür.
Güvenlik halkasının geniş tutulmuş olması, İslâm’ın savaşı mümkün olan en dar alana indirmekteki isteğini gösterir. Müslümanlar, bu güvenlik çemberini, çeşitli yollarla açmış ve genişletmişlerdir:
1- Müslümanlar, “güvenlik verme“ hakkını, yalnız bir ordu veya bir alay, yahut da bir birlik kumandanına tanıyıp diğerlerini bu haktan yoksun bırakmak sûretiyle meseleyi hiçbir şekilde sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Her müslüman, güvenlik vermekte hürdür ve bu yapıldığı zaman da, bütün müslümanlar, bu paktın sorumluluğunu yüklenmiş olurlar. Kendisiyle pakt yapılmış olan, antlaşmayı bizzat bozmadıkça, hiç kimsenin onu çiğnemeye ve kaldırmaya hakkı yoktur. Hadis-i şerife göre, bütün müslümanlar eşittir; o halde, en önemsiz gibi
555] 12/Yûsuf, 92
KITÂL / SAVAŞ
- 157 -
görüneni, belli başlı hiçbir görevde bulunmayanı bile rahatça bir güvenlik paktı imzalayabilir.
2- Bu hakkı daha da yaygınlaştırmak amacıyla, müslüman bir kölenin bile koca bir düşman ordusuna güvenlik sözü verebileceği ve bu antlaşmadan düşman ordusunun artık esir edilemeyeceği hususu, İslâm hukukçuları tarafından resmen kabul edilmiştir. Bir zamanlar, müslüman bir köle, kaleye sığınan düşman askerlerine güvenlik sözü (emân) vermişti. Ordu kumandanı, derhal Hz. Ömer’e (r.a.) bir mesaj göndererek görüşünü istedi. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi: “Ne de olsa, müslüman bir köle, müslümanlar arasında bulunan bir kişidir. Bu yüzden de, onun koruyuculuğu, öbürlerininkine eşittir.“ Böylece âdil ve merhametli Ömer (r.a.), bir kölenin yaptığı antlaşmayı geçerli saymıştır.
3- Müslümanlar, bir vaadin, bir sözün verilmiş olduğunu göstermek için çeşitli deyim ve işaretler kullanırlardı. Meselâ şehâdet parmağını göğe doğru kaldırmak, korkan bir kimseye verilen bir güvenlik işareti ve bir güvenlik sözü olarak kabul edilirdi. Çünkü Hz. Ömer şöyle demişti: “Herhangi biriniz, bir müşriği çağırır ve parmağını göğe doğru kaldırırsa, ona güvenlik sözü (emân) vermiş demektir. Bundan böyle, bu müşrik, İlâhî koruyuculuk ve müslüman sözünün güvencesi altında tutulmalıdır.“
Güvenlik anlaşmasının bu şekilde genişletilmiş olması, savaşın yaygınlaşmasını ve genişlemesini önlemeyi amaçlamaktadır. Bu güvenlik paktı, kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmış olan kimsenin mutlaka “savaş esiri olması gerekir“ şeklinde yorumlanamaz; tam aksine, bu kimsenin dokunulmazlık kazandığını ve esirlik, kölelik tehlikesinden kurtulduğunu gösterir. Böylelikle sözkonusu saldırganlar, İslâm’a silâh çekenlerden ayrılıp, İslâm ülkelerinde, hak ve görevlerini müslümanlarla paylaşan barışçı insanların arasına girmiş olur.
Evet! Baştan beri açıkladığımız bütün bu davranışlar ve ortaya konmuş bulunan prensipler, hiç şüphesiz İslâm’ın, savaşa, ancak yapılan saldırıyı püskürtmek amacıyla başvurduğu gerçeğini kesin bir şekilde ispatlar. Evet, ara sıra öldürmek zorunda kalınabilir. Ama bunun da “en az“a indirilmesi için her çareye başvurulur. Bu, İslâm’ın temel prensiplerindendir. İslâm, insan hayatına, mümkün olan en büyük değeri verir ve onu korumak için inanılmaz bir güç ve çaba gösterir. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir; onların tek koruyucusudur. 556
İslâm, bir anlamı barış olan dinin adıdır. Dinimiz, rahmet ve erdemi, yeryüzünün ıslahını, insanların huzurunu esas alır. İslâm’da asıl olan barıştır. Dinimizde savaş, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; müslümanların ve tüm mazlumların gasbedilmiş haklarını geri almak için ve fitneyi ortadan kaldırmak, saldırganlığı püskürtmek için yapılır. Savaş, başka türlü çözüm şansının kalmadığı durumda en son çaredir. Ve savaşta her şey meşrû görülmemiş, niçin ve kimlere karşı yapılacağı belirtildiği gibi, nasıl yapılacağı ve hangi esaslara riâyet edileceği de hükme bağlanmıştır.
Allah’a Karşı Savaşan Rejimler
Mâhiyeti ne olursa olsun, İslâm’ın dışında ortaya çıkmış olan insanların hayatına hükmetmeye çalışan rejim, Allah’a karşı savaşan rejimdir. Bir memlekette
556] M. Ebu Zehre, a.g.e. s. 55 vd.
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayat kanunları Allah’ın kitabına dayanmıyorsa; o memlekette Allah’a ve O’nun şeriatına karşı savaşan sosyal ve siyasal bir otorite var demektir. Allah (c.c.), ebedî hayat rehberimiz Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. İman etmişseniz, fâizden arta kalandan vazgeçin. Böyle yapmazsanız, bunun (fâizin) Allah’a ve peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin.“ 557
Âyet-i kerimelerin gölgesinde rahatlıkla diyebiliriz ki; iktisadî hayatı fâize dayanan tüm rejimler, Allah’a karşı savaşan rejimlerdir. Esâsen Allah’a karşı savaşan rejimleri tanımada yanılmamak için Allah Teâlâ Kur’an’da kendisine karşı savaşn rejimler için fâizin bir alâmet olduğunu beyan etmiştir. Bu münâsebetle müslüman, herhangi bir rejimi tanımak istediği zaman, hemen onun iktisadî hayatının fâize dayanıp dayanmadığına bakar. Şâyet rejimin iktisadî hayatı fâize dayanıyorsa o rejim, Allah’a karşı savaşanların rejimidir. Çünkü iktisadî hayatı fâize dayanan, fâizin reklâmını yapan ve fâizi geliştirmeye çalışan rejimin adı ne olursa olsun, böyle bir rejim şeksiz Allah’a karşı savaşan rejimdir. Böyle bir rejimi ortadan kaldırmaya çalışmak, çalışanlara yardımcı olmak, hem Hakkın hâkimiyet gücüne hizmet ve hem de mü’minin ödemek mecbûriyetinde olduğu bir zimmettir.
Şehid Seyyid Kutub şöyle diyor: “İslâm toplumu mevcut olduğu zaman; müslümanların imamı, fâiz üzerinde ısrar edenlerle savaşmakla mükelleftir. Fâizcilikte ısrar edenler her ne kadar müslüman olduklarını da iddiâ etseler, onlar Allah’ın emrinden dışarı çıkmışlardır. Hz. Ebû Bekir’in kelime-i şehâdet getirdikleri ve namaz kıldıkları halde zekât vermeyenlerle savaştığı gibi İslâm devlet reisi de fâiz yiyenlerle savaşacaktır. Allah’ın şeriatına itaat etmekten kaçanlar ve Allah’ın şeriatını hayatlarında uygulamayanlar müslüman değillerdir!“558 Bugün İslâm coğrafyasında Allah’ın hâkimiyetini reddederek fâiz üzerinde ısrar eden bir sürü sosyal ve siyasal otorite zuhur etmiştir. Bu sosyal ve siyasal otoritelerin ortak hedefi; Allah’a ve peygamberine karşı savaşmaktır. Biz desek de, demesek de bugün İslâm coğrafyası, Allah’a karşı savaşan otoritelerin istilâsı altındadır.
İslâm coğrafyasında fâize dayanan ve fâizi geliştirmeye çalışan tüm rejimlerin katli vâcibtir. Bakınız İmam Taberî şunu kaydediyor: “Fâizden vazgeçmeyen ve fâiz üzerinde mukim olan bir kimseyi tevbeye dâvet etmek imamu’l-müslimînin ödevidir. Şâyet fâizden vazgeçmez ve çekişmeye kalkışırsa o zaman derhal boynu vurulur.“559 Dikkat edilirse İslâm, fâiz üzerinde ısrar edenlere hayat hakkı tanımamaktadır. Bugün İslâm coğrafyasında Allah yolunda yürümek maksadıyla ortaya çıktığını iddiâ eden bir sürü lider ve grup türemiştir. Bu lider ve grupların Allah’ın yolunda olduklarını gösteren alâmetlerin başında, iktisadî hayatı fâize dayanan rejimlere karşı savaşmaları gelir. İktisadî hayatı fâize dayanan rejimlere karşı savaşmayan ve etrafında toplanan müslümanlara fâize dayanak şirk rejimini ortadan kaldırmanın yolunu göstermek yerine, başka yolları gösteren liderler, Allah’ın yolunda değil; şeytanın yolundadırlar. Ve Allah’a karşı savaşanlarla beraberdirler.
Allah’a karşı savaşmakla, Allah’a karşı savaşanı tasdik etmek arasında herhangi bir fark yoktur. Allah’ın diniyle ve Allah’ın hak dinine iman edenlerle savaşan
557] 2/Bakara, 278-279
558] Fî Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 331
559] Taberî, Câmiu’l Beyan Fî Tefsîri’l Kur’an, c. 2, s. 71
KITÂL / SAVAŞ
- 159 -
rejimler, Allah’a karşı savaşmış olurlar. Bu noktadan bakıldığında Osmanlı Devletinin tarihe karışmasından sonra Türkiye’de ortaya çıkan beşer mahsûlü rejimin Allah’a ve Peygamberine karşı savaştığı hemen görülür. 560
Sonuç olarak diyebiliriz ki; yeryüzünde en büyük cinâyet, Allah’a karşı savaşmak ve Allah’a karşı savaşan rejimlerden emin olmaktır. Allah’ı inkâr etmektir. Müslümanın görevi; dinini yıkmaya çalışan ve Rabbiyle savaşan rejimlerin ortadan kalkması için çalışmak, çalışanlara gücü nisbetinde yardım etmek ve bu uğurda şehid olan müslümanları rahmetle anmaktır. Şunu unutmayalım ki; nerede Allah’a karşı savaşan bir rejim varsa, mutlaka orada İslâmî bir kıyam hareketi de vardır. Çünkü Şeriat-ı Garrâ, Allah’a karşı savaşan rejimlere karşı eliyle, diliyle ve kalbiyle savaşmayan müslümanı, müslüman kabul etmez. 561
Terör ile Cihad Arasındaki Fark
Terör: Silâh Olarak Kullanılan Kaypak Bir Kavram: Filmlerde işlenen cinâyetler, öldürme işine göre değil de; bu cinâyetleri kimin işlediğine göre değerlendirilir; birçok insan öldüren kişi, eğer filmin jönü, başrol oyuncusu ise, bu kahramanlıktır; yok, kötü adam ise, bu vahşettir, terördür. Film de zaten bu şekilde kurgulanmış, izleyenlere de bazı cinâyetleri alkışlarken, bazılarını lânetlemek rolü düşmüştür. Seyirci buna hem alıştırılmış, hem de şartlandırılmıştır. Artık, sinema dışında oynanan oyunda da izleyici aynı tavrını kuşanacaktır.
Kediyi köşeye sıkıştıran, ona veya yavrusuna can güvenliğini çok gören kimseye bir şey demeyeceksiniz; kedinin kendisini ya da yavrusunu korumak için tek alternatifi olan aslanlaşıp kurtulma mücâdelesine terör diyecek ve onu terörist bir tavırla cezâlandırmadan yana olacaksınız. Bu ne kadar adâlet ölçüleriyle bağdaşır? Olayı empatiyle değerlendirip bir de kedi gözüyle bakmayı düşünemeseniz bile objektif olmak, kendi hakkın kadar muhâtaplarının da hakkını yüce bilmek erdemi olmadan insanlığın ne oranda korunabileceğini de mi düşünmezsiniz?
Her farklı inanç mensubu, kendisine göre bir “terör“ tanımı yapar; her görüşün farklı bir “terörist“i, daha doğrusu bu damgayla yaftalandırdığı farklı kimseler vardır. “Öteki“ kavramı, bazı saldırgan düşüncelere sahip müstekbirlerde “terörist“ demektir. Yani, ya dostları ve kendi çıkarlarına ters düşmeyen yardakçıları vardır; ya da teröristler. Her çeşit terör eylemleri yapan bir kimse, kendi çıkarlarına ters düşmüyor, hele hele kendi düşmanlarına karşı bu eylemleri sürdürüyorsa, o terörist değildir; o bir “özgürlük savaşçısı“dır. Ama terör saldırılarına karşı kendini savunan “öteki“ hemen damgayı yer: Terörist! 562
Hevâ ve heveslerini ilâh edinen zümreler, yeryüzünde fesadın iktidarını sağlamış ve bunun devamı için kurumlar kurmuş, kurallar oluşturmuştur. Müslümanlara düşen görev, fitne ve fesat yeryüzünden kaldırılıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar bütün gücüyle mücâhede, mücadele ve mukâtele etmektir.
560] Mustafa Çelik, Lâ, s. 98-100
561] M. Çelik, a.g.e., s. 101
562] Geniş bilgi için bk. Ahmed Kalkan, Kur’an Kavramları, Fesad-İfsad Kavramı, 48. Kavram, Terör ile Cihad Arasındaki Fark
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Konuyla İlgili Lügatçe
Anarşi: Kargaşalık; hükümetsiz ve hükümeti gücünü kaybetmiş, otoritesiz topluluğun hali; otoritesizlik, kargaşalık, başıboşluk, düzensizlik. Anarşizm: Hürriyetleri ve insan mutluluğunu devlet otoritesinin kısıtladığını, bu yüzden devletlerin tamamen ortadan kalkması gerektiğini öne süren doktrin. Kurallara ve otoriteye karşı çıkma. Anarşist: Otorite tanımayan, anarşi tarafdarı, karışıklıktan fayda uman; yıkıcı, tahrip edici.
Cenk: (Farsça isim): Harp, savaş, muhârebe, kavga. Cengâver: Cenkçi, savaşkan, muhârip.
Cihad: (Arapça isim) İslâm uğruna çalışma, Allah yolunda mücâdele, çokça gayret etme, iyiliği hâkim kılmak ve kötülüğü yok etmek için faâliyet gösterme; Allah’ın rızâsını kazanmak için din düşmanları ile yapılan harp, mukaddes savaş; Dâru’l-harbi, yani müslümanların hâkimiyeti dışındaki toprakları dâru’l-İslâm’a, yani İslâm hâkimiyetine çevirmek için yapılan savaş; insanın kendi nefsiyle mücâdele etmesi.
Cihad Emîri: Cihadı başlatmak veya yönetmekle görevli kimse. Devlet reisinin bizzat savaşa katılmayıp, onun görevlendirdiği kimse.
Dârulharb: Harb sahası, savaş yurdu, savaş meydanı; İslâm hukukunun yürürlükte olmadığı bölgeler.
Dâruulİslâm: İslâm yurdu, İslâm ülkesi, İslâm hukukunun uygulandığı ve başında halîfenin, yani müslüman bir ülülemrin/devlet reisinin bulunduğu ülke.
Dârussulh: Sulh/barış halinde bulunulan ülkeler.
Fanatik: Bir şeye aşırı bağlı, aşırı tutkun, aşırı taraftar, mutaassıp. Fanatizm: Fanatiklik, körü körüne bağlılık, taassup.
Fesat: (Arapça isim) Karışıklık, nifak; Bozukluk, çürüklük, yolsuzluk.
Fetih: Arapça isim; Açma, açış, açılma; bir ülkeyi, bir şihri veya kaleyi ele geçirme, zapt etme; zafer, galebe.
Fitne: (Arapça isim) İmtihan, deneme; Karışıklık, kargaşa; Ara bozma, bozgunculuk, fesat; Küfür, azgınlık, sapıklık; Ayartma, azdırma, baştan çıkarma.
Fundamentalizm: 20. y.y.da ABD’de ortaya çıkan protestan menşeli mutaassıp akıma denir. Sonraları hristiyanlık dışındaki radikal dinî akımlar böyle adlandırılmaya başlandı; köktencilik, kökten dincilik diye Türkçeye çevrilen anlayış için itici, dışlayıcı bir kavram olarak daha çok İslâm düşmanlarının bazı müslümanlara taktıkları sıfat olarak gündemde tutuldu.
Harb: (Arapça isim) Devletler arasında meydana gelen silâhlı kavga, muhârebe, savaş, cenk.
Harb Emîri: Devlet başkanının tâyin ettiği savaş işlerine bakan komutan. Ordu politikasını, harp sevk ve idâresini, barış yapma ve ganimetleri bölüştürme gibi görev ve yetkileri vardır.
Harbî: Harple ilgili, dârulharbe âit; Düşman, sulh hâlinde olunmayan; Kâfir, müslüman olmayan; Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunmayan gayri
KITÂL / SAVAŞ
- 161 -
müslimlerin ülkesinde yaşayan kimse.
Harb-i Umûmî: Dünya Savaşı.
Katliâm: Toptan öldürme, toplu öldürme, kılıçtan geçirme, kırım, soykırım. Bosma’da hristiyanların; Filistin’de yahûdilerin, Almanya’da Nazilerin katliâmı bunlara örnektir.
Kıtâl: Savaş, cenk, vuruşma, birbirini öldürme.
Köktencilik veya köktendincilik: Köklü, temelli değişiklik ve yenilik yapma eğilimi, radikalizm; radikal dincilik.
Muhârebe: (Arapça isim) Muhâlif iki gücün çarpışması, harbetme, savaşma, harp, savaş, cenk.
Muhârip: (Arapça isim) Muhârebe eden, savaşan, savaşçı; Savaşabilecek, savaş gücünden istifade edilebilecek olan kişi veya birlik; birbiriyle savaşanlardan herbiri.
Mutaassıp: (Arapça isim) Taassup sahibi, bir meseleyi müdâfaada ifrâta varan; dinine ve geleneklererine bağlı dindar.
Mücâhid: (Arapça isim) Gayret eden, çok çalışan; Cihad eden, İslâm uğruna savaşan, Allah yolunda harb eden.
Müdâfaa: Bir hücum veya tecâvüze karşı kendisini veya bir topluluğu koruma, saldırıya karşı durma, savunma; Bir dâvâyı redde çalışma, söz veya yazıyla savunma. Müdâfaa-yı meşrûa: Meşrû müdâfaa.
Radikalizm: Her sahada köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, köktencilik. Radikal: Kökten, kesin, kat’î; köktenci.
Savaş: (Savmak fiilinden türemiş isim) İki taraf (teşkilât, ülke veya ülkeler topluluğu) arasında meydana gelen silâhlı vuruşma, cenk, muhârebe, harp; dövüş, kavga, mücâdele, uğraş.
Savaş Hali: Savaşın ilânından itibaren geçerli olan hukukî durumdur. Bu durum, taraflar arasında çarpışmaların başlamasıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Savaş hali durumunda diplomatik ilişkiler otomatik olarak kesilmekte, devletler arasındaki andlaşmalar geçersiz sayılmakta veya uygulama imkânı kalmamaktadır.
Savaş İlânı: Savaş halinin başlaması için taraflarca yapılan bildiridir. Bu andan itibaren savaşanlar için savaş hukuku ve savaşanlar ile tarafsızlar arasında tarafsızlık hukuku geçerli olmaya başlar. Bazen savaş ilânı yapılmadan da savaş başlayabilmektedir. Türkiye’de savaş ilân etme yetkisi, T.B.M.M.’ye aittir.
Savaş Suçları: Savaş sırasında savaş kurallarına uyulmaması ile ortaya çıkan suçlular. Uluslararası hukuka göre, savaş hukuku kurallarına uymayanlar ya kendi ülkelerince, ya da haksızlığa uğrayan devlet tarafından cezalandırılır.
Savaş Tazminatı: Birleşmiş Milletler Andlaşmasında bir silâhlı çatışmaya yol açan devlet, savaş sonunda sebep olduğu zararı gidermekle, yani savaş tazminatı ödemekle yükümlüdür. Savaş tazminatı, uluslararası hukuka göre, savaş sonunda yapılacak barış andlaşmalarıyla belirlenir.
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Savaş Tipleri
Sınırlı Savaşlar (Limited War): Kullanılan silâhların türü, savaş alanı, katılan devletlerin sayısı ve güdülen siyasî amaç bakımından sınırlı tutulan savaşlardır. Bunlar, düşmanın tamamen yok edilmesinden veya şartsız tesliminden çok, sınırlı bir amaca yönelik olarak yürütülen silâhlı mücâdelelerdir.
Topyekün Savaşlar (Total War): Düşmanı şartsız teslim olmaya zorlayan ve devletlerin bütün kaynaklarıyla katıldıkları savaşlardır. Tüm nüfusun katıldığı ve karşı taraftaki tüm nüfusa yönelik bu savaşlarda devletler, bütün maddî ve mânevî kuvvetleriyle karşı karşıya gelmektedir.
İç Savaş (İnternal Warfare): Aynı memleketin vatandaşları arasındaki savaşlar. Bunlar, ya belirli isyancı gruplarla hükümet güçleri arasında, ya da siyasal grupların kendi aralarındaki savaşlardır.
Gerilla Savaşı (Guerilla Warfare): Çeşitli nedenlerle ve bu arada düzenli ordularla yürütülemeyecek zamanlarda başvurulan bir savaş türüdür. Kendisini daha büyük bir devletin tehdidi altında gören ve sınırlı ekonomik ve askerî kapasiteye sahip devletlerin başvurdukları bir yoldur: Vietnam’ın ABD’ye ve Afganistan’ın Sovyetler Birliği'ne karşı karşı başarıyla uygulanmıştır. İç savaşlarda ve özellikle bağımsızlık hareketleri sırasında sık sık bu savaş türüne rastlanır.
Psikolojik Savaş (Psychological Warfare): Düşmana karşı askerî, ekonomik ve siyasal yollarla propagandanın etkin şekilde kullanılmasıdır. Halkın ve ordunun düşünce ve hareket tarzına tesir ederek onların savaşma irâdelerini azaltmayı, felce uğratmayı veya kırmayı hedef tutar.
Soğuk Savaş (Cold War): Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasının bir kavramı olup, savaştan sonra ABD ve Sovyetler Birliği'nin temsil ettiği, Doğu ve Batı bloku arasındaki silâhlı çatışmaya varmayan mücâdeledir. Bu kavram, iki blok arasındaki çetin siyasal ve ideolojik çekişmeyi anlatmak için kullanılmaktadır.
Nükleer Savaş (Nucleer War): Geleneksel klasik (konvensiyel) silâhların yerine; atomik, biyolojik veya kimyasal silâhlarla yürütülen savaşlardır. Uluslararası sistemin yapısından ve savaş teknolojisindeki gelişmelerden dolayı süper güçler arasındaki doğrudan çıkacak bir savaşın kısa bir zamanda nükleer bir savaşa dönüşme ihtimali büyüktür. Nükleer savaşların en büyük özelliği, tahrip gücünün yüksek oluşundan dolayı, caydırıcılığının fazla oluşudur.
Yıkıcı Savaş: Gizli kuruluşlar tarafından bir memleketin otoritelerine karşı girişilen halkın bir kısmının desteğini sağlamış olarak veya olmayarak kararlaştırılıp hazırlanan, sevk ve idare edilen bir harekettir. Tuzağa düşürücü ve sürekli bir savaş şeklidir ve etkinliği sağlamak için her usûle başvurulur. Düşmanın siyasî, idarî ve askerî teşkilâtına ait şu veya bu kesimin kontrolünden, siyâsî ve sosyal düzenin yıkılmasına varıncaya kadar, çok değişik maksatlarla yapılabilir. Son yıllarda hızlanan ABD’nin Irak yönetimine ve özellikle Saddam Hüseyin’in devrilmesine yönelik tavırları buna örnektir.
Sefer: (Arapça isim) Bir yerden bir yere gitme, yolculuk, sefer; Savaş hazırlığı; Savaşa gitme; Harb, savaş.
Seferber: Sefere, savaşa hazır; Sefer veya savaş halinde.
KITÂL / SAVAŞ
- 163 -
Seferberlik: Seferber olma hali, savaş için yapılan hazırlıkların bütünü; Seferberlik durumunun ilân edildiği dönem; Bütün güçlerin bir sonuca vermek için harekete geçirilmesi hali; Birinci Dünya Harbi.
Taassup: (Arapça isim) Aşırı bağlılık, aşırı taraftarlık, sebatkârlık; körü körüne bağlılık, bâtılda ısrar etme, bağnazlık. 20. y.y.dan beri, (aşağılayıcı mâhiyette ve aslında yanlış olarak) dinine bağlılık mânâsına kullanılmıştır.
Terörizm: Tedhişi siyasî fikrini yayma ve kabul ettirmede bir usûl olarak kullanma görüşü, tedhişçilik. Terör: Tedhiş; Daha çok sivil halka yönelik silâhlı saldırı ve bombalama eylemleri, insan kaçırma, rehin alma, siyasal amaçlı yaralama ve öldürme olayları.
Zimmî: (Ehl-i zimmet) İslâm devletinin hâkimiyeti altında bulunan ve cizye denilen özel vergiyi ödeyen hristiyan veya yahûdi tebaa; İslâm ülkesinde oturan gayri müslim vatandaşlar.
“Harp hiledir“ (Hadis-i Şerif)
“Nefsinle yapacağın savaş, en büyük savaştır.“
“Müslümanca yaşamak istiyorsak, zâlimlere karşı Allah yolunda savaşı sürdürmeye hazır olmalıyız.“
“Savaşta dövüşenlerden çok kaçanlar ölür.“
“Cepheden kaçanlar, savaşa girenlerden daha çok yara alırlar.“
“Savaşta başarı kazanmak için mânevî gücün rolü dörtte üç, maddî gücün ise dörtte birdir.“
“Savaşta en akıllıca davranış, en cesûrâne kararı vermekle olur.“
“Savaşta zaferin ilk anahtarı düşmanın niyetini anlamaktır.“
“Dünya hayatı; zorluklar, zulüm, fitne, fesat, yoksulluk kendine göre kahramanları olan savaş alanlarıdır.“
“Bir tek düşmanla sık sık dövüşmemelisin; çünkü ona tüm savaş sanatını öğretirsin.“
“Ancak nûra, hakka, güzele, cennete kavuşmak için yapılan savaş güzeldir.“
“Savaş korkusu, savaşın kendisinden daha kötüdür.“
“İlk vuruş, savaşı yarı yarıya kazanmak demektir.“
“Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?“
“Hazır ol cenge, ister isen sulh u salâh.“
“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh,
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salâh.“
“İslâm barışı hedefler, müslümanların savaşmak zorunda kalışı, barışı insanlara ulaştırmak içindir.“
“Barışı korumanın en iyi yolu savaşa hazır olmaktır.“
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Barış bile büyük ücretlerle satın alınır.“
“Barışta oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer.“
“Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz. Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi.“
“Düşmanlarımla ben baş ederim; Allah’ım sen beni dost bildiklerimin şerlerinden koru!“
“Düşmanına acıyan, çoğu defa, kendine acımamış olur.“
“Dostu severim ama düşman da işe yarar. Dost gücümü gösterir, düşman da ödevimi.“
“Aç canavara karşı sevgi, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.“
“Zâlime merhamet, mazluma zulümdür.“
“Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları yenmek çabası olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile kazanamazdık.“
Bir anlamı barış olan İslâm'ı tüm dünyaya hâkim kılma gayreti ile dünya barışı sağlanabilir. İşte cihad (her çeşit İslâmî mücâdele ve savaş) bunun için emredilmiştir. Biz barış için, sulh ve selâmet için mücâdele ederiz. Fitnenin, dayatma, fesat, saldırı ve savaşların sona ermesi için gerçek barışın, yani İslâm'ın hâkim kılınmasından başka kesin çözüm yoktur. Müslüman, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil; gasbedilmiş haklarını geri almak ve zulme/fitneye karşı çıkmak için, başka barış çabaları sonuç vermiyorsa, zâlimin anlayacağı dilden konuşur, savaşmaktan kaçınmaz.
Kendi içinde ve çevresinde barışı/İslâm'ı hâkim kılan ve tüm yeryüzüne bunu yayma gayretinde bulunan barış elçisi İslâm erlerine, mücâhidlere selâm olsun!
KITÂL / SAVAŞ
- 165 -
Kıtâl Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler
A- Kıtâl Kelimesinin Geçtiği Âyetler (13 Yerde): 2/Bakara, 216, 217, 217, 246, 246,; 3/Âl-i İmrân, 121, 167; 4/Nisâ, 77, 77; 8/Enfâl, 16, 65; 33/Ahzâb, 25; 47/Muhammed, 20
B- Mukatele (Savaş) Kelimesi ve Türevleri (57 Yerde): 2/Bakara, 190, 190, 191, 191, 191, 193, 217, 244, 246, 246, 246, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 111, 146, 167, 195; 4/Nisâ, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 84, 90, 90, 90, 90; 5/Mâide, 24; 8/Enfâl, 39; 9/Tevbe, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 123; 22/Hacc 39; 33/Ahzâb, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9; 61/Saff, 4; 63/Münâfıkun, 4; 73/Müzzemmil, 20.
C- Katl Kelimesinin Geçtiği Âyetler (170 Yerde): 2/Bakara, 54, 61, 72, 85, 87, 91, 154, 178, 190, 190, 191, 191, 191, 191, 191, 191, 193, 216, 217, 217, 217, 217, 244, 246, 246, 246, 246, 246, 251, 253, 253; 3/Âl-i İmrân, 13, 21, 21, 111, 112, 121, 144, 146, 154, 154, 156, 157, 158, 167, 167, 168, 169, 181, 183, 195, 195; 4/Nisâ, 29, 66, 74, 74, 74, 75, 76, 76, 76, 77, 77, 84, 89, 90, 90, 90, 90, 91, 92, 92, 93, 155, 157, 157, 157; 5/Mâide, 24, 27, 28, 28, 30, 30, 32, 32, 33, 70, 95, 95, 95; 6/En'âm, 137, 140, 151, 151; 7/A'râf, 127, 141, 150; 8/Enfâl, 16, 17, 17, 30, 39, 65; 9/Tevbe, 5, 12, 13, 14, 29, 30, 36, 36, 83, 111, 111, 111, 123; 12/Yusuf, 9, 10; 17/İsrâ, 31, 31, 33, 33, 33; 18/Kehf, 74, 74; 20/Tâhâ, 40; 22/Hacc, 39, 58; 25/Furkan, 68; 26/Şuarâ, 14; 28/Kasas, 9, 15, 19, 19, 20, 33, 33; 29/Ankebût, 24; 33/Ahzâb, 16, 20, 25, 26, 61, 61; 40/Mü'min, 25, 26, 28; 47/Muhammed, 4, 20; 48/Fetih, 16, 22; 49/Hucurât, 9, 9; 51/Zâriyât, 10; 57/Hadîd, 10, 10; 59/Haşr, 11, 12, 14; 60/Mümtehıne, 8, 9, 12; 61/Saff, 4; 63/Münâfukun, 4; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 19, 20; 80/Abese, 17; 81/Tekvîr, 9; 85/Bürûc, 4.
Harb Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (11 Yerde): 2/Bakara, 279; 3/Âl-i İmrân, 37, 39; 5/Mâide, 33, 64; 8/Enfâl, 57; 9/Tevbe, 107; 19/Meryem, 11; 38/Sâd, 21; 34/Sebe’, 12; 47/Muhammed, 4.
Cihad Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (41 Yerde): 2/Bakara, 218; 3/Âl-i İmrân, 142; 4/Nisâ, 95, 95, 95; 5/Mâide, 35, 53, 54; 6/En'âm, 109; 8/Enfâl, 72, 74, 75; 9/Tevbe, 16, 19, 20, 24, 41, 44, 73, 79, 81, 86, 88; 16/Nahl, 38, 110; 22/Hacc, 78, 78; 24/Nûr, 53; 25/Furkan, 52, 52; 29/Ankebût, 6, 6, 8, 69; 31/Lokman, 15; 35/Fâtır, 42; 47/Muhammed, 31; 49/Hucurât, 15; 60/Mümtehıne, 1; 61/Saff, 11; 66/Tahrîm, 9.
Mücâdele Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyetler (29 Yerde): 2/Bakara, 197; 4/Nisâ, 107, 109, 109; 6/En’âm, 25, 121; 7/A’râf, 71; 8/Enfâl, 6; 11/Hûd, 32, 32, 74; 13/Ra’d, 13; 16/Nahl, 111, 125; 18/Kehf, 54, 56; 22/Hacc, 3, 8, 68; 29/Ankebût, 46; 31/Lokman, 20; 40/Mü’min, 4, 5, 35, 56, 69; 42/Şûrâ, 35; 43/Zuhruf, 58; 58/Mücâdele, 1.
Barış Anlamındaki Silm Kelimesi (6 Yerde): 4/Nisâ, 90, 91; 8/Enfâl, 61; 16/Nahl, 28, 87; 47/Muhammed, 35.
Barış, Anlaşma, Arabulucuk, Aralarını Düzeltme Anlamlarındaki “Sulh“ ve “Islâh“ Kelimeleri ve Türevleri (12 Yerde): 2/Bakara, 182, 224, 228; 4/Nisâ, 35, 114, 128, 128, 128; 8/Enfâl, 1; 49/Hucurât, 9, 9, 10.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Savaş, Barış, İktidar, Abdurrahman Dilipak, Ferşat Y.
2. Savaş Esintileri, Mâlik bin Nebi, çev. Salih Özer, Ankara Okulu Y.
3. Savaş Hileleri -Strategemler- 1, Harro Von Senger, Çev. Mekin Özbalta, Anahtar Kit. Y.
4. Savaş Aldatmaları, Mesut Günsev, Kastaş Y.
5. Savaş ve Hile Hidâyet Arkun, Işık Y. Çağdaş Pazarlama
6. Savaş Sanatı Tarihi, John Keegan, çev. Fusun Doruker, Sabah Kitapları
7. Savaş ve İlk Yardım, metin Erkaya, Seha Neşriyat
8. Savaş ve İnsan, Human Rights Watch, çev. Ertuğrul Kürkçü, Belge Y.
9. Savaş ve Uygarlık, Arnold Topnbee, çev. Mehmet Dündar, Ürün Y.
10. Savaşan Afganistan, Ferhad Bağcı, Rahmet Y.
11. Savaşan Dünya ve Türkiye, Kâmuran Gürün, Bilgi Y.
12. İslâm’da Savaş Kavramı, Muhammed Ebu Zehre, Fikir Y.
13. İslâm Savaşçısına Notlar, Zübeyir Yetik, Çığır Y.
14. İslâm Savaşçıları, Abdurrahman Dilipak, İşaret/Ferşat Y.
15. Savaşımızı Türküleştirdik Biz, Alişan Satılmış, Hamle Y.
16. Savaşta ve Barışta Büyük Stratejiler, Paul Kennedy, çev. Ahmet Fethi, Eti Y.
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
17. Âyetlerle Savaş ve Cihad, Said Köşk, Anahtar Y.
18. Harp mi Sulh mü? Ali Rıza Temel, Seha Neşriyat
19. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüd Y.
20. Peygamberimiz’in Seriyyeleri, Muhammed Ali Kutup, Hisar Y.
21. Peygamberimiz’in Savaşları, Muhammed Kutup, Hisar Y.
22. Hz. Peygamber’in Savaşları, Muhammed Hamidullah, Yağmur Y.
23. Peygamberimiz’in Savaşları, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Y.
24. Peygamberimiz’in Savaşları, Kasım Göçmenoğlu, Erdem
25. Kim Savaşım Verebilir, Abdülkerim Süruş, Seçkin Y.
26. Kılıcın Hakkı, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
27. Neden Öldürüyorlar, Vural Okur, Özel Y.
28. Dinsel Şiddet, Şinasi Gündüz, Etüt Y.
29. İslâm’da Cihad, Seyyid Kutub, Özgün Y.
30. İslâm’da Cihadın Önemi, Mustafa Kapçı, Bayrak Y.
31. İslâm'da ve Günümüzde Cihad, Abdulkerim Abdülkadiroğlu, Sönmez Neşriyat
32. Cihad, Mevdûdi, Seyyid Kutub, Dünya Y.
33. Cihad, İbn Nehhas, Tevhid Y.
34. Cihad, Abdullah bin Mübârek, Tevhid Y.
35. Cihad, Bir Temel Tasarım, Abdülkadir es-Sûfi, Yeryüzü Y.
36. Cihad, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
37. Cihad Dersleri I-II, Abdullah Azzam, , Buruc Y.
38. Cihad Dünya Gündeminde, Abdullah Azzam, İslâmoğlu, Y.
39. Cihad, Âdâb ve Ahkâmı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
40. Cihad Kervanı, Abdullah Azzam, Ravza Y.
41. Cihad Günlüğü, Abdülhamid Muhacir, Özgün Y.
42. Cihad Müdafaası, Ömer Abdurrahman, İstişare Y.
43. Cihad Müdafaası, Kelimetü’l-Hak, Ömer Abdurrahman, Servet Y.
44. Cihad Önderleri, Heyet, Seha Neşriyat
45. Cihad Ruhu, Azmi Yahya, Risale Y.
46. Cihad Sahasında Bediüzzaman, Mehmed Kırkıncı, Zafer Y.
47. Cihad Üzerine Konuşmalar, Heyet, Seha Neşriyat
48. Cihad Yolunda Bir Adım Daha İleri, Said Havva, Uysal Kitabevi
49. Cihad Zikir Ayrılmazlığı, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
50. Cihad ile İlgili Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, İSİLAY Y.
51. Cihadı Kuşanan Topraklar, Bekir Tank, Şûra Y.
52. Cihad ve Mücâhid, Bekir Başarıcı, Uysal Kitabevi Y.
53. Cihada Dâvet, Hasan el-Benna, Terc. Ali Arslan, Sinan Y.
54. Bütün Cepheleriyle Cihad I-II, Enver Baytan, Mevsim Y.
55. Gönüllerin Fethinde Cihad, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.
56. Tek Yol Cihad, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
57. Kitab ve Sünnette Cihad, Abdullah bin Muhammed bin Hümey, Tevhid Y.
58. Cihad Âyetlerinin Nüzul Sebepleri ve Muhtemel Kronolojisi, Nazmi Söğüt, Yük. İst. Enst.Y.
59. Kur'an-ı Kerim'e Göre Cihad, Mehmed Kemal Pilavoğlu, Güven Matbaası
60. Filistin’de Cihad Sürüyor, M. Ahmed Varol, Madve Y.
61. İslâm’a Yönelik Fikrî Savaşlar, Ali Muhammed Çerişe, Muhammed Şerif el-Zıbk, Araştırma Y.
62. Sömürge ülkelerde Fikir Savaşı, Malik Binnebi, çev. İlhan Kutluer, İnsan Y.
63. Beklenen Zafer Nesli, Yusuf Kardavi, çev. Hasan Fehmi Ulus, İklim Y.
64. Gelin Bu Dünyayı Değigştirelim, Mevdudi, Rahmet Y./Özgün Y.
65. İslâm İnkılâbının Yolu, Mevdudi, Bengisu Y.
66. Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhitler, Kadir Mısıroğlu, Sebil Y.
KITÂL / SAVAŞ
- 167 -
67. Hak-Bâtıl Mücâdelesi ve İhtilaflar, Beşir İslâmoğlu, Bengisu Y.
68. İslâmî Mücadele Hizbullahî Yol, Ali Korani, Bengisu Y.
69. İslâm’ın Hareket Metodu, Yüksel Kılıçaslan, Hak Y.
70. İslâmî Hareket Metodu, Seyyid Kutub, İslâmoğlu Y.
71. Râsûlüllah’ın Hayatı ile İslâmî Hareket Metodu, I-II, Abdurrahman Muhacir, Hak Y.
72. Nebevî Hareket Metodu, I-II, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y./Merve Y. Paz.
73. Ölümsüz Müdafaa, Mevlâna Ebul Kelâm, Marifet Y.
74. İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, Cevdet Said, Pınar Y.
75. İslâmî Direniş, M. Hüseyin Fadlullah, Bengisu Y.
76. Hak Yolunda Mücadele, Hüseyin Âşık, Demir Kitabevi
77. Yüzyıllık Kuşatma, İbrahim Karagül, Fide Y.
78. Hükmüllah, Heyet, Hilâl Y.
79. Bosna: Mağlûp Edilemeyenler, Ahmet Şanverdi, Kiyap Y.
80. Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim, Mevdudi, Özgün Y.
81. İslâmîyet ve Milletler Hukuku, Ahmet Reşid Turnagil, Sebil Y.
82. İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Ahmet Özel, T. Diyanet Vakfı Y.
83. Şer İttifakı ve Sözcüsünü Arayan Bir Milyar Müslüman, M. Han Kayani, İnkılâb Y.
84. Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, M. Ahmet Halefullah, Birleşik Y.
85. İslâmî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, İhsan Süreyya Sırma, Beyan Y.
86. Medine Devletine Giden Yol, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
87. Sulh Peygamberi, H. Hicran Göze, Boğaziçi Y.
88. Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, Abdurrahman Şarkavi, Birleşik Y.
89. Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 28-41
90. Tefhimu'l Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1, s. 132-135
91. Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 383-398
92. Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 396-407
93. Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 755-770
94. Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neş. c. 1, s. 326-336
95. Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 4, s. 426-446
96. El-Mîzan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 89-114
97. El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 7-31
98. Et-Tefsîru'l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 191-201
99. Muht. Taberî Tefsiri, İmam Taberi, Ümit Y. c. 1, s. 142-145
100. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 54-56
101. Furkan Tefsiri, Hicazi, Vahdet Y. c. 143-146
102. Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 47-59
103. Safvetü't Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 229-234
104. El-Esâs fi't-Tefsîr, Said Havva, Şamil Y. c. 1, s. 490-504
105. Ruhu'l-Furkan Tefsiri, Mahmud Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 348-373
106. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu, Mahmud Sami, Erkam Y. s. 239-243
107. Ahkâm Tefsiri, Muhammed Ali Sabuni, Şamil Y. c. 1, s. 182-193, 213-219; c. 2, s. 371-381
108. TDV İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Y. (Cihad) c. 7, s. 527-534
109. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. Cihad, Harp Emiri
110. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 7, s. 368-460
111. Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, Savaş md. (Tayyar Arı), c. 3, s. 356-360
112. İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 110-116; 430-431; 431-434
113. Kur'an'da Siyasi Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 475-504; 295-297
114. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 146-156
115. Yürek Devleti, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 34-35
116. Kur'an'ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 277-286
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
117. Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c. 2, s.158-175
118. Bu Böyledir, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 365-396
119. İslâm Dâvetinin Esasları, Abdülkerim Zeydan, Risale Y. c. 1, s. 285-292
120. İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 1, s. 104-109; c. 3, s. 41-70
121. İslâmî Hareket Fıkhı, Mustafa Çelik, Yenda Y. c. 4, s. 315-323
122. Lâ, Mustafa Çelik, Ölçü Y. c. 2, s. 97-110
123. Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 297-303, 73-74
124. İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? 133-138

Okunma 1528 kez
Bu kategorideki diğerleri: « SANAT VE ALLAH’IN SANATI SECDE »