16. ÜNİTE: İMAN

16. ÜNİTE: İMAN (1)

Perşembe, 18 Şubat 2021 10:47

İMAN

Yazan

 

İ M A N

 

  • İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı
  • Kur’an’da İman Kavramı
  • İmanın Dereceleri
  • İmanın Artması, Eksilmesi
  • İmanın Gerektirdikleri
  • İman ve İslâm
  • İman ve Amel
  • İnsan Niçin iman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları
  • İmanla İlgili Sünnetullah (Allah’ın Değişmez Yasaları)
  • İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar
  • İmanın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları
  • İmanı Bozan Haller
  • Bâtıla İman
  • Sorular

 

Bu üniteyi bitirdiğinizde aşağıdaki amaçlara ulaşmanız beklenmektedir:

* İman kelimesinin sözlük ve terim anlamlarını belirtmek.

* İmanın derecelerini, imanın artıp eksilmesini izah etmek.

* İmanın gerektirdiklerini ve iman-amel ilişkisini açıklamak.

* İman ve İslâm kavramlarının benzer ve farklı yönlerini belirtmek.

* İmanın sebep ve sonuçlarını, insanın niçin iman etme gereği

duyduğunu açıklamak.

* İmanla ilgili sünnetullah’ı/Allah’ın değişmez yasalarını listeleyebilmek.

* İman ve inkâr yönünden insanların ayrıldığı grupları açıklamak.

* İmanın sahih/geçerli olması için gerekli şartları izah etmek.

* İmanı, hangi hallerin bozacağını, güncel tavır ve sözlerle bağlantı  

 kurarak açıklamak.

 

 İman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamı

Sözlük anlamı olarak iman: İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.

 Terim olarak iman: Kavram olarak, Rasûlüllah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip bağlanmak ve yaşamaktır.

 İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.

 

 Kur’an’da İman Kavramı

İman kelimesi Kur’an’da 45 yerde geçer. İman kelimesinin kökü olan “emn” türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 878 yerde kullanılır. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir. 

Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor.[1] Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor.[2] Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir.[3] İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.

Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu her şeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de her şeye tercih etmemiz gerekir. "İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır."[4]

İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.

"Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin."[5]

"Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir."[6]

"Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ine, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur."[7]

“Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: "Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir..."[8]

 

İmanın Dereceleri

  1.  İcmâlî İman: İman edilecek esaslara kısaca ve toptan iman etmektir. Yani, Allah (c.c)’ın göndermiş olduğu haber ve hükümlerin hepsine birden inanmaktır. Bu da “lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Rasûlullah” cümlesi ile ifâde edilir. İmanın en basit mertebesi budur. Çünkü bu iki cümlede iman edilmesi gerekli olan her şey özet olarak bulunmaktadır.
  2.  Tafsîlî İman: İman edilecek esasların herbirine açık ve geniş bir şekilde iman etmektir. Allah’a ve Peygambere imandan sonra, Peygamberin haber verdiği hüküm ve esasları teker teker öğrenip onların hak olduklarını tasdik etmek tafsili imandır.

İman, küfrün zıddıdır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanımak ve O’na yönelmektir. İman: Allah’ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah’ın buyruklarını yerine getirerek, O’nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.

İman’ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü’min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren insandır.

Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm’ın temel binası ve üçüncü âyetinde “gaybe iman” şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyetinde de perçinlenir: “O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur’an’a) iman etti. Mü’minler de Allah’a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasullerden hiçbirini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.”[9] “Gaybe iman” olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur’an’ın değişik yerlerinde topluca veya tek tek veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir. “Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur’an’a iman edin.”[10]; “Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.”[11];“Ey iman edenler, Allah’a, Peygamberi’ine, Peygamberi’ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.”[12];“Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve Rasullere iman etmenizdir...”[13]

İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler.[14] İmandan yoksun kalanları Kur’an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır.[15] Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır.[16] Mü’min, Allah’ın yardımcısı, Allah’ın dostu, velîsi olarak nitelendirilmiştir.[17]

 

İmanın Artıp Eksilmesi

İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münâfık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür.  Gerçek mü’minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur’an’da bunu açıkça görebiliriz: “Bir sûre indirildiği zaman, münâfıklar arasında ‘bu sûre, hanginizin imanını artırdı?’ diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.”[18]; “Onlara bazı kimseler,  ‘insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.’ demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve  ‘Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.’ demişlerdi.”[19]; “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.”[20];“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.”[21];“Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.”[22];“Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.”[23];“Allah, onları küfürleri dolayısıyla lânetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.”[24]

İman muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. “Siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezâsı, dünya hayatında zillet, kıyâmet gününde azâbın en şiddetlisine uğratılmaktır.”[25]Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir.

 

Allah’a Teslim Olmuş Mü’minlerin, Kur’an’da Zikredilen Bazı Özellikleri

1- Mü’minler ancak Allah'a ibadet ve kulluk ederler, yalnız O’ndan yardım dilerler. Günde beş vakit âlemlerin Rabbi ve din gününün sahibi olan Allah’a bu taahhütte bulunarak Sırat-ı müstakim ve hidayet üzere ayaklarını sabit kılmak için çaba sarf ederler. Bütün hayat alanlarında Allah’ın emir ve yasaklarına uymak için çırpınırlar. Zihinlerinde Allah’tan başka ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur.[26]

2- Onlar, sözün en güzeline iletilmişlerdir ve övülen doğru yola iletilmişlerdir.”[27] “Onlar; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar âhirete de kesin olarak inanırlar. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[28] Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.”[29]

3- “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten meneder, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir…”[30]

4- Kalpleri ancak Allah’ın zikriyle, Kur’an ile mutmain olur ve İmanın ön şartı olan Kitabı hakkıyla okumayı gerçekleştirip öğüt alarak ona uyarlar. Allah’ın en güzel hükümleriyle hayatlarına yön vererek Allah’ın boyasıyla boyanırlar.[31]

5- Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, namazı dosdoğru kılıp kendilerine verilen rızıkları Allah yolunda harcarlar. Sözü dinleyip en güzeline uyarlar. Allah’a çağırıp sâlih amel işler ve ondan sonra da ben müslümanlardanım derler.[32]

6- Allah’ı sürekli gündemlerinde tutarlar ve her durumda Allah’la bağlarını korurlar, Allah'ın her şeyi gören ve işiten olduğunu bilir, Allah'ın sonsuz kudretini sürekli hatırda tutarlar. Hayatlarının bütün alanlarında Allah’ı unutmadan her iş ve amellerinde O’na verilecek hesabın bilinciyle hareket ederler.[33]

7- Allah karşısında acizliklerini bilirler. Yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Mütevâzıdırlar. (Ancak, bu, insanlara karşı âciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.)[34]

8- Her şeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Allah istemedikçe hiç kimseye hiçbir musibetin isabet etmeyeceğine iman ederler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve Allah’a tevekkül halindedirler. Kâfirlerin her türlü baskısına rağmen, Allah’a tevekkül ile sadece Allah’ı veli ve vekil edinerek sabredip direnirler.[35]

9- Allah'tan korkup sakınarak takvâyı kuşanırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. Rablerinin lutfettiklerine hamdeder ve Allah huzurunda verilecek hesabı dikkate alarak, hevaya uymaktan, dünyevileşme ve dünyayı âhirete tercih etme sapmasından uzak dururlar.[36]

10- Âhirete yönelmişler, asıl hedef olarak âhireti belirlemişlerdir. Dünya hayatını, âhiretin tarlası olarak görüp dünya hayatını âhiret eksenli olarak değerlendirirler. Ancak, dünya nimetlerinden de vahyin ölçüleri içinde faydalanırlar.[37]

11- Sadece Allah'ı ve mü’minleri veli/dost/yönetici ve sırdaş edinirler.[38]

12- Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı Hakkı açıklamaktan geri kalmazlar. İnkâr edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar.[39]

13- Allah'ın dinini, Hakkı tebliğ ederler, çeşitli biçimlerde insanları Allah'ın dinine davet ederler. Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. Öfkelerine kapılmazlar, hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar.[40]

14- Zorluklarla sınanırlar, badirelerden geçerler; korkuyla, canlarıyla, mallarıyla imtihan olurlar ve sınavdaki zorluklara sabredip katlanırlar.[41]

15- Mü’minler, Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mü’min olmak için gayret sarfederler. Allah yolunda cihad edenler, dünyada iman ve amelde önde olanlar ve âhirette de öne geçenler bunlardır.[42]

16- Onlar Allah yolunda ve mustaz’aflar (zayıf bırakılmışlar) için Allah’ın düşmanlarına ve tâğutlara karşı savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Canlarını ve mallarını cennet karşılığında Allah’a satarlar, Allah yolunda fedakârlıktan kaçmazlar, öldürülmekten korkmazlar. Firavunun karşısında iman eden sihirbazların ağır işkenceyle öldürme tehdidine karşı söyledikleri gibi "Zararı yok, (biz) mutlaka Rabbimize döneceğiz." özgüven ve teslimiyeti içindedirler:[43]

17- Mü’minler, inkârcıların saldırı ve tuzaklarına muhatap olur, onlar tarafından alaya alınırlar.[44]

18- Onlar, Allah'ın koruması altındadırlar. Mü’minler sabırlı olup Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve doğru yolda sebat ettikleri vakit inkârcıların hile ve tuzakları mü’minlere zarar vermez. Allah, aleyhlerinde kurulan tüm tuzakları boşa çıkarır. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar.[45]

19- Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde mü’minlerin özelliği; “İşittik ve itaat ettik” demeleridir. Onlar, İslâmiyeti kabul edip iman ederler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler, sabırlı ve sadıktırlar, ibadetlerini yerine getirir, namuslarını korur, zulme karşı topluca mücadele eder ve tüm hayat alanlarında Allah’ı çokça zikrederler.[46]

20- Onlar, emanetleri ehline verir ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adaletle hükmederler. Allah’a ve Rasûlüne kayıtsız şartsız, kendilerinden olan emir sahiplerine ise onlar Allah’a ve Rasûlüne itaat ettikleri sürece itaat ederler. İhtilaf vukuunda, meselelerini Allah’a ve Rasûlüne arz ederler.[47] Allah ve Rasulü bir meselede hüküm vermişse başka tercihte bulunma haklarının olmadığı bilinciyle, o hükme kalplerinde hiçbir darlık hissetmeksizin tam bir teslimiyetle teslim olurlar.[48]

21- Allah’ın ipine topluca sarılıp tefrikaya düşmekten uzak durular, Emr-i bi’l ma’ruf ve ney-i ani’l münker yaparlar, yani iyiliği emredip kötülükten alıkoyarlar.[49]

22- Mü’minler, kurtuluşa erenlerden olmak için namazı huşu içinde kılar, boş söz ve işlerden yüz çevirirler. Zekât görevlerini yerine getirip ırzlarını korurlar. Emanete riâyet eder, sözlerinde dururlar. Namazlarını titizlikle muhafaza ederek ısrarla sürdürürler. İşte bunlar Firdevs cennetlerine vâris olacaklardır.[50]

23- Onlar, Allah’a şirk koşmazlar. Anne ve babalarına ihsanda bulunup iyilikle davranırlar, meşru isteklerine itaat eder, “öf” bile demezler, asla ve hiçbir sebeple onları azarlamazlar.[51]

24- Onlar, ölçüyü tartıyı tam yapar, yetimlerin hakkını korur, birbirinin mallarını haksızlıkla yemez, faizden, cimrilik ve israftan kaçınırlar. Allah’ın haram kıldığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Allah’ın ahdine vefa gösterir ve adil şahidlik yaparlar.[52] “(Onlar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.”[53]

25- Onlar Rablerine tevekkül edip büyük günahlardan kaçınır, öfkelendiklerinde bağışlarlar. İşlerini aralarında şûrâ ile yürütürler, istişare ile karar verirler. Haklarına tecavüz olduğunda birlikte karşı koyarlar.[54]

 

İmanın Gerektirdikleri

İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mükâfat sağlar. Hiçbir hayalin ulaşamayacağı güzellikler yurdu cennet bedava değildir. Kur’an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker.

“İnsanlar, sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Andolsun, Biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.”[55]

“Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele”[56]

“(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?!’  dediler. Biliniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.”[57]

Kâmil iman sahibi mükemmel mü’minin bir özelliği de kınayanların kınamasına ve haksız eleştirilere aldırmamaktır ki, Kur’an, bunu şöyle ifâde eder:

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.”[58]

“Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’  dekilerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘hasbünallahu ve ni’me’l vekîl’, yani, ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’  dediler.”[59]

Gerçek mü’minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir.[60] Mü’minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü’minler olacaktır.[61] Mü’min erkekler ve mü’mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır.[62] Mü’minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir.[63] İmanda ortak olmayan, mü’min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dâhil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir, ama gönül dostu olarak benimsenemezler.[64] Kur’an, böylece kan bağlarından ayrı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir.  

Hayatın anlamı ve insanın mahlûkat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır.

İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.

Akıl imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilâhlaştırılması, İşte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana  “yoldaş”  değil de;  “rakip”  olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.

İman şereftir. Bugün müslümanın en büyük sorunu kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezâhürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir.

Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir. Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rızâ ve küfre gıpta etmenin ardından küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir?  Başka değil, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...

 

İman ve İslâm

“Taşralılar (bedeviler)  ‘iman ettik’  dediler. De ki:  ‘Siz iman etmediniz, fakat  ‘İslâm olduk’  deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.”[65] Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lakin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk”  ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhârî ve Müslim dâhil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: Sâd b. Ebi Vakkas’tan: “Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’  Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim!” Sâd üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sâd, kuşkusuz ben bir adama ondan daha çok sevdiklerin dururken yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.”[66] Hadisin devamında Zührî’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”

İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”[67] Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.”[68] Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lâkin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine bina edildi: Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, hac ve Ramazan orucu.”[69] Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekât, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler.  Geriye  bir  madde  kalıyor ki, o da  kelime-i şehâdette  ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehâdet olmadan ne namaz ve zekât, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zâhirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehâdet etmek” şart koşulmaktadır. Şehâdet etmek ise, sözle yapılan zâhirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.

O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrâil, Allah’ın Rasûlü’ne bir  “iman nedir?”  bir de  “İslâm nedir?”  diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara, Rasullere, âhirete ve kadere iman etmek”[70] olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda “namaz, zekât, oruç ve haccı” zikretmiştir.[71]

İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni  “iman”la değil;  “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”[72] Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir?” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır?’  Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, İşte en güzel İslâm budur.”[73]

İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz mânâsından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, rûhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezâhürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezâhürüdür.

Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul  değildir. Hucurat sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir.

Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden  “İslâm olmak”  kendi içerisinde iki kısımda mütâlea edilir:

1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen mânâda münâfık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş ve iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.”[74]

2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münâfıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münâfıklar gibi) münâfık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münâfıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki inandılar, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.”[75]

Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “iman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikati”  denilir; “İslâm’ın hakikati” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatin hükmü de odur. Hakikatsiz şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşrûiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.

İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehâdet, dilin amelidir) maddelerdir.

Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; imanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icmâ etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mânâ olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.”[76]

Kuru bir “iman ettim” sözü elbette yeterli değildir. imanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi “ben, Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhit olarak, bütün benliğimle Allah’a bağlanıyorum. O’nun otoritesine giriyorum.” demiş olur. Sonra da O’nun otoritesini hiçe sayıp, hevâ ve hevesleri doğrultusunda hayatını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah’ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.

İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur.

“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: ‘Allah’a ve âhiret gününe iman ettik’  derler; Hâlbuki onlar, mü’min değillerdir.”[77]

“Allah’a ve Peygamber’e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü’min değillerdir.”[78]

“Ey iman edenler, Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’  diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.”[79]

Görüldüğü gibi âyet, Allah’a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. “Ey iman edenler, Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak O’na teslim olmuş olarak can verin.”[80] İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: “İnsanlar, ‘iman ettik’ demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Hâlbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.”[81]

Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.”[82]

İmanın amellerle tezâhürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir.  “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasûlünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması lâzımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle isbâtı lâzımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasûlünü sevmek demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebliğâtına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”[83] İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, Rasûlü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır.

Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasûlü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.”[84];“Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[85]

İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü’ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah’ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesâdı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah’a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâle ittiba etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın rûhu ve ameli olarak ortaya çıkar. “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.”[86]

İman, meyvesiz, kurumuş, çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah’tan korkup Allah’ın murâkabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah’ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrâk eder ve O’ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. “Allah’ın gönderdiği risâleti tebliğ edenler, O’ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, İşte bu, Allah’ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.”[87]

İmanın varlığının en güzel isbâtı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz,  en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah’a bağlanıp, araya aracılar koymadan, doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah’a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü’minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır.

"Aralarında hükmetmek üzere, Allah’ın Rasûlü’ne dâvet olundukları zaman, mü’minlerin sözü ancak, ‘dinledik ve itaat ettik’ demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[88]

“Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü’min erkek ve mü’mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.”[89]

“Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[90]

Görüldüğü gibi, mü’min erkek ve mü’mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi hevâ ve hevesine göre hareket edemezler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmek zorundadırlar. Allah’a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah’a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü’nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, sapıklıktır.   

İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan vasıtalardır. Sâlih amel ve güzel ahlâkla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp manen geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; sâlih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı da unutulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur.” sözü meşhur olmuştur.

 

İman ve Amel

Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve sâlih amelin birlikte kullanıldığına şâhit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinaye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.”[91] Bu âyetteki iman’dan kasıt  “namaz”dır.

Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir?’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi?’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi?’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.”[92] Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.”[93] Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehâdeti elde eder. Eğer ümmetime lâzım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.”[94] Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.”[95]

Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.”[96] Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâ’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.”[97] Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.

İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir?” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna  “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz?” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.”[98]

İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbâtı, vahyin hayata dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akîde, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.

 Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.”[99];“Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.”[100]

Konumuzun eksenini teşkil eden  “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nâfile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayatî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezâya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezâsına, ikinci durumda da âsîlerin cezâsına.

Bu noktada İmam Ebû Hanife’nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlâsı farz kılmıştır. “Ey insanlar, Rabbinizden korkun.”[101] âyetinde “Ey mü’minler Allah’a itaat edin!”, “Ey kâfirler Allah’a iman edin!”, “Ey münâfıklar, ihlâslı ve samimi olun!” anlamı vardır.[102] İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.

İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü’minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlâk, adâlet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; imanın hâkim olmadığı toplumda ise rezâlet, nefret, sefâlet, sefâhat, atâlet, ihânet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan  “insan”  adlı muazzam silâhın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin ‘kaza’ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dâhildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir.[103]

İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; iman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır.“Azâbımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.”[104] Fir’avn bile boğulma anında iken iman etmiştir (İngiltere Brıtısh Museum’daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir). Ölüm üzere iken azâbın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ; bir kimse Allah’ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur’ân-ı Kerim’e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü’min olamaz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’den olduğu sâbit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, “efendim çoğuna inanıyor ya?” diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur’an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef’âl-i küfür) bilinmelidir. Mü’minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden “ben bunu bilmiyorum. Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir” demelidirler.    

Rabbimiz, Heva ve Zanna Uyan Cahillerden Olmamayı, Vahiyle Bildirdiği İlme Göre İman ve Amel Etmeyi Emretmiştir

Zümer Sûresi 8 ve 9. âyetlerde, biri kendisine bir musibet geldiğinde sadece Allah'a yönelip O’na yalvaran, başka zamanlarda O'nun dışındaki kimselere kulluk yapan kimseler, diğeri her durumda Allah'a yönelen ve sadece O’na secde, itaat/ibadet eden kimseler olmak üzere iki tip insan arasında bir mukayese yapılmaktadır. Allah Teâlâ, birinci grubu, dünyevi bakımından okumuş bilgili kimseler olsalar da cahil; ikincileri ise, okuma yazma bilmeseler de âlim olarak nitelemektedir. İkinciler âlimdirler, zira asıl ilim, hakikatin ilmidir ve bu ilme göre amel etmektir. İnsanın kurtuluşu buna bağlıdır. “…De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler."[105] Sanki şöyle denmek isteniyor "Bu iki grubun eşit olması mümkün mü?" Temiz akıl ve temiz fıtrat sahibi olup vahyin mesajını bilen ve ona tâbi olan kimseyle, aklını ve fıtratını kirletip heva ve zanna uyan cahil kimse aynı olabilir mi? Bu insanların dünyada bir araya gelmeleri nasıl mümkün değilse, âhirette de bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır.[106] Kur’an, ilmi ve ilim adamını övmüştür; tüm insanlardan ilmin adamları olmalarını istemiştir. “Bil” (i’lem) veya “bilin” (i’lemû) şeklindeki emir kipleri hep bununla ilgilidir. İlim ve ondan türemiş terimler Kur’an’da 865 defa geçmiştir. Kuşku yok ki, bu, Kur’an’ın ‘ilm’e verdiği önemin bir göstergesidir. Üstelik bu sayıya, ilimle yakınlığı olan, ma’rifet, hudâ, akıl, fikir, tedebbür, tezekkür vb. terimler dâhil değildir.[107]

Allah (c), Rasûlünü ve onun yolundan giden mü’minleri şöyle uyarmaktadır: “… Sana gelen bu ilimden sonra eğer sen onların heva ve heveslerine uyarsan, Allah tarafından senin için ne bir dost vardır, ne de bir koruyucu.”[108] Rabbimiz, vahiyle gelen ilme tâbi olmamızı, heva ve zanna uymaktan sakınmamızı emretmektedir. Kur’an’da yer alan ilme göre bir iman ve hayat tarzı sahibi olmamızı istemektedir. Vahyin getirdiği ilimle teçhiz olup ona uygun hayat yaşamayanların, bilgileri hevâ ve zanna, hayat tarzları ise cahiliyeye dayanır. “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir.”[109]

İşte Rabbimizin cehaletten kurtulup hidayete ulaşmak için hakkıyla okunmasını ve buradan elde edilecek ilme uygun bir iman ve hayat tarzına sahip olunmasını istediği Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin vasıfları ve iman etmenin temel şartları ve gerekleri ifade edilir. "Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Tümü, Allah'a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. ‘O'nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sanadır’ dediler.”[110]   

Bu âyete göre; Rasûlullah (s), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, Rabbinden gelene öncelikle kendisi inandı, sonra da onun ümmeti olan mü’minler iman ettiler. Dâvetçinin, başkalarını vahyin mesajına çağırmadan bu tebliğ edeceği mesaja önce kendisinin köklü bir biçimde iman etmesi lâzımdır.[111] Aksi takdirde o mesaj muallakta kalacak, o dâvet icâbet görmeyecektir. “Doğruyu getiren ve doğrulayanlara gelince; işte onlar muttaki (takva sahibi) olanlardır.[112] Rasûl tüm insanlara seslenerek Rabbine, kendi elçiliğine ve kendisinin de iman ettiği Allah’a ve Kitabına iman etmeye ve hidayete çağırır. “De ki: "Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi (peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O'nundur. O'ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve ümmi peygamber olan elçisine iman edin. O da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki hidayete ermiş olursunuz.”[113]

Onların hepsi, önce Rasûl ve sonra davete icabet eden mü’minler Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına, Rasûllerine, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyin"[114] benzeri emirlere uyarak biz Allah'ın Rasûllerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz dediler. Dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Affını niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ölüm, âhiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin bağışlamanı diliyoruz.[115] 

Aynı iman esasları, Bakara Suresinin 177. âyetinde de yer almaktadır: “Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.”

Bu âyet tüm insanlığa diyor ki; ibâdetlerin dış formla­rına önem vermenizin fazla bir değeri yoktur. Namazda yüzünüzü şekil olarak doğuya ya da batıya döndürmeniz gerçek iman değil­dir, gerçek birr ve iyilik değildir. Yâni ruhsuz bir biçimde, sadece şekil olarak bazı dini formalite ve törenleri icra ederek dindarlık gösterisinde bulunma­nız gerçek iman ve gerçek takva değildir. Gerçek iman, birtakım ha­reketleri yapmak, şuraya ya da buraya dönmek, Kâbe’ye ya da Mescid-i Aksa’ya yönelmek, yahut da içi boş şeklî bir namazla yatıp kalk­mak değildir. “Ama iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman edip…” ondan sonra da bu iman iddiasını ispat için harekete geçerek gereğini yapmaktır. Bu imanın gereği, hayatın bütün alanlarında, iman ettiği Allah’ın, iman ettiği melekleriyle, iman ettiği Rasûlüne indirdiği iman ettiği Kitabın hükümlerine uymak, tam bir teslimiyetle Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmektir.

 

İnsanlar Niçin İman Eder? İmanın Sebep ve Sonuçları

İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmaktır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbî olmak ve azgınlaşıp kendini Allah’a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat, doğru bir şekilde iman edip, Allah’ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. “Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.”[116];“İman edenlere ve doğru hareket edenlere müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır.”[117]

 İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayat sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: “Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gib, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.”[118]

 Müjdeler, mü’minler içindir.[119] Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir.[120] Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz.[121] Onlara yardımcı olmak Allah’ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. “Mü’minlere yardım etmek, bize haktır (bize düşen görevdir).”[122] Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir.[123] Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır.[124] Allah’ın lütuf ve bağışı mü’minler içindir.[125] Mü’min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü’mini kasten öldüren, ebedîyyen cehennemde kalır.[126]“Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.”[127]

 

İmanla İlgili Sünnetullah (Allah’ın Değişmez Yasaları)

"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.”[128] Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah’la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.

“Ve mü’minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.”[129] Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü’minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü’minlerindir. Mü’minler, imanın hakikatinı yüreğinde yaşatan, sonra Allah’ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla imanı dışa akseden insanlardır. Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü’minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatinda meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak imandan ve imanın lüzum ve gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatinde meydana gelen gedik ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü’minlere hak olarak döner.[130]

“Andolsun Tevrat’tan sonra Zebûr’da da: ‘Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak’ diye yazmıştık.”[131]

“Kim mü’min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve biz (onun çalışmasını) yazanlarız.”[132]

“Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezâlanır; ama kadın ve erkekten kim mü’min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.”[133]

“Erkek ve kadından her kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayatla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.”[134]

Mü’min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayatı ona kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü’min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayat, birçok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi’nan), iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr), mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah’tır. İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayatta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah’a bağlanma ve O’nun gözetimine, himayesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayattaki izleri vardır. Mü’min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevâbını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevâbının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını va’detmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbimizın hazineleri, sevâbı ne büyüktür!   

 

İman ve İnkâr Yönünden İnsanlar

İman ve inkâr yönünden insanlar 3’e ayrılır:

  1.  Mü’min: Allah Teâlânın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik, dili ile de tasdik ettiğini (ikrar) söyleyen kimseye Mü’min denir.
  2.  Kâfir: Allah Teâlâ’nın peygamber aracılığı ile göndermiş olduğu haber ve hükümleri kalbi ile tasdik etmeyip, dili ile de tasdik/ikrar etmediğini söyleyen kimseye Kâfir denir.
  3.  Münâfık: İman esaslarına kalbi ile inanmadığı halde, dili ile inandığını söyleyen kimseye Münâfık denir. Bu insanlar, içten kâfir ama dıştan müslüman görünürler.

 İmanın Sahih (Geçerli) Olmasının Şartları

  1.  İnanılması gereken esasların hepsini ya da bir kısmını inkâr olmamalı.
  2.  Dinî hükümlerden herhangi birisini beğenmemek veya hafife almak olmamalı.
  3.  İman, ümitsizlik halinde olmamalı. Önceden iman etmemiş olan kimsenin ölüm korkusu ile iman etmesinin hiçbir faydası olmayacaktır. Mûsâ’yı (a.s.) öldürmek için giden Firavun, boğulacağını anlayınca iman etti, ama kabul edilmedi.

 

 İmanı Bozan Haller

 İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, doğru ve tam olmasını sürdürmesi gerekir. Kur’an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:

a) Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurâfeler, Allah’tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah’ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar Allah’ın çizdiği sınırları aşan, sapmış ve azmış kimselerdir. Bunlar, Allah’ın Kitabında olmayan ve Kitab’a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah’ın kanunları gibi sunarlar. Câhil kimseler de bunlara aldanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. “Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için ‘bunlar, Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır’ diyorlar. İşte bunlar, Allah’ın lânetledikleridir. Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.”[135];“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.”[136]

b) Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok eden ve ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır. “Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki ‘eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun.”[137]; “Allah, kendisine şirk (ortak) koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah’a şirk koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”[138]

c) Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü’minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü’minlerin sahibi ve yöneticisidir. Mü’min, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur.

“Allah, mü’minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.”[139]

“Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.”[140]

“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz?”[141]

 

Bâtıla İman

Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur.

"De ki:  Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır."[142]

"Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır."[143]

"Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler."[144]

 Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir.[145] Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. "Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek/egemenlik, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil!"[146]

Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. "İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır."[147] Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır.[148]

Ey İman Edenler, İman Edin!

"Ey iman edenler iman edin!" İmanın hakkını verin, nasıl iman edilmesi gerekiyorsa öyle iman edin. Sadece sözde değil; özde de, davranışta da teslimiyet gösterin. Bütün organlarınıza iman ettirip onları Allah'a teslim olan müslüman yapın. İmanınızı itaatle ispatlayın. Mü'minlerin geçirileceği sınavlara hazır olun. Ve imanda sebat edin. "Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde, hakkıyla, nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin."[149]

Müslüman olarak ölmek istiyorsak, yeniden müslümanlaşmak ve müslümanca yaşamak zorundayız.

“Ey iman edenler, iman edin...”[150]

Yani, ey pazarlıklı iman edenler, yüzdelikli iman edenler, yarım yamalak iman edenler! Pazarlıksız, yüzde yüz, adam gibi iman edin.

Ey, biraz müslüman, biraz lâik olmak için Allah’la pazarlık edenler!

Ey, göklerin hâkimiyetini Allah’a, yeryüzünün hâkimiyetini tâğutlara verenler!

Ey, Allah’ıma da inanırım, falcıma ve burcuma da diyenler!

Ey, Allah’a da kul olurum, devlete de diyen, Kemalist düzeni ve kutsallarını savunanlar!

Ey, Allah rızası için yaptığını söyleyip, karşılığının tümünü kullardan bekleyenler!

Ey, Allah yolunda çektiği eziyet ve belâların faturasını Allah’a çıkarıp Rabbine şantaj yapanlar!

Ey, ölünceye kadar isyan içinde yaşayıp sonunda vereceği “sus payı” (iskat) ile kurtulacağını sananlar!

Ey, mücadelesinde başarıya ulaşamayınca işi tam yahudiler gibi Allah’a kahredemediği için dâvâsına kahredenler!

Önce muvahhit iken, sonra her şeye musait, daha sonra da “musa”sız musait haline gelen, tevhidi terk edip demokrasiyi tercih edenler!

Bu tavırlarınız hep birer yahudileşme alâmetidir. Yahudileşmeyin; imanda pazarlık olmaz. İman etmek, gök oluğunun altına başı tutmaktır. O oluktan ne akarsa kabul etmektir. İman etmek, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır, tıpkı Hz. İbrahim gibi: “Rabbi, kendisine ‘teslim ol!’ dediğinde, dedi: ‘teslim oldum âlemlerin Rabbine!”[151]

Batılı bâtılın şoförlüğünde helâke doğru son sürat sürülen dünya arabasının tek kurtuluş şansı vardır. Tüm birikimlerini harcayan, bütün umutlarını yitiren çağdaş insanın tek umudu kalmıştır. O da müslümanların müslümanlaşması. Müslüman gibi inanıp müslümanca yaşayan müslüman göremediği, o boy aynasında boyunun ölçüsünü alıp kendine bakamadığı için insanlık, kendi yanlışlarının farkına varamamaktadır.

 

 SORULAR

  1. İmanın sözlük ve terim anlamını açıklayınız.
  2. İmanın derecelerini açıklayınız.
  3. İmanın erkânını/esaslarını sayınız.
  4. İmanın sahih (kabul) olmasının şartlarını açıklayınız.
  5. İmanı, hangi hallerin bozacağını, güncel tavır ve sözlerle bağlantı kurarak açıklayınız.
  6. İman ve İslâm kavramlarının benzer ve farklı yönlerini açıklayınız.
  7. İmanın gerektirdiği hususları ve iman-amel ilişkisini izah ediniz.
  8. İmanın sebep ve sonuçlarını, insanın niçin iman etme gereği duyduğunu belirtiniz
  9. İmanla ilgili sünnetullah’ı/Allah’ın değişmez yasalarını maddeler halinde sayarak açıklayınız.
  10. İman ve inkâr yönünden insanlar kaça ayrılır? Bu gruplar hakkında bilgi vererek açıklayınız.
  11. Kelime-i Tevhidi kalb ile tasdik etmediği halde, yalnız diliyle söyleyen kimseye ne denir?

         a) Müslüman b) Fâsık                     c) Müşrik                    d) Münâfık

     12- Allah’ın, peygamberleri aracılığıyla göndermiş olduğu İslâm dinini kabul eden, bunu amelleri ile göstermeye çalışan kimseye ne denir?

         a) Müslüman b) Fâsık                     c) Müşrik                    d) Münâfık

 

[1] 7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...

[2] 26/Şuarâ, 193

[3] Bak. 33/Ahzâb, 72

[4] 2/Bakara, 165

[5] 2/Bakara, 41

[6] 3/Âl-i İmran, 179

[7] 4/Nisâ, 136

[8] 2/Bakara, 177

[9] 2/Bakara, 286

[10] 2/Bakara, 41

[11] 3/Âl-i İmran, 179

[12] 4/Nisâ, 136

[13] 2/Bakara, 177

[14] Bak. 2/Bakara, 256

[15] Bak. 8/Enfâl, 55

[16] Bak. 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 1, 31; 10/Yûnus,   99; Yusuf, 16, 103

[17] Bak. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68

[18] 9/Tevbe, 124

[19] 3/Âl-i İmran, 173

[20] 33/Ahzâb, 22

[21] 8/Enfâl, 2

[22] 74/Müddessir, 31

[23] 47/Muhammed, 17

[24] 4/Nisâ, 46

[25] 2/Bakara, 85

[26] Fatiha, 1/1-7; Nisa,4/36; Furkan, 25/68.

[27] Hac, 22/24.

[28] Lukman, 31/4-5.

[29] Bakara, 2/157.

[30] Tevbe, 9/71.

[31] Rad, 13/28; Bakara, 2/121; Maide, 5/50; Bakara, 2/128.

[32] Enfal, 8/2-3; Bakara, 2/43; Zümer, 39/18, Fussilet, 41/33.

[33] Âl-i İmran, 3/191; Nur, 24/37; Ankebut, 29/45; Haşir, 59/19.

[34] Furkan, 25/63, 72; Ahzab, 33/35.

[35] Tevbe, 9/51; Ahzab, 33/48; Tegabun, 64/11; Hadid, 57/22.

[36] Âl-i İmran, 3/102; Yasin, 36/11; Tegabun, 64/15-16; Bakara, 2/172; İbrahim, 14/7; Maide, 5/49.

[37] Nisa, 4/74; Â’raf, 7/31-32;

[38] Maide, 5/55; Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/23, Âl-i İmran, 3/28; Nisa, 4/139.

[39] Maide, 5/54; Bakara, 2/14-15

[40] Asr, 103/3; Nahl, 16/125; Müzzemmil, 73/10; Şuara, 26/214; Âl-i İmran, 3/134; Â’raf, 7/199; Şura, 42/43.

[41] Ankebut, 29/2-3; Bakara, 2/155-156, 214; Âl-i İmran, 3/142, 195; Muhammed, 47/31.

[42] Maide, 5/35; Vakıa, 56/10-11.

[43] Tevbe, 9/11; Âl-i İmran, 3/169, 173; Nisa, 75-76; Tevbe, 9/20.

[44] Bakara, 2/212.

[45] Âl-i İmran, 3/110-111, 120; İbrahim, 14/46; Enfal, 8/30; Hac, 22/38; Maide, 5/105; Nahl, 16/99.

[46] Nur, 24/ 51-52; Şuar#f, 26/227; Ahzab, 33/35.

[47] Nisa, 4/58-59.

[48] Ahzab, 33/36; Nisa, 4/65.

[49] Âl-i İmran, 3/102-104, 110; Tevbe, 9/71, 112; Tevbe

[50] Mü’minun, 23/1-11; Nahl, 16/91, Rad, 13/20.

[51] İsra, 17/23; En’am, 5/151; Nisa, 4/36; Ahkâf, 46/15; lukman, 31/14-15; Ankebut, 29/8.

[52] Bakara, 2/188, 275-279; A’raf, 7/31; Nisa, 4/2, 135; En’am, 6/152; Furkan, 25/67-68.

[53] Furkan, 25/72.

[54] Şûrâ, 42/36-39; Mehmet Pamak, İman ve İslâm

[55] 29/Ankebût, 2

[56] 2/Bakara, 155

[57] 2/Bakara, 214

[58] 5/Mâide, 54

[59] 3/Âl-i İmran, 173

[60] Bak. 103/Asr sûresi

[61] Bak. 3/Âl-i İmran, 28

[62] Bak. 9/Tevbe, 71

[63] Bak. 49/Hucurât, 10

[64] Bak. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22

[65] 49/Hucurât, 14

[66] Buhârî, İman 27

[67] 33/Ahzâb, 35

[68] Ahmed bin Hanbel, Müsned

[69] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 19-21

[70] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1, Ebû Dâvud, Sünnet, hadis no: 4695; Tirmizî İman 27-38

[71] Buhârî, İman 47, 48; Müslim, İman 1

[72] Buhârî, İman 10

[73] Ebû Davûd, Edeb, hadis no: 5194; Buhârî, İman 6, 20

[74] 49/Hucurât, 14

[75] 4/Nisâ, 137

[76] Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221; İman Risalesi, M. İslâmoğlu, Denge Y., s. 302-308

[77]2/Bakara, 8

[78] 24/Nûr, 47

[79] 8/Enfâl, 20-22

[80] 3/Âl-i İmran, 102

[81] 29/Ankebût, 2-3

[82] 49/Hucurât, 7

[83] 9/Tevbe, 24

[84] Buhârî, İman 14; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10; Nesâî, İman 2

[85] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67-68; Tirmizî, İman 10

[86] 49/Hucurât, 15

[87] 33/Ahzâb, 39

[88] 24/Nûr, 51-52

[89] 33/Ahzâb, 36

[90] 4/Nisâ, 65

[91] 2/Bakara, 143

[92] Buhârî, İman 26

[93] Buhârî, İman 14

[94] Buhârî, İman 37

[95] Buhârî, İman 24

[96] et-Tâc, c. 5, s. 78

[97] Buhârî, Mezâlim 24; Müslim, İman 58

[98] Buhârî, İman 53

[99] 32/Secde, 15

[100] 24/Nûr,  62

[101] 22/Hacc, 1

[102] Vasıyet, İmam Azam’ın Beş Eseri, s. 75

[103] İman Risalesi, M. İslâmoğlu, Denge Y., s. 311-313, 346-348

[104] 40/Mü’min, 85

[105] Zümer, 39/9.

[106] Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an Tefsiri.

[107] Prof. Celaleddin Vatandaş, “Hz. Peygamberin (sav) hayatı ve İslâm Daveti” “Zandan İlme- Kuşkudan Güvene”.

[108] Rad, 13/37.

[109] Yunus, 10/36.

[110] Bakara, 2/285.

[111] Bakara, 2/44.

[112] Zümer, 39/33.

[113] ‘A’raf, 7/158.

[114] Bakara, 2/136: “Deyin ki: ‘Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz."

[115] Elmalılı M. Hamdi Yazır Tefsiri.

[116] 76/İnsan, 2-4

[117] 2/Bakara, 25

[118] 24/Nûr, 55

[119] 13/Ra’d, 29

[120] 58/Mücâdele, 22

[121] 16/Nahl, 99; 34/Sebe’, 20

[122] 30/Rûm, 47

[123] Bak. 9/Tevbe, 26; Feth, 4

[124] Bak. 3/Âl-i İmran, 139

[125] 3/Âl-i İmran, 152

[126] 4/Nisâ, 93

[127] 98/Beyyine, 7

[128] 3/Âl-i İmran, 139

[129] 4/Nisâ, 141

[130] Fî Zılâli’l Kur’an

[131] 21/Enbiyâ, 105

[132] 21/Enbiyâ, 94

[133] 40/Mü’min, 40

[134] 16/Nahl, 97

[135] 4/Nisâ, 51-52

[136] 4/Nisâ, 60

[137] 39/Zümer, 65

[138] 4/Nisâ, 48 ve 116

[139] 2/Bakara, 257

[140] 3/Âl-i İmran, 100

[141] 4/Nisâ, 144

[142] 29/Ankebut, 52

[143] 40/Mü'min, 12

[144] 12/Yûsuf, 106

[145] Bak. 2/Bakara, 256

[146] 12/Yûsuf, 40

[147] 6/En'âm, 82

[148] Bak. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217

[149] 3/Âl-i İmrân, 102

[150] 4/Nisâ, 136

[151] 2/Bakara, 131