Bu sayfayı yazdır
Çarşamba, 27 Ocak 2021 01:11

Melek, Cin ve Şeytan

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

Kitabın Adı:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR -22-
MELEK, CİN ve ŞEYTAN
Yazarı:
Ahmed Kalkan
Tashih:
Ahmed Kalkan
Mizanpaj:
Ehl-i Dizayn
Kapak Tasarım:
Ehl-i Dizayn
İstanbul 2012
Baskı:
İSTANBUL MATBAACILIK
Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No:21
Topkapı-Zeytinburnu/İSTANBUL
Tel: 0 212 482 52 66
MELEK, CİN ve ŞEYTAN
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ
İTİKADİ KAVRAMLAR
-22-
Ahmed KALKAN
İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopye edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı sözkonusu değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
İTHAF
Canlı KUR’AN olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret eden ve tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyâsının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu kavrayıp nebevî usûlle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması yapan tâvizsiz dâvetçilere, her yaştan genç dâvâ erlerine…
Önsöz
Bismillâh, elhamdu lillâh, ve’ssalâtu ve’sselâmu alâ rasûlillâh.
Mü’minler, meleklerin, cinlerin ve şeytanın var olduğuna inanırlar. Bunlar gaybî varlıklardır, gözümüzle görmemiz mümkün değildir. Yüce Allah, Kitab’ında bunların varlığından bahsettiği halde, bunlara inanmamak, Allah’ı yalanlamaktır.
Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren “meleklerin varlığı”na kesin olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen, diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder. Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri ve kıyâmeti de inkâr etmiş olur.
İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte öncelikli bir öneme sahiptir.
Melekler, cin ve şeytanlar, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde, yani farklı boyutta yaşayan latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Akl-ı selim, gözle görülmeyen bu gibi varlıkların mevcudiyetinin imkânsız olmadığını, aksine onların da, varlığı câiz olan şeylerden olduğunu kabul eder. Çünkü meleklerin ve cinlerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bugün ilmin mâhiyet ve hakikatini tespit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. İlmimizi, gücümüzü, ahlâkımızı, namusumuzu gözle görüp gösteremediğimiz halde kabul ediyoruz. Rüzgârı, elektriği inkâr eden yok. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, gözlem ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz.
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen, görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür (Bk. 2/Bakara, 3). Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini, “ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek, cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz. Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere inanmak zorundadırlar; Bunları inkâr edemezler; o yüzden iman konusu değildirler. Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı, elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki, onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak küfrü tercih ediyorlar.
Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerini yazdığını bilir. Ve bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
İman, insanı güzel ameller işlemeye, imansızlık da insanı kontrol edilemeyen bir canavara dönüştürür. Güzel işler yapan güzel insanlardan olmanız duâsıyla…
Ahmed Kalkan
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Kasım 2012, Ümraniye
İÇİNDEKİLER
MELEK / 11
Melek; Tanımı ve Mâhiyeti / 11
Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur’an’daki Tasvirler / 14
Meleklerin Özellikleri / 17
Meleklerin Görevleri / 18
Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri / 21
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler? / 26
Gayba ve Meleklere İman / 27
Melek İnancının Etkileri / 28
Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar / 29
CİN / 33
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti / 33
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı / 57
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı / 60
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler / 63
Cin Konusunda Şirke Düşmek / 70
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini / 71
Cin Sûresi / 75
Cinnet/Cünûn / 81
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar / 85
İfrît / 91
Peri / 93
Gûl ve Gûlyabaniler / 94
Nazar Değmesi / 98
Sihir/Büyü / 107
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık / 127
Tütsüleme inancı / 131
Rukye İnancı / 133
Muskalar (Temâim) / 137
ŞEYTAN – İBLİS / 145
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti / 145
İblis/Şeytan ve Özellikleri / 146
İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi / 148
Şeytana Mühlet Verilişi / 151
İblis ve Faâliyet Alanı / 152
İblis’in Başvurduğu Yöntemler / 154
Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması / 156
Şeytanın Görevi / 159
Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler / 160
Her insana Bir Şeytan Verilişi / 161
İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar / 161
Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma / 162
Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti / 162

- 11 -
MELEK

Melek; Tanımı ve Mâhiyeti

Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili Kur’an’daki Tasvirler

Meleklerin Özellikleri

Meleklerin Görevleri

Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri

Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?

Gayba ve Meleklere İman

Melek İnancının Etkileri

Melekler Hakkında Tashih Edilmesi Gereken Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.” 1
Melek; Tanımı ve Mâhiyeti
Melek kelimesi, “elûk”, “elûke” veya “mülk” kelimesinden türemiş Arapça bir kelimedir. Türediği bu kelimeler, risâlet, yani elçilik, (postacılık, aracılık) ve kudret, kuvvet anlamlarına gelir. Dolayısıyla “melek” de, elçi, güçlü, kuvvetli idare eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah, bu kelimeyi; kulları, peygamberleri ve diğer yaratıkları ile kendi arasında elçilik-habercilik görevini yapan ve evrendeki olayların meydana gelmesi için verilen görevleri yerine getiren güçlü-kuvvetli yaratıklarına isim olarak vermiştir. Çoğulu “melâike”dir. Istılahta melekler, Allah tarafından yaratılmış, çeşitli şekillerde peygamberlere görünebilen, zor işlere gücü yeten, yemeyen içmeyen, erkeklik ve dişilikleri olmayan, Allah’a devamlı ibâdet ve itaatten ayrılmayan lâtif varlıklar olup İslâm’da iman esaslarından birini oluşturmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de tekil ve çoğul olarak 88 yerde melek kavramı geçmektedir. “Melek” kelimesi yanında Kur’ân-ı Kerim’de, çoğu âyette, meleklerden aynen peygamberler gibi, “rasûl” ve bunun çoğulu olan “rusul” diye de söz edilmektedir. Bu kelimeler, elçi ve elçiler mânâsındadır. Aynı zamanda bu kelimeler, meleklerin esas vazifelerinin, elçilik olduğunu da gösteriyor. Bu elçilik, bazen Allah ile peygamberler arasında, bazen de Allah ile diğer varlıklar
1 2/Bakara, 30
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 12 -
arasında oluyor. Onlar, vahiy getiriyor, kâinattaki hadiseleri, Allah
Teâlâ’dan aldıkları emirler çerçevesinde yürütüyor ve böylece
aracılık-elçilik görevini çok değişik şekillerde yerine getiriyorlar. 2
Allah, bir âyet-i kerimede iman edilmesi gerekli olan esasları
özlü bir şekilde bildirerek şöyle buyurur: “Peygamber de, mü’minler
de kendilerine Rablerinden indirilene iman ettiler. Herbiri Allah’a, O’nun
meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.”3 İman edilmesi
gereken şeylerin âyetteki sıralanışı içinde meleklerin yeri, onlara
imanın önemini göstermektedir. Bu sıranın, Allah isminden
sonra, kitaplar ve peygamberler’den önce oluşu, meleklerin Allah
ile peygamberler arasında elçilik-habercilik yaptıklarına, Allah’ın
kitaplarını getirmede aracı olduklarına, yani vahiy getirme görevlerine
işaret eder mâhiyettedir. Melekler, Allah’ın insanlara
bir lutfu ve keremi sayılan “peygamberlik müessesesi”nin temeli
olan Allah’ın İlâhî vahyini, görülmeyen gayb âleminden insanlara,
onlar arasından seçilen peygamberlere indiren Allah’ın İlâhî elçileridir.
İman konusunda, Rasûlullah’tan Hz. Ömer’in (r.a.) rivâyet ettiği
meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s.), vahiy meleği Cibril (a.s.)
ile konuşmuş, kendisine Cebrâil “İman nedir?” diye sorduğunda
Rasulullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “İman; Allah’a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayriyle şerriyle kadere
inanmaktır.” 4 Kur’an’da meleklerin varlığını kabul etmeyenler açık
bir şekilde kâfir ve sapık olarak nitelendirilmiştir: “Kim Allah’ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederek kâfir
olursa, hiç şüphesiz ki uzak bir dalâletle sapıp gitmiştir.” 5
Vahye ve peygamberliğe, hatta âhirete ve gaybiyyât denilen
âhiret hallerine, cennet ve cehenneme inanmak, ancak meleklere
iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara
indirilen semâvî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği
getiren, vahyi ve kitapları indiren “meleklerin varlığı”na kesin
olarak inanmak şarttır. Meleklere gerektiği şekilde iman etmeyen,
diğer tüm iman esaslarını kabul etse bile mü’min vasfını kaybeder.
Zaten böyle bir kimse, melekler aracılığıyla gerçekleşen diğer
iman esaslarına da ister istemez inanmamış olacaktır. Melekleri
inkâr eden kimse, dolayısıyla vahyi, İâhî kitapları, peygamberleri,
ruhları ve kıyâmeti inkâr etmiş olur.
2 Lutfullah Cebeci, Kur’an’da Göre Melek Cin Şeytan, s. 25
3 2/Bakara, 285
4 Müslim, İman 1; ayrıca Buhâri, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî de benzerini
rivâyet etmişlerdir.
5 4/Nisâ, 136
MELEK
- 13 -
İman, ibâdetten önce geldiğine ve gerçek anlamda iman etmeyen
kimsenin ibâdetleri de geçersiz olacağına göre, müslümanlar
için meleklere iman, diğer tüm inanç esaslarıyla birlikte
öncelikli bir öneme sahiptir.
Melekler, gaybiyyât denilen görülmeyen âlemde mevcut
nuranî latif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de,
var oldukları, dinî-naklî delillerle sâbit olduğundan, insan aklı da
onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını,
ne de yokluğunu kesin delillerle ispat edemez. Fakat akl-ı selim,
gözle görülmeyen bu gibi latif varlıkların varlığının imkânsız olmadığına,
aksine onların da, vücudu câiz olan şeylerden olduğuna
delâlet eder. Çünkü meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî,
felsefî veya ilmî verilere dayanan hiçbir delil ortaya konulamaz.
Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin mâhiyet
ve hakikatini tesbit edemediği hayat cevherinin, insan ruhunun
ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz
veya mâhiyetini bilemiyoruz diye ne ruhu, ne aklı, ne hayat
gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet
ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi
maddî olmayan ve maddeden mücerret soyut, manevî, gaybî varlıklara
da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, gözlem ve
tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi,
gaybî, manevî yaratıklardır.
Nitekim özellikle Sokrat ve Eflatun gibi birçok eski filozof, fizik
ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmıştır.
Bu günkü müsbet bilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu,
fizik ötesi birtakım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî
âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebep olduğunu
kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler,
meleklerin varlığının aklen câiz ve mümkün görüldüğüne kesin
olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de,
aklımız ve ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz ama
peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrâil (a.s.)’in
elçiliği ile Allah Teâlâ’nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy
meleği aracılığı ile Allah’ın emir ve yasaklarını alıp öğrenmişler
ve insanlığı hidâyete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerim de, Peygamberimiz’e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin
varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar,
Kur’an’ın haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr edemediği meleklere
iman ederler.
Kur’an’da geçen pek çok âyette meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş,
yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 14 -
isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî’de ve Arş
etrafında, Beytu’l Ma’mur ve Sidre-i Müntehâ’da, cennet ve cehennemde
sayısız melekler vardır. Bütün melekleri çok çeşitli olan
görevlerine ve yaptıkları işlerin mâhiyetine göre tanzim edip bunları
yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve âmirleridir.
Başta Cebrâil olmak üzere, Mikâil, Azrâil ve İsrâfil meleklerin en
büyükleri ve peygamberleridir.
Meleklerin Mâhiyetleriyle İlgili
Kur’an’daki Tasvirler
Meleklerin hangi şeyden yaratıldığına dair Kur’ân-ı Kerim’de
herhangi bir bilgi yoktur. Fakat bir hadis-i şerifte “cinlerin ve şeytanların
ateşten, Hz. Âdem’in Kur’an’da bildirildiği gibi toprak ve çamurdan,
meleklerin ise nurdan yaratıldığı”6 bildirilmektedir. Kur’an’dan,
meleklerin insanlardan önce yaratıldıkları,7 güçlü ve kuvvetli
oldukları,8 Allah’ın hitabına muhatap olup O’nunla konuştukları,9
Hz. İbrahim, Lût, Zekeriyyâ ve Meryem ile konuştukları10 ve
âhirette cehennemliklerle konuşacakları,11 arşın etrafında tavaf
ettikleri,12 iri gövdeli ve sert tabiatlılarının bulunduğu13 kanatlarının
ve ellerinin mevcut olduğu14 anlaşılmaktadır. Kur’an ve hadislerde
yer alan bu ve benzeri ifadeler yanyana konulduğu zaman
meleklerin farklı ve özel varlıklar oldukları anlaşılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerim’de meleklerin “kanatlı” oldukları belirtilir.
“Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı
elçiler yapan Allah’a hamd olsun. O, yaratmada dilediğine artırır. Muhakkak
ki Allah her şeye kaadirdir.”15 Bu âyetten anlıyoruz ki, meleklerin,
nurânî mâhiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine
göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Ancak; gayb (görülmeyen)
âlemden olan, maddî kesâfetten soyutlanmış, mâhiyeti bilinmeyen
melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlıklar olarak tasavvur
etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allah Teâlâ’nın irâde
ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış,
Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen
6 Müslim, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, VI/168
7 2/Bakara, 30-34
8 53/Necm, 53
9 2/Bakara, 30; 7/A’râf, 11
10 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82; 3/Âl-i İmran, 39, 42-45
11 4/Nisâ, 97
12 39/Zümer, 75
13 66/Tahrim, 6
14 35/Fâtır, 1; 6/En’âm, 93
15 35/Fâtır, 1
MELEK
- 15 -
kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nurânî mâhiyeti ile bağdaşan,
vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden
mânevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî
ve mecazî bir ifade tarzıdır.
Kur’an’da kanat anlamına gelen “cenah” kelimesi, kuşların
kanatları gibi somut ve maddî varlık anlamına alınabileceği gibi,
mânevî varlıkların görevlerini en serî şekilde yapabilmelerini sağlayan
kudretin sembolü olarak da anlaşılabilir. Kuşlar için kanat,
nesneler için taraf anlamına gelen “cenah” kelimesi, insan için kullanıldığında
“el” ve “yardım” gibi anlamlara gelir. Nitekim Cenâb-ı
Hakk’ın Hz. Peygamberimiz’e “Mü’minlere kanat ger.”16 emri, onları
“himaye et” anlamındadır. Din ve dünya ilimlerine sahip olan bir
kimseye, mecazen “zü’l-cenâhayn/iki kanat sahibi” dendiği gibi,
anaların çocukları için şefkat ve merhamet kanatlarından bahsedilir.
“Çocukların ana babaları üzerlerine kanat germeleri”17 istenir.
Hıristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve
tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da
budur.
Kur’an ve hadis metinlerinde yer alan bazı ifadelerde meleklerden
tabiat kanunlarının kast edildiğini söyleyenler yanında,
onları maddenin mikrodalga boyutundan salt enerji boyutuna
kadar uzanan kuantsal bir yapı olarak niteleyenler de bulunmaktadır.
Bu yorumlar, çağın teknik terimlerini kullanarak melekleri
tanımlama çabaları ve bilinmeyen şeyleri merak edip gaybın sınırlarını
zorlama gayretleridir. Hâlbuki kaynaklardaki melek kavramına
dikkatli ve doğru bir çerçeve içinde bakıldığında onların
vahiy getirme, suçluları cezalandırma, eylemleri yazma, insanlara
yardım etme, canları alma, cehennemi koruma, cenneti yönetme
gibi görevleri bulunduğuna ilişkin ifadeler bir araya getirilince,
mâhiyetlerinin böyle çağdaş bilimsel yaklaşımlar doğrultusunda
olmadığı, gerçek yapılarının hiçbir zaman şimdiye kadar bilinemediği
ve bundan sonra da keşfedilemeyeceği ortaya çıkar.
Meleklerin Görülüp Görülmemesi
Meleklerin mâhiyetiyle ilgili farklı görüşler, beraberinde onların
görülüp görülemeyeceği tartışmasını getirmiştir. Kur’ân-ı
Kerim’de meleklerin önce Hz. İbrahim’e gelip onu bir erkek evlat
ile müjdeledikleri, ardından Lût’a (a.s.) giderek adamları ile şehri
terketmesini söyledikleri,18 Cebrâil’in Hz. Meryem’e insan şeklinde
16 15/Hıcr, 88; 26/Şuarâ, 285
17 17/İsrâ, 24
18 15/Hicr, 59-69; 11/Hûd, 77-82
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 16 -
görünerek ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlaması için Allah’ın
elçisi olduğunu söylediği19 ve Hz. Peygamber’in onu apaçık ufukta
ve sidretü’l-müntehânın yanında gördüğü haber verilmektedir. 20
Bununla birlikte Kur’an, Peygamber’e itiraz ederek bir melek
görmek istediklerini yahut peygamber/elçi olarak melek gönderilmesinin
gerektiğini söyleyenlere cevap olarak meleklerin görünür
varlıklar olmadığını, eğer dünyada insanlar değil de melekler yaşasaydı
ancak o zaman elçi olarak gönderilebileceğini, meleklerin
fermân-ı İlâhî ile indirildiği zaman onlara mühlet verilmeyeceğini
ve meleklerin görüleceği gün günahkârlara hiçbir sevinç haberinin
olmayacağını vurgular.21 İnsanlara, görmedikleri askerler
gönderildiğini,22 aynı türden varlıklar olan cin ve şeytanların da
insan gözüyle görülmediğini beyan eder. 23
Ancak, yukarıda ismi geçen zatların meleklerle yaptıkları görüşmelerin
keyfiyeti bilinmemektedir. Bu olaylar, tartışmayı meleklerin
görülüp görülmemesinden çıkarıp, peygamber olmayan
kişilerin onları görüp göremeyeceği noktasına getirmiştir. Zira
peygamber, meleği görmekle kalmaz, sesini de işitir. Bu sebeple
melek onun için elle tutulur, gözle görülür bir realitedir. Melek,
gayr-i maddî bir varlık olduğu için peygamber onu bazen insan
şeklinde, bazen de başka şekillerde görür. Cebrâil, ekseriya insan
şeklinde görülmüştür. Fakat Peygamber’in onu kendi şekliyle
gördüğü de olmuştur.24 Ancak bunun nasıl gerçekleştiği belirtilmemiştir.
Belki de bu mânevî gözle ve tasviri imkânsız bir şekilde
olmuştur. Bir defasında da Peygamber, Cebrâil’i altı yüz kanadı ile
birlikte görmüştür.25 Bu da meleğin muazzam kudretine bir işarettir.
Bir başka seferinde ise melek, bulutun içinde görülmüştür. 26
Bu rivâyetlere temas eden bazı âlimler, Cebrâil’i Hz. Peygamber
dışındaki insanların göremedikleri yorumunu yapmaktadırlar.
Bizce, melekler mâhiyet itibariyle bizim görme duyumuzun sınırları
dışında bir yapıda yaratılmış varlıklardır. Zaten bu özellikleri
dolayısıyladır ki onlara iman, bir âmentü esası olmuştur. Duyularımızın
gayb âlemine ait varlıkları müşâhedesi bir kenara, madde
âlemine ait birçok varlığı görme eşiği dışında olması dolayısıyla
19 19/Meryem, 17-21
20 81/Tekvir, 23; 53/Necm, 13-17
21 17/İsrâ, 92-95; 15/Hicr, 8; 25/Furkan, 21-22; 6/En'âm, 8
22 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9
23 7/A'râf, 27
24 Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
25 Buhâri, Bed'ü'l-halk 7
26 Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
MELEK
- 17 -
müşâhede edemediğini bildiğimize göre, “görememe” gibi bir
savunma ile onları inkâra kalkışmak tutarlı ve ilmî değildir. Aksi
takdirde görülemeyen şeylerin hepsini inkâr etmek gerekir ki bu
müşâhede ettiğimiz fizik âlemin kat kat fazlasını inkâr demektir.
Gaybî konularda akîdenin kaynağı Kur’an ve mütevâtir sünnet
olup melek inancı da Kur’an’ın kesin bildirimleri ile sâbit bir
konudur. Temel itibariyle melekler, insanoğlunun beşerî idrâk vasıtalarıyla
tanınamayacak yapıda varlıklardır. Bu nedenle onların
yaratılış biçimleri, cevherleri, görünme şekilleri gibi konulara dalmamak
gerekir. Böyle teferruatlardan sorumlu olmadığımız gibi
sâdık haber dışında geliştirilecek bütün yorumların herhangi bir
yararı ve dinî değeri de yoktur. 27
Meleklerin Özellikleri
Meleklerin kendilerine has yapı ve özelliklerini şu şekilde sıralamak
mümkündür:
1. Nurdan yaratılmış olup erkeklik-dişilik, yeme-içme, yorulma,
usanma gibi maddî özelliklerden arınmış varlıklardır. 28
2. İtaatkâr varlıklar olup Allah’ın kendilerine verdiği görevleri
yaparlar, O’nun emrinin dışına çıkmazlar. 29
3. Son derece güçlü, kuvvetli ve süratle hareket edebilen varlıklardır.
30
4. Allah’ın emir ve izni ile çeşitli şekillere girebilmektedirler. 31
5. Normal şartlarda gözle görülmezler. Peygamberler onları
aslî sûretleri ve büründükleri biçimleri ile görebilirler. 32
6. Gaybı, bilgisi sadece Allah’a ait bulunan konuları bilemezler.
Onlar, Allah’ın tâlim ettiği hususları, öğrettiği kadarıyla bilebilirler.
Kur’ân-ı Kerim mutlak gayb bilgisinin Allah’a has olduğunu
beyan etmekte ve O, bu bilgileri meleklerle bile paylaşmamaktadır.
Nitekim Hz. Âdem’in yaratılışını dile getiren âyetlerde melekler
“Bizim, Senin bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yoktur.” demek
sûretiyle acziyetlerini itiraf etmişlerdir. 33
27 B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İslâm'da İnanç Esasları, İFAV Y., s. 234 ve
devamı
28 Bk. 11/Hûd, 70; 21/Enbiyâ, 19-20; 37/Sâffât, 149-153; 43/Zuhruf, 19; Müslim,
Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, IV/168
29 Bk. 16/Nahl, 50; 21/Enbiyâ, 27; 66/Tahrim, 6
30 Bk. 35/Fâtır, 1; 69/Hâkka, 17; 70/Meâric, 4
31 11/Hûd, 69-70; 19/Meryem, 16-17; 15/Hicr, 51-52; 51/Zâriyât, 24-28; Buhâri,
İman 37; Müslim, İman 1
32 Bk. 7/A'raf, 27; 17/İsrâ, 92-95; 9/Tevbe, 26; 33/Ahzâb, 9; Buhâri, İman 37;
Müslim, İman 1; Ebû Dâvud, Sünnet 15
33 Bk. 2/Bakara, 30-33
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 18 -
“Onlar, Allah’ın şerefli kullarıdır. Onlar, Allah’ın sözünden önce söz
söylemezler ve O’nun emrettiklerini (hemen) yaparlar.” 34
“Onlar, Allah’ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emr olundukları
şeyleri (aynen) yaparlar.” 35
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun katındakiler O’na
ibâdet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve
gündüz durmadan (yorulmadan) O’nu tesbih (ve takdis) ederler.” 36
“Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrâil’i)
ona gönderdik. (O,) ona düzgün bir insan şeklinde göründü.” 37
Meleklerin Görevleri
Melekler, Allah tarafından verilen görevleri eksiksiz yerine getiren
itaatkâr varlıklardır. İnsanlarla ilgili görev alanlar ise, onların
ruhî ve mânevî hayatı ile ilgilenmektedirler. Bazıları ortak, bazıları
da müstakil olmakla beraber, Allah tarafından meleklere verilen
görevler şöyle sıralanabilir:
1. Allah’ı hamd ile tesbih etmek, O’na secdede bulunmak,38
Allah’ı gece gündüz övmek39 ve takdis etmek,40 emr olundukları
diğer şeyleri yapmak. 41
2. Peygamberlere vahiy getirmek. Allah Teâlâ insanlar gibi
meleklerden de elçiler seçtiğini,42 Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere
vahiy indirildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahiy gönderildiğini43
ve Cebrâil’in, Kur’an’ı Peygamber’in kalbine indirdiğini44
haber vermektedir.
3. Peygamberleri salât ve selâm ile yüceltmek, mü’minlere
âhirette şefaat etmek ve bütün insanlara dünyada hayır duâda
bulunmak. “Allah ve melekleri Peygamber’e salevat getirirler. Ey iman
edenler! Siz de O’na salât ve selâm getirin.”45 Şefaat, kıyâmet gününde
günahkârlar hesabına Allah’a yalvarmak olup Kur’an’da,
34 21/Enbiyâ, 26-27
35 66/Tahrim, 6
36 21/Enbiyâ, 19-20
37 19/Meryem, 17
38 42/Şûrâ, 5; 7/A'râf, 206
39 21/Enbiyâ, 19
40 2/Bakara, 30
41 16/Nahl, 50; 66/Tahrim, 6
42 22/Hacc, 75
43 4/Nisâ, 163
44 2/Bakara, 97; 26/Şuarâ, 193-194
45 33/Ahzâb, 5-6
MELEK
- 19 -
“Göklerde nice melekler vardır ki Allah dilemedikçe onların şefaatleri hiçbir
fayda vermez.”46 buyrulmakta, hadiste de meleklerin şefaatlerinden
söz edilmektedir.47 Bunun yanında meleklerin bu dünyada
da insanlar için duâ ettikleri ifade edilmektedir: “Melekler yerde
bulunanlar için mağfiret dilerler. ‘Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin
her şeyi kapsamıştır. Artık tevbe edip Senin yolundan gidenleri bağışla.
Ey Rabbimiz! Onların babalarından, zevcelerinden, zürriyetlerinden salâh
halde bulunanlara vaad ettiğin cennete sok. Onları kötülüklerden koru’
derler.” 48
Onların duâlarının sonucu olarak sâlih kulların her çeşit karanlıktan
aydınlığa çıkarıldığı bildirilmektedir: “Sizi zulumâttan
nûra (karanlıklardan aydınlığa) çıkarmak için lutuf ve inâyette bulunan
O’dur. Melekler de sizin için salât getirir, rahmet ve merhamet dilerler.”49
Ayrıca melekler, şeytanların aksine insanları iyi işlere sevkederler.
Her insanın biri melek, biri de şeytan olmak üzere iki arkadaşı bulunmakta
olup, Kur’an, birincisine “şâhid”, ikincisine “sâik” (sevkeden)
demektedir.50 Hadiste ise insana refakat eden bir melek ve
bir de şeytanın olduğu ve her ikisinin de insana telkinde bulunduğu51
beyan edilmektedir. Ayrıca hem Kur’an’da52 hem de hadislerde
insanı takip eden bir refakatçinin (“karîn”in) bulunduğundan
söz edilmektedir.
4. Peygamberlere ve mü’minlere destek olup mânevî güç
vermek, onları sıkıntılı ve üzüntülü anlarında teselli etmek,
kâfirleri ise sıkıntıya sokmak.53 Kur’an’da Hz. İsa’nın Rûhulkudüs
ile desteklendiği,54 meleklerin Allah’a inanıp doğru yolda istikametle
yürüyenlerin üzerine inerek onlara moral ve mânevî güç
verecekleri,55 Allah’ın, kendisine ve âhiret gününe inananları katından
bir ruh ile desteklediği,56 melekler göndererek düşmanlarına
karşı mü’minleri takviye ettiği,57 iman edenlere destek
olmalarını, kâfirlerin boyunlarına ve parmaklarına vurmalarını
emrettiği58 haber verilmektedir.
46 53/Necm, 26
47 Buhari, Tevhid 24
48 40/Mü'min, 7-9)
49 33/Ahzâb, 43
50 50/Kaf, 21
51 Tirmizî, Tefsir 2, 364
52 50/Kaf, 23
53 16/Nahl, 28, 32
54 2/Bakara, 253; 5/Mâide, 110
55 41/Fussılet, 30-32
56 58/Mücadele, 22
57 3/Âl-i İmran, 124-125
58 8/Enfâl, 12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 20 -
5. İnsanı koruyup, ona bir anlamda hizmet ederler. Kur’an’da
önünde ve arkasında insanı koruyan takipçilerin bulunduğu bildirilmektedir.
59
6. İnsanların fiillerini kaydederler. Kur’an’da, üzerinde bir koruyucu
ve denetleyici bulunmayan hiçbir kimsenin bulunmadığı,60
insanların üzerinde muhâfızlık eden değerli kâtiplerin mevcut olduğu
ve onların yapmakta olduklarını bilip yazdıkları61 haber verilmektedir.
İki melek, kişinin yaptıklarını yazmaktadır. İnsan hiçbir
söz söylemez ki yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek
bulunmasın.62 “Sizden söz gizleyen ile onu açığa vuran, geceleyin gizlenen
ile gündüzün yürüyen eşittir. Onun önünde ve arkasında Allah’ın
izniyle kendisini koruyan takipçileri vardır.” 63
7. Kâinatın idaresi ve İlâhî kanunların icrâsıyla görevlidirler.
Kur’an’da çeşitli fonksiyonlarıyla âlemi idare edenlere yemin
edilmesi,64 insanların canını alan “ölüm meleği”nden söz
edilmesi,65 meleklerin yalancı peygamberlerin ve kâfirlerin canını
pençelerini onlara uzatarak,66 yüzlerine ve arkalarına vurarak ve
“tadın yakıcı cehennem azabını” diyerek67 alacaklarının bildirilmesi;
hadiste ana rahminde teşekkül eden her canlı için bir doğum meleğinin
mevcut olduğundan söz edilmesi,68 Cenâb-ı Hakk’ın insanı
yaratacağı zaman bu irâdesini meleklere açması ve yarattığında
ona secde etmelerini istemesi69 onların dünya ile irtibatlarının bulunduğunu
ve İlâhî irâdenin yerine getirilmesinde vasıta olarak
kullanıldıklarını gösterir. Aksi takdirde kendilerine insanın yaratılacağı
isteğinin açıklanmasının bir anlamı olmaz. Ayrıca arşı taşıyan
ve arşın etrafında dolaşan meleklerin70 fonksiyonları da düşünüldüğünde
meleklerin tabiat kanunlarının yerine getirilmesinde
çok etkili oldukları görülür. Çünkü arş, kâinatın İlâhî varlık tarafından
idaresini gösteren bir semboldür ve bunu taşıyan melekler de
bu idarenin temini hususunda kullanılan vasıtalardır.
59 13/Ra'd, 11
60 86/Târık, 4
61 82/İnfitar, 10-12
62 50/Kaf, 17-18
63 13/Ra'd, 10-11
64 79/Nâziât, 5
65 32/Secde, 11
66 6/En'âm, 93
67 8/Enfâl, 50
68 Buhâri, Bed'ü'l-halk 6
69 2/Bakara, 30-34; 15/Hicr, 28-31
70 39/Zümer, 75; 40/Mü'min, 7
MELEK
- 21 -
8. Melekler, İlâhî cezaları icrâ eden elemanlardır. Mü’minlere
destek oldukları gibi; kâfirler hakkında takdir edilen cezaları da
icrâ etmektedirler. Kur’an, kendilerine elçi olarak melek gönderilmesini
isteyen kâfirlere71 şöyle cevap vermektedir: “Gökyüzünün
beyaz bulutlar ile yarılıp meleklerin bölük bölük indirildikleri gün, gerçek
mülk, çok merhametli olan Allah’ındır. O gün kâfirler için de pek
çetin bir gündür.”72 Bu âyet, meleklerin inmesi ile sözkonusu olan
şeyin günahkâr kulların başına geleceği söylenen ceza olduğunu
gösterir. Başka bir yerde ise, “Meleklerin, kâfir olanların canlarını aldıkları
zaman, yüzlerine, arkalarına vurup ‘cayır cayır yakıcı ateş azabını
tadın’ dediklerini”,73 onların yüzlerine, arkalarına vurarak canlarını
alacakları,74, “meleklerin ancak hak ile indirileceği ve o zaman onlara
mühlet verilmeyeceği”75 bildirilmektedir. 76
Meleklerin Sayıları ve Çeşitleri
Meleklerin sayısını ancak Allah Teâlâ bilir. Kur’ân-ı Kerim’de
cehennem işleri ile görevli melekler bulunduğu belirtildikten
sonra onların sayısının on dokuz diye belirlenmesinin sadece bir
imtihan vesilesi olduğu beyan edilmekte ve “Rabbinin ordularını,
kendisinden başkası bilemez”77 buyrulmaktadır. Bu ifadelerden meleklerin
sayısının çok fazla olduğunu anlamakla beraber herhangi
bir rakam vermenin mümkün olmadığını ve onların sayısını ancak
Allah Teâlâ’nın bildiğini anlamaktayız.
Meleklerin çeşitlerine gelince, Kur’an, göklerin ve yerin ordularının
Allah’a ait olduğunu,78 mü’minleri görünmeyen ordularla
desteklediğini79 beyan etmekte; göklerde ulular meclisi anlamına
gelen “mele-i a’lâ”nın bulunduğunu,80 cin ve şeytanların burada
olup bitenleri ve meleklerin kendi aralarındaki konuşmaları dinlemelerine
mâni olmak üzere göklerin muhâfaza altına alındığını81
kaydetmektedir. Bununla beraber naslarda çeşitli görevlerle
vazifeli meleklerin bulunduğu beyan edilmiş, bunların bir kısmı
özel adlarla isimlendirilirken (Cebrâil, Mikâil gibi), bir kısmı da görevleri
ile zikredilmiştir (Ölüm meleği, arşı taşıyanlar gibi). Şimdi
bunları sıralayarak kısaca görev ve özelliklerinden söz edelim:
71 25/Furkan, 21; 2/Bakara, 210
72 25/Furkan, 25-26
73 8/Enfâl, 50
74 47/Muhammed, 27
75 15/Hicr, 7-8
76 B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, a.g.e., s. 239 ve devamı
77 74/Müddessir, 31
78 48/Fetih, 4, 7
79 9/Tevbe, 26, 40; 33/Ahzâb, 9
80 37/Sâffât, 8; 38/Sâd, 69
81 37/Sâffât, 6-10; 15/Hicr, 18; 67/Mülk, 5
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 22 -
Cebrâil: Vahiy meleğinin özel adıdır. Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde
Cibrîl şeklinde geçmektedir.82 Ayrıca Cibrîl kast edilmek üzere er-
Rûh,83 Rasûlün kerîm,84 Rasûlü rabbik,85 er-Rûhu’l-emîn86 ve Rûhu’lkuds87
isimleri de zikredilmektedir. Hadiste ise Cebrâil, bunlara
ilâveten “en-Nâmus” diye isimlendirilmektedir. 88
Mîkâil: Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir âyette Mîkâil ismi geçmekte
olup şöyle buyrulmaktadır: “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine,
Cibrîl’e ve Mîkâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da kâfirlerin
düşmanıdır.” 89
Azrâil: Ölüm meleğinin özel adı olduğu rivâyet edilir. Kur’ân-ı
Kerim’de Azrâil ismi geçmez. Bunun yerine ölüm meleği anlamında
melekü’l-mevt,90 eceli gelen ve vadesi yetenlerin ruhunu kabzeden
meleklerden söz edilir. 91
İsrâfil: Kur’an’da İsrâfil adı da geçmemektedir. Birçok yerde,
sûra üfleneceği haber verilmektedir.92 Kıyâmetin kopması ve yeniden
diriliş ve mahşerde toplanılması için sûra iki defa üfleyecek
olan melek olduğu hadis rivâyetlerinden anlaşılmaktadır. Hadis-i
şeriflerde onun adı dört büyük melek içinde zikredilmiştir.93 Bu
dört melek, meleklerin “rasulleri”dir.
Mukarrabûn Melekleri: Bunlara “illiyyûn” ve “kerûbiyyûn”
melekleri de denilmektedir. Nisâ sûresinin 172. âyetinde Mesih
ve Allah’a yakın meleklerin (el-melâiketü’l-mukarrabûn) Allah’ın
kulu olmaktan çekinmedikleri bildirilmektedir. Enbiyâ sûresinde
ise göklerde ve yerde bulunanların O’nun hizmetinde oldukları
beyan edildikten sonra; O’nun huzurunda bulunanların O’na
ibâdet hususunda kibirlenmedikleri, ibâdetten usanmadıkları,
gece gündüz O’nu tesbih ettikleri bildirilmektedir.94 Kur’an’da arşı
taşıdıkları ve onun çevresinde bulundukları95 ifade edilen, Allah’ı
hamd ve tesbih eden melekler de bunlar içinde sayılmaktadır.
82 2/Bakara, 97, 98; 66/Tahrim, 4
83 70/Meâric, 4; 78/Nebe', 38; 97/Kadr, 4; Rûhunâ: 19/Meryem, 17
84 81/Tekvir, 19
85 19/Meryem, 19
86 26/Şuarâ, 193
87 2/Bakara, 87, 253; 5/Mâide, 110; 16/Nahl, 102
88 Buhâri, Bed'ü'l-vahy 3
89 2/Bakara, 98
90 32/Secde, 11
91 4/Nisâ, 97; 6/En'âm, 61, 93; 8/Enfâl, 50; 47/Muhammed, 27
92 6/En'âm, 73; 18/Kehf, 99; 20/Tâhâ, 102...
93 Müslim, Müsâfirîn 200; Ebû Dâvud, Salât 119
94 21/Enbiyâ, 19-20
95 40/Mü'min, 7-8; 69/Haakka, 17
MELEK
- 23 -
Hafaza ve Kirâmen Kâtibîn Melekleri: İnsanların iyi ve kötü fiillerini
kaydeden, onları koruyan meleklerdir. Kur’an’da “hafaza”,96
“muakkıbât”,97 “rusulünâ... yektubûn”,98 “el-mütelekkıyân”,99 “rakıybun
atîd”,100 “hâfizıyn”,101 “kirâmen kâtibîn”102 kelimeleri ile ifade edilmektedirler.
Cennet ve Cehennemde Görevli Melekler: Kur’an’da meleklerin
cennetlikleri “İşte bu, size vaad edilmiş olan (mutlu) gününüzdür”103
diye karşılayacakları, müttakîler bölük bölük cennete sevkedilip
kapılar kendilerine açıldığında, “Onun bekçileri (hazenetuhâ): Selâm
size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!”104 diyecekleri,
meleklerin adn cennetlerine babalarından, eşlerinden
ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber gireceklerin yanına her
kapıdan vararak, “Sabrınıza karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun
sonu ne güzeldir!”105 diyecekleri haber verilmektedir.
İnkâr edenleri ise bölük bölük cehenneme sürülecekleri, kapıların
açılacağı ve cehennem bekçilerinin onlara, “Size, içinizden
Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler
gelmedi mi?”106 diyecekleri, cehennemin başında iri gövdeli,
sert tabiatlı, Allah’ın buyruklarına karşı gelmeyen ve emredildiklerini
yapan meleklerin bulunacağı107 ifade edilmektedir.
Hazene-i Cennet ve Cehennem de denilen bu melekler cennet
ve cehennemin bekçileri durumundadır. Cennet meleklerinin başındaki
meleğin adı “Rıdvan”dır. Cehennem meleklerine “Zebânî”
denir. Başındakine ise “Mâlik” adı verilir.
Hârût - Mârût: Bunlar hakkında farklı görüşler olmakla beraber,
“Babil’de insanlara bilgi öğretmek sûretiyle onları imtihan etmek
üzere gönderilen iki melek” oldukları, en yaygın görüştür. Kur’ân-ı
Kerim, bu olayla ilgili daha başka bilgi vermemektedir. Mûteber
hadis kitaplarından Buhari’de Kitabu’t-Tıbb’ın sihre tahsis edilen
47. babının başlığında Bakara sûresinin 102. âyeti zikredilmekte,
bu münâsebetle âyet içinde Hârût ve Mârût adı geçmektedir.
96 6/En'âm, 61
97 13/Ra'd, 11
98 43/Zuhruf, 80
99 50/Kaf, 17
100 50/Kaf, 18
101 82/İnfitar, 10
102 82/İnfitar, 12
103 21/Enbiyâ, 103
104 39/Zümer, 73
105 13/Ra'd, 23
106 39/Zümer, 71
107 66/Tahrim, 6; 43/Zuhruf, 77; 40/Mü'min, 49-50; 96/Alak, 18
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 24 -
Bunun dışında sözkonusu isimlerle ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Ahmed bin Hanbel’de ise insanlar gibi birtakım arzu ve istekleri
bulunan varlıklar olarak tasvir edildiği görülmektedir.108
Fakat bu rivâyeti, müfessirler bozuk ve merdûd kabul edip reddederler.
109 Kur’an, bu iki melekle ilgili olarak yahûdiler arasında
meşhur olan hikâyeleri onaylamaz.
Münker - Nekir: Kabirde sorgu-sual işi ile görevli olan meleklerdir.
Kur’an’da adları geçmemektedir. Hadislerde ise ölü defnedildiği
zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen siyah
tenli mavi gözlü iki meleğin geldiği, ölüyü kabrinde oturtup sorular
sorduğu, verdiği cevaplara göre kabrini genişlettiği veya daralttığı
rivâyet edilmektedir. 110
İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde naklettiği uzunca
bir hadiste Rasûlullah (s.a.s.), ensardan bir adamın kabri başında,
iki veya üç defa “Kabir azabından Allah’a sığının!” dedikten sonra, bir
mü’min için ölüm ve sonrasını şöyle anlatır: “Mü’min kulun dünyadan
kopup, âhirete gitme zamanı geldiği zaman, gökten ona, yüzleri
sanki güneş gibi beyaz melekler iner. Beraberlerinde cennet kefenlerinden
bir kefen ve cennet kokularından birtakım kokular bulunmaktadır.
Mü’minin göz mesafesine otururlar. Sonra ölüm meleği yaklaşır ve başucuna
oturup ‘Ey güzel ve hoş can, haydi Allah’tan bir bağış ve hoşnutluğa
çık gel!’ der. O can, ağızdaki suyun aktığı gibi akıp kolayca çıkar. Azrâil
de onu alır ve elinde bir an bile bekletmeden, o kefene ve kokuların
içine sarar. Bu esnada o candan, yani ruhtan, yeryüzünde bulunan misk
kokularının en güzeli gibi bir koku çıkar. Ölüm melekleri onu alıp, birlikte
yükselirler. Uğradıkları her melek topluluğu, ‘Bu güzel ruh kimdir?’ diye
sordukça, onlar, hayatta iken insanların ona verdiği en güzel ismi ile ‘bu,
falan oğlu falandır’ diye cevap verirler. Böylece birinci göğe ulaşırlar ve
kapının açılmasını isterler. Onun için göğün kapısı açılır. Her gökte, o
göğün en kıymetli melekleri, bu ruhu bir sonraki göğe kadar teşyî ve ona
refakat ederler. Neticede yedinci göğe gelinir.
Allah Teâlâ, ‘Bu kulumun kitabını, “illiyyîn”e yazın ve onu yeryüzüne
geri götürün! Çünkü ben onları, yerden-topraktan yarattım, oraya geri
çeviriyorum, tekrar oradan çıkaracağım’ buyurur. Bunun üzerine onun
ruhu kabirdeki bedenine iade edilir, yani yeniden diriltilir ve ona iki melek
gelip yanına oturur. ‘Rabbin kim?’ diye sorarlar. O, ‘Rabbim Allah!’
der. ‘Dinin nedir?’ diye sorarlar, o, ‘Dinim İslâm!’ der. ‘Size peygamber
olarak gönderilen kim?’ diye sorarlar, o, ‘Rasûlullah!’ der. ‘Bilgin nedir?’
108 Ahmed bin Hanbel II/134
109 Bk. Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir, 2/Bakara, 102. âyetin tefsiri
110 Tirmizî, Cenâiz, 70; Ahmed bin Hanbel III/126; IV/140
MELEK
- 25 -
derler, o, ‘Allah’ın kitabını okudum, ona inandım ve onun doğru olduğunu
kabul ettim’ der. Bunun üzerine gökten bir ses, ‘Kulum doğru söyledi.
Binâenaleyh onun için cennetten bir döşek serin, ona cennetten bir elbise
giydirin ve ona cennetten bir kapı açın!’ der.
Böylece cennetin esintisi ve güzel kokusu ona gelir, kabri göz alabildiğine
genişletilir. Derken yanına güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokulu
bir adam gelir ve der ki: ‘Seni sevindirecek şeylerle müjdelen, yani müjdeler
olsun, sevineceğin şeylere ulaşacaksın. İşte bu, vaad olunduğun gündür.’
Ona, ‘Sen kimsin? Yüzün, uğur getiren bir yüz’ diye sorar. O, ‘Ben
senin sâlih amelinim’ der. Kul o anda, ‘Ey Rabbim! Kıyâmeti hemen kopar,
kıyâmeti hemen kopar ki aileme ve malıma, yani benim için cennette
hazırladığın evlere ve yüce makamlara kavuşayım’ der.
Dünyadan ayrılıp, âhirete gitme zamanı geldiğinde, kâfir kula da
gökten, beraberlerinde kalın ve sert kumaşlar bulunan siyah yüzlü melekler
gelirler ve gözünün göreceği yere otururlar. Sonra Azrâil yaklaşıp
başucuna oturur ve ‘Ey pis can, haydi Allah’ın kızgınlığına ve gazabına
çık gel!’ der. Böylece o can, bedeninden ayrılır. Azrâil, onu, çok parçalı
bir şişi ıslak yünden çekip kopardığı gibi çeker çıkarır. Onu aldığı zaman,
elinde bir an bile tutmadan hemen o sert ve kalın kumaşa sarar. O zaman
ondan, yeryüzünde bulunan leş kokularının en kötüsüne benzer bir
koku çıkar. Melekler onunla beraber yükselirler ve uğradıkları her melek
topluluğu: ‘Bu pis ruh kimdir?’ diye sorarlar. Onlar, hayatta iken insanların
ona verdiği en çirkin ismini kullanarak derler ki: ‘Bu, falan oğlu falandır.’
Böylece birinci göğe gelinir ve kapının açılmasını isterler, ama ona göğün
kapısı açılmaz. Allah Teâlâ, ‘Onun kitabını en aşağı yer tabakasındaki
“siccîn”e yazın!’ der. Böylece onun ruhu aşağılara atılır. Derken cesedine
döndürülür ve iki melek gelip yanına oturur ve ona, ‘Rabbin kim?’ diye
sorarlar, o, ‘Haa, haa. Bilmiyorum’ der. Ona, ‘dinin nedir?’ diye sorarlar, o,
‘haa, haa… Bilmiyorum’ der. ‘Size peygamber olarak gönderilen kimdir?’
derler, o, ‘haa, haa… Bilmiyorum’ der.
Bunun üzerine gökten bir ses, ‘O kulum yalan söylüyor. Dolayısıyla
ona ateşten bir döşek hazırlayın ve cehennemden bir kapı açın!’ der.
Böylece ona cehennemin sıcaklığı ve zehirli yakıcılığı gelir; kabri de, kaburgalarını
birbirine geçirecek kadar daraltılır. Derken çirkin yüzlü, kötü
elbiseli ve pis kokulu bir adam gelir ve ona, ‘Hoşuna gitmeyen şeyleri
sana müjdelerim! İşte bu, tehdit olunduğun gündür’ der. O, ‘Sen kimsin?
Suratından şer akıyor’ diye sorar. O, ‘Ben senin kötü işlerinim’ der. Bunun
üzerine o kul, kabrine açılan kapıdan, cehennemde kendisi için hazırlanmış
gördüğü azaptan korkarak ‘Ey Rabbim, kıyâmeti koparma!’ der...” 111
111 Ahmed bin Hanbel, IV/287
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 26 -
Bu uzun hadis-i şerif, ayrıca Ebû Dâvud’un ve İbn Mâce’nin
Sünenlerinde; İbn Kesir’in Tefsirinde yer almakta, hasen bir hadis
kabul edilmekte, delil kabul edilen güvenilir râviler tarafından
rivâyet edildiği bildirilmektedir. Görüldüğü gibi bu hadiste,
ölüm meleği ve yardımcılarının yanı sıra, kabirde insanı ilk hesaba
çeken iki melekten bahsedilmektedir. Kur’an’da bu iki melekten
bahsedilmese de, bu hadis dışında sahih birçok hadiste kabirdeki
bu meleklerden bahsedilmiştir.
Hem Buhârî, hem de Müslim’in Sahihlerinde yer alan bir hadiste,
Rasûlullah şöyle buyurur: “Kul kabrine konup da ailesi ve arkadaşları
onu orada bırakıp gittikleri ve o kul, çekip gidenlerin ayak seslerini
duyduğu zaman, iki melek gelip onu oturturlar ve derler ki: ‘Sen
şu zat, yani Muhammed (s.a.s.) hakkında ne der idin?’ O kişi mü’min
ise, ‘Şehâdet ederim ki O, Allah’ın kulu ve peygamberidir’ der. Bunun
üzerine ona, ‘cehennemdeki şu yerine bak! İşte onu, cennetten bir yer ile
değiştiriyoruz’ , yani ‘Eğer sen mü’min olup da bu soruya doğru cevap
veremeseydin, o cehennemdeki yere girecektin’ denilir. Mü’min, bunların
her ikisini de görür. Ama kabre konan kişi münâfık ve kâfir ise, ona, ‘Sen
şu zat hakkında ne der idin?’ denildiğinde, ‘bilmiyorum, insanlar ne derlerse
ben de onu derdim’ cevabını verir. Bunun üzerine, ‘Ne bildin, ne de
uydun!’ denilip, ona demirden bir topuz ile öyle bir vurulur ki, insan ve
cinlerden başka bütün varlıkların duyduğu bir çığlık atar.”112 Bu konuyla
ilgili bir diğer hadiste bu iki melekten birinin adının “Münker”;
diğerininse “Nekir” olduğu bildirilmiştir. 113
Anlaşılıyor ki Allah Teâlâ’nın, her işle görevlendirdiği çeşit
çeşit melekleri bulunmaktadır ve Kur’an da bunların sadece bir
kısmından bahsetmiştir; bir kısmını peygamberine ayrıca bildirmiş
ve dolayısıyla o da hadislerinde bize bildirmiştir. Elbette bunların
dışında da kim bilir daha nice melekler vardır.
Melekler İnsanlardan Daha Faziletli midirler?
Bütün peygamberler, meleklerin rasulleri sayılan dört büyük
melek dâhil tüm meleklerden efdal; yani Allah katında dereceleri
daha yüksek ve daha faziletlidir. İnsanlardan takvâ sahibi olan
mü’minler de, meleklerin rasulleri hâriç tamamından daha faziletli,
dereceleri daha yüksek sayılmıştır. Çünkü melekler, yaratılış bakımından
günah işleyemezler. Allah’a itaat ve ibâdet etmek onlar
için fıtrî ve zorunludur. Onları böyle olmaktan alıkoyacak hiçbir
iç ve dış tesir yoktur. Hâlbuki insan, akıl ve nefis sahibi olup, her
türlü iç ve dış etkiler altındadır. Buna rağmen insan, bütün menfî
112 Buhâri, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70
113 Tirmizî, Cenâiz 70
MELEK
- 27 -
engelleri aşar, Allah’a itaatli ve takvâ sahibi bir kul olursa, elbette
meleklerden daha faziletli olur.
Gayba ve Meleklere İman
Meleklere iman gaybîdir. Gayb: Hislerle veya akılla bilinmeyen,
görülmeyen şeydir. Mü’min gayb âlemine inanmakla yükümlüdür.
114 Allah’ın ve Rasûlünün bildirdikleri ister zâhirî, isterse gaybî
olsun mü’min ona inanandır. Bazı kâfirlerin gaybe iman etmediklerini,
“ben gözümle göremediğim varlıklara inanmam; melek,
cin gibi varlıklar uydurmadan ibarettir” dediklerini biliyoruz.
Gaybe iman büyük bir imtihandır. Çünkü insanlar gördükleri şeylere
inanmak zorundadırlar; Bunlara karşı gözlerini yumamazlar.
Fakat Hz. Allah’ın imtihanı öyle değildir. İnsanların görmediği ve
göremediği şeyleri yaratması ve sonra da bunlara ‘inanın’ demesi
büyük bir imtihandır. Mü’min, sadece Allah’ın ve Rasûlünün haber
vermesiyle onlara inanır ve teslim olur. Mü’minlere düşen ‘dinledik
ve itaat ettik.’ demeleridir. Zaten, gözüyle göremediğinin varlığını
kabul etmeyenlere; akıllarını, duygularını, düşüncelerini, rüzgârı,
elektrik akımını... göremedikleri halde varlıklarını nasıl kabul edip
kendileriyle çelişkiye düştükleri sorulabilir. Böylece görülecektir ki,
onlar görmedikleri için inkâr etmiyorlar, görseler bile hakkı kabul
etmeyecek sapıklar olduklarından şeytana ve nefislerine uyarak
küfrü tercih ediyorlar.
Mü’minler gaybe inanmakla yükselme ve ilerleme yolundaki
ilk adımlarını atmış olacaklardır. İnsanlar, hevâ ve hevesinden,
hayvanlık mertebesinden ancak bu ilk adımla kurtulabilir ve gerçek
insanlık mertebesine yükselirler. Bir hayvana gaybı anlatamazsınız.
O daha kıymetli de olsa göremediğini tercih etmez; önündeki
otları her şeye tercih eder. Kâinat, mevcut olan, bilinen ve
görünen varlıklardan ibaret değildir. Bu görünüp bilinen şeylerden
daha başka varlıklar da mevcuttur; ki biz bunları görmeden
sadece doğru haber üzerine verilen bilgiyle bilir ve kabul ederiz.
İnsan aklının bilinmeyen âlemleri/evrenleri idrâk edememesi,
onların mevcûdiyetinin inkârını gerektirmez. Bu konuda mü’mine
düşen; işi, akıl kuvvetinin üstündeki diğer kudrete (doğru habere)
bırakmasıdır. Mü’min, öğrenmek istediklerini Alîm ve Habîr
olan, görüneni ve görünmeyeni, gizli ve âşikârı bilen Allah’tan
ve O’nun Rasûlünden öğrenmesi lâzımdır. Fakat eskiden olduğu
gibi, bugün de materyalist kafalılar Allah’ın ilmini önemsemeyerek,
insanoğlunu gerilere, hayvanlık mertebesine götürmek
114 Bk. 2/Bakara, 3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 28 -
istemektedirler. Mü’min, sadece meleklere değil, gaybî olan ne
varsa hepsine Allah ve Rasûlünün bildirdiği şekilde iman eder.
“Onlar ki, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak
verdiğimiz şeylerden de infak ederler.” 115
Melek İnancının Etkileri
İnsan, yeryüzündeki diğer canlılardan farklı olarak irâde sahibi
bir varlık şeklinde yaratılmıştır. İrâde, “farklı seçeneklerden
birini tercih etmek” demektir. Allah, insana irâdî fiillerinde farklı
alternatifler sunmuş ve onun dünyaya gelişinin gayesini “imtihan
olmak”116 şeklinde tespit etmiştir. İnsan, bu imtihana giren alanda
kendisini iyilik veya kötülüğe teşvik eden, irâdesini daha özgürce
kullanmasını sağlayan mânevî menajerlerle (yardımcı, düzenleyici)
karşı karşıyadır. Allah insanı şerre ve kötülüğe çağırmak üzere
şeytanı, iyilik ve hayra dâvet etmek üzere de melekleri yaratmıştır.
İnsanın meleklere inanması demek, önünde şeytan ve meleklerin
sunduğu seçeneklerle dolu ruhî bir hayat olduğunu, meleklerin
telkin ve teşviklerine göre hareket edip mevcut yeteneklerini bu
yönde yükseltmesi gerektiğini kabul etmesi, Allah’ın görevlendirdiği
meleklerin kendisini daima gözetlediğini ve yaptıklarını kaydettiklerini
unutmaması demektir. İnsana iyi düşünceler aşılayan
meleklerin yanı sıra, ona vesveseler telkin eden şeytanın varlığı da
bir gerçek olmakla beraber, Kur’an, şeytana değil; meleklere imanı
öne çıkarmak,117 tâğutu inkâr edip Allah’a iman edenin sağlam
bir kulpa sarılmış olacağını bildirmek sûretiyle118 şeytanın varlığını
ikinci dereceye almış, onunla hemhal olmayıp aksine meleklere
kulak vermeyi öngörmüştür.
“Onu (insanı), önünden ve ardından izleyiciler vardır; Onu Allah’ın
emrinden (kazalarından, belâlarından ve musîbetlerinden) korurlar.”119
Gerçekten de insan, risklerle ve tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaktadır.
Bunlara, ayrıca kötülüklerin karşılığı olarak Allah’tan
her an gelebilecek intikam darbelerinin ihtimallerini de ekleyecek
olursak, onun, yaşadığı yıllar boyu ne büyük bir mânevî koruma
altında bulunduğunu kestirebiliriz. Bu girift olayın içyüzünü daha
derinlemesine bilmek bizim için mümkün değildir.
Ancak bu kadarıyla bile Rabbimizin bizi ne çetin bir sınavdan
geçirdiğini, bizzat hayatımıza karşı yaratmış bulunduğu
115 2/Bakara, 3
116 67/Mülk, 2
117 2/Bakara, 177, 285
118 2/Bakara, 256
119 13/Ra’d, 11
MELEK
- 29 -
tehlikelerin bile gelip bizi bulmasına melekleri engel yaparak bu
sınavda bize nasıl süre tanıdığını bu âyetlerden ibretle öğreniyoruz.
Doğrusu bu bize bir İlâhî lutuf ve bir müjde olsa gerektir.
Dolayısıyla insanın, bu hârika nöbetçilerini her zaman hatırlayarak
özellikle kuytu köşelerde, zifiri karanlıklarda ve tehlikelerle
burun buruna olduğu anlarda onların kendisini korumaya devam
etmeleri için Allah’a dilekte bulunması, Allah’ın izniyle belâların
bertaraf olmasına bir vesile oluşturabilir. Bu, aynı zamanda insanın,
Rabbiyle olan irtibatının güçlülüğünü ve sürekliliğini kanıtlamış
olur. Kur’an’da “Kesinlikle üzerinizde koruyucular vardır. Onlar
değerli yazıcılardır. Yaptığınız her şeyi bilirler.”120 diye kendilerinden
söz edilen melekler vardır ki, bunlar söylediğimiz her sözü yazarlar.
Dolayısıyla insanoğlunun havada kaybolup giden tek kelimesi
bile yoktur.
Evren öyle kesin bir disiplin içindedir ki, bu disiplinin gözümüzle
görebildiğimiz veya daha doğrusu ilmin ve aklın kanıtlayabildiği
bir cephesi vardır, bir de ilmin ve aklın asla ulaşamayacağı,
açıklayıp tanımlayamayacağı diğer bir cephesi daha vardır. İşte bu
görünmeyen cepheyi melekler ordusu oluşturmaktadır. Mü’min
olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından biri de bu gerçeğe inanmaktır.
Dolayısıyla meleklere inanmamak, Allah’a, peygamberlere,
kitaplara ve âhiret gününe inanmamakla eş değerdedir.
Meleklere inanan bir müslüman, meleklerin kendisini takip
ettiğini, gözetlediğini, iyilik ve kötülüklerinin yazıldığını bilir. Ve
bu bilinçle davranışlarına çeki düzen verir. Böylece, meleklere
olan inancımız bizi kötülük ve günah yapmaktan vazgeçirir.
Melekler Hakkında Düzeltilmesi Gereken
Bazı Yaklaşım ve Bâtıl İnançlar
Müşrikler Allah’a şirk koşarlarken, bazıları görünen maddî
cisimleri, bazıları da görünmeyen mânevî cisimleri Allah’a eş tutuyorlardı.
İşte, mü’minin melek kabul ettiği varlığı müşrikler tanrı,
tanrı çocukları veya tanrı kızları olarak kabul edebilmektedir.
Mü’min, meleklerin dişi veya erkek olmadığına inandığı gibi, o
meleklerin kendi nam ve hesaplarına hiçbir yetkiye sahip bulunmadığına
da inanır. Onlara tapmak, onlardan yardım istemek, yani
onlara duâ etmek insanlar için küçüklük olur. Çünkü ilk insanın
yaratılışında Allah, onları Âdem’in (a.s.) önünde secde ettirdi. Ve
Hz. Âdem’e onlardan fazla bilgi verdi. Sonra da Hz. Âdem’i yeryüzüne
halife yaptı. İnsan için, kendisine secde etmiş bir mahlûktan
120 82/İnfitar, 10-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 30 -
yardım istemek ve ona tapmaktan daha büyük bir zillet olur mu?
Meleklerin erkeklik ya da dişilik gibi bir özellikleri sözkonusu
değildir. Buna rağmen câhiliyye döneminde meleklerin dişi
olduğu ileri sürülüyor, hatta onlara -hâşâ- Allah’ın kızları deniliyordu.
Allah, bu yakışıksız isnadları şu âyetlerle reddetmiştir:
“Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişi sayıyorlar. Yoksa nasıl
yaratıldıklarını mı gördüler?! Bu (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve onlar
sorgulanacaklardır.”121; “Şimdi de sor onlara: ‘Rabbine kızlar da onlara
oğlanlar mı?!”122 Günümüzde de batılılardan esinlenerek melekleri
bayan gibi düşünen, kızlarına “Melek” ismi veren, güzel bir
bayanın meleğe benzediğine dair şiirler yazıp söyleyen, şarkılar
mırıldanan insanlara rastlayabilmekteyiz. Bunlar, İslâm itikadı açısından
çok vahim manzaralardır.
Ölüm meleği olduğu için Azrâil’in adı insanlar arasında âdeta
korku sembolü haline gelmiştir. Dolayısıyla bazı kimselerin bu meleğe
karşı duyguları olumsuzdur. Ancak bu düşünce hem yersizdir,
hem de iman gerçeğiyle uyuşmaz. Çünkü iman, ayrıca sevgi, saygı,
bağlılık ve teslimiyet ister. Azrâil, Allah’ın, can almak için görevlendirdiği
bir melektir. Dolayısıyla can almak onun görevidir. Her
şey gibi, canımızın da sahibi Allah’tır. Can, Allah’ın bize bir çeşit
ödünç olarak verdiği bir emanetidir. Emanet, bir gün gelir, asıl
sahibine iade edilir. Her nefis, ölümü tadacak, her emanet sahibini
bulacaktır. Azrâil, bu konuda sadece görevini yapmaktadır.
Onun hiç kimseye karşı özel bir düşmanlığı da yoktur. Bu nedenle,
Allah’ın bütün elçileri gibi Azrâil’i de saygıyla anmak imanımızın
gereğidir. Allah’ın selâmı O’nun ve diğer bütün elçilerinin üzerine
olsun.
Azrâil’in bu kadar kalabalık bir dünyada kıtalar ve ülkeler arasındaki
büyük mesafeleri nasıl aştığı ve aynı anda birçok insanın
ruhunu nasıl alabildiği bazı kimseler tarafından daima merak konusu
olmuştur. Mânevî âlemi, maddî durumlara bire bir uydurmanın
getirdiği yanlıştır bu. Eski çağların insanları için düşünce ve
teknik açılımları yönüyle bu soru, bir yönüyle mâkul olsa bile; günümüzün
baş döndürücü açılımları, dünyanın bir ucundan bilgisayarlara
bilgi aktarılabildiği veya virüsler ulaştırılabildiği bir zaman
diliminde bu tür soruların cevap vermeye değmeyecek yersizlikte
olduğunu vurgulamak gerekmektedir.
121 43/Zuhruf, 19
122 37/Sâffât, 149
MELEK
- 31 -
Melek Konusuyla İlgili Ayet-i Kerimeler
A Melek, Tesniyesi Melekeyn ve Çoğulu Melâike Kelimelerinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 88 Yerde): 2/Bakara, 30, 31, 34, 98, 102, 161,
177, 210, 248, 285; 3/Âl-i İmrân, 18, 39, 42, 45, 80, 87, 124, 125; 4/Nisâ, 97,
136, 166, 172; 6/En’âm, 8, 8, 9, 50, 93, 111, 158; 7/A’râf, 11, 20; 8/Enfâl, 9,
12, 50; 11/Hûd, 12, 31; 12/Yûsuf, 31; 13/Ra’d, 13, 23; 15/Hıcr, 7, 8, 28, 30;
16/Nahl, 2, 28, 32, 33, 49; 17/İsrâ, 40, 61, 92, 95, 95; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ,
116; 21/Enbiyâ, 103; 22/Hacc, 75; 23/Mü’minûn, 24; 25/Furkan, 7, 21, 22,
25; 32/Secde, 11; 33/Ahzâb, 43, 56; 34/Sebe’, 40; 35/Fâtır, 1; 37/Sâffât, 150;
38/Sâd, 71, 73; 39/Zümer, 75; 41/Fussılet, 14, 30; 42/Şûrâ, 5; 43/Zuhruf, 19,
53, 60; 47/Muhammed, 27; 53/Necm, 26, 27; 66/Tahrîm, 4, 6; 69/Haakka,
17; 70/Meâric, 4; 74/Müddessir, 31; 78/Nebe’, 38; 89/Fecr, 22; 97/Kadr, 4.
B Meleklere İman Etmekle İlgili Âyetler
1. Meleklere İman Etmek: Bakara, 97-98, 177, 285.
2. Meleklere Düşmanlık Edenler: Bakara, 97-98.
3. Melekleri İnkâr: Nisa, 136.
4. Meleklerin Mâhiyeti
5. Melekler ve Yaratılışları: Bakara, 30, 32; 34, 255; Al-i İmran, 39; En’am,
93; Ra’d, 11; Enbiya, 22, 26; Hacc, 75; Furkan, 25, 59; Fâtır, 1; Zümer, 76;
Mü’min, 15; Zuhruf, 16-17; Hadîd, 4; Kalem, 1; Meâric, 3-4; Müddessir, 31;
Mürselât, 1-6; Tekvir, 20-21. 23.
6. Melekler, Allah’ın Kuludurlar: Enbiya, 23.
7. Meleklerin Erkeklik ve Dişilikleri Yoktur: Zuhruf, 19; Necm, 27-28.
8. Meleklerin Kanatları: Fâtır, 1.
9. Mele-i A’lâ: Saffat, 8-9, Sâd, 69, Nebe’, 38.
10. Meleklerin Makamları: Saffat, 164; Mü’min, 7.
11. Meleklerin Yaptıkları İşler
12. Melekler, Savaşta Mü’minlere Yardım Eder: Al-i İmran, 123-126; Enfal,
9-13, 50; Tevbe, 25-26; Ahzab, 9; Feth, 4, 7.
13. Melekler, İnsanların Amellerini Yazarlar: En’am, 61; Kaf, 17-18; İnfitar, 10-
11.
14. Melekler, Allah’ı Zikrederler: A’raf, 206; Nahl, 49-50; Enbiya, 19-20; Saffat,
165-166; Mü’min, 7; Fussılet, 38; Şûrâ, 5.
15. Melekler, Allah’a İtaat Ederler: Enbiya, 27-28.
16. Melekler, Peygamber’e Salevat Getirirler: Ahzab, 56.
17. İnsanı Gözetleyen Melekler Vardır: Târık, 1-4.
18. Melekler, İş Bölümü İle Görev Yaparlar: Zâriyat, 4.
19. Meleklerin Mü’minler İçin Duaları: Mü’min, 7-9; Şûrâ, 5.
20. Meleklerin Şefaati: Enbiya, 28; Sebe’, 23; Necm, 26.
21. Büyük Melekler
22. Cebrail İle İlgili Ayetler: Bakara, 87, 253; Nisa, 171; Maide, 110; Nahl, 2,
102; İsra, 85; Meryem, 17, 19; Enbiya, 91; Şuarâ, 193; Mü’min, 15; Şûrâ,
193; Mü’min, 15; Şûrâ, 52; Necm, 5-6.
23. Kur’an’ı Cebrail İndirmiştir: Bakara, 97; Nahl, 102; Şuarâ, 193-194; Tekvir,
15-24.
24. Kur’an’ı Peygamber’e Cebrail Öğretmiştir: Necm, 5.
25. Cebrail’in Peygamber’e Görünerek Vahiy Getirmesi: Necm, 6-15.
26. Cebrail’e Ruhu’l-Emin Denilmesi: Şuarâ, 193; Nebe’, 38.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 32 -
27. Cebrail’in Görünüşü Güzeldir: Necm, 6.
28. Cebrail, Allah Yanında Şereflidir: Tekvir, 19-21.
29. Cebrail’e Düşmanlık Edenler: Bakara, 97.
30. Azrail, Eceli Gelenlerin Ruhlarını Alır: En’am, 61; Nâziât, 1-4.
31. Mikâil, Tabiat Olaylarını İdare Eder: Nâziât, 5.
32. (İsrâfil) Sûrun Üfürülmesi: En’am, 73; Kehf, 99; Tâhâ, 102; Mü’minun, 101;
Neml, 87; Yasin, 49-51; Zümer, 68; Kaf, 20, 41-43; Hakka, 13-15; Müddessir,
8; Nebe’, 18.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lutfullah Cebeci, Şûle Y. s. 1-183
2. Kur’an-ı Kerim’e Göre Melekler, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 4, s. 126-132
4. TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Y. (Al i Erbaş, M. Sait Özervarlı), c. 29, s.
37-42
5. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c, 13, s. 155-224
6. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 260-271
7. Mefâtihu’l-Ğayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Râzi, c. 2, s. 231-262; 342- 382
8. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 260-265
9. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 276-288
10. El-Melâike, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
11. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 125-134
12. Melek Girmeyen Evler, Ebû Huzeyfe İbrahim, Uysal Kitabevi Y.
13. Meleklere İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.
14. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 121-129
15. Kur’an’da Anlamı Kapalı Ayetler, Hüseyin Yaşar, Beyan Y. s. 213-224
16. İnsan ve İnsanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh/Yeni Ufuklar Y.
17. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s.
133-153
18. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 197-209
19. İslam’da İnanç Esasları, B. Topaloğlu, Y. Ş. Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y. s. 231-
250
20. İslam’ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 77-86
21. İslam’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dâvâ-Çağ Y. s. 135-
143
22. İslam’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y. s. 235-248
23. İslam Akaidi, A. Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 91-113
24. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y., s. 132-1
CİN
- 33 -
C İN
• Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
• Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
• Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
• Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
• Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
• Cin Sûresi
• Cinnet/Cünûn
• Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları
Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
• İfrît, Peri
• Gûl ve Gûlyabaniler
• Nazar Değmesi
• Sihir/Büyü
• Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
• Tütsüleme inancı
• Rukye İnancı
• Muskalar (Temâim)
“(Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum
Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten
biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona
iman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimize asla şirk/ortak koşmayacağız.” 123
Cinn; Anlam ve Mâhiyeti
Cin Kelimesinin Lügat ve Terim Anlamı: “Cin” ismi, Arapça
“cenne” kelimesinden gelir. Cenne: Örttü, gizledi, gölgeledi demektir.
Kelimenin aslı, bir şeyi duyulardan gizlemek anlamındadır.
Nitekim toprağı örtülmüş bağ ve bahçeye, aynı kökten gelen
cennet adı verilir. Cenin, ana rahminde saklı kalan çocuk, cenan,
göğüs içinde gizlenen kalp, cinnet ve cünûn, nefis ile akıl arasında
perde olan delilik anlamına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen
gizleme anlamı vardır. Gizlenmek, gizli kalmak, gözle görülmeyen
gizli kuvvetler anlamına gelen cin, bu esasa göre, izli yaratıklar
cinsine delâlet eden bir cins isimdir.
Cinlere gizlendiklerinden dolayı cin adı verilmiştir. Çünkü “ictinas”
gizlenmek anlamındadır. Cennet de ehlini ağaçlarıyla gizlediğinden
bu adı almıştır.
123 72/Cinn, 1-2
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 34 -
Kur’ân-ı Kerim’de cinn, cânn ve cinnet adlarıyla anılmışlardır.
Erkeklerine cinnî, dişilerine ise cinniyye adı verilir. Cinlerin bir tek
ferdine “cinnî” denir. “cânn” kelimesi cin ile eşanlamdır. Ğûl ve
ifrit cinlerin değişik türleridir.
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve
“nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz. Peygamber
(s.a.s.)’in bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen
ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah arasında
bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,124 onları Allah’ın
ortakları mertebesine çıkarırlar125 ve onlardan yardım dilerlerdi.126
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sabittir. Hatta cinler hakkında
başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu
madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan
ibaret değildir. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar.
Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne
iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde
bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin
varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek,
İslâm akîdesini zedeler.127
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler
konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız
Kur’ân-ı Kerim’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını
ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin
bilgiler ancak vahiy sayesinde insana ulaşmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de “Cin” kelimesi 22 kez, “Cinler” demek olan
(cinin çoğulu) “Cann” kelimesi 7 kez; Yine cinin çoğulu olan “Cinneh”
kelimesi de 10 kez geçmektedir. Bu âyetlerde cinler hakkında
verilen bilgiler, onları bize yeteri kadar tanıtmaktadır ve bir
kısmı ilginçtir. Bu bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Cinler, insanlardan önce ve (deri gözeneklerinden içeriye işleyebilecek
özellikte kavurucu ve zehirleyici özel bir) ateşten yaratılmışlardır.
128 Âyette “Nâru’s-Semûm” olarak adlandırılan bu ateşin
radyoaktif bir madde olabileceği akla gelmektedir. Ancak her
radyoaktif maddenin cin olduğunu kabul etmek güçtür. Örneğin
124 37/Sâffât, 158
125 6/En'âm, 128
126 62/Cumua, 6
127 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
128 15/Hicr, 27
CİN
- 35 -
insan topraktan yaratılmıştır. Ancak insan vücudu (biyolojik özellikleri
içinde) toprak olmadığı gibi, toprak da insan bedenini oluşturan
et, kan ve kemik gibi unsurların hiç biri cinsinden değildir.
Binaenaleyh denebilir ki ilâhî bir sistemle meydana gelmiş olan
bu dönüşümün geriye doğru uzayan halkalarından ilki topraktır.
Bir karşılaştırma ile cinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Yani cinler
de büyük olasılıkla mevcut özellikleri içinde radyoaktif madde değildirler.
Ancak yaratılmış oldukları temel madde “Nar’is-Semûm”
dur. Çünkü cinlerle haşir neşir olan insanlar vardır ki aralarında
süren sıkı ilişkilere rağmen bu kimseler ne kavrulmakta, ne de zehirlenmektedirler.
Ayrıca kötülük yapmış ve suç işlemiş cinlerin de
cehenneme girecekleri, yani ateşle cezalandırılacakları Kur’ân-ı
Kerim’de ifade edilmiştir.129 Bu da onların mevcut bedenleriyle
ateş olmadıklarını kanıtlamaktadır.
2- Allah (c.c.)’ın gönderdiği elçilere karşı düşmanlık eden insan
ve cinlerden şeytanların bulunduğu, Kur’ân-ı Kerim’de haber
verilmektedir.130 Unutulmamalıdır ki “Şeytan” adı, din terminolojisinde:
Vesvese veren, yoldan çıkaran, ayak kaydırmaya çalışan
ve daima suç işlemeye özendiren bir kişiliği sembolize eder. Bütün
bu nitelikler ancak akıl ve bilinçle birlikte söz konusu olabilir.
Âyetten çıkarılan bu sonuç ise cinlerin de aynen insanlar gibi akıllı
ve bilinçli olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca, “Ben, cinleri ve insanları
ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”131 mealindeki âyet-i
kerime de bu gerçeği teyid etmektedir. Çünkü akıl ve bilince sahip
olmayan varlıkların kullukla mükellef tutulması düşünülemez.
Kur’ân-ı Kerim’de cinlerin akıl ve bilinç sahibi olduklarına ilişkin
daha başka kanıtlar da vardır.
3- Cinlerden bir grubun Kur’ân dinledikleri, hatta o sırada
birbirlerine: “Susun, dinleyin!” diye uyarıda bulundukları, okuma
sona erince de kendi topluluklarına dönerek bu olayı anlatıp onları
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) dâvetine uymaya çağırdıkları yine
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmaktadır.132 Bundan anlaşılıyor ki cinlerin
de mü’minleri ve kâfirleri vardır. Elbett ki buna bağlı olarak iyileri
ve kötüleri de vardır. Nitekim Cin Sûresi’nin 11-15. âyetlerinde
bu konu gâyet açık bir şekilde anlatılmıştır. Bu bilgiler sayesinde
cinlerin de aynen insanlar gibi mükellef olduklarını, Allah’ın (c.c.)
emir ve yasaklarına uyanlarının ödüllendirileceğini, suçlularının
ise cezaya çarptırılacağını anlıyoruz.
129 32/Secde, 13
130 6/En’âm, 112
131 51/Zâriyât, 56
132 46/Ahkaf, 29, 30, 31
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 36 -
4- Cinler insanları görür, Fakat insanlar cinleri göremezler “...
Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi görürler.”.
133 Yapıları bakımından sahip bulundukları ayrıcalıklar sayesinde
insanların yapamayacağı olağanüstü işleri başarırlar. Örneğin,
çok uzak mesafelere anında ulaşırlar. 134
Cinlerin gizliyi bildiklerine ilişkin kanaat doğru değildir. Gizliyi,
Allah’dan ve O’nun haberdar ettiği kimselerden başkası bilemez.
135 Bazı kimselerin, ilişki kurdukları cinler aracılığıyla gizli
şeyleri öğrendiklerine ilişkin kanaatin iç yüzü şöyledir:
Gizlilik, göreceli bir meseledir. Örneğin, birinin zihnindeki düşünce
ve inançlar, Allah’dan başka ne insan, ne de cin tarafından
asla bilinemez. Herhangi bir yerde gizli ya da saklı bir şeyi keşfetmeye
gelince bu, imkânlara ve şartlara bağlıdır. Araştırmak ve
araç kullanmakla gizli bir maddeyi, bir rezervi, ya da bir bilgiyi
elde etmek, yerine göre mümkün olabilir. Örneğin bir defineyi
ortaya çıkarmak için insan hangi yollara başvuruyor ise cin de aşağı
yukarı aynı yolları izlemek durumundadır. Şu varki cin, yapısı
itibariyle daha seri ve daha esnektir. Bu sayede insanın giremediği
dehlizlere, karanlık, dar, sarp ve çetin mevkilere cin rahatlıkla girebilir;
Yüksek, kuytu, derin, uzak ve elverişsiz arazilere ulaşabilir.
Fakat insanın, cinleri öyle her istediği konuda kullanabileceğine,
dilediğini onlara yaptırabileceğine ya da cinlerin, her istedikleri
şeyi yapabileceklerine ihtimal vermemek gerekir. Aksi halde onlarla
ilişki kuranlar, başta stratejik merkezler, devlet arşivleri, hazineler,
borsalar ve bankalar olmak üzere dünyadaki zenginlik ve
sır kaynakları üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabilecek ve
insanlığın nizam ve düzenini altüst edecek, dünyayı oyuncak haline
getireceklerdi. Cinler gerçekten aramızda dolaşıyor olsalar bile
onların da mutlak sûrette uymak zorunda oldukları kesin kayıtlar
ve kurallar, ya da asla aşamayacakları doğal engeller vardır.
5- Cinlerde üreme vardır, onlar da çoğalırlar.136 Ancak nasıl yaşadıklarını
ve nasıl çoğaldıklarını bilemiyoruz. Cinlerle evlilik kurduklarını
ileri süren insanlara inanmak güçtür. Özellikle Allah’ın
emir ve yasaklarına uymayan insanların hemen hepsi de şeytanların
etkisi altındadırlar ki şeytanlar cinlerin, ahlâksız, suçlu ve
günahkârlarıdır. Bunu Kur’ân-ı Kerim de doğrulamktadır. Ezcümle
133 7/A’râf, 27
134 27/Neml, 39
135 3/Âl-i İmran, 179; 6/En’âm, 50, 59; 7/A’râf, 188; 10/Yûnus, 20; 11/Hûd, 31,
123; 16/Nahl, 77; 18/Kehf, 26, 27/Neml, 65; 34/Sebe’, 14; 52/Tûr, 41, 53/
Necm, 35, 68/Kalem, 47, 72/Cinn, 26
136 18/Kehf, 50
CİN
- 37 -
En’âm Sûresi’nin 128’inci âyet-i kerimesi’nde: Allah Teâlâ’nın, bütün
cinleri ve insanları bir araya toplayacağı kıyamet gününde
cinlere, birçok insanları elde ettiklerini açıklayacağı ifade edilmektedir.
Yine aynı âyette onlarla dostluk kuran insanların da “Ey
Rabbimiz! -gerçekten- karşılıklı olarak birbirimizden yararlandık ve bize
verdiğin sürenin de sonuna ulaşmış bulunuyoruz.” diye itirafta bulunacakları,
o sırada Allah Teâlâ’nın da: “(öyle ise) Durağınız ateştir!”
diyeceği anlatılmaktadır.
Bu âyetin ışığında diyebiliriz ki birçok kimsenin insanlık kaydından
sıyrılmasında, çeşitli suç ve günahların işlenmesinde, vahşetlerin,
tecavüz ve katliamların arka planında cinlerin rol oynadıkları
ihtimali vardır.137
Cinlerin Varlıkları ve Bunun Delilleri:Cinlerin varlıkları Kitap
ve Sünnetle sâbittir.
1) Kitaptan Delili: Cin sûresine ek olarak, Kur’ân-ıKerim’in birçok
yerinde onlardan bahsetmiştir. Onlardan birkaçı:
“Ben cinleri ve insanları sadece bana ibâdet etsinler diye yarattım.”138
“Hani cinlerden bir grubu Kur’ân-ıdinlemeleri için sana yöneltmiştik.”139
2) Sünnetten Delili: Sünnet-i Nebeviye’de de cinlerin varlıklarını
isbat eden ve onlardan haber veren birçok hadis-i şerif vardır.
Onlardan bir kaçı:
“Rasûlullah (s.a.s.) ashâbından bir cemaatle birlikte Ukaz panayırına
gitmeğe kastederek yola çıktılar. O tarihte şeytanlara gökten
haber almak yasaklanmış; üzerlerine göktaşları atılmış, bunun
üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara:
“Size ne oldu?” demişler. Şeytanlar: “Semadan haber almaktan
men edildik. Üzerimize göktaşları gönderildi.” diye cevap vermişler.
Kavimleri: “Bu mutlaka yeni meydana gelmiş birşeyden olacak.
Siz hemen yeryüzünün doğusunu batısını dolaşın da bakın semadan
haber almamıza mâni olan bu şey nedir?” demişler. Tıhame
taraflarını tutan takım Ukaz panayırına gitmekte olan peygamber
(s.a.s.) Nahle denilen yerde ashâbına sabah namazını kıldırırken
onun yanına uğramışlar. Cinler Kur’an’ı işitince onu dinlemişler ve
(birbirlerine) semadan haber almanızı engelleyen işte budur.” demişler.
Sonra kavimlerine dönerek: “Ey kavmimiz! Biz doğru yolu
gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik. Ve ona iman ettik, bundan
137 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları, 321-325
138 51/Zâriyât, 56
139 46/Ahkaf, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 38 -
sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi şirk koşmayacağız.” demişler. Bunun
üzerine Allah Azze ve Celle Peygamberimize (s.a.s.): “De ki:
Bana cinlerden bir takımının (okuduğu) Kur’an’la dinledikleri vahiy olundu.”
âyetini inzâl etti. 140
Cinlerin Mükellef Oluşu: Cinler de dünya ve âhiret ahkâmı itibariyle
insanlar gibi mükellef olup onlara da peygamberler gönderilmiştir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 141
“Ey cin ve insan topluluğu; size, içinizden, âyetlerimi anlatan ve şu
(korkunç haşr) gününüzün geleceğini haber verip sizi korkutan peygamberler
gelmedi mi?” 142
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini)
dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman
ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 143
“Şu vakti de hatırla ki, cinlerden bir kısmını Kur’an dinlesinler diye
sana sevketmiştik. Onlar (Peygamber’in huzurunda) Kur’an dinlemeye
hazır olunca (birbirlerine): “Susunuz (dinleyiniz)” dediler. Kur’an okunması
bitirilince de döndüler ve inzâr etmek üzere kavimlerine gittiler. Ey
kavmimiz, dediler: Biz bir kitap dinledik. Mûsâ’dan sonra indirilmiş. O,
kendisinden öncekini tasdik ile hakka ve doğru bir yola hidâyet ediyor.
Ey kavmimiz, Allah’ın dâvetçisine icabet ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızdan
bir kısmını mağfiret etsin ve sizi elem verici bir azaptan
korusun ve her kim Allah’ın dâvetçisi (Peygamberi)ne icabet eylemezse
arzda aciz bırakacak değildir. Ve ona ondan başka sahip olacak veliler de
yoktur. Öyleleri açık bir dalâlet içindedirler.” 144
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları
göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama
Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?”145
Bu âyetler her iki varlığın yaratılış gayesinin Allah’a ibâdette
bulunmak olduğunu ve âhirette sorumlu tutulacaklarını bildirir.
Peygamberimizi Kur’an okurken dinleyen bir kısım cinlerin,
kavimlerine vardıklarında şu sözleri söyledikleri haber verilir: “Biz
140 Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Y., 66-67
141 51/Zâriyât, 56
142 6/En'âm, 130
143 72/Cinn, 13
144 46/Ahkaf, 29-32
145 55/Rahmân, 31-34
CİN
- 39 -
hakiki hayranlık veren bir Kur’an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor.
Bundan dolayı biz de ona iman ettik. Rabbimize bundan sonra hiç
bir şeyi asla ortak tutmayacağız.”146 Bir başka âyet-i kerimede, peygamber
efendimizi dinleyen cinlerin bir kısmının salih müslümanlar
olduğu, bir kısmının böyle olmadığını söyledikleri beyan edilir.
“Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz ise zulmedenlerdir. Müslüman
olanlar, işte onlar doğru yolu arayıp bulanlardır. Zulmedenlere gelince
onlar da cehenneme odun oldular.”147
İmam müslim’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerif’in meali şöyledir:
İbn Mesud diyor ki: “Bir gece Rasûlullah ile beraberdik, derken
aramızdan kayboldu. Vadilerde, dağlarda aradık, bulamadık. Bu
yüzden bütün geceyi endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabaha erdik.
Bir de baktık ki o Hira’dan geliyor. Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik,
aradık bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde
geçti. Şöyle buyurdu: “Bana cinden dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim,
onlara Kur’an okudum.” 148
Cinlerin mü’min olanları mü’minlerle beraber cennette, kâfir
olanları kâfirlerle beraber cehennemdedir.
Cinler Gaybı Bilebilirler mi? Cinler gaybı bilemezler. Çünkü
gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Ancak Allah, peygamberlerden
bazı seçkin kullarına bunun bilgisini verebilir: “...Gaybı bilen
ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”149 “...Eğer
cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” 150
Bazı sihirbaz ve büyücüler, cinlerin kâfir olanlarını kullanarak
kendilerine has bir yolla sihir ve büyü yaparlar. Sihir ve büyü yapmak
İslâm’a göre haramdır, büyük günahlardandır.
Rasûlullah Cinleri Gördü mü? Hadis râvileri Rasûlullah’ın (s.a.s.),
cin’i görüp görmediği konusunda farklı görüştedirler. Müslim’de,
Abdullah İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Peygamber Efendimiz
cinni’lerin dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşad
etmiştir. Buhârî ve Müslim’in, İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise,
Hz. Peygamber ashâbıyla “Ukaz” panayırına giderken “Nahle”de
sabah namazını kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’an dinlemiş ve
müslüman olmuştur. Bu durumu Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
Efendimize Cin sûresinin ilk âyetlerinde haber vermiştir. 151
146 72/Cinn, 1-2
147 72/Cinn, 14-15
148 Hasan Basri Çantay, Meal-i Kerim, 7/A’râf, 20: 3/1075
149 72/Cinn, 26-27
150 34/Sebe’, 14 ; bk. 72/Cinn, 8-10
151 72/Cinn, 1-3
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 40 -
Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlar: İbn
Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda, cinni görmemiş;
onların Kur’an dinleyip müslüman olduklarını, Cenâb-ı Hak
daha sonra haber vermiştir. Fakat bu olayla İbn Mes’ud’un rivâyet
ettiği olay farklıdır. Nitekim İbn Mes’ud (r.a.) şöyle demiştir: “Bir
gece Hz. Peygamber (s.a.s.) ile beraberdik. Derken aramızdan kayboldu.
Vadilerde, dağlarda aradık bulamadık. O geceyi hep endişe
içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki Hîra tarafından
geliyor. “Ya Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık bulamadık. Bu
yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti.” şöyle buyurdu: “Bana
cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber gittim. Onlara Kur’an okudum.”
152
Cinlerin Yaratılışları, Özellikleri ve Mâhiyetleri: Cinler insanlar
gibi mükellef ve akıllı yaratıklardır. Fakat insan yapısından farklıdırlar.
Duyu organlarıyla anlaşılmazlar. Tabiatları üzere ve gerçek
şekilleriyle görünmezler.
Cinler insanlardan önce yaratılmışlardır, Kur’ân-ı Kerîm’de
çok zehirli, dumansız alevli bir ateşten yaratıldıkları haber verilir:
“Cânnı da, daha önce çok zehirli ateşten yarattık.” 153
Cinlerin erkek ve dişi olanları vardır. “İnsanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kişilere (ricâle) sığınırlar…”154 âyeti bunu ifade eder.
Cinler de insanlar gibi evlenirler, çoğalırlar, zürriyetleri de olur,
yerler, içerler. İhtiyarı, genci vardır. Cinler de mükellef olup insanlar
gibi Allah’ın emir ve yasaklarına uymak zorundadırlar:
Cinlerin yaratılışları türlü şekillere girmeye, ağır işler görmeye
elverişlidir. Nitekim Kur’an’da ifade olunduğuna göre,155 Hz.
Süleyman Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmek isteyince, bir cin,
daha sen makamından kalkmadan ben sana onu getiririm, benim
herhalde buna yetecek gücüm var demiştir. Süleyman (a.s.)
Kudüs’te, getirilecek taht Yemen’deydi. Onu bir saniyede getirmek
büyük bir hız ve güce sahip olmak demekti. Aslında görünmeyen
cinnin Hz. Süleyman’la karşılıklı konuşması ise onun gözle
görülebilecek bir sûrete girdiğini ifade eder. Süleyman peygamber,
cinleri ağır ve güç işlerde çalıştırmıştır. Cinler bir keresinde
Süleyman’a (a.s.) mahkûm olmuşlardı. “Süleyman (a.s.)’ın önünde,
Rabbı’nın izniyle iş gören bazı cinler de vardı. İçlerinden kim bizim em-
152 Kurtubî, el-Câmî'li-Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, 19/2 vd ; Şâmil İslam Ansiklopedisi,
1/315
153 15/Hicr, 27
154 72/Cinn, 6
155 27/Neml, 39
CİN
- 41 -
rimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabdan tattırdık. Onlar Süleyman’a
kalelerden, heykellerden havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan
ne dilerse yaparlardı.” 156
Cinlerin mü’minleri ve kâfirleri vardır. Mü’minleri cennete;
kâfirleri cehenneme gidecektir. Cinlerin mü’minleri insanlara faydalı,
kâfirleri de zararlı olurlar. Cinler de insanlar gibi Allah’ın emir
ve yasaklarına uymak zorundadırlar. Kur’ân-ıKerim onların da kitabıdır,
onlar da Kur’ân-ıKerim’i dinlerler. “Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size âyetlerimi okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle
sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi?”157 “(Rasûlüm!) De ki:
‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’an’ı) dinleyip de şöyle
söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade
güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona iman ettik. (Artık) kimseyi
Rabbımıza asla ortak koşmayacağız. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız
(İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı
da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını arttırırlardı. Doğrusu,
biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat onu sert bekçilerle, alevler ve
meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler,
kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü yollar tutmuştuk. İçimizde,
(Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var.” 158
Cin ve Şeytanın İnsan ile Olan Münâsebetleri: İnsanları aldatarak,
küfre ve sapıklığa yöneltmeğe ve onların ahlakını bozmaya
çalışan şeytan, insanın açık bir düşmanıdır. 159
Eskiden müşrikler, ilahî sırları bildiğini sandıkları ve bu sebeple
korktukları cinleri ilâhlık derecesine çıkarırlardı. Dev, gulyabani,
şeytan, peri, cin ve melek adıyla andıkları, hayra veya şerre kaadir
sandıkları esrarengiz ruhanî yaratıkları ilah kabul ederek, onlara
tapınırlardı. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler,
câhiliyye Arapları ve diğer müşrikler, görülmeyen gizli yaratıklar
olan cin ve şeytanları Allah’a ortak koşar, O’na oğullar ve kızlar
uydururlardı.
Bazı insanların zannettiği gibi cinler ve şeytanlar, ne göklere
yükselirler, ne İlahî sırları kulak hırsızlığı yapıp öğrenerek yeryüzüne
inerler. Bu, onların ne görevidir, ne de buna güçleri yeter. Bununla
birlikte, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî
156 34/Sebe’, 12-13; Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314 ; A. Lütfi Kazancı, İslam
Akaidi, Marifet Y., 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza
Y., 65
157 6/En’âm, 130
158 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
159 2/Bakara, 168; 5/Mâide, 91; 36/Yâsin, 60-61
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 42 -
ve âdi olayları görür ve bilirler. Fakat, cinlerin şeytanlıklarına kapılarak
ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilasına düşmemeli,
kötü tasarrufuna girmemelidir. Cinlere verilen tasarruf
kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir
ve bunların hepsi ilahî kudret önünde bir hiçtir. Onun içindir ki,
Allah’a ihlâsla iman eden gerçek mü’minler onlardan korkmazlar
ve istilalarına uğramazlar. Çünkü Kur’ân-ıKerim’in nuru onları
yakar.
Cin ve Şeytanın Varlığı Akla Ters Değildir: Saf ateşten yaratılan
ve insan gözüyle görülemeyen cinler ile, aynı cinsten olduğu
Kur’an’da haber verilen şeytanın gizli varlıklar oldukları, varlıkları
Kur’an’la sabittir. Bu konuda birçok âyet ve Kur’an’da “Cin
sûresi” adıyla anılan müstakil bir sûre vardır. Cinlerin varlığını Hz.
Peygamber de haber vermiştir. O halde, bizim müslüman olarak,
muhkem âyetler ve sahih hadislerle var olduğu bildirilen cin ve
şeytanın, Allah’ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız
gerekir.
Şer’an sâbit olan meleklerin varlığını inkâr etmeyen insan aklı,
aynı sebepten, varlığı şer’an sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez.
Çünkü bu husus, aklen muhal değildir. Cinlerin de cismanî bir
bünyesi olabilir. Fakat bizim her bünyeyi görmemiz zaruri olmadığı
gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz’ünü göremediğimiz
bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye
sahip birçok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim
mikroplar var olduğu halde, onları çıplak gözle göremeyiz.
Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar
bulunduğu gibi, araç ve âletle bile hissedemeyeceğimiz gizli varlıklar
bulunabilir.
Esasen, bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri henüz keşfedemediğimiz
bir gerçektir. O halde çok geniş olan kâinatta, duyularımızdan
gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların
bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmaya
kaadir olan Allah’ın yarattıklarının, yalnız gözümüzle veya
âletlerle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük
gaflet olur. Bu ise, yüce Allah’ın ilahî kudretini ve evrenin kapladığı
alanı bilmemekten başka bir şey değildir.
Şeytan-Cin İlişkisi: Şeytan da cinlerdendir. Allahu Teâlâ kendisini
Hz. Adem’e (a.s.) secde etmekle mükellef tutmuş; şeytan ise,
kendisinin ateşten, Adem’in topraktan yaratıldığını ileri sürerek
secde etmemiştir. Bunun üzerine Allahu Teâlâ onu rahmetinden
CİN
- 43 -
kovmuş o da kâfir olmuştur.160 Şeytanların amiri durumundaki
şeytana İblis denir. Şeytan, insanları azdırmak için çeşitli yollara
başvurur. Ondan sakınmak gerekir: “Ey Âdemoğulları, Şeytana tapmayın.
Çünkü o sizi Rabbınız’dan ayıran bir düşmandır, diye size emretmedim
mi?”161 “Şeytan sizin için yaman bir düşmandır. Bu sebeple siz de
onu düşman edinin.” 162
Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurmuşlardır: “Allah sizden
her biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Size de mi yâ
Rasûlallah?” diye sorduklarında, Rasûlullah: “Bana da ancak Allah
ona karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o, bana ancak
hayır emrediyor.” Buyurdu.163
Cinleri Kabul ve Reddedenler: Felsefecilerin çoğu, özellikle
İbn Sina ve Farabî cinlerin varlığını kabul etmezken; bazıları bunu
kabul etmişlerdir. Bunlar cinlere süflî ruhlar adını vermektedirler.
Bunların ervâh-ı felekiyyeden daha süratli cevap verdiklerini fakat
onlardan daha zayıf olduklarını iddia etmişlerdir.
Buna karşılık peygamberlere inanan ve belli şerîatlara sahip
olan milletler, cinlerin varlığını tereddütsüz kabul etmişler; ancak
mâhiyetleri hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimileri;
cinler, havâî, yani rüzgârdan yaratılmış, çeşitli şekillere girebilen
canlılardır, demişlerdir. Bazıları ise bunların, cevher olduklarını;
â’râz ve ecsâm olmadıklarını söylemişlerdir. Bu cevherleri de
mâhiyetleri muhtelif bazı kısımlara ayırmışlardır: Bazıları iyi, salih
ve hayırseverdirler. Bazıları ise kötü, aşağılık ve kötülükseverdirler.
Sayılarını ancak Allah bilir.
Bazı fırkalar da cinlerin cisim olmakla beraber, mâhiyetlerinin
farklı, sıfatlarının bir olduğunu söylemişlerdir. Sıfatları ise uzayda
yer kaplamaları; uzunluk, genişlik ve derinlik gibi üç boyutlu olmalarıdır.
Cinler; latif, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar. Hevâî
cism-i latîflerin, mâhiyet itibariyle, diğer cisim türlerine benzemesi
imkânsız bir olay değildir. Binaenaleyh bunların, kendilerine özgü
ilimleri vardır, insanların yapamayacakları acaip ve zor işleri yapabilir,
çeşitli şekillere girebilirler. Bu da Cenâb-ı Allah’ın onlara bu
gücü vermesi sayesinde olur. Bazı fırkalar da, cisimlerin mâhiyet
itibariyle birbirine eşit olduğunu, hayat için bünyenin şart olmadığını
söylemişlerdir. İmam Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ile izleyicileri bu
görüştedirler.
160 2/Bakara, 34
161 36/Yâsin, 60
162 35/Fâtır, 6
163 et-Tâc, 5/233
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 44 -
Mu’tezile ise bu görüşü ve buna paralel olarak cinlerin varlığını
kabul etmemiştir. Bunlar, hayat için bünyenin şart olduğunu,
zor işler yapabilmek için bünyenin katı olmasını bir şart olarak
ileri sürmüşlerdir. Bu görüş, çoğunluk tarafından reddedilmiştir.
Çünkü bu görüşte olanlar, harikulâde olayları inkâr, varlığı kitap
ve sünnet ile sâbit olan şeyleri reddetmiş oluyorlar. 164
Şeytan ile Cin Hakkında Söylenenler: Zaman zaman şeytan ve
cin hususlarında çeşitli sorular sorulup, münâkaşalar yapıldığına
şahid oluruz. Cin ve şeytanı mikrop, bakteri gibi gözle görülmeyen
maddî küçük mahlûkatla te’vil etmeye çalışan imânı nâkıs dar
anlayışlar olduğu gibi, külliyen reddetme cihetine giden münkir
imansızlar da vardır. Hemen belirtelim ki, cin ve şeytanı mikrop,
bakteri, virüs gibi maddî varlıklarla karşılaştırmak, onlarla izah etmek
büyük hatadır, şahsî, beşerî, arzî bir te’vildir, dinî dayanaktan
mahrumdur. Yapılan açıklamaların semâvî ve mûteber olabilmesi
için Kur’ân veya sünnetten bir dayanağa sahip olması gerekir.
Cin ve şeytanın varlığını inkâr etmek küfürdür. İmanla bağdaşamaz.
Mâhiyetleri ile alâkalı açıklamalara gelince, bazı hususlarda
nas mevcut ise de, bazı hususlar kapalıdır ve âlimler de farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım merakı izâle edecek kadar
bazı açıklamaları kaydediyoruz:
Şeytan kelimesi, “salâh ve hayırdan uzak oldu” manasına gelen
şatane fiilinden müştak olduğu kabul edilir. Arap dilinde şer
ve kötülükte ileri giderek mensub olduğu sınıfta temayüz eden,
benzerlerinin dışına çıkan herşey için kullanılmıştır. Bu sebeple,
insan, hayvan vb. görünen mahlûkatın şerirlerine şeytan dendiği
gibi, görünmeyen mahlûkatın şerirlerine de şeytan denmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de insanî ve cinnî şeytanlardan muhtelif âyetlerde
söz edilmiştir. Hadislerde bir kısım kötülükler de şeytana teşbih
edilmiştir. Hz. Ömer (r.a.) Şam’a geldiklerinde bindirildiği bir at,
altında çalım yapmaya başlayınca, hemen inmiş ve: “Beni bir şeytana
bindirdiniz” buyurmuştur.
Görünmeyen ve insanlara kötü telkînatlarda bulunarak onları
azıtan mahluk manasındaki şeytan, cin sınıfındandır. Bir başka
ifâdeyle bu mânâda şeytan cinlerin asi takımına denir. Ataları,
“Ben ateşten yaratıldım. Âdem ise topraktan yaratıldı, ateş topraktan
üstündür, dolayısiyle ben Âdem’den üstünüm” kuruntusuna
düşerek Cenâb-ı Hakk’ın “Âdem’e secde et!” emrine isyan eden
iblistir. Âlimler çoğunlukla “Şeytanlar cinlerin asi ve şer olanlarıdır”
demekte müttefiktirler.
164 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/315-316
CİN
- 45 -
Bazılarına göre cinlerin birçok sınıfı vardır: Mutlak zikredilince
cins sınıfı kastedilir, insanlarla beraber yaşayan cinnî’ye âmir, çocuklara
Musallat olan cinnîlere ervâh, bunların habis olanlarına
şeytan denilir. Kötülüğü bir derece artarsa mârid, daha da artarsa
ifrit denir.
Hadislerde, cin ve şeytan iki ayrı sınıfmış gibi ifâde edilmiştir.
Ancak meseleyi yakından tahlil eden muhakkık ulemâ, her ikisinin
de esâs itibâriyle bir nev’ olduğunu, biri kâfir kalarak şeytan, diğeri
iman ederek cin adını aldığını söylemiştir.
İblis’in lügat olarak iblâs kelimesinden geldiği kabul edilmiştir.
İblâs hayırdan me’yusiyet, pişmanlık ve mahzuniyet mânâsına gelir.
İblis de hayırdan son derece me’yus demektir. Çünkü Cenab-ı
Hakk, masiyeti sebebiyle bütün hayırdan mey’us, kovulmuş bir
şeytan kılmıştır. Şu halde iblisi de cinnîlerin bir sınıfı kabul etmek
gerekmektedir.
Ancak, cinlerin asılları hususunda da ihtilâf edildiğini belirtmemiz
gerekir. İbn Abbas (r.a.)’tan yapılan bir rivâyete göre, cinlerle
şeytanlar başka başka mahlûklardır. Cinlerin babası Cânn’dır.
İçlerinde mü’min ve kâfirleri vardır. Cinler ölürler. Şeytanların atası
ise İblis’tir, onlar ölmezler. Zamanı gelince ataları olan İblis’le
öleceklerdir.
Cinlerin asıllarıyla ilgili bir ihtilâf, âhirette hallerinin ne olacağı
hususuna da sirâyet etmiştir. “Cinler Cânn’ın neslidir” diyenlere
göre, onların mü’minleri cennete; kâfirleri cehenneme gidecektir.
“Cinler İblis’in zürriyetidir” diyenlerden Hasan Basrî’ye göre
mü’minleri cennete gidecektir; Mücâhid’e göre mü’minleri de
cennete gidemeyecektir. Âhirette onlara tıpkı hayvanlara denildiği
gibi, “Toprak olun” denecektir. İmam Âzam’ın da bu görüşte
olduğu söylenmiştir, ancak onun hiçbir beyanda bulunmadığı da
söylenmiştir.
Şâfiî, Malik, İbn Ebi Leylâ gibi sâir ulemâ ise iyilerinin
mükâfaat, kötülerinin de azab göreceklerini söylemişlerdir. Cinlerin
mâhiyetini açıklama sadedinde yukarıda kaydettiğimiz, çeşitlerine
dikkat çekildikten sonra: “Nevilerin sayısını Allah Teâlâ’dan
başkası bilmez” de denmiştir. Bazıları: “Mâhiyetleri muhtelif cisimlerdir,
ancak onları müşterek bir sıfat birleştirir, o da mekânda
hâsıl olmaları, uzunluk, genişlik, derinlik gibi üç buuda sahip bulunmaları,
lâtif, kesif, ulvî, süflî kısımlarına inkisam etmeleridir”
demiştir.
Cinler hakkında ileri sürülen ilâve bir açıklama da şöyledir:
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 46 -
“Latif ve hevâî bazı cisimlerin mâhiyet itibariyle diğer cisim nevilerine
muhâlif olmaları, onların, insanların mislini yapmaktan âciz
olacakları bazı acîb, yahud meşakkatli işler için hususi bir ilme ve
kudrete mâlik bulunmaları imkânsız değildir. Onlar muhtelif şekillere
bürünebilirler. Bütün bunlar, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın
kendilerine verdiği kudret sayesindedir.”
Cinlerin bu insanüstü gücünden insanların istifâde edebileceğine
Kur’ân-ı Kerim’de işaret vardır. Nitekim Hz. Süleyman (aleyhisselam)
cinlerden istifade etmiş, emrinde istihdâm etmiş, onları
asker olarak165 müşâvir olarak,166 kullanmıştır.167
İslâm’dan önce Arabistan’da cinler, çölün “satyre” ve
“nymphe”leri idi. Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını temsil ediyorlardı. Fakat Hz.
Peygamber’in (s.a.s.) bey’ati esnasında cinler önemli ve bilinmeyen
ilâhlar arasına girmekte idiler. Mekke Arapları cinler ile Allah
arasında bir nesep yakınlığı bulunduğunu söylerler,168 onları
Allah’ın ortakları mertebesine çıkarırlar169 ve onlardan yardım dilerlerdi.
170
Cinin varlığı Kur’an ve sünnet ile sâbittir. Hatta cinler hakkında
başlı başına bir sûre mevcuttur. Hayat sahibi yaratıklar yalnız şu
madde dünyasındaki insanlarla, çeşitlerini bilemediğimiz hayvanlardan
ibaret değildir. Bir de ancak peygamberlerin ve asfiyâ (dinde
yüksek mertebe sahibi kimseler)’nın gördüğü varlıklar vardır
ki, bunlar melekler ile cinlerdir. Bunlar çeşitli şekillere girecek vaziyette
yaratılmışlardır. Melekler Allah’a itaattan asla ayrılmazlar.
Göklerde bulunurlar, ancak Allahu Teâlâ’nın emriyle yeryüzüne
iner, tekrar göklere yükselirler. Cinler ise, insanlar gibi yeryüzünde
bulunurlar. Mü’minleri ve kâfirleri vardır. Meleklerin ve cinlerin
varlığı, Kur’an ve sünnetle sabit olduğundan, bunları inkâr etmek,
İslâm akîdesini zedeler. 171
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, yalnızca insanlar ile çeşitlerini
dahi tam bilemediğimiz hayvanlardan ibâret değildir. Uzun
yıllar scientisme’i (bilimciliği) savunan ve “gözümüzle görmediğimize
inanmayız” diyen aydınlarda garip bir değişim başlamıştır.
Son yıllarda, uzayda canlıların bulunduğunu savunmak ve
165 27/Neml, 17
166 27/Neml, 38-39
167 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Y., 4/347-349
168 37/Sâffât, 158
169 6/En'âm, 128
170 62/Cumua, 6
171 Şâmil İslam Ansiklopedisi, 1/314-315
CİN
- 47 -
“ufo”ların marifetlerini gündeme getirmek moda hâline gelmiştir:
Televizyon kanalları “ufo” olduğu iddia edilen cisimleri yayınlamak
için birbirleriyle yarışmaktadır. Bazıları da cinlerin fotoğraflarını
çekmek için, sağa-sola koşmaya başlamıştır. Kendi mantıklarına
göre “sınır-ötesi” ilân ettikleri ve hayrete düştükleri bir âlemi
zorlamaktadırlar.
Gözle görülmeyen varlıkların başında cinler gelir. Cinlerin varlığı
kitap ve sünnet ile sabittir. Cinler de (tıpkı insanlar gibi) mükellef
olup onlara da peygamberler gönderilmiştir: “Ey cin ve insan
topluluğu; size içinizden, âyetlerimi anlatan, hesap gününün geleceğini
haber veren ve sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” 172
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.s.), cinleri görüp görmediği konusunda
muhaddisler farklı görüştedirler. Müslim’de, Abdullah İbn
Mes’ud’dan (r.a.) rivâyete göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) cinnîlerin
dâvetine icabet buyurmuş, onları görmüş ve irşâd etmiştir. Buharî
ve Müslimin İbn Abbas’tan rivâyetlerine göre ise Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.) ashâbıyla Ukaz panayırına giderken Nahle’de sabah namazını
kıldırmış, bir grup cin gelip Kur’ân dinlemiş ve müslüman
olmuştur. Müfessir İmam Kurtubî, bu iki rivâyeti şu şekilde yorumlamaktadır:
“İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber o olayda
cinni görmemiş, onların Kur’ân dinleyip müslüman olduklarını
Cenab-ı Hakk daha sonra haber vermiştir. Fakat bu hâdise, İbn
Mes’ûd’un rivâyet ettiği hâdiseden farklıdır. Nitekim İbn Mes’ûd
şöyle demiştir: Bir gece Rasûl-i Ekrem ile beraberdik. Derken aramızdan
kayboldu. Vâdilerde, dağlarda aradık, bulamadık. O geceyi
hep endişe içinde geçirdik. Nihâyet sabah olunca bir baktık ki
Hîra tarafından geliyor. Yâ Rasûlallah dedik, sizi kaybettik. Aradık
bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti. Bunun
üzerine şöyle buyurdu: “Bana cin(ler)den bir dâvetçi geldi. Onunla beraber
gittim. Onlara Kur’ân okudum.” 173
İnsanlarla cinler arasındaki münasebet süreklidir. Rasûl-i Ekrem
(s.a.s.) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Allah sizden her
biri için, bir cinni arkadaş kılmıştır.” Ashâb: “Siz de mi yâ Rasûlallah?”
diye sorduğunda, Rasûl-i Ekrem: “Bana da aynıdır. Ancak Allah ona
karşı bana yardım etti de, o (cin) müslüman oldu, artık o bana ancak
hayrı söylüyor.”.174 Ehl-i sünnet akidesine göre, şeytan, insanın vücuduna
da, aklına da zarar verebilir. Tarih boyunca, değişik sebeplerle,
mecnun (cinlenmiş) diye vasıflandırılan ve aklî melekelerini
kullanamayan insanlara rastlanmıştır.
172 6/En' âm,: 130
173 İmam-ı Kurtubî, el-Câmiü 1i Ahkâmi'I-Kur'ân, Beyrut 1967, c. XIX, sh. 2 vd.
174 Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, c. V, sh. 233
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 48 -
Kâinatta hayat sahibi olan varlıklar, insanlar ile hayvanlardan
ibaret değildir. Gözle görülemeyen veya akıl ile idrâk edilemeyen,
gaybî varlıklar da vardır. Scientisme’in iflasından sonra, televizyon
kanalları (medyumları ön plâna çıkararak) zûlme ve sömürüye
vesile olmaya başlamışlardır. Vesvese boyutunu aşan bu macera,
birçok aileyi perişan etmektedir. 175
Cin toplumlarına da, tıpkı insan toplumları gibi peygamberler
gönderilmiştir.176 Cinler son peygamber Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e vahyedilen Kur’an’ı da dinlemişlerdir.177 Bu dinleyiş, Hz.
Peygamber’e vahiy ile bildirilmiştir; Hz. Peygamber cinleri bizzat
gözüyle görmemiştir.178
Cinler bazı nebîler tarafından iş yapıp değer üretmek üzere
çalıştırılmışlardır. Bu çalışmalar içinde bazı cisimleri çok uzak mesafelere
anında gönderme faaliyeti de vardır. Tam bu noktada cevabının
ne olacağını bilemediğimiz şu ilginç soru akla gelebilir:
Acaba Kur’ân-ıKerim’de cin, başka gezegenlerden dünyaya gelen
veya gelecek olan varlıkların ortak adı olarak da kullanılıyor mu?
Hz. Süleyman’ın hizmetinde çalışan ve bir tür ışınlama gerçekleştiren
“cin ifriti” ile Süleyman Peygamber arasındaki konuşma179 bu
bakımdan çok dikkat çekicidir.
Cinlerin insana doğrudan musallat olabileceğine inanmak:
Cinlerin insana tasallutları, yine bir insan aracılığı iledir. Allah’a
inanan insanın cinlerin hiçbir kötülüğünden korkmaması gerekir.
180 Cin tasallutu diye andığımız şey, esasında, bu tasallutu bahane
ederek insanları cin hayalleriyle perişanlığa iten insan şerirlerinin
işidir. Bu hayallere kapılarak cinlerden kurtulmak için birtakım
insanlara sığınanlar, başlarına sarılmış belayı artırmaktan başka
bir şey yapmazlar.181 Yani, cin tasallutu yoktur ama cinleri bahane
ederek insanları sömürenlerin tasallutu vardır. Kur’an işte bu ikinci
tasalluttan korunmamızı istiyor.
Peygamberlerin bile her devirde hem insan şeytanlarından
hem de cin şeytanlarından düşmanları olmuştur.182 Bunlar, o elçiler
aleyhine birbirlerine yaldızlı sözlerle destek verirler. Ama bunu
kendi aralarında yaparlar, insana Musallat olamazlar. Cinler her
175 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, İnkılap Y., 88-91
176 bk. 6/En'âm, 130
177 46/Ahkaf, 29; 72/Cinn, 1
178 72/Cinn, 1
179 27/Neml, 39
180 72/Cinn, 13
181 bk. 72/Cinn, 6
182 bk. 6/En'âm, 112
CİN
- 49 -
türden insana vesvese verirler,183Yani insanın içine kötü fikirler
sokabilirler. Peygamberler bu vesveselerden, Allah’ın gönderdiği
vahiyle kurtulurlar. Diğer insanların bu vesveselerden kurtuluşu
ise peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı vahiy ürünleri sayesinde
olacaktır. Yani cin hezeyanlarıyla rahatsız olup dengeyi bozmaktan
kurtulmanın en güvenli yolu, sağlam bilgi ve sağlam inançtan
geçer. Bu yolun yerine üfürük, muska ve tılsım yolunu seçenlerse
belâdan kurtulamazlar. 184
Cinlerin gaybı bilebileceğine ve bazı kişilere de bildirebileceğine
inanmak: Kur’an bu konuda son derece sert bir uyarıda
bulunmaktadır: “Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı o alçaltıcı azap içinde
bekleyip durmazlardı.”185 Cinlerin durumu bu olunca, cinlerle ilişkiye
girip onlardan gayba ilişkin bilgiler aldığını söyleyerek halkı kandıran
üfürükçü, yıldızcı ve bir kısım spiritüalist-medyum vs. kişilerin
hangi halde olduklarını iyi düşünmek lâzım...
Gaybdan haber verme pazarı, sömürü sektörünün en verimli
pazarlarından biridir. Bu pazarcılığın çok değişik görünümleri
vardır. Medyumluk, şeyhlik, cincilik, astroloji, değişik türde falcılık,
ruh çağırma vs. bu pazarın belli başlı vitrinleridir. Her biri kendi
vitrininde oturmuş, câhil ve duygusal halktan bir grubu başına
toplayarak onların ceplerini boşaltmaktadır. 186
İnsan, tek başına bu kâinatın sakini değildir; onun dışında
kâinatı canlandıran ve anlamlandıran başka varlıklar da mevcuttur.
O, şuurlu bir bakışla evrendeki bu varlıkları ve sırları anlamaya
çalışmalıdır. İşte görünmeyen varlık kategorilerinden birini de
cinler oluşturmaktadır. Cinlerin insanlarla müşterek yönleri olsa
da onlar ontik temeli insandan farklı, melekle insan arası bir çeşit
varlıklardır.
Doğruluğun kesin ve sabit kaynağı olan Kur’an, cinlerin hakikatini
ifrat ve tefrite düşmeden beyan etmiş; böylece insanları,
onların vehmedilen sultasından kurtarmıştır. Kur’an açısından cinlerin
de kendilerine özgü bir varlık yapıları mevcuttur.
Cin telâkkisi insanlık tarihinin her döneminde ve bütün kültürlerde
mevcuttur. Eski Asurlular ve Bâbilliler’de kötü ruh ve cinlere
inanılırdı. Sâmî kökenli kavimlerde cinlerin değişik sınıfları bulunduğu
kabul edilirdi. Eski Mısır’da cinler çoğunlukla yılan, kertenkele
gibi sürüngenlere benzetilirdi. Eski Yunanlılar’da da inıon adı
183 bk. 114/Nâs, 6
184 Y. N. Ö., İslâm Nasıl Yozlaştırıldı? s. 141
185 34/Sebe', 14
186 Y. N. Ö, a.g.e., s. 223
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 50 -
verilen insanüstü varlıklar bulunduğu kabul edilir, bunlar İyi ve
kötü olarak ikiye ayrılırdı. Eski Romalılar’da da insanlara zarar verebilen
kötü ruhlar telâkkisi mevcuttu. Çinliler cinlerin her yerde
bulunduğu, iyilerinin ve kötülerinin olduğu kabul edilirdi. Özellikle
taoist rahipleri cinlerin zararlarından korunmak için muska
yazar, efsun yaparlar. Hintliler’de de iyi ve kötü cin telâkkisi mevcuttur.
İran kültüründe cin telakkisi Zerdüşt öncesinden gelir. Eski
Türkler’de cinler bütün hastalıkların kaynağı kabul edilir, bu cinler
Şaman tarafından hasta bedenlerden uzaklaştırılırdı.
İsrail kültüründe, daha çok İran’ın düalist sisteminin tesiriyle
kötü ruh ve cin anlayışı belirginleşmişti. Yahudiler cinlerin çöllerde
ve harabelerde yaşadığına inanırlardı. Yahudi kutsal kitaplarında
ağrı ve felaket veren, kan emen cinlerden söz edilir.187 Hıristiyan
kültüründe cin telakkisi daha çok Yahudilik etkisinde gelişmiştir.
Yeni Ahid, cinleri putperestlerin tanrıları188 bedensel ve ruhsal
hastalıkların kaynağı189 olarak gösterir. Bilhassa XII. Yüzyıldan itibaren
cin telakkisi hıristiyan sanatının önemli bir teması haline
germiştir. Avrupa’da ve daha sonra Amerika’da cadı ve büyücülük
büyük ilgi görmüştür.
İslâm’dan önce Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler
yükler, onlar adına kurban keserlerdi. Cinlerin kâhinlere gökten
haberler getirdiğine inanırlar; böylece Allah ile bu gizli varlıklar
arasında bir bağ kurarlardı.190 Câhiliye Araplan’nın bir kısmı şeytanın
şer tanrısı olduğuna inanır, melekleri Allah’ın askerleri, cinleri
de şeytanın askerleri sayarlardı.191 Kur’ân-ı Kerîm bu bâtıl inançları
reddetmiş, cinlerin de insanlar gibi Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldıklarını
haber vermiştir.192 Onlara da peygamber gönderilmiş,
içlerinden iman edenler olduğu gibi inkâr edenler de olmuştur.193
Hz. Peygamber ilâhî emirleri cinlere de tebliğ etmiştir. 194
Kur’an’ı Kerîm’de, Hz. Süleyman’la ilgili anlatılanlar dışında,
cinlerin insanlarla ilişki kurduğuna, insanlar üzerinde etkili olduğuna,
cinci, büyücü gibi bazı kişilerin cinlerin etkisini önlediklerine
dair hiçbir bilgi yoktur. Bazı âlimler, faiz yiyenlerin kıyamet
gününde mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacağını bildiren
187 II. Samuel, 1/9; Süleyman'ın Meselleri, 30/15
188 meselâ bk. Rasûllerin İşleri, 17/18
189 Matta, 12/28; Luka, 11/20
190 bk. İbn Âşûr, VII, 405
191 bk. 6/En'âm, 100
192 51/Zâriyât, 56
193 6/En'âm, 130
194 46/Ahkaf, 29
CİN
- 51 -
âyete195 dayanarak cinlerin insanları etkileyeceğini ileri sürmüşlerse
de bunun temsilî bir anlatım olduğu açıktır. Cinlerin etkisini
önlemek için Felâk ve Nâs sûrelerini okumayı tavsiye eden bazı
hadisler196 dolayısıyla da cinlerin insanlar üzerinde etkili olduğu
yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bu tür hadislerin, aslında
fizyolojik sebeplerden kaynaklanan bazı hastalıklar veya bunalımlar
için psikolojik bakımdan bir yatıştırma ve terapi amacı
taşıdığı düşünülebilir. 197
Âlem, görünen ve görünmeyen varlıklardan oluşur. Duyular
vasıtasıyla idrâk edilebilen varlıklar âlemine “görünen âlem–
âlemü’ş-şehâde” adı verilir. Bu âlem cansız maddi nesneler, bitkiler,
hayvanlar ve insanlardan meydana gelir. Ancak görünen âlem
bile tümüyle maddi bir dünya değildir; o, maddi yapısının yanında
manevi olanı da içeren bir nitelik taşımaktadır.
Duyular vasıtasıyla idrâk edilemeyen ve insanın bilgi alanı dışında
kalan âleme de “görünemeyen âlem-âlemu’l ğayb” denir.
Bu âlemi oluşturan varlık kategorilerinin başında, iyi yönelimlerin
kişileştirilmiş, kusursuz bir güç ve mükemmellikle donatılmış
aktörleri olan meleklerle, kötü güç ve içsel yönelimlerin kişileştirilmiş
aktörleri olan cinler gelir. Hemen belirtelim ki âlemin bu
şekilde ikiye ayrılması, kozmosun kendi yapısı gereği değil, insana
göredir.
Tarih boyunca insanlar, cinlerin varlıkları, mâhiyetleri, iyi veya
kötü tesirleri gibi konularda farklı inanç ve anlayışlara sahip olmuşlardır.
Ancak burada değinilen inanç ve anlayışların hepsine
yer verilmeyecek, sadece İslâm öncesi Arap toplumunun cinlerle
ilgili inanç ve anlayışlarına kısaca değinilip konu Kur’an açısından
incelenecektir.
Câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir eden gizli
varlıkların mevcudiyetine inanırlar; cinleri, çölde özel bir vadide
yaşayan kabileler olarak tasavvur ederler ve bu vadiye “Abgar
Vadisi” adını verirlerdi. Cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak
kabul eden Araplar, onlarla Allah arasında soy birliğinin olduğunu
ileri sürerek cinleri Allah’a ortak koşarlar ve onlara taparlardı.
Yani onlar, görünmeyen ama etkileriyle kendilerini hissettiren bu
varlıkları, yaratıcı bir güçle esrarlı bir şekilde donatılmış olarak görürlerdi.
195 2/Bakara, 275
196 meselâ bk. Tirmizî, Tıb 16; Nesâî, İstiâze 37; İbn Mâce, Tıb 33
197 H. Karaman, M. Çağrıcı, İ.K. Dönmez, S. Gümüş, Kur’an Yolu, V/397-399
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 52 -
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle
savaşan, insana özgü fiziksel yapıya sahip olmadıklarından
yer ile gökyüzünü birbirinden ayıran sınırları geçen, gaybdan haber
veren, gizli olanı bilen ve bazı tabii olayları meydana getiren
varlıklardı. Ayrıca cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların
sûretine girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık
yerlerde yaşadıklarına, insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına
inanılırdı. Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün
şer güçleri” gösteren kültürel bir kod haline gelmişti. İşte Kur’an,
Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola çıkarak cinleri
doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle hissettiren,
genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce ve davranışlarını
olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak tanıtmıştır.
Kur’an’a göre, cinler de insanlar gibi Allah’a kulluk etmek için
yaratılmışlardır. Bunun için cinler, melekler gibi masum olmayıp
insanlar gibi Allah’a iman ve ibâdetle yükümlüdürler. Onlar, bu
yönleriyle insana benzerler.
Cinler, insan türünün mevcudiyetinden çok önce “dumansız
ateş–nâr-ı semûm”den yaratılmışlardır. Cinlerin yakıcı ve her şeye
nüfuz edici dumansız bir ateşten yaratıldığını bildiren bu tabirler,
onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadeler
olarak değerlendirilebilir. Nitekim bazı İslâm âlimleri, cinlerin
gayr-i maddi (maddi olmayan) gaybi varlıklar olduğunu söylemişlerdir.
Fakat bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan,
ancak biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı olan
canlı ve gizli varlıklardır. Özellikle çağımızda, cinlerin mâhiyetinin
dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne
alınarak canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan,
ufolardan veya enerjiden yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren
mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri
sürülmüşse de bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye
gidememiştir.
Âyetlerde, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının
ötesinde bir bilgi verilmemiştir. Hz. Peygamber’in bir hadisinde de
“Meleklerin nurdan, cinlerin dumansız ateşten, Adem’in de topraktan
yaratıldığı” bildirilmiştir. Ancak cinler, Allah’a ibâdetle yükümlü
tutulduklarına göre; onların akıl, irade, şuur ve idrâk gibi
güçlere sahip varlıklar oldukları düşünülebilir.
Cinler, cins ve mâhiyet bakımından meleklerden ve insanlardan
ayrı yaratıklardır. İnsan için ulaşılmaz olan melekliğe karşı
cin, insanın dünyasına daha yakın bir varlık türüdür. Ama buna
CİN
- 53 -
rağmen cin, yine de insan değildir. Şu halde cin, ontik temeli insandan
farklı, fakat melekle insan arası bir çeşit varlık türünü oluşturmaktadır.
Cinler, gaybî varlıklardır. Bu tür varlıklar sadece vahiyle bilinip
ispatlanabilir; aynı şekilde onlara, vahyi verilerin teklifiyle inanılır.
Kur’an, cinlerin mevcudiyetini açık bir şekilde bildirdiğine göre,
cinlerin varlığını inkâr etmemek gerekir. Ne var ki, filozoflardan
bazıları, duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemedikleri gerekçesiyle cinlerin
varlığını kabul etmemişlerdir.
Kur’an’da belirtildiğine göre, cinler arasında kendilerine teklif
edilen dini sorumlulukları yerine getirenler kadar getirmeyenler
de vardır. Bu yüzden onların bazıları inkârcı bazıları da mü’mindir.
Cinlerin mü’min olmayanlarına cin şeytanları denir. Bunların en
önde geleni İblis’tir. O, inkârın, şerrin, fesadın ve her türlü kötülüğün
temsilcisidir.
İblis’in nesli, zürriyeti vardır. Âdem insanların atası olduğu
gibi İblis de cinlerin atasıdır. Bu yüzden cinler de insanlar gibi yer,
içer, kendi aralarında evlenip ürer, çoluk çocuk sahibi olabilirler
ve ölürler. Kâfir cinlerin ve onların atası olan İblis’in asıl rolü, insanları
aldatarak sapıklığa ve inkâra sevk etmek, insanların dünya
sınavında başarısız olmaları için çalışmaktır. Cinlerin doğaları gereği
kötü oldukları veya kötüye hizmet etmek için yaratıldıkları
söylenemez. Onlar da tıpkı insan gibi Şeytan’ın ayartılarına uyarak
isyan ve kötülüğe hizmet etmiş olurlar. Aslına bakılırsa İslâm’a
göre hiçbir varlık yaratılıştan kötü değildir. Şeytan bile kötü olarak
yaratılmamış, Allah’ın kendisine yaptığı teklifi kibri nedeniyle
reddettiği için ilâhi lânete uğramıştır.
Cinlerin, insanlarla çok yönlü münasebetleri vardır. Çünkü
bazı âyet ve hadisler, böyle bir ilişkinin olabileceğine işaret etmektedir.
Cinlerin inanmışları insanlara yararlı, inkârcıları da zararlı
olurlar. Cinler, özellikle kötü niyetli insanların Allah’a isyan
niteliği taşıyan eylemlerinde yardım aldıkları varlıklardır. Bu yüzden
halk arasında, büyücü veya cinci denen kimselerin insanların
kötülüğüne yol açacak şeyleri, cinlerle işbirliği yaparak manipüle
etmek sûretiyle başardıklarına inanılır. Aynı şekilde, kâfir cinlerin
etkisiyle ortaya çıkan kötü sonuçların önlenmesi için mü’min cinlerle
işbirliği yapılması da mümkün görülür. Fakat bu yol da fazla
tekin sayılmaz. Bu hususta, Kur’an okuma dışında herhangi bir
yola başvurmak doğru olmaz.
Cinler, insanların bilmediği bazı hususları bilebilirler; ama gaybı
onlar da bilemezler. Ayrıca cinler, insanlara nisbetle daha üstün
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 54 -
bir güce sahip olduklarından kısa sürede uzun mesafeleri kat edebilir,
insanlar tarafından görülmedikleri halde onlar insanları görebilirler.
Kur’an âyetlerinden, cinlere de peygamber gönderildiği anlaşılmaktadır.
Ancak, onlara gönderilen peygamberlerin insan
veya cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin
çoğu, cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara
gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi
olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, onlar arasında cinlere
kendi türünden peygamber geldiğini savunanlar da vardır. Cin
ve insan topluluklarına kendi içlerinden peygamberler geldiğine
işaret eden âyete198 bakarak, cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden geldiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu
söylemek mümkündür. Hz. Muhammed’in insanlarla birlikte
cinlere de gönderilmiş bir peygamber olması ve Rasûlü’s-sakaleyn
ünvanı alması ise, ona has bir meziyet olarak algılanabilir. 199
“Duyularla doğrudan idrâk edilemeyen, insanlar gibi ilâhi buyruklara
uymakla yükümlü tutulan varlık türüne cin denir.” Ayrıca
“cin” kelimesi, melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün
karşıtı olan ve görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlam
da taşır. Şu halde görünmeyen varlık anlamında her melek cindir,
fakat her cin melek değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, meleklerin
cinlerden ayrı bir tür olduğunu, cin kelimesinin insan ve melek
dışında üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanıldığını söylemişlerdir.
Kuran’da cin kelimesi, çeşitli anlamlara gelmektedir. Bunlardan
en çok kullanılanı, “insanın bedensel duygularının kavrayış
alanı dışında kalan ruhsal güçler veya varlıklar” anlamıdır. Bu anlam,
hem şeytani hem de melekî güçleri ihtiva etmektedir. Çünkü
onların tümü, duygularımıza kapalı olan varlıklar veya güçlerdir.
Kuran’da “cin” terimi bazen “duygularımıza kapalı bulunan,
ancak kendilerini bize tezahürleriyle duyuran temel tabiat güçlerini”
göstermek için de kullanılır. Ayrıca bu kelime, “insanın
şeytani güçlerle ilişkisinin sembolik olarak kişileştirilmesine”, yahut
“bir insanın esrarlı güçlerin etkisi altına girmesine” de işaret
eder. Cin kelimesi birkaç yerde de, “bizatihi görünmez olmayan,
ama o zamana kadar hiç görülmeyen ve bilinmeyen varlıkları da
ifade eder.” Son olarak cin kelimesi, “Kuran’ın ilk muhataplarının
bilincinde derin şekilde nüfuz etmiş bulunan bazı efsaneleri
198 6/En’am, 130
199 Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
CİN
- 55 -
hatırlatmak” maksadıyla da kullanılır. Kuran’ın bu kelimeyi kullanmaktaki
asıl amacı, cinler hakkında abartılmış bilgi ve inançların,
yanlış ve asılsız olduğuna dikkat çekmektir.
Çünkü câhiliye Arapları, bazı yerlerde insan hayatına tesir
eden gizli varlıkların mevcudiyetine inanırlar, cinleri de yeryüzünde
oturan ilâhlar olarak kabul ederlerdi. Onlar, cinlerle Allah
arasında soy birliğinin olduğunu ileri sürerek cinleri Allah’a ortak
koşarlar ve onlara taparlardı.
Yine Araplara göre cinler, kabileler halinde yaşayan, birbirleriyle
savaşan, bazı tabii olayları meydana getiren varlıklardı. Ayrıca
cinlerin başta yılan olmak üzere çeşitli hayvanların sûretine
girdiklerine, genellikle tenha, kuytu ve karanlık yerlerde yaşadıklarına,
insanlar gibi yiyip içtiklerine ve çoğaldıklarına inanılırdı.
Kısaca, cin kelimesi câhiliye döneminde “bütün şer güçleri” gösteren
kültürel bir kod haline gelmişti.
İşte Kuran, Arapların zihinlerinde yer eden bu anlayıştan yola
çıkarak cinleri doğrudan görünmeyen, ancak kendilerini etkileriyle
hissettiren, genelde korku ve ürperti vererek insanların düşünce
ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen varlıklar olarak
tanıtmıştır.
Kuran’da yer alan cin konusunun, rasyonel bir tarzda yorumlanması
mümkündür. Ama bu, Kuran’ın temel amacı bakımından
gerekli değildir. Bu yüzden Kuran cin terimini, onların efsanevi
mâhiyetlerini doğrulama ya da yalanlama yönünde bir değerlendirme
ortaya koymadan, muhataplarının zihnine her türlü gücün
ve üstünlüğün tek sahibinin Allah olduğu fikrini yerleştirmek için
bir “ifade aracı” olarak kullanmıştır.
Kuran’da edindiğimiz bilgilere göre, cinler de insanlar gibi
Allah’a ibâdet etmeleri için yaratılmışlar, fakat onlar, insan türünün
mevcudiyetinden çok önce “yakıcı ve her şeye nüfuz edici
ateşten” var edilmişlerdir. Kuran’da varlıkları bildirildiği, akıl da
bunu imkânsız görmediği için, cinlerin varlığına inanmak gerekir.
Cinlerin mâhiyetine dair bilgilerin özeti ise şudur: Cinlerin “yakıcı
ve her şeye nüfuz edici ateşten” yaratıldığını bildiren tabirler,
onların varlıklarının fiziksel olmadığına işaret eden temsili ifadelerdir.
Ancak bazı düşünürlere göre cinler, fiziksel yapıları bulunan,
fakat biyolojik unsurları insanlarınkinden tamamen farklı
olan canlı varlıklardır. Özellikle çağımızda cinlerin mâhiyetinin,
dumansız ateşten (karbon asidinden) yaratıldıkları göz önüne
alınarak, canlılığını ruhtan alan ve ezelde var edilen ışınlardan,
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 56 -
ufolardan veya enerjiden, yahut bazı hastalıklara sebebiyet veren
mikroplardan ibaret olduğu şeklinde bir takım görüşler ileri
sürülmüşse de, bunlar ispatlanamamış birer teori olmaktan öteye
gidememiştir.
Kur’an’da, cinlerin mâhiyeti hakkında ateşten yaratıldıklarının
ötesinde bir bilgi mevcut değildir. Ancak cinler mükellef yaratıklar
olduklarına göre, onların şuur, idrâk ve irade gücüne sahip
varlıklar olmaları gerekir.
Kuran’daki âyetlerden, cinlere peygamber gönderildiğini de
anlıyoruz. Ancak onlara gönderilen peygamberlerin insan veya
cin türünden olup olmadığı tartışmalıdır. İslâm âlimlerinin çoğu,
cinlere kendi türünden peygamber gönderilmediği, insanlara
gönderilen peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberi
olduğu görüşünü paylaşırlarsa da, cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden olduğunu kabul etmek de mümkündür.
Hz.Muhammed’e gönderilen vahiylerin, cinleri de kapsaması, ona
has bir meziyet olarak algılanabilir.
Cinler, insanlara nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Bu
yüzden onlar, uzun mesafeleri kısa sürede alabilir, insanların bilmediği
bazı hususları bilebilirler. Fakat gaybı onlar da bilemezler.
Cinlerin insanlarla ilişkileri ve birbirlerine etkileri konusunda
da farklı görüşler vardır. Âlimlerin bir kısmı, insanlarla cinlerin birbirlerine
tesir etmelerini mümkün görürken, büyük bir kısmı, cinlerin
insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı görüşündedir.
Yine, cinlerin insanlara etkili olabileceği görüşünü paylaşanların
çoğu, cinlerin tesirinden kurtulmak veya ona maruz kalmamak
için, Kuran okuma dışında herhangi bir yola başvurulmasını tasvip
etmemişlerdir. 200
“Doğrusu insanlardan bazı kişiler, bazı cinlere sığınırlardı da onların
azgınlıklarını artırırlardı.”201 Bu âyette, insanlardan bazı kişilerin
cinlerden bazılarına sığındıkları; böyle yapmakla cinlerin kibir ve
taşkınlıklarını artırdıkları haber verilir. Cinlere sığınmak, onlardan
yardım veya himaye yahut maddî ve manevî ihtiyaçları karşılama
talebinde bulunmak demektir. Âyetin sonunda yer alan rehak kelimesi
ise, “taşkınlık, kibir ve büyüklenme” anlamında kullanılmıştır.
Çünkü câhiliye döneminde bazı müşrik Araplar, bir takım tılsım ve
efsunlarla cinlere sığınıp onları şımartıyorlardı. Bu anlayış, fazla
değişiklik göstermeden günümüzde de varlığını sürdürmektedir.
200 Fahrettin Yıldız, Kur’an Tefsiri, Cin Sûresi
201 72/Cin, 6
CİN
- 57 -
Zira bugün cincilere, falcılara ve medyumlara avuç dolusu para
akıtanlar ve falcılığı bir kazanç kapısı haline getirenler vardır. Bu
da, insanlardan bazılarının, cinlerin şerrinden yine bazı insanlara
yani cincilere sığındıklarını ortaya koymaktadır. Hâlbuki insanlar,
cinlerin şerrinden cincilere sığınacaklarına Allah’a sığınsalar, hem
daha doğru bir iş yapmış hem de paralarını cincilere kaptırmamış
olurlar. Ayrıca insan, başka birisinin kendisine üflemesiyle değil,
bizzat Kur’an’ı okuyup yaşayarak şifa bulabilir.
Kur’ân-ı Kerim’de Cin Kavramı
C-n-n kelimesi, değişik türevlerle Kur’ân-ı Kerim’de toplam
olarak 201 yerde geçer. “Cinn” kelimesi, toplam 22 yerde zikredilir:
6/En’âm, 100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/
Kehf, 50; 27/Neml, 17, 39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29;
46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
Yine, cinler anlamına gelen “Cânn” kelimesi ise toplam 7 yerde
zikredilir: 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15,
39, 56, 74.
Cinler ve cinnet/delilik anlamına gelen “Cinnet” kelimesi de
Kur’an’da toplam 10 yerde geçer: 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/
Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158,
158; 114/Nâs, 6. Aslında cinlenmiş demek olan ve mecnûn, deli,
akılsız anlamında kullanılan “Mecnûn” kelimesi ise toplam 11
yerde kullanılır: 15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân,
14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/
Tekvîr, 22.
Ayrıca aynı kökü paylaşan örtmek anlamındaki “cenne” kelimesi
bir yerde202 kalkan anlamına gelen “Cünnet” Kelimesi
Kur’an’da iki yerde203 kullanılır. Örtülü olan, cenîn (anne karnındaki
bebek) kelimesinin çoğulu olan “ecinne” kelimesi bir yerde.
204 Yine, aynı kökü paylaşan “(ağaçlarla veya duygulara) örtülü
ve bahçe anlamındaki “Cennet” kelimesi, Kur’an’da tekil ve çoğul
olarak toplam 147 yerde geçer.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.
(Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi
onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa
bırak.” 205
202 6/En’âm, 76
203 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2
204 53/Necm, 32
205 6/En'âm, 112
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 58 -
“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu
günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?’ Derler
ki: ‘Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz.’ Dünya hayatı onları aldattı ve
kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şâhitlik ettiler.” 206
“Sizin onları görmediğiniz yerlerden o (şeytan) ve yandaşları sizi
görürler.”207
“Andolsun ki Biz cehennem için cin ve insanlardan çok kimseler yaratmışızdır.”
208
“Âdem’e secde edin” demiştik. Secde ettiler, yalnız İblis etmedi. O,
cinlerdendi, Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz Benden ayrı olarak
onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır.
Bu, zâlimler için ne kötü bir değiştirmedir!” 209
“Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye giren yakıcı
ateşten yarattık.” 210
“...Eğer cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.”
211
“Sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol alan rüzgârı
da Süleyman’ın buyruğuna verdik ve O’na katran kaynağını akıttık.
Rabb’inin izniyle cinlerden kimseler O’nun huzurunda çalışırdı. Onlardan,
kim emrimizden sapsa ona harlı işkenceden tattırırdık.” 212
“Allah’la cinler arasında bir soy bağı icâd ettiler. Andolsun ki, cinler de
kendilerinin (hesap yerine) götürüleceklerini bilirler.” 213
“Hatırla ki, cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş
idik. Onun huzuruna geldiklerinde: ‘Susup dinleyin’ dediler. (Okunması)
bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: ‘Ey kavmimiz,
biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri doğrulayan,
hakka ve dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz!
Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin, ta ki Allah
günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın.
Kim Allah’ın dâvetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Allah’ı)
âciz bırakıcı değildir. Onun ondan başka dost ve yardımcıları da olmaz.
İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.’” 214
206 6/En’âm, 130
207 7/A’râf, 27
208 7/A’râf, 179
209 18/Kehf, 50
210 15/Hicr, 27
211 34/Sebe’, 14
212 34/Sebe', 12
213 37/Sâffat, 158
214 46/Ahkaf, 29-32
CİN
- 59 -
“Cinni de dumansız ateşten (mâric) yarattık.” 215
“Ey insan ve cinn sizin de hesabınızı ele alacağız. Hal bu iken Rabbinizin
nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey cinn ve insan toplulukları
göklerin ve yerin çevresinden geçmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ama
Allah’ın verdiği bir güç olmadan geçemezsiniz. Öyleyse Rabbinizin hangi
nimetini yalanlıyorsunuz?”216
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım.”
217
“(Rasûlüm!) De ki: ‘cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum
Kur’an’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: ‘Gerçekten
biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel Kur’an’ı dinledik. Biz de ona
İman ettik. (Artık) Kimseyi Rabbimıza asla şirk/ortak koşmayacağız. Doğrusu
bizim beyinsiz olanımız (İblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek
aşırı yalanlar uyduruyormuş. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların (şımarıklıklarını ve) azgınlıklarını
arttırırlardı. Doğrusu, biz cinler, göğe erişmeye çalıştık; fakat
onu sert bekçilerle, alevler ve meş’alelerle doldurulmuş bulduk. Gerçekten
biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda- türlü türlü
yollar tutmuştuk. İçimizde, (Allah’a) teslimiyet gösterenler de var, hak
yoldan sapanlar da var.” 218
“Doğrusu biz (cinler) o hidâyet rehberi (olan Allah’ın Peygamberini)
dinlediğimizde hemen O’na inandık. Her kim bu sûretle Rabbi’ne iman
ederse o, ne hakkı eksilmekten, ne de zulme uğramaktan korkmaz.” 219
“ ...Gaybı bilen ancak O’dur... Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır.”
220
“De ki: ‘Sabahın Rabbine sığınırım… Düğümlere üfüren üfürükçülearin
şerrinden.” 221
“İnsanların kalplerine vesvese sokan, (insan Allah’ı andığında) pusuya
çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden, insanların Rabbine, insanların
Melikine (mutlak sahip ve hâkim ve yöneticisine), insanların İlâhına sığınırım.”
222
215 55/Rahmân, 15
216 55/Rahmân, 31-34
217 51/Zâriyât, 56
218 72/Cinn, 1-2, 4, 6, 8, 11, 14
219 72/Cin, 13
220 72/Cinn 26-27
221 113/Felak, 1, 4
222 114/Nâs, 1-6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 60 -
Hadis-i Şeriflerde Cin Kavramı
“Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de dumansız ateşten yaratıldı.
Âdem de size anlatılan şeyden (topraktan) yaratıldı.” 223
“Şu bir gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma
muskası gibi şeyler şirkin görünümleridir.” 224
“Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne giysisine bir şey asan, şirke
bulaşmış olur.”
“Üstünde muska taşıyanın Allah hiçbir işini tamamlamasın; üstünde
nazarlık boncuk taşıyanı Allah korumasın!” 225
“Her birinizin melekten ve cinden bir arkadaşı vardır.” ‘Senin de cinden
arkadaşın var mı yâ Rasûlallah?’ dediler. “Benim de var, fakat
Allah yardım edip beni ona galip getirdi de müslüman oldu. Bana iyilikten
başka bir şey emretmez” buyurdu. 226
“Hz. Peygamber, Ebuzer’e: “Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın
mı?” diye sormuş, Ebuzer: ‘İnsandan da şeytan var mı?’ diye
sorunca, Peygamber (s.a.s.) şöyle demiştir: “Evet, onlar cin ve şeytanlardan
daha şerlidirler.” 227
Alkame anlatıyor: “İbn Mes’ud’a (r.a.) dedim ki: “Sizden kimse,
cin gecesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’e refakat
etti mi?” “Hayır, dedi, bizden kimse ona refakat etmedi. Ancak
bir gece O’nunla (aleyhissalâtu vesselâm) beraberdik. Bir ara onu
kaybettik. Kendisini vadilerde ve dağ yollarında aradık. Bulamayınca:
“Yoksa uçurulmuş veya kaçırılmış olmasın?” dedik. Böylece,
geçirilmesi mümkün en kötü bir gece geçirdik. Sabah olunca,
bir de baktık ki Hira tarafından geliyor. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz
seni kaybettik, çok aradık ve bulamadık. Bu sebeple geçirilmesi
mümkün en fena bir gece geçirdik” dedik. “Bana cinlerin dâvetçisi
geldi. Beraber gittik. Onlara Kur’ân-ıKerim’i okudum” buyurdular. Sonra
bizi götürerek cinlerin izlerini, ateşlerinin kalıntılarını bize gösterdi.
Cinler kendisine yiyeceklerini sormuşlar. O da: “Elinize geçen, üzerine
Allah’ın ismi zikredilmiş her kemik, olabildiği kadar bol etli olarak sizindir.
Her deve ve at mayısı da hayvanlarınızın yemidir” buyurmuşlar. Sonra
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şu tenbihte bulundu: “Sakın
bu iki şeyle (kemik ve kuru hayvan mayısı) abdest bozduktan sonra
223 Müslim, Zühd 60
224 İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
225 Heytemî; Zevâcir, 1/130
226 Müslim, Münâfikîn 69; Dârimî, Rikak 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/385,
397, 401, 460
227 Nesâî, İstiâze 48; Ahmed bin Hanbel, Müsned 5/178
CİN
- 61 -
istinca etmeyin, çünkü onlar (cinnî olan) din kardeşlerinizin yiyecekleridir.”
228
İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), cinlere
Kur’ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Rasûlullah (s.a.s.) bir
grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada,
şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi.
(Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar
üzerine şahâblar (Şahâb: Geceleyin görülen ve yıldız kayması tabir
ettiğimiz, kozmoğrafyacıların da “atmosfere düşüp yanan göktaşı”
dedikleri şeydir.) gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli
boş ve habersiz) döndüler. Kavmi: “Ne var, niye (boş) döndünüz?”
diye sordular. Onlar: “Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu,
üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)” dediler.
“Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu
ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin).”
(Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan)
Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken
yolda ashâbıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber
(s.a.s.)’e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur’ân-ı Kerim’in tilâvetini
duyunca durup kulak kabarttılar. “Bizimle semâvî haber arasına
engel olan şey işte bu!” deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle
dediler: “Biz hakikkaten hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a
ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize
(bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız.” 229
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak Peygamberine (s.a.s.) vahyederek
durumu bildirdi: “De ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: “Cinden
bir zümre (benim Kur’ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler:
“Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki o, Hakk’a ve doğruya
götürüyor...” 230
Zührî (r.a.)’dan rivâyet edilmiştir: “Dediler ki, biz (yıldız kaymalarına
dayanarak); “bugün büyük bir adam doğdu, bugün büyük
bir adam öldü” derdik. Hz. Peygamber (s.a.s.) şu açıklamayı
yaptı: “Yıldızlar hiç kimsenin hayatı veya ölümü için atılmazlar. Ancak
Rabbimiz, bir işe hükmetti mi, semâvat ehli birbirine haber verir. Böylece
haber dünya semâsına kadar gelir. Burada cinler haberi kapmak için kulak
kabartırlar ve onu dostlarına ulaştırırlar.” 231
228 Müslim, Salât 150 h. no: 450; Tirmizî, Tefsir, Ahkaf, h. no: 3254; Ebû Dâvud,
Tahâret 42, h. no: 85
229 72/Cin, 1-2
230 72/Cin 1-...; (Cin'in sözü 15. âyette biter); Buhârî, Tesfir Cinn 1, Ezan 105;
Müslim, Salât 149, h. no: 449; Tirmizî, Tefsir, Cinn, h. no: 3320
231 Müslim
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 62 -
İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Cinler semâya yükselip, orada vahyi
dinliyorlardı. Bir tek kelime işitince, ona doksan dokuz tane de
(kendilerinden) ilâve ediyorlardı. O tek kelime hak, ilave edilenler
bâtıldı. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderilince, semadaki
yerlerine yükselmeleri şihablarla (göktaşları) önlendi. Bundan
önce gökte şihablar (bu kadar çok) atılmazdı. İblis onlara: “Nedir
bu? Herhalde mühim bir hâdise var!” dedi. Askerlerini gönderdi.
Onlar Rasûlullah’ı (s.a.s.) Mekke’de iki dağın arasında namaz kılyor
buldular. İblis’e tekrar dönüp gördüklerini haber verdiler. O
da: “Arzda meydana gelen hâdise işte bu! (Sizin semâdan haber
almanız bu sebeple engelleniyor)” dedi.” 232
“Cinlerden bir ifrit, dün akşam, namazımı bozdurmak için üzerime
atıldı. Allah ona galebe çalmama imkân verdi. Ben de onu boğazından
yakaladım. Hatta onu, mescidin direklerinden birine bağlamayı
arzu ettim, ta ki sabah olunca hepiniz onu göresiniz. Ancak, kardeşim
Süleyman’ın (a.s.) şu sözünü hatırladım: “...Ve benden sonra kimseye
nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et”233. Allah da onu hor ve hakir
olarak geri çevirdi.” 234
Hz. Aişe’nin rivâyetine göre bazı kimseler, Peygamber’e (s.a.s.)
kâhinlerden sorduğunda, “Onlar bir şey değildir” dedi. “Ama ey
Allah’ın Elçisi, demişler, onların söyledikleri çıkıyor? Peygamber
(s.a.s.) şöyle buyurdu: “O söz doğrudur. Cinni o sözü kapar, tavuğun
ötmesi gibi insan dostunun kulağına onu öter. Fakat şeytanlar duydukları
gerçek söze yüzden fazla da yalan katarak söylerler.” 235
“Allah gökte bir işe karar verirse O ‘nun kararına itaatle melekler, yalçın
kaya üzerindeki zincir (sesi) gibi kanatlarını çırparlar. Yüreklerinden
korku gidince: ‘Rabbiniz ne dedi?’ derler. ‘Gerçeği söyledi, O yücedir,
uludur’ derler. Onların sözlerini, kulak hırsızı (cinni) işitir. Kulak hırsızları
da şöyle birbirleri üzerine binmiştir -hadisi anlatan Süfyân, bu sırada parmaklarını
birbirine geçirmiştir-. Her duyan, sözü kendi altındakine ulaştırır.
Nihâyet söz düşe düşe büyücünün, ya da kâhinin diline düşer. Kâh
kulak hırsızı, duyduğu sözü, henüz atmazdan şihâbe/ışına yakalanır. Kâh
da şihâb/ışın yetişmeden sözü atar. Ama duyduğuna yüz tane de yalan
katar. Sonra ‘Falan falan gün, size şöyle şöyle demedi mi?’ denilir. Kulak
hırsızının gökten işit(ip kâhinin kulağına attığı söz doğru çıkar, (kattığı
yalanlar değil).” 236
232 Tirmizî, Tefsir, Cin h. no: 3321
233 34/Sâd, 35
234 Buhârî, Salât 75, Amel fi's-Salât 10, Bed'ül-Halk 11, Enbiyâ 40, Tefsir, Sâd;
Müslim, Mesâcid 39, h. no: 541
235 Buhâri, Tıb 46, Edeb 117, Tevhid 57; Müslim, Selâm 123; Ahmed bin Hanbel,
Müsned 6/87
236 Buhâri, Tevhid 32, Tefsir, Sûre 15, 34; Tirmizi, Sûre 34; İbn Mâce, Mukaddime
CİN
- 63 -
Rukyeden Nehiy
İmran İbn Husayn (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.): “Ümmetimden
yetmişbin kişi (Mahşer’ de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!”
buyurdular. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunlar kimlerdir?”
diye soruldu. Şöyle buyurdu: “Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye
başvurmayanlar, teşâüm’e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine
tevekkül edenlerdir!” 237
İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s)’ı işittim, diyordu
ki: “Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet
muskası) bir nevi şirk vardır.” Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbn
Mes’ud’a): “Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye
gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi” dedi.
Abdullah İbn Mes’ud tereddüt etmeden, “Bu (ağrı) şeytanın işiydi,
o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda
sana Rasûlulullah (s.a.s.) gibi, şöyle söylemen kafidir: “Ezhibi’lbe’se
Rabbe’nnâs eşfi ente’ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen.
(Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan
başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.” 238
Câbir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah’tan (s.a.s.) nüşre hakkında
sorulmuştu: “O şeytan işidir!” buyurdu.” 239
(Nüşre rukye’nin bir çeşididir. İbnu’l-Esîr, bunu “Cin değmesine
mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir
rukye ve ilaç” olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini,
onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına
(neşredildiğine) inanılması ile izah eder. Daha açık bir ifade ile
nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için
yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir.
Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla
inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.)
İsa İbn Hamza anlatıyor: “Abdullah İbn Ukeym (r.a.)’ın yanına
girdim. Kendisinde kızıllık vardı. “Temîme (muska) takmıyor musun?”
diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bundan Allah’a sığınırım.
Zira Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: “Kim bir şey takınırsa,
ona havale edilir (şifâsız kalır, umduğuna eremez).”240
Cin Konusuyla İlgili Bazı Meseleler
el-Cin adıyla müstakil bir sûrenin bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’de
237 Müslim, İman, 371, h. no: 218
238 Ebû Dâvud, Tıbb 17, h. no: 3883
239 Ebû Dâvud, Tıbb 9, h. no: 3868
240 Tirmizî, Tıbb 24, h. no: 2073
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 64 -
“cinne”, “cân” ve “cin” kelimeleri geçmektedir. Bunlardan “delilik”
anlamındaki “cinne” üç yerde “cin topluluğu”; “cân” iki yerde
“yılan”, beş yerde “cin” anlamına gelmektedir. Yirmi iki yerde
geçen cin kelimesi de melek ve insan dışındaki üçüncü varlık türü
karşılığında kullanılmıştır. Cin kelimesi sözlük ve terim mânalarıyla
çeşitli hadislerde de yer almaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre cinler de insanlar gibi
Allah’a kulluk etmeleri için yaratılmıştır. Cân, insan türünün mevcudiyetinden
önce yakıcı ve her şeye nüfuz edici ateşten (nâr-ı
semüm, mâric) halkedilmiştir. Cinlere de peygamber gönderilmiş,
bir kısmı iman etmiş, bir kısmı kâfir olarak kalmıştır. Cinler insanlara
nisbetle daha üstün bir güce sahiptirler. Meselâ kısa sürede
uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri halde onlar
insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat
gaybı onlar da bilemezler. Gökteki meleklerin konuşmalarından
gizlice haber almak isterlerse de buna imkân verilmez. Evlenip
çoğalırlar. İblis de cinlerdendir ve insanların yanı sıra cinlerden de
yardımcıları vardır. Bazı cinler Hz. Süleyman’ın emrine girerek ordusunda
hizmet görmüş, mâbed, heykel, büyük çanak, kazan gibi
nesnelerin yapımında insanlarla beraber çalışmışlardır.
Hadislerde de cinlerle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Her
insanın yanında bir cin bulunduğunu, cinlerin mü’minlere vesvese
vermeye çalıştıklarını, ancak Kur’an okunan yerde etkilerini kaybettiklerini
ifade eden hadislerdeki cinler, Kur’ân-ı Kerîm’de “cin
şeytanları”241 olarak kendilerinden söz edilen kötü cinler olmalıdır.
Kulak hırsızlığı yapmak sûretiyle gökten haber alan ve doğru-yanlış
öğrendiklerini arkadaşları vasıtasıyla sihirbaz veya kâhinlerin
kalplerine ulaştıran cinler de aynı grupta mütâlaa edilebilir. Hz.
Peygamber cinlerle konuşmuş, hatta rivâyete göre namazını bozmaya
çalışan bir cini yakalamış ve onu ashâba göstermek için bir
yere bağlamak istemişse de daha sonra bundan vazgeçip serbest
bırakmıştır. Diğer bir rivâyete göre Rasûl-i Ekrem geceleyin
bir grup cinle bir arada bulunmuş, onlara Kur’an okumuş, sabah
olunca da durumu ashâbına anlatıp yaktıkları ateşin kalıntılarını
kendilerine göstermiştir. 242
Cinlerle ilgili âyet ve hadislerin yorumu İslâm literatüründe
kendine has bir yer işgal etmiş, ayrıca cinlere ve şeytanlara tesir
241 el-En'âm 6/112
242 Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI/153, 168; Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 132,
Salât 75, Ezan 105, Tefsir 72/1-2, Tevhîd 7; Müslim, Zühd 60, Salât 149,
150, 260, Zikr 67, Mesâcid 39; Tirmizî, Tefsir 47
CİN
- 65 -
edip onları itaat altına alma yollarını konu edinen ve “ilmü’lazâim”
adı verilen bir bilim dalı da teşekkül etmiştir. Bu işlerle
meşgul olanlara Türkçe’de “cinci” denilir. İslâm kaynaklarında
cinlerin mâhiyeti ve mevcûdiyeti, özellikleri, insanlarla ilişkileri,
peygamberleri, âhiretteki durumları gibi hususlar onlarla ilgili
tartışmaların ana konularını oluşturmuştur. Yine bu kaynakların
bazılarına göre cinlerin mevcûdiyeti konusunda eski filozoflar
da fikir beyan etmişler, bir grubu duyu ve akıl yoluyla idrâk edilemeyen
her şey gibi cinleri de inkâr ederken; bir kısmı cinlerin
varlığını kabul etmiş ve onlardan “ervâh-ı süfliyye” veya “ervâh-ı
mücerrede” diye söz etmiştir. İslâm filozoflarından Fârâbî, insanların
aksine, cinleri konuşmayan ve ölmeyen canlılar olarak kabul
eder. İbn Sînâ da cin kelimesine “çeşitli şekillere girebilen, şeffaf
yapılı ve konuşan latif canlı” anlamını verir. Ancak filozofa göre
bu tarif, cinin varlık olarak mâhiyetini açıklığa kavuşturmayıp sadece
cin isminin kavram olarak ne anlama geldiğini göstermektedir.
243 Fahreddin er-Râzî ile onun görüşüne katılan bazı âlimler
İbn Sina’nın bu açıklamasından hareketle onun, cinin sadece adını
kabul edip dış dünyadaki varlığını inkâr ettiği sonucuna varmışlardır.
244 Buna karşılık Elmalılı Muhammed Hamdi, haklı olarak, İbn
Sînâ’nın, mâhiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olunamadığı
için cinlere ait gerçek bir tarifin yapılamayacağına işaret etmek
üzere söylediği bu sözden cinlerin varlığını inkâr ettiği sonucunun
çıkarılamayacağını belirtmiştir. 245
Kelâm âlimlerine göre cinlerin varlığı sadece vahiy yoluyla bilinip
ispat edilebilir, akıl da bunu imkânsız görmez. Mevcûdiyetleri
tartışma götürmeyecek şekilde Kur’an’la sabit olduğundan cinleri
inkâr edenlerin küfrüne hükmeden kelâm âlimleri cinlerin
mâhiyeti konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bunları iki
noktada toplamak mümkündür.
1. Cinler kendi başına kaim olan gayri maddî cevherlerden oluşur.
Bu görüşü benimseyenlerden biri olan Gazzâlî’ye göre melekler,
cinler ve şeytanlar gayri maddî cevherden oluşmaları açısından
birbirlerine benzemekle birlikte -âraz oluş noktasında aralarında
benzerlik bulunan renk, ilim ve kudretin tür olarak birbirlerinden
ayrı oluşları gibi- farklılık arzederler.246
2. Cinler maddî cevherlerden oluşur. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ve
Bâkıllânî başta olmak üzere bu görüşü benimseyen Eş’arîler’in
243 Tis’u Resâil, s. 62
244 Tehânevî, Keşşaf, "cin" md.; Mefâtîhu'l-Ğayb, XXX, 148
245 Hak Dini, VII, 5387
246 el-Madnûnü'l-Kebîr, s. 16
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 66 -
çoğunluğuna göre hayat için bünye şart olmadığından her şeye
gücü yeten Allah cinleri duyularla idrâk edilebilen bünyeleri olmaksızın
yaratmıştır. Hayat için bünyeyi şart koşan Mutezile
âlimleri ile Ebû Ya’lâ el-Ferrâ ise cinlerin basit cisimlerden ibaret
olduğunu kabul etmişlerdir. İbn Haldun, duyularla algılanamadıklarından
ve neye delâlet ettikleri bilinemediğinden Kur’an’da
geçen melek, ruh, cin gibi kavramların müteşâbihattan kabul edilmesi
gerektiğini söyler.
Çağımızda cinlerin mâhiyetlerinin, “ateşe karışan” (mâric) varlıklar
olmaları247 dikkate alınarak karbon asidinden, “dumansız
ateşten yaratıldıkları göz önüne alınarak canlılığını ruhtan alan
ve ezelde var edilen ışınlardan, ufolardan veya enerjiden yahut
bazı hadislerde hastalıkların sebebi olarak gösterilmeleri dikkate
alınarak mikroplardan ibaret olduğu tarzında birtakım görüşler
ileri sürülmüşse de248 bunlar ilmî bakımdan temellendirilememiş
bazı teoriler niteliğindedir. Zira duyular ötesi varlıklardan olmaları
sebebiyle sadece nakil yoluyla doğru bilgi edinebileceğimiz cinlerin
mâhiyeti hakkında naslarda ateşten yaratıldıklarının ötesinde
bir bilgi mevcut değildir. Bazı Haşviyye mensupları hâriç İslâm
âlimlerinin hemen hepsine göre mükellef yaratıklar olan cinlerin
mükellefiyetin üstesinden gelebilmeleri için şuur, idrâk ve irâde
gücüne sahip olmaları gerekir ki bu hususu çağımızda ileri sürülen
görüşlerle bağdaştırmak mümkün görünmemektedir.
Kur’an’da verilen bilgilere dayanılarak cinlere peygamber
gönderildiği noktasında İslâm âlimleri arasında ittifak bulunmasına
rağmen bu peygamberlerin insan veya cin türünden oluşu
hususunda görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre cinlere gönderilen
peygamberin melek olması gerekir; diğer bir grup âlim
de gönderildiği topluluğun meleklerden değil insanlardan oluşması
sebebiyle insan topluluklarına yine kendi türlerinden peygamber
gönderildiğini bildiren âyetle249 insan ve cin topluluklarına
içlerinden peygamberler gönderildiğine işaret eden âyeti250
dikkate alarak cinlere gönderilen peygamberlerin cin türünden
olduğunu savunmuşlardır. Âlimlerin çoğunluğu ise cinlere kendi
türlerinden peygamber gönderilmediği, insanlara gönderilen
peygamberlerin aynı zamanda cinlerin de peygamberleri olduğu
görüşündedir. Bir başka görüşe göre cinler arasından uyarıcılar
247 55/Rahmân, 15
248 Reşîd Rızâ, III, 96; VII, 319; VIII, 364; Evrin, I, 254; Ahmed Hulusi, s. 61-72;
Ayberg, II, 69-72; Ateş, s. 19-20
249 17/İsrâ, 94-95
250 6/En'âm, 130
CİN
- 67 -
seçilmiş, onlar da insanlara gelen peygamberlerden aldıkları bilgileri
cinlere tebliğ etmişlerdir.251 Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli milletlere
gönderilen peygamberlerin kendi içlerinden seçildiği ve kendi
dillerini konuştuğu önemle vurgulandığına252 ve “Ey cin ve insan
toplulukları! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”253 mealindeki
âyetlerin mevcûdiyetine bakarak cinlere gönderilen peygamberlerin
kendi türlerinden olduğu tarzındaki görüşü tercih etmek
daha isâbetlidir.
İslâm âlimlerine göre cinler mutlak gaybı bilmemekle birlikte
uzun süre yaşadıkları ve meleklerden haber sızdırabildikleri için
insanların bilemediği bazı hususlara vâkıf olmaları mümkündür.
Bunun dışında cinlere ilişkin âyetleri yorumlayarak cinlerin insanlar
gibi doğan, yiyip içen, evlenip çoğalan, ölen ve hatta insanlarla
ilişki kurabilen varlıklar olduğu âlimlerin çoğunluğu tarafından
kabul edilir. Bazı kaynaklar, cinlerin yemek kokularıyla veya kemik
vb. yemek artıklarıyla yahut hayvan dışkısıyla beslendiğini naklederse
de tercih edilen görüşe göre kendilerine özgü bir tarzda
beslenirler. (Hadis rivâyetlerinde belirtilen kemik, yemek artıkları
ve hayvan dışkısıyla beslenenler, gözle görülmeyen gizli varlık anlamında
cin, yani “mikrop”tur, esas cinle ilgisi yoktur.) Yine kaynaklar
cinlerin insan şeklini alabildikleri gibi hayvanlardan yılan,
kedi, köpek ve inek şekline de girebildiklerini, dünyanın çeşitli
bölgelerinde özellikle dağlık yerlerde, harabelerde, denizlerde,
çöllerde, çöplüklerde ve mezarlıklarda yaşadıklarını da kaydeder.
Bu tür rivâyetlerin uydurma olup insan muhayyilesinin bir sonucu
olduğunu iddia etmek mümkündür.
İnsanların cinleri görüp göremeyecekleri hususu tartışmalıdır.
İbn Abbas’a atfedilen bir rivâyeti delil kabul edenlere göre Hz.
Peygamber dahi cinleri görmemiş, İbn Mes’ûd’a atfedilen rivâyete
göre ise Rasûl-i Ekrem cinleri görmüş ve onlarla beraber bulunmuştur.
Şafiî’nin, cin gördüğünü söyleyen birine ta’zîr cezasının
uygulanması gerektiğini söylediği, bazı hadisçilerin de böyle bir
iddia sahibinin adâlet (dürüstlük) sıfatını kaybettiğine hükmettikleri
nakledilir. Mu’tezile âlimleri, latif cisimlerden oluşmaları
sebebiyle cinlerin fiilen görülemeyeceğini, ancak görülmelerinin
teorik olarak imkânsız olmadığını kabul etmişlerdir. Cinlerin insanlarla
ilişkileri ve birbirlerine karşı etkileri hususunda da âlimler
arasında görüş birliği yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine göre insanlarla
cinlerin birbirlerine tesir etmeleri mümkündür. Zira Kur’an’da,
251 Râzî, XIII, 195
252 2/Bakara, 129, 151; 14/İbrâhim, 4
253 6/En'âm, 130
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 68 -
faiz yiyenlerin kıyamet günü şeytanın çarptığı kimselerin kalkışı
gibi kalkacakları belirtilmiş,254 bir hadiste de şeytanın insan bedeninde
kanın dolaştığı gibi dolaştığı ifade edilmiştir.255 Bu tür
nakiller yoruma tâbi tutulmadan zahiriyle benimsendiği takdirde
şeytanlar gibi cinlerin de insanları etkileyebileceği ve meselâ onları
saralı hale getirebileceği sonucuna varılabilir. Hz. Peygamber’in,
cinlerin insanlar üzerindeki etkilerinden kurtulmak ve onları tesirsiz
hale getirmek için Felak ve Nâs sûrelerinin, ayrıca Âyetü’lkürsî’nin
ve Bakara sûresinden bazı âyetlerin okunmasını tavsiye
etmesi de256 insanların cinlerin faaliyetlerine karşı kendilerini
savunabilecekleri şeklinde yorumlanmıştır. Ebu’1-Yüsr el-Pezdevî
gibi bazı sünnî âlimler, cinlerin sadece vesvese vermek sûretiyle
insanlara etkili olabileceğini kabul ederler.257 Cinlerin insanlar
üzerinde etkili olabileceğini benimseyenlerin bir kısmı bunun
daha çok sihir ve büyü faktörlerinde ortaya çıktığını söyleyerek
cinlerin bu nevi işlerde kullanılabileceğini ileri sürerler. Mânaları
anlaşılmayan “havas” ve “azâim” türünden bazı metinlerin okunması
yoluyla cinlerden faydalanma girişiminde bulunulmasına
huddâmcılık, bu işte kullanıldığı söylenen cinlere de huddâm denilir.
Ancak önde gelen âlimlerin çoğunluğu, cinlerin tesirinden
kurtulmak veya ona mâruz kalmamak için Kur’an okuma dışında
herhangi bir yola başvurulmasını tasvip etmemişlerdir. İslâm dininin
ana kaynaklarında bulunmayan azâim ve havassa dair bilgiler
daha çok Mısır, İran, Türk ve Hint bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden
müslümanlara intikal etmiş ve halk arasında yaygın bir
şekilde benimsenen inançlar halini almıştır. Mu’tezile’den Amr b.
Ubeyd ve Kadı Abdülcebbâr gibi âlimler bu hususta sünnî görüşü
paylaşırken, büyük bir kısmı da cinlerin insanlar üzerinde hiçbir
etkisinin bulunmadığı kanaatini ifade eder. (Biz de cinlerin vesvese
verme dışında insanlar üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığı
kanaatini taşıyoruz.)
İslâm âlimleri, cinlerden kâfir olanların cehennemde zemherîr
(şiddetli soğuk) türünden veya daha başka azap çeşitleriyle cezalandırılacağını
kabul etmelerine karşılık mü’min olanlarının
cennetle mükâfatlandırılması konusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir. Çoğunluğa göre İlâhî buyruklara itaat eden
mü’min cinler cennete girecektir. Ebû Hanîfe başta olmak üzere
diğer bazı âlimler ise mü’min cinlerin cehennemden kurtulmak
254 2/Bakara, 275
255 Buhârî, Ahkâm 21, Bed'ü'1-halk 11
256 Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/144, 146; Buhârî, Vekâle 10; Tirmizî,
Fezâ'ilü'l-Kur'ân 1, 2, 3
257 Usûlü'd-dîn, s. 226
CİN
- 69 -
sûretiyle mükâfatlandırılmış olacağı, fakat cennete giremeyeceği
ve nihâyet hayvanlar gibi yok edileceği görüşündedirler. A’rafta
bulunacaklarını söyleyenler de vardır. Cennetle ilgili olarak
Kur’an’da ve hadislerde yer alan birçok nass, cinlere dair herhangi
bir ifade içermemektedir. 258
Bütün metafizik, metapsişik ve spiritüel değerler ve gerçekler
konusunda olduğu gibi cin ve şeytan konusunda da tek kaynağımız
Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bilindiği üzere ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazılarını beş duyumuzla asla algılayamadığımız, bazılarını
ise çok nâdir olarak duyumsar gibi olduğumuz varlıklara ilişkin
bilgiler ancak vahiy sâyesinde insana ulaşmıştır.
Şeytanlara gelince bunlar, cinlerin anarşistleri ve bozguncularıdır.
İnsanları yoldan çıkaranlar işte bunlardır. En büyükleri olan
İblis, vaktiyle Allah Teâlâ’ya karşı küstahlık etmiş, O’nun meleklere:
“Âdeme secde edin!” diye verdiği emre karşı gelmiş,259 bu
sûretle de kâfir (nankör)260 ve âsî261 olmuştur.
Cin ve Şeytan da Kur’ân-ı Kerîm’in bize bildirdiği diğer varlıklar
gibi birer gerçektirler. Orijinleri ve özellikleri nedeniyle insanlar
tarafından görülememeleri bazı kimselerde kuşku doğurmuş,
birçok kimselerde de bu yaratıklar daima merak konusu olmuştur.
Esasen bu merak normaldir. Çünkü insan, bizzat göremediği herhangi
bir şey hakkında haber aldığı zaman kesin olarak inansa bile
genelde onu doğrudan duyularıyla algılamak ister. Onun gerçek
olup olmadığını ancak bu şekilde anlayabileceğini sanır. Hâlbuki
bir şeyin gerçekte mevcut bulunması, onun mutlaka gözle görülmesine
ya da diğer duyularla algılanabilir olmasına bağlı değildir.
Nitekim normal insan gözü, 400 ila 700 milimikron arasındaki
ışık dalgalarını ancak fark edebilmekte, bu limitlerin dışında
kalan dalgaları ise değerlendirememektedir. Keza normal insan
kulağı 16 ilâ 20000 titreşimi duyabilmekte, bu limitlerin dışındaki
frekansları ise duyamamaktadır. Bununla birlikte sözkonusu ölçülerin
dışında kalan gerçeklerin birçoğuna inanabilmektedir.
İnanabilmek, akla bağlı olarak bir yeti olsa gerektir. Fıtratlarında
bu yetiye sahip bulunmayan insanlar ne kadar zeki ve
okumuş olurlarsa olsunlar vahyin haber verdiği gerçeklere inanmakta
sıkıntı çekerler. Bu nedenledir ki bazı kimseler melek, cin
258 Ahmet Saim Kılavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 5-10
259 2/Bakara, 34, 7/A’râf, 11; 15/Hicr, 31; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116;
38/Sâd, 74, 75
260 17/İsrâ, 27
261 19/Meryem, 44
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 70 -
ve şeytan gibi sırlı varlıklara bir türlü inanmak istemezler. Ancak
hemen kaydetmek gerekir ki bunlar, Yüce Kur’ân’ın haber verdiği
gerçek varlıklardır. Dolayısıyla imanın bir şartı olan meleklere
inanmak ne kadar önemli ise, cinlerin ve şeytanların varlığına da
inanmak o kadar önemlidir. Cin ve şeytana inanmak, “Kitaplara
İnanmak” şartının ayrıntılarındandır. Onun için cinlerin ve şeytanların
varlığını inkâr eden kimse İslâm Dini’nden çıkmak gibi imânî
bir tehlikenin içinde bulunduğunu bilmelidir! 262
Cin Konusunda Şirke Düşmek
Cinleri inkâr şirke düşürdüğü gibi, cinleri Allah’a şirk/ortak koşmak
da şirktir. Ayrıca, cinlerle uğraşan ya da cin konusunu istismar
eden bazı kimselerin de şirk içine düştükleri görülmektedir. Şirk
suçunun gerçekleşmesine neden olan sözler, eylem ve tavırlardan
konumuzla dolaylı da olsa ilgili olanları şöyle değerlendirebiliriz:
a) Her türlü büyü:
Bütün tılsımlar; tütsüler; kurşun dökmek ve ipliklere üfleyip
düğümlemek gibi şarlatanlıklar; (çeşitli baharat, mum, kıl, kemik,
tırnak ve dışkı gibi) atık ve necis maddelerle yapılan maksatlı ve
gizli işler; Havâs denilen okuma, şekil, şema, yazı ve heykelcikler
bu bölüme girerler. Bu uğraşlar, sayılamayacak kadar çeşitlidir.
Kenzu’l-Havas (Gizli İlimler Hazinesi), Şemsu’l-Maarif ve El-Lu’lu’
ve’l-Mercan gibi büyü kitaplarında bunların uygulama şekilleri ve
sözde sırları(!) anlatılmaktadır. Câhil insanların sırtından kolayca
geçinmek için cinci üfürükçü birtakım açıkgözler tarafından yapılan
bu büyülerin, geçici bir psikolojik yönlendirmeden başka gerçek
anlamda hiçbir etkileri yoktur.
b) Fal ve her türlü kehanet:
Gerek günümüzde sosyete falı olarak bilinen tarot ve eskiden
müneccimlik denilen astroloji (burçlar ya da yıldız falı), gerek daha
çok çingeneler tarafından yarıdilencilik amaçlarıyla bakılan su, el
ve ayna falı, gerekse şehir halkı arasında yaygın olan kahve falı bu
kısma girmektedir.
Bazı kimselerin “Fala inanma, falsız da kalma” sözü açık bir
çelişkidir. Şirk riskini ortadan kaldırmaz. İmânî açıdan son derece
tehlikeli olan tüm eylem, söz ve tavırlar mizah konusu yapılamazlar.
Nitekim ciddî anlamda olmasa bile bu tür sözleri sarfedenlerin
yeniden Kelime-i Şahadet getirmeleri gerekir. 263
262 Ferit Aydın, İslâm’da İnanç Sistemi, Kahraman Y., s. 321-327
263 F. Aydın, a.g.e., s. 146-147
CİN
- 71 -
Fetişizm; Büyü ve Korku Dini
İnsanoğlu maddî çarelerle hedeflerine ulaşamadığı ya da sorunlarını
çözemediği zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara başvurur.
Bu tercihler eskiden beri insanlar arasında genel bir eğilimdir.
Gizliliğin mazeretleri ve her zaman bir açıklaması vardır. Ancak
gizemlilik daima karmaşıklığını koruyacaktır. Bu nedenledir ki
Kur’ân-ı Kerîm’in onayladığı, hatta mü’minleri dâvet ettiği “duâ”
hâriç, İslâm, büyü ve fal gibi gizemli yolların bazılarını en ağır suç
olan “küfür” diye nitelemiş ve kâfirlere lânet etmiştir. 264
İnsanoğlu, geniş bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte,
yaşadığı olaylar içinde henüz çözümleyemediği ve sırlarına
bir türlü erişemediği o kadar çok şeyler vardır ki bunlar hakkında
bilginler, uzmanlar ve ilim adamları hâlâ susmayı tercih etmektedirler.
Nitekim telepatinin, hipnotizmanın, spiritüel enerjinin,
meditasyonun ve çeşitli alternatif tıp sistemlerinin içyüzleri hâlâ
bilinememektedir.
Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse
amaçları itibariyle birbirinden son derece farklıdırlar. O kadar
ki bunların bazıları, hayat ve kâinât olaylarının, şimdiye kadar
çözülememiş, belki de çözülemeyecek olan şifreleridir. Dolayısıyla
bilinsin ya da bilinmesin bunlar esasen birer realitedir. Ancak
gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan, buna rağmen yarı uygar toplumlarda,
genellikle basit düşünen insanlardan çıkar sağlamak amacıyla
-sözde- gizemli nitelikte yapılan büyü, fal, müneccimlik ve
medyumluk gibi bazı işler daha vardır ki bunlar tamamen spekülatif
muâmelelerdir. İslâm bunları hurâfe ve bâtıl inanç olarak
değer(siz)lendirmiş, bunları yasaklamış ve bu işlerle uğraşanların
cezalandırılmasını öngörmüştür. Çünkü bu insanlarda fetişist
(müşrikâne) yaklaşımlar vardır.
Örneğin büyü yapan ve yaptıran insanlar (özellikle yaptıranlar),
büyüye, amacı kestirme ve gizemli yollarla gerçekleştiren bir çare
olarak inanırlar. Medyumlara ve kâhinlere başvuranların da inancı
böyledir.
Düşmanını perişan etmek, başına dertler ve belâlar yağdırmak
için silâh yerine büyüyü tercih eden insanın esasen ne istediğini
şöyle açıklamak mümkündür:
Eğer silâh ya da herhangi bir şiddet yolunu kullanırsa
264 2/Bakara, 189, 161
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 72 -
yakalanacak ve ağır cezalara çarptırılacaktır. Hâlbuki büyüye başvurursa
-kendince- hiç kimsenin sezinleyemeyeceği gizemli bir yolla
bu amacını gerçekleştirmiş olacaktır(!) Öyle ise büyüye inanan
insana göre hayat ve kâinat olaylarını büyü ile yönlendirmek
mümkündür. Bu ise Allah’ın (c.c.) kâinat üzerindeki mutlak egemenliğini
tanımamak, daha doğrusu, büyü gibi bir araçla İlâhî
egemenlik sınırlarının delinebileceğine inanmak demektir. Bu
ise açık bir şirktir. Çünkü Allah’ın kâinât üzerindeki egemenliği
mutlaktır. Hiçbir şey bu egemenliğin dışında değildir, hiçbir olay
bu hâkimiyetten bağımsız olarak cereyan edemez. Her şeyi Allah
Teâlâ yönetmektedir.
Yarattığı ve yönettiği kâinat olaylarının, -gerek etki-tepki, gerek
sebep-sonuç, gerekse nötrleşme gibi- bilinen ve bilinmeyen fenomenleriyle
son derece karmaşık olan kozmozunu birbiriyle ilintili
yasalar zinciri çerçevesinde disipline eden yine Allah Teâlâ’dır. Şu
halde bu yasalara göre hareket edilmedikçe büyü ve fal gibi gizemli
çareler olduğuna inanılan hayalî yollarla amaca ulaşılabileceğine
inanmak, her şeyden önce çok yanlış bir şartlanma ve büyük
bir bilgisizlik örneğidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ’ya karşı
bir başkaldırı sayılır ki bir anlamda bunun adı şirktir.
Örneğin define arayan bir insan, eğer elde ettiği bir krokiye
dayanarak, pusula ve dedektör gibi birtakım araçlar kullanarak
amacına ulaşmak istiyorsa bu insan, itikadî bakımdan herhangi
bir suç işlememektedir. Çünkü her şeyden önce aklını kullanmaktadır.
Akıl ise Kur’ân-ı Kerîm’e göre gerçekleri yakalamada başvurulacak
ilk ve en büyük araçtır. Çünkü akıl, sağlam, olgun ve
reşit insanın, (Allah Teâlâ tarafından belli kanunlarla çalıştırılan) beyin
mekanizmasında üretilmektedir. Bu açıdan define arayan Müslüman
insan, Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak egemenliğini kabul
etmiş demektir. Onun kullandığı pusula ve dedektör de yine Allah
Teâlâ tarafından insanoğluna sunulmuş çeşitli fizik, manyetik ve
elektronik bilimlerinin tespit ettiği İlâhî kanunlarla çalışmaktadır.
Dolayısıyla mü’min defineci, pusula, dedektör ve benzeri araçlar
kullanmakla yine Allah’ın mutlak egemenliğini tanımış demektir.
Hâlbuki bu araçların yerine fala başvuran insan, falcının bütün
bu kanunları delebilecek ve Allah’ın kâinât üzerindeki mutlak
egemenliğinde O’na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduğunu
bilerek veya bilmeyerek kabul etmektedir. Bu sûretle de şirk
koşmaktadır.
İnsan, itikadî yönü olmayan en ağır suçları bile işlerken son
derece büyük vebal ve günahların altına girmesine rağmen yine
CİN
- 73 -
de küfre ya da şirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü
ve fal gibi fetişist anlamda öyle suçlar vardır ki, kişi onları, hiç
kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin göremeyeceği yerlerde ve
yalnız başına işlese bile Allah Teâlâ’ya ortak koşmuş olur ki bu
sûretle cinâyet işleyen bir kimseden daha çok Allah’ın öfkesini
hak etmiş olur. Bunun mantıklı sebebi acaba ne olabilir? Sebebi
gâyet açıktır.
Cinâyet işleyen bir insan, bu suça girişirken bile Allah tarafından
yaratılmış bulunan ve yine O’nun koyduğu belli yasalarla işlevini
yerine getiren akıl, silâh, tasarı ve planlı komplo projeleri
gibi araçlara başvurarak amacını gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahşi bir amacın peşinde
olmasına rağmen Allah’ın kâiinat üzerindeki mutlak egemenliğini
doğrularcasına O’nun koyduğu hayat kanunlarına göre davranmaktadır.
Hâlbuki büyüye veya fala başvuran insanın yargısı bundan
çok farklıdır ve Yüce Allah’ı daha çok öfkelendirici bir anlam taşımaktadır.
Büyü yaparak veya yaptırarak birini kazanmak ya da
birine zarar vermek isteyen insan, keza büyü veya fal aracılığıyla
bilinmeyeni keşfetmeye çalışan insan, aslında Allah’a ait otorite
sınırları dışında çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda
Allah’ın (hâşâ!) egemen olamadığı bazı bağımsız güçlerin
ve alanların bulunduğunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek
demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça
küfür olarak nitelenmiştir.265 Küfür ise Allah’ın (c.c.) otoritesini
tanımamak anlamını taşır.
Müslüman toplumlarda fetişist eğilimler (Büyü, fal, havas,
astroloji, râbıta, meditasyon vs.): Fetişist inançlara, Müslümanlar
arasında “Hurâfeler” ya da “Bâtıl inançlar” denir. Hurâfe: Uydurulmuş,
abartılmış, akla ve vicdana sığmayan asılsız inanç demektir.
Bâtıl da, geçersiz, hükümsüz ve bağlayıcılığı olmayan şey anlamına
gelir.
Ne yazık ki Müslümansı toplumlar, hatta Müslümanlar (daha
doğrusu bilgisiz ve eğitimsiz mü’minler) arasında bile bâtıl inanışların
tutunabildiği, inkâr edilemeyen bir gerçektir. İlginçtir ki
sahâbîlerden büyük şahsiyetler hâriç, diğerlerinin de zaman zaman
bâtıl inançlara kapıldıkları ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından
şiddetle uyarıldıkları bazı eserlerde nakledilmektedir.266 Ancak
sahâbîler, Rasûlullah’ın (s.a.s.) uyarıları üzerine hemen tevbe
265 2/Bakara, 102
266 Hâfız bin Ahmed el-Hakemî, Meâricu’l-Kabûl, 1/273-274
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 74 -
etmiş ve kanaatlerini düzeltmişlerdir.
Yukarıda da açıklandığı üzere bâtıl inanç: Kulluk anlamını
taşıyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanın, ya ürküntü duyduğu
şeylere karşı aklı sıra mânevî çare diye başvurduğu birtakım
şarlatanlıklardır veya hayatta karşılaştığı sorunların çözümlenmesinde
yardımlarını almak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi
“yarıtanrı”lardan medet ummalar ve onlara yapılan duâ ve niyazlardır.
Elbetteki Müslümanlar arasında da, bu şarlatanlıklara meyledecek
ve ölülerden yardım dileyecek kadar basit düşünceli insanlar
vardır. İşin ilginç tarafı, bu insanların hepsinin de eğitimsiz olmadıklarıdır.
Medyumlardan medet uman, falcılara başvurup geleceğini
onlardan öğrenmek isteyen nice okumuş devlet adamlarının
yaşadığı skandallar, toplumu zaman zaman meşgul etmiştir. Evet,
insanlar baş edemeyecekleri güçlere ve nereden geleceğini tahmin
edemedikleri kaza ve belâlara karşı daima tedirginlik duyar.
Bu psikolojik durum, yalnızca inançlı insanlarla da sınırlı değildir.
Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek
risk ve tehlikelere karşı önlem alma ihtiyacını duyar. Bu,
her insanın, ortama göre haklı olarak kapıldığı endişelerden kaynaklanmaktadır.
Ancak, örneğin sağlam kilitler kullanmak, değerli
eşyaları güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarına uymak,
aşı olmak ve bütün bunlardan sonra da duâ etmek ve Allah’a tevekkülde
bulunmak gibi endişeleri giderebilecek akılcı ve meşrû
önlemler varken; bazı kimseler, evlerinin, araç ve cihazlarının üzerine
nazar boncuğu, bebek pabucu ve nalçacıklar asmak, üstlerinde
çeşitli muskalar taşımak sûretiyle aklın ve Kur’ân’ın ölçülerine
sığmayan yollara başvurarak sözde mânevî önlem(!) almaya çalışmaktadırlar.
Bunlar bâtıl inançlardır ve şirktir!
Ne ilginçtir ki Kur’ân’ın feyiz ve nurundan yoksun bazı kimseler,
hayattaki muhtemel risklere karşı -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan
daha akılcı ve daha meşrû yollara başvurarak önlemlerini
almaktadırlar. Nitekim Müslümansı topluluklar arasında yaygınlaşan
hurâfe ve bâtıl inançlar yüzünden, gerçek Müslümanlar her
münasebette, akılcı geçinen müşrikler tarafından küçümsenmekte
ve alay konusu olmaktadırlar.
Tekrar kaydetmek gerekir ki hastalığa ya da nazara karşı kurşun
döktürmek, tütsü yapmak, sıtma için el bileğine, okunup düğümlenmiş
iplik bağlamak, eve, arabaya, ya da dikiş makinesi ve
bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâdan koruması için) nazar boncuğu,
nalça, bebek pabucu gibi tılsımlı sanılan şeyler takmak bâtıldır,
CİN
- 75 -
çirkindir, şirktir. Çünkü bu yollara başvuran insan aslında nalın,
pabucun, nazar boncuğunun, muskanın ve benzeri büyü araçlarının,
Allah’ın egemenlik sınırları dışında birer güç olduğunu kabul
etmiş sayılır ki bu, Allah’a açıkça ortak koşmaktan başka bir şey
değildir. Eğer bu insanlar yukarıda bir kısmı söz konusu edilen
büyü araçlarının, Kur’ân-ı Kerîm’de yerleri olduğuna inanırlarsa
bu takdirde de Allah’ın kitabında bulunmayan şeyleri ona mal etmekten
dolayı kâfir olurlar!
Başta eğitimsizlik olmak üzere çeşitli çıkar odaklarının gayret
ve propagandalarıyla şartlanan insanlar arasında, özellikle bâtıl
inanışlar daha çok yayılır. Şirke götüren bu tehlikeli anlayış ve kanaatler
o kadar çok ve yaygındır ki hepsini örneklerle sıralayıp
anlatmak imkânsızdır. Bunları, “nazar” gibi hak ve gerçek olan
inançlardan ayırt edebilmek için Müslümanın iki ölçüsü vardır.
Bunlar Kitap ve Sünnettir. Yani mânevî değer olarak tanıtılan herhangi
bir şeyin öyle olup olmadığı, ancak onun Kur’ân-ı Kerîm’e
ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına uyup uymamasına göre anlaşılır.
Dolayısıyla Müslümanların her konuda olduğu gibi bu noktada
da başvuracakları mihenk taşları işte bu iki şeydir. 267
Cin Sûresi
Cin sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş ikinci sûresidir. Mekke’de
nâzil olmuştur. Yirmi sekiz âyet, iki yüz seksen beş kelime ve yedi
yüz elli dokuz harften ibarettir. Fâsılası “elif”tir. Cinlerden bahsettiği
için bu adı almıştır. Buna “Kul ûhiye” sûresi de denir.
Sûrenin ana konusu cinlerdir. Hemen ilk âyette şöyle denmektedir:
“(Ey Muhammed!) De ki; Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği
bana vahyolundu;’ Onlar şöyle demişlerdir; ‘Doğrusu biz, doğru
yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik de ona inandık; biz
Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.”
Eskiden beri insanlar cinlerin varlığı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Duygulara hitap eden bir zâhirî kısımdan, sûrenin
mevzûuna, mânâlarına, gösterdiği hedeflere baktığımızda, birçok
işaret ve ilhamlarla karşılaşırız.
Önce; müşriklerin inkâr ettikleri, bu hususta çetin mücadelelere
giriştikleri, ellerinde hiçbir delilleri olmaksızın ileri geri konuştukları
ve bazen de Muhammed’in (s.a.s.) onlara bahsettiği şeyleri
cinlerden aldığına dair yaygın kanaatlerini içine alan bilgiler
ve çoğu öteki âlemle ilgili, akaide dair meseleler yer almaktadır.
267 F. Aydın, a.g.e., s. 138-144
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 76 -
İnkâr edip mücâdele ettikleri meselelerden birine bizzat cinlerin
şehadet edinceye ve bu olay Muhammed’den (s.a.s.) duyuluncaya
kadar, Kur’an’dan haberleri yoktu. Kur’an’ı onlar işitince sarsılmış,
hayrete ve dehşete düşmüşlerdi. Gönülleri dolup taşmış; işittiklerini
saklamayacak, bildiklerini toparlayamayacak, hissettiklerini
hülâsa edemeyecek duruma gelmişlerdi. Tesiri altında kaldıkları
bu büyük hâdiseden, bütün kâinatta izlerini ve neticelerini bırakan
olaydan korku ve dehşet içinde kalmışlardı. Bu, bütün beşeriyetin
ruhunda derin izler bırakacak derecede, değerli bir şehâdet
idi.
İkinci olarak bu sûre ile cinler âlemi hakkında, önce muhataplarının
sonra da gelecek ve geçmiş bütün insanların ruhlarındaki
birçok vehimler düzeltilmekte; bu görünmeyen varlıkların hakikati
ortaya konulmaktadır.
Bu sûre Arap müşriklerinin ve başkalarının bu kâinatta cinlerin
kudreti ve hareket kabiliyetlerine dair inançlarını da düzeltmeyi
üstlenmektedir. Bu yaratıkların varlığını gelişigüzel inkâr edenlerin
durumuna gelince; bunların, bu derece kat’iyyetle inkârlarını
ve cinlerin varlığına inanmayla alay etmelerini ve hurâfe diye
isimlendirmelerini hangi esasa dayandırdıkları konusuna burada
eğilmek gerekmektedir.
Acaba bu inkârcılar kâinattaki bütün mahlûkatı biliyorlar da,
aralarında cinleri bulamadıklarından dolayı mı böyle söylüyorlar?
Şüphesiz bugün dahi hiçbir âlim bunu iddia edemez. Zira yeryüzünde
varlığı daha yeni keşfedilen canlılar pek çoktur. Ve hiçbir
kimse de iddia edemez ki bugün yeryüzündeki canlıların artık keşif
zincirinin halkaları kopmuştur veya yakında kopacaktır.
Bu sûre-i celile geçen sûrelere nispetle, ulûhiyyet ve ubûdiyet’in
hakikatini mevzu ederek İslâmî tasavvurun inşâsına büyük yer verip,
daha sonra da, kâinat ve mahlûklardan ve bunların arasındaki
sıkı alâkadan bahseder.
Cinlere ait sözlerde Allah’ın vahdaniyetine, zevce ve
evlât edinmesinin reddine, âhirette cezanın isbatına, Allah’ın
mahlûkâtından hiçbirinin O’nu yeryüzünde âciz bırakamayacağına,
O’nun elinden hiçbir kimsenin kurtulup kaçamayacağına ve
âdil cezasının erişemeyeceği hiç kimsenin bulunmadığına delâlet
ve şehadetler bulunmaktadır. Rasûlullah’a (s.a.s.) hitaplarda bu
hakikatlerin bazısının tekerrür ettiği görülmektedir! “De ki; ‘Ben
sadece Rabbime yalvarır ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.’ De ki ‘Ben
size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim.” De ki; ‘Beni
hiç kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak
CİN
- 77 -
bulamam.” Bunlar, cinlerin bu gerçekleri tam ve açık bir şekilde
şehadetle kabul etmelerinden sonra zikredilir.
Nitekim bu şehâdetler, ulûhiyetin sadece Allah’a mahsus olduğunu,
ubûdiyetin de beşerin erişebileceği en yüksek derece olduğu
beyan buyurulmaktadır: “Allah’ın kulu Muhammed, O’na ibâdete
kalkınca, neredeyse çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi...”
Tâkip eden âyette, Rasûlullah’a (s.a.s.) tevcih edilen hitapla,
bu hakikat tekid edilmektedir: De ki: “Ben size zarar vermeye de
iyilik yapmaya da kadir değilim.” “Gayb sadece Allah’a bırakılmıştır.
Cin tâifesi onu bilmemektedir. Yeryüzünde onlara kötülük mü
murad edildi yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemiş ki, doğrusu
biz bilemeyiz...” Peygamberler de gaybı, ancak Allahu Teâlâ’nın
bir hikmete mebni bildirdiği kadar bilebilirler: Ey Habibim! De ki;
“Size vaad olunan yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi kılmıştır
ben bilemem. Gaybı bilen Allah, gayba kimseyi muttali kılmaz. Ancak
peygamberlerden bildirmek istediği müstesna. O, her peygamberin
önünden ve ardından gözcüler salar.”
Sûrede işaret edilen olay, bir grup cinin Kur’an’ı dinlemeleri
olayıdır. Bu husustaki rivâyetler farklılık göstermektedir. İmam
Ebû Bekr el-Beyhâki “Delâilü’n-Nübüvve” adlı kitabında şöyle der:
Bize, Ebû Hasan Ali b. Ahmed b. Abdan, Ahmed b. Abid, İsmail
el-Kadı, Müsedded, Ebû Avane’nin Ebû Bişir’den, Said bin Cubeyr
İbn Abbas’tan naklettiklerine göre İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a.s.) cinlere Kur’an okumadığı gibi onları da görmemiştir.
Rasûlullah, yanında bir kısım ashâbı olduğu halde Ukaz çarşısına
gitmek üzere ayrılmışlardır. (Nahle denilen mevkide, sabah
namazını kıldıkları sırada okuduğu Kur’an’ı cinler dinlemişti). O
sırada şeytanların gökyüzünden almaya çalıştıkları haberler kesilmiş
ve üzerlerine de şihablar (alev) gönderilmişti. Bunun üzerine
şeytanlar kavimlerine dönerek: “Size ne oluyor?” demişlerdi.
Onlar da “gökyüzü haberi ile aramıza perde gerildi, İlâhî haberi
alamaz olduk. Ve üzerimize de şihablar gönderildi...” Gökyüzü
haberi ile aramıza giren mutlaka yeni bir hâdisedir. “Doğuya ve
batıya gidip araştırın bakalım” demişler; doğuya ve batıya giderek
gökyüzü ile aralarına giren şeyin ne olduğunu aramaya koyulmuşlardı.
Tihâme tarafına gidenleri, Ukaz pazarına gitmekte olan
Peygamber’i, Nahle denilen yerde ashâbıyla sabah namazını kılarken
buldular. Ve okuduğu Kur’an’ı işitip dikkatlice dinlemeye koyuldular.
“Allah’a yemin ederiz ki işte gökyüzü haberi ile aramıza
giren şey budur” dediler. Buradan da kavimlerine dönünce şöyle
dediler: “Ey kavmimiz biz şüphesiz, doğru yola götüren, hayrete düşüren
bir Kur’an dinledik de ona inandık. Biz Rabbimiz’e hiç bir kimseyi
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 78 -
ortak koşmayacağız...” Bu hâdise üzerine de Allah Teâlâ, Rasûlûne:
“De ki, cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği bana vahyolundu... “
ve Allah ona cinlerin sözlerini vahyetmiş oldu. 268
Diğer rivâyet ise şöyledir. Müslim Sahih’inde Âmir’den şöyle
rivâyet eder. Âmir dedi ki: Alkame’ye sordum: “İbn Mes’ud cin
gecesinde Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte mi idi?” Bu soru üzerine
Alkame şöyle cevap verdi!” Ben de İbn Mes’ud’a “Cin gecesinde
Rasûlullah ile birlikte sizden bir kimse var mıydı?” diye sordum.
İbn Mes’ud “Hayır” dedi fakat biz Rasûlullah’la birlikte bir gece
bulunurken birdenbire yanımızdan kayboldu. Yolları ve vadileri
aradığımızda; “her halde kaçırıldı “veya” öldürüldü” denildi. Böylece
çok korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca bir de baktık ki
Hira tarafından geliyor. İbn Mes’ud devamla, biz “yâ Rasûlallah!
Seni aramızda göremeyince aradık bulamadık böylece çok korkulu
bir gece geçirdik” dedik. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bana
cin dâvetçileri geldiler. Onlarla beraber gittim ve onlara Kur’an
okudum.”
İbn Mes’ud der ki: “Bizi de oraya götürdü, onlardan kalan
bâkiyeleri ve ateş kalıntılarını gösterdi. Peygamber’e cinlerin yediklerini
sordular o da “üzerine Allah’ın ismi zikredilen ve sizin
yiyip de üzerlerinde fazla miktar et bıraktığınız bütün kemikler,
bütün deve ve at gübreleri... Bundan sonra Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdular: “Artık bu ikisi ile taharetlenmeyin, zira onlar kardeşlerinizin
yediği şeylerdir.” 269
“İbn İshak’ın rivâyetine göre, hâdise, Rasûlullah’ın (s.a.s.) Sakif
ileri gelenlerinin üzerine musallat ettiği ayak takımından gördüğü
eziyetlerle, gönlü kırık olarak Taif’den dönüşünden sonra olmuştur.
Onun Rabbi’ne karşı yapmış olduğu bu hüzünlü ve sevgi
dolu duâdan sonra cinlerle karşılaşması hakikaten düşündürücü
ve ibret vericidir. Allah’ın cinlerden bir bölüğünü onunla karşılaştırmasında
ondan işittiklerini kavimlerine bildirmelerinde son
derece hikmetler vardır. Zamanı ve alâkası ne olursa olsun, bu büyük
bir hâdisedir. Muhtevâsı ve işaretleri bakımından da büyüktür.
Müteâkiben cinlerin Kur’an’dan ve dinden bahsedişleri de dikkati
çekmektedir. Biz bütün bunlara Kur’an’ı Kerîm’in bildirdiği gibi
iman etmekteyiz.
“(Ey Rasûlüm!) De ki: “Cinlerden bir topluluğun Kur’an’ı dinlediği
bana vahyolundu. Onlar Şöyle demişlerdi. Doğrusu biz, doğru yola
götüren, hayrete düşüren, bir Kur’an dinledik de hemen O’na iman
268 Buhârî, Tefsir Sure, 72
269 Müslim, Salât, 150
CİN
- 79 -
ettik; biz Rabbimiz’e hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.” (1-2)
Doğrusu Rabbimiz’in yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve
çocuk edinmemiştir. (3)
Doğrusu aramızdaki beyinsiz, Allah’a karşı yalanlar uyduruyordu. (4)
Doğrusu insanların ve cinlerin Allah a karşı yalan uydurabileceklerini
sanmazdık. (5)
Gerçekten, birtakım insanlar cinlerin bazısına sığınırlardı da onların
azgınlıklarını artırırlardı. (6)
“Doğrusu onlar da sizin Allah’ın kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sandığınız
gibi zanda bulunmuşlardı. “ (7)
Bu başlangıcın, Rasûlullah’ı (s.a.s.) cinlerin kendisini dinlediklerini
bildiğini ve onlardan bir bölüğünün kendisinden Kur’an’ı
işittikten sonra vaki olduğunu da göstermektedir. Rasûlullah’ın
(s.a.s.) bu bilgisi, Allahu Teâlâ’nın vahyi ve olanlardan haberdar
etmesi ile mümkün olmuştur. Zira daha önce Rasûlullah (s.a.s.)
bundan haberdar değildi. Anlaşılan bu şekliyle bir defa vaki olmuş,
bilâhare aynı yerde onun bilgisi ve istemesiyle Kur’an’ı cinlere
okuması bir veya birkaç defa gerçekleşmiştir.
“Doğrusu biz hayrete düşüren bir Kur’an dinledik.” Onlarda bıraktığı
ilk tesir, şimdiye kadar alışık olmadıkları “hayrete düşüren” bir
şey olmasıydı. O, kalplerinde bir ürperme meydana getirmişti. İşte
bu hal, onu açık bir kalple, incelmiş duyguyla, derin bir zevkle dinleyip
duyan kimselerde Kur’an’ın bıraktığı bir tesirdir. Evet, hayrette
bırakır, zira ruhlara ve kalplerin derinliklerine işleyen güce,
fevkalâde bir câzibeye, büyük bir etkiye sahiptir. Hayrete düşürür.
Bu, cin topluluğu üzerinde bıraktığı tesirden fiilen de anlaşılmıştır
ki, onlar hakikaten bundan zevk almışlardır.
“Doğru yola götüren...” Bu da Kur’an’ın ikinci açık bir sıfatıdır.
Ve Kur’an’da bu özellik mevcuttur. Bunu cinlerden bir topluluk,
hakikatini kalplerinde buldukları anda hissetmişlerdi. “Rüşd” kelimesi,
geniş manası olan bir kelimedir. Kur’an bu sıfatıyla hidâyete,
hakka ve doğruya götürmektedir. Rüşd kelimesi bunlardan başka,
şu mânâları da ihtiva etmektedir. Olgunluk, üstünlük; hidâyete,
hakka ve doğruya ileten bir bilgi ve bu hakikatleri kalp gözüyle
görebilme idrâki... İşte bu vasıflarıyla kalpte öyle bir hal meydana
getirir ki; bu hal, sahibini hayra ve doğruya götürür.
“Ve biz O’na inandık.” Bu, Kur’an’ı dinledikten sonra sâlim bir
idrâkin gerektirdiği şey; yaratılışa uygun dosdoğru bir kabulden
ibarettir. Âyette zikredilen cinler ise, Kur’an’ı dinleyince hayrete
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 80 -
düşmüşler, büyülenmişçesine tesir altında kalmışlar; kendilerinden
geçecek kadar ruhî sarsıntı içine düşmüşlerdi. Sonra da bunlar
hakkı tanımış, kabul etmişler ve şuurlu bir şekilde “biz ona
inandık” diyerek imanlarını ilân etmişler; müşriklerin yaptığı gibi
ona karşı, ruhlarına tesiri sebebiyle, inad ve inkâr yoluna sapmamışlardı.
“Biz, Rabbimiz’e hiç bir şeyi ortak koşmayacağız.” İmanları açık,
sağlam ve hâlisâne idi. Vehme, şirke ve hurafeye bulaşmış değildi.
Kur’an’ın hakikatini idrâkten fışkırmış bir imanın da vasfı budur.
Kur’an’ın dâvet ettiği hakikat; şirke bulaşmayan bir tarzda Allahu
Teâlâ’nın vahdaniyetinden ibarettir.
Bundan sonra da cinler, Allah’ın hidâyeti karşısında kendi durumlarını
izah etmeye çalışmaktadırlar. Bundan onların da insanlar
gibi hidâyet ve dalâlet olmak üzere ikili kabiliyete sahip olduklarını
anlıyoruz. Bu topluluk, mü’minler olarak Rableri hakkındaki
inançlarından ve hidâyete eren ve dalâlete düşenler hakkında
besledikleri kanaatlerden söz etmektedirler.
“Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır.
Bizler çeşitli yollarda olan topluluklardık. Yeryüzünde kalsak da Allah’ı
aciz bırakamayacağımız, başka yere kaçsak da O’nu aciz kılamayacağımız
gerçeğini şüphesiz anladık. Şüphesiz, doğruluk rehberi olan Kur’an’ı
dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbi’ne inanırsa, o ecrinin eksiltileceğinden
ve kendisine haksızlık edileceğinden korkmaz. İçimizde, kendini
Allah’a vermiş olanlar da yazık edenler de vardır. Kendini Allah’a veren
kimseler, işte onlar, doğru yolu arayanlar, ona lâyık olanlardır. Kendilerine
yazık edenlere gelince, onlar Cehennem’in odunları oldular.” (11-15)
Cinlerin bu açıklaması gösteriyor ki, içlerinde sâlihler de var,
sâlih olmayanlar da. İtaatkârı da var, zalimi de. Bunlar, cinlerin çifte
kabiliyette olduğunu; insanlar gibi hayra ve şerre kabiliyetleri
bulunduğunu göstermektedir.
“Mescidler şüphesiz Allah’a mahsustur. Öyleyse oralarda Allah’a
yalvarırken başkasını katmayın.” (18) Secdelerin veya secde mahalli
olan mescidlerin sadece Allah’a mahsus olacağı beyan buyurulmaktadır.
Böyle olursa gerçek tevhid mümkün olabilir, herkesin
mübtelâ olduğu her alâka, her kıymet ve her meyil geriye atılmış
ve hâlis ibâdetin sadece Allahu Teâlâ’ya mahsus olduğu gerçeği
ortaya çıkmış olur. Allah’a ibâdet ederken bazen insan, O’ndan
başkasına iltica ve kalbini açma durumuna girer.
Âyet, cinlerin sözü olduğu takdirde önceden geçen şu sözlerini
tekid etmiş olur: “Şüphesiz biz Rabbimiz’e hiçbir ortak koşmayacağız...”
CİN
- 81 -
Yani ibâdet ve secde yerinde ortak koşmayacağız. Bu, doğrudan
doğruya Allah’ın kelâmı ise cinlerin sözleri, Rablerine yönelmeleri
ve O’nu tevhîd etmeleri münâsebetiyledir. Bu da Kur’an üslûbuna
göre yerinde gelmiştir.
“De ki: ‘Size söz verilen yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun süreli mi
kılmıştır, ben bilemem.’ Gaybı bilen Allah, gayb’a kimseyi muttali kılmaz.
Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır. Rablerinin
emirlerini tebliğ etmelerinden haberdar olmak için, her peygamberin
önünden ve ardından gözcüler salar, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatır
ve her şeyi bir bir sayar.” Böylece ürpertici bir ifadeyle sûre son buluyor.
Başlangıcı da cinlerin uzun tafsilatlı ve büyük bir hayret ihtiva
eden sözlerinde ifadesini bulan korku, titreme, ürperme ve hayret
vericilikte olmuştu. Yirmi sekiz âyeti geçmeyen bu sûre şu gibi
esas hakikatleri ortaya koymaktadır: Bir müslümanın akîdesini
kuvvetlendirmeye yarayan şey; ona doğru, açık, ölçülü düşüncesini
hiçbir ifrat ve tefrite düşmeden, ruhunu bilgi ufuklarına kapamadan,
efsanevi vehimler peşinde koşmadan kendini inşa ve
tespit etme fırsatını vermektir. Kur’an’ı işitir işitmez iman eden ve
şu sözleri söyleyen cinler topluluğu ne kadar doğru söylemiştir:
“Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’an dinledik
de hemen ona inandık... “ 270
Cinnet/Cünûn
Cin tutma, delilik, çılgınlık, davranış uyumsuzluğu, aklın zâil
olmasına cinnet diyoruz. Buna cünûn da denir. Cinnet Kur’ân-ı
Kerîm’de bu mânâda birkaç yerde geçer: “Yoksa O’nda Cinnet mi
vardır?”271 Diğer bir mânâsıyla; cin ve bu kelimenin çoğulu olarak
cinler veya cin taifesi demektir: “Cinlerden ve insanlardan.”272 Cinnet,
örtü ve gizlilik mânâsında değerlendirildiğinde; Cennet, cenân
(kalp), cünnet (koruyucu), cenîn ve mecnûn ile alâkalıdır.
Cinnet, dilimizde delilik mânâsına kullanılmaktadır. Cin çarpması
olarak da tanımlanmaktadır. Gözle görülmeyen varlık olan
cinlerin, insan vücuduna girerek, zarar verdiklerine inanan kimseler
vardır.
Cünûn (cinnet) hali, İslâm hukukunda önemli bir yer tutar.
Çünkü İslâm akıl dînidir. Ahkâmı da akılla anlaşılır. Cenâb-ı Hak
herkesi gücü yettiğince mükellef tuttuğundan İslâm fıkhı bu konu
üzerinde belli bir bölüm tahsis etmiştir. Fıkıhta bu konu ehliyete
270 Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 316-318
271 34/Sebe', 8
272 114/Nâs, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 82 -
ârız olan haller diye adlandırılır. Bunlar, kişinin aklını gideren veya
azaltan hallerdir. İki kısma ayrılır:
1- Semâvî ârızlar: İnsanın kendi elinde olmayan: bunaklık, delilik,
unutkanlık gibi ârızlardır. 2- Mükteseb ârızlar: İnsanın kendi
elinde olan; cehâlet, sarhoşluk, zorlama gibi ârızlardır.
Semâvî ârızlardan olan delilik (cünûn) iki kısma ayrılır: 1-
Cünûn-ı mutbık: Kesilmeksizin sürüp giden akıl hastalığıdır. 2-
Cünûn-ı gayr-ı mutbık: Sürekliliği olmayan akıl hastalığına denir.
Cinnet; aklı örten, sağlam idrâki yok eden bir hastalıktır, demiştik.
Hasta, heyecan ve sarsıntı içindedir. Mecnun denilen hasta,
daima gayr-ı mümeyyiz çocuk hükmündedir. Kendisinden bedenî
teklifler düşer; fakat malî tekliflere muhâtap olur.
Ancak akıl hastalığının süreklilik miktarı ibâdetlerin cinsine
göre değişmektedir. Namaz yükümlülüğünün düşmesi için bunun
bir günden (24 saatten) fazla devam etmesi gerekir. Oruç için ise
tam bir ay devam etmesi şarttır. Ramazan ayı içerisinde geçici olarak
ayılıp kendine gelen kimse, daha sonra iyileşince Ramazan
orucunun hepsini kaza etmesi gerekir. Zekât yükümlülüğünün
düşmesi için ise akıl hastalığının bir sene devam etmiş olması şarttır.
Aksi takdirde zekâtını vermek durumundadır. Akıl hastalarının
sözlü tasarrufları mûteber değildir. Ancak hastalık nöbetlerinin
yokluğunda vâki tasarrufları geçerlidir.
Cinnet, atehle de alâkalıdır. Ateh; aklı örten ve sağlam idrâke
engel olan bir hastalıktır. Bu hastalığa tutulan Ma’tûh, temyiz gücüne
sahip değilse, mecnûn hükmündedir.273
Cünûn, edâ ehliyetini ortadan kaldırdığından, melankolik,
nevrastenik ve sar’alı kimseler, temyiz kudretine sahip olduklarında
tasarrufları geçerlidir.274 Mecnun ve ma’tuh ile ilgili hükümler
Mecelle’de geçmektedir.275
Tasavvuf dilinde cünûnun (cinnetin) cezbe ile bir yakınlığı vardır.
Halk indinde cezbe ve cünûn aynı şeyler telâkki edilmesine
rağmen, durum öyle değildir. Cünûn, kişinin yükselme yerine alçalması;
mânâsız ve olumsuz bir şekle düşmesidir.276
Kur’ân-ı Kerîm’de, peygamberlerin dâvetinden ve özellikle Hz.
273 M. Ebu Zehra, Fıkıh Usûlü, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener,
Ankara 1973, 330; Ö. Nasuhî Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul
1967, I, 231
274 Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1978, 191
275 Ali Himmet Berki, Açıklamalı Mecelle, İstanbul 1982, s.192, mad. 978, 979, 980
276 Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 319
CİN
- 83 -
Muhammed’in tevhid inancına yaptığı çağrıdan rahatsız olanların
bu seçkin kişilere yönelttikleri iftiralardan söz edilirken on bir
âyette mecnun kelimesi kullanılmıştır. Cünûnun terim anlamıyla
ilgili olarak yapılan değişik tarifler arasında yaygın olanı, Seyyid
Şerif el-Cürcânî’nin ef-Ta’rîfât’ında yer alan, “söz ve fiillerin nâdir
haller dışında normal cereyan etmesini engelleyen akıl bozukluğu”
şeklindeki tanımdır. Fıkhî sonuçları bakımından bir zihnî rahatsızlığın
cünûn kapsamında sayılmasını belirleyen unsur ise bu
hastalığın kişiyi temyiz gücünden yoksun kılıcı nitelikte olmasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan ve onu İlâhî buyruk
ve yasakların muhatabı kılan akıldır. Bu sebeple İslâm âlimleri
peygamberlerin özelliklerini açıklarlarken onların cünûndan
sâlim oldukları hususuna önemle işaret etmişlerdir. Akıl hastalığının
kaynağı, zekâ ile ilişkisi ve tedavisi konusuna insanlık tarihinin
çok eski dönemlerinden beri ilgi gösterilmiş, özellikle eski Yunan
fılozoflarınca bu hususta tarihî seyri içinde farklılıklar taşıyan değişik
görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müslümanların konuya gerek
teorik gerekse pratik alanda gerçekçi ve insanî açıdan yaklaşma
noktasında önceliğe sahip oldukları kolayca söylenebilir. Daha
İslâm’ın İlk asırlarında akıl hastalığı ve hastaları hakkında seviyeli
eserlerin kaleme alınmış olması (fıkıh literatürü çerçevesindeki
incelemelerden ayrı olarak Ebü’l-Kâsım en-Nisâbûrî’nin ‘ükalâ’ü’lmecânîn
adlı eseri, bu konuda günümüze ulaşan güzel bir örnek
olarak zikredilebilir) ve akıl hastalarının tedavisine tahsis edilen
hastahaneler kurulmuş olması bu tesbiti doğrulayan delillerdir.
Akıl hastalığı ile İlgili hükümlere fıkıh kitaplarının değişik
bölümlerinde temas edilmesinin yanı sıra fıkıh usulü eserlerinde
“Semavî (insanların iradesi dışında oluşan) Ehliyet ârızaları” başlığı
altında cünûn hali özel olarak incelenmiştir.
Günümüz hukuklarında hâkim olan yaklaşım, tıbbın akıl hastalığı
kabul ettiği her rahatsızlığın kişinin fiil ehliyetini (özellikle
işlem ehliyetini) mutlaka ortadan kaldırmış sayılmaması yönündedir.
Buna göre akıl hastalığının bu anlamdaki ehliyeti etkileyebilmek
için temyiz gücünü, yani mâkul şekilde hareket edebilme
iktidarını, hastanın fiillerinin sebep ve sonuçlarını idrâk edebilme
kabiliyetini ortadan kaldıracak nitelikte olması gerekir. Meselâ
sara ve şizofreni tıp ilmi yönünden akıl hastalığı olmakla birlikte
kişinin sırf bu sebeple fiil ehliyetine sahip olmadığı söylenemez;
hukuken akıl hastalığı hükümlerinin uygulanabilmesi, bu hastalıkların
kişinin hukukî değerlendirmeye tâbi tutulan fiili işlediği
sırada temyiz kudretini ortadan kaldırmış olmasına bağlıdır. Bu
yaklaşım ile İslâm hukukundaki cünûn-ı mutbik ve cünûn-ı gayr-i
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 84 -
mutbik ayırımının temelindeki düşünce ve cünûna bağlanan fıkhî
sonuçlar arasında paralellik bulunduğu görülmektedir. Öte yandan
İslâm hukukunun, akıl hastalarının işlem ehliyeti bakımından
tam ehliyetsiz sayılması ve kural olarak bütün işlemlerinin geçersiz
kabul edilmesi noktasında Kara Avrupası hukuk çevresine dâhil
hukukların çoğunluğu ile birleştiği, akıl hastalarının yaptığı sözleşmeleri
hükümsüz değil, feshedilebilir nitelikte sayan ve fesih
imkânını da sadece kötü niyetli (akıl hastalığını bilen) kişiye karşı
tanıyan İngiliz hukukundan ise ayrıldığı tesbit edilebilmektedir.
Cünûn bir tasavvuf terimi olarak dervişliğin ilk, sekr halinin
son basamağını ifade eder.277
“Düşünmediler mi ki arkadaşları (Muhammed)de hiçbir cinnet yoktur,
o apaçık bir uyarıcıdır?”278 Cinnet, cin cemâati anlamına geldiği
gibi,279 cinin etkisi ile düşünce yetisinin örtülmesi, yani delilik anlamına
da gelir.
Müşrikler, Hz. Muhammed’i (s.a.s.), cinin etkisinde kalıp delirmiş
bir insan sanıyorlardı: “(İnkârcılar, Muhammed (s.a.s.) hakkında)
“Allah’a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde cinnet mi var?” (dediler).”
280; “O, kendisinde cinnet bulunan bir adamdır, başka bir şey değildir.
Hele bir süreye kadar onu gözetleyin.” 281
Hz.Muhammed’in (s.a.s.), öldükten sonra bedensel dirilmekten
söz etmesini, bir deli saçması sanıyorlardı: “O, size öldüğünüz,
toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman yeniden hayata çıkarılacağınızı
mı söylüyor, bununla mı sizi tehdit ediyor? Heyhat, heyhat, tehdit edildiğiniz
şey ne kadar uzak (ne olmayacak bir tehdit)!” 282
Aşağıdaki âyetler, Hz. Muhammed’i cinlerle ilişkili, onların etkisiyle
aklı karışmış sanan müşrikleri reddetmekte ve onun açık
anlatımlı bir peygamber olduğunu vurgulamaktadır: “De ki: “Size
bir şey öğütleyeyim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz!
Arkadaşınızda hiçbir cinnet yoktur. O, çetin bir azabın arefesinde
sizin için bir uyarıcıdır.” 283; “Yoksa ‘Onda bir cinnet var’ mı diyorlar? Hayır,
o, kendilerine gerçeği getirdi, fakat çokları haktan hoşlanmıyorlar.” 284
Birinci âyette, bu savın sahiplerine, ikişer ikişer, teker teker
277 İbrahim Kâfi Dönmez, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 125-129
278 7/A’râf, 184
279 11/Hûd, 119; 37/Sâffât, 158; 32/Secde, 13
280 34/Sebe’, 8
281 23/Mü’minûn, 25
282 23/Mü’minûn, 35, 36
283 34/Sebe’, 46
284 23/Mü’minûn, 70
CİN
- 85 -
durup Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu iyice düşünmeleri,
onda delilik bulunmadığı, onun ileride bulunan şiddetli bir
azaba karşı uyaran bir peygamber olduğu; ikinci âyette de Hz.
Muhammed’in kendisinde cinnet bulunan bir şaşkın olmadığı, insanlara
gerçeği getiren bir uyarıcı olduğu, fakat hitabettiği insanların
çoğunun gerçekten hoşlanmadığı vurgulanıyor.
Evet, düşünenler, Hz. Muhammed’de delilik olmadığını, onun
cinlerle bir ilişkisi bulunmadığını anlar. Bir delinin ağzından bu
hikmetler çıkar mı? Bunu söyleyen, apaçık bir uyarıcıdan, bir Hak
elçisinden başkası olamaz.
Araplar, Peygamberimiz’in cinle ilişki kurduğunu, cinin etkisinde
bulunduğunu, söylediği sözlerin, kendisini hükmü altına alan
cinin sözleri olduğunu iddia ediyorlardı. İşte âyetlerde onların bu
iddiaları reddedilmekte, çokları hoşlanmasa da insanlara hakkın,
yani gerçek vahiy sözlerinin geldiği vurgulanmaktadır. Araplar,
Hz. Muhammed’i, bir şâir veya kâhin gibi görüyorlardı. Oysa ne
Hz. Muhammed, abartmacı bir şâ’ir, ne de Kur’ân hayallerle dolu
şâir sözleriydi:
“Biz ona şiir öğretmedik, zaten şiir ona yakışmaz da. O(na vahyedilen),
sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.” 285
“Muhakkak ki o (Kur’ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Güvenilir
Ruh indirdi; Senin kalbine, uyarıcılardan olman için. Apaçık Arapça
bir dil ile. O, evvelkilerin Kitâblarında da vardır.” 286
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Her yalancı,
günahkâr kimseye iner. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çokları
da yalan söylerler (yahut şeytanlar, meleklerin konuşmalarına kulak
verirler, fakat çoğunluğu da yalan söyler). Şâirlere gelince onlara da azgınlar
uyar.”287 âyetlerinde, Hz. Muhammed’e şiir öğretilmediği, şiirin
ona uygun olmadığı, ona vahyedilenin, şiir değil, bir öğüt ve
açık anlamlı bir okuma olduğu, bu vahiyleri, Güvenilir Rûh’un, Hz.
Muhammed’in kalbine, açık Arapça bir dille indirdiği vurgulanmaktadır.
288
Melek, Cin, Şeytan Gibi Rûhânî Varlıkları
Allah’a Şirk/Ortak Koşanlar
İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde, Hicaz bölgesinde bir kısım
285 36/Yâsin, 69
286 26/Şuarâ, 192-196
287 26/Şuarâ, 221-224
288 S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Y., 4/ 439-441
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 86 -
Araplar da Melek-Cin ve Şeytan gibi rûhânî varlıklara ibâdet
ediyorlardı. Bunlardan, meleklerin Allah katında saygın bir yeri
olduğuna, bu yüzden kendilerinden daha şanslı olduklarına inanıyorlardı.
Eğer onlara ibâdet eder, hürmette kusur etmezlerse
onların, Alah katında kendilerine şefaat edeceklerini düşünüyorlardı.
“Câhiliye Araplarına göre melek, bir parça Tanrı niteliğinde
yahut Cin’in üstü olan, saygıya, hatta tapılmaya lâyık, fakat gözle
görülmez bir varlık idi. Fakat tabiatüstü varlıklar hiyararşisinde,
meleğin yeri belirlenmişti. O da: Câhiliye inancında bazen melek,
Allah ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Çok kere de
kendisi tapınma objesi olarak kabul edilirdi.” 289
Melekleri tanrılaştıranlar, onlar adına yeryüzünde timsaller/
heykeller yapmışlardı.290 Yapılan bu timsaller, meleklerin yeryüzündeki
birer sembolleriydiler. “Biz onların sûretlerini yapıp, onlara
dişi isimler vererek tapındığımız zaman, Alah’ın katında bize
şefaatçi olurlar” diyorlardı.291 Hâlbuki bu düşüncelerinde dalâlet
içindeydiler. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus dile getirilerek reddedilmiştir:
“Ve size: (Allah) melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin diye
emretmez...” 292
Câhiliye Arapları, cinleri de ulûhiyet derecesine çıkarıyorlar,
onları ilah ediniyorlardı. Kur’ân-ıKerim, onların cinler hakkındaki
inançlarını şöyle dile getirir: “Allah ile cinler arasında soy bağı icad
ettiler.”293 “Cinleri Allah’a ortak koştular, bilgisizce O’na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar. Hâşâ O, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.”294
Cinlerin gaybı bildikleri, insanlara zarar vermeye kadir oldukları,
hastalıkların çoğunun onlardan geldiği, tedavilerinin de ancak
cinlere yakın olmakla mümkün olacağı inancı da câhiliye halkı
arasında yaygındı. Bir kimse bir ev aldığı veya bir mal sattığı zaman,
evvela cinler için kurban keserdi. Bunu aldığı evde mutlu olmak,
sattığı maldan da hayrın azalmaması için yapardı.295 Cinlere
tapınma, ilâhî dinlerin tahrifinden geriye kalan bozuk bir inançtır.
Şeytana tapma, onu Allah’a ortak koşma konusundaki inançları
da, cinler hakkındaki inançlarından farksızdı. Câhiliyyeye göre
şeytanlar da cinlerde olduğu gibi, putların veya kutsal bildikleri
289 3/Âl-i İmran 80; İbn Kesir, Tefsir IV, 377; Yazır, M.H., a.g.e., VIII, 5381; İzutsu,
T., Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 19
290 Âlûsi, Bulûğu'l-Erab, II, 197
291 Yazır., M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4594; 39/Zümer, 3
292 3/Âl-i İmran, 80
293 37/Sâffât, 158
294 6/En’âm, 100
295 M.N. el-Câhız, Edyânu’l-Arab, s. 125-126
CİN
- 87 -
şeylerin içinde ikamet ederler, insanlara oradan hitap ederler, bazı
gaybî bilgileri onlara haber verirler, birtakım gizli konularda kendilerine
yol gösterirlerdi. Bu sebeple de ibâdet edilmeye saygı duyulmaya
lâyık varlıklar olarak görünüyorlardı. 296
Melek-Cin-Şeytan ve rûhânî varlıkları tanrılaştırma inancı,
aslında içinde bulundukları ortamın, kendileri üzerinde meydana
getirdiği menfi baskının neticesi olarak düşünülebilir. Hanif
dînînin gerçeklerinden uzaklaşan insanlar, geride bıraktıkları
kültürel mirasın izlerim, başka başka varlıklar üzerinde görme ve
böylece tatmin olma yoluna girişmişlerdi. Bu varlıklar bazen korku
ve dehşet saçan varlıklar, bazen de kendilerinden yardım ve
dostluk umulan varlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Pek tabiidir
ki, bu tür inançlar, beraberinde kehânet ve arâfet gibi düşüncelerin
doğmasını da mümkün kılmıştır. Bu işlerle uğraşan kimseler,
yegâne sığınak kabul edilmiştir.297
Yukarıda ifade edildiği gibi, bütün bunlar Kur’an ve Sünnet
tarafından reddedilmiş inançlardır. Şirk koşma en büyük günah
sayılmıştır.298
Câhiliyede Cin ve Şeytan İnancı: Câhiliye Araplarının cinler
hakkındaki inançları ise, melekler hakkında sahip oldukları inançların
zıddı idi. “Tabiat hayatının, insanların hükmü altına girmemiş
ve düşman kalmış tarafını (cinler ve şeytanlar) temsil ediyorlardı.
Hz. Peygamber’in bi’seti esnasında, cinler müphem ve gayr-ı
müşahhas ilahlar arasına girmekte idi.”299 Mekke Arapları, cinler
ile Allah arasında neseft karabati bulunduğunu söylüyorlar 300
ve onları Allah’ın şerikleri mertebesine çıkarıyorlardı.301 Cinlere
adaklar adayıp kurbanlar kesiyorlar302 ve onlardan yardım talep
ediyorlardı. 303
Câhiliye Araplarının bu konudaki inançları incelendiği zaman,
onların cinleri, muhtelif sûretlere girebilen varlıklar olarak telakki
ettikleri görülür. Bu cümleden olarak mesela, “Gûl”, onlar için
bir çeşit cindir. “Suûlat”, cindir. Bazı yılanlar (Engerek yılanı) ve ev
yılanları, cindir. Siyah köpek, şeytandır (cin nevinden) hırçın deve
296 Âlûsî, a.g.e., II, 197
297 İbn İshak, Sîre, s. 13; Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb, II, 173
298 4/Nisâ, 48; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y.,
75-77
299 Macdonald, B.D., "Cin" maddesi, İ.A., III, 192
300 37/Sâffât, 158
301 6/En’âm, 100
302 6/En’âm, 128
303 72/Cinn, 6
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 88 -
(hecin devesi) cindir gibi. Câhiliye Araplarına göre, cinler mutlak
olarak zararı dokunan, korkunç yaratıklardır. “Esas itibariyle
Tanrılar dost, cinler düşmandırlar.”304 Bu sebepten, kötülüklerin,
hastalıkların kaynağı cinlerdir. Aynı zamanda cinler, şairlerin ve
kâhinlerin de bilgi kaynağıdır.”305 Bir kimsenin şair olabilmesi için
görünmeyen dünya hakkında ilk elden bilgi sahibi olması gerekir.
Bu bilgi de kendi şahsî görüşü ile değil, cin denilen -onlara göreüstün
varlıkla derûni münasebetler kurmak sûretiyle elde edilir.” 306
Cinler ve şeytanlar hakkında garip akidelere sahip olan câhiliye
Arapları, bunları hep aynı cinsten sayıyorlardı. İblis-şeytan ve cin
kavramları, onların zihninde daha çok, kötülük, düşmanlık, korku
ve felaket çağrıştıran kelimelerdir. Bu korku ve endişe, onları,
bu tür varlıkların zararından korunmak için çeşitli sebeplere başvurmaya,
sevketmiştir. Bunlar arasında, büyüler, tılsımlar, onların
tasvirlerini yapmalar ve onları ilahlaştırmalar, onlara adaklar ve
kurbanlar kesmeler sayılabilir.307 Câhiliye Araplarının, cinler-şeytanlar
hakkındaki inançları, ülkemizde de hemen hemen aynıdır.
“Şeytan çarpmak”, “cin çıkarmak” gibi deyimler buna işaret etmektedir.
Cinlerin-şeytanların vereceği zarardan korunmak için
başvurdukları sebeplerden; onların tasvirlerini, timsallerini yapmak
ve onları ilahlaştırmak konusu ile kurban ve adak konusu
hâriç, büyü yapmak, tılsımlar yapmak gibi koruyucu çarelere -onlara
göre- başvurmak hemen aynıdır. 308
Hadislerde Cin ve Şeytan İnancı: Kur’an ve Sünnette, cin ve
şeytandan bahsedilmektedir. Kur’an’da cin kavramı, başlı başına
bir sûreye isim olarak verilmiş ve orada cinler konu edilmiş olduğu
gibi, ayrıca değişik yerlerde 22 yerde geçmektedir. Şeytan
kelimesi ise, gerek tekil olarak gerekse çoğul olarak Kur’an’da
88 yerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in hadislerinde ise, her iki
kelime çok yerde konu edilmiştir. Yani Kur’an ve Sünnet, cin ve
şeytanın varlığını kabul etmektedir. Hatta onların yaratılış özelliklerinden
bahseder: Bu, Kur’an’da şöyle geçer: “Cinleri dumansız
ateşten yarattık.”309 Fahruddin Râzi, “Mükellef varlıklar dört gruptur;
Melekler, insanlar, cinler ve şeytanlar” şeklinde açıklamada
bulunduktan sonra, başka bir rivâyeti de naklederek: “Cinlerin iyi
ve kötü olanları vardır. Şeytanlar, cinlerin kötü olanlarına verilen
304 Hitti, P., Siyâsî ve Kültürel İslâm Tarihi, I, 147-148
305 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, III, 269; Ateş. S., Yüce Kur'an'm Çağdaş Tefsiri, X, 98
306 İzutsu, T, Kur'an'da Allah ve İnsan, 159
307 6/En’âm, 100; Alûsî, a.g.e., III, 197
308 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 83-85
309 15/Hıcr, 27
CİN
- 89 -
isimdir” der.310 Kur’an ve hadislerde, şeytan, kötülük timsâli olarak
ele alınır.311 Cinlerden bahsedilirken ise, onların müslüman olanlarından,
Kur’an dinleyenlerinden söz edilmektedir.312 Fakat bununla
birlikte, cinlerin, câhiliye Araplarının korku ve dehşet saçan
varlıklar olarak kabul edilişleri şeklindeki inançlar da, bir kısım
hadislerde çok açık olarak görülmektedir. Yani Sünnet, cinlerin
korku, dehşet ve zarar veren yaratıklar oluşundan bahsetmektedir.
Bir iki örnek görelim:
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Gece karanlık olduğu
zaman yahut akşama girdiğiniz vakit- çocuklarınızı (dışarı çıkmaktan)
yasaklayın. Çünkü şeytanlar, o sırada dağılırlar. Geceden bir saat
geçince (dışarıdaki) çocuklarınızı (evlerinize) koyun. Allah’ın ismini
anarak -Bismilllâhirrahmânirrahîm- diyerek kapıları kapatın. Çünkü
şeytan kilitlenmiş kapıyı açamaz. Yine sizler Allah’ın ismini anarak
-Bismilllâhirrahmânirrahîm diyerek- kaplarınızın ağızlarını bağlayın.
Bismillâh diyerek üzerlerine enlemesine bir şey koymak sûretiyle de olsa
kaplarınızın ağızlarını örtün. Kandillerinizi söndürün.” 313
Kur’an ve Sünnet’e göre cinler de mükellef varlıklardandır. Bu
husus Kur’an’da “Ben insanları ve Cinleri bana ibâdet etsinler diye yarattım”
314 âyetiyle anlatılmıştır. Konuyla ilgili diğer bir âyet şöyledir:
“Ey muhammed, Kur’an’ı dinleyecek Cinlerden bir kısmını sana yöneltmiştik.
Onlar, Kur’an’ı dinlemeye hazır olunca birbirlerine: “Susun!”
dediler. Kur’an okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletine
döndüler.” 315
Yaratılış keyfiyeti ihtilaflı olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet,
cin ve şeytanın varlığını kabul etmektedir. Cinler, öyle tamamen
korku timsâli değil, ama zararları da olabilen, Allah’ın yaratmış
olduğu, insanların göremediği bir çeşit varlıklardır.
Cinlerle İblis arasındaki ilişki konusunda ihtilâf vardır. İbn Abbas,
İbn Mesud, İbn Müseyyeb, Katâde, İbn Cerir gibi sahâbî ve
tabiîlere göre, cinler meleklerin bir çeşididir. İblis de bunlardan
gelmiştir. Bu görüşe göre cinler, meleklerden bir zümredir. Said
bin Cübeyr ve Hasan Basrî ise, İblis’in meleklerden olmadığını, Hz.
Âdem nasıl insanların aslı (atası) ise, İblis’in de, cinlerin aslı (atası)
310 F. Râzi, Mefâtihu'1-Gayb, I, 82
311 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64; 47/Muhammed, 25; 4/Nisâ, 60; 27/Nemi, 24; 29/
Ankebût, 38; 58/Mücâdele, 19
312 72/Cinn, 1-2
313 Müslim, Eşribe 15, 95
314 51/Zâriyât, 56
315 46/Ahkaf, 29
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 90 -
olduğunu ileri sürmektedir.316 İkinci görüş, daha sahih kabul edilmektedir.
Cinlerin, yırtıcı hayvanların yaratıcısının İblis olduğu
inancı, müşrikler arasında yaygın olduğu sanılmaktadır. Bu inanç
mecusi görüşüne yakındır.317
Görüldüğü gibi cin ve şeytan hakkındaki gerek Kur’an ve gerekse
Hadisler, Câhiliye Araplarının inançlarının yanlış olduğunu
beyan ederek, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş,
onların bu konudaki inançlarını ıslah ederek kabul etmiştir.
Melek, cin, şeytan gibi varlıklar hakkındaki Câhiliye inançlarına
benzer inançlar, eski Türkler arasında da görülmektedir. Hâlâ
bunların bir kısmı geçerliliğini devam ettirmektedir. Eski Türklerde
“İye” kavramı önemli bir yer işgal eder. “İye” Tanrının emri
dışına çıkmayan varlık demektir. İyeler çoktur. Yardımcı iyeler ve
kara iyeler diye kısımlara ayrılır. Yardımcı İye’ler, bir anlamda, Meleklere
tekabül eder. Kara iyelerin başında gelen “Erlik”, Şeytanın
fonksiyonunu icra eder. İnsanlara her türlü kötülük vermeyi ve
tuzak kurmayı amaç edinmiştir. Issız yerlerde, ırmak kenarlarında
ağıl, samanlık gibi yerlerde iskân eden kara iyelerden “Al karası”
(Al bastı da denir), Türk dünyasının hemen her yöresinde bilinmektedir.
Doğum yapan kadınlara, yeni doğan çocuklara musallat
olarak onlara zarar verir. O, insanları bunun kötülüğünden ancak
“Kam” adı verilen, Kâhin ve Büyücüler kurtarabilir. Bu inanca ülkemizde
hemen her yörede rastlanmaktadır. 318
Türklerdeki bu iye kavramının, kendilerinin sahip oldukları ve
muhtemelen de, tek Tanrılı bir dînî inançtan gelmiş olabileceğini
düşünüyoruz. Ancak bu inanç sisteminin keyfiyetinin ne olduğu,
meçhûlümüzdür. Bununla beraber, gerek İbrahim Kafesoğlu,
“Eski Türk Dînî” isimli eserinde, gerekse Hikmet Tanyu, Türklerde
Tek Tanrı İnancı” eserinde bu konuda ciddi araştırmalar yapmışlardır.
319 Fakat yine de kesin olarak “şöyle bir dînin inanç esaslarındandır.”
diyemiyoruz. Ne olursa olsun, hangi kelime ve kavramlarla
açıklanırsa açıklansın inaçlar arasındaki benzerlik, çok açık
olarak görülmektedir.
İslâm’da cin ve şeytan’ın zarar verebileceği kabul edilmiştir.
Ancak bunların zararlarından korunmak için, kâhin, büyücü,
kam gibi kimselere yahut onların yaptıkları tılsımlara güvenme
316 Ateş Süleyman, İslam’a İtirazlar Kur'an-ı Kerim'den Cevaplar, s. 47
317 Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur'an, IV, 2488
318 Kalafat, Y., Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, s. 20-27
319 Kafesoğlu, İ. "Eski Türk Dini"; Tanyu, H. "Türklerde Tek Tanrı İnancı,
A.Ü.İ.F.Y.
CİN
- 91 -
reddedilmiş, gerçek sığınılacak gücün Allah olduğu her zaman
özellikle vurgulanmıştır. Bunun için gerek Kur’an’da320 ve gerekse
Hz. Peygamber’in hadislerinde sığınma (istiâze) örnekleri
verilmiş,321 o şekilde yapılarak Allah’a sığınılması istenmiştir.322
İfrît
İfrît, cinlerin reisi veya en güçlü, zeki, kurnaz ve zararlı olanına
verilen isimdir. İfrit kelimesinin menşei hakkında farklı görüşler
olmakla beraber ağırlıklı görüşe göre “bir kimseyi yere serme,
toza toprağa bulama; çok istenen bir nesnenin zihinde hayal
edilip göze bu şekilde gözükmesi” anlamlarına gelen Arapça ‘afr
kökünden türetilmiş olup, “kurnaz, şerir, çetin, yaratılışı güçlü,
kızgın ve öfkeli kimse” mânasındadır. İfrit, bu anlamları dolayısıyla
cin ve şeytanlar için olduğu gibi mecâzî anlamda kötülük
ve şeytanlıkta aşırı giden insanlar için de kullanılır. İbn Kuteybe,
Zemahşerî, Râgıb el-İsfahânî ve İbnü’1-Esîr gibi müellifler kelimenin
taşıdığı “habîs, çetin, güçlü kuvvetli” anlamlarına dikkat çekerek
bunun hem şeytanı hem de bu karaktere sahip insan ve hayvanları
ifade edebileceğini belirtmektedirler. Nitekim Zü’r-rumme
bir şiirinde yaban öküzünü tasvir ederken, “O, gecenin karanlığında
ifritin izinde parlayan yıldız gibidir” diyerek ifrit kelimesini
cin için kullanır. Kisâî de Mesleme b. Abdül-melik’i överken onu
ifrite benzetip, “Onların şeytanı olan ifrit, sizin için bir mülkün
ve bir yerleşim yerinin olmadığını söylemiştir” der.323 İfrite bazan
nifrit ile beraber ikileme biçiminde de rastlanır. Bir hadiste, “Allah,
malı ve ehli konusunda belâ ve musibete uğramayan ifrit nifrit
kişiye buğzeder” şeklinde geçmektedir. 324
Ahd-i Atîk’te Hz. Süleyman ve Sebe melikesinden söz edilmesine,
Süleyman’ın şöhretini duyan melikenin ona büyük bir alayla
ve çeşitli hediyelerle geldiği, Süleyman’ın yanında çok sayıda ordunun
bulunduğu bildirilmesine rağmen325 cinlerden ve ifritten
bahsedilmemektedir. Eski Mısırlılar, kötü bir ölümle ölen kimsenin
ifrite dönüştüğüne ve onun ruhunun sık sık öldüğü yeri ziyaret ettiğine
inanırlardı. Câhiliye Arapları ise gözle görülmeyen varlıkları
“hin” ve “cin” olarak iki gruba ayırırlardı; cinlerin insanlarla beraber
oturanına “âmir”, çocuklara musallat olanına “ruh”, bunların
zâlim, bozguncu ve azgınlarına “şeytan”, kötülükte daha
320 72/Cinn, 6, 22; 114/Nâs, 6
321 Buhârî, Deavât 163; Tirmizî, Deavât 467, 473
322 Tirmizi, Deavât 490, 508; Ali Çelik, a.g.e., s. 85-90
323 Kurtubî, XIII. 203
324 İbnü'1-Esîr, "afr" md.; Lisânu'l-'Arab, "afr" md.
325 I. Krallar 10/1-4; II. Tarihler, 9/1-12
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 92 -
aşırı gidenlerine “mârid”326 ve en güçlü, en kötü olanlarına da
“ifrit” adını verirlerdi.327 Buna göre ifrit “kötülük ve şeytanlıkta
çok aşırı gitmiş, tuttuğunu koparan; kuvvetli, becerikli, ele avuca
sığmaz bir hilekâr” demektir. İfritin asıl adının İbn Abbas’a göre
Sahr, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’ye göre Zekvân, Şuayb
el-Cübbâî ve Nehhâs’a göre Kuzen olduğu rivâyet edilirse de ifrit
kelimesi özel isim olmayıp bir varlık türünün belirtilen niteliklere
sahip olanlarını ifade ettiği için Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı gibi
çoğunlukla “cinden”, “insandan” vb. açıklamalarla kullanılmaktadır.
Bununla birlikte cin kavramındaki belirsizlik sebebiyle ifritin
mâhiyetini tam olarak tesbit etmek zordur. Bir taraftan gûl
ve sil’ât gibi ifritin de cinlerin bir türü olduğu belirtilirken, diğer
taraftan Kur’an’daki ifritin cinlerden bir taifenin özel adı olmayıp
Neml sûresinin 39. âyetinin baş tarafında da ima edildiği üzere
“âsi, mağrur” anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de ifrit kelimesi bir defa geçmektedir.328 Burada
Hz. Süleyman’ın emrinde insan, kuş ve cinlerden orduların
bulunduğu bildirilmekte, Belkıs’tan haberdar olan Süleyman’ın
Belkıs’ın tahtını kısa zamanda kimin getirebileceğini sorması üzerine
“cinlerden bir ifrif’in, “Sen daha yerinden kalkmadan onu sana
getirebilirim” dediği haber verilmektedir. Aynı yerde ifrit, kendini
Süleyman’a tanıtırken güçlü ve güvenilir olduğunu belirtmiştir.
Kur’an’ın cinler arasında yer aldığını bildirdiği ifrit, Taberî’ye göre
cinlerin reisi veya onların en güçlüsü, Mücâhid ve Katâde’ye göre
en azgını, Ma’mer’e göre en zeki ve kurnazıdır. 329
“Cinlerden bir ifrit” ifadesi bazı hadislerde de geçmektedir. Ebû
Hüreyre’den gelen bir rivâyette cinlerden bir ifritin namazını ifsat
etmek için Hz. Peygamber’e musallat olduğu, Rasûlullah’ın onu
yakalayarak mescidin direklerinden birine bağlamak istediği, fakat
Hz. Süleyman’ın bir duasını hatırlayınca ifriti köpek kovar gibi
kovduğu bildirilmektedir.330 Bu hadisin farklı bir rivâyetinde ifritin
kedi sûretinde Hz. Peygamber’in karşısına çıkıp yüzüne bir ateş
parçasıyla çarpmaya kalkıştığı ifade edilmiştir. Hz. Âişe’ye atfedilen
rivâyete göre Rasûl-i Ekrem onu yakalayıp yere yatırarak hırpalamıştır.
Yahya b. Saîd’den nakledilen bir rivâyette Rasûlullah’ın
İsrâ gecesi cinlerden bir ifriti gördüğü kaydedilmektedir. 331
326 37/Sâffât, 7
327 Câhiz, I, 291; Cevâd Ali, VI, 709
328 27/Neml, 39
329 Taberî, XIX, 161-162; Fahreddin er-Râzî, XXIV, 197
330 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/298; Buhârî, Salât 75, Enbiyâ 40, Tefsir 38/2;
Müslim, Mesâcid 39
331 İmam Mâlik, el-Muvatta, Şi’r 10
CİN
- 93 -
Bazı İslâmî kaynaklarda anlatıldığına göre cinlerden olan ifrit
diğer cinlerdeki özellikleri taşıyan, onlar gibi irade sahibi, erkeği-
dişisi bulunan, çeşitli şekillere girebilen bir varlıktır. Câhiliye
dönemine ait bir kısım telakkilerin aksine Kur’an’da cinlerin güçlerinin
sınırlı olduğuna işaret etmek için “kitaptan ilmi olan kişinin”
332 Belkıs’ın tahtını ifritten daha çabuk getireceği vurgulanmıştır.
Halk edebiyatında ifrit dumandan yaratılmış dev gibi bir cin
olarak tasvir edilir ve bu özelliği sebebiyle onun sıkıştırılmış olarak
bir şişe içerisine konulup hapsedilebileceğine inanılır. Kur’an’da
yer alan, cinlerin “hâlis ateşten” yaratıldığı bilgisiyle333 halk edebiyatındaki
ifritin dumandan yaratıldığı inancı arasında bir ilgi
kurulabilir. İfritin kanatlı bir mahlûk olduğu, büyük bir güce sahip
bulunmasına rağmen bazı büyü vasıtalarıyla emir altına alınabildiği
yine halk edebiyatında rastlanılan telakkilerdir. Halk
kültüründe ifritin şekli, gücü ve yaptığı işler çerçevesinde oluşan
inançlar İslâmî kaynaklardan çok İslâm öncesi din, kültür ve medeniyetlere
dayanmaktadır.334
Peri
Peri, pek güzel olduğu kabul edilen bir cin tayfası ve özellikle
bunların dişi olanı hakkında kullanılır. Cin tayfasından olduklarından,
lâtif varlıklardır, görünmezler. İnsanların çok güzel olanları
hakkında da zaman zaman bu kelime kullanılır ve “peri yüzlü,
peri gibi” denilir. Halk arasında, bâzı ortamlarda yaşadıklarına
inanılır.
Cinlerin pek güzel olarak tasavvur edilen dişisi olarak kabul
edilen “peri” terimi, Türk Edebiyatında mecâzen çekici, güzel ve
akıllı kadın için kullanılır. Eski Türk Edebiyatında peri, ancak sihir
ve büyük yolu ile elde edilebileceği; çeşme, pınar ve hamamlarda
bulunabileceği, insanlarla ünsiyete gelmemesi, onlardan kaçması,
göze görünmemesi, son derece güzel ve tesirli oluşu, görenin
aklını başından alması, bazen insanları kendisine âşık edip
bağlaması, çeşitli kılıklara girmesi gibi inanışlar ile ele alınmıştır.
Daha çok sevgilinin güzelliğini anlatmak için kullanılır. Şairler genellikle
sevgililerinin güzelliğini dile getirmek için onları peri ile
kıyaslarlar. Peri, divan edebiyatında ve halk edebiyatında olduğu
gibi, Türk masal dünyasında da geniş yer tutmaktadır. Dede
Korkut Hikâyeleri’nden Tepegöz’de, Sarı Çoban, pınar başında
bir peri kızı ile birleşir. Masalların çoğunda peri, güzelliği kadar
332 27/Neml, 40
333 55/Rahmân, 15
334 Ali Erbaş, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 21, s. 516-517
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 94 -
iyilikseverliği ile dikkati çeker. Bütün bu özellikleri peri’nin modern
edebiyatta da kullanılan bir unsur olmasını sağlamıştır.
Gûl ve Gûlyabaniler
a) Câhiliyede Gûl İnancı: Câhiliye Araplarınca, tenha ve ıssız
yerlerde bulunduklarına inandıkları, değişik sûret ve renkli şekillerde
görünerek onları yoldan saptırıp helâk ettiklerini kabul
ettikleri, cin yahut şeytanlardan bir cins olarak bilinen hayâlî varlıklara
“Gûl” denir.335 Bunların dişilerine ise, “Suulât” adı verilir.336
İbn Sikkit (ö. 244/848) “insanı helâk eden her şey Gûl’dür.”der.337
Bunların bir yolcuya görünmesi, uğursuzluk kabul edilirdi. Bu
yüzden câhiliye Arapları, tenha ve ıssız yerlerin tekin olmadığına
her an karşılarına bir şeyin (Gûl) çıkabileceğine inandıklarından,
bu tür yerlerden geçerken “Bu vâdînin sahibine sığınıyorum” diyerek,
bir nevi onlardan, zarar vermemeleri için izin isterlerdi.338
Eğer yolda bir Gûl’a rastlanacak olsa, ne yapılacağı konusundaki
inançları ise şöyleydi: “Gûl’a rastlanınca onu bir darbede öldürmek
gerekir. Eğer ikinci darbe indirilirse, Gûl tekrar canlanır.” Bir
Arap şairi bunu şöyle dile getirir: “Gûl, bana dedi ki: İkinci defa
vur. Ben de ona yavaş ol, yerinde bekle hele. Zira ben (kılıcımı)
kalbe yerleştirirdim.” 339
Bir başka şair el-Behrânî, rastladığı bir Gûl ile mücadelesini
şöyle anlatır: “Ayın son günlerinde, gece zifiri karanlıkta Gûle bir
darbe indirdim, sanki toz duman oluverdi. İkinci defa darbemi
indirmiştim ki, (sanki bir) kuvvet onun ehlini koruyordu da (canlanıverdi).
Keşke o sağ elim kurusaydı da (o ikinci darbeyi indirmeseydim).”
340
Câhiliye Araplarının Gûl hakkındaki inançları o kadar ileri
gitmiştir ki, hatta Gûl ile evlenenler, onlardan çoluk çocuk sahibi
olanların varlığına dahi inanırlardı. Mesala, Amr bin Yerbu’ bunlardandı.
341
Amr bin Yerbu’ hakkında şöyle bir rivâyet vardır: “Amr bin Yerbu’
Gûl ile evlendi. Ondan çocukları oldu. Onun yanında uzun zaman
kaldı. Gûl memleketi tarafından şimşek çaktığı zaman, Amr’a
335 Kamus, III, 307; Alûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 340; Nevevî, Minhâc (Şerhu Müslim),
XIV, 216-217
336 Nedvî, İslâm Tarihi, Hazırlayan: E. Edib, I, 304
337 İbn Manzur, Lisân, XI. 507
338 İbn İshak, Sîre, s. 92; İbn Hişâm, Sîre, I, 201; İbn Manzur, a.g.e., XI, 508
339 Âlûsî, a.g.e., II, 343
340 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 344
341 Âlûsî, a.g.e., II, 340
CİN
- 95 -
şöyle derdi: “Onu bana gösterme (onu benden gizle). Eğer onu
bana gösterirsen, çocuklarını bırakır, memleketime -kavmimin
bulunduğu yere- doğru uçarım.” Bundan böyle ne zaman şimşek
çaksa Amr, ridasıyla onun gözünü örter ve ona şimşeğin çakmasını
göstermezdi. Derler ki bir defasında Amr bin Yerbu’ gaflet etti.
Gece şimşek çakmasına rağmen Gülün yüzünü ridasıyla örtmedi o
da uçup gitti. Uçarken şöyle diyordu: Amr çocuklarını sıkı tut. Ben
çakan şimşeğin yeryüzüne kaçan kıvılcımıyım... 342
Gûl ile evlenme, yani cinlerle evlenme inancı ülkemizde de
yaygındır. Ne var ki böyle bir olayı ispat etmek çok güçtür. Cinlerle
evlendiğini (Gûl de cin taifesinden kabul edildiğinden o da
buna dâhildir) iddia eden kimseler de bunu ispat edememekteler,
sadece bir iddiadan ibaret kalmaktadır. Onun için bu tür iddia sahiplerinin
ruhî bir rahatsızlıkları olduğu akla gelmektedir.
Türkçemizde Gûl’e, “Gûlyabâni” denildiği gibi, câdu (cadı),
hortlak da denilir. Bütün bunlar, Gûl cinsinden korkunç yaratıklar
kabul edilir.343 Câhiliye Araplarının sahip oldukları Gûl inancının
varlığı, Gûlyabâni şekliyle hemen aynı kabul edilmiştir. Bunun
içindir ki, ıssız, tenha, harabe ve çöplüklerden geçerken, Câhiliye
Araplarının yaptıklarına benzer şekilde “Tû destur!..” denilerek
geçilir ve böylece Gûlyabanilerin zarar vermesinden korunulacağına
inanılır (Türk Edebiyatında da konu edilmiş olan Gulyabânîler
hakkında H. Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabânî” isimli eserini de
hatırlıyoruz).344
b) Hadislerde “Gûl” İnancı: Câhiliye Arapları arasında yaygın
olan “Gûl” inancının Hz. Peygamber’in hadislerinde hem müsbet
hem de menfi yönleriyle konu edildiğini görmekteyiz. Yani bir kısım
hadislerde zahiren “Gûl”ün varlığı kabul ediliyor gibi anlaşılıyor
ise de, diğer bir kısım hadislerde onun tamamen reddedildiği
ifade edilmektedir. Konu ile ilgili hadislerden örnekler görmeye
çalışalım.
Ebû Eyyüb el-Ensârî’den yapılan rivâyette “Gûl” ile yapılan
bir mücadeleden bahsedilmektedir. Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin
içinde hurma bulunan bir duvar bölmesi vardı. “Gûl” gelir ondan
alırdı. Bundan Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Bunun üzerine
Rasûlullah şöyle buyurdu: “Git, onu gördüğün zaman, ‘Bismillâh,
Peygambere icabet et!’ de.” Sonra Ebû Eyyüb, “Gûl”ü yakaladı.
Fakat bir daha dönmeyeceğine yemin etmesi üzerine onu bıraktı.
342 Alûsî. a.g.e., II, 340, 341
343 Ozon, M.N. Osmanlıca Türkçe Sözlük, s. 237
344 Ali Çelik, a.g.e., s. 133-136
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 96 -
Müteakiben Hz. Peygamber’e geldi, Rasûlullah ona: “Esirin ne
yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin
etti” dedi. Rasûlullah: “o yalan söyledi ve esasen yalan söylemeye
de alışıktır.” buyurdu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ü bir kere daha yakaladı,
o bir daha dönmeyeceğine yemin edince, onu yine serbest
bıraktı. Sonra Rasûlullah’a geldiği vakit; “Esirin ne yaptı?” diye
sordu. Ebû Eyyüb, “bir daha dönmeyeceğine yemin etti. (bıraktım)”
dedi. Daha sonra “Gûl”ü üçüncü kez yakalayınca, ona “seni
Rasûlüllah’a götürmeden bırakmayacağım.” dedi. Bunun üzerine
“Gûl” mukabelede bulundu. “Ben sana bir şey söyleyeceğim...
Âyet’el-kürsî; Evinde bunu oku, ne şeytan ne de başkası sana yaklaşamaz.”
Ebû Eyyüb, Hz. Peygamber’e geldi. Rasûlullah ona: “Esirin
ne yaptı?” diye sordu. Ebû Eyyüb, “Gûl”ün dediklerini anlattı.
Rasûlüllah: “Doğru söyledi, fakat kendisi yalancıdır” buyurdu.345
Tirmizi’nin346 “Bu hadis hasen-gariptir” diyerek naklettiği bu
hadise benzer, çok sayıda hadis nakledilmiştir. Muaz bin Cebel,
Ubey bin Kâ’b, Ebû Useyd ve Zeyd bin Sâbit’in de bu konuda benzer
rivâyetleri vardır.347 Ancak hadis metinleri ayrı ayrı incelendiği
zaman farklı ifadelere rastlanmaktadır. Şöyle ki: Bu rivâyetlerden
Ebû Eyyûb el-Ensârî ile Ebû Useyd’in rivâyetlerinde geceleri hurma
çalan varlık için “Gûl” tabiri kullanılırken, Muaz bin Cebel bunun
için “Şeytan” kelimesini kullanmış, Ubey bin Kâ’b ise, yeni buluğa
ermiş delikanli biri olduğunu anlatarak ona “Sen cin misin, insan
mısın?” diye sorduğunu, Onun cin olduğunu söylediğini, çalmış
olduğu hurmaları elinden almak isteyince, ellerini uzattığında,
elinin köpek ayağına benzediğini, üzerindeki tüylerinin de köpek
tüyü gibi olduğunu belirtmektedir. Bu konudaki Ebû Hüreyre’nin
rivâyetinde ise: “Birisi geldi”, şeklinde meçhul bir şahıstan bahsedilmektedir.
348 Hadislerde anlatılan ortak konu ise, biriktirilmiş
zekât hurmalarının çalınması, çalanın yakalanarak Rasûlullah’a
götürülmek istenmesi sırasında onun, Âyet el-Kürsi’nin faziletini
haber vermesidir.
Tirmizi’nin naklettiği Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin rivâyeti hakkında
“Bu hadis Hasen-Garibtir” denilmiştir.349 “Garip hadislerin ise, metin
yönünden tek kalmış yahut isnadı tek kalmış hadisler olduğunu
biliyoruz.”350 “Garip hadisler içinde makbul olanları bulunmakla
345 Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 158; Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, VIII, 183-184
346 279/892
347 Aynî, Umdetü'1-Kâri, XII, 144-148
348 Aynî, a.g.e., XII, 144-148
349 Tirmizi, Sevâbu'l-Kur'an 158
350 Uğur, M., Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 102
CİN
- 97 -
beraber, ekseriyeti zayıftır. Bu sebepten tâbiîler, etbau’t-tâbiîn ve
daha sonraki nesillerin hadiscileri, garib hadislere pek rağbet etmemişlerdir.
351
Buhârî’nin zikrettiği Ebû Hüreyre hadisinin muallak olduğu
(Muallak Hadis: Hadisin baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç
râvinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonuncu kişinin üst tarafındaki
kişiden rivâyet edilen hadistir.), hatta İbn Arabi’ye göre
Munkatı olabileceği ifade edilmiştir.352 Gerek Muallak ve gerekse
Munkatı Hadisler, zayıf hadisler grubundandır. 353
Hadisin rivâyet farkından doğan değişik ifadeler, râvilerin hurmaları
çalan hırsızın tayin ve tesbitinde kendi anladıkları gibi olayı
aktardıklarını anlıyoruz. Çünkü hurmaları çalan, kimine göre,
“Gûl” dür. Kimine göre, şeytandır. Kimine göre elleri köpek ayağına
benzeyen genç bir delikanlıdır, kimine göre de meçhul bir
şahıstır. Bu farklı ifadeler, her râvinin ya kendi hatırladığı veya
kafasında öyle şekillendirdiği bir varlık olarak anlatıldığına işaret
etmektedir.
Mezkûr hadislerin gerek ifade ettiği mânâdaki garabet gerekse
sened yönünden illetli olmaları, hatta Buhârî’nin naklettiği
Ebû Hüreyre rivâyetinde hadisin müdreç olduğunu hadis otoritelerinin
tesbit etmiş olmaları354 bu hadisleri daha ihtiyatlı olarak
ele almamızı gerektirmektedir. Yine Hz. Peygamber’in “Hastalığın
bizatihi sirâyeti yoktur, eşyada uğursuzluk yoktur, Gûl denilen
bir şey de yoktur” 355 hadisi de, kanaatimizi te’yid etmektedir.
Sünnet, Gûl inancını reddetmiştir.” Gûller sizi aldattığı zaman hemen
ezan okuyunuz.” 356 hadisi ise, daha çok sizin zihninize bu
tür düşünceler geldiği zaman onların vesvesesinden kurtulmak
için ezan okuyarak Allah’ı hatırlayınız, onların uyandıracağı kötü
duygulardan uzaklaşınız manasındadır. Yoksa Gûllerin varlığını
kabul etmek değil, bilakis yanlış düşüncelerden doğru düşüncelere
bir dâvet vardır. Bu hadis bize, ülkemizde yaygın olan ve halk
arasında Albastı veya Alkarası olarak bilinen ve çok kere de ezan
okumakla kendisinden kurtulunduğuna inanılan bir inancı da hatırlatmaktadır.
357
351 Uğur, M., a.g.e s. 139
352 Aynî, a.g.e., XII, 144-148
353 Uğur, M., a.g.e., s. 139
354 İbn Hacer, Fethu'1-Bârî, IV, 185
355 Müslim, Selâm, 107-108
356 Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/305-382
357 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 136-140
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 98 -
Nazar Değmesi
“Nazar” Arapça’da bakış demektir. Türkçe’de de aynı mânâda
kullanılır. Bu umumi mânâsının dışında, yaygın bir inanışı dile
getiren terim olarak “Nazar değmesi”, az çok herkeste bulunan,
mavi gözlü kimselerde daha fazla bulunduğuna inanılan ve böyle
kimselerin bakışlarından fırlayan zarar verici, çarpıcı ve öldürücü
güç anlamındadır. 358
1- Câhiliyede Nazar Değmesi: Câhiliye Arapları arasında “Nazar
Değmesi” son derece yaygın bir inanıştı. Nazarının değmesi
konusunda bazı kimseler çok mâhir idiler. Bilhassa Benî Esed içinde
bu özellikteki insanlar çoktu. Hatta onlardan biri, semiz bir
deve veya yağlı bir sığır gördüğü zaman, cariyesinde: “Ey cariye,
Evden ölçeği ve paraları al, şu hayvanın etinden bize et getir” der.
(O sırada) hayvana nazar değer. Cariye, efendisinin dediklerini
evden alıp ayrılmadan hayvan, yere düşer, boğazlanır. Cariye de
onun etinden satın alır, getirirdi.359 Câhiliye Arapları, bir kimse hasedlikle
ve düşmanlıkla birine bakınca, o, bu bakış sebebiyle hasta
olurdu. Onlar bunun için: “Falana nazar değdi” derlerdi.360
Rivâyete göre Araplardan bir kimse, iki veya üç gün yemek yemez,
aç kalır. Sonra çadırının perdesini kaldırır, beklerdi. Oradan
bir deve veya bir koyun geçerken görürse: “Bu gün bu deveden
daha güzel bir deve görmedim” derdi. Böyle dediği hayvan, bir
kaç adım atar ve hemen düşer ölürdü.361 Bir Arap şairi şöyle der:
Bir (toplantı) mahal(lin)de karşılaşınca karşılıklı nazar ederek bakışınca,
basılan yer ayaklarının altından kayıverir. 362
İbn Abbas, bir topluluğa uğrayınca bakışlarıyla kendisini tehdit
edenler için şu şiiri söylemiştir: (Onlar) bana kızarmış gözlerle,
keçinin kasabın (elindeki) bıçağına baktığı gibi bana keçi bakışıyla
baktılar (yani korkak ve ürkek şekilde.) 363
Bunlardan açıkça anlıyoruz ki, “Nazar Değmesi”, Câhiliye
Araplarının çok yakından ilgilendikleri ve tesirinden korktukları,
öldürücü ve çarpıcı bir güçtür. Onlar bunu sadece bilmekle
kalmıyorlar, onun etkisinden korunmak için de birtakım tedbirlere
başvuruyorlardı. Bunların başında “Temâim” adı verilen 364
358 Yeni Türk Ansiklopedisi, VII/2607; Meydan Larousse, IX, 257
359 Bursevî, Rûhu'l-Beyân, X, 127; Emiroğlu, T., Esbâb-ı Nüzul, 38-39
360 İbn Manzur, Lisân, XIII, 301
361 Bursevi, a.g.e.. göst. yer; Emiroğlu, T., a.g.e. göst. Yer
362 Râzî, Mefatihu'1-Gayb, XXX, 1000
363 Râzî, a.g,e., göst. yer
364 Âlûsî, Bulûğu'1-Erab, II, 7-9
CİN
- 99 -
nazarlıklar geliyordu. Ayrıca nazarı dokunan kimseye bir kap içinde
ellerini, ayaklarını ve izarının altını yıkamasını söylerler, o da
yıkar, bu yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin üzerine dökerek,
böylece nazardan kurtulunulacağına inanıyorlardı.365 Ayrıca Rukye
(okumak) de yapılıyordu. 366
Nazar değmesi inancı hemen bütün ülkelerde, kendine has
özellikler içinde görülmektedir. Dün olduğu gibi, bu gün hâlâ
Avrupa’da özellikle İtalya’da, Balkanlarda ve Rusya’da rastlanmaktadır.
367 Hatta Schwab’larda (Güney Almanya) çocukların alınlarına,
nazar değmesin diye insan pisliği sürüldüğü kaydedilmektedir.
368
Ülkemizde de, her bölgede nazar inancı yaygındır. Gök mavisi
rengindeki gözün, bakışının değmesi ihtimalinin daha büyük olduğuna
inanılır. Bunun içinde gök mavisi şeylerle nazar değmesinden
korunulacağı düşünüldüğünden, mavi boncuğa önem verilir.
Mavi boncuk, nazarlık olarak kullanılır. Bundan başka ülkemizde
nazar değmesinden korunmak için, yeşil kahve tanesi, eski para,
kurşun, çitlenbik kabuğu ve at nalı gibi şeyler de nazarlık olarak
kullanılır. Bu nazarlıklar, kullanıldıkları yere göre değişik şekillerde
asılır ve dikilir. Mesela, çocukların omuzlarına dikilir, hayvanların
alınlarına yahut boyunlarına asılır, evlerin veya binaların giriş
kapılarına konur. Yine ülkemizde nazardan korunma âdetleri arasında
sıkça görüleni, nazar uğrayana kurşun dökülmesi, başının
üstünden dua ile çevrilmiş tuzun ateşe atılarak patlatılması, üzerlik
otunun yakılarak dumanıyla tütsülenmesi gelir, bunlar yapılırken,
kendilerine has özel tekerlemeleri de unutulmaz. Şöyle ki:
Tuz patlatılırken: “Nazara bozara/Nazar edenin iki gözü bozara”
denir. Üzerlik otu tütsülenirken de: “Elemtere fiş/ Kem gözlere şiş;
Üzerlik otu çatlasın/Nazar eden patlasın.” 369
Bazı yörelerde nazar değmesinden korunmak için, nazarından
korkulan kişi, çocuğu gördükten sonra, hemen çocuğun yüzü
yıkanır, elbiseleri değiştirilir. Hatta dışarı giderken çocuğa siyah
lekeler sürülür. 370
365 Sofuoğlu, M., Sahih-i Müslim Terc, VIII, 37 -Dipnotta-
366 Müslim, Selâm hadis no: 1725
367 Tanyu, H. Türklerde Taşla İlgili İnançlar, s. 213
368 Tanyu, H. a.g.e. s. 213, -Eduarda Seliğman Der Böse Blyick Und Vermandes,
s. 219'dan naklen-
369 Yeni Türk Ansiklopedisi, Nazar mad.; Halıcı, Feyzi, Türk Halk Edebiyatı ve
Folklorunda Yeni Görüşler, (248-52). Mehmet Aydın'ın, "Konya'daki Manevi
Halk İnançlarının Dînler Tarihi açısından Tetkiki" isimli makaleden
alınmıştır
370 Ali Çelik, a.g.e., s. 192-195
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 100 -
2) Kur’ân-ı Kerim’de Nazar Değmesi: “O küfretmekte olanlar,
zikri/Kur’an’ı işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle yıkıp devireceklerdi.
‘O gerçekten bir delidir’ diyorlar. Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için
bir öğütten başka şey değildir.” 371 Müşrikler Hz. Peygamber’i gördüklerinde,
ona karşı duydukları kıskançlık ve düşmanlık sebebiyle
gözleriyle onu oklayıp öldüreceklermiş gibi bakarlardı. Bu âyet
onların bu psikolojik durumunu tasvir etmektedir. Bu âyetin nazar
(göz değmesi) ile ilgili olduğu yolunda yaygın bir kanaat bulunmakla
birlikte bu kanaat kesin bir bilgiye dayanmamaktadır. Nitekim
Şevkânî’nin aktardığına göre,372 çok yönlü bir âlim olan İbn
Kuteybe de âyette müşriklerin Rasûlullah’a nazar değdirmelerinden
söz edilmediğini, Rasûlullah Kur’an okuduğunda inkârcıların
ona kinle ve düşmanlık duygularıyla baktıklarının anlatıldığını
ifade etmiştir. Buna göre âyetin nazarla ilgisi yoktur.373
Allah Rasûlünü Gözleri ile Yıkmak İsteyenler: İbn Abbas, İbn
Mesud, el-A’meş, Ebu Vâil ve Müeahid: “le yuzlikûneke / Seni devireceklerdi”
anlamındaki buyruğu: “Canının çıkmasına sebep
olacaklardı” yani seni helâk edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır.
el-Herevî dedi ki: Onlar gözleriyle sana bakıp duruyorlar.
Böylelikle sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah’ın
seni yerleştirmiş olduğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek
istiyorlar, demek istemektedir. el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar,
diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr’den şöyle
açıkladıkları nakledilmiştir: Seni risâleti tebliğ etmek görevinden
alıkoymak istiyorlar; el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar; el-Müerric: Seni
yerinden kaydırıyorlar; en-Nadr b. Şumeyl ve el-Ahfeş: Seni fitneye
düşürüyorlar; Abdu’1-Aziz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle,
yan yan bakıyorlar; İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek
istiyorlar); Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar; el-Hasen ve İbn Keysan:
Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi,
gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir.
Bu âyete nazar âyeti demek ve özellikle nazar duâsı olarak
kabul etmek doğru değildir. Kâfirler, peygamberimize o kadar kin
duyuyorlardı ki, Kur’ân’ı işittikleri zaman ona yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.
Âyetin halk kültüründeki “nazar” denilen inanışla herhangi
bir ilgisi yoktur. Bu nedenle âyetin nazar duası diye okunması
temelsiz ve yanlış bir davranıştır. Çünkü dua, Allah’tan bir şey
istemektir. Bu âyette ise Allah’tan istenen herhangi bir şey yoktur.
371 68/Kalem, 51-52
372 Şevkânî, a.g.e., c. 5, s. 319
373 Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadrettin Gümüş,
Kur’an Yolu, DİB Y., c. 5, s. 359-362
CİN
- 101 -
Allah’ın peygamberimize yaptığı bir açıklamayı içermektedir.
Âyette “leyuzlikune bi-ebsârihim / Neredeyse gözleriyle seni devireceklerdi”
ifâdesinin, göz değmesi anlamına geldiği görüşünde
olanlar, görüşlerini hadislerle desteklemişlerdir. Fakat burada kastedilen,
Hz. Peygamber’e göz değeceği değil, kâfirlerin ona çok
kızgınlıkla, onu yiyecek, devirecek gibi bakmaları anlatılmaktadır.
Kelbî kelimesini “Neredeyse seni, mesajın tebliğ edilmesi görevinden
çevireceklerdi”, Hasan-ı Basrî: “Neredeyse seni gözleriyle
öldüreceklerdi” şeklinde mânâlandırmış, İbn Kuteybe ise: “Allah,
gözü değen kimsenin, beğendiği şeye gözünün değmesi gibi
onlar da sana göz değdireceklerdi” mânâsını kast etmiştir. “Sen
Kur’an okuduğun zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke
ile bakıyorlardı ki neredeyse seni devireceklerdi, demektir” demiştir.
İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, A’meş ve Mücâhid ise bu kelimeyi
“leyuzhikuneke” şeklinde okumuşlardır ki “seni helâk edeceklerdi”
demektir. 374
İbn Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar
değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi,
onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor.
Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur’an okuduğun zaman
onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık
ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.
Kuşeyrî nazar konusundaki hadis rivâyetlerinin bir kısmını pek
isabetli bulmamış ve şöyle demiştir: “İsâbet-i ayn (nazar değmesi),
ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden
gelen bir hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek,
bir şeye kızmak ve öfkelenmek sûretiyle nazar değmesi
olmaz. Hz. Peygamber’e kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve ‘bu,
herhalde delinin biridir’ diyorlardı. O bakımdan Rasûlullah (s.a.s.)
Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz konusu
değildir.
İbn Kesir’in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan
kinlerinden ötürü seni kıskanırlar. Allah’ın seni koruması ve onlara
karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.
“Gözleriyle seni yıkacaklar” ifâdesine Kelbî, “seni, risaletini
tebliğ görevinden çevireceklerdi”, Hasan Basri: “Neredeyse seni
gözleriyle öldüreceklerdi”, İbn Kuteybe: “Allah, gözü değen kimsenin,
beğendiği şeye gözünün değmesi gibi onlar da sana göz
374 Fethu'l-Kadîr: 5/277
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 102 -
değdireceklerdi mânâsını kast etmemiştir. Sen Kur’an okuduğun
zaman onlar sana öyle bir düşmanlık ve öfke ile bakıyorlardı ki
neredeyse seni devireceklerdi” mânâsını vermişlerdir.
Mevdudi, bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Sanki bakışlarıyla yiyecekler”
Mekke kâfirleri o kadar kızgındılar ki, Kur’an’ı işittikleri
zaman Peygamber’i sanki gözleriyle yiyeceklerdi. Onların bu hali
İsra Sûresi 73. ve 77. âyetler arasında beyan edilmektedir.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Bu bakışlar
neredeyse Hz. Peygamber’in adımlarını etkileyeceklerdi. Sarsılmasına,
sürçmesine, dengesini ve gücünü kaybedip yıkılmasına
neden olacaklardı. Hiç kuşkusuz bu, onların bakışlarının taşıdığı
kin, kıskançlık, çekememezlik, kötülük, intikam, hırs, kızgınlık ve
zehirden çok daha etkin anlatımlı bir ifadedir. Bu zehirli ve kızgın
bakışlar, beraberinde iğrenç küfürler, âdi sövgüler ve aşağılık iftiralar
da taşıyor: “O delidir’ diyorlardı.”
Hârikalar saçan fırça bu sahneyi Mekke’deki genel davet sahnelerinin
arasından olağanüstü bir maharetle çizip evrensel perdede
tescil ediyor. Böyle bir sahne, ancak kalplerinden ve gözlerinden
böylesine kızgın ve aşağılık bir kin akan ileri gelen inatçı ve
suçluların yer aldığı bir halkada yaşanabilirdi.
“Oysaki o zikir/Kur’an, âlemler için bir öğütten başka şey değildir.” 375
Kâfirler, gözleriyle bile Peygamberimizi yok etmek istiyorlardı.
Bu Kur’ân’ın âyetlerini işittiklerinde gözleriyle Peygamberimizi
yemek istiyorlardı.
Bu günde aynısı değil mi? Allah’ın kelâmı her yerde okunmaya
başlıyor. Böyle olunca, birilerinin gözleri belermeye başlamıştır.
Gözleriyle müslümanları yok etmeye yöneliyorlar, ama Allah (c.c)
diyor ki; bu belirli grubun, belirli yörenin, belirli bir ırkın kitabı
değil, bütün âlemlere indirilmiş bir zikirdir, bir nasihattir, bir yol
göstericidir. İnsanların gönüllerini etkileyecek kelimeler ve iman
esasları canlı ve taze olarak hayata tümüyle yansıtılmasını beklerken,
yeryüzünü ıslah edip dünyanın ihtiyaç duyduğu huzur ve
İslâmî sistem bu Kur’an sayesinde mutlaka bir gün kurulacaktır.
Nazarın etkisini kabul etmeyenler, Kur’ân-ı Kerim’den yola çıkarak
önemli deliller ileri sürerler:
1- Allah, bizi haketmediğimiz bir nedenden dolayı, sırf birisi
baktı (nazar etti) diye cezalandırmaz. Cezalandırması, O’nun
375 68/Kalem, 52
CİN
- 103 -
adâlet anlayışına ters düşer.376
2- İnsanın başına gelenler, kişinin kendi yapıp ettiklerindendir.
377
3- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle baktık diye
onun başına gelenlerden biz soumlu tutulamayız.378
4- Birisine (bir çocuğa) veya bir eşyaya sevgiyle bakmak kınanmamıştır.
379
5- Allah isteyip uygun görmedikçe kimse sıkıntı ve zarar veremez.
380
6- Kötülüğü ve zararı başkasından bilmek Kur’ân’ın öğretisine
aykırıdır.381
7- Kur’ân’da nazara (bakışlardaki yıkıcılık) olur veren bir ifade
ve nesnel (somut) olarak kanıtlanmış ilmi bir bulg yoktur. 68/Kalem
Sûresi 51. âyeti de, İslâm düşmanlarının vahiy elçisi Muhammed’e
(s.a.s.) olan öfkelerini ve onu doğru yoldan kaydırma isteklerini
anlatmaktadır. Nitekim benzer ifadeler başka ayetlerde de vardır.
382
8- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak; sorumsuzluklarımızı,
başarısızlıklarımızı, eksikliklerimizi, hatalarımızı, kusurlarımızı
başkalarına yüklemektir.
9- Nazara (bakışlardaki yıkıcılığa) inanmak, toplum içinde insanları
birbirine düşürmek, dedikodu ve bölücülük yapmak, dertlerimiz,
sorunlarımız, sıkıntılarımızın kaynağını yanlış yerde aramak
ve böylece sorunların katlanarak sürmesine neden olmaktır.
Nazara diğer bir kanıt olarak Kur’ân’dan Felak ve Nas sûreleri
getirilir. Bu iki sûrede de nazara doğrudan bir vurgu yapılmaz.
Felak sûresinde; kötülüklerden Allah’a sığınmadan söz edilirken,
kıskancın yapabileceği kötülüklerden de Allah’a sığınılır. İnsanların
birbirine yaptığı yüzlerce kötülük varken, nazarın akla
gelmesi dinin mantık dışına itilmek istenmesinden kaynaklannmaktadır.
376 11/Hûd, 101; 16/Nahl, 118; 43/Zuhruf, 76
377 42/Şûra, 30; 4/Nisâ, 79
378 52/Tûr, 21; 74/Müddesir, 38
379 3/Âl-i İmrân, 14
380 6/En’âm, 17-71; 7/A’râf, 191-198; 10/Yûnus, 18, 106-107; 21/Enbiyâ, 6; 22/
Hacc, 12-13; 33/Ahzâb, 17; 39/Zümer, 38; 46/Ahkâf, 4-5; 48/Fetih, 44
381 4/Nisâ, 78-79
382 17/İsrâ, 73-76
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 104 -
Kıskançlığa en somut örnek, eşlerin veya sevgililerin birbirlerini
kıskanmasıdır. Bu kıskançlıkta eşler, acaba gözleriyle mi, yoksa
sözleriyle ve davranışlarıyla mı birbirlerini rahatsız ederler?
Hiçbir hasetçinin kıskanç bakışları (nazarı) insana uğursuzluk
getiremez. Eğer böyle bir imkân olsaydı, nazarı en fazla ideolojik
alanda kullanmak fonksiyonel olurdu. Silahsız sopasız, düşmanlarımızı
nazarla yere sermek oldukça keyif verici olurdu herhalde...
İktidar kavgasında muhalefet liderler de sanırım nazardan çokça
yararlanabilirlerdi.
Bunun da ötesinde, örneğin, zenginin malı züğürdün çenesini
yorar da nazarı oana bir zarar veremez! Nazar, ne hikmetse genelde
orta halli ailelerde ve özellikle günahsız yeni doğan çocuklara
değer!
Cenâb-ı Allah Âl-i İmrân sûresinin 110-120. âyetlerinde kıskanç/
kindar insanların şahsiyeletlerinden bir kesit sunmaktadır.
Bizim dışımızdaki inkârcıların bize olan kin ve kıskançlıklarından
dolayı parmaklarını ısırdıklarını bu âyetler bildirmektedir. Ama
sabreder ve Allah’tan korkarsak bunların hilesinin bize hiçbir zarar
veremeyeceği -çok şükür ki- müjdelenmektedir!
İslâmî kardeşliğin olmadığı dünyada insan insanın kurdudur.
Fakat insan hayatı, bir diğer insanın gözlerinden çıkacak “ nazar
manyetik dalgalarıyla”(!) tehlikeye düşecek kadar da pamuk ipliğiyle
bağlı olamaz, olmamalıdır.
Bu arada, eğer nazar varsa, Müslüman olmayanlar, Felak ve
Nas sûresi gibi duaları bilmediklerine göre, nazarla ilgili sorunlarını
nasıl çözecekler? Yoksa sadece Müslümanlara mı nazar değmektedir?
Müslüman olmayanları nazar etkilemez mi?
Allah dilemedikçe hiçbir kimse hiçbir kimseye zarar veremez.
Bu konuda 10/Yûnus,102; 48/Fetih, 11 ve 72/Cinn, 21 gibi âyetlerin
dikkatlice okunması yararlı olur kanısındayız.
İnsanları, Allah’ın dışında, anlamsız korkularla zapt u rapt altına
almak, onlara yapılacak en büyük zulûmdür, diye düşünüyoruz.
Müslüman, Allah’ın izin vermediği bir biçimde, yani öyle bir
imkân tanımadığı halde, nazar gibi mevhum korkularla endişeye
kapılmamalıdır.
Bir kasabanın, bir ilçenin veya bir ilin tüm insanlarını incelemeye
alalım. Bakışlarıyla, bir binayı, bir ağacı, bir insanı deviren
kaç kişi bulabiliriz? Bakışlarıyla televizyonu yerinden indiren, arabayı
durduran, insanın kolunu-bacağını kıran, gözünü çıkaran, bir
elbiseyi yırtan, üzerimize taş fırlatan, altımızdan koltuğu çeken
kaç kişi vardır? Bu ve benzeri inançlar, halkı uyutan ve uyuşturan,
kendisinden ve kendi gölgesinden bile korkutan inançlardır.
CİN
- 105 -
Böylesi inancın yaygarasını koparanlar; nazar ve büyü teraneleriyle,
evinde eşya bozulunca faturayı komşuya, çocuk başarısız
olunca faturayı bir başkasına çıkararak halkı farkına varmadan
birbirine düşürmektedir. Çünkü onlara göre, nazarın kimde olacağı
belli olmaz, kimin kime zarar vereceği de belli olmaz. Onlar,
nazar, büyü vb. inançlarla insanların başarısızlıklarını, sıkıntılarını,
hastalıklarını ve zararlarını gizemli bir şekilde başkalarına yıkmakta,
sorumluluğu başkalarına yüklemekte ve insanları birbirlerine
düşman etmektedirler.
3) Hadislerde Nazar Değmesi: Hadislerde, nazar değmesi bir
vâkıa olarak anlatılmış ve onun, hak (gerçek) olduğu belirtilmiştir.
383 Konuyla ilgili hadislerden bazı örnekler görelim:
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsaydı,
onun önüne nazar değmesi geçerdi.” 384
“Nazar, kişiyi kabre, deveyi tencereye sokar.” 385
“Nazar değmesi haktır. Eğer kaderin önüne geçen bir şey olsa idi, nazar
değmesi geçerdi. Sizden yıkanmanız istendiğinde vücudunuzu yıkayın.”
386
Son hadiste geçen “Sizden yıkanmanız istenince (vücudunuzu) yıkayın”
sözünden maksad, yukarıda zikrettiğimiz, Câhiliye Arapları
arasında uygulanan ve kendisine “nazar abdesti” de denilen bir
çeşit, nazardan korunma âdetidir. Sünnetin de kabul ettiği anlaşılan
bu âdetin, nasıl yapıldığı hakkında değişik rivâyetler vardır. Bu
rivâyetlerden biri şöyledir: Bir kap içinde su doldurulur. Kap yere
konmaz, (ondan nazarı değen kimse) bir avuç alarak mazmaza
yapar ve suyu yine kabın içine püskürtür. Sonra aynı sudan alarak
yüzünü yıkar. Sonra sol eliyle su alır, sağ elini; sağ eliyle su alarak,
sol elini yıkar. Dirsekleriyle topuklarını yıkamaz, sonra bu şekilde
sağ ayağını sol ayağını yıkar. Sonra izarının altını (bazıları bunu
avret mahalli diye anlamışlardır) yıkar. Böylece yıkama işini bitirir.
Yıkantı suyu, nazara uğrayan kimsenin arkasından döker. Nevevî
diyor ki bu mânâyı tahlil etmek ve hakikatini anlamak mümkün
değildir. Bizce bilinen şeylerin hepsinin sırlarına ermek aklın kuvveti
dâhilinde değildir. Onun mânâsını akıl almıyor diye de reddedilmez.”
387
Bununla beraber, nazarı değen kimsenin bu şekilde abdest
almaya mecbur edilip edilmeyeceği hakkında ihtilaf edilmiştir.
383 Müslim, Selâm, 41/11, 1719
384 Müslim, Selâm, 42/11, 1719
385 İbn Kesir, Tefsir, IV/411
386 Müslim, Selâm 42/11, 1719
387 Nevevî, el-Minhac, XIV, 172
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 106 -
Bazıları: Bir kimsenin nazarı değdiği anlaşılırsa, ondan korunmak
icap eder. O yerin halkı, onun nazarından korunmalıdır388 şeklinde
görüş ileri sürmüşlerdir. Hatta “Onun evine kapanmasını temin etmeli,
fakirse yetecek rızık vermeli” tarzında yorumlar yapılmıştır.
Fakat nazardan korunmanın en mâkul ve uygun olanı, bu konudaki
me’sûr duaları okumaktır.389 Bu duaların okunması, Hz. Peygamber
tarafından bizzat istenmiş390 ve öğretilmiştir. 391
Öğretilen ve okunması tavsiye edeline bu dualar, Allah’ın varlığını,
birliğini yani Tevhidi içeren ve sadece O’na sığınmayı anlatan
metinlerdir. Yoksa Câhiliye Araplarının yaptığı gibi, birtakım
“temâim ve nazarlıklarla, kâhinlerin, arrafların, afsuncuların, sihirle
uğraşanların, cinlerle irtibat halinde olduklarını iddia edenlerin
okudukları tekerlemeler değildir. Çünkü sünnetin koyduğu her
şey, Tevhid’i korumaya daima özen göstermiştir.
Nazar değmesi inancı, hemen her toplumda görüldüğünden,
kendine has karakter ve yorumlarıyla, yeni şekilleriyle bürünmüş
olarak ortaya çıktığından, menşeinin hangi toplum olduğunu
tesbit etmek oldukça zordur. Ancak psikolojik temelleri olduğu
muhakkaktır. Hatta şöyle de denilebilir: Belli bazı renklere karşı
hassas olan kimselerin, o renge sahip gözleri olan kimselerin bakışlarının
etkisinde kalabileceklerini düşünerek tedirgin olmaları
halidir. Olay, şuur altındaki hissiyatın açığa çıkması olarak da anlaşılabilir.
Hadiste geçen “Nazar Haktır” ifadesi de, bize böyle bir
etki altında kalmanın mümkün olduğunu anlatmak için söylenmiş
olabilir. 392
Bir şeye bakmak anlamına gelen nazar tasavvufta şeyhin,
mürşidin müridine, salikine, manevi yolla bakması, feyiz vermesi;
Türk kültüründe ise göz değmesi, bir olayı ve belli bir biçimde ele
alma demektir.
İslâmî kaynaklarda “isabet-i ayn” olarak geçen ve kültürümüzde
daha çok “nazar değmesi”, nazara gelmek, nazara uğramak,
göz değmek tabirleri kullanılan “nazar”, özellikle açık mavi
gözlü, keskin bakışlı kimselerin bir insana, hayvana veya güzel
bir eşyaya, âlete, işe vb. şeye bakması ile ona etki etmesi, zarar
vermesi, insanın hastalanması, eşlerin, ailenin, ortak iş yapanların
huzursuz ve geçimsiz olması, düzenin bozulması, işlerin kötüye
388 Davudoğlu, A. Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX/607
389 Müslim, Selâm 172; Buhârî, Tıb 24
390 Müslim, Selâm 1725
391 Müslim, Selâm 46-47/11, 1723
392 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 192-198
CİN
- 107 -
gitmesi anlamında kullanılmaktadır. Kötü gözle, kıskançlıkla bakmanın
etkili olduğu, insanın olumsuz yönde etkilendiği, hatta
hastalığa sebep olduğu yaşanan, bilinen, görülen, gözlenen bir
olgudur. Peygamber (s.a.s.) “Göz değmesi gerçektir”393 buyurmuştur.
Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunmak, Allah’a dua etmek
sûretiyle, nazar değmesinden kurtulmak mümkündür. Göz değmesi
ve psikolojik hastalıklara karşı rukye ile (okuyup dua ederek)
tedavi edebileceğine dair hadisler vardır.394 Peygamberimiz (s.a.s.),
“Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Ey acıyı, sıkıntıyı, hastalığı gideren Allah,
bu hastaya şifa ver, çünkü sen şifa verensin, Senden başka kimse şifa
veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık kalmasın.”
diye dua etmiştir.395 Yine Peygamberimiz kötülüklere, kötü insanların
şerlerine karşı, “Yarattıklarının şerrinden tam kelimeleriyle
Allah’a sığınırım” şeklinde dua edilmesini, Allah’a sığınılmasını
tavsiye etmiştir. 396
Maddî manevî her türlü hastalık için, tedaviye başvurmak,
doktora gitmek asıldır. Ancak şifayı verenin, ilaçlarda devayı var
edenin Allah olduğu unutulmamalıdır. Göz değmesi, korkma vb.
psikolojik hastalıklarda kişi dua ederek, Allah kelâmı olan Kur’ân
âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kurtulmaya çalışabilir. Ancak nazar
değmesin diye muska, nazar boncuğu denilen gök boncuk,
ağaç parçası, at nalı, kafatası vb. şeyler takmak, nazardan kurtulmak
için kurşun döktürmek, tütsü yapmak doğru değildir. Bunların
din ile tedavi ile bir ilgisi yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri
hoş görmemiş, nazarlık takılmasını men etmiştir.397
Sihir/Büyü
Sihir, yapılış şekli ve meydana getirdiği etki açısından, uzmanlık
gerektiren bir sanattır, inanç değil de sanat olan bu olayı, halk
inançları içinde görmek her ne kadar, ilk anda yadırganacak bir
husus ise de, meydana getirdiği etkinin şiddetinden dolayı, halkta
uyandırdığı tepki, ona âdeta inanç hüviyyeti kazandırmıştır. Biz
meseleye bu yönü itibariyle yaklaşarak sihri, halk inançları arasında
incelemeyi uygun bulduk.
Sihir, lügatte, “ne olursa olsun sebebi gizli olan şey” demektir.
Şer’î örfte ise, “sebebi gizli olmakla, hakikatin hilafına tahayyül
olunan yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan
393 Buhârî, Tıb 36; Ebû Dâvûd, Tıb 15
394 Ebû Dâvud, Tıb 18
395 Ebû Dâvud, Tıb 19; Buhârî, Tıb 38
396 Ebû Dâvud, Tıb 19
397 Nesâî, Zînet 17; İbn Mâce, Tıb 39); Dini Kavramlar Sözlüğü, D.İ.B. Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 108 -
eden herhangi bir şey” demektir. “Esrarengiz gizli sebeple incelik,
zahirî cazibe, hud’a kötü maksat, sihrin mâhiyetini teşkil eder. İnsafsızlık
ve ahlâksızlık sihrin köküdür.398
Türkçemizde sihir: “Büyü, cadılık, gözbağcılık olarak bilinir.”399
Bu işin bir çeşit illizyon (illustion) olayı olduğu da düşünülebilir. 400
1) Câhiliyede Sihir: Sihir, Câhiliye Araplarının inanç dünyasında,
etkin bir yere sahiptir. Onlar, görmedikleri bir şeyden ya da
alışmadıkları, duymadıkları şeylerden sözeden, konuştuğu konularda
birtakım gizli kapalı ya da şaşırtıcı yeni şeyler söyleyen birini
gördüklerinde onu, büyünün (sihrin) etkisine girmiş kabul ediyor,
onun büyülenmiş olduğunu söylüyorlardı. Duydukları bu yeni şeyler
onlar için, sanki sihirden başka bir şey değildi.401 Onlarda, şeytanlarla
büyü ve büyücüler arasında öğrenci-öğretmen ilişkisine
benzer bir ilişkinin olduğuna dair anlayış vardı. Büyücünün, kişi
ile hanımı arasını ayırabilme gücüne sahip olduğuna inanıyorlardı.
402 Cinlerin, dâhî kimselerle ilişki kurdukları şeklindeki Câhiliye
inancı, sihirbazların da tıpkı kâhinler gibi, cinlerle ilişki kurduklarını,
onları kendi işlerinde kullandıklarını ifade ederek insanlar
üzerinde etkili olmaya çalışmaları, Câhiliye Araplarını cinlerin, sihirbazlara
yardımcı olduklarını zannetmeye sevketmiştir. 403
Birtakım rivâyetlerden öğrendiğimiz gibi, sihir denilince ilk
akla gelen, Beni Züreyk’li bir Yahudi olan Lebid bin A’sam’ın Hz.
Peygambere sihir yaptığı rivâyetidir.404 Bu olayın varlığı tartışmalı
olmakla birlikte, anlaşılan şudur ki, sihir olayı Câhiliye Arapları
arasında yaygındı. Bu işi bilen, sanat edinmiş kişiler, o devirde çok
sayıda bulunuyordu. Kur’an’da: “Büyü, büyücü, büyülenmiş ve büyücüler”
kavramlarının, defalarca tekrar edilmiş olması, kâfirlerin,
Hz. Peygamber’i büyücülükle itham eden sözlerinin hikâye edilişi,
Arapların İslâm’dan önce, sihir ve sihirbazları bildiklerine ve onlarla
sıkı münasebet halinde olduklarına güçlü bir delildir. 405
398 Râğıb, Müfredat, s. 331; Yazır, M. H., Hak Dini
399 Kamus, I, 887-888
400 Redhause, English-Turkish Dictionary s. 483
401 7/A’râf, 132; 5/Mâide, 110; 10/Yunus, 76; 11/Hûd, 7; 27/Neml, 13; 26/ Şuarâ,
34; 38/Sâd, 4; 51/Zâriyât, 52
402 2/Bakara, 102
403 Taberî, Tarih, I, 445; İzzet Derveze, Asrun-Nebî, s. 294-298
404 Buhârî, Tıb 47, 49, 50, VII, 28-30; Cizye 14, IV 68, Edeb 56, VII, 88; Müslim,
Selâm 43, II, 719
405 İzzet Derveze, a.g.e., s. 271; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk
İnançları, Beyan Y., 199-201
CİN
- 109 -
2) Hadislerde Sihir: Büyü, afsun, nirenk ve füsun gibi tabirlerle
de ele alınan sihir,406 değişik münasebetlerle Kur’an’da iştikakıyla
birlikte 80’den fazla yerde geçmektedir.407 Hz. Peygamber’in hadislerinde
zikri geçen sihir, hüküm itibariyle, reddedilmiş, bu, “sihir
yahpmak şirktir”;408 “Sihre inanan cennete giremez” 409 şeklindeki hadislerle
ifade edilmiştir.
Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde, Hz, Peygamber’in kaçınılmasını
istediği yedi şeyden biri de büyüdür (sihirdir).410 Hadiste geçen diğer
altı şey ise: “Allah’a şirk koşmak, zina yapmak, faiz yemek,
yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadına iftira atmak).
Başka bir hadiste ise: “Kim düğüm bağlar, sonra da ona üflerse sihir
(büyü) yapmış olur. Sihir (büyü) yapan da şirke girmiş olur.” 411
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı gibi, sihir yapmanın,
bununla meşgul olmanın haram olduğu, günah-ı kebâirden sayıldığı
görülmektedir. Bununla beraber konuya daha geniş açıdan
bakarak bu konuda farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlar genel
hatlarıyla şöyle hülasa edilebilir:
Farklı görüşler ileri sürenlerden biri Nevevî’dir.412 Şöyle der:
“sihir yapmak haramdır. Kebâirden olduğu hususunda icmâ vardır.
Rasûlullah (s.a.s.), sihir yapmayı yedi büyük günahtan biri saymıştır.
Bazı sihir vardır ki, onu yapmak küfürdür, bazısını yapmak ise
günahtır. Söz gelimi, içinde küfrü gerektiren söz ve fiil bulunan
sihir, küfürdür, bu şekilde olmayanlar için küfür hükmü verilmez.
Ancak sihrin öğrenilmesi de öğretilmesi de haramdır. Şâyet,
mâhiyetinde küfrü gerektiren bir şey varsa, bunu öğrenip öğretene
tevbe teklif edilir, tevbe etmezse öldürülür. Küfrü gerektiren
şey olmadığı takdirde, azarlanır (ta’zir edilir).” 413
Sihir konu edilince, Hz. Peygamber’e Lebid bin A’sam ve kızlarının
sihir yaptıkları rivâyeti hemen akla gelmektedir. Bu meselenin
aslı nedir? Konu ile ilgili rivâyetlerin durumu nasıldır? Bu
konuda kısaca durmak yerinde olacaktır.
406 Pakalın, M.Z., Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III., 211-217
407 7/A’râf, 115-116, 132; 20/Tâhâ, 55-56, 71; 5/Mâide, 110; 6/En’âm, 7; 10/Yunus,
76-77, 81; 11/Hûd, 7; 21/Enbiyâ, 3; 26/Şuarâ, 40
408 Nesâî, Tahrim, 9/VII, 112
409 Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 339; III, 33
410 Buhârî, Vesaya, 23/111, 195; Hudud, 44/VIII, 33; Tıb; 48/VII, 29; Müslim,
İman, 145/1, 92
411 Nesâî, Tahrim 19/VII, 112
412 ö. 676/1277
413 Nevevî, Minhâc, XIV, 176
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 110 -
Hz. Peygamber’e Sihir Yapılmış mıdır?
Buhârî ve Müslim’in Hz. Âişe’den yaptıkları bir rivâyette şöyle
denilmektedir: “Hz. Peygamber’e (Yahudiler tarafından sihir yapıldı.
Öyle ki Rasûlullah (s.a.s.), yapmadığı bir şeyi yaptım vehmine
düşüyordu. Bir gün benim yanımda iken, Allah’a dua etti. Sonra
tekrar dua etti ve dedi ki:
-Ey Aişe, hissettin mi? Sorduğum hususta Allah bana bilgi verdi.
-Hangi hususta Ey Allah’ın Rasûlü? dedim.
-İki kişi bana gelip biri baş tarafıma diğeri ayak tarafımda oturdu.
Biri diğerine:
-Bu zatın rahatsızlığı nedir? dedi.
-Büyüdür, dedi. Önceki tekrar sordu: Kim yapmış?
-Lebid bin A’sam adındaki Beni Züreyk’li bir Yahudi, diye cevap
verdi. Öbürü:
-Büyüyü ne yaptı? dedi. Arkadaşı:
-Bir tarakla saç döküntüsünü, bir erkek hurma tomurcuğunun
içine (koyarak sihir yaptı) dedi. Diğeri:
-Pekâlâ, şimdi nerede? diye sordu. Arkadaşı; ‘Zervan kuyusunda’
cevabını verdi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), ashabdan bir grupla birlikte
kuyuya gitti. Ona baktı, kuyunun üzerinde bir hurma vardı. Sonra
benim yanıma dönüp:
-Ey Âişe, Allah’a yemin olsun ki, kuyunun suyu, sanki kına ile
ıslatılmış gibi (bulanık,) ve (o kuyunun suyu ile sulanan) hurma
ağaçlarının başları da, sanki şeytanların başları gibiydi, dedi. Ben:
-Ey Allah’ın Rasûlü, onu (kuyudan) çıkardın mı? diye sordum.
-Hayır, dedi ve ilâve etti: Bana gelince, Allah bana afiyet lutfetti
ve ilâve verdi. Ben ondan halka bir şey gelmesine sebep olmaktan
korktum, kuyunun kapatılmasını emrettim de kuyu kapatıldı.414
Bu konuda başka bir rivâyet şöyledir: Zeyd bin Erkam naklediyor:
Rasûlullah’a (s.a.s.) sihir yapıldı. Bu yüzden günlerce hasta
düştü. Sonra Cebrail (a.s.) gelerek: “Seni Yahudilerden bir adam
zehirledi. Yaptığı sihir düğümünü falanca kuyuya attı.” dedi.
414 Buhârî, Tıb 47, 49, 50 VII, 28-30; Cizye 14/IV, 68, Edeb 56/VII, 88; Müslim,
Selâm 43/11, 1719
CİN
- 111 -
Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali’yi gönderdi. O, düğümü oradan çıkarıp
çözdü. (Sihir çözülünce) Rasûlullah (s.a.s), bağdan kurtulmuş
gibi kendine geldi. Rasûlullah (s.a.s.) bunu Yahudiye söylemedi ve
onun yüzünü hiç görmedi.415
Bazı rivâyetlerde, vak’a daha teferruatlı anlatılmaktadır.
Bunlardan birinde gelen ziyade, burada kayda değer. “Hurma
tomurcuğunun içerisinde mumdan bir timsal/heykel vardı. Bu
Rasûlullah’ın timsâli idi Timsale batırılmış iğneler vardı. Ayrıca
üzerinde on bir adet düğüm vurulmuş bir de kiriş vardı. Bunun
üzerine Cebrail (a.s.) Muavvizeteyn sûrelerini indirdi, bunlardan
bir âyet okundukça, bir düğüm çözüldü, bir iğne çıkarıldıkça onun
elemini hissetti, bunlar tamamlanınca rahatladı.”416
Bu olayın, hicretin yedinci senesinde Medine’de cereyan ettiği
ifade edilir. Bu konudaki rivâyetler, Buhârî ve Müslim’in dışındaki
başka kaynaklarda da yer almaktadır. Tartışmaya konu olan tarafı
ise: Hz. Peygamber’e gerçekten sihir yapılmış mıdır? Yapılmışsa,
bunun peygamberlik müessesesiyle bağdaşıp bağdaşmıyacağı hususudur.
Mâzirî (ö. 536/1142), Hz. Peygamber’e sihir yapılıp yapılmadığı
konusunda şu görüşleri savunur: “Rasûlullah’ın Cenâb-ı Hak’tan
naklettiği meselelerdeki sıdkı (doğruluğu) hususunda ve tebligatında
ismet’e (İlâhî korunmaya) mazhar olduğu hususunda delil
ikame edilmiştir. Pek çok mucize, O’nun tasdik edildiğine kesin
deillerdir. Aksine delil tecviz etmek bâtıldır. Ancak asıl gönderiliş
gayesinin dışında kalan ve peygamberliği de ilgilendirmeyen
bir kısım dünyevî işlere, bir insan olarak Hz. Peygamber dahi
mâruzdur, hastalıklar gibi. Öyleyse herhangi dünyevî bir meselede,
hakikat olmayan bir zanna düşürülmesi akıldan uzak değildir.”
Mâzirî ilaveten der ki: “Esasen Rasûlullah’ın zanna düşürülmesi
hususu, bazı rivâyetlere göre, zevceleriyle beraber olmadığı halde
beraber oldu zannına düşmüş olmasıdır. Bu çeşit zanlara, rüyada
insanlar sıkça düşer. Uyanık halde iken düşmesi de imkândan uzak
değildir.417
Muhammed Ebû Şehbe bu konuda, “Difâun ani’s-Sünne”418
isimli eserinde İbn Kayyım’ın (ö.751/1350) şu sözlerini kaydeder:
“Buhârî ve Müslim (sihirle ilgili) hadisin sahih olduğunda ittifak
415 Nesâî, Tahrîm 20/VII, 112
416 İbn Hacer, Fethu’l-Bâri, X, 188
417 İbn Hacer, Fethü'l-Bâri, X, 185
418 Türkçeye Mehmet Görmez ve M. Emin Özafşar tarafından "Sünnet Müdafaası"
adıyla 2 cilt halinde tercüme edilmiştir.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 112 -
etmişlerdir. Ayrıca hadisçilerden hiç bir kimse, bu hadis hakkında
ileri geri laf etmemiştir. Hadis, tefsir, tarih ve fıkıh ehli tarafından
bilinen meşhur bir hadistir. Bu kimseler, böyle konuları Kelamcılardan
daha iyi bilirler. Sonra Rasûlullah’ın başına gelen sihir, gelip
geçici, Allah’ın kendisine şifâ verdiği bir hastalıktı. Bunda ise
ne bir ayıp vardır ne de bir kusur. Çünkü peygamberler de pekâlâ
hastalanabilirler, hatta bayılabilirler de...” 419
Kadi Iyaz konuya daha değişik açıdan bakarak, ‘’Sihir Hz.
Peygamber’in sadece vücudu ve âzâları üzerinde tesirini gösterdi,
onun temyiz gücünde ve düşüncesinde (yani aklında) göstermedi”
der. 420
Görüldüğü gibi görüşlerini sunduğumuz İslâm bilginleri, Hz.
Peygamber’e sihir yapıldığını, fakat onun peygamberlik görevini
etkilemediğini, sadece bir çeşit hastalık niteliğinde olduğunu belirtmektedirler.
İbn Kuteybe de aynı kanaattedir. 421
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmıştır ve O da sihrin etkisinde kalmıştır”
şeklindeki bir inanç-etkilenme ister sadece bedenî yönden
olsun, isterse aklî yönden olsun peygamberlik müessesesi ile bağdaşmaz
diyen İslâm bilginlerinin başında Nazzam (ö. 221/835) gelmektir.
Mu’tezile, Hz. Peygamber’e sihir yapıldı demenin, Kur’an
âyetlerine aykırı olacağını savunarak “bu fikirde ısrar etmiş, sihirden
teessürün (etkilenmenin) mansıb-ı nübüvvete yakışmayacağını”
söylemişlerdir.422 İmam Maturidi’den (ö. 331/942) nakledildiğine
göre Ebû Bekir Esam burada merviy olan (rivâyet edilen) sihir
hadisi metruktür. Metruk Hadis: Hadiste yalan söylemek ithamına
mâruz kalan yahut söz veya fiilinde fıskı açığa çıkan yahut da çok
yanılma ya da gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına rivâyet
ettiği hadise denir.423 Çünkü bundan, kâfirlerin Hz. Peygamber’e
meshûr (sihirlenmiş) demelerinin sıdkı (tasdik edilmesi) lâzım gelecektir.
Bu ise Kur’ân-ı Azimü’ş-şân’ın nassına muhâliftir”424 der.
“Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, (sihir yapıldı
ve Hz. Peygamber ondan etkilendi şeklinde nakledilen)
bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile,
Rasûlullah’a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka
itikadın vücûbunu ifade edecek kuvveti hâiz değildirler. Zira
esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değildirler. Haber-i
419 M. Ebu Şehbe, Sünnet Müdafaası, II, 157-158; İbn Kayyım, et-Tefsir, 5 64-5
72'den naklen
420 İbn Hacer, a.g.e., X, 185
421 İbn Kuteybe, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadis, s. 177
422 Yazır, M. H., Hak Dini Kur'an Dili, XI, 6356
423 Kemalü'ddin et-Tai, Rîsâletün fi Ulûmi'l-Hadis ve Usûlihi, s. 91; Uğur, M.,
Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 222
424 Yazır, M. H. a.g.e., IX., 356
CİN
- 113 -
âhad: Bir nesilde bir tek râvi tarafından rivâyet edilen habere,
haber-i vâhid; birkaç nesilde birer râvi tarafından rivâyet edilene
haber-i âhad denir.425 Haber-i ahad’ın sıhhati ise, itikadın cevazını
ifade etse bile, vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda itikadın
vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan dolayı
câiz bile olamayacağına dahi kail olanlar vardır.426 Muhammed
Abduh da konuya benzer ifadelerle temas ederek şu açıklamayı
yapar: “Nübüvvetin ne olduğunu ve onun gereklerini idrâk edemeyen
mukallidlerin büyük bir bölümü şöyle derler: “Rasûlulah’ın
büyülendiğine dair bize ulaşan rivâyetler sahihtir... Kuşkusuz bu
haberde geçen sihir, Kur’an’da varlığına işaret edilen sihir türlerinden
biridir.” Bakın, sahih din ve açık bir gerçek, mukallidlerin
nazarında nasıl bid’ate dönüşüveriyor. Bundan Allah’a sığınırız.
Sihrin sübûtu hususunda Kur’anla ihticac edip, Rasûlullah’ın sihirden
berî (uzak) olduğunu ifade eden mutlak âyetlerden nasıl yüz
çevirebiliyorlar?427
Bu âyetleri te’vil edip de, sihrin varlığını ispat ettiği söylenen
âyetleri neden te’vil etmezler? Kaldı ki müşriklerin maksatları ortadadır.
Onlar, Rasûlullah’ın şeytanla ilişkide olduğunu söylüyorlardı.
Bu ise oların nazarında sihir türlerinden biriydi. Rasûlullah’ı
büyülediği söylenen Lebid bir el-A’sam’m büyüsü de bu büyünün
aynıydı ve müşriklerin iddialarına göre Rasûlullah, bu büyünün
tesiriyle aklını ve idrâk gücünü karıştırmıştı.
İtikad edilmesi gereken husus; Kur’ân-ı Kerim’in kati olduğu
ve Allah Rasûlünden tevatüren bize kadar geldiğidir. Gerçekten
itikada lâyık olan onun ispat ettiği; îtikad edilmemesi gereken de
onun nefyettiğidir. Rasûlullah’ın sihirden ve büyülenmekten emin
olduğunu Kur’an ifade etmekte olup, onun büyülendiğine dair
iddiaları da, düşmanları olan müşriklere isnad etmekte ve onları
bu iddialarından dolayı kınamaktadır. Öyleyse, o kati sûrette büyülenmemiştir.
Sahih olduğunu varsaysak dahi, bu, âhad bir hadistir.
Akideye taalluk eden meselelerde ise âhad haberle amel
edilmez.428
Bununla beraber bu meseleyi Ehl-i Sünnet, Ehl-i Bid’at ve İ’tizal
meselesi gibi tasvir etmek de, sihri haddinden fazla büyütmek gibi
425 Kemalüddin et-Tâî, a.g.e.; s. 67; Uğur, M-, a.g.e. s. 1; Koçkuzu A.O., Rivâyet
İlimlerinde Haber-i Vâhidlerin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s. 78-80
426 Yazır M. H., a.g.e., IX 6356
427 O âyetler: 17/İsrâ, 47; 25/Furkan, 8 -Âyetlerin meali: "Biz onların seni dinlerken,
ne sebeble dinlediklerini, kendi gizli konuşurken de zâlimlerin 'Siz
büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz" dediklerini gayet iyi
biliyoruz.” -17/İsrâ, 47-“...Ve zâlimler "Siz başka değil, sadece büyülenmiş
bir adama uymuyorsunuz" dediler" -25/Furkan, 8-
428 Mahmud Ebû Reyye, Advâ Ala's-Sünnetil-Muhammediye, terc. Muhammedî
Sünnetin Aydınlatılması, s. 3790-380, Muharrem Tan
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 114 -
bir ifrattan hâlî olmaz.429 Ancak bahsimize konu olması hasebiyle,
“Hz. Peygamber’e sihir yapılmış mıdır?” sualine cevap olarak sunduğumuz
bu açıklamalarda varılan sonuç, Muhammed Abduh’un
da gâyet açık olarak ifade ettiği gibi Rasûlullah’a büyü yapılmamış
olduğu kanaatinin daha makul olacağı yönündedir. Bu konudaki
hadisler te’vile muhtaçtır.
Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebebi olarak, bazı müfessirler
bu konudaki hadis rivâyetlerini gösterirler. Peygamberimiz’in,
kendisine yapıldığı ileri sürülen büyüden kurtulması için bu iki
sûrenin indiği iddia edilir. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine’de
nâzil olmalıdır. Çünkü Peygamberimiz’e büyü yaptığı ileri sürülen
Lebîd bin el-A’sam, Medine’li bir yahûdidir ve meydana geldiği ileri
sürülen bu olayın, hicretten çok sonra olduğunu rivâyet sahipleri
belirtir. Ancak, Felak ve Nâs sûreleri Mekkîdir, Fîl sûresinden
sonra Mekke’de nâzil olmuştur. Bu durumda Hz. Peygamber’e
sihir yapıldığından bahseden mezkûr rivâyetlerin bu sûrelerin inmesiyle
herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.
Mu’tezile, bu konuyla ilgili rivâyetleri Hz. Peygamber’in ismetine
aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Ehl-i
sünnet’e mensup bir kısım âlimler, sihrin hakikatinin olmadığını,
büyü adına görülen şeylerin bâtıl birtakım hayaller olduğunu
söylemişlerdir. Bunlar arasında Ebû Ca’fer Esterebâzî ile hanefî
âlimlerden Ebû Bekr er-Râzî de vardır. Zâhirîlerden İbn Hazm’ın
da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. Dolayısıyla bu âlimler de,
bu rivâyetlerin sahih olmadığını kabul etmektedirler.
Peygamberimiz’e Sihir Yapılmadığına,
Yapılmışsa Tesir Etmediğine Dair Deliller
Müşriklerin Peygamberimiz’e “meshûr;büyülenmiş” dediklerini
ve bu ithamların kesinlikle yanlış olduğunu Kur’an vurgular:
“...Zulmedenler dediler ki: ‘siz olsa olsa, ancak büyülenmiş
(meshûr) bir adama uymaktasınız.’ Bir bakıver; senin için nasıl örnekler
verdiler de böylece saptılar. Artık onlar hiçbir yol da bulamazlar.” 430;
“Biz onların seni dinlediklerinde ne için dinlediklerini, gizli konuşmalarında
da o zâlimlerin ‘siz büyülenmiş (meshûr) bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz’ dediklerini çok iyi biliriz.” 431
Peygamberimiz, bir kâhin olmadığı gibi, mecnûn (cinlenmiş,
cinler tarafından deli edilmiş) de değildir: “ (Ey Muhammed!) Sen
429 Yazır, M. H. Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6357
430 25/Furkan, 8-9
431 17/İsrâ, 47
CİN
- 115 -
öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin, ne de cinlenmiş bir deli.
Yoksa onlar ‘Muhammed bir şâirdir; onun, zamanın felâketlerine çarpılmasını
gözetliyoruz’ mu diyorlar?” 432; “(Rasûl’üm), sen -Rabbinin nimeti
sâyesinde- mecnun değilsin.”433; “(Sizin yakînen tanıdığınız) arkadaşınız
(Muhammed) mecnun değildir.” 434
Kur’an, Peygamberimiz’i insanların şerlerinden Allah’ın koruyacağını
net biçimde ifade ediyor. “...Allah seni insanlardan korur.” 435
Sihir ve büyü yapanlar iflâh olmaz, başarılı olamaz: “...Yaptıkları,
sadece bir büyücü hilesidir. Büyücü nereye varsa iflâh olmaz” 436;
“Mûsâ, ‘size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir
sihir midir? Hâlbuki sihirbazlar/büyücüler iflâh olmazlar’ dedi.”437; “Onlar
(iplerini) atınca, Mûsâ dedi ki: ‘Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun bâtıl
olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çünkü Allah fesatçıların/bozguncuların
işini düzeltmez.”438 Hz. Peygamber’e büyü yapılıp bunun tesir
ettiğiyle ilgili rivâyetler, büyücülerin başarılı olamayacağını ifade
eden âyetlere ters düşmektedir. Hz. Mûsâ karşısında başarısızlıkları
ortaya serilen büyücülerin Peygamber’e karşı başarılı olmaları
da düşünülemez.
Cinlerin ve büyük cin şeytanın gücü ve egemenliği yoktur:
Büyünün en etkin şekilde ve insana zarar verecek tarzda kullanılmasının
(kara büyü), kötü ve kâfir cinlerle yapılan büyü olduğu
söylenir. Hâlbuki kâfir ve şerli cinlerin lideri İblis’tir, şeytandır.
Onun, tüm insanlara ve özellikle mü’minlere karşı ne yapıp yapamayacağını
Kur’an tartışmaya gerek bırakmayacak kadar net bir
şekilde açıklar. “Kur’an okuduğun zaman, (önce) o kovulmuş şeytandan
Allah’a sığın! Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül
edenler üzerinde onun bir saltanatı/hâkimiyeti yoktur.”439 Allah, İblis’in
kıyâmet günü, kendisine uyanlara söyleyeceğini haber verdiği ifade
şöyledir: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir hükmüm ve nüfûzum
da yoktu. Yalnız, ben sizi (bâtıla) çağırdım (size vesvese verdim), siz de
bana hemen icâbet ettiniz.”440; “Doğrusu o Benim kullarım yok mu, ey
şeytan senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur. (Çünkü onlar için)
vekil olarak Rabbin yeter.” 441; “Benim hâlis kullarıma karşı senin bir gü-
432 52/Tûr, 29-30
433 68/Kalem, 2
434 81/Tekvîr, 22
435 5/Mâide, 67
436 20/Tâhâ, 69
437 10/Yûnus, 77
438 10/Yûnus, 81
439 16/Nahl, 98-99
440 14/İbrâhim, 22
441 17/İsrâ, 65
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 116 -
cün yoktur. (Senin gücün) ancak sana uyan azgınlara (yeter).”442; “Şeytanların
kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya
düşkün olan herkesin üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve
onların çoğu yalancıdır.” 443
Seyyid Kutub, bu konuda şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.)
hakkında -sahih, fakat mutevâtir olmayan- bazı hadisler rivâyet
edilmiştir... Evet, bu türlü rivâyetler var. Fakat bu zayıf rivâyetler
peygamberliğin fiil ve tebliğlerindeki “ismet” sıfatına muhâlif
düşmektedir. Peygamber’in (s.a.s.) her sözü ve her hareketi birer
sünnettir ve şeriattır. Bu itikat esasıyla o hadislerin bağdaştırılması
mümkün değildir. Müşrikler Peygamberimiz’e büyülenmiş, sihir
yapılmış bir kimse gözüyle bakınca Allah Teâlâ derhal âyet inzal
buyurarak onda sihir ve büyü gibi şeylerin bulunmadığını haber
verdi. Mezkûr hadisler Kur’an’daki bu habere de muhâlif düşmektedir.
Onun için bu rivâyetler uzak görülmektedir. İnanç ve akîde
ile ilgili meselelerde bu türlü “âhad” hadislerle hükmolunamaz.
Akaidde yegâne kaynak Kur’an’dır. Hadis kaynaklarına gelince;
inanç mevzûunda sadece “mütevâtir” olan hadislerle amel edebiliriz.
Mezkûr hadisler ise mütevâtir değildir. Bütün bunların dışında
şunu da belirtelim ki, Felak ve Nâs sûrelerinin Medine’de nâzil
olduğuna işaret eden zayıf rivâyetlerin yanında, Mekke’de nâzil
olduğuna dair çok daha kuvvetli rivâyetler vardır; tercih edilen
rivâyetler de bunlardır.” 444
Mevdûdi de, Felak ve Nâs sûrelerinin Peygamberimiz’e yapıldığı
iddia edilen sihirle ilgisinin olmadığı kanaatini taşır. Bu konuda
şunları söyler: “Muavvizeteyn (Felak ve Nâs) sûrelerinin Mekkî
olduğu çok kuvvetle muhtemeldir. Hasan Basrî, İkrime, Atâ, Câbir
bin Zeyd ve İbn Abbas’dan bir kavle göre Mekke’de nâzil oldu.
Bu sûrelerin sadece sihir hakkında nâzil olduğunu düşünmeye;
Felak sûresinde sadece bir tek âyetin “Ve düğümlere üfleyip büyü
yapan üfürükçüleri şerrinden” 445 âyetinin sihirle ilgili olması, diğer
âyetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nâs sûresinin
bütününün de sihirle ilgisi yoktur. Dolayısıyla Mekkî olduğunu
söyleyenlerin sözü daha kuvvetlidir.” 446
Elmalılı Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber’e sihir yapılmasıyla
ilgili rivâyetler hakkında şunları söyler: “Bu rivâyetlerin hepsinin
sıhhati kabul edildiği takdirde bile Rasûlullah’a velev bir an için
442 15/Hıcr, 42
443 26/Şuarâ, 221-223; yine bk. 16/Nahl, 100
444 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l Kur’an, Hikmet Y. c. 16, s. 445-446
445 113/Felak, 4
446 Mevdûdî, Tefhîmu’l Kur’an, c. 7, s. 312
CİN
- 117 -
olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücûbunu ifade
edecek kuvveti hâiz değildir. Zira esas itibarıyla haber-i âhad
hudûdunu geçmiş değillerdir. Haber-i âhadin sıhhati ise itikadın
cevâzını ifade etse bile vücûbunu ifade eylemez. Hâlbuki bunda
itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur’an’ın nassına muhâlif olduğundan
dolayı câiz bile olamayacağına kaail olanlar vardır. Nitekim
İmam Mâturidî’den nakledildiğine göre Ebû Bekir Esam, “burada,
rivâyet edilmiş olan sihir hadisi metrûktür, çünkü bunda kâfirlerin
Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a meshûr demelerinin doğru olması gerekecektir.
Bu ise, Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın nassına muhâliftir” demiştir.
447
Müfessir M. İzzet Derveze de, “Şeyhayn’ın Hz. Âişe’den naklettikleri
bu hadis rivâyeti karşısında hayret ediyoruz” 448 demektedir.
Hamdi Yazır, bu konuda, “Peygamber’e ‘sihirbaz’ ve nübüvveti
yönünden ‘sihirlenmiş’ diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada
üç mesele vardın: Birincisi sihrin vukuu, ikincisi Peygamber’in bu
sihirden etkilenmesinin vukuu, üçüncüsü bu sûrelerin (Felak ve
Nâs) nüzûl sebebi olup olmaması... Peygamber’e bir sihir yapıldığına
ve O’nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim
(etkilenmiş ve acı duyup rahatsızlanmış) olduğuna itikad
etmek câiz olabilirse de, vâcip değildir” 449 demektedir.
Bu konudaki hadis rivâyetleri doğru olsa; büyücülerin, bütün
peygamberlere, sâlihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk
sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Allah, Peygamber’e “büyülenmiş”
diyenleri reddetmektedir. Bu rivâyet doğru olsa, müşriklerin
Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir
ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise Peygamberlik makamı için
câiz değildir. Peygamber’e büyü yapıldığı kabul edilirse, Peygamberin
getirdiği tüm şeriatten şüpheye düşülebilir. Muhâlifleri, cin
ve büyü aracılığıyla Rasûlullah’a istediklerini söyletip yaptırabilir.
Rasûlullah’ın getirdiklerinin ne kadarının Allah’a ait olduğu, ne
kadarının sihir etkisiyle söyletene ait olduğu bilinemez.
Felak sûresinin âyetleri, bir tek âyet hâriç, büyücülerle ilgili
değildir. Bu sûredeki âyetler, karanlıktan, hasetçilerden, her türlü
yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmayı emretmektedir. Bundan
sonra gelen Nâs sûresinde de insanlara kötülük aşılayan,
onları kötü yollara sürmeğe çalışan insan ve cin vesvecilerinden
447 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y. c. 9, s. 6356
448 İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs c. 1, s. 199-200
449 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Y., c. 9, s. 6358
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 118 -
Allah’a sığınmak emredilmektedir. Bütün rivâyetler, Felak ile Nâs
sûrelerinin beraber indiğini söylemektedir. Cin ve insan vesvesecilerinden
Allah’a sığınmayı emreden Nâs sûresinin bu rivâyetlerde
anlatılan büyü olayıyla bir ilgisi yoktur.
Bu, özellikle Mekke’de müslümanları kandırıp İslâm’dan döndürmeğe
çalışan Mekke müşriklerinin telkinlerine, fiskoslarına işarettir.
Orada bir avuç müslüman, bir yandan her biri birer şeytan
gibi kendilerini dinlerinden döndürmek için kandırmağa çalışan
müşrik insanların, bir yandan da görünmez cin şeytanlarının kötü
vesvese ve telkinleriyle karşı karşıya idiler. Onun için Nâs sûresinde
müslümanlara cin ve insan şeytanlarının vesveselerinden Allah’a
sığınmaları emredilmektedir. Bu, Mekke şartlarında bir yandan
müşrik telkinleri, bir yandan da görünmez şeytan vesveselerinin
tesiri altında kalan bazı müslümanların durumlarını yansıtmaktadır.
“Böylece Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.
Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar...” 450 âyeti,
insan ve cin şeytanlarının, insanlara kötü düşünceler aşıladıklarını
bildirmekte, “Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse
Allah’a sığın.”451 âyeti de bu gibi telkinlerden Allah’a sığınmayı emretmektedir.
Bu âyetlerin hepsi Mekke şartlarında inmiştir.
Ayrıca bu konudaki hadis rivâyetleri çelişkilerle doludur. Çünkü
birinde büyü yapan Lebîd’in yahûdi, ötekinde yahûdilerin
antlısı (onlarla antlaşmalı) bir münâfık olduğu; bir başkasında ise
Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğunun, Peygamber’in
tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahûdilere verdiği,
yahûdilerin de bunları Lebîd’e verdiği anlatılır.
Hz. Peygamber’e hangi yahûdi çocuğu, ne zaman hizmet
etmiştir? Gâyet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânîce
mektupları dahi, güvenmediğinden dolayı yahûdilere okutmamak
için Zeyd bin Sâbit’e İbrânîceyi öğrenmesini emreden Peygamber
(s.a.s.) bir yahûdi çocuğunu nasıl harîm-i ismetine alır?
Ona hizmet edecek pek çok müslüman evlâdı varken -ki bunlardan
biri de Enes bin Mâlik’tir- yahûdi çocuğunun hizmetine ne
gerek vardır?
Tarihte Peygamber’e hizmet eden bir yahûdi çocuğu bilinmediği,
siyerle ilgili hiçbir kitapta bundan bahsedilmediği gibi,
Peygamber’in altı ay hasta yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir
şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivâyetlerin, büyünün
etkisini desteklemek ve insanları bundan korkutmak amacıyla
450 6/En’âm, 112
451 7/A’râf, 200
CİN
- 119 -
ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce
şudur: Büyü Peygamber’e bile tesir etmiştir; onun için büyücülerden
çekinmek lâzımdır.
Allah, Peygamberini insanların zarar ve şerlerinden koruyacağını
vaad etmiştir.452 Peygamber (s.a.s.), eğer yapılan büyünün
etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı, yaptığını yapmadı zannedecek
kadar bir aklî denge bozukluğuna uğrarsa, ne onun mâsumluğu,
ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber (s.a.s.) elbette
böyle kusurlardan uzaktır, münezzehtir. Kur’an, Peygamber’e
büyülenmiş diyenleri “zâlimler” diye nitelendirmektedir. “O
zâlimlerin, ‘siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz!’ dediklerini biliyoruz...”
453; “O zâlimler: ‘Siz, sadece büyülü bir adama uyuyorsunuz’
dediler...” 454 Peygamber’e meshûr, yani büyülü, büyüye uğramış
diyen kimseler zâlim olduklarına göre, Peygamber’e büyü yapıldığı
hakkındaki bu rivâyetlerin hepsi zâlimlerin anlatımıdır. Bunu
çıkarıp uydurdukları senet zinciriyle Peygamber’in (s.a.s) seçkin
bir sahâbesine dayandıranlar, müslüman görünseler de, gerçekte
Peygamber düşmanı yalancılardır. Bir müslüman, Kur’an’a tamamen
ters olan, Peygamber’in mâsumluğunu/korunmuşluğunu dinamitleyen
bu yalanlara nasıl inanır?
Sihrin etkisini kabul eden bilginlerin anlatımına göre esas
büyü, cinlerin etkisiyle olur. Büyücü, yaptığı tılsımlarla kötü cinleri
etkisi altına alıp büyülemek istediği kişiye kötülük yaptırır,
aklını çeldirir, sağlığını bozar ve benzeri kötü işler yapar. Yani,
büyünün tesirini kabul edenlere göre, büyünün kötü etkisini
yapan, cinlerdir. Büyülü kişi, cinlerin etkisi altına girer. İsrâ
sûresinin 47, Furkan sûresinin 8-9. âyetleri Peygamber’in büyülü
olmadığını, ona büyü yapılmadığını, onun bu tür iftiralardan
uzak olduğunu belirttiği gibi; Peygamber’in asla cinli olmadığını,
cinnin etkisi altına girmediğini bildiren birçok âyet de 455 bu
büyü yalanını reddetmektedir. 456
Kadı Iyâd ve benzeri bazı İslâm âlimleri, Peygamberimiz’e
yapılan büyünün Peygamber’in aklına, kalbine, itikadına değil
de bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialar sunar ve
bunların Peygamber’in diğer fizikî hastalıklardan sâlim olmaması
gibi, mâsumluğuna ve peygamberlik makamına zarar vermediğini
söyler. Bu görüş, tutarlı değildir. Çünkü hadis rivâyetlerindeki
452 5/Mâide, 67
453 17/İsrâ, 47
454 25/Furkan, 8
455 52/Tûr, 29-30; 68/Kalem, 2; 81/Tekvîr, 22
456 S. Ateş, Gerçek Din Bu, s. 174-177; Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, s. 194-195
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 120 -
büyünün etkisiyle ilgili en hafif ifade olarak, “kadınlarına varmadığı
halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sandığı ve bu halin
altı ay böyle sürdüğü” anlatılıyor. Bu, altı ay Peygamber’in hayal
gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil; hâşâ
O’nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu
esnâda O’nun, -hâşâ-gelen vahiyleri zaptedememesi, başka şeylerle
karıştırma ihtimali gündeme gelebilir. Hadis rivâyetlerinde yer
alan “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir şeyi yapmadığı
halde onu yaptığı hayali gelirdi” gibi “hayal görme” lafızlarından
anlaşılan bu olayın akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu
tespit edebilmek için derin bir psikoloji bilgisine ihtiyaç olmadığı
ortadadır. Bugün, bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla,
bacaklarıyla değil; aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini
herkes bilir.
Tüm rivâyetlerdeki ifadelere göre, bir yahûdi Hz. Peygamber’e
sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle O’nun erkekliğini bağlamış,
hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla,
Hz. Peygamber üzerinde böyle bir etki meydana getirilebildiğini
kabul etmek mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek,
yahûdi, kâfir ya da müşriklerin sihir/büyü yoluyla Hz. Peygamber
üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine
kapı açar. Büyü yoluyla Hz. Peygamber altı ay boyunca
iktidarsızlaştırılabildiği durumda O’nun mübârek hanımları olan
annelerimize kocalık haklarını yerine getiremiyor, onların cinsel
arzu ve ihtiyaçlarını gideremiyordu gibi iftiralara varacak yanlış
düşünce ve ithamlara yol açabilecek tehlikede bir bühtandır.
Ne Hz. Peygamber’in cinsel gücünün abartılmasına, insanüstü
boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivâyetlere, ne de O’nun
sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırılabileceği fikrine zemin
teşkil eden rivâyetlere itibar edilmelidir. O’nu değerlendirmek için
ifrat ve tefritlerden arınıp en doğru ve dengeli yolu tutmak gerekir.
Hz. Peygamber’e büyü yapıldığından bahseden bu rivâyetleri
toptan reddetmek, kanaatimize göre doğru değildir. Bunlar Hz.
Peygamber’in hayatı, mûcizesi, Allah’ın Onu düşmanlarının şerrinden
koruması açısından tarihî bir değere sahiptirler. Bu hadisler
bize, Hz. Peygamber’e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından
zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor.
Bu husus, tarihî açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur.
Çünkü sihir, çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır.
Yahûdilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından
bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple
Hz. Peygamber’e de zarar vermek kasdıyla Lebîb bin el-A’sam’a
CİN
- 121 -
başvurarak sihir yaptırtmış olabilirler. Bu rivâyetler olayın bu yönüne
işaret etmektedir. Bu durum, hadis rivâyetlerinin incelenmesinden
de anlaşılacağı gibi Allah tarafından Cebrâil vâsıtasıyla Hz.
Peygamber’e bildirilmiştir. Rasûlullah üzerinde bu sihrin bir etkisi
söz konusu değildir.
Allah (c.c.), bunu Hz. Peygamber’e bildirmek ve o büyüyü
atıldığı kuyudan çıkarttırmak sûretiyle, büyüyü yapan ve bundan
medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlûp etmeyi
arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber, Allah tarafından
durum kendisine bildirilince, yanına ashâbından bir grubu
almış, ya da bir ekiple Hz. Ali’yi göndermiş ve sihri yapan Lebîd
bin el-A’sam adlı yahûdinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû
Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imhâ
için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket
etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden medet uman,
ondan bir silâh olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına,
maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara
herhangi bir tesir yapamayacağını, Allah’ın kendilerini
koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da
(onu kahramanlaştırmamak için) gerek görmemiş, böylece iyice
rezil olmasını, yahûdi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini
sağlamıştır.
Bu rivâyetler bu yönüyle doğru olabilir. Ancak, bunlarda zabt
kusuru olduğu, bu sihrin etkisi konusundaki farklı ve çelişkili anlatımlardan
da anlaşılmaktadır. Rivâyetin metnini problemli hale
sokan ve âlimler arasında münakaşalara yol açan sihrin, Hz. Peygamber
üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler,
kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim
râvîlerden Süfyan’ın, bu konudaki bir açıklaması, bu rivâyetlerden
birinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyan, “İşte bu, sihirden
olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir”457 demektedir.
Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed bin Ali el-Cessâs da
aynı görüşte olup, rivâyetleri problemli hale sokan bu ilâvelerin
aslının olmadığını, bunların sonradan râviler tarafından hadislerin
metnine eklendiğini söylemiştir.458 Büyünün Hz. Peygamber’e
tesiri konusundaki “Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber’e, bir
şeyi yapmadığı halde onu yaptığı hayali gelirdi. Kendisi hanımlarına
yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi”
tarzındaki bu ifâdelerin râvî Hişam bin Urve’den, ya da
457 Buhârî, Tıb 49
458 Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’an I/60
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 122 -
babası Urve’den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve’nin
veya Hişam’ın bu açıklamaları Hz. Âişe’ye mal edilmiş, onun sözlerinin
arasına dâhil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta
yarar vardır.
Hz. Peygamber’e sihrin etki ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza
çıkacak bir problem de şudur: Sihrin bir kısmının cinlerle irtibat
yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada
bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte,
çarpmakta, hastalandırmaktadır ki, bunun isbâtı mümkün
değildir. Geriye diğer bir yol kalıyor ki, o da, cin ya da şeytanların
vesvese/telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki
yolla da Hz. Peygamber’e, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca
tesir edilmesi söz konusu olamaz. Rasûlullah’a, cinlerin
ya da şeytanların çarpmasını, ya da telkinde bulunmasını, kendilerinin
bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir.
Buna peygamberlik makamı engeldir, bunu tartışmaya gerek yoktur;
yukarıda zikredilen konuyla ilgili âyetlere aykırıdır. Yine bazı
sahih hadislerde de, Hz. Peygamber’in Allah’ın izniyle şeytanın
şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. 459
Sihrin Menşei/Kaynağı
Sihrin menşei konusunda ilk bilgileri Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmekteyiz.
Kur’an’ın verdiği bilgi, Hz. Süleyman’ın (a.s.) peygamberliği
zamanında sihrin çok yaygın olduğu, şeytanlar tarafından
insanlara öğretildiği şeklindedir. 460
Sihrin kaynağı, şeytanlardır: İslâm Ansiklopedisi’nde, “Sihir”
maddesini yazan, D.B.Macdonald, sihrin kaynağı konusunda aynı
şeyleri ifade ettikten sonra, bu konuda daha geniş bilgiler vererek
sihrin menşeine, ruhlar ve cinler fikrini de eklemekte ve konuyu
uzun uzun tahlil etmektedir. Hemen her toplumda, Grekler’de
(Eski Yunan), Bâbil’de, Mısır’da, İran’da, Keldâniler’de, Hintlilerde
ve İbn İshak’a dayandırarak eski Türklerde (Meselâ, orduları yenmek,
düşmanları öldürmek, nehirleri geçmek ve kısa bir zamanda
uzak mesafelere gitmek vb. şekillerde) sihir olayının bulunduğuna
işaret eder.”461
İslâm öncesi Arabistan’da sihir, Arapların kendileriyle yakın
ilişki içinde bulundukları Yahudiler, İranlılar ve Yunanlılar gibi
459 Müslim, Münâfıkîn 69-70; Tirmizî, Radâ’ 17, hadis no: 1172; Nesâî, İşretü’n-
Nisâ 4, hds no: 3958; Ahmed bin Hanbel, 3/309; A.Osman Ateş, Kur’an ve
Hadislere Göre Cinler-Büyü, Beyan Y., s. 268-291
460 2/Bakara, 101
461 D.B. Macdonald "Sihir" maddesi, İ.A., X: 599-611
CİN
- 123 -
halklardan alınmış, aynı çeşitten anlayışların bir karışımıdır. Bunlar,
tütsüleme, tılsım, muska, okuyup üflemek (tabii ki sünnette
meşrû kılınan okuma şekli rukye, bunun dışındadır), yıldızlara
bakarak geleceği haber verme, içine yerleştirilen sayılar, yatay ve
dikey olarak toplandığı zaman hep aynı sayıyı ve harflerin gizli
değerlerinden yararlanarak geleceği okumak demek olan Cifir,
bu konuda kitaplar yazılmasına yol açmıştır.462
Büyü sözcüğü Türkçedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, bu anlamı veren
“Sihir”den söz edilmiştir. Batı literatüründe ise “Magi ; Maji”,
“Magic ; Mãcik” olarak geçer. Büyü -gizemli sanılan- ilkel bir çözüm
arayışıdır. Bu kısa tanımdan da anlaşılacağı üzere büyünün temelinde
üç şey vardır: a) Gizemlilik iddiası, b) ilkellik, c) çözüm arayışı.
Bunlardan birincisinin açıklaması şöyledir:
Büyünün gizemli olduğu sanılır. Yani büyünün, herkes tarafından
anlaşılamayan, herkes tarafından bilinemeyen ve yapılamayan
birtakım esrarengiz ilişkilerden ve bu ilişkilere dayanan
formüllerden oluştuğu sanılır. Bu sanı, birçok kimselerde kesin
bir inanış ve kanaat olarak vardır. Ancak büyü, çeşitli şarlatanlıkların
bazı şekilleridir. Çünkü büyünün gerçek olduğunu kanıtlayan
bir kimseye rastlanmamıştır. Ayrıca büyünün bir aldatmaca
olduğunu Kur’ân-ı Kerîm açık şekilde ortaya koymaktadır. Tâhâ
Sûresi’nin 57-72. âyetlerinde Hz. Mûsâ ile Mısır Firavun’u arasında
olup biten bir mûcize ile büyü mücadelesi canlandırılmıştır.
Bunlardan özellikle 66-69’uncu âyetlerde büyünün içyüzü bütün
çıplaklığıyla ortaya serilmiştir. Bu âyet-i kerimelerde özet olarak
şöyle bir açıklama vardır:
Firavun’un büyücüleri Hz. Mûsâ’ya, önce hangi tarafın gösteriye
başlamasını sorunca Hz. Mûsâ: “Hayır, siz atın.” yani elinizdeki
sicimleri ve değnekleri atarak büyü gösterisine önce siz başlayın
dediği kaydedilmektedir. 66. ve 67’nci âyetler gösteriyi ve onu şaşkınlık
içinde seyreden Hz. Mûsâ’nın ruh halini anlatmaktadır. Bu
âyetlerin meâli şöyledir: “Bir de ne görsün, -büyücülerin- şarlatanlığından
ötürü, sicimlerinin ve değneklerinin yürüdüğü onun hayalinde
canlandırılıyordu.” “Bu yüzden Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.”
66’ncı âyet-i kerime, bu olaydaki büyünün bir dereceye kadar
içyüzünü ortaya koymakta, en azından bu işlemin hayalde canlandırılan
asılsız birtakım kımıldayışlar olduğunu ifade etmektedir. Sicimlerin
ve değneklerin, Hz. Mûsâ’nın hayalinde hareket eder gibi
göründüklerini kaydeden bu âyetlerden iki farklı anlam çıkarmak
mümkündür. Birincisi: Büyüde kullanılan bu araçların gerçekte
462 Meydan Larousse, "Büyü" Mad. II 685; Ali Çelik, a.g.e., s. 201-211
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 124 -
hareket ettikleridir. İkincisi ise, hareket eder gibi göründükleridir.
Bilindiği üzere iplik ve sopa gibi cansız şeylerin -hele büyü gibi
asılsız bir işlemde- kendi kendine hareket etmesi olanak dışıdır. Ama
bunu illüzyonistlerin yaptığı gibi bazı hilelere başvurarak yapmak
elbetteki mümkündür. Özellikle ilâhlık iddiasında bulunmuş mağrur
ve çağının en kudretli hükümdarı olarak Firavun’un, sahip bulunduğu
güç ve imkânlarla devrin profesyonel ve en mâhir büyücülerini
bularak bu hileleri yaptırması zor değildi. Kur’ân-ı Kerîm,
büyünün bir gözbağcılık, bir şaşırtma ve duyuları spekülatif yöntemlerle
aldatma olduğunu yine bu olayı anlatan A’râf Sûresi’nin
116’ncı Âyet-i Kerime’sinde açıklamaktadır.
Hz. Mûsâ tarafından, büyücülerden hünerlerini göstermeleri
istenince onların, seyirciler üzerinde nasıl psikolojik bir etki uyandırdıklarını
Allah Teâlâ aynen şöyle ifade buyurmaktadır: “Mûsâ:
‘Siz atın.’ dedi. Onlar da hünerlerini ortaya atınca insanların gözlerini büyülediler.
Onları ürperttiler ve muazzam bir büyü ortaya getirdiler.” 463
Âyet-i kerime’deki: “İnsanların gözlerini büyülediler.” ifadesi çok
açıktır ve bu olaydaki büyünün, gerçek değil, bilakis psikolojik bir
etki yaptığını ortaya koymak bakımından da en büyük kanıttır. Bu
ilâhî açıklamadan kolayca anlıyoruz ki büyünün birtakım hileler
olarak izahı vardır. Bununla birlikte hiçbir gizemli yanı da yoktur.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de sicim diye geçen şeylerin -söylentilere
göre - içleri birtakım kimyasal maddelerle doldurulmuş hayvan
bağırsakları olduğu ve gösteri sırasında bu maddelerin reaksiyona
girerek bağırsakların hareket etmesine neden oldukları ihtimali
bulunduğu gibi, büyücüler benzer bazı spekülatif işler de yapmış
olabilirler.
İpliklerin ve sicimlerin gerçekte değil, fakat Hz. Mûsâ’nın hayalinde
hareket eder gibi görünmüş olabileceği ihtimali de vardır.
Şöyle ki:
Hz. Mûsâ, Firavun’un ve avanelerinin yanı sıra, kalabalık seyirci
karşısında ve belki de tek başına bulunmak gibi -peygamber
bile olsa- insan moralini olumsuz etkileyen bir konumda idi. Allah
Teâlâ’ya açıkça kafa tutacak kadar küstahlaşan Firavun’un, bu şedid
ve kanlı diktatörün karşısında bulunmuş olmak ve hele moral
verecek bir taraftar kitlesinden yoksun olmak gibi etkenler hesap
edilirse Hz. Mûsâ’nın bu olayda ne kadar zor dakikalar yaşadığını
tahmin etmek güç değildir. Aslında bu ihtimali araştırmak yersizdir.
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, bu gerçeği de çok berrak şekilde ortaya
463 7/A’râf, 116
CİN
- 125 -
koymakta ve Tâhâ sûresinde şunları kaydetmektedir: “Bu yüzden
Mûsâ, içinde bir ürperti duydu.” “Biz O’na, korkma dedik, asıl üstün
gelecek olan sensin sen!” 464
İşte gizemli sanılan büyünün özet olarak aslı esası budur. Onun
için büyü/sihir tamamen bir hile ve safsatadır.
Büyünün ikinci niteliği, onun hem amaç, hem de araç bakımından
ilkelliğidir. Evet, büyü, hem kaynakları, hem de yapılış ve
uygulaması bakımından ne vahye, ne de akla dayanır. Bilakis vahyi
ve aklı hiçe sayan rezil bir düşünce ürünüdür. Bu gerçeği anlayabilmek
için hiçbir incelemeye ve araştırmaya bile gerek yoktur.
Sadece bir tek büyücü görmek bile büyünün her bakımdan ne olduğunu
anlamak için yeterlidir. Bu sefil insanlar her türlü faziletten
yoksun oldukları gibi onlara inanan ya da tuzaklarına düşen
zavallılarda bile sağlıklı bir moral yapı ve güçlü bir iman yoktur.
Allah Teâlâ, yine Tâhâ Sûresinde: “Çünkü onların yaptığı bir büyü
hilesidir. Büyücü ise nereye varsa asla başarıya ulaşamaz!”465 buyurmaktadır.
Büyünün, etki yapmak bakımından bir “hiç” olduğunun,
bundan daha büyük bir kanıtı olamaz.
Büyü, amaç bakımından ilkel ve zararlıdır. Çünkü:
a) Akılcı bir yol değildir. Bilakis büyü, aklı küçümsemekte, hatta
onu inkâr etmektedir. Birçok saf ve câhil insan, gerçekleri anlayabilecek
bilgi ve basirete sahip bulunmadıkları için, onların basit
düşünce yapıları büyücüler tarafından kullanılmaktadır. Bu ise insan
aklının küçümsenmesi demektir.
b) Büyü, akla dayanmadığı gibi vahye de dayanmamaktadır. Bilakis
vahiy, sihri “küfür” olarak mahkûm etmekte ve sihirbazı kâfir
olmakla suçlamaktadır. Büyü yapan insanın, İslâm Hukuku’nda cezası
pek ağırdır.
c) Büyü, insanların aldatılmasına ve kötü yönlendirilmelerine
neden olmaktadır. İnsanları karşılıksız, hatta günah karşılığında
zarara uğratmaktadır.
Büyü, araç bakımından da ilkel ve zararlıdır: Türüne göre büyüde
kullanılan araçlar son derece iğrençtir. Katır toynağından,
karga beynine, kıldan dışkıya kadar, büyüde en pis ve en necis
maddeler kullanılır. Ne yazık ki bunların bir kısmı da insanlara şu
veya bu şekilde yedirilir.
464 20/Tâhâ, 67-68
465 20/Tâhâ, 69
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 126 -
Bu ilkelliğin bir örneği de kutsal değerlere karşı bilinçli saygısızlıktır.
Çünkü bazı büyü türlerinde -özellikle harap olması istenen
mekânlar ve zarar görmesi istenen insanlar için yapılan büyülerde-
Allah’ın yüce adları ve âyet-i kerimeler pis sıvılarla yazılmakta ve
ayakkabı topuklarına, eşiklerin altına ve benzeri yakışıksız yerlere
gizli şekilde yerleştirilmektedir.
Büyünün üçüncü niteliği ise onun, talihsiz bir çözüm arayışı olmasıdır.
Çünkü büyü ile derdine derman arayan insan, eğer sorunun
çözümü için akılcı ve legal bir yol varsa bu yola inanmayacak
ya da güvenmeyecek kadar rüşdünü yitirmiş biridir. Eğer tamamen
çaresizlik içinde ise bunu, ikinci bir çaresizlikle birleştirecek
kadar Allah’ın feyiz ve nurundan uzak, bilakis dalâlet karanlığına
saplanmış biridir.
Bazı akaid yazarları tarafından, “Sihir haktır” şeklinde kullanılmış
olan sözden amaç şudur: Sihir (yani büyü) Kur’ân-ı
Kerîm’de sözü edilmiş ve işlenmiş bir konu olarak vardır. Elbette
ki büyü tarih boyunca insanları meşgul etmiş bir hâdisedir. En
uygar sanılan toplumlar içinde bile sihir yapan ve sihre inanan
insanlar bulunmuştur. Onun için sihrin bir toplum gerçeği olarak
var olduğunu inkâr etmek imkânsızdır.
İlginçtir ki bazı yazarlar da “Sihir haktır” sözüne, farklı bir
yorum getirmiş ve büyünün gerçek anlamda etki yaptığına inanmışlardır.
Eğer büyünün gerçek anlamda etkisi olsaydı, büyücülerin
açamadıkları kapı, çözümleyemedikleri sorun kalmayacaktı.
Tarihte büyücülerden ve şarlatanlardan medet uman nice krallar
olmuştur ki bunların hepsi de sonunda hayal kırıklığına ve hüsrana
uğramışlardır. Büyünün bir tek kere dahi başarıya ulaştığı
kanıtlanamamıştır. Kaldı ki büyücülere meydan okuyan insanlar
hiçbir zaman onların büyü yoluyla tertip ettikleri bir kötülüğe
uğramamışlardır! Bu bile büyünün ne büyük bir yalan olduğunu
ortaya koyan başlıbaşına bir kanıttır.
Bazı kimseler eğer Kur’ân-ı Kerîm’in 113’üncü Sûresi olan Felak
Sûresi’nin 4’üncü Âyet-i Kerime’sini göstererek büyünün şerri
hakkında bir kanaat ortaya koymak istemişlerse, hemen ifade
etmek gerekir ki bu âyet-i kerime’de şerrinden söz edilen büyü
değil, tam tersine “Düğümlere üfleyip tüküren” büyücü kadınlardır.
Binâenaleyh bu kimseler, büyü ile büyücüyü birbirine karıştırmışlardır!
Hiç kuşku yok ki her devirde bu gibi gayrı meşrû işlere kendini
vererek duygusal insanların psikolojisini olumsuz yönde etkileyen
kadınlar (veya erkekler) bulunmuştur. Genelde câhil topluluklar
CİN
- 127 -
arasında faaliyet gösteren bu kimseler, iplik düğümlemek, bu
düğümlere üflemek, muska ve tütsü yapmak, kurşun dökmek ve
kehânetlerde bulunmak gibi bâtıl şeylerle bir yandan geçinmeye
çalışırken, bir kısım insanların iç dünyaları üzerinde etkili olabilmektedirler.
Aslında bunlardan yararlanmak isteyenler, onların
şerrine daha çok uğrayanlardır. Çünkü büyücüye inanmak küfürdür.
Yani İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir sebeptir. Bu ise
şer ve kötülüğün en tehlikelisidir. Ayrıca büyücüye, yapmış olduğu
büyü karşılığında ücret vermek, hem işlediği bu ağır günaha
karşılık onu ödüllendirmek, hem zararlı bir faaliyete değer biçmiş
olmak, hem de böyle bir faaliyeti cesaretlendirmek bakımından
elbette ki bu yapılanların hepsi şerdir, kötüdür. Rabb’imiz işte bütün
bu kötülükleri işleyen kadınların şerrinden kendisine sığınmamızı
istemiştir.
Büyü, hiçbir reşit toplum içinde legal bir meslek niteliğini kazanamamış,
vicdanlarda mahkûm olduğu için hep gizli yapılmış
ve büyü yapanların da yaptıranların da sonu daima pişmanlık olmuştur.
466
Kehânet ve Arâfet/Arrâflık
Kehânet, gâibden haber vermek, falcılık, bakıcılık etmek demektir.
Bu işle uğraşan kimselere de kâhin denir.467 Kâhin, gizli,
geçmiş haberleri bir nevi kendi zannı ile (tahmini) haber veren
kimsedir. Geleceğe ait haberleri, yine zanna dayanarak haber veren
kimseye de Arrâf denir. Bu iki uygulama, bazen hata eder bazen
isabet eder.468 Kâhin lafzı, daha umumi olup, Arrâf lafzının
mânâsını da içine alır.469
1. Câhiliyede Kehânet ve Arâfet: Câhiliye Arapları arasında
kâhin, olağanüstü güçleri olduğuna inanılan, bu güçleri meslek
halinde kullanan ve hizmetlerine karşılık ücret alan kimselerdir.470
Gelecekte olacak şeyler hakkında haber veren ve sırları bilme
iddiasında olan, bu kimselerden bazıları, kendilerine haber getiren
cinlerden yardımcılarının olduğunu zannederler.471 Bazıları
da gaybî şeyleri bir kısım sebeplerin mukaddimâtı ile bildiklerini
iddia ederler. Muhtelif çeşitleri olan kehânetin bir kısmı cinlerle
466 Ferit Aydın, a.g.e., s. 311-317
467 Kamus, IV, 266; Fischer. F. "Kehânet" maddesi, İ.A. VI, 71
468 İbn Manzur, Lisan, XIII, 362-363; IX, 237; Râğıb, Müfredat, 265
469 Âlûsî, Bulûğul-Ereb, III, 269; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk
İnançları, Beyan Y., 211
470 İzutsu, T. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 163
471 Alûsî, a.g.e., III, 269-270
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 128 -
ilgilenmekle, bir kısmı tecrübe ile, bir kısmı da yıldızlarla uğraşmak
sûretiyle olur.472 Câhiliye Arapları özellikle kâhinlere saygıyla
bakıyorlar, onların sözlerini takdirle karşılıyorlar. Onları, ruhî hastalıkların
doktorları olarak görüyorlardı. Psikolojik sıkıntıların ve
ruhî problemlerin hepsinde onlara koşuyorlardı. Sarsıldıklarında,
sıkıntıya düştüklerinde dertlerini onlara anlatıyorlar, onların katında
huzur ve marifet olduğunu söylüyorlardı.473
Tarihî kaynaklar, bu inancın Araplar arasında yaygın olduğunu,
her mahalleye ait bir kâhinin bulunduğunu474 anlatarak Hicaz bölgesinde
bulunan meşhur kâhinlerin isim listelerini vermektedirler.
Bunlar arasında: İzzi Selemetü’l-Kâhin, Şıkk bin Enmar, Satıh
bin Mazin, Tureyfetü’l-Kâhin, Zebra, Hunafîr bin Te’em, Mûsâ bin
Mezür, Seleme el-Hemedânî, Sevad bin Kaarib, Fatma binti Mürri
Has’amiyye zikredilmiştir. 475
Araplara ait rivâyetlere dayanarak kâhinler ve kehânet hakkında
şu noktaları tesbit edebiliriz:
a) Araplar arasında kâhinliğin dînî bir özelliği yoktur.
b) Kâhinler, soru sahiplerinin sorunları üzerinde, sözlerini ve
cevaplarını, sıcak, coşturucu bir üslup içinde söylerler. Konuşmalarının
arasına birtakım imâlar yerleştirirlerdi ki, dinleyiciler, bunların
içinden kafalarındaki soruların cevaplarını bulabilirlerdi.
c) Gizli kapalı, secîli imâlar içeren sözleriyle, insanlara gaybî
olan şeyler hakkında bahsediyorlardı.
d) Onlar, insanları uyutarak ya da insanların kendileri, kuruntuya
kapılarak, hatta bizzat kâhinlerin kendilerinin de dillerinden
dökülen seciler ve tevriyeler nedeniyle, onlara tâbi olan
cinlerin olduğunu, kendilerine düşen görevde yardımcı oldukları
zehâbına kapılıyorlardı. Kendilerini izleyen bu cinlerin, göklere
kulak verip oradan haber çaldıklarını, getirip bu haberleri söylediklerine
inanıyorlardı.476
Görüldüğü gibi, kâhinlerin ilham kaynağı, cinler ve şeytanlar
idi. Buna bazı Kur’an âyetleri de delâlet etmektedir.477 Şöyle ki:
472 Âlûsî, a.g.e., III, 270
473 Derveze, İ. Asru'n-Nebî, s. 294; Ebû Ubeyde, Eyyâmu'l-Arab Kable'l-İslâm, I,
229
474 Ebû Ubeyde, Eyyâmu’l-Arab I, 229; İbn Hişâm, Sîre, I, 204; İzzet Derveze.
a.g.e. s. 293
475 Âlûsî, Buluğu'1-Ereb, III, 269-288
476 İbn İshak, Sîre, s. 13; Süheylî, Ravdu’l-Unuf, II, 295; Mesûdî, Murûru’z-
Zeheb, II, 173; Fischer, A.. İ.A., VI, 71-72
477 15/Hıcr, 16-18; 37/Sâffât, 6-10; 72/Cinn, 8-9
CİN
- 129 -
“Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları bakıp temâşâ edenler
için süsleyip donattık. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat
kulak hırsızlığı yapan olursa parlak/alevli bir ateş onu kovalar.”478; “Onu
inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar, o yüce âlemi asla dinleyemezler.”
479
Müslim, Abdullah bin Abbas’tan rivâyet edilen bir hadisi şöyle
anlatır: Peygamber’in Ensar’dan olan sahâbîlerinden biri, bana
haber verdi ki; kendileri bir gece Rasûlullah ile beraber otururken
bir yıldız kaymış da ortalık aydınlanmış. Rasûlullah da onlara:
“Câhiliye devrinde bunun gibi bir yıldız atıldığı/kaydığı zaman
sizler ne derdiniz?” diye sordu. Oradakiler: Allah ve Rasûlü en iyi
bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu veya büyük bir
kimse öldü der idik, dediler. Rasûlullah: “şüphesiz ki bu yıldız hiçbir
kimsenin ölümü ve hayatı için atılmaz. Lâkin ismi çok mübarek
ve âlî olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arşı taşıyan melekler
tesbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli tesbih
eder. Nihâyet bu tesbih şu dünya semâsının ehline ulaşır. Sonra
Arşı taşıyan meleklerin ardından gelenler, onlara: ‘Rabbimiz ne
buyurdu?’ diye sorarlar. Onlar da berikilere Rabbin buyurduğu
şeyi haber verirler. Böylece semâlar ahâlisinin bir kısmı diğerinden
haber ister. Nihâyet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada
cinler kulak hırsızlığı yapıp süratle bir şey kaparlar da bunu kendi
dostlarına ulaştırırlar. Ve bu yıldızla kendileri taşlanır. İşte bu vecih
üzere, yani kendisinden hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey
sabittir ve vâkidir. Lâkin onlar buna yalan karıştırırlar ve artırma
yaparlar.” 480
Bu hadiste de açıkça anlatıldığı gibi cinlerin/şeytanların kulak
hırsızlığı yaparak getirdikleri bilgileri, kendileriyle ilişki kuran
kâhinlere vermektedirler.
Kehânet ve arâfette bulunma vasıtaları; daha çok yıldızlara
bakma (Astroloji), kuş uçurma, fal okları çekme, problemleri
kâhin’e anlatma, çizgiler çizme, afsun yapma, dualar okuma (kendilerine
has tekerlemeler) gibi işlerdir. Bunun yanında tecrübî bilgiler
ve bazı tılsımlardan da faydalanmaktadırlar. 481
Kehânet ve arâfet inancı, farklı ifadelere bürünerek ülkemizde
de aynı muhtevâyı kapsar tarzda devam etmektedir. Halk
478 15/Hicr, 16-18
479 37/Sâffât, 6-10
480 Müslim, Selâm 124, 11/1450; Ayrıca bk. Süheylî, Ravdu'l-Umıf; I. 303; Aynî.
Ümdetü’l-Kari, VII
481 Âlûsî, Bulûğul-Erab, III, 269-306
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 130 -
arasında bu tür inançlara fazla rağbet edilmekte, cinci, muskacı,
afsuncu, üfürükçü gibi isimler altında faaliyet gösteren kişilere gidilmekte
ve problemlere çözüm aranmaktadır. Ülkemizde bu işle
uğraşan kişiler, halka güven telkin etmek için kendilerine “hoca”
ismi vermek sûretiyle bu işleri dînî bir iş gibi takdim ederek, halkın
mânevî duygularını istismar etmektedirler. 482
2. Hadislerde Kehânet ve Arâfet/Arraflık: Kâhin kelimesi,
Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bu âyetlerle Arap kâfirlerinin Hz.
Peygamber’e nisbet ettikleri, kâhinlik vasfı reddedilmektedir.483
Hz. Peygamber’in hadisleri de kehânet ve kâhinliği yermiş, yasaklamış
ve reddetmiştir. Kâhinlik yapmak, içki içmekle, sihir yapmakla
günah açısından eşit tutulmuştur.484 Bazı hadislerde kâhine gitmenin,
onu tasdik etmenin, Hz. Muhammed’e indirileni (Kur’an’ı)
inkâr etmek demek olduğu belirtilerek, küfürle nitelendirilmiştir.
485 Ayrıca “Hulvanul-Kâhin” adıyla, alınan kâhinlik üceretinin
de haram olduğu, özellikle vurgulanmıştır. 486
Câhiliye Arapları arasındaki yaygın inançlardan teşe’üm, sihir,
fal okları gibi, kehânet ve arâfet de Kur’an’ın temel espirisine
zıt düşmektedir. Bu açıdan Kur’an ve Sünnet, bu tür inançları ve
Allah’ın birliği ve mutlak hâkimiyeti konusunda şüpheye düşürecek
her davranışı yasaklamıştır.
Kaynaklar bize kehânetin Nuh Tufanı öncesine kadar uzandığını
haber vermektedir.487 Yunan, Mısır, Yemen ve Hicaz gibi
beldelerde kâhinlik ve kehânet biliniyordu. Kuzey Asya halkları
arasında da yaygındı. Şâmân diye bilinen kâhinler, eski Türk kavimleri
arasında kam diye de anılırdı. Kam, kâhin, sâhir (sihirbaz)
mânâlarını ifade ettiği gibi, hâzık doktor, âlim, filozof mânâlarına
da gelir. Şâmânın birinci görevi kehânette bulunmak, büyü ve afsun
yapmak gibi işlerdi. Onların bu işleri, yardımcı ruhlar vasıtasıyla
yaptığına inanılırdı. Ruhlar şâmâna yol gösterirler, kuvvet verirlerdi.
Kuş şeklinde tasavvur edilen yardımcı ruhlar, göklere çıkan
Şâmâna yardım ederlerdi.488
482 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 212-215
483 69/Haakka, 43; 52/Tûr, 29
484 Ahmed bin Hanbel, Müsned III, 14
485 Ahmed bin Hanbel, Müsned. II, 408. 429, 476; İbn Mâce, Taharet 122/1,
209; Ebû Dâvud, Tıb 21/IV, 22-226; Dârimi, Vûdu’ 1140 I/259; Nesai, Sehv 20/
III, 4-19
486 Buhârî, Büyû’, 113-III, 43; Müslim, Musâkat 39/11, 1198; Tirmizî, Nikâh 37/
III, 438; Nesâî, Buyû’ 91/VII, 309
487 İbn Hacer, Fethu'1-Bâri, X. 182
488 Kafesoğlu, Türk Bozkır Kültürü, s. 88-89
CİN
- 131 -
Görüldüğü gibi, eski Türklerde de değişik isimlerde, ama tamamen
kâhinlerin ve arrâfların fonksiyonunu yüklenmiş, cinler ve
şeytanlar yerine, yardımcı ruhlardan bilgi ve yardım aldığına inanılan
şahıslar bulunmaktadır.489
Kehânet, genel anlamda gelecekten haber vermek demektir.
Eskiden Tevhid Dininin, yozlaşarak asıllarını kaybeden ve birer
bâtıl din haline gelen uzantılarında din adamlarının yürüttüğü bir
meslek olmuştu. Tıpkı bazı tarikat şeyhlerinin “İstihâre Namazı”nı
rüya falı haline dönüştürüp bir kehânet aracı haline getirdikleri
gibi. Bu mesleği icrâ edenlere, literatürda “kâhin” denir. Genellikle
kurbanların parçalanan organları üzerinde çeşitli yorumlar
yapılarak bu meslek icrâ edilirdi.
Ayrıca fala bakılarak geleceği okumaya da kehânet denilmiştir.
Bu iş çok eski çağlardan beri yapılmaktadır ve yukarıda sözü edilen
kehânetten farklıdır. Bunu bir hobi olarak yapanların yanı sıra
ücretle fala bakanlar da vardır. Hatta gelecekte yaşanacağını ileri
sürdüğü olaylar hakkında kitap yazanlar bile olmuştur. Yahudî kökenli
Fransız tıp doktoru Nostradamus gibi.
İslâm’ın bu konudaki yargısı kesindir: Gelecekten haber vermek
bâtıldır ve yasaktır. Falcı ve kâhin de aynen büyücü gibi
kâfirdir. Bunlara, yani bunların verdikleri gaybî haberlere inanan
da kâfirdir.
Hava raporları, uzay raporları ve sismik öngörüler gibi ilmî
tahminleri elbette ki kehânet’in dışında tutmak gerekir. Çünkü
bunlar, hem birtakım araçlara ve ince hesaplara dayanmaktadır;
hem önceden hayat ve tabiat hakkında bazı sonuçlar elde ederek
insanlığı bundan yararlandırmak gibi olumlu amaçlar gütmektedir;
hem de adı üstündedir: “Tahmin”den ibarettir. 490
Tütsüleme inancı
Câhiliyede Tütsüleme: Hastalıkların tedavisinde uygulanan
usullerden biri de Tütsüleme’dir. Hastanın, ancak tütsülenirse iyileşeceğine
inanılır. Câhiliyede bilinen tütsülemelerin başında Ûdu
Hindî gelmektedir.
Bu, Ûdu Hindî yahut Kust adı ile bilinen, buhur ya da ilaç olarak
kullanılan bir çeşit ot köküdür. İki türlüdür: Birisine, Kustu
Hindî, diğerine de Kustu Arabî derler. Kustu Hindî; siyaha meyilli,
hafif, galiz kokusu az, tadı acı olur. Kustu Arabî; lezzetli, ak, hafif
489 Ali Çelik, a.g.e., s. 216-217
490 Ferit Aydın, a.g.e., s. 317
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 132 -
kokulu olur. Mutlak olarak zikredilince anlaşılan Arabî olan cinsidir.
İçilmek yahut tütsülemek şeklinde kullanılır.491
Ûdu Hindî denilen ot kökü ile tütsülemenin Câhiliyedeki uygulaması
hakkındaki bilgilerimiz, bu konudaki Hz. Peygamber’in
hadislerine dayanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Ûdu Hindî kullanmaya
devam ediniz, Çünkü bunda yedi türlü şifa vardır...”492 buyurmuştur.
Bu hadis, Câhiliyede Ûdu Hindî’nin kullanıldığına açık bir
şekilde delâlet etmektedir. 493
Hadislerde Ûdu Hindî ile Tedavi Olmak: Bu konudaki rivâyetler
hemen hemen aynı mânâdaki rivâyetlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.),
bu hadisinde Ûdu Hindî’nin hangi hastalığa nasıl kullanılacağı
hakkında bizlere bilgi vermektedir:
“Ûdu Hindî kullanmaya devam ediniz. Çünkü bunda yedi türlü şifa
vardır. Uzre hastalığı (bademcik iltihabı) için buruna çekilir. Zâtü’1-cenb
(plorozi: Göğüs ve akciğeri birbirinden ayıran zarın iltihaplanması sonucu
oluşan hastalık) hastalığı için de su ile hastaya içirilir.” 494
Bu bitkinin Hicaz bölgesinde yetişip yetişmediğini bilmiyoruz.
Ancak lügat kitaplarımız bunun tarifini yaparken, Hindistan’dan
getirildiğini, buhur ve ilaç olarak kullanıldığını bildirmektedir. 495
Ümmü Kays binti Mıhsan şöyle demiştir: Ben küçük bir oğlumla
Rasûlullah’ın huzuruna girdim. Ben oğlumu, bademcik iltihabından
dolayı tedaviye tâbi tutmuştum. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle
buyurdu: “Niçin bademcik iltihapları için böyle tedavi uygulamak
sûretiyle, çocuklarınızın boğazını elle sıkıştırıp acıtıyorsunuz? Şu
Ûdu Hindiyi kullanmaya devam edin. Çünkü bu Hind bitkisinde
yedi türlü şifa vardır...”496 “Zâtu’l-cenb’ten Kustu bahri ile ve zeytinyağı
ile tedavi olunuz.”497 Asr-ı Saâdette Arap kadınları eski bir
göreneğe göre parmaklarına bir bez parça sararak uzre (bademcik
iltihabı) hastalığına tutulan çocukların ağzına sokup bademciği
çıkarırlar ve kanını alırlardı. Fakat bu ameliyat en nazik tıbbî bir
müdahale olduğu cihetle Rasûl-i Ekrem bunu men edip: çocuklarınızı
bu yolla tedavi ederek azap etmeyin, Ûdu Hindî ile tedavi
edin, buyurmuştur.498
491 Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, Nihâye, III, 317; İbn Hacer, Fethu'1-
Bâri, X, 121
492 Buhârî, Tıb 10/VII, 14
493 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 261-262
494 Buhârî, Tıb 10/VII, 14
495 Kamus, Mucemü'l-Vasit, s. 734; İbn Esir, a.g.e., III, 317; İbn Hacer, a.g.e., X,
121
496 Buhârî, Tıb 21/VII, 17
497 Müslim, Selâm, 87-88/11, 1735; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 356/IV,
369; Müstedrek, IV, 208; Tirmizî, Tıb 28, Hadis No: 2079/IV, 407
498 Miras, K. Tecrid-i Sarih Tere, XII, 79-80; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya RedCİN
- 133 -
Rukye İnancı
Rukye, kelime mânâsı itibariyle okuyarak tedavi etmek
mânâsında kullanılmıştır. Câhiliye Arapları arasında Rukye uygulaması
hem hastalık öncesi, hastalığa yakalanmamak maksadıyla
yapılırdı; hem de eğer herhangi bir hastalığa tutulunmuşsa bunun
tedavisinde kullanılırdı. Koruyucu hekimlik yönü, hastalık
gelmeden önce yapılır ve bir nevi ön tedbir olarak düşünülürdü.
Câhiliye Araplarına göre, hastalık nedenlerinin başında cinler, şeytanlar
ve kötü ruhlar gelmekteydi. İşte bunların vereceği zarardan
korunmak için, onların iskân ettikleri yerler olabileceği düşünülen
mekânlardan geçerken, “nazardan” korunmak için, zarar vermesinden
korkulan şeylerin zararından emin olmak için ve daha bir
çok konuda özel, belli duâlar okumak sûretiyle rukye yapılırdı.
Hz. Peygamber, hastalıkların gerçek sebebinin Allah’ın yaratması
ile olduğunu, görünen sebeplerin ise, O’nun koyduğu sünnetullahın
yerine getirilmemesinin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğini,
bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak anlatmışlardır.
Temizlik kurallarına riâyet edilmezse, pislikten dolayı meydana
gelecek hastalıklara yakalanırız. İşte bu bir sünnetullahtır. Bunun
ihlâli ise, kişiyi hastalığa düşürür. Ama hastalığın gerçek yaratıcısı
Allah’tır. Bu temel düşünce mahfuz olmak şartıyla, içinde şirk unsuru
olmayan, şirki ihsas ettirici bir nitelik taşımayan rukyeler için
beis görülmemiştir.499
“Rukye”, bir işin meydana gelmesi için tabiatüstü güce başvurmak
mânâsına gelir. Eski türkçemizde kısmen Afsun kelimesiyle
karşılanır.500 İbnü’l-Esir, hastanın (şifa bulmak için) kendisiyle ilticada
bulunduğu afsun olarak açıklar.501 Rukyenin müsbet ve menfi
çeşidi bulunmaktadır. Onun müsbet yönü, “okuma, dua yoluyla
tedavi” şekli, menfi yönü ise Afsun olup daha ziyade büyücü ve
cadıların nâhoş işleri olarak görülmektedir. Öyleyse Arapçadaki
Rukye’yi hem afsunlama hem de dua ile tedavi diye anlamamız
daha uygun olacaktır.502
Câhiliyede Rukye: Rukye, Câhiliye devrinde mevcut olan bir
tedavi usûlüdür. Birçok hastalık ve zehirlenmelere karşı rukye yapıldığı,
bunu meslek edinen kimselerin bulunduğu bilinmektedir.
Câhiliye Arapları arasında Rukye’nin nasıl uygulandığı konusunda
dettiği Halk İnançları, Beyan Y., 262-263
499 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 287-288
500 Canan, İ. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, XI, 330
501 İbn Esir, en-Nihâye, II, 254
502 Canan, İ, a.g.e., XI, 330
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 134 -
Mücâhid ve İkrime’den yapılan rivâyetlerde bunun, daha çok iplik
üzerine yapılan rukye (okumalar) ve atılan düğümler şeklinde
olduğunu Taberî nakletmektedir.503 Câhiliyedeki Rukyelerin sihir
karışmış, şirki ihtivâ eden lafızlardan oluşmuş bir özellik arzettiğini,
bu konudaki hadislerin delâletinden anlamaktayız. Avf bin
Mâlik el-Eşca’nın şu rivâyeti bunu açıkça ortaya koymaktadır: Biz
Câhiliyede rukye yapardık. Daha sonra biz: “Yâ Rasûlallah, bunun
hakkında ne buyurursunuz?” diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.): “Rukyenizi
bana gösterin. Şirk olmadığı müddetçe beis yoktur.”504 buyurdu.
Câhiliye Rukyeleri sadece düğümlere yapılan üflemelerden ibaret
değildir. Bunun dışında bizzat hastanın kendisine, ağrı hissedilen
yere yapılacak okuma, üfleme ve benzeri başka şekiller de bulunmaktadır.
Teshir için Afsunlamak, büyüden kurtulmak için nüşre
yapmak, boncuk ve nazarlıklar kullanmak gibi rukye ile doğrudan
ilgili konular da burada zikredilebilir.505
Hadislerde Rukye: Hz. Peygamber’in hadislerinde rukye ile
ilgili farklı ifadeler bulunmaktadır. Bir kısım hadisler, bunu, tevekkül
inancına aykırı olması sebebiyle yasaklarken,506 diğer bir
kısım hadisler de Hz. Peygamber’in göz değmesine,507 her türlü
zehirli hayvan ısırmasına,508 yılan ve akrep sokmasına,509 vücudun
herhangi bir yerinde hissedilen ağrılara karşı510 rukye yapılmasını
(okuyarak şifa dilemek) tavsiye ettiği görülmektedir. Hz. Peygamber,
bu tür tavsiyeleriyle câhiliye Arapları arasında da yaygın olan
rukyeyi, onların anladığı mânânın dışında, yani Allah’tan başkasına
tevekkülü ve O’na şirk koşmayı ihsas etmemesi şartıyla tavsiye
etmiş511 ve kendileri de bizzat uygulamışlardır. Bu konuda bazı
hadisler şöyledir:
Rasûlullah, zevcesi Ümmü Seleme’nin (r.a.) evinde, yüzü sapsarı
kesilmiş bir kız çocuğu gördü ve onun için: “Bunda nazar vardır,
binaenaleyh bunun için rukye tedavisi yapın.”512 buyurdu. Enes
bin Malik: “Rasûlullah (s.a.s.) göz değmesinden, zehirli şeylerden,
503 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir -Bk. Felak suresi
504 Müslim, Selâm 64/11,1727
505 Alûsî, Buluğu'1-Erab, III, 5 vd.; Ahmed bin Hanbel, Müsned, VI, 372; Ebû
Davud, Tıb, 6, 18; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları,
Beyan Y., 264-265
506 Buhârî, Tıb 17/VII, 16; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 251-252; Hakim,
Müstedrek, IV 217
507 Müslim, Selâm 55-56, 59/11, 1725
508 Müslim, Selâm 52-53/11, 1724
509 Müslim, Selâm 61-63/11, 1726
510 Müslim, Selâm 54, 57-5/II, 1724-1725
511 Müslim, Selâm 64/11, 1727
512 Müslim, Selâm 64/11, 1727
CİN
- 135 -
yan tarafta çıkan sivilce ve yaralardan dolayı rukye yapmaya izin
verdi.”513 der.
Görüldüğü gibi, hadislerde, şirk olmadıkça, gerçek mânâsı itibariyle
tevekkülü ihlâl etmediği müddetçe, rukye yapmaya cevaz
verildiği anlatılmaktadır. Nevevî, ulema âyetlerle, zikirle rukye
yapmanın câiz olduğu konusunda icmâ bulunduğunu kaydeder.514
Bununla beraber “Sihir şâibesi olmamak üzere rûhî veya bedenî
salah için me’sûr duâlarla rukye câiz olmakla birlikte; istirka, yani
kendisini başkasına okutmak, rukye talep etmek, Allah’a sığınmak
ve duâ etmek için başkasının tavassutunu dilenmek mânâsını
tazammun etmek itibariyle şer’an memduh değildir. Allah’ın bilahesap
velâ-azap (hesapsız ve azapsız) Cennete girecek has kulları
ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefi fikhında bu mesele şu
şekliyle yazılıdır: “Şâfî (şifa veren) ancak Allah Teâlâ olduğuna ve
devâyı ona sebep kıldığına îtikad ettiği takdirde tedavi ile iştigalde
beis yoktur. Ama şâfî (şifa verici) devâdır (ilaçtır, rukyedir vs.)
diye îtikad ederse, değil. Rukye, dindarlığın icabı, Şer’in emrettiği
bir şey değil, nihâyet bir müsaadedir. Asıl dindarlığın gereği, onu
terk ile Allah’a mütevekkil olmak ve ancak Allah’a sığınıp O’na,
kendisi, doğrudan doğruya duâ ve ibâdet ile O’na sığınmayı bırakıp,
“ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem” diye
duâ dellalı aramaya ve onun nefesinden medet ummağa kalkışmak,
dindarlığın icabı değil, câhiliye âdetidir.” 515
Bu konuda uzun uzun açıklamalarda bulunan merhum Elmalılı,
tefsirinde daha sonra şu görüşlere yer verir: “Sihir karışmayan,
yani şerr ü şeytanet için olmayıp da ondan tehaffüz (korunmak)
ve bir maraz veya âfete Allah’tan şifa niyazı için, kendine veya
başkasına hulûs-i kalp ve niyyyet-i salâh ile duâ veya âyet okuyup
üflemek kabilinden olsa nefeslerin cevazına işaret (vardır).
Çünkü bunda kimseyi izrar (zarara sokma) veya iğfal (kandırma)
veya Allah’tan başkasına teavvüz (sığınma) ve iltica mânâsı yoktur.
Rasûlullah’ın kendisine ve başkalarına bu sûretle okuyup üflediği
ve böyle hayır için rukyeye müsade eylediği sabit ve bu seseple
gerek rûhânî ve gerek cismâni nice hastaların şifâyâb olduğu da
vâki ve meşhuddur. Ancak, okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de
şerrinden korunmak için bu âyeti516 hükmü ile sihir karışan rukyelerden
sakınılması lüzumu ihtar olunmuş (hatırlatılmış), Ukdeleri
(âyette geçen Ukad kelimesiyle ilgili), iplik düğümleri diye tahsis
513 Müslim, Selâm 58/11, 1725
514 Nevevi, Minhac, Şerhu Müslim
515 Yazır, M. H., Hak Dini Kuran Dili, IX, 6396-6399
516 Felak sûresi, 4. âyet
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 136 -
edenler de, böyle düğümlere üflemenin sihir kabilinden olduğunu
anlatmak istemişlerdir.” 517
Ülkemizde de yaygın olan rukye şekli, Hz. Peygamber’in tavsiye
edip cevaz verdiği değil de belki de sihir karışmış, Allah’a tevekkülü
bırakarak, bu işi yapanlara güvenme gibi duyguları ihsas
eder şekliyle görülmektedir. Hoca adı verilen, aslında hocalıkla
yani din dâvet ve tebliğiyle hiç bir ilgisi bulunmayan, sadece vicdanları
sömüren kötü niyetli kişiler tarafından icrâ edilmektedir.
Halk da bunların tuzağına düşerek sömürülmektedir. Ülkemizdeki
uygulama şekilleri itibariyle rukye, bazen muska, bazen mücerred
okuma, bazen üzerlik otu ve benzeri şeyler üzerine bazı tekerlemeler
söyleyerek hastayı onunla tütsülemek, suya, yumurtaya
üfleyerek onu hastaya içirip yedirmek yahut eğer hasta hayvan
ise, o okunmuş yumurtayı onun alnına çarpmak şeklinde olmaktadır.
Bütün bunlar, folklorik türden kültürel geleneklerdir. Dînî
hiçbir değeri yoktur. Din adına yapılıyorsa, en azından bid’at ve
hurâfedir.518
İnancın Menşei: İnanç olmaktan ziyade, daha çok tıb ve sağlık
açısından bir çeşit halk tedavi metodları arasında görülen ve gelenek
olarak devam eden bu tedavi şekli, halk üzerinde uyandırdığı
etki açısından, halk inançları arasında zikredilmiştir. Çünkü halk
dediğimiz insan katmanları: “eğer şöyle şöyle yaptırırsam şifa bulurum...”
şeklinde değişmez bir inanca sahip bulunmaktadırlar. Bu
inancın menşei ise, çok eskidir. Hemen her millette değişik türlerden,
ama esas itibariyle aynı temayı muhafaza eder şekliyle görülmektedir.
Eski Mısır’da, Bâbil’de, câhiliye Araplarında519 birtakım
fetişlerin muska, nazarlık olarak kullanılması şekliyle eski Türklerde520
kuzey Afrika uluslarında521 ve Avrupa ülkelerinde522 farklı
özelliklerde de olsa taşıdığı mânâ itibariyle aynen görülmektedir.
Burada Rukye başlığı altında câhiliye Arapları arasında yaygın
olarak gerek uğur bekleme, gerekse bir çeşit tedavi metodu
olarak, özellikle koruyucu hekimlik açısından kullanılan muska,
nazarlık yahut temâim adı verilen uygulama çeşitlerinden bahsetmeyi
uygun görüyoruz.
517 Yazır, M.H., a.g.e., IX, 6388
518 Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 265-268
519 İnan, Afet, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, s. 245; Corci Zeydan, İslam Medeniyeti
Tarihi, II, 36-38; Dr. Ahmed Taha, Tıbbu'l-İslamî, s. 15, 23
520 Tanyu, Hikmet, İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, s. 105
521 Prof. Ad. Westermarck, İslam Medeniyetinde Putlara Tapma Devri Kalıntılarından
Nazar Değmesi İnancı, Terc. Şahap Nazmi Coşkunlar, s. 9-10
522 Tanyu, Hikmet, a.g.e., s. 206, 213
CİN
- 137 -
a) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanların sokmalarına karşı zil
veya süs takınmak. Bununla zehirli hayvanların zararından korunacaklarına
inanılıyordu.523
b) Bir kimsenin kötü ruhların etkisinde kaldığından korkulduğu
zaman o kişiyi bazı şeylerle kirletmek sûretiyle, kötü ruhların
ondan uzaklaşacağını zannederlerdi. Bu kirleticiler arasında ölü
kemikleri, kadınların hayız kanlarını silip attıkları bezler bulunurdu.
524
c) Avâmiru’l-büyût olarak bilinen ev yılanları ile cinlerin zararından
korunmak için tavşan ayağını muska gibi takınırlar (veya
çocuklara asarlardı).525
d) Çocukları nazardan korumak için tilki ve kedi dişi takarlardı.
526 Yine çocuklardan nazarı defetmek için (Kahle) adı verilen
siyah boncuk da takarlardı.527
Muskalar (Temâim)
Bu da, özellikle psikolojik temelli hastalıklardan korunma,
sihir ve büyü tılsımlarının etkisinde kalmama, nazar değmesine
uğramama gibi rûhî mânevî hastalıklardan korunma amacıyla yapılan,
muhtelif şekilleri olan masgotlardır. Bunların bir kısmı, özel
bazı duâları yazma şeklinde olabilir. Bir kısmı da ilk anda dikkati
kendi üzerine çekmek sûretiyle zararlı bakışların veya tesirli sözlerin
etkisini kırmak amacıyla hazırlanmış boncuk, tavşan ayağı,
kurbağa kabuğu ve benzeri şeylerdir.528
Muskaların bir başka özelliği de sadece koruyucu hekimlikte
kullanılmış olmamasıdır. Bunun dışında kendisinden ve şerrinden
korktuğu kimsenin kötülüğünden emin olmak, sevip hoşlandığı
kimselerin de hoşnudluğuna ermek için yapılır. Boyna asılabileceği
gibi, parmağa takılabilir, evin, arabanın belli yerlerine konabilir.
Hayvanların alınlarına, boyunlarına bağlanabilir. Hemen her konuda
bir muska, bir boncuk kullanılmaktaydı.529 Yolculuğa çıkan
bir Arap, eğer hanımının kendisine ihanet etmesinden korkarsa
(Retm) adı verilen bir işlemi yapardı ki o da, yolda bir yerde ulu
ağaca bir ip bağlar, düğüm atardı. Dönüşünde o ip çözülürse ha-
523 Âlûsî, Buluğu’l-Erab, II, 304
524 Âlûsî, a.g.e., II, 319
525 Âlûsî, a.g.e., II, 324
526 Âlûsî, Bulûğu'l-Erab, II, 325
527 Âlûsî, a.g.e., II, I, 7; Ali Çelik, İslam’ın Kabul veya Reddettiği Halk İnançları,
Beyan Y., 268-270
528 Âlûsi, Buluğu'1-Erab, II, 315-316; III, 5-7
529 Âlûsî, a.g.e., III. 5-7
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 138 -
nımının kendisine ihanet ettiğine inanırdı.530 Bahsettiğimiz gibi
muskalar hastalıklara yakalanmamak, cinlerin perilerin zararından
emin olmak için de kullanılmaktaydı. Doğu toplumlarında
yaygın olan muska inancı ülkemizde de her bölgede kullanılmaktadır.
531
Hz. Peygamber’in sünnetinde muska ve temâim yasaklanmış,
buna inanan kimselerin şirk koşmakta oldukları ifade edilmiştir.
Çünkü Tevhid düşüncesi ihlâl edilmektedir. Şifayı da hastalığı da
veren Allah’tır. Allah inancı gölgede bırakılarak muska ve benzeri
şeylere önem vermek, tevhid ilkesine zıt, içinde şirk unsuru taşıyan
bir inançtır. 532
Üfürük ve muskadan medet ummak, Hz. Peygamber tarafından
şirk olarak tanıtılmıştır. Rasûlullah şöyle buyurur: “Şu bir
gerçek ki üfürük, muskacılık, şirinlik büyüsü, kısmet açma muskası gibi
şeyler şirkin görünümleridir.” 533
Şu sözler de onun: “Korunma ve kurtulma ümidiyle üstüne, giysisine
bir şey asan, şirke bulaşmış olur.”; “Üstünde muska taşıyanın Allah
hiçbir işini tamamlamasın; üstünde nazarlık, boncuk taşıyanı Allah korumasın!”
534
Son Söz:
Kur’ân-ı Kerim, cinlerle ilgili olarak bize ihtiyaç duyacağımız
kadar bilgiler vermiştir. Onlarla daha geniş ve farklı şekilde ilişkilerimiz
sözkonusu olsaydı, bu konularla ilgili hukuku da Kur’an
bize tâlim ederdi. İnsanoğlu meraklarıyla da imtihan olmaktadır.
Gerek cin ve gerekse şeytan konusunda merak edilen birçok soru
bulunmaktadır. Bunların bir kısmına yukarıdaki açıklamalarda cevap
bulmuş olabilirsiniz; ama çoğuna, o sorulardan bahsettiğimiz
ve kendilerine işaret ettiğimiz halde tam bir cevap bulamayacak
veya âlimlerin ihtilâf ettiğine şâhit olacaksınız. Bu tür sorulara cevap
bulunabilecek kitaplar varsa da, bu cevapların ne kadar doğru
olduğu şüphelidir.
Mü’minler için gerçeğin taa kendisi olan Kur’ân, bu konularda
akla gelebilen soruların çoğu hakkında bir cevap vermez. Çünkü
her ne kadar insanın sınırsız merakı bu soruları doğuruyor ise de,
530 Âlûsî, a.g.e., II, 316
531 Yeni Türk Ansiklopedisi, VII, 2607
532 Ebû Dâvud, Tıb 9/IV, 201; Hâkim, Müstedrek, IV, 217; Ali Çelik, İslam’ın Kabul
veya Reddettiği Halk İnançları, Beyan Y., 288-289
533 İbn Mâce, Tıb 39; Elbânî; Sahîha, 1/648
534 Heytemî; Zevâcir, 1/130
CİN
- 139 -
bunları mutlaka bilmek insan için gerekli değildir. Kur’ân, konuları,
insana yetecek sınırlar içinde ele alıp, merak edilen her şeye
cevap vermediği için, konuyla ilgili her şeyi anlatmamıştır. Ama bu,
Kur’ân’da olanların dışında bir bilgi ve gerçek olmadığı mânâsına
gelmez. Ama gerçek diye sunulanların hangilerinin doğru olduğunun
tesbiti çok zordur. Bu yüzden Kur’ân’da olanla yetinmek,
Kur’ân dışındaki bilgilere ihtiyatlı yaklaşmak, Kur’ân’da olanı da
doğru anlamaya çalışmak gerekir.535 Özellikle gaybla ilgili konularda
merakımızı dizginlemek ve yanlış inançlardan korunmak
için Kur’an’da bilgi verilmeyen konularda susmak veya en azından,
Kur’an’a ters düşebilecek yorumlardan kesinlikle kaçınmak
en doğrusudur.
En Son Söz: Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
535 Lütfullah Cebeci, Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Şule Yayınları, İstanbul
1998, s. 398
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 140 -
Cin Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimeler
C-n-n Kelimesi, Değişik Türevlerle Toplam 201 Yerde Zikredilir:
A “Cinn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 22 Yerde): 6/En’âm,
100, 112, 128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 18/Kehf, 50; 27/Neml, 17,
39; 34/Sebe’, 12, 14, 41; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18, 29; 51/Zâriyât,
56; 55/Rahmân, 33; 72/Cinn, 1, 5, 6.
B Cinler Anlamına Gelen “Cânn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam
7 Yerde): 15/Hıcr, 27; 27/Neml, 10; 28/Kasas, 31; 55/Rahmân, 15, 39,
56, 74.
C Cinler ve Cinnet/Delilik Anlamına Gelen “Cinnet” Kelimesinin Geçtiği
Âyet-i Kerimeler (Toplam 10 Yerde): 7/A’râf, 184; 11/Hûd, 119; 23/
Mü’minûn, 25, 70; 32/Secde, 13; 34/Sebe’, 8, 46; 37/Sâffât, 158, 158; 114/
Nâs, 6.
D Aslında Cinlenmiş Demek Olan, Mecnûn, Deli, Akılsız Anlamında Kullanılan
“Mecnûn” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 11 Yerde):
15/Hıcr, 6; 26/Şuarâ, 27; 37/Sâffât, 36; 44/Duhân, 14; 51/Zâriyât, 39, 52; 52/
Tûr, 29; 54/Kamer, 9; 68/Kalem, 2, 51; 81/Tekvîr, 22.
E C-n-n Kökünden Gelen Diğer Kelimeler:
a Örtmek Anlamındaki “Cenne” Kelimesi 1 Yerde (6/En’âm, 76)
b Kalkan Anlamına Gelen “Cünnet” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 2 Yerde): 58/Mücâdele, 16; 63/Münâfıkun, 2.
c Örtülü Olan, Cenîn (Anne Karnındaki Bebek) Kelimesinin Çoğulu Olan
“Ecinne” Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 1 Yerde): 53/
Necm, 32.
d (Ağaçlarla veya Duygulara) Örtülü ve Bahçe Anlamındaki “Cennet” Kelimesinin
Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 147 Yerde).
F Cin Konusuyla İlgili Âyet-i Kerimeler:
a Cinler: 6/En’âm, 100, 112, 113, 128; 7/A’râf, 27, 179; 15/Hıcr, 17, 18, 27; 26/
Şuarâ, 212, 221, 223; 27/Neml, 39; 34/Sebe’, 12, 14; 37/Sâffât, 7-10; 46/
Ahkaf, 29-31; 51/Zâriyât, 56; 55/Rahmân, 15; 72/Cinn, 1-15, 19, 25; 114/
Nâs, 1-6.
b Cinlerin Yaratılışı: 6/En’âm, 100; 55/Rahmân, 15.
c Cinler ve İnsanlar, İbâdet İçin Yaratılmıştır: 51/Zâriyât, 56-57; 72/Cinn, 16-
17.
d İman Eden ve Etmeyen Cinler: 72/Cinn, 11-14.
e Mü’min Cinler: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-15.
f Kâfir Cinler: 72/Cinn, 4-7, 15.
g Cinlerin Kur’an Dinlemeleri: 46/Ahkaf, 29-31; 72/Cinn, 1-2, 13, 19.
h Gökte Kulak Hırsızlığı Yapan Cinler ve Yıldızlarla Koğulmaları: 15/Hıcr, 17;
26/Şuarâ, 212; 37/Sâffât, 7-10; 67/Mülk, 5; 72/Cinn, 8-9.
i Cinler Gaybı Bilmezler: 34/Sebe’, 14; 72/Cinn, 10.
k Cinlere Sığınmak ve Onlardan Yardım Beklemek: 72/Cinn, 6.
l Cinlerin Birçoğu Cehennemliktir: 7/A’râf, 179.
m İfrît: 27/Neml, 39.
CİN
- 141 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil b. İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
2. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Cin-Şeytan, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
3. Cin ve Şeytanlardan Nasıl Korunmalıyız? Vahid Abdüsselâm Bali, Uysal
Kitabevi Y.
4. Cinler ve Kötülüklerinden Korunma Yolları, Abdu’l-Hamid b. Abdu’r-
Rahman es-Suheybânî, Guraba Yayınları
5. Cin, Şeytan ve Büyüden Korunma, Halil bin İbrahim Emin, Uysal Kitabevi Y.
6. Kur’an ve Hadislere Göre Cinler Büyü, Ali Osman Ateş, Beyan Y.
7. Cinlerin Esrarı, İmam Şiblî, terc. Muhammed Ferşad, Ferşat/Merve Y.
8. Kur’an’a Göre Melek Cin Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
9. İnsan ve İnsanüstü Ruh, Melek, Cin, İnsan, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
10. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
11. Cinlerin Âlemi, Ahmet Cemil Akıncı, Demir Kitabevi Y.
12. Cinler Âlemi, Sırları ve Gizlilikler, M. Aşur, Pamuk Y.
13. İslâm’a Göre Sihir, Cin Çarpması Teşhis ve Tedavi Usulleri, Arif Coşkun,
Enes/Yâsin K.Evi
14. Vesvese Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Y.
15. Âyet ve Hadislerin Işığında Nazar-Göz Değmesi, Bayram Altan, Altın
Kalem Y.
16. Nazar ve Büyü (Etkileri Korunma Yolları), Bayram Altan, Veli Y.
17. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y.
18. İslâm medeniyetinde Putperestlik Devrinden Kalma İtikadlar: Cin ve Kötü
Göz, Westormorek, çev. Şahab Nazmi Coşkunlar, Doğan Güneş Y.
19. Ruhçu Yanılgı, René Guénon, çev. Lütfi Fevzi Topaçoğlu, İz Y.
20. Kitâbu’r-Rûh, İbn Kayyim el-Cevziyye, İz Y.
21. İğâsetü’l-Lehfân min Mesâyidi’ş-Şeytan, İbn Kayyim el-Cevziyye, tahkik:
Muhammed Seyyid Keylânî, Matbaatü Mustafa el-Bâbî, Mısır, 1381
22. İslâm Kültür Tarihinde Maji, Manfred Ullman, çev. Yusuf Özbek, İz Y.
23. TDV İslâm Ansiklopedisi: Azâim md. (Süleyman Uludağ)
24. Şamil İslâm Ansiklopedisi
25. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
26. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
27. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
28. İslâm İtikadında Şeytan, İlyas Çelebi
29. Şeytanca Protokoller, Adil Gökburun, Şahsi Y.
30. Şeytanın Tuzakları: İnsanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim El-Cevziyye,
Uysal Kit. Y.
31. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
32. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
33. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
34. Şeytanizme Rağmen İslâmi Uyanış, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilali, Şafak Y. / Büruc Y.
37. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
38. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 142 -
39. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
40. Şeytanın Enâniyeti, Hârun Yahya, Vural Y.
41. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
42. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
43. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
44. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
45. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fâhirettin Yıldız, Bir Y.
46. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
47. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
48. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
49. Tefsirde İsrâiliyyat, Abdullah Aydemir, D.İ.B. Y. s. 136-161
50. İslâm’da Helâl ve Haram, Yusuf el-Kardavi, Hilâl Y. s. 248-257
51. Günlük Hayatımızda Helâller ve Haramlar, Hayreddin Karaman, İz Y. s.
137-145
52. İlim ve Din Açısından Mûcize, Osman Karadeniz, Marifet Y. s. 48-85
53. Olağanüstü Olaylar ve Aralarındaki Farklar (Mûcize, Kerâmet, Sihir),
Bakıllânî, Rağbet Y. s. 97-129
54. Bâtıl İnanışlar, Recep Aktaş, Bahar Y. s. 13-36
55. Yaşayan Hurâfeler, Kemalettin Erdil, T. Diyanet Vakfı Y. s. 34-49; 58-67
56. Yaşayan Câhiliyye, Aysel Zeynep Tozduman, İnkılâb Y. s. 89-98
57. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. (Nazar:) s. 247-263; (Ruh, Cin,
Reenk.)160-186
58. Gerçek Din Bu, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
59. İslâm Açısından Sihir, Yusuf Özbek, İz Y.
60. Kur’ân-ı Kerime Göre Sihr (Büyü), Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat
61. Büyü, Sihir, Fal, Yıldızname, Kehanet, Nazar, Sevim Asımgil, İpek Y.
62. Nazar Değme Hakkında Bir Risâle, Süheyl Ünver
63. Psiko-Sosyal Sağlığın Korunması, Koruyucu Ruh Sağlığı, Kemal Çakmaklı,
Seha Neşriyat
64. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Büyü, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan,
Karizma Y.
65. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Fal, Giovanni Scognamillo - Arif Arslan,
Karizma Y.
66. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Cinler, Giovanni Scognamillo - Arif
Arslan, Karizma Y.
67. Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Kehânet, Arif Arslan – Hakan Yılmaz,
Karizma Y.
68. Falcılık ve Kehânet (Dünü, Bugünü ve İslâmî Hükmü), Bayram Altan, Çelik Y.
69. Kehânetler ve Kâhinler, Elvan ve Gündüz Öğüt, Ege Meta Y.
70. İslâm’da ve Eski Ortadoğuda Cin ve Ruh İnançları, Ernest Zbinden, Yeni
Ufuklar Neşriyat
71. Varlığın Metafizik Boyutları, I, II, M. Fethullah Gülen, Feza Gazetecilik A.Ş. Y.
72. Büyük Günahlar, Hafız Zehebi, Temel Neşriyat
73. Altıncı Duyu (Duyu Ötesi Algı), Brian Ward, Remzi Kitabevi Y.
74. Sihirbaz, Büyücü ve Ruh Çağıran Ehl-i Bid’at’a Reddiye, Es-Seyyid Ali
Göleli, Şüheda Y.
75. Kur’an’da İnsan Psikolojisi, A. Kasapoğlu, 80-87
CİN
- 143 -
76. Sihir, Tılsım, Büyü, Cemal Anadol, Kamer Neşriyat
77. Sihirbazlık Kılavuzu, Herbert L.Becker, Gün Y.
78. Her Yönüyle Sihirbazlık Öğretiyoruz, Ali Özoğlu, İlgi Y.
79. Büyü Nasıl Yapılır, Nasıl Hissedilir, Nasıl Bozulur; Hanife Tezer, Ataman Elk. Y.
80. Büyü, Bilim ve Din, Bronislaw Malinowski, Kabalcı Y.
81. Gizli İlimler Hazinesi 1-8, Mustafa İloğlu, Özel Y.
82. Yıldızname, Câfer-i Sâdık, Esma Y.
83. Yıldızname ve Büyü, Robert Fleury, Kıbele Y.
84. Doğu Büyüsü, İdris Şah, Gizem/Say Y.
85. 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Sedat Veyis Örnek, Gerçek Y.
86. Anadolu Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
87. Sevgi Büyüleri, İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Y.
88. Din ve Büyü, Claude Levi-Straus, Yol Y.
89. Hintlilerde Ak ve Kara Büyü, Paul Dare, Ruh ve Madde Y.
90. Psişik Gücünüz, Carl Rider, Say Y.
91. Psişik Becerinizi Geliştiriniz, Enid Hoffman, Ruh ve Madde Y.
92. Psikiyatri, Ayhan Songar
93. Psikiyatri, Özcan Köknel, Nobel Tıp Kitabevleri Y.
94. Psikiyatri ve Düşünce Dünyası Arasında Geçişler, Erol Göka, Vadi Y.
95. Psikanaliz ve Psikoterapi, Orhan Öztürk, Alfa Basım Yayım
96. Ruh İnsan Cin, Ahmed Hulûsi, Ferşat Y.
97. Parapsikoloji Dersleri, Paul Krafchik, Ruh ve Madde Y.
98. Ruhsal Deneyleri Uygulama Kitabı, Sheila Ostrander, Ruh ve Madde Y.
99. Çağdaş Ruhçuluğun Maske ve Yüzleri, Julias Evola, İnsan Y.
100. Hipnotizma, Recep Doksat, Kader Basımevi
101. Hipnotizma, Vural Okur, Şahsî Y.
102. Hipnotizma, Cemil Sena Ongun, Dün ve Bugün Y.
103. Hipnoz Sayesinde Mucize Tedaviler, Hikmet Saim, Venüs Y.
104. Ruh ve Kâinat, Bedri Ruhselman, Gayret Kitabevi Y.
105. İpnotizma ve Telkinle Tedavi, Alfred Brauchle, Bozak Y.
106. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
107. Medyum ve Medyumluk: Haksöz s. 138-139
108. Vesvese, Mehmet Paksu, Nesil Y.
109. Binlerce Senedir İnsanların İgisini Çeken Burçlar Nedir? Sevim Asımgil,
Furkan Bas. Y.
110. Saatlerin Hazinesi, İslâm’da Burçlar ve Yıldızlar, Muhyiddin İbn Arabî,
Sümer Kit.
111. A’dan Z’ye Astroloji, Nuran Tuncel, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.
112. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed es-Sâyim, Mütercim: Doç. Dr. M. Ali
Kapar, Uysal Kitabevi, Konya 1994
113. Şeytanın Tuzakları, İbn Kayyim el-Cevziyye, Uysal Kitabevi

- 145 -
ŞEYTAN – İBLİS

İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti

İblis/Şeytan ve Özellikleri

İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi

Şeytana Mühlet Verilişi

İblis ve Faaliyet Alanı

İblis’in Başvurduğu Yöntemler

Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması

Şeytanın Görevi

Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler

Her insana Bir Şeytan Verilişi

İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar

Şeytana Uyanların Durumu ve Âhirette Hesaplaşma

Şeytanın Yaratılış ve insanlara Mûsâllat Olmasının Hikmeti
“Ve o zaman meleklere (ve cinlere): “Âdem’e secde edin!“ dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.“ 536
İblis ve Şeytan Kelimelerinin Anlam ve Mâhiyeti
‘İblis’, kelime anlamı yönünden, hayırsız olan, zarara uğrayan, şaşkınlığa düşen manalarına gelmektedir. İblis kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 11 yerde geçer. Şeytana, işlediği hatanın onu sonsuza kadar hüsrana (zarara) uğratması sebebiyle ‘İblis’ denmiştir. İblis, Şeytanın Kur’an’daki özel adıdır. İblis, insanı kıskanması yüzünden Allah’a karşı gelen ve O’nun huzurunda küstahlık yapıp kibirlenen ve bu yüzden de kovulan (racim olan), insanın en önemli düşmanıdır.
“Şeytan“ ise, uzaklaştı mânâsındaki “şatane“ fiilinden türemiştir. Yandı anlamındaki “şâta“ fiilinden türediğini öne süren bazı âlimler de vardır. Şeytan kelimesinin aslının “Satan“ olup, bunun İbrânîce olduğu, rakip, muhalif gibi anlamlara geldiği, Tevrat’ta da bu anlamda kullanıldığı da ileri sürülür. Şeytan, cinlerden ve insanlardan en şerli (en kötü) yaratıkları nitelemek için kullanılan bir kavramdır. “Şeytan“ ve çoğulu olan “şeyâtîn“ kelimeleri Kur’an-ı Kerim’de toplam 88 yerde geçmektedir. Şer’î istılâhta,
536 2/Bakara, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 146 -
Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e secde emrine karşı gelip isyan ettiği için
ilâhî rahmetten kovulan ve insanların amansız düşmanı olan cinlerin
inkârcılarından gizli bir varlıktır.
Kur’an, şeytanla İblis’in fonksiyon bakımından aynı olduklarını
gösteriyor. Şeytan, İblis’in faal hale geçişinde aldığı ad, kuvvetlerinin
tümüne verilen ad; İblis de şeytan denen şer kuvvetin
kaynağı, babası olan varlığın özel adıdır. Hz. Âdem’in cennetten
çıkmasına sebep olan şeytanın, İblis’ten başka ‘Azâzil’, ‘Adüvvullah’
gibi adları da vardır. İblis, şeytanî bütün faaliyetlerin beyni ve
babası konumundaki varlıktır.
İblis/Şeytan ve Özellikleri
İblis ateşten yaratılmıştı ve cinlerdendi.537 Hz. Âişe (r.anha)’nin
rivâyetine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Melekler
nurdan yaratıldılar. Cinler zehirli ateşten. Âdem ise, size özellikleri söylenen
şeyden (topraktan) yaratıldı.“ 538
Evrende Hz. Âdem’den önce yaratılmış melek ve cin adında
iki varlık mevcuttu. 539
Ruhanî varlıklar üç kısımdır. Birinci kısma girenler, Allah’a itaat
ve ibâdet eden meleklerdir ki, bunlar Allah’a hiç isyan etmezler,
yanlış iş yapmazlar ve insanı aldatmazlar.
İkinci kısımdakiler, şerir ve isyankâr olan şeytanlardır. Bunlar,
insanları aldatırlar, şer ve kötülük için çalışırlar. Üçüncü nevi
ruhanî yaratıklar ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların
hayırlıları ve Allah’a itaat edenleri olduğu gibi; şerlileri ve Allah’a
isyan edenleri de vardır. Özel anlamıyla cin, bunlara denir. Cin denince,
mü’mini de kâfiri de olan ruhanî varlıklar anlaşılır.
Hz. Âdem’e secde emrine kadar, hissiyatına/nefsine dokunan
bir teklif yapılmamış ve imtihan olunmamıştı. Onun bu âna kadar,
Allah’ın emirlerine göre mi, yoksa öz nefsinin isteklerine göre
mi hareket ettiği bilinmiyordu. İlk imtihanında kaybetti; Âdem’e
secde emri, onun hissiyâtına ters düştü. Emri yerine getirmekten
kaçındı.
Eski adı Azâzil olan olan şeytan, Hz. Âdem’e secdeyi kabul
etmediği andan itibaren, “hayırdan ümidini kesmiş, pişmanlık ve
üzüntü duyan“ anlamında İblis; secde etmeyiş sebebi olarak da
537 18/Kehf, 50; 15/Hıcr, 27; 55/Rahman, 15
538 Müslim, Zühd 10, Hadis no: 2294, 4/2294
539 Bkz. 2/Bakara, 31; 15/Hicr, 26-29). Şeytan, cin denen varlık grubuna mensup
idi (18/Kehf, 50
ŞEYTAN
- 147 -
“beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın“ diyerek hükümsüz bir bahane
ve kendisince geçerli bir gerekçe gösterdiği ve Hz.Âdem’i cennetten
çıkarmaya çalıştığı andan itibaren de Şeytan adını almıştır.
Dolayısıyla İblis ve Şeytan, davranışlarına paralel olarak, ona sonradan
verilen iki isimdir. Kur’an’da Hz. Âdem’e secde söz konusu
olan bütün âyetlerde özellikle “İblis“ kelimesinin kullanılmış olması,
bu görüşü desteklediği gibi, âyetlerde kullanılan kelimelerin
yerli yerince seçilişi ve Kur’an’ın yüce üslûbu hakkında bir fikir
de vermektedir.
“Şeytan“ kelimesi; azgınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan,
şerir ve inatçı anlamına gelen her azgına verilen bir cins isimdir.
Şeytan kelimesinden, daha çok, cin cinsinden olan cin şeytanı anlaşılırsa
da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Dolayısıyla, kötü
ruhla alakası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan
uzak ve insanları sapıttıran şeylere şeytan ismi verilir. Cin şeytanı
olduğu gibi, insanlardan da şeytanlar vardır. İnsan ve insan şeytanı
görüldüğü halde, ruhta gizlenen kötülük görülmez; eserleri ile
bilinir. Bu sebeple, şeytan isminden, genel olarak, gizli ve kötü bir
kuvvet, kötü ve habis ruh anlaşılır.
İnsan şeytanı, cin şeytanına tâbi, ona bağlıdır. Yaratılışta her
cins, bir “ilk fert“ ile başladığından, “şeytan“ denilince, bu cinsin
ilk ferdi olan ve atası sayılan ilk şeytan, yani “İblis“ akla gelir. İblis,
şeytanın özel ismidir. Allah’a isyan ederek kibirlenip böbürlenen
ve insan neslinin ilk ferdi Âdem’e (a.s.) secde etmeyen İblis, ilk şeytandır,
şeytanların atasıdır. Şeytan cinlerdendir. “Hani Biz meleklere,
‘Âdem’e secde edin’ demiştik de, İblis’ten başkası hemen secde etmişti.
O, cin’den idi. Rabbinin emrine karşı gelmişti.“540 Şeytan, kötülüğün,
küfrün, zulmün, şirkin temsilcisidir. Allah’a ilk isyan eden varlık
şeytandır. Allah şeytana kıyamete kadar yaşama hakkı vermiştir.
Yani kıyamete kadar ölmeyecek, devamlı olarak Allah’ın kullarını
doğru yoldan çıkarmak için çalışacaktır.
Şeytan, insanı hak yoldan, selim fıtrattan aldatma ve çarpık
gösterme sayesinde uzaklaştırabilmektedir. İnsanı gurura, hayale,
çirkini güzel görmeye sevk eden şeytan iç dengeleri alt üst eder
ve gerçeğin çehresini değiştirir. İnsanın doğruyu-yanlışı, hakkıbâtılı
fark edememesi böyle başlar ve bu gidiş, sapma, uçuruma
yuvarlanmayla son bulur. Şeytanın kullandığı en büyük silâh, insanı
gurura sevketmektir. Gururun esas anlamı, aldanmak ve bu
aldanışla eşya ve olayları çarpık görmektir. O halde şeytanın başarısı,
onun kuvvetinde değil; insanın kuvvetlerini, insanın aleyhine
540 18/Kehf, 50; 2/Bakara, 34
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 148 -
kullanabilmesinden kaynaklanıyor. “Şeytan insanlara, vaatlerde bulunur,
onları hayale sevk eder. Ve şeytan insanlara gururdan/aldanmadan
başka bir şey vaad etmez.“541 Şeytanın bu gururu istismar etmesine,
daha ilk insanın sürçmesi anlatılırken dikkat çekilmiştir. 542
Şeytan, insanı Allah yolunda infak etmekten fakirlikle korkutarak
caydırdığı gibi 543; bâtıl yolda saçıp savurmayı, israfı körükler.
“Şu bir gerçek ki, israfla saçıp savuranlar, şeytanın kardeşleridir ve şeytan,
Rabbine karşı çok nankördür.“544 Aynı şekilde şeytan her türlü haramı
ve aşırılığı, fahşâyı, sosyo-psikolojik bozuklukları emreder.545 Şeytanın
yaydığı bozukluklardan biri de fâizdir. Fâiz yiyenler, şeytanın
çarpmasına uğramış kişilerdir. 546
İblis’in Allah İçin Secde Etmemesi
Allah, Hz. Âdem’i yarattı ve ona kendi ruhundan üfledi.
Âdem’in yaratılışı bitince Allah, meleklere ‘Âdem’in önünde secde
edin’ diye emretti. Hepsi secde ettiler ama İblis secde etmedi. Secde
etmeyişinin sebebini de şöyle açıkladı : ‘Ben ateşten yaratıldım,
Âdem ise topraktan yaratıldı. Ateş topraktan üstündür.’ Allah, bu
isyanından dolayı İblis’i kovdu. İlâhî rahmetten ve huzurdan kovulan
İblis, insanları saptırmak, kandırmak ve ‘hidâyet’ yolundan
şaşırtmak üzere Allah’tan izin istedi. İblis’e bu izin verildi. İblis, kıyamete
kadar gücü yettiği ölçüde insanları kandırıp kendi emrine
çekmeye, onlara günah işletmeye devam edecekti. Bu konuyu
Kur’an’dan takip edelim:
“Bir zamanlar Biz, meleklere (ve cinlere) ‘Âdem’e secde edin’ dedik.
İblis hâriç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece
kâfirlerden oldu.“ 547
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere
‘Âdem’e secde edin’ diye emrettik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. Fakat
o secde edenlerden olmadı.
Allah (şeytana) buyurdu ki: ‘Sana emrettiğim vakit seni secde etmekten
alıkoyan nedir? (İblis:) ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni
ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın’ dedi.
Allah, ‘Öyle ise, dedi. Oradan (cennetten veya meleklerin içinden)
541 4/Nisâ, 120; 17/İsrâ, 64
542 Bkz. 7/A'râf, 20
543 2/Bakara, 268
544 17/İsrâ, 27
545 2/Bakara, 268; 24/Nur, 21
546 2/Bakara, 275
547 2/Bakara, 34
ŞEYTAN
- 149 -
in. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın!’
İblis, ‘Bana, (İnsanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’
dedi.
Allah ‘Haydi sen mühlet verilenlerdensin’ buyurdu.
İblis: ‘Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları
(İnsanları) saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım.
Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın!’
dedi.
Allah buyurdu: ‘Haydi sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan!
Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.’
(Allah buyurdu ki:) Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşin, dilediğiniz
yerden (bol bol) yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden
olursunuz.
Derken şeytan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese
verdi ve ‘Rabbiniz, sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz
diye sizi bu ağaçtan men’etti, başka bir sebepten değil’ dedi.
Ve onlara, ‘Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim’ diye yemin etti.
Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini taddıklarında çirkin
yerleri, avret mahalleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından
üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara: ‘Ben sizi o
ağaçtan men’ etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim
mi?’ diye nidâ etti.
(Âdem’le eşi) dediler ki: ‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer
bizi bağışlamaz ve bize merhamet edip acımazsan mutlaka ziyan edenlerden
oluruz.’
Allah buyurdu: Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde
bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.
‘Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız’
dedi.
Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek
elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).
Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı (Âdem ile Havvâ’yı), çirkin
yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 150 -
çıkardığı gibi sizi de şaşırtıp bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi,
sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz Biz şeytanları,
iman etmeyenlerin dostları kıldık.“ 548
Allah, Hz. Âdem’e kendi ruhundan üflemiş, tüm eşyanın isimlerini
öğretmiş, onu yeryüzüne halife tâyin etmişti. İblis bunu görünce
kıskandı ve secde etmedi. İblis, Allah’ın Hz. Âdem’e verdiği
bu ilâhî emaneti, yani insan olarak yeryüzündeki ‘halifelik’ emanetini
anlamadı, kibri ve bilgisizliği yüzünden Âdem’e secde etmedi.
İblis, aynı zamanda Allah’ın gelecek zamanlara ait planlarını
göremeyip, kör nefsinin arzusuna uydu ve isyan etti. Öyleyse kim
nefsinin arzularına hiçbir sınır tanımadan uyarsa, onda İblis ahlâkı
var demektir. İblis, Allah’ın iradesini sevgi planında da görememiştir.
O Allah’ı hakkıyla sevebilseydi, Allah’ın severek yarattığı
Âdem’e secde ederdi. İblis, sevgiyi nefrete çevirmenin ilk örneğidir.
İblis, Âdem’in varlığının dış görünüşüne bakıp kendini üstün
görmüştür ve yaratılışın iç yüzünü, sırrını, hikmetini anlamamıştır.
Hâlbuki Allah’ın bütün işlerinin hikmetleri vardır, herbirinin kendine
ait sırları vardır. Âdem’i sırf toprak zanneden İblis mantığı,
kendi maddesini ondan üstün sanmıştır. Bugün, kendini mal, yüz
güzelliği, makam, ırk, soy, sınıf veya ülke olarak üstün görenlerin
mantığı İblis mantığıdır.
İblisin en önemli hatası Allah’ın hükmüne aykırı şekilde kıyas
etmesidir. Yani kendi aklınca, ‘ateş topraktan üstündür; dolayısıyla
kendisi de Âdem’den üstündür.’ Hâlbuki o durumda Allah’ın
kesin secde emri vardı. İtaat eden bir kula düşen, mutlak Yaratıcı
karşısında emri dinlemekti. Aklına çok güvenip Âdem’i kıskanan
İblis isyan etti ve sonsuza kadar lânetlendi. İblis, bu kıyası hangi
ölçüye göre yaptı? Kendi aklına, kendi küçük mantığına göre
mi, yoksa Allah’ın ona verdiği ölçüye göre mi? Allah ona öyle bir
ölçü ve kıyas etme görevi vermemişti. O, boyundan büyük bir işe
kalkıştı; Âdem’i küçük görüp secde etmek istemezken, aslında
Allah’a karşı böbürlendi ve O’nun apaçık emrine karşı geldi. 549
Ona göre ateşten yaratılmak, bir üstünlük sebebiydi.550 Böylece
o, ateşin topraktan üstünlüğü gibi iki madde arasında, aslında
olmayan bir fark görmüştü. Her iki maddenin yaratıcısının da Allah
olduğu itiraf etmesine rağmen, Âdem’in halifelik ve ilâhî ruh
548 7/A’râf, 11-27
549 Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 284-285
550 38/Sâd, 71-85
ŞEYTAN
- 151 -
taşıması, eşyanın isimlerini bilmesi gibi üstünlüklerini bilmezden
gelmişti. Âdem’de toprak, kendisinde ateşten başka bir mâhiyet
görmemiş; ölüden diri, diriden ölü yaratan ve bütün meziyetleri
bahşeden Allah’ı maddeye mahkûm saymıştı. Bu, ilâhî hükümleri,
kendi nefsine ve aklına göre değerlendirip mantığına ters gelen
bir hükmü reddeden bir akılcılık olduğu gibi; ırkçılığın da temeli
idi. Yaratıkları, ruhî yapısıyla değerlendirmeyip, sadece maddî
özellikleriyle, asâletiyle değerlendiren ırkçı anlayışın temeli de İblis
tarafından böyle atılıyordu.
Bu anlayış, şeytana Allah’ın huzurundan kovulma, rahmetinden
ümit kesme ve kıyamete kadar Allah’ın lânetini hak etme
dışında hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü o dar görüşlüydü, maddenin
ötesini görememişti. Maddeyi tek ve gerçek ölçü sanmakla
şeytanca bir yanılgıya düşmüştü. His ve duygularıyla hareketi
sonucu kendi nefsinden kaynaklanan yanılgısını Allah’ın emrine
tercih etmekle insanın üstünlüğü gerçeğini kabul etmemişti. Mesele,
sadece Allah’ın bir emrini yerine getirmemekle oluşan bir isyan
değildi; Mü’min insan da yanılarak, unutarak isyan edebiliyor,
ama lânetlenmiyor, şeytanlaşmıyordu. Çünkü tevbe çeşmesi ile
tekrar arınabiliyor, hatasından dönebiliyordu. İşte şeytanî isyanın
farkı burada düğümleniyordu: İblis, günahını itiraf ve tevbe etme,
özür dileme yerine itirazı ve hayatı tercih etti.
Ateş ve toprak karşılaştırması bize gösteriyor ki, varlık sırrı,
toprakta ve onun sembolleştirdiği çile alçak gönüllülük, ezilmişlik,
hizmet ve didinmededir.
Şeytana Mühlet Verilişi
Hz. Âdem’e secde emri karşısında büyüklük taslaması sonucu
ilâhî rahmetten ümidini kesen ve tamamen yalnız kalan şeytan,
helâk edilebileceğini düşünmeye başladı; hayatından endişe etmeye
başladı. “İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet
ver.“551 diye Allah’a yalvardı. İnsanların tekrar dirilecekleri günden
maksat, sûr’a ikinci üfürülüş zamanıdır552. Bu şekilde mühlet
istemekle tekrar dirilmeden sonra artık ölümün olmayacağını
biliyor ve böylece ölümden kurtulacağını sanıyordu. Onun bu
ölümsüzlük isteği, “...belirli bir zamana kadar“ kaydıyla, “Sen mühlet
verilenlerdensin!“553 şeklinde cevaplandırıldı. Belirli bir zamandan
maksat ise, sûr’a birinci üfürülüş zamanıdır.554 Bununla o, zillet ve
551 7/A'râf, 14
552 39/Zümer, 68; 83/Mutaffifîn, 6
553 7/A'râf, 15
554 27/Neml, 87
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 152 -
hakaret dolu bir hayatı ölüme tercih etti. Onun için esas düşüş de
bu oldu.
Buradan da anlaşılacağı gibi, şeytan aslında Allah’ı ve öldükten
sonra dirilmeyi inkâr etmediği gibi Âdem’in nesli ve zürriyeti
olacağını, dünyada bir müddet yaşayıp sonra öleceklerini ve bir
gün gelip tekrar diriltileceklerini de biliyordu. Şu halde onun küfrü,
Allah’ı ve âhireti inkâr şeklinde değil; teklif edilen emrin gereğini
yerine getirmeyi kabul etmeme ve itiraz şeklindedir.
Belirli bir zamana kadar mühlet verilen şeytan, hatasını anlayıp
tevbe ederek suçunu affettirme yoluna gitmedi. Bilakis daha
da azgınlaştı. Kendisine, kıyamete kadar meşgul olabileceği bir
hedef seçti. Bu hedef, ilâhî rahmetten uzaklaştırılmasına sebep
olan insandı. Gönlünü intikam duyguları bürümüştü. Cüretkâr bir
edâ ile bu duygularını Yüce Allah’a şöyle açıkladı: “Beni azdırdığın
için yemin ederim ki, yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim
ve onların hepsini saptıracağım.“555
Görüldüğü gibi, Yüce Allah, isyanından dolayı şeytanı hemen
huzurundan kovmamış, önce ona konuşma fırsatı vermiş, hatasını
anlayıp tevbe imkânı tanımış; fakat o inat ve küfründe ısrar edince,
bulunduğu makamdan indirmiş ve tasarladığı plânlarını şöylece
sıralayıvermişti: “Hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır.“556 “Yerilmiş ve koğulmuş
olarak defol! Yemin olsun ki, insanlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi
cehenneme dolduracağım.“ 557
Şu halde şeytana uyan ondan, onun tebasından olup onun
âkıbetine uğrayacaktır. Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytana,
Allah’ın hâlis kulları üzerinde etkili olabilecek hiçbir güç verilmemiştir.
Dolayısıyla düşüncesinde, yaşayışında ve huyunda şeytana
karşı olan insan, “Allah’ın kulu“ sıfatını koruyacaktır. Şeytana âit
bir vasfı taşıyan kimsede ise, şeytandan bir haslet var demektir. 558
İblis ve Faâliyet Alanı
İblis, Allah’ın doğru yolunun üzerine oturup, insanlara her
yönden yaklaşıp onları kandırmaya çalışacağına söz verdi.559 İblis
böylece düşmanını seçti, faaliyet alanını belirledi. Onun düşmanı,
yaratılmasıyla ve secde emriyle kendisinin racîm olup
555 15/Hıcr, 39
556 15/Hıcr, 42
557 7/A'râf, 18
558 Elmalılı, c. 3, s. 2138
559 7/A'râf, 17
ŞEYTAN
- 153 -
kovulmasına sebep olan insanın bizzat kendisi, gönlü, kafası, nefsi
ve onun bulunduğu her yerdi. İblis, bütün gücünü kullanarak,
bütün imkânlarını seferber ederek, düşmanlarını azdırmaya, isyana
sürüklemeye ve kendine bağlamaya gayret edecektir. Kabilesini
(askerlerini), dostlarını, cinlerden ve insanlardan yardımcılarını
devreye sokacak, bu iş için kullanacaktır.
insanın iç dünyası, bu anlamda bir mücadele, bir savaş alanıdır.
Onun içinde iyiliğe de kötülüğe de meyil vardır. İblis, sürekli
kötülüğe olan meyilleri ön plâna çıkarmaya çalışacak, ona
sürekli kötülükleri telkin edecektir. Ona bu faâliyet iznini veren
Rabbimiz şöyle buyurur: “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya
uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygara kopar, mallarda ve
çocuklarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun (söz ver). Şeytan,
onlara aldatmadan başka bir şey vaad etmez.“560 Bu İblise verilmiş olan
bir emir değil; ‘haydi elinden geleni ardına koyma, yapabileceğini
yap, serbestsin’ demektir.
Hayatımızla, ibâdet ve inançla, haram ve helâl hükümleriyle
ilgili kesin söz Allah’a aittir. Bu gibi konularda kendine göre dinler
ve inanışlar uyduranlar İblisin arkadaşları, dostları ve askerleridirler.
Allah’tan insanları kandırmak için izin alan İblis, işe ilk defa
Âdem’i ve onun eşini kandırmakla başladı. Âdem’i, ‘yasak ağacın
meyvesinden yerseniz cenette ölümsüz olursunuz’ fitnesiyle ve Allah
adına yemin ederek kandırdı. Yasak meyveyi yiyen ilk insanlar
Cennetten çıkarıldılar ve dünyaya gönderildiler.
Âdem tevbe etti ve bağışlandı.561 Âdem’in günahı nefsine aldanması
idi. Bir anlık kanma sebebiyle işlenen günahları Allah bağışlardı.
Ama şeytanın günahı nefse aldanmanın ötesinde Allah’ın
emrini beğenmemek, kendini O’nun karşısında güçlü görmek,
Allah’ın emrini bilerek dinlememek idi. Bu hata bağışlanmazdı.
İblis, Kur’an’da ‘şeytan´olarak da anılıyor. Şeytan, bütün kandırmaların,
bütün kötülüklerin, bütün hak yoldan saptırmaların
ortak adı olmaktadır. Bu mânâda birçok şeytan olabilmektedir.
İblisin dünyada insanları kandırıp günaha ve isyana götürme faaliyetlerine
artık şeytanî işler dememiz mümkündür.
Şeytan, itaat etmeye de isyan etmeye de, yani hayır işlemeye
de şer işlemeye de meyilli yaratılan Âdemoğlunu, kendi tarafına
çekmeye, ona günah işletmeye çalışır. Ancak onun Allah’a hakkıyla
560 17/İsrâ, 64
561 2/Bakara, 37
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 154 -
teslim olmuş kullar üzerinde bir hâkimiyeti, bir gücü yoktur:
“Meleklere, Âdem’e secde edin! Demiştik. İblisin dışında hepsi secde
ettiler. İblis, ‘Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim?’
Dedi ki: ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer
beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime
bağlayacağım!
Allah buyurdu: ‘Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki cehennem
hepinizin cezasıdır. Mükemmel ve tam bir ceza!
‘Onlardan, gücünün yettiği kimseleri dâvetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalarınla
onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol; kendilerine
vaadlerde bulun.’
Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey va’detmez.
Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir ağırlığın
(hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter.“ 562
İblis’in Başvurduğu Yöntemler
İblis insanları kandırmak için yaklaşırken birçok yöntem kullanır.
Bunlardan bazıları şunlardır:
1- Şeytan her şeyden önce bir vesvesecidir. Vesvese; fısıltı, hışırtı
gibi gizli seslere denir. Gönülde birbiri arkasından gelip tekrar
eden gizli söze vesvese denir. Şeytan insana sokulur ve tıpkı nefis
gibi ona sinsi bir şekilde vesvese verir, onu kandırır, ona telkinde
bulunur. 563
2- İblis insanları Allah’ın rahmetinin ve affının geniş olması ile
aldatır ve onları günah işlemeye teşvik eder. Onlara sanki ‘yiyin,
için, zevkinize bakın, ibâdeti sonra yaparsınız, Allah nasıl olsa affedicidir,
sizi de affeder’ der. Kur’an, bizi bu noktada da uyarmaktadır:
“...Sizi ğarûr/aldatıcı, sakın Allah’a güvendirerek aldatmasın.“ 564
3- İblis’in bir diğer yöntemi insanlara Allah’ın adını ve O’nu
hatırlamayı unutturmasıdır.565 Allah’ı unutanlar, kuşkusuz O’nun
hükümlerini kulak arkası ederler, emirlerini kaale almazlar, nefislerinin
isteklerine karşı çıkmazlar; âhiret azabını hatırlamazlar,
cennetteki nimetleri akıllarına getirmezler. Ne Allah’ın azabından
korkarlar, ne de O’nun vereceği mükâfatları beklerler.
562 17/İsrâ, 61-65
563 114/Nâs, 4-6
564 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5
565 58/Mücadele, 19
ŞEYTAN
- 155 -
4- İnsanları özelllikle mal ve dünyalıklar konusunda korkuya
düşürür. Onların dünyalıklara hırslarının artması için fakirliği silâh
olarak kullanır, cimriliği ve aç gözlülüğü teşvik eder. Maldan ve
dünyalıklardan başka bir kutsal tanımayan insanlar elbette İblis’in
istediği noktaya gelen kimselerdir. İblis, bu gibi kimseleri çok rahat
güdebilir. Onlara çok rahat kötülükleri yapmalarını emreder.
566
5- İnsanların aralarını açmaya çalışır. Sürekli kavga, savaş, anlaşmazlık,
fitne, güvensizlik, birbiri hakkında kötü düşünme tam
da İblis’in arzu ettiği şeydir. İblis, insanlar arasında fitne çıkarmaktan
asla vazgeçmez. 567
6- İblis, kendine bağladığı, Hakk’tan yüz çeviren kimselerin
yaptıklarının doğru, üzerinde bulundukları yolun sağlam olduğunu,
inançlarında, sözlerinde ve işlerinde bir yanlışlık bulunmadığını
onlara telkin eder. Onların yanlış ve sapık işlerini allayıp pullar.
Böylece onların bu kötülüklere devam etmelerini sağlar. 568
7- Şeytan ve onun yardımcıları olan cinler ve insanlar, diğerlerini
kandırmak için süslü ve yaldızlı sözler söylerler. İddialarını
ispatlamak için inandırıcı ve kandırıcı kendilerine göre deliller getirirler,
her türlü ikna yöntemlerini kullanırlar. Çekici, hoşa giden,
gönle rahatlık veren, ama aslında saptırıcı ve çarpık sözler kullanırlar.
Avlarını bu yöntemle avlamaya çalışırlar. 569
8- İblis, insanları kendi yoluna davet etmek için birtakım araçlardan
yararlanır. Bu araçların başında içki, kumar ve putlara tapmak
gibi şeyler gelir.570 Bu gibi şeyler, esasen şeytanın pis işlerindendir.
Bunlardan sakınmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak
anlamına gelir. İçki ve kumar gibi alışkanlıklara dalanların akıl ve
şuurları yerinde olmadığı için şeytanın oltasına kolay takılırlar. Bütün
kötülüklerin anası olan içki şeytanın işini kolaylaştırır. 571
Şüphesiz ki İblis’in en önemli tuzaklarından biri de içki ve
uyuşturucudur. Günümüzde içkinin ve uyuşturucunun çokça tüketildiği
toplumlarda şeytanın saltanatı ve düzeni hâkimdir. O
toplumlarda yaşayan insanların çoğu, şeytanın iki ayaklı askerleri
haline gelmişlerdir.
9- Büyüklenme, istikbâr etme, kendini müstağnî görme, yani
566 2/Bakara, 268
567 17/İsrâ, 53
568 27/Neml, 24; 16/Nahl, 63
569 6/En'âm, 112-113
570 5/Mâide, 90-91
571 A. Osman Ateş, Şeytan, s. 214
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 156 -
Allah’ a muhtaç olmama duyguları da şeytanın önemli araçlarından
biridir. Şüphesiz büyüklenmek, İblis’in ahlâkıdır. O bu duygu
ile insanları Allah’ın huzurunda boyun eğmekten, O’nun emirlerine
uymaktan uzaklaştırır. Aldatıcı bir gururla onlara istiğnâ, yani
Allah’a ihtiyaç duymama duygusu telkin eder.
İblis bunlara benzer kendine ait tuzaklarla, verdiği vaadlerle,
söylediği yalanlarla, süslediği zevk ve tutkularla, kendine bağlı
olanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmaya çabalar. 572
Unutmamak gerekir ki İblis’in Allah’ın sâlih kulları üzerinde
bir gücü yoktur. O ancak kendine bağlı olanları yönlendirir, istediğini
yaptırır. İblis yalnızca davet eder, özendirir, teşvik eder. Ona
aldananlar, onun yolunu izler. 573
Şeytanın insana Dört Bir Yandan Yaklaşması
Allah tarafından kıyametin kopmasına kadar kendisine mühlet
verilen İblis, insana nasıl yaklaşacağını yemin ederek şöyle dillendiriyordu:
“İblis: ‘Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları
(insanları) saptırmak için senin sırât-ı müstakimin/doğru yolunun üstünde
tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden
bulamayacaksın.’ dedi.“574
Şeytan, insanları kandırıp saptırmak için bütün yolları deneyeceğini
açıkça söylemektedir. “Bütün cephelerden, her taraftan,
yani gücümün yettiği her yerden, insanın hangi tarafını, hangi
duygusunu zayıf bulursam; o taraftan sokulacağım. Vesvese vereceğim,
kendime dâvet edeceğim. Benim dâvetime uymazsa hiç
olmazsa Allah’a isyan etmesini ona fısıldayacağım, yani günahkâr
olması için elimden geleni yapacağım.“ diye söz vermiştir. Şeytan
bunu yapabilecek mi? Buna gücü yetecek mi?
Aslında onun zorlayıcı bir gücü yoktur.575 Ama o nereden öğrenmişse;
insanın karakterini, kötülüğe ve iyiliğe, hayra ve şerre
meyilli olarak yaratıldığını biliyordu. Ondaki kötü meyillere, aşırı
isteklere hitap edecekti. Aklını kullanmayanlar ile sonunu düşünmeden
zevklerinin peşinden gidenler, onun süslü sözlerine kanacaklardı.
İbn Abbas’tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, “önlerinden
572 Zübeyir Yetik, Şeytan, s. 97-107
573 H. K. Ece, Hz. Âdem, s. 139-141
574 7/A'raf, 16-17
575 15/Hıcr, 41-42
ŞEYTAN
- 157 -
yaklaşacağım“ demek, onları dünyaya düşkün edeceğim; “sağlarından
yaklaşacağım“ demek, din işlerinde, ibâdet ve amellerinde
onlara şüphe vereceğim; “sollarından yaklaşacağım“ demek, onlara
günah işlerinde azgın bir iştah (şehvet) vereceğim, anlamına
gelir. 576
Katâde de diyor ki: “Onlara önlerinden gelecek ve âhiret yok,
yeniden diriliş yok, cehennem yok, cennet yok diyeceğim. Arkalarından
gelip; dünya tutkularını süsleyip, allayıp pullayıp onları
bu gibi zevklere dâvet edeceğim. Sağlarından gelip, ibâdetleri
(hasenâtı) zor göstereceğim, geciktirmeye çalışacağım. Sollarından
da yaklaşıp, günahları zevkli ve süslü gösterip onlara günah
işlemelerini tavsiye edeceğim.“ 577
Şeytan ve dostları, insanlara (özellikle müslümanlara) daha çok
sağdan yaklaşırlar, onları din ile din motifleriyle aldatırlar. Nice
zâlim sömürücü ve diktatörler, kitleler üzerindeki hâkimiyetlerini
sürdürebilmek için dindar görünürler, dinî motifleri kullanırlar.
İslâm’a bağlılık ve saygıları olmadığı halde kitleleri susturabilmek
için dinî sloganlara başvururlar. Allah’ın âyetlerini çıkarları, düzenlerinin
devamı için kullanmaktan çekinmezler.
Şeytan ve dostları, insanlara önlerindeki âhireti mümkün olduğu
kadar unuttururlar. Hayatın yeme-içme ve zevklenmek olduğunu
aşılarlar. Birkaç günlük dünyayı boş geçirmemek için nefsin
istediklerini ona vermek gerektiğini iddia ederler. Onları dünyaya
ve bitmez tükenmez tutkulara bağlarlar. O tutkuların peşinden
bir ömür sürmelerini temin ederler. Ölümü ve ölümden sonrasını
unutturmaya, boş hayaller peşinde koşturmaya çaba gösterirler.
İblis ve yandaşları insana soldan yaklaşarak, küfrü, şirki, isyanı
zararsız göstermeye çalışırlar. İslâm’ın kötü (münker) dediklerini
insanlara sevimli, câzip olarak sunarlar. İçki, kumar, uyuşturucu,
zina, hak yeme, çılgınca eğlenmeyi, hayatın gayesi olarak sunarlar.
Allah’ı hatırlamayı unuttururlar. O’na ibâdet etmeyin, yasaklarından
kaçmayı zor ve ağzın tadını kaçırıcı, eğlenme ve zevki
engelleyici olarak gösterirler. Akla gelmedik şeytanî metodlarla,
hile ve tuzaklarla insanları Allah yolundan uzaklaştırmak için gayret
ederler.578
İblis ve dostlarının aldatma ve tuzaklarından, kandırma ve
şerlerinden kurtulmanın yolu, dinde ihlâs sahibi olmak, İslâm’ı
576 İbn Kesir, 2/9
577 İbn Kesir, 2/9
578 M. Alagaş, Şeytan ve Dostları, s. 27-52
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 158 -
samimi bir şekilde yaşamak ve Allah’a sığınmaktır.
İnsan, imtihan için yaratılmıştır. Ya hayr işleyerek râzı olunan
kulların arasına katılacak; ya da şer işleyip cezayı hak edecek. Nefsi
onu kötülüğe de iyiliğe de götürebilir. Şeytanın ve nefsin faaliyetleri
imtihan olmanın bir gereğidir. Sıkıntı, meşakkat olmadan
imtihan olmaz. İşte bu noktada Allah’ın hikmeti ortaya çıkmaktadır.
Allah dileseydi ne şeytan olurdu, ne de kullar günah işleyebilirlerdi.
Ancak, dünya hayatı imtihan içindir. İnsan, birtakım
denemelerden geçecek ve makamını kendisi kazanacaktır.
Şeytan, yani İblis; insanın içine fısıldar, vesvese verir, insanı
hayallere sürükler, hayırlı işleri yapmamaya, şerli işleri yapmaya
davet eder. İnsanın içinde kötülüğe dâvet eden her çağrı, her
duygu şeytandandır. O ve kabilesi insanları, onların görmeyecekleri
yerden gözetlerler. Ancak o ve kabilesi, inkârcıların dostudurlar.
579
O, insanlara sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından
sokulur; onların Allah’a şükredici olmamaları için çalışır.580 Bu
amacına ulaşmak üzere atlılarını ve yayalarını seferber eder, onlara
karşı yaygara koparır, onlara mal ve çocuklarında ortak olmaya
kalkışır. 581
Şeytan, müslümanları hayır yapmaktan alıkoymaya çalışır.
Zekât ve sadaka verenleri ‘fakir olacaksınız’ diye korkutur582.
Şeytan, insanlara her türlü ahlâksızlığı emreder583. Onlara içkiyi,
kumarı, zinayı süslü gösterir, böylece insanları Allah’ı anmaktan
uzaklaştırır.
Şeytan, insanlara Allah’ı ve O’nun kitabını hatırlamayı unutturur.
Böylece onları daha iyi kontrol altına alır ve hata yaptırır.
Şeytan, Allah’ın gücünü ve kaderini unutturarak evrendeki olayları,
insan hayatında olanları tesadüflere bağlar ve insanları bunlara
inanmaya çağırır. Böylece Allah’ı hatırlarına getirtmez. Şeytan,
kendi yolundan gelenlere; başkaları üzerine haksızlık yapmaya,
onların elindekine göz dikmeye dâvet eder. İnsanlar arasında anlaşmazlıkların
kavgaların çıkmasına sebep olur. 584
Şeytanın işi fesat ve fitnedir. O, insanlar içinden kendine
yandaşlar (veliler) bulur ve birçok işini onlara yaptırır. “Şeytanın
579 7/A'râf, 27
580 7/A’râf, 17
581 17/İsrâ, 64 ve Müslim, Münafikûn 66, 68, Hadis no: 2813, 4/2167
582 2/Bakara, 268
583 2/Bakara, 288
584 H. K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s. 286
ŞEYTAN
- 159 -
evliyâsına/dostlarına karşı savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı
zayıftır.“585 Aslında şeytanın hilesi zayıftır. “Şeytanın dostlarına karşı
savaşın; şüphe yok ki şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.“586 Onun insan
üzerinde herhangi bir gücü yoktur: “Benim (ihlâslı) kullarım üzerinde
senin hiçbir ağırlığın (hâkimiyetin) olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak
Rabbin yeter.“587 Fakat insan, şeytanın fısıltılarına, kandırmacalarına,
vesveselerine; hoşuna gittiği için kanmaktadır.
Yeryüzünde şeytana tâbi olup da Allah’ın dininden yüz çevirenlere
Allah; ‘Hizbü’ş şeytan-şeytan taraftarı’ demektedir: “Şeytan
onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar,
hizbü’ş-şeytan/şeytanın taraftarıdırlar. İyi bilin ki hizbü’ş-şeytan mutlaka
kaybedenlerdir.“588 Demek ki, yeryüzünde tâbi tutulduğu imtihanı
başarıp başaramamasına göre, insan ya şeytanın, ya da Allah’ın
hizbinden olmak durumundadır.
Şeytanın Görevi
Âyet-i kerimeden net olarak anlaşıldığı gibi, şeytan, insanları
doğru yoldan, Allah’ın yolundan saptırmaya çalışacaktır; bu onun
görevidir. İnsanlar içerisinde ona uyanlar olacağı gibi, ona uymayıp
reddedenler de olacaktır.
Allah Teâlâ Kur’an’da, şeytanın bizim düşmanımız olduğunu
bizlere defalarca bildirmiştir. Bu düşmanlık kıyamete kadar devam
edecektir. Biz mü’minler, devamlı olarak şeytandan uzak durmalıyız
ve kesinlikle ona uymamalıyız. Aksi halde biz de onun gibi
Allah’a isyan edenlerden oluruz.
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana
ayak uydurmayın, zira o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size,
kötülüğü, hayâsızlığı, Allah’a karşı da bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.“
589
Şeytan insanları kötülüğe ve isyana çağırırken “Ben şeytanım“
dememekte, bunu saklamaktadır. Bu işi başka bir kimlikle yapmaktadır.
“Allah onu (şeytanı) lânetledi; o da: ‘Yemin ederim ki kullarından bir
pay edineceğim’ dedi. Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş
kuruntulara boğacağım, kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların
kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara
585 4/Nisâ, 76
586 4/Nisâ, 76
587 17/İsrâ, 65
588 58/Mücâdele, 19
589 2/Bakara, 168-169
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 160 -
emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler’ (dedi). Kim Allah’ı bırakır
da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür. Şeytan
onlara söz verir, vaadde bulunur, onları ümitlendirir ve kuruntulara düşürür.
Ancak bu vaad sadece aldatmadan ibarettir. Onların varacağı yer
cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.“ 590
Bu âyetler, aynı zamanda insanın, şeytanın fitnesinden sakınmasının
mümkün olduğunu da gösterir. Yine bu âyetler, imansızlıkla
şeytanlık, imansızlarla şeytanlar arasında bir yakınlık olduğunu
ve şeytanın imansızların velîleri, âmirleri, işverenleri, başlarına
Mûsâllat yakınları ve arkadaşları olduğunu gösterir.
Allah’ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşan ve O’nun koyduğu
yasakları çiğneyen kimselerin eninde sonunda mutlaka şeytanın
tuzağına düşecekleri591, şeytanın tuzağına düşen bu azgın kimselerin,
sonunda şeytanın kendilerini istilâ etmesine ve kayıtsız
şartsız şeytanın esiri olmalarına engel olamayacakları bildirilmiş592
ve “...eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz.“593 buyrulmuştur.
Şeytanın Zarar Veremeyeceği Kimseler
Şeytanın kendilerine tesir edemeyeceği kimseler de Kur’an’da
şöyle belirtilmiştir: “Şeytan seni dürtecek olursa Allah’a sığın, doğrusu
O işitir ve bilir. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir
vesveseye uğrayınca, Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler.“ 594
“Kur’an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Doğrusu
şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir
nüfûzu yoktur. Onun nüfûzu sadece, onu dost edinenler ve Allah’a ortak
koşanlar üzerindedir.“ 595
Allah’ın hâlis kullarına tesir edemeyeceğini, şeytan, bizzat
kendisi de itiraf etmiştir.596
Âyetlerden de anlaşılıyor ki, Allah’a içtenlikle iman ederek
ibâdet eden insanlar üzerinde, tabanca kurşununa karşı çelik
yelek giyilmiş gibi şeytanın hiçbir etkisi olamamaktadır. Allah’a
iman edip emirlerine uyan ve Peygamberimiz’in (s.a.s.) gösterdiği
yoldan giden kişiler, şeytana galip gelmişler demektir. O halde,
590 4/Nisâ, 117-121) Ayrıca bkz. 18/Kehf, 50; 35/Fâtır, 6
591 43/Zuhruf, 39
592 58/Mücadele, 19
593 6/En'âm, 121
594 7/A'râf, 200-201
595 16/Nahl, 98-100
596 15/Hıcr, 28-43; 17/İsrâ, 61
ŞEYTAN
- 161 -
şeytana boyun eğmemenin tek yolu, Allah’a samimi olarak inanmak
ve ibâdetleri tam yapmak, Peygamber’in gösterdiği yoldan
ayrılmamaktır. Her işimize başlarken de şeytandan Allah’a sığınıp,
Allah’ın ismini anmalı; “eûzü besmele“ ile başlamalıyız.
Her insana Bir Şeytan Verilişi
Yüce Allah insanı, yol gösteren bir melekle desteklediği gibi,
onun yanına, kendisine vesvese veren, kötülüğü süslü gösteren,
münkere teşvik eden ve fitneye çağıran bir şeytan da vermiştir.
Bu konuda peygamberlerle diğer insanlar arasında hiçbir ayırım
yapılmamıştır. Şöyle ki: “Böylece biz, her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı (içi
bozuk, dışı süslü ve aldatıcı) sözler söylerler.“597 Yani ima ve işaretlerle
öyle süslü, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sade dışındaki
süsüne bakanlar aldanır ve onların şeytanlıklarına meftûn olurlar.
Hz. Peygamber de bir soru üzerine: “Her insanın yanında bir şeytan
vardır.“ buyurmuş, “Senin de mi ey Allah’ın elçisi?“ diye sorulduğunda,
“Evet, fakat Rabbim ona karşı bana yardım etti de, o da bana
teslim oldu.“ Cevabını vermiştir. 598
Günümüzde birçok insan farkına varmadan ya da bile bile
şeytanın tavırlarını sergilemektedir. İnsanları medeniyet adına
şeytanî metodlarla hayâsızlığa götürenler günümüz dünyasının
birer şeytanlarıdırlar. Ayrıca çoğu iletişim araçları da aynı görevi
üstlenmiş durumdadır. Allah, her insanı, yol gösteren bir melekle
desteklediği gibi; ona vesvese veren bir de şeytan vermiştir. Müslümana
düşen görev, şeytana değil meleğe uymaktır.
İnsanı Şeytana Tutsak Eden Nefsî Hastalıklar
İman ve amel yönünden zayıflık, Allah’ın affı ve merhametinden
ümitsizlik, emelsizlik, şımarıklık, aşırı sevinç, kendini beğenmişlik,
yerli yersiz övünme, zulüm, azgınlık, inkâr, nankörlük, acelecilik,
başıboşluk, serserilik, cimrilik, açgözlülük, hırs, münakaşa,
gösteriş, şüphe, kararsızlık, cehalet, gaflet, düşmanlara haddinden
fazla katılık, aldatma, yalan iddia, sabırsızlık, şikâyet ve yakınma,
infak etmeme, isyankârlık, inatçılık, tahakküm, haddi aşma, mala
düşkünlük ve dünyaya dört elle sarılma... Nefis bu hastalıklardan
kurtulup mutmain olunca, içini Allah’ın zikri, şeytandan sakınma,
güç ve gayretin Allah ile mümkün olduğunu itiraf etme, Allah’a
yönelme gibi insanın mâneviyatını güçlendiren ve rûhî kalitesini
597 6/En'âm, 112-113
598 Müslim, Münâfikun 11; Ahmed bin Hanbel, VI/115; Şâmil İslâm Ansiklopedisi,
6/ 40-41
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 162 -
yükselten faziletlerle dolar. Bu duruma yükselen insandan şeytan
artık çekinmeye başlar ve onunla karşılaştığı yolunu değiştirir. Nitekim
Hz. Ömer bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber ona
hitaben şöyle demiştir: “Ey Hattâb oğlu Ömer, şeytan asla seninle karşılaşmaz.
Sen bir yoldan giderken, o muhakkak senin yolundan başka bir
yola yönelir gider.“ 599
Şeytana Uyanların Durumu ve
Âhirette Hesaplaşma
Hz. Âdem’in yaratılışı ile meydana gelen bu imtihanda, şeytanın,
nefsânî hislerine tâbi olarak melekler arasındaki makamdan
şekavetin en aşağı mertebesine düşmesi ne kadar acıklı ise; hiç
şüphe yok ki, meleklerin secde ettiği varlık olmak şerefine mazhar
olan insanın, apaçık düşmanı olan şeytanın izine ve huyuna
uyarak o ulvî makamdan düşüşü ve onun âkıbetine iştirak edişi
ondan daha acıklı olacaktır. Allah kıyamet günü, insanları doğru
yoldan uzaklaştıran kötü gruba hitaben şöyle der: “...Ey cin topluluğu!
insanların çoğunu yoldan çıkardınız...’ insanlardan onlara uymuş
olanlar, ‘Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan faydalandık ve bize tayin
ettiğin sürenin sonuna ulaştık’ derler. Allah, ‘Cehennem, Allah’ın dilemesine
bağlı olarak, temelli kalacağınız durağınızdır’ der.“600 İnsanlara
hitaben de: “...Ey insanoğulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin
için apaçık bir düşmandır, Bana kulluk edin, bu doğru yoldur, diye bildirmedim
mi? And olsun ki, o sizden nice nesilleri saptırmıştı, akletmez
miydiniz? İşte bu, size söz verilen cehennemdir. Bu gün, inkârcılığınıza
karşılık oraya girin.“601 buyurmuştur. Diğer bir kıyamet sahnesinde
de şeytan, kendisine uyanları kınayacak ve şöyle diyecektir: “İş
olup bitince şeytan: ‘doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size
söz verdim ama sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfûzum yoktu;
sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde, beni değil; kendinizi kınayın.
Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah’a ortak
koşmanızı daha önce kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir
azâb vardır’ der.“ 602
Şeytanın Yaratılış ve insanlara
Mûsâllat Olmasının Hikmeti
İnsanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı
doğru yoldan çıkararak küfre ve dalalete sevke çalışmak olduğu
599 Buhârî, Fedâilü'l-ashâb 6; Müslim, Fedâilü's-sahabe 2; Ahmed bin Hanbel,
I/171, 182
600 6/En'âm, 128
601 36/Yâsin, 59-64
602 14/İbrâhim, 22
ŞEYTAN
- 163 -
anlaşılan şeytan, acaba niçin yaratılmıştır? Bu konuda şu hikmetler
sayılabilir:
a- Allah, eşyayı zıdlarıyla birlikte yaratmıştır ki, biri diğerinden
ayırt edilebilsin ve aralarındaki fark insanlar tarafından anlaşılabilsin.
Şeytan da yaratıkların en temiz ve en şereflilerinden
biri olan, hak ve hayrı tavsiye eden meleklerin varlığına mukabil
yaratılmıştır.
b- Şeytanın yaratılmasındaki bir başka hikmet de, Allah’ın
üstünlük ifade eden Kahhâr, Müntakîm, Adl, Dâll, Şedîdü’l-ıkab,
Serîu’l-hisâb, Hâfid, Râfi’, Muizz, Müzill gibi isimlerinin tecellî
edecekleri bir varlığın gerekli olmasıdır. Zira bu isimler, taalluk
edecekleri bir varlığı gerektiren kemâl sıfatlarıdır. Şâyet ins ve cin,
melek tabiatında olsaydı, bu isimlerin eseri ve neticesi ortaya çıkamazdı.
c- Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı, Allah’ın hıfz, afv, mağfiret,
rahmet, günahları örtme ve bağışlama gibi hususları ihtivâ eden
kemâl sıfatlarının ve isimlerinin tecellî etmesi mümkün olmazdı.
Peygamberimiz, bunu veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
“Eğer sizler, hiç günah işlemeseydiniz, Allah muhakkak ki sizleri giderirdi
de, fertleri günah işleyip mağfiret dileyecek ve Allah’ın kendilerine mağfiret
edeceği bir kavim getirirdi.“ 603
d- Şeytan yaratılmamış olsaydı, insan için Allah’a ibâdet ve itaattan
söz etmek mümkün olmazdı. Zira belli fiillerin ibâdet, tâat,
hayır ve hasen oluşu ancak zıdlarının varlığı ile bilinebilir ki, insanlara
şer ve çirkin fiillerde yol gösteren şeytandır.
Şüphe yok ki, süflî duygu ve arzular, insanın fiziksel varlığı için
şarttır. Fakat bunlar çığırından çıkıp kontrol edilmez bir hale gelirse,
insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine
engel olur. İslâm, bu duygu ve arzuları görmezlikten gelmez;
ama bunlara istikamet ve sınır çizer. İnsanın bu cins duygu ve arzularını
kontrol etmesi, yöneleceği yeri helal olanlara göre belirlemesi
ve haddi aşmaması gerekir. Eğer bunu yapmakta başarıya
ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana
zarar verebilir. Tam aksine, bu beşerî duygu ve arzular, manevî
cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan
için bir sınanma alanı olan bu dünyada insanı iyiliğe sevketmek
için melek, vicdan, fıtratın varlığı nasıl lüzumlu ise; fizikî varlığı
için de onun süflî arzularını kamçılayan kuvvetler, kontrol altına
603 Müslim, Tevbe 2; Tirmizî, Cennet 2, Deavât 98; Ahmed bin Hanbel, I/289,
II/309
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 164 -
alınmak şartı ile zararsız; hatta faydalı olabilir.
Aslında şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Babamız
Âdem’e vesvese verdiği gibi, hepimizi yoldan çıkarmaya çalışır.
Onun niyeti, insanoğlunu parlak sözlerle ve yalanla süflî arzularını
uyandırarak, onu yanlış yola sevketmektir. İnsan, ruhî gelişmesinin
ilk aşamasında, şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları
susturmak için onunla savaşmak zorundadır. Fakat insan, bu
mücadelede azimli olursa, ilâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı
yenecektir. İnsan, bu safhayı atlatıp galip çıkar, ihlâs sahibi samimi
mü’min olursa, artık yükselir. Şeytan, vesvese vermeye çalışsa da
kâmil imana sahip ihlâslı insanlara güç yetiremez. Artık, şeytanla
imtihan edildiği ve onu sürekli yendiği için, şeytan böyle bir insanın
–istemese de- takvâsını, derecesini artırmış olur. Bu düşman
sayesinde insan, meleklerden de üstün seviyeye çıkar. Şeytan ve
onun içimizdeki vesvesesi olmamış olsaydı, insanın bu yücelmesi
de mümkün olmayacaktı. “Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde
kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzun
da olmayacaktır.“ 604
Allah’ın sevgi ve rahmetinden uzak kalan İblis (şeytan) kıyamete
kadar düşmanı olduğu Âdem’i, yani insanı kandırmaya ve
saptırmaya devam edecektir.
İnsana yakışan, düşmanına karşı uyanık olmasıdır. Allah’ım!
Senin dostlarını ve bizim gerçek dostlarımızı bize sevdir. Düşmanlarımızın
peşinden gitmeyecek kararlılık, ihlâs ve basiret ver!
604 2/Bakara, 38
ŞEYTAN
- 165 -
İblis-Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
A İblis Kelimesinin Geçtiği Âyetler (Toplam 11 Yerde): 2/Bakara, 34; 7/A’râf,
11; 15/Hıcr, 31, 32; 17/İsrâ, 61; 18/Kehf, 50; 20/Tâhâ, 116; 26/Şuarâ, 95; 34/
Sebe’, 20; 38/Sâd, 74, 75.
B Şeytan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde): 2/Bakara,
36, 168, 208, 268, 275; 3/Âl-i İmrân, 36, 155, 175; 4/Nisâ, 38, 60, 76, 76,
83, 117, 119, 120; 5/Mâide, 90, 91; 6/En’âm, 43, 68, 142; 7/A’râf, 20, 22,
27, 175, 200, 201; 8/Enfâl, 11, 48; 12/Yûsuf, 5, 42, 100; 14/İbrâhim, 22; 15/
Hıcr, 17; 16/Nahl, 63, 98; 17/İsrâ, 27, 53, 53, 64; 18/Kehf, 63; 19/Meryem,
44, 44,45; 20/Tâhâ, 120; 22/Hacc, 3, 52, 52, 53; 24/Nûr, 21, 21; 25/Furkan,
29; 27/Neml, 24; 28/Kasas, 15; 29/Ankebût, 38; 31/Lokman, 21; 35/Fâtır, 6;
36/Yâsin,60; 37/Sâffât, 7; 38/Sâd, 41; 41/Fussılet, 36; 43/Zuhruf, 36, 62; 47/
Muhammed, 25; 58/Mücâdele, 10, 19, 19, 19; 59/Haşr, 16; 81/Tekvîr, 25.
C Şeytan Kelimesinin Çoğulu Şeyâtîn Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 18 Yerde): 2/Bakara, 14, 102, 102; 6/En’âm, 71, 112, 121; 7/A’râf,
27, 30; 17/İsrâ, 27; 19/Meryem, 68, 83; 21/Enbiyâ, 82; 23/Mü’minûn, 97;
26/Şuarâ, 210, 221; 37/Sâffât, 65; 38/Sâd, 37; 67/Mülk, 5.
D İblis Konusunda Âyet-i Kerimeler
a İblis: 2/Bakara, 34; Nisâ, 118-119; A’raf, 11-18; Hıcr, 28-38; İsrâ, 61-63; Kehf,
50; Tâhâ, 116; Sebe’, 21; Sâd, 71-81.
b İblis’in Kibri: Bakara, 34; A’raf, 11-13; Hıcr, 28-33; İsrâ, 61-62; Kehf, 50;
Tâhâ, 116; Sâd, 71-76.
c İblis’in Cennetten Koğuluşu: A’raf, 11-18; Hıcr, 34-35; İsrâ, 62-63.
d İblis Lânetlenmiştir: Hıcr, 35; Sâd, 78;
e İblis’e Mühlet (Süre) Verilmesi: A’raf, 14-15; Hıcr, 36-38; İsrâ, 62; Sâd, 79-
81.
f İblis’e Verilen Fırsatın Hikmeti: Sebe’, 21.
g İblis Allah’ın Rahmetinden Koğulmuştur: Nisâ, 118-119; A’raf, 18; İsrâ, 62-
63; Sâd, 77.
B Şeytan Konusunda Âyet-i Kerimeler
a Şeytanın Ateşten Yaratılışı: A’raf, 12; Hıcr, 27; Sâd, 76.
b Şeytan, insan ve Cin’den Olabilir: En’am, 112-113; Nâs, 6.
c Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar: Hıcr, 17-18; Şuarâ, 212; Saffat, 7-10;
Mülk, 5; Cin, 8-9.
d Şeytan, insanlara Düşmandır: Bakara, 168, 208-209; En’am, 142; A’raf,
16-17, 27; Yusuf, 5; Hıcr, 39 40; Tâhâ, 116-117; Hacc, 52; Fâtır, 6; Yâsin,
60-61; Zuhruf, 62.
e Şeytan Kötülüğü, Hayâsızlığı ve Allah’a Karşı Gelmeyi Emreder: Bakara,
169; Nisâ, 14, 118-119; En’am, 128; A’raf, 200; Nûr, 21; Sâd, 82-83.
f Şeytan, insanların Kalbine Vesvese Verir: Nâs, 5.
g Takvâ Sahipleri, Şeytanın Aldatmasını İdrak Ederler: A’raf, 201; Hıcr, 39-
40; İsrâ. 65.
h Şeytan, insanları Kuruntulara Düşürür: Nisâ, 119-120; A’raf, 20-21; İsrâ,
63-64.
i İnsan ve Cin Şeytanları, Düşmandır: En’am, 112.
j İnsan ve Cin Şeytanları, Aldatmak İçin Yaldızlı Lâflar Söyler: En’am, 112-113
k Şeytana Uymak: Bakara, 208-209; Nisâ, 38, 119-120; En’am, 128, 142;
A’raf, 18; Hıcr, 41-44; İsrâ, 63-64; Kehf, 50-51; Nur, 21; Şuarâ, 221-223;
Lokman, 33; Fâtır, 5; Sâd, 84-85; Fussılet, 36; Zuhruf, 36-39.
KUR’AN KAVRAMLARI SERİSİ İTİKADÎ KAVRAMLAR
- 166 -
l Şeytanın, Mü’minler Üzerinde Hiçbir Hâkimiyeti Yoktur: Hıcr, 42; Nahl, 99-
100; İsrâ, 65; Sâd, 82-83.
m Şeytanın Arkadaşlığı: Nisâ, 38; Fussılet, 25; Zuhruf, 36-38; Kaf, 27.
n Şeytanın Aldatmasının Etkili Olduğu Kişiler: Hacc, 52-55.
o Şeytan, Kâfirlerin Dostudur: Bakara, 257; Nisâ, 38, 76; En’am, 71; A’raf, 27,
201-202; Enfâl, 48; Meryem, 83; Furkan, 55; Şuarâ, 221-223; Fussılet, 25.
p Şeytan, Münafıkların Dostudur: Mücadele: 19-20; Haşr, 16-17.
r Şeytandan Allah’a Sığınmak: A’raf, 200; Nahl, 98; Mü’minun, 97-98;
Fussılet, 36; Nâs, 1-6.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 117-118
2. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 272-277
3. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, insan Y. c. 1, s. 64-65
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 123-124
5. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 284-290
6. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s.
96-99
7. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 337-342;
380-386
8. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1,
s. 176-178
9. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 2, s. 505-506; c. 3, s. 1335-1336
10. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 1, s. 173-
181
11. Ana Konularıyla Kur’an, FazlurRahman, Fecr Y. s. 249-265
12. Kur’an Cevap Veriyor, İzzet Derveze, Yöneliş Y. s. 235- 275
13. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 3, s. 58-59; c. 6, s. 38-42
14. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 276-284
15. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 133-
153
16. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 209-216
17. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 284-287
18. Hz Âdem, Hüseyin K. Ece, Denge Y. s. 111-144
19. Kur’an’a Göre Melek, Cin, Şeytan, Lütfullah Cebeci, Şûle Y.
20. Şeytanlardan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilâlî, Şafak Y. / Büruc Y.
21. Kötülük Odakları, Şeytan, Zübeyir Yetik, Beyan Y.
22. İstiâze Şeytan, Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız, Bir Y.
23. Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
24. Şeytanizme Rağmen İslâmî Uyanış, Mehmed Alagaş, insan Dergisi Y.
25. Şeytandan Korunma Yolu, Abdülhamid Bilalî, Buruc Y.
26. Vesvese -Sebepleri ve Kurtuluş Yolları, Mehmed Paksu, Nesil Basım Yayım
27. Şeytan, A. Osman Ateş, Beyan Y.
28. Şeytan Girmeyen Evler, Muhammed Efsayim, Uysal Kitabevi Y.
29. Şeytan ve Yoldaşları, Kemal Çinel, Alem Y.
30. Şeytanın Varlığı ve Mâhiyeti, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
31. Şeytanın Hileleri ve Kurtuluş Çareleri, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi Y.
ŞEYTAN
- 167 -
32. Şeytanın Tuzakları: insanın Kurtuluş Yolları 1-2, İbn Kayyim el-Cevziyye,
Uysal Kitabevi Y.
33. Şeytanın Tuzakları, S. Ahmet Uzun, Mektup Y.
34. İnsanın Ezelî Düşmanı Şeytan, Osmanlı Y.
35. Şeytanla Münazara, Ümit Şimşek, Zafer Y.
36. Şeytanın Enâniyeti, Harun Yahya, Vural Y.
37. Satanizm -Şeytana Tapınmanın Yeni Adı-, Ahmet Güç, Alfa Y.
38. Nefis ve Şeytan, Mehmet Hulusi İşler
39. İnsan ve insanüstü, Süleyman Ateş, Dergâh Y.
Sonsöz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, bunu ve buna benzer diğer kitapları bir kenara koymalısınız ve hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp meal ve tefsiriyle okumaya başlamalısınız. Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak, yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak için…

Okunma 5118 kez Son değişiklik Çarşamba, 27 Ocak 2021 01:23
Ahmed Kalkan

Son ekleyen Ahmed Kalkan

Ortam

Melek Cin ve Şeytan