LÛT (A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ

LÛT (A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ (1)

Çarşamba, 24 Şubat 2021 08:23

LÛT (A.S.) VE HOMOSEKSÜEL KAVMİ

Yazan

          L Û T   (A. S.)   V E   H O M O S E K S Ü E L   K A V M İ

                              

  • Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi
  • Tevrat’a Göre Hz. Lût
  • Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta
  • Lût Kavmi ve Altı Üstüne Getirilen Şehir
  • Livâta/Homoseksüellik
  • Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi
  • Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi
  • Lût Gölü
  • Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût
  • Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar
  • Lût Kavmi ve Günümüz
  • Tefsirlerden İktibaslar

               

Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?

Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan (azgın) bir kavimsiniz.

Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.

Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.

Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak günahkârların sonu nasıl oldu!” [1]

 

Lût (a.s.); Hayatı; Tevhid ve Ahlâk Mücâdelesi

Lût (a.s.), Kur'ân-ı Kerim'de geçen peygamberlerden biridir. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in kardeşi Hârân'ın oğludur. (İslâmî kaynaklarda soy kütüğü Tarah oğlu Hârân oğlu Lût şeklinde geçmektedir.) Lût (a.s.), İbrâhim (a.s.) ile birlikte Harran'dan Filistin'e göç etti. Burada kıtlık baş gösterince Lût ve İbrâhim (a.s.) beraberce Mısır'a gittiler. Bir süre sonra Mısır kralının verdiği mal ve sürüleri yanlarına alarak birlikte tekrar Filistin'e döndüler. Zamanla yerleştikleri bölge, sürülerini almaz oldu. Hz. Lût bunun üzerine, amcası İbrâhim’in (a.s.) bölgesinden ayrılıp Sedom şehrine yerleşti. Daha

sonra bu şehre peygamber olarak gönderildi. Sedomlular bozuk ahlâklı, kötü niyetli insanlar idi. Yol keserler, yolcuların elinde avucunda ne varsa alırlardı.

Sedom halkı dünyada daha önce kimsenin yapmadığı sapık işleri, ahlâksızlıkları yapıyor, eşcinsel davranışlarda bulunuyor, azgınlıkta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Hz. Lût, kavmini doğru yola dâvet ettiyse de aldırmadılar. Yaptıkları kötü işleri devam ettirdiler. Karısı da Lût’a (a.s.) inanmayanlardandı.

Hz. Lût, "âlemlerden hiç kimsenin sizden önce yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz, doğrusu çok aşırı giden bir milletsiniz" [2]; "Evet, siz câhil bir milletsiniz" [3]; "yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"[4] diyerek onları doğru yola dâvet etti, içinde bulundukları dalâlet ve cehâletten kurtarmaya çalıştı.

Hz. Lût'un yaptığı ikazlara aldırmayan Lût kavmi de peygamberi yalanladı. Kardeşleri Lût onlara; "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz azmış bir milletsiniz!" dedi.[5] Bunun üzerine kavmi de ona cevâben. "Ey Lût! Bu sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacaksın!" [6]; “Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir!” [7] diyerek Hz. Lût ve kendisine inananlarla alay ettiler ve şehirden çıkarmak istediler.[8] Lût Peygamber, kavminin azgınlıklarına karşı Allah'tan yardım istedi: "Rabbim şu bozguncu kavme karşı bana yardım et" [9]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar" [10] diye duâ etti.

Bunun üzerine Allah Teâlâ, Hz. Lût'un öğütlerine ve dâvetine uymayan kavmini yok etmek üzere "elçiler" (melekler) görevlendirdi. Melekler, önce Hz. İbrâhim’e (a.s.) uğradılar ve orada Hz. Lût'un kavmini cezâlandırmak üzere geldiklerini söylediler. "Biz şüphesiz suçlu bir millete gönderildik. Lût'un ailesi (Hz. Lût'a inananlar) bunun dışındadır. Karısı hâriç hepsini kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."[11]; "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü oranın halkı zâlim kimselerdir. İbrâhim: ‘Ama Lût oradadır’ dedi. Elçiler (melekler): ‘Biz orada olanları daha iyi biliriz, onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında âilesini kurtaracağız’ dediler." [12]

Melekler, Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan sonra Hz. Lût'un bulunduğu Sedom şehrine geldiler. Melekler gelince, Hz. Lût onları tanıyamadı. Melekler ona: "Biz sadece şüphe edip durdukları azâbı getirdik, sana gerçekle geldik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." [13] diyerek kendilerini tanıttılar. Melekler geldiğinde Hz. Lût çok sıkıldı. "Bu çetin bir gündür!" [14] dedi. Sıkılma sebebi, melekleri insan zannetmesi idi. Çünkü melekler genç ve yakışıklı erkekler sûretinde gelmişlerdi. Hz. Lût, kavminin yaptığı ahlâksız hareketleri ve kötü huylarını biliyordu. Korkusu bundandı. Misafirlerin geldiğini duyan "şehir halkı sevinerek geldiler." [15]

"Lût'un konukları olan melekleri elde etmeye (onlara tecâvüz etmeye) kalkıştılar." [16] "Hz. Lût onlara: ‘Bunlar benim konuklarımdır; onlara karşı beni rüsvay etmeyin. Allah'tan korkun, beni utandırmayın’ dedi." Misafirlere dokunulmaması için, “Ey kavmim, işte bunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir (size nikâhlayabilirim). Konuklarımın önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?’ dedi” [17]. Sedom halkı sapıklıktan başka bir şey düşünmüyordu. "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" [18] diyerek bunu reddettiler. Hz. Lût, bu defa: "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam" dedi.[19] Hz. Lût iyice sıkılmıştı. Bunun üzerine melekler; "Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler" [20] diyerek kimliklerini açıkladılar ve onu teselli ettiler.

Artık Allah Teâlâ'nın Lût kavmine takdir ettiği azâbın vakti gelmişti. Melekler, Hz. Lût’a: "Geceleyin bir ara, âilenle beraber yola çık. Karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına gelenler onun başına da gelecektir. Vâdeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?"[21]; "Bu kasaba halkının yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten elbette bir azap indireceğiz"[22] dediler. Sabahleyin Sedom müthiş bir zelzele ile sarsıldı. Halkın üzerine kime isâbet edeceği yazılı taşlar yağdırıldı. Böylece ahlâksızlıklarının cezâsını görmüş oldular. [23]

Bundan sonrası da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:

“Buyurduğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar zâlimlerden hiç bir zaman uzak olmayacaktır.” [24]

“Tanyeri ağarırken çığlık onları yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik; üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [25]

“Bunun üzerine onu (Lût'u) ve âilesini kurtardık. Yalnız karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanların üzerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin (azap) yağmuru ne kötü idi!” [26]

“Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. Azâbımı ve uyarılarımı dinlememenin sonucunu tadın!’ dedik.” [27]

Görüldüğü gibi, Lût'un kıssasındaki en büyük özellik onun eşcinsellikle yaptığı mücâdeledir. Eşcinsellik İslâm'da en büyük günahlar arasındadır. Eşcinselliğe livâta denmesi, bu çirkin fiili ilk olarak bu kavmin işlemesinden dolayıdır. Yine görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerim, bu iğrenç fiili yapanları kınamakta ve fâillerinin dünya ve âhirette büyük azap göreceklerini ifâde etmektedir. [28]

Bazıları Lût kavminin yaptığı çirkin fiil olan homoseksüelliğe “Lûtîlik” demektedirler. Bu ifâde, maalesef bazı tefsir ve meallere bile girmiş, genel kabul görmüştür. Hâlbuki Lûtîlik, Lût’a (a.s.) âit olan, onun yaptığı şey anlamına gelir. Dolayısıyla bu pis işle en büyük mücâdeleyi veren bir peygambere, farkında ve bilincinde olunmasa da büyük bir iftirâ atılmış olunur. Bir müslüman bu fiile kesinlikle lûtîlik dememeli, Lût kavmine nisbetle livâta veya homoseksüellik, eşcinsellik, oğlancılık gibi ifâdeleri tercih etmelidir.    

Lût’un (a.s.) kavminin yaşadığı ve sonra helâk oldukları topraklar Kur'ân-ı Kerim’de alt-üst olan memleket mânâsına gelen ''El-mü'tefikât'' şeklinde zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lût Gölü adıyla anılmaktadır. Yahûdi kaynaklarında ise bu belde (Sodom) ismiyle geçmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de İbrâhim (a.s.) anlatılırken, Hz. İb­râhim'e iman edenlerden biri olarak Lût'un ismi geçer. "Bunun üzerine Lût ona inandı." [29] Bu âyetten Hz. İbrâhim ile Hz. Lût'un aynı kavimde ya­şadığı ve Lût'un Hz. İbrâhim'e tâbi olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Lût kavmini helâk için gelen meleklerin Hz. İb­râhim'e de uğraması her ikisinin de yakın coğrafyalarda rasullükle vazifeli olduklarını gösteriyor.

Kur’an, Lût’un (a.s.) yaşadığı yerin câhiliyye Arapları ta­rafından gerçekleştirilen ticaret kervanlarının yolu üze­rinde olduğunu şu ayette anlatır: "Siz sabah akşam, onlann yaşadıkları yerlerden geçmektesiniz. Düşünmeye­cek misiniz?" [30]; “O şehrin kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadır. Bunda iman edenler için ibret vardır.” [31]

Tevrat'ta Lût'un yaşadığı yerler olarak Sodom ve Gomorra kentlerinin isimleri verilir. Sodom ve Gomorra diye belirtilen yerler bugünkü Ürdün'ün sınırları içindedir.

Lût kavmi, şimdi Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda ya­şamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre Lût kavmi Ölü Deniz’e yakın yerlerde ya da tamamıyla suyun altında kalmış olan Sodom şehrinde yaşamlarını sürdürmekteydi. [32]

Hz. İbrâhim'in bunca yıl tevhid uğruna verdiği mücâ­delenin sonunda iman edenlerden sadece Lût’u (a.s.) gör­mekteyiz. Lût (a.s.) aynı zamanda İbrâhim’in (a.s.) yeğeni (kardeşinin oğlu) idi. Lût, İbrâhim (a.s.) ile birlikte Irak'tan çı­kıp, bir süre Suriye, Filistin ve Mısırda kalmıştı. Vaaz ve tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra hakka dâvetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince 'Lût kav­mi' ismiyle meşhur olan, en bozuk ahlâka sahip ve adâlet­sizliğin son haddine ulaşmış bir milletin ıslahına memur edildi. [33]

Lût (a.s.), âdeta İbrâhim’e (a.s.) yardımcı olmak için bu göreve getirilmişti. İbrâhim ile yeğeni Lût hicret ettikleri zaman Lût, Şam ve Ürdün civarına yerleştirildi. Kur'an'ın ifâdesine göre Lût'un mensup olduğu millet onu yalanla­yıp karşı çıktığı için o millete 'Mü'tefikât (yalancılar, altı üstüne getirilmiş toplum) adı verilmişti. Bu toplum öyle bir iş yapmaya kalkışmıştı ki beşeriyet tarihinde asla benzeri görülmemişti.

Tarihî süreç içerisinde her toplum çeşitli şekillerde ya­şam standartlarına sahip olmuş ve peygamberlerini yalan­lamaya kalkışmışlardı. Ama Lût kavminin sapıklığı ve kompleksi daha başkaydı. Bu azgın ka­vim, ilk defa yeryüzüne tüm toplum olarak eşcinsellik ve homoseksüellik ci­nâyetini getirmekteydi. Bu beyinsiz herifler, üstelik bu çir­kin fiili gizli-saklı da yapmıyorlardı. Alenen ve herkese açık bir şekilde icrâ etmekteydiler. Mevdûdi onla­rın bu çirkefliğini şöyle izah ediyor:

Aslında Lût kavminin yakalandığı illet, çok eski çağ­lardan beri insanlar arasında süregelmektedir. Homosek­süellik veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil, Lût kavminde çok yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yüceltilmiştir. Bu hususta bir eksiklik kalmışsa bunu da bugünkü Avru­pa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve geliş­miş olarak bilinen batı medeniyetsizliğinde olabildiğine yaygınlaşmıştır. Bunun yasallaşması için büyük çabalar harcandı.

Lût kavmi, toplantılarda birbirlerinden çekinmeyerek (utanmayarak) oralarını buralarını rahatlıkla açabiliyorlar­dı. Edep ve hayâ denen duygudan eser kalmamıştı (Tıpkı günümüzün medenî(!) toplumlarında olduğu gibi). Lût (a.s.) bu kavme “gelin bu çirkin davranışlardan vazgeçin, Allah'ı birleyin, müslaman olun. Yoksa Allah size yakın­da azâbını gönderir” dedi, onlar, “eğer doğru söylüyorsan, o dediğin azâbı getir de görelim!” diyorlardı.

Bu derece şehvetperesliğe mübtelâ olmuş bu azgın toplum, Lût (a.s.)'a gelen melekleri güzel delikanlı kılığında görerek onun evine hücum ederek evini kuşatmışlardı. [34] Bu derece vahşileşmiş, nasihat ve öğüt dinlemekten uzak ve peygamberlerini tekzib etmekte kararlı olan bu kavme artık hak edecekleri cezâyı vermenin zamanı gelmişti.  "Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberi inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl oldu?" [35]

Tarihî kalıntılara bakıldığında görülecektir ki Allah'a isyan bayrağını çeken ve defalarca elçiler ve vârisleri ta­rafından hatırlatıldığı halde zulüm ve isyankârlıklarına devam eden bir toplumu Yüce Allah topyekün helâk etmiştir. Allah'ın azâbı hiç bir zaman zâlimlerden ve müstekbirlerden uzak değildir, her an için onların başına yağabilir. [36]

Lût kavminin kıssası, bize fıtratın rayından çıkmasının onlara has bir örneğini göstermekte ve öteki kıssaların mihverini teşkil eden ulûhiyet ve tevhid meselesinden başka yeni bir meseleden bahsetmekte­dir. Gerçi, hakikatte söz konusu mesele, ulûhiyet ve tevhid konusundan uzak değildir. Zira tek Allah'a inanmak, O’nun nizam ve kanunla­rına teslim olmaya götürür. İlâhî âdet, beşeriyetin erkek ve kadından meydana gelmesini gerektirmiş, tek nefsi biribiriyle tamamlamak üze­re iki parçaya ayırmış, beşer cinsinin doğum yoluyla varlığını sürdürmesini dilemiş, doğumu da erkekle kadının birleşmesi sonucu vu­ku bulacak şekilde irâde eylemişti... İşte onları, bu irâde gereğince bir­leşmeye ve bu yoldan üremeye elverişli durumda yarattı. Rûhen ve be­denen birleşme yeteneğine bağladı.

Fakat Allah Teâlâ kadın ve erkeğin vücutlarını, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için gerekli olan tabîî fonksiyonu ye­rine gelirebilmelerine müsâit bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı bir yapıda yarattığı halde, Lût kavmi kadınları bırakarak şehvetle er­keklere yönelme gibi çirkin bir fiili işlemiş, bununla da kalmayarak bu tiksinti verici fiili ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkarmış ve bu iğrenç eyle­me yasal bir statü vermeyi başarmıştır. Oysa onların Allah'ın koydu­ğu İlâhî nizama uymaları ve gereğince amel etmeleri gerekirdi. Allah Teâlâ'nın koyduğu İlâhî nizamı anlamak ve gereğince amel etmek, Al­lah Teâlâ’ya, hikmetine, tedbir ve takdirindeki güzelliğe inanmaya bağlıdır. Bu noktadan hareket edilince Lût kavminin fıtratındaki sapık­lığın inanç buhrânından ileri geldiği görülür.

Demek oluyor ki Lût (a.s.) da kendinden önce geçen peygamberlerin izinden giderek öncelikle kavminin inanç noktasındaki sapıklıklarını düzeltmek, yani onları tevhid dinine dâvet etmek İçin çaba sarfetmiştir. Buna bağlı olarak da onları Allah'ın koyduğu prensiplere uymaya dâvet etmiştir. [37]

Kaynaklarda. Lût'un ya­şadığı yer ve çevresinin altının üstüne ge­tirilmesi sebebiyle "mü'tefikât” diye adlandırıldığı belirtilmektedir. [38] 

Şeyh Tantâvî, Dr. Ulbrapt'ın Sodom ve Gomorra kentlerinin bulun­duğu sanılan Ürdün Vâdisi ve Ölü Deniz kıyılarında yaptığı araştırmalar sonucunda kıssanın bütün ayrıntılarıyla doğruluğunu saptayan kanıtlar bulduğunu bir makaleye dayanarak yazmaktadır.

Tekvîn Kitâb'ı'nın 19/26'da Lût'un, belâ inecek olan kentten kurtul­mak için âile efrâdını çıkardığı, karısının ardına bakıp bir tuz direği haline geldiği yazılıdır. Bu makaleye göre: Dr. Ulbrapt'ın bulduğu, bundan dört bin yıl öncesine âit olan belgeler, o sıralarda bu bölgede bir medeniyetin bulunduğunu gösterir.

Tevrat'ın yazdığına göre beş kentin kralı, komşu ülke krallarıyla sa­vaşmak için sefere çıkar. Dört kral düşmanını yener; Sodom'da oturan Lût'un malını mülkünü elinden alır, adamlarını da öldürür. Olayı duyan Hz. İbrâhîm, 318 adamıyla Lût'a yardıma gelir. Saldırganları yenip Lût ailesini ve mallarını onlardan kurtarır. Bu rivayete göre Sodom ve Gomorra kralları, Sedim Çukurunda öldürülür ki burada çok kırmızı kuyu (krater) vardı. Bilindiği gibi kırmızı kuyular, fışkırmağa hazır kraterlerdi. [39]

Sanıyoruz ki gökten kükürt ve ateş yağdırılması, fışkıran lavların ve kükürtlü dumanların bu kentleri basıp örtmesine işarettir. 27/Neml, 58. âyette Lût kavminin, başlarına yağdırılan kötü bir yağmurla helâk edildikleri bildirilmektedir. 15/Hicr, 74. âyette Lût kavminin başına pişmiş çamurdan bir taş yağmuru yağdırıldığı anlatılmaktadır. Tekvîn: 13/8-12. âyetlerine göre Lût kavminin başına kükürt ve ateş yağdırılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in bu yağmuru, pişmiş taş yağmuru şeklinde nitelendirmesi, bu yağmurun yerden fışkırıp kentin üzerine düşen yanardağ lavları, kükürtlü dumanları olduğunu anımsatmaktadır. Çünkü ateş halinde düşen bu lavlar soğuyunca taş oluverir. [40]

 

Tevrat’a Göre Hz. Lût

Lût (a.s.) Tevrat’ta Terah’ın çocuklarından Haran’ın oğlu ve İbrâhim’in yeğeni olarak gösterilir. İslâm öncesi Arap toplumunda bilinmeyen lût kelimesinin İbrânîce veya Süryânîce olduğu ileri sürülmektedir. [41]

Haran Ur şehrinde öldükten sonra Terah, oğlu İbrâhim'i, gelini Sâre'yi ve torunu Lüt'u ala­rak Harran'a gelmiş. Terah Harran'da öl­dükten sonra Hz. İbrâhim yeğeniyle bir­likte Ken'ân diyarına gitmiştir.[42] Lût, İbrâhim'in Mısır yolcu­luğuna da katılmış,[43] Ölü­ Deniz (Lût gölü) yazmalarından Genesis Apocryphon'a göre Firavun'un görevli­lerine karşı İbrâhim'in sözcülüğünü yap­mış, pek çok mülk edinmiş ve orada ev­lenmiştir.[44] Mı­sır'dan tekrar Ken’ân diyarına dönen Hz. İbrâhim ile Lût'un çok miktarda koyun ve sığır sürüleri vardı. Buna karşılık bölgede az sayıda kuyu bulunduğu için adamları arasında tartışmalar çıkınca Lüt onlardan ayrılarak verimli Erden havzasına yönel­miş ve Sodom çevresinde (günümüzde Ölüdeniz'in güneyindeki Usdum tepesi ci­varında) çadırlarını kurmuştur. Erden havzasındaki Sodom Gomore (Gomorre = Gomerrhe). Adma, Tseboim ve Bela şehir­lerinin halkı Elam Kralı Kedorlaomer'e is­yan edip yenilince Lût da esir alınmış, an­cak yeğeniyle ilgisini kesmeyen İbrâhim tarafından kurtarılmıştır. [45]

Tevrat'a göre Sodom halkı Rabb'e karşı günahkârdır; orada her türlü ahlâksızlık, özellikle de cinsî sapıklık yaygındır.[46] Bunları cezâlandırmakla görevli me­lekler insan sûretine girip misafir olarak İbrâhim'e gelirler. Tanrı, Sodom ve Gomore'nin günahının çok ağır olduğunu ve helâk edileceklerini bildirir; İbrâhim ise oradaki iyi insanların hatırına bu kararın gerçekleşmemesi için yalvarınca kendisi­ne eğer on iyi kişi varsa oranın helâk edil­meyeceği vaad edilir, ancak on kişi bile bu­lunamaz. Akşam vakti Sodom'a varan iki melek, şehrin kapısında oturan Lût'un dâveti üzerine ona misafir olurlar. Halk evin çevresini sararak Lût’tan misafirle­rini kendilerine teslim etmesini ister. Lût ise her istenileni yapabileceğini, hatta kızlarını kendilerine teslim etmek sûre­tiyle fedâ edebileceğini, ancak misafirle­rini vermeyeceğini söyler. Halk Lût'u teh­dit ederek kapıyı kırmaya kalkışınca me­lekler müdâhale ederek Lût'u içeriye alır ve dışarıdakileri evin kapısını bulamaya­cak şekilde kör ederler.

Melekler Lüt'a şehri harap edecekleri­ni, aile fertlerini alıp burayı terk etmesini bildirirler. Lût ağır davranınca melekler karısını ve iki kızını şehrin dışına bırakır­lar; onlara arkalarına bakmadan dağa kaçmalarını tenbih ederler. Lût kısa sü­rede dağa varmanın zor olduğunu, ancak yakındaki küçük şehre ulaşabileceklerini söyler. Güneş doğarken Tsoar'a varırlar. Arkalarından Sodom ve Gomore'ye gök­lerden kükürt ve ateş yağdırılır. Şehirler, bütün havza ve oralarda yaşayanların hepsi, bitkilere varıncaya kadar helâk edi­lir. Lût'un karısı da meleklerin uyarısına rağmen kaçarken geriye baktığından bir tuz direği oluverir. [47] Tsoar'da kendini güvende hissetmeyen Lût iki kızıyla birlikte Ölü Deniz'in doğusundaki dağlara çekilir ve bir mağaraya sığınır. Tevrat'ta Lût (a.s.) ile ilgili çok ağır bazı iftiraların dışında [48] başka bilgi yoktur.

Hz. İbrâhim'den ayrıldıktan son­ra Lût, İsrâlloğullan tarihi için önemini yitirdiğinden onun ne kadar yaşadığı, ne­rede vefat ettiği bilinmemektedir. Bir ri­vâyete göre Lût'un kabri el-Halîl’in (Hebron) doğusunda Benî Naîm köyü yakının­dadır.[49] Kitâb-ı Mukaddes'teki Lût oğulları ifâdesi hem Moablılar'ı hem Ammoniler'i içine almaktadır. [50]

Yahûdi tarihçisi Josephus, Lût'un karı­sının tuz sütunu haline dönüşmüş olan kalıntısını gördüğünü söylemekte, Ro­malı Saint Clement ve Saint Irenee de bu sütunun kendi dönemlerinde mevcut ol­duğunu nakletmektedir. Tenkitçiler tara­fından gerçek dışı sayılan bu husus XVII. yüzyıldan itibaren çeşitli şekillerde açık­lanmaktadır. Bunlardan en mâkul görüne­ni, ısınan ve eriyen tuz yığınlarının içinde kalarak öldüğü için Lût'un karısının tuz sütunu şeklinde tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre fırtına çıktığında göl sahilleri tamamen köpük ve tuz tabakasıyla kap­lanmış, Sodom ve Gomore'nin helâkinde ise çok daha büyük tuz dalgaları, geride kalan kadını yakalayıp tuzla örtmüştür. Nitekim Ölü Deniz'in güneybatısında ta­mamıyla tuz kayasından ibaret Usdum denilen bir tepe bulunmakta, bu tepenin doğu tarafında 15 m. boyundaki bir tuz sütunu Lût'un karısı kabul edilmektedir.[51] Ayrıca kükürtlü Us­dum tepesi bölgesinde heykeli andıran çok sayıda tabîî şekil mevcuttur. [52]

Kitâb-ı Mukaddes dışı kaynakların ba­zısında Lût fazileti sebebiyle övülmekte ve Tekvîn'deki[53] sâlih sıfatının ona ait olduğu kabul edilmekteyse de yahûdi din âlimlerinin onun hakkındaki kanaat­leri pek müsbet değildir. Tevrat’ta olduğu gibi Tevrat dışı yahûdi dinî literatüründe de Lût ile ilgili

olarak İslâm'ın nübüvvet anlayışıyla bağdaşmayan pek çok iddia ve iftira yer almaktadır. Talmud'a göre Lût, Sodom'la birlikte helâk olmaktan ancak İbrâhim'in şefaatiyle kurtulmuştur; bu da Mısır'da eşi için “kız kardeşimdir” dedi­ğinde İbrâhim'in yalanını açığa çıkarma­masının bir mükâfatıdır. Onun asıl mükâ­fatı Mesih'in Moablı Rut ve Amonlu Naamah kanalıyla onun soyundan gelmesidir. Bu rivâyette Lût'un 142 yaşında ve­fat ettiği kaydedilmektedir. [54]

 

Muharref Tevrat’ta Hz. Lût’a Atılan Büyük İftirâ

Muharref Tevrat'a göre Hz. Lût iki kızıyla zinâ eder. Hz. Lût'un kızları, sarhoş babalarını ayartırlar. Çünkü babalarının tohumunu korumalarını istemektedirler. "Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağda oturdu, iki kızı onunla beraberdi;  çünkü Tsoarda oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır, bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur, gel babamıza şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla yatalım. O gece babalarına şarap içirdiler, büyük kızı girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu, ve onun adını Ben-ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır."[55] Hz. Lût'un, gayr-ı meşrû nesilleri mübarek kılınır, kutsallaştırılır. [56]

Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi; peygamberlerden olan, [57] diğer peygamberler gibi, onun da ismi zikredilerek âlemlere üstün kılındığı bildirilen[58] kendisine hüküm ve ilim verilen, sâlihlerden olan ve İlâhî rahmete kabul edilen[59] Hz. Lût’a (a.s.) atılan bu büyük iftirâ bile, başka hiçbir delil olmasa, kendi başına bugünkü Tevrat’ın tahrif edildiğine yeterli bir vesikadır.

 

Tasavvuf Edebiyatı ve Türk Edebiyatında Hz. Lût ve Livâta

Hz. Lût Türk edebiyatında şahsı, misafirlerini ağırla­ması, yapılan tehditlere aldırmadan so­nuna kadar onları himâye etmesi, karısı­nın kendisine ve misafirlerine karşı davranışı, hanımının misafirleri ihbar etme­si ve söz dinlememesi sebebiyle taş kesi­lerek cezâlandırılması, kavminin ahlâksız davranışları, onlara yaptığı nasihatler ve bu nasihatleri dinlemeyen kavminin cezâ­landırılması gibi konularda yoğunlaşmış kıssalar ve menkıbelerde daha çok dinî-didaktik eserlerde yer almış bir peygam­berdir.

Divan ve halk şairleri şiirlerinde Hz. Lût'tan ve onunla ilgili hususlardan bah­seden bazı beyitlere yer vermişlerdir. Yah­ya Bey'ın, "Lût kavmi ki edip cürm ü gü­nâh / Oldu günden güne gümrâh-ı tebâh" beyti bunlardandır. Âşık Tâlibî Kılıç'ın, "Lût'un kavmi çirkin işler işledi"; Ruhsatî’nin, "Cihan Lût kavmidir, çoğaldı şimdi"; Canımoğlu'nun "Lût kavmine ateş yağdı semâdan"; Cemal Hoca'nın "Lût'a bakın, ibret alın bu sözden" mısraları ahlâksızlı­ğın arttığını, bunların cezâlandırılacağını ihtar eden örneklerdir. Huzûri "Köyün dönsün kavm-i Lût'un gölüne" derken zulmedenlere bedduâ için Lût gölünü teş­bih yoluyla zikretmekte ve günümüzde daha çok Ölü Deniz adıyla anılan bu mev­kiin Türk-İslâm kültüründeki yaygın adını zikretmektedir. [60]

Kur'an'da Lût kavminin çirkin davranış­larının onları büyük bir felâkete sürükle­diği belirtilerek şiddetle kınanması, Hz. Peygamber'in hadislerinde livâta ve se­vicilik gibi çirkin fiilleri işleyen kimseler hakkında kullanılan ağır ifâdeler, İslâmî öğretide eşcinselliğin fıtrata ve insanlık onuruna aykırı bir davranış olduğunun ısrarla vurgulanması ve zinâya denk bir suç olarak görülüp cezâî müeyyidelerle önlenmeye çalışılması İslâm toplumların­da bu konuda ortak bir bilinç oluşturmuş, bu tür fiillerin toplumda yaygınlaşmasını önlemiş veya en alt düzeyde kalmasını sağlamıştır. Bununla birlikte bu çirkin fiilin tarihsel süreçte müslüman toplum­larda da eksik olmadığı, özellikle refahın artıp insanların lüks içinde yaşadığı dö­nemlerde ve çevrelerde belli ölçüde yay­gınlaşma eğilimi gösterdiği söylenebilir. İslâm tarihinde erkekler arasında eşcin­sel ilişkilerin ilk olarak Abbasîler dönemin­de yaygınlaştığı görülmektedir. Bu tür ilişkiler başta şiir olmak üzere çeşitli ede­bî türlerdeki eserlere de yansımış ve "li­vâta edebiyatı" olarak adlandırılabilecek bir tür meydana gelmiştir[61] Ahlâk dışı söz ve davranışlarıyla tanınan Kûfeli şair Vâlibe bin Hubâb ve öğrencisi Ebû Nüvâs'ın (ö. 198/813-?-) erkekler arası eşcinsel iliş­kilere dair şiirleri, Arap edebiyatında cin­sel temaları işleyen ve erkekler arasında­ki eşcinsel ilişkilere yer veren nesir türün­deki ilk eserlerden biri olan Câhiz'in (ö. 255/869) Mütâharetü'l-Cevân ve'l-Ğılmân'ı [62] bu türün ilk örnekleri arasında sayılabilir. İbn Hindu'nun Risâletü'l-Visâta Beyne'z-Zünât ve'l-Lâta[63] ve Tîfâşî'nin Nüzhetü'l-Elbâb fi mâ lâ Yûced fi’l-Kitâb[64] adlı kitapları da bu konulara temas eder. Diğer taraftan livâtanın haramlığına dâir telif edilen müstakil eser­ler arasında Âcurrî'nin Zemmü'1-Livât [65] ve İbnü'l-Mibred'in et-Teva’ud bi'i-Recm ve's-Siyât li-Fâlli'l-Livât[66] isimli kitapları zikredilebilir [67]

Divan Edebiyatına İslâmî Türk Edebiyatı diyenler, ya da ona bu gözle bakanlar, bir de edebiyatın genel konusuna, hemen her şiirde abartılı aşklar sunulan şuh sevgiliye, kadeh ve şaraba, bundan daha önemlisi baştan sona müstehcen tarzdaki türlere baksınlar: Bahnâmeler, Hûbânnâmeler, Zenânnâmeler, Hamamnâmeler, Dellâknâmeler, İşretnâmeler, Çenginâmeler, Nedim’in birçok şarkısı gibi bazı şiirler, nice gazeller… sadece müstehcen değil, aynı zamanda fuhuş edebiyatının en çirkin (bazılarına göre en güzel) örneklerindendir. Belki bilmeyenler vardır; Bâhnâme, cinsî münâsebetlerden bahseden eser demektir. Hem şiir tarzında ve hem de nesir tarzında olabilirler. Bu kitapların içinde şehvet verici yazılar ve resimler bulunabilirdi.[68] Zenânnâme: Kadınların güzelliklerini manzum tarzda anlatan divan edebiyatı nazım şeklidir. Bunların en meşhuru olan Enderunlu Fâzıl, Zenânnâme’sinde erkeklere asla nikâhlanmamaları gerektiğini, nikâh ile bir tek kadına bağımlı kalmanın büyük bir sıkıntı olduğunu söyler. Şâir, kadını bir âile yuvasında anne olarak değil; yalnızca cinsel isteklerle dolu bir dişi olarak ele alır. Onun hâmile olmasını, çocuk doğurmasını, vücudunun tazeliğini yitirmesini istemez. Kitap, kadınların hamam eğlencelerinin müstehcen anlatımıyla sürer.[69] Hûbânnâme: Güzel delikanlıları, daha doğrusu güzel kabul edilen mef’ûl durumundaki oğlanları anlatan ve mesnevî tarzında yazılan divan şiirleridir. Bunların en meşhuru, Enderunlu Fâzıl tarafından yazılan Hûbânnâme’dir. İçinde müstehcen söyleyişlere bol bol rastlanan bu eser, 18. yy.ın Türk toplumundaki ahlâk ve eğilimlerin canlı bir vesikası sayılabilir. [70]

Hamamnâme ise, hamamla ilgili manzûme demektir. Daha çok hamamı ve hamamda bir güzeli tasvir amacıyla yazılırdı. Hamamlar, eskiden toplu eğlence ve sohbetlere de sahne olurdu. Divan şâirlerinin gerek hamamda gördükleri bir mahbûbu (eşcinsel oğlan sevgiliyi), gerekse bu tür eğlence meclislerini konu alan şiirler yazmaları gelenek halini almıştır. Hamamnâmeler daha çok kaside nazım biçimi ile yazılır. Ancak, gazel, mesnevî gibi nazım şekilleriyle yazılmış olanlarına da rastlanır. Hamamnâmelerde kasidelerin nesip bölümleri hamamdan ve orada görülen bir güzelden bahseder. Nedim’in (ö. 1730) karşılıklı konuşma tarzında yazılmış bir kasidesi bu tür hamamnâmelerin güzel (bize göre çirkin) bir örneğidir. Hamamnâmelerin birçoğunda olay, şairin hamama gelişi ile başlar. Sonra soyunmuş bir mahbûb (eşcinsel oğlan sevgili) ile karşılaşılır ve hayranlık içinde saçından ayağına dek bu âfet tasvir edilir. Daha sonra onun yıkanışı, çeşitli teşbihler aracılığıyla anlatılır. Hamamnâmeler divan edebiyatında insanı cinsel yönden en etkin biçimde anlatan ve ten zevkinin ön planda tutulduğu şiirlerdir. Daha çok şûh biçimde bir edâ ile söylenirler. Divan edebiyatında, en ağırbaşlı şâirlerin bile hamam konulu birer manzûme yazdıklarını görürüz. Bazen şâirlerin kelime oyunları yaparak hamamla ilgili müstehcen söyleyişler ortaya koyduklarına da şâhit oluruz. Fuzûlî gibi meşhur şâirler yanında, edebiyatımızda özellikle 17. y.y. ve sonrasında örneklerine çok rastlanan (meselâ Atâî, Nâbî, Sâbit, Vehbî, İzzet Molla) hamamnâmelerin aslı İran edebiyatına dayanır.[71] Dellâknâmeler de adından anlaşılacağı gibi hamamlarda dellâklık (tallâklık) yapan oğlanların güzelliklerinden ve onlarla yapılan eğlence ve çirkin işlerden bahseden edebî türdür. 

İşretnâme ve sâkînâmeler, divan edebiyatında, gerçek ya da mecazlı anlamıyla içki ve içki âleminin övülerek anlatıldığı manzum eserlerin genel adıdır. Sâkînâmelerin kaynağı, câhiliyye dönemi Arap edebiyatındaki hamriyyeler (içkinâme, içkiyi öven şiirler)dir.[72] Çeng(i)nâme: Çeng, kanuna benzeyen ve dik tutularak çalınan bir çalgı âletidir. Bu âleti çalan anlamında çengi, genel mânâda bu sazı çalarken oynayan veya oynama (dans) işini sanat haline getiren kadın oyuncu/dansözlere denilir. Bunlardan bahseden edebî türe de çenginâme denilir.

Şehrengizler de benzer konuları içerir. Divan Edebiyatında bir şehir ile o şehrin mahbûbları (oğlan güzelleri) hakkında yazılan manzum eserlere şehr-engîz denir. Şehirden bahsedildiği gibi, o şehrin ünlü güzelleri anlatılır; onların beden yapılarından, mesleklerinden bahsedilir. Bu bölümlerde yer yer aşkla dolu seslenişlere ve cinsel temalara da yer verilebilir. Bazı şehrengizler oğlan sevgililerin tasvirleriyle doludur. Meselâ Nihalî’nin (öl. 1543) esnaf güzelleri hakkındaki şehrengizi bunlardan biridir. Fehîm’in (bs. 1648) 245 beyitlik şehrengizi (bs. 1934), Narhnâme-i Dilberân adlı şehrengiz, Beyânî’nin (16. y.y.) Sinop hakkında mizahî eseri hayli müstehcendir. [73]

Divan edebiyatında medrese profesörü, ya da önemli devlet görevinde bulunan Gelibolulu Mustafa Âlî gibi, kaymakam Eşref gibi nice önemli kimselerin yazdıkları, bugün bile çok müstehcen bulunacaktır. Lâle Devrinin meşhur şâiri, aynı zamanda müderris/profesör olan ve mahkemelerde kadılık yapmış olan Nedim’in, meselâ çok ünlü “Yürü serv-i revânım yürü Sâdâbâd’e” nakaratlı şarkısı, şâirin delikanlılık çağına yeni gelmiş oğlan sevgilisine yaptığı çirkin çağrıdan ibârettir.

Tasavvuf edebiyatında seks ve eşcinsel davranışları konu edinen özel araştırmalar da kaleme alınmıştır. Bunlardan Süreyya Aslaner “Tasavvuf ve Seks” adındaki kitapta tasavvufa çok sert eleştiriler getirir. Tasavvufun temel eserlerinden alıntılar yaparak eşcinsel ilişkiyi öven yer yer fuhşu güzel gösteren yazı ve öykülerin önemli bölümlerini toplayarak hakkında çok sert yorumlar yapar. Bu kitabın ikinci bölümündeki bazı başlıklar şöyledir: Tasavvufta Seksin Fenomenolojik Boyutu, İlâhî Aşk Mitolojisi, Pornografik Sûfî Kültürü, Tüysüz Oğlana Methiye, Tasavvufun Çift Cinsiyetli Tanrısı; Kerâmetle Transseksüel Olan Şeyh, Müridin Şeyh Fetişizmi, Aperatif İçki Kullanan Sanal Şeyhler, Şarabı Bala Çeviren İllüzyonist Şeyhler, Müridin Vücuduna Yerleşen Hologram Şeyh, Tanrı’yla Flört Edenler, Şeyhin Tanrı’yla Mistik Evliliği, Sûfî Seks İmajlarının Hinduistik Kabalistik ve Mitolojik Kökleri, Eşekle Animal Seks Yapan Şeyh, Tanrıdan İnen Hard-Porno… Bu başlıklarla yazar tasavvuf büyüklerinin kendi eserlerinden alıntılar yaparak bunları yorumlamaktadır. [74]

Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür adlı eserinde şunları söyler:

Şark-İslâm (Bize göre, “İslâm” kelimesinin böyle eserler için kullanılması doğru değildir -A. Kalkan-) klasiklerinde eşcinsellik konusuna değinen yerli ve yabancı literatür, azımsanmayacak kadar çoktur. Bu literatürün, divan edebiyatı söz konusu olduğunda en vazgeçilmez adı Nedim, içinde eşcinsellikle ilgili öğütlerin yeraldığı metni ise Keykavus'un Kabusname'sidir. Bu yapıtın üç eski çevirisinden en önemlisi, Mercimek Ahmet adlı bir çevirmen tarafından II. Murat döneminde Osmanlı Türkçesine yapılan bir çeviridir.

(Kahramanları eşcinsel olan ve bunların eleştirilmeden, hatta tam tersine övülerek tasvir edildiği hikâyelere çeşitli örnekler verip sonunda yorumlar yapan yazar, bu örneklerle ilgili şu değerlendirmeleri yapar:) “Bu bölümde öykülerini alıntıladığımız Feridüddin-i Attar (Ö.1199)'ın İlâhiname'si ile ünlü İran klasiği Sadi'nin Bostan'ıdır.  Attar, ünlü bir sufidir. Yapıtları sufilerin en çok ilgi gösterdiği tasavvuf klasiklerindendir. Burada alıntılayacağımız öykülerinde de görüleceği üzere o, eşcinselliği insanî bir edim veya bir duygulanım olarak kabul etmekte ve eşcinsel aşkı herhangi bir çekingenlik göstermeden yansıtmaktadır. Öykülerinde kadın ve erkek arasındaki aşk kadar eşcinsel aşka da yer verir.

Bu öykülerde en çok "oğlan tasviri" yer bulmaktadır. Bu tür tasvirler, eşcinsel aşktan bahsedilmeyen öykülerde bile görülür; eşcinsel aşk ise gayet normal ve yaşamın bir gerçeği olarak anlatılır. Yalnız unutulmamalıdır ki, Attar, bütün sufiler gibi gerek kadın-erkek, gerekse erkek-erkek arasındaki aşkı "mecazî aşk" kapsamında değerlendiren anlayışın temsilcilerindendir. Yani bir sufinin önündeki aşılması gereken basamaklardır bu tür aşklar. Sonunda ulaşılması gereken ilâhî aşktır. Fakat mecazî aşkı tatmadan da gerçek anlamda ilâhî aşka ulaşılamamaktadır. Bakış açısı olarak bu anlayış, eşcinsel aşkla heteroseksüel aşk arasında bir fark görmez. Öyleyse, sonunda aşılacak olduktan sonra sakıncası yoktur; tersine sufiyi olgunlaştırır.

Attar'ın bu bakış açısı, tasavvufun genel anlamda aşk anlayışı olmakla birlikte, onun öykülerinde insanî bir sıcaklık bulabiliriz. Aşılması gerektiğini düşünse bile eşcinsel aşkı dışlamaz. Öykülerindeki oğlan tasvirleri de oldukça canlıdır; dönemin eşcinsel tercihlerini ve estetik anlayışını yansıtır.

Gelibolulu Âlî, XVI. yüzyılın gelenek ve göreneklerini olduğu gibi yansıttığı Mevâidü'n-Nefâis adlı yapıtında, dönemin eşcinsellikle ilgili tutumunu da gözler önüne serer, yaşadığı toplum hakkında sosyolojik gözlemler yapar. Eşcinsel aşk, bu öykülerde yüceltilir; daha doğrusu, tasavvufçu bakış açısıyla aşk (ama her türlü aşk) zaten yücelticidir ve insanı olgunlaştırır. Birbirine âşık olan erkekler "vuslat"a erişirler. (Bk. Güzel Bir Oğlanla Perişan Bir Hale Düşen Aşık Öyküsü). Bu aşkın tek taraflı olduğu öykülerde ise yine tek taraflı da olsa vuslat yaşanır. Buna "kısmî vuslat" diyebiliriz. Ama her öykünün sonunda mutlaka tasavvufî bir "kıssadan hisse" de yer almaktadır. Mevâid, Osmanlı bürokratları için yazılmış bir kitaptır. Yazarı da bir Osmanlı bürokratıdır.

Mevâid'in ilgili bölümlerine baktığımızda Osmanlı bürokratının, eşcinsel zevkleri de olan kimseler olduğunu bütün açıklığıyla görürüz. Hemen hepsinin bir "oğlan" sevgilisi vardır. Bu oğlanlara nasıl davranılması gerektiği, oğlanların sıkı sıkıya uymaları gereken kurallar, çeşitli yöre oğlanlarının ne gibi özelliklere sahip oldukları, oğlan-sevgili seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar, ayrıntılarıyla açıklanır bu yapıtta.

O dönemin bürokratı, istisnalar her zaman mümkünse de, genellikle tek eşli eşcinsel ilişkiyi tercih etmektedir. Sevgililerini bir defaya mahsus olarak, ama son derece dikkatle seçmekte ve onu yanlarından ayırmamaktadırlar. Sevgili seçiminde yanılmamak için ise Âlî'ye kulak vermeleri gerekiyor.

Baharistan, sufî bir yazarın kaleminden çıktığı için tamamen tasavvufî bir karakter taşır. Anlatılan öyküler, genellikle tasavvufî bir kıssadan hisse ile bitirilir. Bu yapıt, Sadî’nin Gülistan’ına nazire olarak yazılmıştır.

 

Tasavvufta Aşk Anlayışı: Burada tasavvufun aşk anlayışından söz etmek, öyküleri daha iyi anlamada bize yardımcı olacaktır. Sufîlerin anlayışında bir insanın diğer bir insana duyduğu her türlü aşk “mecazî”dir; semboliktir. Asıl aşk, tanrısal aşktır ve mecazî aşklar insanı tanrısal aşka götürür. İşte bu noktada, mecazî aşkın eşcinsel bir karakter taşıması, bir sufî için sorun teşkil eder mi, sorusu akla gelecektir. Bu soruyu cevaplamaya çalışalım: Sufîlerin kaleme aldığı klasik yapıtlara baktığımızda eşcinsel aşkı anlatan çok sayıda öyküye rastlamaktayız. Bu öykülerde tanrısal aşkın öncülü olarak eşcinsel aşkın anlatılmasına sıkça rastlanır. Anlaşılan odur ki, sufîler tanrısal aşka ulaşmayı amaçlamışlardır, bu nedenle de onlar için aşkın eşcinsel veya heteroseksüel bir karakter taşıması önemsizdir. Tanrısal aşka ulaştırıcı bir araç olarak her türlü mecazî aşk da kutsanmaya değer.

Evrenin özünün “sevgi” olduğunu vurgulayan sufîler için bunun eşcinsel veya heteroseksüel karakteri, takılıp kalınacak bir nokta değildir. Çağrısı ilahî aşka olan bir sufî, sonunda aşılacak olduktan sonra mecazî aşkın eşcinsel ya da heteroseksüel niteliğini önemsemeyecektir doğal olarak. Tasavvufun aşk anlayışı budur. Bir sufînin, özellikle gençlere yararlı olmak amacıyla kaleme aldığı kitabında eşcinsel öyküler de anlatması, ama her öykünün sonunda tanrısal aşk çağrısını yinelemesi. Kendi mantığı içinde son derece doğaldır.”

Sonuç bölümünde de şunlar ifâde edilir: “Tasavvufun aşk anlayışı esas itibariyle yukarıda özetlediğimiz gibi olsa da bilinen tasavvuf anlayışının dışında işi oğlancılığa dökmüş sufî görünümlü toplulukların bulunduğu da bir gerçektir. Yalnız ilâhî aşkı hedeflemeyen ve buna ulaşamayan kimselerin ne kadar tasavvuf iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar sufî saymak doğru olmayacaktır kanısındayız. Bu en azından tasavvufun teorisine terstir. Teoriyle uygulama da her zaman aynı doğrultuda olmayabilir” [75].

Tasavvuf edebiyatında da, eski ve yeni Türk Edebiyatında da bu eşcinselliği savunan, güzel gösteren zengin literatür vardır. Bunlardan bizim tesbit ettiğimiz önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:

Tasavvuf Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Tasavvufta Seks Fenomeni, Süreyya Aslaner, Tevhid Yayınları, İstanbul, 1996; Şark İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür, Zekeriya Gün, Ankara; İlâhinâme I-II, Feridüddin-i Attar, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996; Baharistan, Molla Câmî, M.E.B Yayınları, özellikle s. 151; Nefahatü’l-Üns, Molla Câmî, Marifet Y. s. 89, 509; el-İbriz, Abdülaziz ed-Debbağ, Demir Kitabevi (Seha Neşriyat), s. 41, 62, 63, 78, 79, 81, 91, 92, 93, 391, 393, 412, 415; Tabakatü'l-Kübra, Şârânî, c. 2, s. 122; Âriflerin Menkıbeleri (Menâkıbu’l-Ârifîn), Ahmet Eflakî, Terc. Tahsin Yazıcı, M.E.B Yayınları, c. 1, s. 324-325, c. 2, s. 69-70, 72, 205, 213, 214, 217; Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddin-i Arabî, Çev. N. Gençosman, 2. Baskı, Devlet Kitapları, Ank, 1964, s. 213-214, 429-460; Füsusu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, A. Avni Konuk, Marm. Ün. İlâhiyat Fk. Y. c. 4, s. 341; Mesnevî, Mevlâna, M.E.B. Y. c. 4, s. 242, 283, c. 5, s. 112-116 (Kabak hikâyesi), 172, 205, 315-322; Fihi Mâ Fih, Mevlâna, Çev. M. Ülker Anbarcıoğlu, Devlet Kitapları, s. 138; Kabusnâme, Kaykavus, Çeviri: Mercimek Ahmed, Hzl. O. Şaik Gökyay, MEB yayınları, 3. basılış, İst., 1974; Güvercin Gerdanlığı/Sevgiye ve Sevenlere Dair, İbn-i Hazm, Çeviren: Mahmut Kanık, İnsan Y., İstanbul, 1985; et-Tabakatü’l-Kübrâ, İmam Şaranî, c. 2, s. 122, 219, c. 4, Ali Vahiş md.; Mektubat Tercümesi, İmam Rabbani, Terc. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Y., s. 6 (1. mektup), 445. Mektup; Tabakatu’s-Sûfiyye, es-Sülemî, s. 191; Tasavvuf ve İslâm, Abdurrahman el-Vekil, Tevhid Y., s. 57, 66, 68, 69, 72, 146, 147, 204, 206, 208, 209; Eski Arap Toplumunda Eşcinsellik ve İslâm, Colin Spencer, Çeviri: Selçuk, Kaos GL, Temmuz-Ağustos 1998, Sayı:47-48, s.10-12

Eski ve yeni Türk Edebiyatında eşcinsel davranışlara olumlu yaklaşan kitap ve metinler konusunda bk. Osmanlı'da Seks, Sarayda Gece Dersleri, Murat Bardakçı, Gür Y., İst. 1992; Osmanlı Kadın Âlemleri, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Geçit Kitabevi Y., İst. 1991; Türk Edebiyatında Seks, Konur Ertop, İst. 1977; Osmanlı Eşçinsel Metinleri, Osmanlı'da Seks, Murat Bardakçı, Gür Y., s. 84-139; Eski İstanbul Nasıl Eğleniyordu? Refik Ahmed, İstanbul 1927; İstanbul Hayatı, Refik Ahmed, İst. 1917, 1932; Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Arno Schmidt-Jehoeda Safer, Çeviri: Dilek Canet, Kavram Yay., 1. basım, İst., 1995; Erkek ve Kadında Eşcinsellik, Ali Kemal Yılmaz, Özgür Yay., İst., 1998; Mevâidü'n-Nefâis fî Kavâidi'l-Mecâlis/Görgü ve Toplum Kuralları Üzerine Ziyafet Sofraları I, II, Gelibolulu Mustafa Âlî, Hzl. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser Yay., İst., 1978; Tarihimizden Sayfalar, Fethi Işık, Kaos GL, Şubat 1998, Yıl:4, Sayı: 42, s. 26; Ünlülerimiz -Şair Nedim-, Fethi Işık, Kaos GL, Mart 1998, Yıl:4, Sayı: 43, s. 27

İsteyenler bu eserlerden, konuya nasıl bakıldığını araştırabilir. Bunlardan bazılarından alıntılar yapmak, Kur’an kavramlarını konu edinen bir çalışmanın ciddiyetine ve bizim edebimize uymayacak kadar müstehcen ve bayağı tasvirler taşımaktadır.

 

Lût Kavmi ve Altı üstüne Getirilen Şehir

“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût ailesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz,  şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler.” [76]

Lût Peygamber, İbrâhim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrâhim'e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmişti. Bu kavim, Kur’an'da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı, eşcinselliği uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve onlara Allah'ın İlâhî tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda da kavim, korkunç bir felâketle helâk edildi.

Hz. Lût'un yaşadığı bu şehrin, Eski Ahit'te geçen ismi Sodom'dur. Kızıldeniz’in kuzeyinde kurulmuş olan bu kavmin aynen Kur’an’da belirtilenlere uygun bir şekilde helâk edildiği anlaşılmıştır. Yapılan arkeolojik çalışmalardan anlaşıldığına göre şehir, İsrail-Ürdün sınırı boyunca uzanan Tuz Gölü'nün (Ölü Deniz) yakınlarında bulunmaktadır.

Hz. Lût, kavmini apaçık bir doğruya çağırıyor ve anlaşılır bir şekilde uyarıyordu. Ancak kavim hiçbir uyarıyı dinlemiyor ve Hz. Lût'u inkâr etmeye ve onun haber vermekte olduğu azâbı yalanlamaya devam ediyor; “eğer doğru söylüyorsan, bize Allah'ın azâbını getir!” diyorlardı.[77] Kavminden bu cevabı alan Hz. Lût, Allah'tan yardım istedi: Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et."[78]; "Rabbim, beni ve âilemi bunların yaptıklarından kurtar." [79]

Elçilikle görevlendirilmiş melekler Hz. İbrâhim'in yanından çıktıktan sonra Hz. Lût'a geldiler. "(Elçiler) Dediler ki: 'Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiçbiriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan, ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (azap) sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" [80]

Şehir halkının azgınlığının son noktaya varmasıyla beraber Allah, meleklerin yardımıyla Hz. Lût'u kurtardı. Sabah vakti de, kavmin üzerine Hz. Lût'un uyardığı azap gönderildi: "Andolsun onlar, onun konuklarından da murâd almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. 'İşte azâbımı ve uyarmamı tadın.' Andolsun onları bir sabah vakti erkenden, üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi." [81]

Âyetlerde, kavmin helâki şöyle tarif ediliyor: "Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Ânında (yurtlarının) altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten âyetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır." [82]

"Böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında 'belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış' olarak. Bunlar zâlimlerden uzak değildir." [83]

"Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kötü! Gerçekten, bunda bir âyet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. Ve şüphesiz, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, merhametlidir." [84]

Kavim helâk olurken içlerinden Hz. Lût ve sayıları ancak "bir ev halkı" kadar olan iman edenler kurtarıldı. Hz. Lût'un karısı iman etmemişti ve o da helâk edildi: "Bunun üzerine Biz, karısı dışında onu ve âilesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı. Ve onların üzerine bir (azap) sağanağı yağdırdık. Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak!" [85]

Böylece Hz. Lût, karısı dışındaki âilesiyle ve kendisine iman edenlerle beraber kurtarıldı. Sapık kavim ise, yerle bir oldu.

Lût Gölü'ndeki "apaçık âyetler" Hûd Sûresi'nin 82. âyeti "böylece emrimiz geldiği zaman, altını üstüne çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle, Lût Kavmi'nin başına gelen felâketin şeklini açıkça bildirir.

Âyetin başında geçen "altını üstüne çevirmek" fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim, helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût Gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair "apaçık deliller" taşımaktadır.

Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi. [86]

Zâten Lût Gölü, ya da diğer Adıyla Ölü Deniz, aktif bir sismik bölgenin, yani bir deprem kuşağının tam üstünde yer almaktadır: Ölü Deniz'in tabanı Rift Vâdisi denilen tektonik kökenli bir çöküntü içinde yer alır. Bu vâdi kuzeyde Taberiye Gölü'nden, güneyde Arabah Vâdisi'nin ortasına kadar 300 km.'lik bir uzantıda yer alır. [87]

Âyetin devamında "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" cümlesiyle ifâde edilen olayın ise, Lût Gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren "pişirilmiş kıvamdaki" kaya ve taşlar olması mümkündür. (Şuarâ Sûresi'nin 173. âyetinde bu olay "...ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü!" şeklinde bildirilmiştir.)

Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol vermiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [88]

İşte bu lâv ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlamanın ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an'da, "üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık" ifâdesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı âyette "...emrimiz geldiği zaman altını üstüne çevirdik" şeklinde ifâde edilen olay da Rift Vâdisi'nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep olan deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır.

Lût Gölü'nün taşıdığı "apaçık âyetler" gerçekten de son derece dikkat çekicidir. Kur’an’da anlatılan kıssalar ve bildirilen olaylar, genelde, Ortadoğu, Arap Yarımadası ve Mısır etrafında yoğunlaşır. İşte bu toprakların hemen ortasında Lût Gölü vardır. Lût Gölü, etrafında geçen olaylar kadar jeolojik olarak da dikkat çekicidir. Göl, Akdeniz'in yüzeyinden yaklaşık 400 metre daha alçaktadır. Gölün en derin yeri de 400 metre olduğundan, göl tabanı Akdeniz'in yüzeyinden 800 metre alçaktadır. Burası, dünyanın en alçak noktasıdır. Dünyanın deniz yüzeyinden aşağı olan başka bölgelerinde alçaklık en fazla 100 metre kadardır. Lût Gölü'nün başka bir özelliği de suyundaki tuz yoğunluğunun çok yüksek olması, tuz miktarının %30'u bulmasıdır. Bundan dolayı gölde balık ya da yosun gibi herhangi bir canlı yaşayamaz. Batı dillerinde Lût Gölü'ne "Dead Sea" (Ölü Deniz) denilmesinin sebebi de budur.

Kur’an'da anlatılan Lût kavmi ile ilgili olay, tahminlere göre yaklaşık MÖ 1800 yıllarında olmuştur. Alman araştırmacı, Werner Keller, arkeolojik ve jeolojik incelemelere dayanarak yaptığı açıklamalarda Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomorra şehirlerinin yerlerinin Siddim Vâdisi denilen ve Lût Gölü'nün en alt ucunda bulunan bölgede olduğunu ve zamanında buralarda büyük ve geniş yerleşim alanlarının bulunduğunu belirtiyor.

Lût Gölü'nün en dikkat çekici yapısal özelliği ise, Kur’an'da anlatılan helâk olayının nasıl yaşandığını gösteren bir kanıttır: Lût Gölü'nün doğusunda bir yarımada oluşturan ve dile benzeyen bir kısım, gölün içine uzanır. Bu kısma Araplar "El Lisan" yani "dil" Adını vermişlerdir. Burada suyun tabanında, âdeta gölü ikiye ayıran fakat görülmeyen keskin bir dirsek uzanmaktadır. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derin olduğu halde, sol tarafı şaşılacak kadar sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerden burasının derinliğinin ancak 15-20 metre kadar olduğu anlaşılmıştır. Daha sonradan oluştuğu tesbit edilen bu sığ bölge, deprem ve bu deprem sonucu oluşan kütlevi bir çöküntünün eseridir. Eskiden Sodom ve Gomorra'nın bulunduğu, yani Lût kavminin yaşadığı yer işte burasıdır:

Zamanında buradan karşı kıyıya yürüyerek geçmek mümkündü. Eskiden Siddim Vâdisi'nde bulunan Sodom ve Gomorra şehirlerini, şimdi Ölü Deniz'in alt bölümünün düzgün yüzeyi örtüyor. MÖ 2. bin yılın başlarında korkunç bir doğal felâket sonucu tabanın çökmesi, kuzeyden gelen tuzlu suyun bu yeni oluşan boşluğa akmasına ve buranın dolmasına sebep oldu. [89]

Lût kavminin izleri, gözle de görülebilir... Kayıkla Lût Gölü'nün bu alt ucunda gezildiğinde, güneş ışınları da suya uygun bir açıyla yansıyorsa, insan şaşılacak bir görünümle karşılaşır. Kıyıdan biraz ötede suyun içinde ağaçların belirdiği görülür. Bunlar da gölün son derece yoğun olan tuzlarının konserve ettiği ağaçlardır. Derinlerde yeşil renkte görülen ağaç gövdeleriyle ağaç artıkları çok eskidir. Bir zamanlar bu ağaçların yapraklarının yeşillendiği ve çiçek açtığı yer yani Siddim Vâdisi, bölgenin en güzel yerlerinden biriydi.

Lût kavminin uğradığı felâketin teknik yönü, jeologların araştırmalarından anlaşılıyor. Buna göre, Lût kavmini yok eden deprem, oldukça uzun bir yerkabuğu çatlağı (fay hattı)nın sonucunda oluşmuştur: Şeria Nehri'nin yatağını oluşturan 190 kilometrelik mesafe boyunca Şeria Nehri toplam 180 metrelik bir düşüş yapar. Bu durum ve Lût Gölü'nün deniz seviyesinden 400 metre alçak olması, burada bir zamanlar büyük bir jeolojik olayın meydana geldiğini gösteren önemli delillerdendir.

Şeria Nehri ile Lût Gölü'nün bu ilginç yapısı da, yerkürenin bu bölgesinden geçen bir yarık ya da çatlağın ancak bir parçasından ibârettir. Bu çatlağın durumu ve uzunluğu son zamanlarda saptanmış bulunmaktadır.

Bu çatlak, Toroslar'ın eteklerinden başlayıp güneye doğru Lût Gölü'nün güney kıyılarından ve Arap çölü üzerinden Akabe Körfezi'ne uzayıp oradan da Kızıl Denizi geçerek Afrika'da son bulmaktadır. Bu uzun çöküntünün uzayıp gittiği yerlerde kuvvetli yanardağ hareketlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki, İsrail'deki Galilee Dağları'nda, Ürdün'ün yüksek yayla kısımlarında, Akabe Körfezi ve diğer yakın yerlerde siyah bazalt ve lavlar bulunmaktadır.

Tüm bu kalıntılar ve coğrafî özellikler, Lût Gölü'nde büyük bir jeolojik olayın yaşandığını göstermektedir. Werner Keller bu jeolojik olayı şöyle anlatıyor: Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim Vâdisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüşlerdir. Bu deprem sırasında, yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanları harekete geçirmiştir. Şeria'nın yukarı vâdisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kitleleri ve bazalt katmanları yer almıştır. [90]

National Geographic ise Aralık 1957 sayısında konu hakkında şöyle diyordu: Sodom tepesi, Ölü Denize doğru yükselir. Hiç kimse şimdiye dek yok olan şehirler Sodom ve Gomorra'yı bulamadı, fakat bilim Adamlarına göre bu şehirler kayalıkların karşısındaki Siddim Vâdisi'nde duruyorlar. Büyük ihtimalle Ölü Deniz'in taşkın suları ve depremin altında kaldılar. [91]

 

Pompei de Aynı Sona Uğramıştı: Kur’an'da, Allah'ın kanunlarında hiçbir değişiklik olmadığı şöyle haber verilir: "...Onlara uyarıcı/korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın." [92]

Evet, "Allah'ın sünnetinde (kurallarında) hiçbir değişiklik" yoktur. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O'na başkaldıran herkes, aynı İlâhî kanunla karşılık görür. Roma İmparatorluğu'nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de, aynı Lût kavmi gibi, cinsel sapkınlıklara batmıştı. Sonu da Lût

kavmiyle benzer oldu.

Pompei'nin helâki, Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla gerçekleşmişti. Vezüv Yanardağı, İtalya'nın, özellikle de Napoli kentinin sembolüdür. Yaklaşık, 2000 yıldan beri suskun olan Vezüv "İbret Dağı" şeklinde adlandırılır. Vezüv'ün bu şekilde tanımlanması boşuna değildir. Ünlü Sodom ve Gomorra kentlerinin başına gelen felâketle, Pompei fâciası birbirine çok benzemektedir.

Vezüv'ün batı yamacında Napoli, doğu yamacında ise Pompei kenti yer alır. Yaklaşık 2000 yıl önce yaşanan bir lav ve kül felâketi, bu kentin insanlarını ânî bir biçimde yakalamıştı. Felâket öylesine ânî olmuştu ki, her şey 2000 yıl öncesinde olduğu gibi kaldı. Sanki zaman dondurulmuştu.

Pompei'nin böyle bir felâketle yeryüzünden silinmesinde, elbette ders çıkarılabilecek bir yön vardı. Tarihî kayıtlar, şehrin yok olmadan önce tam bir sefâhet ve sapkınlık merkezi olduğunu gösteriyor. Şehrin en belirgin özelliği, fuhşun çok yaygın olmasıydı. Ancak Vezüv'ün lavları bir anda tüm kenti haritadan sildi. Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv'ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış ve âdeta büyülenerek felâketin farkına bile varamamış olmalarıydı. Yemek yiyen bir âile, o andaki gibi aynen taşlaşmıştı. Cinsel birleşme halinde, sayısız taşlaşmış çift bulunmuştu. Daha da önemlisi, bu çiftler arasında, aynı cinsten olanlar, küçük erkek ve kız çocuklar da vardı. Pompei kalıntılarından çıkarılan taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştı. Yüzlerin genel ifâdesi, şaşkınlıktı.

İşte fâcianın en akıl almaz yönü buradadır. Nasıl olmuş da binlerce insan hiçbir şey görmeden ve duymadan, âdeta ölümün gelip kendilerini yakalamasını beklemişlerdir? Olayın bu yönü, Pompei'nin yok oluşunun Kur’an'da anlatılan helâk olaylarına benzediğini gösteriyor. Çünkü Kur’an'da, helâk olayları anlatılırken "birden yok olma" üzerinde durulur. Örneğin Yâsin Sûresi'nde anlatılan "şehir halkı", tek bir anda topluca ölmüşlerdir. Sûrenin 29. âyetinde bu durum şöyle anlatılır: "(Onlara) Yalnızca bir tek çığlık (yetti); ânında sönüverdiler." [93]

Kamer Sûresi'nin 31. âyetinde Semûd kavminin helâki anlatılırken de yine "ânında yok olma" olayına dikkat çekilir: "Çünkü Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Böylece onlar, ağıldaki çalı-çırpı olan kuru ot gibi oluverdiler. " [94]

Pompei halkının ölümü de âyetlerde anlatıldığı şekilde, "ânında yok olma" tarzında gerçekleşmiştir. Tüm bunlara rağmen, Pompei'nin eski yerinde, bugün de olaylar pek fazla değişmiş değil. Napoli'nin sefâhet mahalleleri, Pompei'den hiç aşağı kalmıyor. Kapri adası, eşcinsellerin ve çıplakların kamp yaptıkları bir üs durumunda. Kapri adası turizm reklâmlarında "Eşcinseller Cenneti" olarak tanımlanıyor. Sonuçta, yine bölge halkının aynı tür bir yaşamı seçtikleri görülüyor. Yalnızca Kapri'de ve İtalya'da değil, dünyanın hemen hemen her tarafında bu tür bir ahlâki dejenerasyon yaşanmakta ve insanlar geçmiş kavimlerin başlarına gelen felâketlerden ders almamakta ısrar etmektedirler. [95] 

 

Livâta/Homoseksüellik

Livâta: Erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunma demektir. İslâm dininde zinâ ve fâhişelik gibi bir hayâsızlık örneğini teşkil eden livâta da, kesinlikle yasaklanmıştır. Livâtaya, oğlancılık, eşcinsellik veya homoseksüellik de denir. Livâta, insan şahsiyetine ve haysiyetine hiç bir şekilde yaraşmayan ahlâkî suçlardan biridir.

Hz. Lût (a.s.), sapıklığın, ahlâksızlığın, edepsizliğin en âdîsi olan livâtanın yaygın olduğu Sedum (Sodom) halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Sedum halkı, daha önceki toplumlarda görülmeyen bu ahlâksızlık suçunda çok ileri gitmişti. İffet, nâmus ve hayânın unutulduğu bu toplumda Lût (a.s.) ve onunla birlikte olanlar, onların bu tür ahlâksızlıklarına engel olmak istemişler, ancak susturulmuş ve etkisiz hale getirilmişlerdi. Ancak, bütün uyarılara aldırış etmeyen Lût kavminin yaptığı kötülükler cezâsız kalmamış, acı bir azap ile yerle bir edilmişlerdir.

Livâtanın veya başka bir deyişle homoseksüelliğin İslâm hukukundaki cezâsı, bazı fakihlere göre zinâ cezâsıdır. Öte yandan, hâkimin, bu kötü durumdan insanları alıkoymak için toplumun yararına göre cezâ verebileceği görüşünü savunanların yanında, livâta işini yapan ve yapılanın öldürülmesi gerektiği görüşünde olan İslâm fıkıhçıları da vardır. [96]  

Livâta kelimesi, sözlükte "havuzu çamur vb. ile sıvamak sûretiyle onarmak" anlamına gelir. Livâta kelimesi örfte erkekler arasındaki eşcin­sel ilişkiyi ifâde eder. Arapça'da bu mânâ­da aynı kökten türeyen livât, mülâvata ve televvut kelimeleri de kullanılmakta­dır. Kelime, anlamını erkekler arası eşcin­sel ilişkinin yaygın olduğu Lût kavminden almaktadır. Cevâd Ali, livâta kelimesinin Araplar arasında Kur'an'da Lût kavmin­den bahsedilmesinden sonra kullanılmaya başlandığını söyler.[97] Kesin bir ayrım yapılması güç olmakla birlikte livâta fiilinde aktif olan taraf lûtî (bu ifâde çok hatâlıdır, kullanılmamalıdır), lâit, mülâvit; pasif taraf me'bûn ve übne (Türkçede ipne) kelimeleriyle ifâde edilir. Türkçe'de livâta karşılığı ola­rak oğlancılık kelimesinin ya­nı sıra eşcinsellik (ve homoseksüellik) de kullanılmaktadır. Bununla birlikte aynı cinse mensup kişiler arasındaki cinsel ilişkileri ifâde etmesi se­bebiyle eşcinsellik (İng. homosexsuallty), lezbiyenlik/sevicilik (bk sihâk) olarak adlandırılan kadınlar arası eşcinsel ilişkileri de kapsamaktadır. Türkçe'de livâta fiilini işleyen kimselere lûtî (bu kelime kullanılmamalıdır) ya da eşcinsel adı verilir. Batı dillerinde livâta karşılığı olarak Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinden türetilen sodomy/sodomie kelimesi de kullanılır.

Erkekler arası eşcinsel ilişki hemen her dönemde ve her toplumda cinsî bir sap­kınlık olarak görülmüş ve kınanmış, din­lerin de ortaklaşa mücâdele ettiği çirkin bir davranış olmuştur. Tevrat'ta, Sodom halkının Rabbe karşı günahkâr olduğu ve orada her türlü ahlâksızlığın, özellikle cin­sî sapıklığın yaygınlaştığı ifâde edilir.[98] Yahûdilikte çirkin bir davranış olarak kabul edilen erkekler ara­sı eşcinsel ilişkiler yasaklanmış ve bu tür ilişkide bulunanların cezâlarının ölüm ol­duğu belirtilmiştir.[99] Yeni Ahid'de de eşcinsel ilişkide bulunan­lar şiddetle kınanan kimseler arasında zikredilir. [100]

İslâm dini, cinselliği tabiî bir vâkıa ola­rak kabul edip cinsel ihtiyaçların mâkul ve meşrû zeminde giderilmesine imkân vermiş, ancak cinselliğin insanlık onur ve değerini ihlâl edecek biçimde kontrolsüz kullanımını önleyici bazı sınırlamalar ge­tirmiştir. Evliliğin teşvik edilip âile haya­tını ve kurumunu korumaya yönelik tedbirlerin alınması, iffetin ve neslin korun­masının dinin temel gâyeleri arasında gösterilmesi, cinsel sağlık ve ahlâk eğiti­mine önem verilmesi, müstehcenlik, fu­huş ve zinâ ile mücâdele edilmesi böyle bir anlam taşır. Bunun için Kur'an ve Sün­nette cinsî hayata ilişkin olarak birçok ayrıntılı düzenleme ve hüküm yer almış­tır. Bunlardan biri de livâtanın İslâm'da şiddetle kınanıp büyük günahlardan sa­yılması olmuştur. İslâm literatüründe ko­nu ferdî ve sosyal ahlâk, cinsiyet ahlâkı ve eğitimi gibi açılardan ele alınıp fert ve toplumların böyle bir sapkınlıktan korun­ması, bireylerin bu tür davranış ve eğilim­lerini önleyici ve tedâvi edici tedbirlerin alınması üzerinde durulmuş, fıkıh litera­türünde ise daha çok hukukî açıdan bu gruba giren fiillerin suç teşkil etmesinin şartları ve bu fiili işleyenlere uygulanacak cezâ yönüyle incelenmiştir.

Kur'an'da ve hadislerde yer alan ifâde­lerden hareketle İslâm âlimleri, livâtanın dünyevî cezâyı da gerektiren haram bir fiil olduğu konusunda görüş birliğine varmışlardır. Hatta livâtayı haramlık ba­kımından zinâdan daha ağır bir fiil olarak kabul edenler de vardır. Livâta yapan kimseye verilecek cezâ konusunda ise İslâm hukuk ekolleri farklı görüşlere sahiptir. Bu konudaki fikir ayrılığı, livâtanın zinâ kapsamında bir suç mu, yoksa ondan ayrı başka bir suç mu teşkil ettiği konusundaki farklı yaklaşımlardan, ayrıca bu fiili işleyen kimselere verilecek cezâ ile ilgili hadislerin yorumundan kaynaklanmak­tadır.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, Kur'an'da hem zinânın hem livâtanın açık hayâsızlık ve çirkin davranış (fâhişe) olarak nitelendirilmesini dikkate alarak livâtayı zinâya kıyas etmiş, bu fiilin zinâ olarak adlandırılabileceğini ve zinâ ile aynı hü­kümleri taşıdığını belirtmiştir. İmam Şâ­fiî ile Hanefi hukukçularından Ebû Yûsuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî'ye göre livâta yapan kişiye zinâ suçunda ol­duğu gibi had cezâsı uygulanır; fâil muhsan ise recmedilir, muhsan değilse 100 celde ile cezâlandırılır. Şâfiîler, livâta su­çunda fâilin bekâr olması durumunda kendisine ayrıca sürgün cezâsı verilmesi gerektiğini ifâde ederler. İmam Mâlik ve Ahmed bin Hanbel ise Hz. Peygamber'den nakledilen ve livâta yapan kişilerin öldürülmesi ya da recmedilmesi gerektiğini ifâde eden hadisleri[101] esas alarak muhsan olsun ya da olmasın livâta fiilinin fâiline recm cezâsı verileceği görüşündedir. Bu hukukçulara göre livâta suçunun ispatı için zinâ su­çunda olduğu gibi dört şahit getirilmeli­dir. Livâta yapan kişilerin öldürülmesi ge­rektiğini ifâde eden hadisler, aralarında Nesâi'nın de bulunduğu bazı hadis otori­teleri tarafından sened yönünden tenkit edilmiştir.[102] Diğer taraftan Rasûl-i Ekrem'in livâta yapan kimseyi recm cezâsı ile cezâlandırdığına veya livâ­tanın cezâî müeyyidesi hakkında hüküm verdiğine dâir bir bilgi mevcut değildir. [103]

İmâmiyye ve Zâhiriyye mezhebine men­sup hukukçularla Ebû Hanîfe, livâtayı zinâ­dan ayrı bir fiil olarak değerlendirmektedir. Onlara göre livâta, zinâya kıyas edile­meyeceği ve zinâ olarak adlandırılamayacağı için ondan farklı bir suç oluşturmakta ve farklı hükümler taşımaktadır. Ebû Hanife, üreme organının dışındaki bir yolla kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmanın zinâ olarak kabul edilemeyeceğini ve livâta yoluyla nesebin karışma ihtimâlinin bulunmadığını ifâde ederek suçu işleyen kimseye devletin yetkili organlarınca takdir edilecek bir cezânın verilmesi gerektiğini belirtir. Bu fakîhler ayrıca livâta suçunun ispatı için iki şâhidin yeterli olduğu görüşündedir. Diğer taraftan aralarında Ebû Müslim el-İsfahânî’nin de bulunduğu bazı âlim­ler, Kur'an'da kadınların açık hayâsızlıkta bulunmasıyla ilgili olarak yapılan açıklamanın ardından, "İçinizden iki kişi açık bir hayâsızlıkta bulunursa onlara cezâ ve­rin" meâlinde bir ifâdenin yer almasını[104] erkekler hakkında bir açık­lama olarak yorumlamakta ve bu hük­mün livâta yapan kişilerle ilgili olduğunu, bu sebeple âyetin hükmü gereğince on­lara ta'zîr cezâsı uygulanacağını ileri sü­rerler. Tabiîn âlimlerinden Mücâhid'in de bu görüşte olduğu nakledilmektedir. [105] İslâm hukukçularının çoğunlu­ğu, bir kimse aleyhine yapılan livâta ithâ­mının ispat edilmediği takdirde kazf su­çunu meydana getireceği görüşündedir. Ebû Hanîfe ve Zâhirîler ise bu tür bir it­hâmı hakaret ve sövme kapsamına dâhil ederek ta'zîr cezâsını gerektiren bir suç olarak kabul ederler.

Livâtanın gerek din ve ahlâk, gerekse hukuk düzeni açısından günah, çirkin ve suç teşkil eden bir fiil olmasının yanı sıra, tıp otoriteleri de anal ilişkinin zedelenme­ye ve yaralara yol açtığını, özellikle AİDS hastalığını meydana getiren virüsün eş­cinsel ilişkiler yoluyla açılan yaralardan kolayca girmek sûretiyle hızlıca ürediğini ifâde etmektedir. Eşcinsel ilişki, modern refah toplumlarında çeşitli sebeplerle belli bir yaygınlaşma eğilimi gösterip bi­reysel özgürlük kapsamında telakkî edi­lerek sınırlı ölçüde hukuken korunsa ve doğal karşılansa bile, dinî ve ahlâkî öğre­tilerin yanı sıra günümüzde insanlığın or­tak sağduyusu ve kamuoyu onu insanî değerlere ve insan haysiyetine aykırı çir­kin bir davranı olarak görmeye devam etmekte, onunla mücâdelede en etkili çare olarak da karşı cinsler arası tabii ve meşrû ilişki önerilmektedir. Eşcinsellik eğilim ve davranışı biyolojik ve psikolojik bozukluğun bir ürünü olması durumunda ise tedavi edilmesi gereken bir hastalık sayılmaktadır. [106]

Livâtanın cezâsının Kur’an’da belirtildiğini ifâde eden Süleyman Ateş, şunları söyler: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şâhit getirin. Eğer onlar şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıncaya, ya da Allah onların yararına bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın). İçinizden iki kişi, fuhuş yaparsa, onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir.” [107]

Bu âyetlerde homoseksüellik denen cinsel sapıklık ve bunun cezâsı anlatılmaktadır. Burada iki tür cinsel sapıklıktan söz edilmektedir. Birincisi şimdi lezbiyenlik denen kadın kadına cinsel ilişki; ikincisi de livâta veya oğlancılık denen erkek erkeğe cinsel ilişkidir.

Birinci âyette "Fuhuş yapan kadınları evlerde tutun" ifâdesinden, bu eylemin kadınlar arasında olan edepsizlik, yani sevicilik olduğu anla­şılmaktadır. Bunların evlerde tutulmasmdaki hikmet de bunların edepsizlik eylemlerine engel olmaktır. Burada kadınlar, bir sonraki âyette erkek erkeğe ilişkiyi anlatan âyette olduğu gibi ikil değil de çoğul olarak zikredilmiştir. Müfessirler bunun izahında zorluk çekmişlerse de, bizce bunun hikmeti açıktır. O da kadın kadına ilişkiye girenlerin, yalnız iki kadın değil, belki birkaç kadın, kadın cemaati de olabilir. Muhammed Abduh'un izahına göre de bu eylem, o kadar çirkin sayılmadığı için kadınlar arasında yay­gınlığından ötürü fâiller çoğul getirilmiştir. Bu da ma'kul bir yorumdur, ama sanıyorum ki bu eylem, iki kadın arasında olduğu gibi, birçok kadın arasında, toplu bir seks halinde de işlendiğinden kadınlar ikil değil, çoğul zikredilmiştir. Ama livâta, çok daha utanç verici kabul edildiğinden hem daha gizli ya­pılırdı, hem de sadece iki kişi arasında olurdu. Onun için fâilleri ikidir: Biri fâil, diğeri mef’ûl durumunda iki kişi.

Şimdi bu âyetlerde kadınlar arası sapık ilişkinin cezâsı olarak “evlerde hapis”, erkekler arası sapık ilişkinin cezâsı olarak da “eziyet” getirilmiştir. Ancak her iki cezâdan kurtulmanın çâresi de gösterilmiştir. Sapık ilişkiye giren kadınların evlerde hapsi, Allah onların yararına bir yol gösterince son bulur. Erkekler arası sapık ilişkiye getirilen eziyet cezâsı da onların tevbe edip uslanmasıyla son bulur. Bu eylemlerinden sonra tevbe edip gerçekten uslanmış olanlara artık eziyet edilmez.

Kur'ân âyetleri arasında neshi kabul etmeyen Ebû Müslim Isfahânî de birinci âyette seviciliğin, ikinci âyette livâtacılığın cezâsının belirlendiğini söylemekte ve sebebini şöyle izah etmektedir:

  •  Bu sûretle hiçbir âyet neshedilmez, her âyetin hükmü geçerli olur.
  • Eğer iki âyette de zinâ kasdedilmiş olsaydı, zinâ eden erkek ve kadının hükmü, tek bir âyet içinde zikredilirdi. Nitekim: "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkeğin her birine yüz değnek vurun..." [108] âyetinde aynı suçu işleyen erkek ve kadının hükmü belirtilmiştir. İki âyette de kasıt zinâ olsaydı, burada da böyle olur ve aynı şeyden söz eden âyetler tekerrür etmezdi.
  • "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar onları evlerde tutun." âyetinin zinâ hakkında olduğunu söyleyenler, "Allah kadınların yararına bir yol gösterinceye kadar" cümlesinde gösterileceği bildirilen yolu, recm ve celd (taşlayıp öldürmek ve yüz değnek vurmak) şeklinde açıklamışlardır. Bu doğru olamaz. Çünkü âyette, Allah'ın, kadın­ların yararına bir yol göstereceği belirtilmektedir. Oysa recm, celd ve sürgün, kadınların yararına değil, zararınadır. Bunlar, kadın için çok ağır cezâlardır. Bundan dolayı biz, buradaki fuhşu, kadınlar arasındaki seviciliğe yorarak gösterilecek yolun, kendilerini bundan vazgeçirecek nikâh yolu olduğunu söylüyoruz. Allah'ın onlara evlenme nasib etmesi, onların lehine olan bir yoldur. [109]

 Burada zinâ denen, nikâhsız olarak kadın-erkek ilişkisinin cezâsı henüz belirtilmemiştir. Onun cezâsı, Nur Sûresinde belirtilecektir. Böylece âyetler arasında farazî bir çelişki ortaya çıkarılmaz ve âyetlerin hepsinin hükmü tam yerine oturur:

  • Eşcinsellik yapan kadınlar, evde gözetim altında bulundurulurlar, evleninceye dek evden dışarı çıkarılmazlar. Eşcinselliğin cezâsı, kadınlar için sürekli gözetim altında tutulmak, evden dışarı çıkarılmamaktır. Ancak evlendikleri veya uslanıp bu işten vazgeçtikleri takdirde evde sürekli hapis cezâsından kurtulurlar.

Eşcinsellik yapan erkeklere, dil ve el ile eziyet ve hakaret edilir. Birbiriyle zinâ eden erkek ve kadın ise, her birine yüz sopa vurularak cezâlandırılır. Bu hususta kişilerin evli, bekâr, genç veya ihtiyar olmaları arasında bir fark yoktur.

Reşid Rızâ da Ebû Müslim'in bu yorumunun, en doğru yorum ol­duğunu vurgulamaktadır: "Gerçek şu ki Ebû Müslim'in her iki âyet üze­rindeki yorumu, tercihe şâyân yorumdur." Üstadı Muhammed Abduh da bu görüşü tercih etmiştir: "Sevici kadınların evde hapsedilmelerinin hikmeti şudur: Seviciliğe alışan kadın, artık erkeklerden uzak durur, evlenmek istemez. Bir nesil tarlası olmaya râzı olmaz. Onun edepsizliğine mâni olmak için evlerde tutulup benzeri kadınlarla buluşması önlenir ki, o, ömründe bu işi bir daha yapma imkânı bulamasın veya evlensin.

Ben derim ki: Kadın ölünceye, ya da sevicilikten soğuyarak erkeklere ilgi duyuncaya kadar, evli ise kocasıyla ilişkiyi kabul edinceye, bekâr ise evleninceye kadar hapsedilir. Kadınlara gösterilecek yolun, Allah'a bağlanmasında da bir hikmet vardır ki o da şudur: Bu, alışanın bırakması güç olan bir edepsizliktir. Zaten hapsedilmesindeki hikmet de bu edepsizliği bırakmanın zorluğuna bağlıdır. Yani bu edepsizlik, öyle bir belâdır ki, ancak Allah'ın bir çıkar yol göstermesiyle bundan kurtulmak mümkün olur." [110]

 

Livâtanın cezâsı

İmâm-i Şafiî'ye göre livâta yapana had (cezâ) uygulanır. Ebû Hanîfe'ye göre bu konuda bir hüküm bulunmadığı için buna cezâ gerekmez. Şafiî'ye göre Lût şerîatinde haram olan bu işi yapanların recmedilmesi gerekir. Zira “Onlar Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir, onların yoluna uy!" [111] âyeti uyarınca bizden öncekilerin şerîatindeki hükümler bizim şeriatimizde neshedilmedikçe bizim için de geçerlidir. Livâta eylemini yapanları Allah kınadığına göre, demek ki buna uygulanan cezâ, bizim şeriatimizce neshedilmemiştir. Bundan dolayı livâta yapanlar cezâlandırılır.

Şâfiî'nin bu görüşü uzak bir kıyastır. Elbette livâta iğrenç bir iştir ama fâilini recmetmek için açık bir delil yoktur. Çünkü Lût şeriatinde livâtanın cezâsının ne olduğu bilinmiyor. Günahları yüzünden bir kavmin başına âfet gelmesi başka, belli suçlar için şeriatçe (İslâmî yasa) ile konulan cezâ da başkadır. Şâfi'î, günâhları yüzünden kavmin başına âfet gelmesini şeriat cezâsıyla karıştırıyor ki bu yanlıştır. Bu tür âfetler sadece livâta dolayısıyla gelmiş değildir. Sahtekârlık, yalancılık, haksızlık gibi çeşitli eylemleri yüzünden de kavimler İlâhî âfetlerle cezâlandırılmışlardır. Ama bu eylemlerin bir kısmının şeriatte bir cezâsı yoktur. Meselâ yalan söy­lemeye, oruç tutmamaya, namaz kılmamaya, şeriat ma'nevi sorumluluk dışında maddî bir cezâ belirlememiş iken zinâ etme, adam öldürme gibi hususlara cezâ belirlemiştir. Eğer bizden önceki şeriatlerin cezâsı bizim için de geçerli olsaydı, o zaman zinâ için, adam öldürme için had ve kısas cezâlarını da koymazdı. Çünkü bunların öteki şeriatlerde cezâsı vardı. Onlar bizim için de geçerli olurdu. Bunlara ayrı ayrı cezâ konulduğuna göre, bizden önceki şeriatlerin ağır cezâlarının bizim için de geçerli olması gerekmez. Kaldı ki Hz. Muhammed (s.a.s.), önceki dinlerde bulunan ağır hüküm­leri, yükleri kaldıran, insanların yükünü hafifleten bir elçi olarak vasıflan­dırılır. [112] âyetinde Allah'ın, müslümanlara, öncekilerin yollarını beyan ettiği belirtildikten sonra: "Allah sizden ağır teklifleri hafif­letmek istiyor, çünkü insan zayıf yaratılmıştır"[113] âyetiyle, önceki şeriatlerde bulunan bazı ağır teklifleri hafiflettiği vurgulanmaktadır. Öyle ise bizden önceki şeriatlerde bulunan ağır cezâların, bizim için geçerli olduğunu söylemek, Kur'ân'ın bu temel prensibine aykırıdır. Ama onlardaki genel prensipler, tevhîd esasları, elbette bizim için de geçerlidir. Fakat onların ağır yasaları, son İslâm şeriatinde hafifletilmiştir.

Ebû Hanîfe'nin görüşü daha isâbetlidir. Livâtaya şeriatte bir cezâ konmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bütün günâhlara cezâ konmuş değildir. Livâta, son derece çirkin bir sapıklıktır, doğaya aykırıdır. Kur'ân, livâta eyleminin fâil ve mef’ûlüne bir ta'zir cezâsı koymuştur. Bu da eziyettir. Eziyet, halk içinde hakaret etme, dövme ile olur. Fakat öldüresiye dövme değil, bir iki tokat vurmaktan, yüzüne tükürmekten, sözle hakaret etmekten ibâret bir utandırma ve caydırma dövmesidir. Maksat, bu eylem­cileri halk içinde rezil edip onların bir daha böyle bir eyleme cesaret etmelerini önlemektir.

Gerçi Nesâî dışındaki Sünen sahipleri, İkrime yoluyla İbn Abbas'tan: "Lût kavminin işini yapanlara rastlarsanız, fâil ve mef’ûlü öldürünüz" [114] sözünü rivâyet etmişlerdir, ama Nesâî bu hadîsi münker görmüştür. İbn Mâce bu hadîsi Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiş ise de senedi birinciden de zayıftır. Hafız İbn Hacer, Ebû Hüreyre hadîsinin sahîh olmadığını söylemiştir. Hadîsin başka bir varyantında: "Üsttekini de, alttakini de recmedin" denmektedir ki bu da sahîh değildir. Beyhakî'nin: "Erkek, erkeğe varırsa ikisi de zinâ edendir. Kadın, kadına varırsa ikisi de zinâ edendir" rivâyetinin senedinde Ebû Hâtim'in yalancılıkla suçladığı Muhammed İbn Abdi'r-Rahman vardır. İbnu't-Tullâ', Ahkâmında: "Peygamber’in (s.a.s.) livâta yapanı recmettiği veya onun hakkında bir hüküm verdiği sübût bul­mamıştır" demiştir.

Bu konudaki görüşleri toplayan Şevkânî şöyle diyor: "İlim sahipleri, mütevâtir hadîslere dayanarak livâtanın haram ve büyük günâhlardan; yapanların da mel'ûn olduğu kanısına vardıktan sonra cezâsı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir grup sahâbî, evli olsun, bekâr olsun, livâta yapanın da, yapılanın da öldürüleceği kanısındadır. Şâfiî, Nasır, Kasım İbn İbrâhîm de bu görüşe varmışlar, görüşlerine de Livâtacının recmedileceği hakkındaki münker hadîsi delil getirmişlerdir. Bu görüş sa­hipleri, öldürmenin nasıllığı hakkında da ihtilâf halindedirler. Hz. Alî'den, bunun kılıç ile öldürülüp sonra yakılacağı rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman'a göre bu adam duvarın altına konulup üstüne duvar yıkılarak öl­dürülür. İbn Abbas'a göre kentin en yüksek binasından baş aşağı atılarak öldürülür (Bu iki rivâyet de zayıftır). Kimine göre de recmedilir. Livâta, aynen zinâ gibi kabul edilmiştir."

Bu görüşleri kaydettikten sonra Şevkânî kendi görüşünü şöyle belirtiyor: "Muhakkak ki bu rezâleti işleyen kimseye, âleme ibret bir cezâ verilir. Azgınların şehvetini kıracak biçimde işkence edilir. Ebû Hanife'ye ve Şâfiî'den gelen başka bir kavle, Murtazâ ve Müeyyedbillâh'a göre livâta yapan, yalnız ta'zîr edilir. Livâtacı hakkındaki deliller özellik, zinâ hakkındaki deliller ise genellik arz ettiği için bu konuda büyük görüş ayrılıkları vardır..." [115]

Îbnu't-Tullâ'ın da belirttiği gibi livâta yapanın öldürüleceği veya recmedileceği hakkındaki hadislerin hiçbiri sahîh değildir. Zâten sahîh olsaydı, sahâbîlerden, cezâ konusunda bu kadar görüş ayrılığı nakledilmezdi. Bu ihtilâflar, Hz. Peygamber'den sonra sahâbîlerin, onlardan sonra da tâbiîlerin, konu hakkında kendi görüşlerini belirttiklerinden, kimi livâtacının yakıla­cağını, kimi kılıçla öldürüleceğini, kimi üstüne duvarın yıkılacağını, kimi yüksek binadan aşağı atılarak öldürüleceğini, kimi de öldürülmeyip ta'zîr edileceğini söylemiştir ki zaten Kur'ân'ın bu konuda açıkça belirttiği cezâ da ta'zîr'dir. Onun için Ebû Hanîfe, bir kavle göre Şâfıî de livâtacının sadece ta'zîr edileceğini söylemiştir. Çünkü Kur'ân: "İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa onlara eziyet edin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık on­lardan vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir."[116] buyurmuştur.

Muhammed Reşîd Rızâ da bu görüştedir: "Hanefîlere göre ta'zîr, dövmek, böylelerini en kötü, pis bir yerde ölünceye, ya da tevbe edinceye dek hapsetmek sûretiyle olur. Ebû Müslim el-Horasânî: 'İçinizden iki erkek fuhuş yaparsa...' âyetinde livâtacı fâil ve mef’ûlün kasdedildiğini söyler. Biz o âyetin tefsirinde, üstâd İmam (Muhammed Abduh)un da Ebû Müslim'in görüşünde olduğunu söylemiştik. Bu görüş, şöyle diyenlerin sözüne uygundur: Livâtanın cezâsı da ta'zîrdir, ama bu, eziyet olan herhangi bir tarzda yapılabilir (mutlaka dövmek gerek­mez). Ta'zîr; sözle, fi'ilen (döverek) yapılabileceği gibi, işkencesiz de olabilir." [117]

 

Livâta Eylemini Yapanların Toptan Cezâlandırılması;

7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 69-70, 74-83; 26/Şuarâ, 165-173; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-35'nci âyetlerde livâta eylemine düşkün olan Lût kavminin başlarına yağdırılan kükürt, lav yağmuru ile helâk edildikleri belirtilmiştir. Çok çirkin işler yapan bu kavmin helâk nedenlerinin başında livâta iptilâsı gelir. Livâtacılık, erkeklerin kendi aralarında ilişkiye girmesi biçimindeki homoseksüelliktir ki bu iğrenç eyleme, Lût kavminin adıyla ilişkili olarak livâta denmiştir. Lût (a.s.), kavmini bu kötü ahlâktan uzaklaştırmaya çalışmış, fakat bu işe müptelâ olan kavmi, Lût'un sözlerini dinlememişler, keyiflerini kaçırmaması için bu işe bulaş­mayan Lût'u ve taraftarlarını ülkelerinden çıkarmak istemişlerdir. Sonuçta Allah Taâlâ, Lût'u ve iman edenleri kurtarıp, Lût'un karısı da dâhil, bütün suç­luları helâk etmiştir.

Lût'un karısının da öteki suçlularla beraber helâk olması, peygamber karısı dahi olsa, suçlunun cezâsını çekeceğini; Allah'a isyan eden insanı hiç kimsenin kurtaramayacağını gösterir. İyilik, insanın kendi şahsında olmalıdır. Böyle olmadıktan sonra iyilere akraba olmak, sâlihlerin soyundan gelmek insana bir yarar sağlamaz.

7/A'râf, 80'de Hz. Lût'un, kavmine, dünyalarda kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi yaptıklarını söylediği belirtilmektedir. Livâta, muhakkak ki Lût kavminin icadı değildir. Onlardan önce de bu işi yapanlar olmuştur. Öyle ise neden Lût kavmi, kendilerinden önce dünyada kimsenin yapmadığı işi yapmakla suçlanmıştır?

Müfessirlere göre bu iş, başka toplumlarda da yapılırdı ama, toplumsal bir düşkünlük halini almamıştı. Bireysel olaylar olarak görülürdü. Ancak bu fuhuş, Lût kavminde toplumsal bir iptilâya dönüşmüştü. Bundan dolayı onlar, daha önce kimselerin yapmadığı bir işi yapmakla kınanmışlardır. [118]

Kur'ân-ı Kerîm, bu işi yapanları israfçı olarak nitelendirmektedir. İsraf, bir işi gereksiz yapmak, Allah'ın nimetini boşa harcamaktır. Cinsel birleşmenin asıl amacı, neslin üremesidir. Kadınla erkeğin birleşme arzu­larının altında Allah'ın bu hikmeti yatmaktadır. İnsanın, çocuk olmayacak tarzda sadece şehvetini defetmesi, milyonlarca insan tohumunun boşa dökülüp ölmesine neden olur. Her biri bir insan olma istidadında bulunan milyonlarca tohumun tuvalete dökülmesi, israftır; cinsel birleşmeyi ama­cından saptırmaktır. Allah, birleşme isteğini sırf zevki tatmin için verme­miştir. Aslında o zevk, önemli bir amacın gerçekleşmesi için bir araçtır. Bu amaç, çocuk olmasıdır. Çocuk olmasını engellemek, insan tohumlarını boşa akıtmak israftır. Yaratılış yasasına aykırı olarak erkeklerle sapık ilişki kurmak haram olduğu gibi, kadını çocuk olmayacak tarzda kısır­laştırmak, onu sadece bir şehvet aracı haline getirmek olur ki bu da Allah'ın yaratma yasasına aykırıdır. [119]

 

Kur’ân-ı Kerim’de Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi 

Lût (a.s.) ve Lût Kavmi, Kur’ân-ı Kerim’de toplam 27 yerde zikredilir. Lût (a.s.)’un kavmiyle olan mücâdelesi, Kur'ân-ı Kerîm'de 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hicr, 61-77; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 26-30; 37/Sâffât, 133-138. âyetlerinde anlatılır. Kur'ân-ı Kerîm'de yirmi yedi yerde is­men zikredilen Lût'un Hz. İbrâhim'in tebliği­ni kabul ettiği [120], onunla birlikte bereketli ülkeye ulaştırıldığı,[121] peygamberlerden olduğu[122] diğer peygamberler gibi âlemlere üstün kılındığı, [123] kendisine hüküm ve ilim verildiği, sâlihlerden olduğu ve İlâhî rahmete kabul edil­diği [124] bildirilmektedir. Tevratta iddia edildiği gibi Lût, amcası İbrâhim'in çobanlarıyla kendi çobanları arasında çıkan bir anlaşmazlık üzerine ve münbit toprakları tercih ettiği için değil, peygamber olarak görevlendirilip gön­derildiği için [125] Sodom'a gitmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de livâta kelimesi geç­memekle birlikte "aşırı derecede çirkin davranış, açık hayâsızlık ve sapkınlık" an­lamındaki fâhişe (çoğulu fevâhiş) ve fahşâ kelimeleri livâta fiilini de kapsayan ge­niş bir içerikle yirmi dört yerde geçer ve zina, livâta, sevicilik gibi iffetsizlikler şid­detle kınanır, yol açacağı dinî ve hukukî sorumluluklara işaret edilir. Cinsî ihti­yaçların tabiî/doğal ve meşrû çerçevede karşı­lanması, fıtrat ve iffetin korunması, in­sanlık onurunu zedeleyen her türlü cinsî azgınlık ve sapıklıktan uzak durulması Kur'an'ın temel mesajlarından biridir. Kur'an'da, Lût kavminin livâtanın yaygın­lık kazandığı ilk toplum olduğuna atıfla onların, bu çirkin fiili işlemeleri ve pey­gamberleri Hz. Lût'un kendilerini bu iş­ten alıkoymaya yönelik uyarı ve öğütle­rine kulak vermeyişleri sebebiyle helâk edildiği anlatılır [126].

“İsmail'i Elyasa'yı Yûnus'u ve Lût'u da (hidâyete eriştirdik). Onların hepsini âlemlere üstün kıldık.” [127]

“Lût’u da (peygamber olarak) gönderdik. Kavmine dedi ki: ‘Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?

Çünkü siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Doğrusu siz, haddi aşan bir (azgın) kavimsiniz.

Kavminin cevabı: ‘Onları (Lût’u ve ona inanan taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış!’ demelerinden başka bir şey olmadı.

Biz de onu ve karısından başka âile efrâdını (iman edenleri) kurtardık. Çünkü karısı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi.

Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bak gi günahkârların sonu nasıl oldu!” [128]

“Andolsun ki elçilerimiz (melekler) İbrâhim'e müjde getirdiler ve: ‘Selâm (sana)!’ dediler. O da: ‘(Size de) selâm!’ dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.

Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrâhim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir tür korku düştü. Dediler ki: ‘Korkma. Biz Lût kavmine gönderildik.’

İbrâhim'den korku gittiği ve ona müjde geldiği zaman Lût kavmi konusunda Bizimle çekişip tartışmalara giriyor(du).

İbrâhim cidden yumuşak huylu, bağrı yanık, kendisini Allah'a vermiş biri idi.

(Melekler dediler ki): ‘Ey İbrâhim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onlara, geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir!

Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da ‘Bu, çetin bir gündür!’ dedi.

Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işler yapmaktaydılar. (Lût): ‘Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır (onlarla evlenin); sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!?’ dedi.

Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin.’

(Lût:) ‘Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!’ dedi.

(Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle (yola çıkıp) yürü. Karından başka sizden hiçbiri geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan (azap) şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan (helâk) zamanı, sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?

Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.

(O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zâlimlerden uzak değildir.” [129]

"Onlara İbrâhim’in misafirlerinden (meleklerden) de haber ver.

Dediler ki: ‘Biz, suçlu bir topluma gönderildik.

Ancak Lût âilesi hâriç. Onların hepsini kurtaracağız.’

‘(Fakat Lût'un) karısı müstesnâ; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.’

Melek olan elçiler Lût âilesine gelince,

Lût onlara: ‘Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz’ dedi.

Dediler ki: ‘Bilâkis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azâbı ve helâkı) getirdik.

Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.

Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.’

Ona (Lût'a) şu hükmümüzü vahyettik: ‘Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.’

Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiIer.

(Lût) onlara: ‘Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;

Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!’ dedi.

‘Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?’ dediler.

(Lût:) ‘İşte kızlarım! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin)’ dedi.

(Rasûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.

Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.

Böylece ülkelerinin üstünü altına geçirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.

Onlar hâlâ gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.

Hakikaten bunda iman edenler için bir ibret vardır.” [130]

“Biz, onu ve Lût'u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.” [131]

“Lût'a da bir hüküm ve ilim verdik ve onu çirkin işler yapmakta olan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar fenâ işler yapan kötü bir kavimdi. Onu rahmetimize kabul ettik; çünkü o sâlihlerdendi.” [132]

“İbrâhim'in kavmi de, Lût'un kavmi de (peygamberlerini) yalanladılar.” [133]

“(Rasûlüm!) Andolsun (bu Mekkeli putperestler), belâ ve felâket yağmuruna tutulmuş olan o beldeye uğramışlardır. Peki onu görmüyorlar mıydı? Hayır, onlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktadırlar.” [134]

“Lût kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladı.

Kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: ‘(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?

Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.

Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.

Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.

Rabbinizin sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp da, insanlar içinden erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz sınırı aşmış (sapık) bir kavimsiniz!’

Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût! (Bu dâvâdan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürgün edilmişlerden olacaksın!’

Lût: ‘Doğrusu, dedi, ben sizin bu işinizden tiksinmekteyim!

Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldiklerinden (vebâlinden) kurtar.

Bunun üzerine onu ve bütün âilesini kurtardık.

Ancak bir koca karı müstesnâ. O, geride kalanlardan (oldu).

Sonra diğerlerini helâk ettik.

Üzerlerine öyle bir yağmur yağdırdık ki... Uyarılanların (fakat yola gelmeyenlerin) yağmuru ne de kötü!

Elbet bunda büyük bir ibret vardır; fakat çokları iman etmezler.

Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlip ve engin merhamet sahibidir.” [135]

“Lût'u da (peygamber olarak kavmine gönderdik.) Kavmine şöyle demişti: ‘(Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?!

(Bu İlâhî ikazdan sonra hâlâ) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz!’

Kavminin cevabı sadece: ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; çünkü onlar (bizim yaptıklarımızdan) uzak kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibâret oldu.

Bunun üzerine onu ve âilesini kurtardık. Yalnız karısı müstesnâ; onun geride (azâba uğrayanların içinde) kalmasını takdir ettik.

Onların üzerlerine müthiş bir yağmur indirdik. Bu sebeple, uyarılan (fakat aldırmayan) ların yağmuru ne kötü olmuştur!”  [136]

“(İbrâhim) Dedi ki: ‘Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi inkâr edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur.’ Bunun üzerine Lût ona iman etti ve dedi ki: ‘Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.’ Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik ve onun soyunda (seçtiklerimize) peygamberliği ve kitabı (vahy ihsanı) kıldık, ecrini de dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette salih olanlardandır. Lût da; hani kavmine demişti: ‘Siz gerçekten, sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı ‘çirkin bir utanmazlığı' yapıyorsunuz.’ ‘Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler mi yapacaksınız?’ Bunun üzerine kavminin cevabı yalnızca: ‘Eğer doğru söylüyor isen, bize Allah'ın azâbını getir!’ demek oldu. Dedi ki: ‘Rabbim, fesat çıkaran (bu) kavme karşı bana yardım et!’ Bizim elçilerimiz İbrâhim'e bir müjde ile geldikleri zaman, dediler ki: ‘Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkıma uğratacağız. Çünkü onun halkı zâlim oldular.’ Dedi ki: ‘Onun içinde Lût da vardır.’ Dediler ki: ‘Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi biliriz. Kendi karısı dışında, onu ve âilesini muhakkak kurtaracağız. O (karısı) arkada kalacak olanlardandır.’ Elçilerimiz Lût'a geldikleri zaman o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve içi daraldı. Dediler ki: ‘Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışında, seni ve âileni muhakak kurtaracağız. O ise, arkada kalacaktır.’ ‘Şüphesiz Biz, fâsıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azap indireceğiz.’ Andolsun, Biz akledebilecek bir kavim için orada apaçık bir âyet bırakmışızdır.” [137]

“Nitekim, onlardan her birini günahı sebebiyle cezâlandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” [138]

“Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi. Hani biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında. Sonra geride kalanları yerle bir ettik. Siz onların (memleketinin) üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakt ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?” [139]

"Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).” [140]

“Âd ve Firavun ile Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).

Eyke halkı ve Tübba kavmi de. Bütün bunlar peygamberleri yalanladılar da tehdidim gerçekleşti!” [141]

“İbrâhim'in ağırlanan misafirlerinin haberi 0sana geldi mi? (Bunlar meleklerdi.)

Onlar İbrâhim'in yanına girmişler, selâm vermişlerdi. İbrâhim de selâmı almış, içinden, ‘Bunlar, yabancılar’ demişti.

Hemen âilesinin yanına giderek semiz bir dana (kebabını) getirmiş,

Onların önüne koyup ‘Yemez misiniz?’ demişti.

Derken (yemediklerini görünce) onlardan korkmaya başladı. ‘Korkma’ dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.

Karısı çığlık atarak geldi. Elini yüzüne çarparak: ‘Ben kısır bir koca karıyım!’ dedi.

Onlar: ‘Bu böyledir. Rabbin söylemiştir. O, hikmet sahibidir, bilendir’ dediler.

(İbrâhim:) ‘O halde işiniz nedir, ey elçiler?’ dedi.

‘Biz, dediler, suçlu bir kavme gönderildik.

Üzerlerine çamurdan taş yağdırmaya (geldik).

(Bu taşlar,) aşırı gidenler için Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlardır).’

Bunun üzerine orada bulunan mü’minleri çıkardık.

Zâten orada müslümanlardan, bir ev halkından başka kimse bulmadık.

Acı azaptan korkanlar için orada bir işaret bıraktık.” [142]

“Lût kavmi de uyarıları yalanladı. Biz de onların üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Yalnız Lût âilesini (bu azaptan ayrı tuttuk;) onları seher vakti kurtardık; Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte Biz şükredenleri böyle ödüllendiririz. Oysa andolsun zorlu yakalamamıza karşı onları uyarmıştı. Fakat onlar bu uyarıları kuşkuyla karşılayıp yalanlamakta direttiler. Andolsun onlar onun konuklarından da murad almak için baskı yaptılar. Biz de onların gözlerini silip kör ettik. ‘İşte azâbımı ve uyarmamı tadın!’ Andolsun onları bir sabah vakti erkenden üzerlerinde kararını kılmış bir azap yakalayıp bastırıverdi. Şimdi azâbımı ve uyarmamı tadın!” [143]

“Allah, inkâr edenlere, Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah'tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!’ denildi.” [144]

“Irzlarını koruyanlar; Ancak eşlerine ve câriyelerine karşı müstesnâ; çünkü onlar kınanmaz; Bundan öteye (geçmek) isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir.” [145]

“İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir.” [146]

 

Hadis-i Şeriflerde Livâta ve Erkeğin Kadına Benzemesi

Hz. Peygamber'in hadislerinde li­vâta kınanmış ve bu fiili işleyen kimseye Allah'ın rahmet nazarıyla bakmayacağı bildirilerek[147] livâta yapanların lânetlendiği ifâde edilmiştir. [148] Rasûl-i Ekrem, ümmeti hakkında en çok korktuğu şey olarak, Lût kavminin bu çirkin davranışı olduğunu belirtmiş[149] ve erkeğin eşiyle anal (arka yoldan) ilişkide bulunması­nı da "küçük livâta" şeklinde nitelendirerek yasaklamıştır.[150] Bir başka hadiste de hemcins­leriyle ilişkide bulunan kadınlar ve erkek­ler zinâ yapan kişiler olarak ifâde edilmiş­tir. [151]

Hadislerde Hz. Lût'un Hûd sûresinde yer alan temennisiyle,[152] Lût kavminin yaptığı kötülüğü işleyenlere Allah'ın lâ­net edeceği ve onların öldürülmesi ge­rektiği de bildirilmektedir.[153] Lût (a.s.) ve kavmiyle İlgili olarak Kur'an ve hadis dışında­ki İslâmî kaynaklarda yer alan çeşitli rivâ­yetler[154] çoğunlukla yahûdi kaynaklarındaki bilgilere dayanır.

“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [155]  

"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey Lût kavminin davranışıdır." [156]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: "Kimin Lût kavminin sapık işini yaptığını görürseniz, fâili de mef'ûlü de öldürün." [157] Tirmizî, Ebû Hüreyre'nin de böyle bir rivâyette bulunduğunu belirtir. Ebû Dâvud'da İbn Abbâs (r.a.)'tan yapılan bir rivâyette: "Livâta yaparken yakalanan bekâr (yani muhsan olmayan kişi) de recmedilir" denmiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "Lût kavminin iğrenç fiilini işleyen kimse mel'ûndur." (Rezin ilâvesidir -Münzir'de kaydedilen uzunca bir hadisin parçasıdır-). [158]

"Kadına dübüründen temas eden mel'undur" [159]

Bu hadis, kadınlara arka uzvundan temas etmenin haram olduğuna delâlet eder. Esâsen Kur'ân-ı Kerim, "Kadınlarınız tarlalarınızdır, tarlalarınıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın!" [160] meâlindeki âyeti ile ekine elverişli cinsî uzva teması irşad etmiştir. Birçok hadiste Rasûlullah açık bir ifâde ile arka uzuvdan teması şiddetle yasaklamıştır. Tirmizî hadisi de şöyledir: "Hayızlı kadına arka uzvundan temas eden, kâhine giden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir."

"Allah Teâlâ, erkeğe temas eden veya kadınlara arka uzvundan temas eden erkeğe (kıyâmet günü rahmet nazarıyla) bakmaz." [161]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.): "Kim bir hayvana temas ederse onu öldürün, hayvanı da beraber öldürün" buyurdu." İbn Abbâs'a: "Hayvanın günahı ne (o niçin öldürülsün?)" diye soruldu. Şu cevabı verdi: "(Bu hususta Rasûlullah'tan bir şey işitmedim). Tahminimce eti yenmesin veya ondan istifâde edilmesin diyedir. Zîra ona, bu muâmele yapılmıştır." [162] Ebû Dâvud ve Tirmizî'de şu rivâyet de gelmiştir: "Hayvana temas edene bir hadd takdir edilmemiştir."

Şârihler, dört mezhep imamlarının, hayvana temas eden kimsenin öldürülmeyip ta'zir cezâsına maruz bırakılacağında müttefik olduklarını belirtirler. Hadis bu büyük amelden zecre (yasaklamaya) hamledilmiştir. Ulemâ, bu mevzûda İbn Abbâs (r.a.)'ın şu sözünü esas almıştır: "Hayvana temas edene hadd yoktur." Atâ da bir soru üzerine, hayvana temas mevzuunda hadd olmadığını söyledikten sonra, "Bu kabih/çirkin bir ameldir, kabihi takbih edin" diye cevap vermiştir. [163]

"Bir insan diğer bir insana: ‘Ey Yahudi!’ diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. ‘Ey muhannes (kadınlaşmış, homoseksüel)!’ diyecek olursa yine o kadar cezâ verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün." [164]

Ümmü Seleme (r. anhâ) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme'nin kardeşi Abdullah İbn Ebî Ümeyye'ye: "Ey Abdullah,  şâyet yarın Allah Tâif'in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân'ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir" der. Bu söz üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Böyleleri bir daha yanınıza girmesin!" buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler." [165]

Açıklama: Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazen yaratılıştandır. Böyleleri levm edilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan (isteğiyle kadın gibi tavırlar takınan) kişilere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Rasûlullah'ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivâyetler, herkesçe onun cimâya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.

Peygamberimiz Medine'den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud'da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine'den iki gece uzaklıktaki Nakî adlı mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Rasûlullah, "Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum" cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur, başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört kişi olduğunu kaydeder.

Rasûlullah birçok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyledir: "Allah'ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah'ın öfkesi şiddetlidir." Bir başka hadis de şöyledir: "Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lânet etsin!"

Rasûlullah'ın Hît'i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir. Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması. Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnûdur. Bir rivâyette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tâbirler kullanmıştır: "Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi..." Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Rasûlullah (s.a.s.) bunu sürmüştür.

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: "Onları evlerinizden çıkarın!" şeklinde ferman buyurdu." [166]

Livâta, Lût kavminin içine düştüğü cinsî sapıklıktır; homoseksüalite de denir. Bu, erkeğin erkekle, kadının kadınla cinsî temasta bulunmasıdır. Dinimiz bu işi zinâdan da çirkin bir ahlâksızlık kabul etmiş, şiddetle yasaklamıştır. Hadis, sadece fâili, yani, erkeğe temas eden erkeği değil, mef'ûlü de yani kendisine cinsî temas yaptırtan erkeği de mahkûm etmekte, ikisinin de öldürülmesini emretmektedir.

Kur'ân-ı Kerim Lût kavminin helâk oluşunun sebebini bu ahlâksızlığa bağlar. Şu halde, bu küçümsenecek bir sosyal bozukluk değil, insanlığın ciddi bir meselesidir. Kur'ân her asra hitab ettiğine göre, onda yer eden meseleler asıl itibarıyla geçmişi anlatsa bile, hal ve istikbâle de parmak basmaktan uzak değildir. Öyle ise livâta her zaman için insanlığın karşılaşabileceği bir ahlâkî çöküş, sosyal bir musîbet kaynağıdır. Günümüzde ortaya çıkan ve tıbbî yollarla tedavisi ve önlenmesi henüz imkân dâhiline girmemiş bulunan AİDS âfetinin  de livâtanın yaygın olduğu çevrelerde çıkmış olması ve yayılma sebebinin de esas itibariyle livâta ve zinâ olması, üzerinde durulması gereken bir husustur. Dinimizin cinsî hayatın disipline edilmesi husûsunda gösterdiği hassâsiyetin hikmeti şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Haram yollardan cinsî tatmin arayanlara karşı İslâm'ın koyduğu müeyyideleri fazla sert ve hatta gayr-i medenî bulanlar, AİDS vak'asının, cinsî sapıklar yüzünden bütün insanlığı ve medeniyeti tehdit eder bir hal alışı karşısında insafa gelmeli, hakkı teslim etmeli değil midir!?

Münzirî'nin et-Terğîb ve't-Terhîb'de yazdığına göre, halifelerden dört tanesi livâta yapanı yakmıştır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Abdullah İbnu'z-Zübeyr ve Hişâm İbn Abdilmelik. İbn Ebî'd-Dünya ve Beyhakî'nin rivâyetlerine göre, Hâlid İbnu'l-Velîd, Hz. Ebû Bekir'e yazar ki,  bir Arap karyesinde kadın gibi nikâhlanan bir erkeğe rastlamıştır. Hz. Ebû Bekir, bu haber üzerine Rasûlullah’ın (s.a.s.) ashâbını toplayıp ne yapmak gerektiği hususunda fikirlerini alır. Hz. Ali (r.a.): "Bu günahı tarihte tek bir ümmet işlemiştir. Bildiğiniz gibi Allah da o kavmi helâk etmiştir, ben bu adamın yakılmasını uygun görüyorum" der. Bunun üzerine bütün ashâbın re'yi onun yakılması hususunda icmâ etti. Hz. Ebû Bekir de (Halid İbn Velid'e yazarak) adamın yakılmasını emretti." Yine, İbn Abbâs (r.a.)'ın rivâyetine göre, Hz. Ali, livâta yapan çifti yaktırmıştır. Hz. Ebû Bekir (r.a.), üzerlerine bir duvarı yıktırmıştır." (Rezîn ilâvesidir.) [167]

 

Lût Gölü

Lût Gölü; Günümüzde bir kısmı İsrail, bir kısmı Ürdün sınırlan içinde kalan göldür. Müslümanlar tarafından Hz. Lût’a izâ­feten Lût Gölü/Lût Denizi adıyla, Batılı­lar arasında da içinde ve kıyılarında canlı yaşamadığından (sadece gölü besleyen Ürdün/Şeria nehrinin ağzında yosun gi­bi bazı yeşillikler görülür) ve hakkındaki ölümcül efsânelerden dolayı "Ölü Deniz" anlamına gelen adlarla tanınır. Kitâb-ı Mukaddes ile çeşitli Grek, Roma, Bizans ve Arap coğrafyacı, tarihçi ve seyyahları­nın eserlerinde coğrafî-tarihî konumuna ve fizikî özelliklerine göre Doğu denizi, Araba (Vâdi’l-Araba) denizi, Sodom ve Gomore denizi, Sogar denizi, Altüst Olmuş göl, Tuz denizi, Zift denizi, Fena Kokulu göl ve Ölü deniz mânâlarındaki çeşitli ad­larla anılmıştır.

Lût gölü, üçüncü zamanın ikinci yarı­sında teşekkül etmiş Akabe körfezi-Vâdi’l-Araba rift vâdisinin devamı olan ve bir noktasında deniz seviyesinden 790 met­reyi aşkın derinlikteki tabanı ile karaların en derin yerini oluşturan Gor (Gavr) çu­kurunun bir kesimine suların toplanma­sıyla meydana gelen tektonik bir göldür. Doğu kıyısından çıkan ve "el-Lisân" (dil) denilen bir yarımada, gölü iki kesime ayır­makta ve derinliğin kuzeyde 410, güney­de sadece 10 m. kadar olduğu görülmek­tedir. Gölün suları yüzeyde binde 288, dipte binde 325 oranında tuzludur; dolayısıyla bu sularda yüzmek çok kolay, fakat dalmak zordur. Gölün suları ayrıca yüksek oranlarda magnezyum klorür (binde 102), sod­yum klorür (binde 79), kalsiyum (binde 37) ve potasyum (binde 15), klorürleriyle sodyum bromür (binde 5) içerir. Dünyanın en tuzlu suyuna sahip olan gölün kıyıları, Sodom'dan çıkarken arkasına bakan Hz. Lût'un karısının tuzdan direk haline gelmesi gi­bi efsânelerin[168] doğmasına yol açan çeşitli şekillerde billûrlaşmış tuz kümeleriyle kaplıdır. Gölün suyunun ter­kibindeki, canlı barındırmamasına ve fe­na kokmasına sebep olan maddelerin ya­nında yüzeyinde de yer yer bitüm top­lanmakta ve klasik kaynaklarda, gölün Lacus Asphaltitis adıyla anılmasına yol açan bu maddenin Nabatîler tarafından onu mumyalama işleminde kullanan Mısırlılar'a satıldığı bilinmektedir. Bugün golün suyu İsrail ve Ürdün kıyılarındaki arıtma tesislerinde ayrıştırılmakta ve içerdiği kimyasal maddeler ya sanayide kullanılmakta ya da ihraç edilmektedir.

Kur'an'da, çevresinde gelişen olaylara temas edilen, fakat adı verilmeyen Lût gölünün dinler tarihinde ve Kitâb-ı Mu­kaddes arkeolojisinde önemli bir yeri vardır. İşledikleri büyük günahlar sonucu altüst edilen Sodom ve Gomore şehirle­riyle Tevrat'ta adları verilen aynı döneme ait diğer şehirlerin araştırılması faâliyetleri arkeologlar tarafından henüz kesin sonuçlara ulaştırılamamıştır ve bu konudaki çalışmalar halen sürdürülmek­tedir. XX. yüzyılın ilk çeyreğinden beri de­vam eden bu çalışmalar sırasında 1946-1956 yılları arasında gölün kuzeybatı kı­yısındaki Kumran harabeleri yakınında bulunan mağaralarda keşfedilen ve Lût Gölü yazmaları veya Kumran mağaraları yazmaları denilen, milâttan önce II - mi­lâttan sonra I. yüzyıllara ait Ârâmîce ve İbrânîce belgeler, Kitâb-ı Mukaddes tari­hi ve Hıristiyanlığın kökenleri açısından büyük bir önem taşımaktadır.

Nâsır-ı Hüsrev, Yâküt el-Hamevî, İbn Battûta, Mes'ûdî, Makdisî ve İstahrî gibi İslâm coğrafyacılarının "el-Buhayretü'l-Müntine" (fena kokulu göl) ve "el-Buhayretü'1-Maklûbe" (altüst olmuş göl) gibi adlarla bahsettikleri Lût Gölünü Evliya Çelebi hac dönüşü sırasında görmüş ve “Buhayra-i Sidrem” başlığı altında anlattığı gölün sahillerinde yerleşim olmadığını, sadece bir kenarında bir câmii ile bunun kıble yönünde 200 evli bir köy bulunduğunu, burada oturanların müslümanlar, Yakubîler ve yahûdilerden oluştuğunu söylemiştir. Aynı şekilde bugün de yaşamaya elverişli olmaması sebebiyle gölün kıyılarında önemli bir iskâna rastlanmamakta ve çevrede daha çok sudaki kimyasal maddeleri değerlendirmeye yönelik faâliyetlerin sürdürüldüğü bazı küçük yerleşim merkezleri bulunmaktadır. [169]

Lût gölünün bugünkü durumu, tarihçilerin anlattıklarından farklı değildir. Batılıların Ölü Deniz, Tevrat'ın Tuz gölü, İslâmî kaynakların ise Lût gölü adını verdikleri göl, Akdeniz seviyesinden yaklaşık 400 metre daha aşağıda ve en derin yeri 400 metreyi bulmaktadır. Yani deniz seviyesinden 800 metre aşağıdadır. Oysa dünyada, deniz seviyesinden aşağıda olan yerlerde bu alçaklık en fazla 100 metre dolayındadır. Gölün bir başka özelliği, yüzde 20-30 oranına varan ölçüde tuzlu olmasıdır. Oysa, denizlerdeki en fazla tuz oranı yüzde 3-4'ü geçmez. Bu sebeple Lût gölüne giren bir kimsenin, yüzme bilmese de boğulma ihtimali yoktur.

Lût gölüne batı dillerinde Ölü deniz denmesinin sebebi, içinde balık veya yosun gibi bir canlının yaşamamasından ileri gelmektedir. Bu isimlendirme doğru değildir. Zira 1980 yılında yapılan araştırmalar gölün mikroorganizma kaynadığını göstermiştir.

İslâm âlimleri bu şekilci isimlendirmeden uzak kalarak göle; Lût gölü adını veriyorlardı. Bunun sebebi de Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin sözkonusu kavmin bu göl civarında yaşadığını işaret etmesinden gelmektedir.

 

Cinsellik Bunalımı ve Hz. Lût

Toplumun fuhuş girdâbına kapıldığı, cinsel buna­lımların had safhayâ ulaştığı; cinsel ilişkilerin bırakınız gizli olmasını, açık açık, üstelik milyonlara hitap eden basın-yayın organlarınca ballandınla ballandınla anlatı­lıp gösterildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu sapkın ortam­da ister istemez bulunan müslümanların, karşılaştıkları bu gibi olaylar karşısında alacakları tavır ne olmalıdır?

Bin dört yüz yıldır insanlara hidâyet kaynağı olan Kur'ân-ı Kerim; insanın yirmi dört saatinde, hayatının her safhası için insanlara yol gösterir. Cinsel konularda da helâl-haram sınırlarını çizer, insan hayatının tabii bir parçası ve aynı zamanda neslin devamı için gerekli olan cinsel ihtiyaçlarda da; yapmalarını istediği işleri emre­der. Düştükleri yanlışları gösterir. Toplumu ifsâd ede­cek davranışlardan kaçınmalarını ister. Böylece toplu­mu refah ve mutluluğa götürecek yöne sevkeder.

Bütün bunları anlatırken geçmiş kavimlerden cinsel konularda sapmalar gösteren; hatta bu sebepten azâba uğrayan Lût kavmini örnek vererek; gerek indiği dö­nem içerisindeki câhiliyye Araplarına ve gerekse kıyâmete kadar İlâhî vahye muhâtap diğer toplumlara da bu kıssa örnekliğinde kendilerinin bu hal ve tavırlarını düzelt­melerini ister. "...Sen bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler." [170]

 

Lût Kavminin Durumu: Lût kavmi, insanların çoğalması için zarûri olan cinsel ihtiyacı, Allah'ın çizdiği sınırların dışına taşırarak; top­lumu ifsâda götüren haram bir fiile meyletmiştir. "Lût da, kavmine şöyle demişti: 'Doğrusu siz, daha önce hiç bir kavmin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz. Er­keklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?"'[171]; "Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yaklaşı­yorsunuz? Evet siz câhil bir kavimsiniz!" [172]; "...Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyorsunuz!?" [173]

Oysa Allah: "...Onlar (kadınlar) sizin örtünüz/giysiniz, siz (erkekler) de onların örtülerisiniz." [174] diyerek kadın ve erkeği birbirlerinin örtüleri olarak tavsif etmiştir. Helâl bir cin­sel birleşmenin ancak nikâh yolu ile bu iki cins tarafın­dan yapılacağını emretmesine rağmen; Lût kavmi hara­ma meyletmiştir. Dolayısıyla helâl birleşmeyi terkederek; toplumu batağa sürükleyecek erkek-erkeğe yapılan haram birleşmeyi tercih etmişlerdir.

"Doğrusu siz âlemlerde hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyosunuz."[175] âyetinde belir­tilen "sizden önce hiç kimsenin yapmadığı" ifâdesi Lût kavminin yapmış olduğu homoseksüelliğin; daha önce hiç yapılmadığı şeklinde değil, böyle toplumsal olarak büyük boyutlarda daha önce yapılmadığı şeklinde anla­şılmalıdır. Çünkü tarihin her devrinde şu veya bu şekil­de bir haram fiili ferdî olarak işleyenler bulunmuş ola­bilir. Lâkin "kavmi ona koşarak geldi" ve "Toplantıla­rınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" âyetlerinden anlaşılacağı üzere, fuhşun bireysel değil; toplumsal bo­yutlarda seyrettiği anlaşılıyor. Bundan dolayı Allah, bu kötü fiilin daha önce bu boyutlarda olmadığını bildiri­yor. Lût (a.s.), kavminin Allah'ın emirlerini çiğnemesini sürdürecekleri durumda, artık geriye dönüşü olmayan bir mecrâya sürükleneceklerini, azâbın yaklaşmakta olduğunu haber veriyor.

Konuyla ilgili âyetlerin câhiliyye Araplarına indiği dönemde homoseksüellik, Lût kavminin yaptığı boyutlarda değildi. Buna rağmen Allah; bu kötü fiilin toplu­mu helâke sevkeden bir iş olduğunu, böyle bir fiile yö­nelenlerin bunu terketmelerinin en doğru yol olacağını Lût kıssasıyla anlatır.

 

Hz. Lût'un Tutumu: Lût (a.s.), kavmini sürekli olarak uyarır. Yaptıkları fiilin Allah nezdinde büyük bir suç olduğunu hatır­latır.[176] Bütün bu uyarılara rağmen Lût kavmi sapıklıkta ıs­rar eder. İşledikleri günahlar kalp ve gözlerini öylesine köreltmiştir ki, kendilerini helâk etmeye gelen insan kılığındaki meleklere bile yeltendiler. Buna karşılık Lût (a.s.) onlara şöyle der: "Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar(ı nikâhlamak) daha temizdir. Allah'tan korkun, misafir­lerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?" [177]

Lût (a.s.) evine konuk olarak gelen Meleklere yelte­nenlere "işte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha te­mizdir" diyerek, yaptıkları sapıklığa karşı helâl bir al­ternatif teklif eder. Buradaki teklif husûsunda müfessirlerin bir kısmı "hakiki kızlarıdır" bir kısmı ise "kavminin kızlarıdır" demişlerdir.

"İşte şunlar kızlarımdır" ifâdesi ister Lût'un kızları­nı, isterse kavminin kızlarını kapsasın farketmez. Bu teklif, Lût kavminin yaptığı işin kötü olduğunu, temiz olanın kadın-erkek arasındaki ilişki olduğunu göster­mek içindir. Lût'un bütün çabalarına karşın kavmi tep­ki gösterir. "Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Sen bizim ne istediğimizi bilirsin." [178]; "Onlar şöyle dediler: ‘Ey Lût, (bizim yaptığımıza karşı gelmekten) vazgeçmezsen, iyi bil ki sürgün edile­ceksin!" [179]; "Doğru sözlü isen bize Allah'ın azâbını getir." [180]

Artık Lût (a.s.), kavminin doğru yola geleceğine dair tüm inancını tüketir. "Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam!" [181] Yapaca­ğı iş, Allah'a sığınmaktı. Bütün gücüyle Allah'a sığına­rak O’ndan yardım ister: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [182]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [183]

Allah Lût'un duâsını kabul eder; kâfir karısı dışındaki âilesini kurtarır. "Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [184] Kur'an bize Lût'un karısının suçunu belirtmez (onun kâfir olduğunu ve kocasına ihânet ettiğini belirtir.[185] Müfessirler birtakım suçlamalarda bulunmuşlarsa da gaybî bir konu olan bu durum karşısında Kur'an'ın bize verdi­ği kadarla yetiniyor ve orada duruyoruz. Kur'an-ı Kerim'de Nûh’un (a.s.) oğlunun, Nûh'un duâ­sına rağmen helâk edilmesi olayından sonra anlatılan bu olayda da Lût'un âilesinin kurtulması duâsına muka­bil karısı helâk edilenler arasında yer alır. Bu olay bize gösterir ki Allah'ın emirlerine karşı gelmiş olan bir kimse, Allah nezdinde peygamber âilesinden de, onun soyundan da olsa gerekli cezâyı görecektir. Allah nezdinde geçer­li olan soy-sop, mevki, makam değil; takvâdır.

Kendilerini ziyârete gelen misâfirlerin, Lût kavmini helâk için görevli melekler olduğunu anlayan İbrâhim (a.s.),[186] kâfir de olsa Lût kavminin helâk edilmemesi için meleklerle tartışır. Hz. İbrâhim’in bu hareketi o anlık şoktan dolayıdır, yoksa meleklerin söylediği gibi Allah'ın azâbı geldikten sonra onu kimsenin durduramayacağını en iyi bilenlerden birisi de İbrahim'dir.

Melekler daha sonra Lût’a (a.s.) gelirler. Lût (a.s.) da Hz. İbrâhim'in üzüldüğü gibi kavminin helâkinden dola­yı üzülür. Hz. İbrâhim ve Hz. Lût’da görülen bu latif tu­tum, peygamberleri kana susamış insanlar gibi göster­mek isteyen kâfirlere karşı en güzel ibrettir. "Elçilerimiz Lut'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da; 'Bu çetin bir gündür' dedi." [187]; "Dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabbinin eçileriyiz. Onlar asla sana dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ai­lenle yürü. Karından başka sizden hiç biri geride kalma­sın. Çünkü onlara gelecek olan şüphesiz ona da isâbet edecektir. Onlara vaad olunan helâk zamanı, sabah vakti­dir. Sabah yakın değil mi?" [188]

Lût (a.s.)'a meleklerin bildirdiği hicret emri, Mûsâ’nın (a.s.) Firavun'un adamlarından inananları kaçırdığı za­man da Allah tarafından aynı şekilde bildirilmişti. "Biz Mûsâ'ya: 'Kullarımı geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip edileceksiniz' diye vahyettik." [189]

Baskı altında yaşayan Mûsâ ve Lût gibi peygam­berler toplumlarının helâk edilmesi kararlarının akabin­de, inananlarla birlikte geceleyin kâfirlere fark ettirmeden hicret etmeleri istenir. Kâfirlere fark ettirmeden kaç­manın en uygun olduğu zaman gecedir. Lût (a.s.) da ailesinden karısı hâriç, diğer iman edenlerle beraber geceleyin kavmini terk ederek yola koyulur.

 

Tevrat'la Bir Karşılaştırma: Lût kavmini helâk ile görevlendirilen meleklerin, İbrâhim (a.s.)'e uğraması olayı Tevrat'ta da yer almakta­dır. Ancak Kur'an ve Tevrat metinlerinde yer alan bu olayın karşılaştırılması, Tevrat metinlerinin nasıl tahrif edilmiş olduğunu gösterecektir. Bu karşılaştırma aynı zamanda Tevrat'ta anlatılan kıssaların hidâyet özelliği­nin nasıl kaybolup, yerini küfrün aldığını rahatlıkla an­latmış olacaktır:

"Ve İbrahim sığırlara koştu ve körpe ve iyi bir bu­zağı alıp uşağına verdi, ve onu hazırlamakta acele etti. Ve ayranla süt ve hazırladığı buzağıyı alıp önlerine koy; ve kendisi yanlarında, ağaç altında durdu, ONLAR DA YEDİLER." [190]

Tahrif edilmemiş Tevrat metninde Meleklerin Kur'an'daki âyetlerde belirtildiği gibi sunulan yemeği yemedikleri muhakkaktır. Hz. Mûsâ’dan sonra Tevrat’ı kendi hevâlarınca tahrif eden yahûdiler meleklere ye­mek yedirttikleri gibi; daha sonraları müşrik Araplar işi meleklerin dişi oldukları, dahası Allah'ın kızları oldukla­rı iftirâlarına kadar götüreceklerdir. Böylece Tevrat, hi­dâyete sevkeden bir kitap olmaktan ziyâde şirke götüren bir kitap konumuna düşürülmüş oluyor.

Allah'ın Kur'an'ı indirme gâyesi de, insanları doğru yola sevkedecek bir kitabın bulunmamasından, elde mevcut Tevrat ve İncil'in tahrif edilmesindendir. Kur'an inmeden câhiliyye döneminde mevcut bulunan muharref İlâhî kitaplarda, Allah'ın bildirdiği emir ve kıssalar hedefinden saptırılmış ve tevhidî çizgiden uzaklaştırıl­mıştı. Tevrat'ın şirk kitabına dönüştüğünün delillerinden bir tanesi de, Lût'un anlatıldığı bölümde Lût'un kızları­nın babaları ile yatması iftirasının yer almasıdır ki; bu olay tamamı ile iftirâ ve kıssanın hidâyet içeriğinin tamamen tersyüz edildiğinin, tevhidî çizgiden saptırıldığı­nın göstergesidir.

Bu kıssadan alınması gereken ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:

  1.  Allah'ın bize Lût kıssasını anlatmasının ilk amacı muharref Tevrat vâsıtası ile Mekke insanlarının edin­dikleri yalan-yanlış bilgileri düzeltmektir.
  2.  Kıssanın anlatılması ile yeryüzündeki bütün câhiliye toplumlarında olduğu gibi Mekke câhiliye top­lumunda da görülen sapık bir münâsebet şekli, erkek er­keğe yapılan cinsî ilişki mahkûm edilir.
  3.  Dahası, ferdî olmaktan ziyâde, yani yapanların var olduğu halde bilinmediği bir yapıdan çok, alenî ve üste­lik toplumsal olarak yapılan bir fiil haline gelen cinsel suçların azâba müstehak olduğu anlatılır.
  4.  Günümüzde yapılan bu çirkin fiillerin boyutu Lût kavminin yaptığı toplumsal pisliğin çok ilerisinde­dir. Erkek erkeğe, kadın kadına evlenmenin normal gö­rüldüğü, homoseksüel olimpiyatları gibi tertiplerle glo­bal pisliklerin bir araya getirildiği, ameliyatlarla erkekle­rin kadın, kadınların erkek olarak yaşamak istedikleri bir dünyanın sapıklıkta Lût kavminden çok ileri olduğu­nu söylemek yanlış bir tespit olmasa gerektir.
  5.  Bir peygamberin yüzü suyu(!) hürmetine dahi onun ailesinden biri olan karısının bile affedilmediği Nuh (a.s.)'un oğlunun cezâlandırılmasından sonra, ikinci bir örnek olarak muhâtaplara sunulur. O halde Allah'ın kınadığı bu fiilin kötülüğü ve bunun getireceği belâlar tüm insanlara hatırlatılmalıdır. [191]  

 

Lût Kavmi ve Almamız Gereken Dersler, Mesajlar 

Âyetlerden Tesbitler

  1. Sığınacak Bir Kale

“(Lût) Keşke benim size karşı (savunacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.[192]; “Lût, doğrusu dedi, ben sizin bu işinize buğzedenlerdenim.” [193]; “(Ey Lût) ‘Biz seni halkın işine karışmaktan men etmemiş miydik’ dediler.” [194]; "...Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın, çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmış’ dediler.”[195]; “Onlar şöyle dediler: Ey Lût, bu dâvâdan vazgeçmezsen, iyi bil ki, sürülenlerden olacaksın.” [196]

İyiliğin emri ve kötülüğün nehyinde aslolan; bunlara karşı olunduğunun belirtilmesi ve kalple, dille ve imkân/güç varsa elle bu karşı koyuşun gösterilmesidir. Her şartta bir mü’min bu karşı duruşunu belirtmek durumundadır. Zira bunun ötesinde bir hardal tanesi kadar bile iman olmadığı Rasûlullah tarafından bildirilmiştir. Bizlerden münkeri mutlaka ortadan kaldırmamız değil, öncelikle ona karşı mücâdele etmemiz, kulluk borcu olarak istenmiştir. Zira münkerin ortadan kaldırılmasında bizim dışımızdaki faktörlerin de etkileri vardır. Ve onu engelleyemediğimiz zamanlar da olacaktır. Ancak aslolan ona karşı koyuşumuzdur. Bu alanda sonuçla değil; duruş ve tavır geliştirmekle sorumluyuz.

Ancak her mü’min gibi rasullerin kalbinden de, münkeri tamamen ortadan kaldırmak arzusu geçer. Ve elde imkânların bulunmasını arzular. Bu açıdan iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanmasında sonuç açısından ideal noktaya "güç" ile ulaşılabilmektedir. Adâletin, güçle desteklenmesinden daha güzel ne olabilir? "Biz, Kitap (adâletin teorik malzemesi) ile mîzânı/ölçüyü indirdik. Biz demiri (onun uygulanmasında gerekli olan gücü) de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır."[197] Ve güç kullanarak kötülüğün yasaklanmasının mümkün olduğu zeminlerde bunun hemen uygulanması, hem aklın hem de vahyin gereğidir.

Farz olan bir şeyin yerine getirilmesi için gerekli olan şeyler de farzdır. Bu yüzden kötünün önüne set çekmek için günün gereklerini tedârik etmek da farzdır. Kalbinde küfre ve menhiyyâta buğz dahi kalmayan kişilerin dinî durumlarını tekrar kontrol etmeleri öncelikli bir görevdir.

“Allah Lût’a (a.s.) rahmetini bol kılsın; aslında o, çok muhkem bir kaleye (Allah’a) sığınmıştı.” [198]

“(Lût şöyle duâ etti:) ‘Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et." [199]; "Rabbim! Beni ve âilemi, onların yapageldikleri kötülüklerden kurtar." [200]

"Bunun üzerine geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve âilesini, hepsini kurtardık." [201]

 

     2.“Arkanıza Bakmayın!”

"Gecenin bir bölümünde âile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de arkasına bakmasın, gitmeniz istenen yere gidin!" [202]

 Hayr da şer de, önemli karar ve faâliyetlerin icrâ ânı olarak geceleri kullanır. O geceler hem nûrun hem de zulmün en kesif icraatlarına şâhit olmuşlardır. Gecenin bereketi ve farklılığından nasibini alamamış kişi ve hareketler berekete ulaşamazlar.

“Şüphesiz gece nâşiesi (kalkışı, neşesi), tam bir âhenge/uyuma ve sağlam bir söze/kırâate daha elverişlidir.” [203]

Arkana bakma! Nûh gibi fıtratının sıcaklığıyla bataklıkta bıraktığın yakınlarına meyledebilirsin. Bu seni bilgin olmayan konuda duâ etmeye ve câhilî davranışa itebilir. [204] Ya da Allah'ın azâbı o denli şiddetlidir ki, değil onu yaşamak, onu bir başka obje üzerinde izlemek bile insanın ruh halini etkileyip bozabilir. Mü’min bir gözün ve gönlün ona şâhit olması bile istenmemektedir. [205] 

 

  1. Peygamber Karısı veya Akrabası Olmak İnsanı Kurtarmaz: “Allah inkâr edenler hakkında Nûh'un karısı ile Lût'un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun (nikâhı) altında idiler, onlara hiyânet ettiler. Kocaları Allah'tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): ‘Haydi, girenlerle beraber siz de ateşe girin!’ denildi.” [206]

Bu âyette iki peygamber karısının, kocalarına inanmamakla kalmayıp ayrıca onları son derece üzdükleri anlatılmaktadır. Bu kadınların hiyânetleri küfürleri idi. Dinde ihânetlerinden dolayı peygamber kocaları, onları Allah'ın azâbından kurtaramamıştı ve onlar da öteki suçlular gibi ateşe atılmışlardı.

Kişiyi kurtaran, kendi imanı ve amelidir.

Kişinin kendi imanı ve sâlih ameli, yani takvâsı olmadıktan sonra, herhangi bir sâlih insana, âlime veya peygambere akraba olmanın bir yararı olmaz. Bu husus, Kur'ân'ın birçok yerinde yine­lenir. Meselâ Hûd Sûresinde anlatıldığı üzere pey­gamber oğlu olmak, Nuh'un kâfir oğlunu azaptan kurtaramamıştı. "Nûh Rabbine seslendi: 'Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!' (Allah Teâlâ): 'Ey Nûh, dedi, o senin ailenden değildir. O, yaramaz iş yaptı. Bilmediğin bir şeyi Benden isteme. Sana câhillerden olmamanı öğütlerim!" [207]

Peygamber karısı olmak, Nûh'un ve Lût'un karılarına yarar sağlama­dığı gibi, kâfir karısı olmak da Firavun'un karısına zarar vermemiş; tam tersine, o şartlar içinde inanması, kendisini Allah katında daha da yüceltmiştir. "Allah iman edenler hakkında da Firavun'un karısını misâl verdi. O: 'Rabbim, bana katında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden kurtar ve beni o zâlimler topluluğundan kurtar!' demişti.” [208]

 

4- Livâta Fiilinin Çirkinliği  

a- Lût kavminin işlediği livata fiili, çok çirkin bir ameldir. Bu fiili işleyenler, hem dünyada hem de âhirette azâbı hak ederler. Çünkü bu ameli işleyenler, hasta/mikroplu kişilerdir, her toplumu bozarlar. Toplumu böyle kişilerden temizlemek gerekir. Bunlar hayvanlardan daha beterdirler. Onun için, Allah (c.c) böyle yapan kişileri hem dünyada hem âhirette büyük azapla tehdit etmiştir.

b- Lût kavminin yaptığı çirkin fiilin hem yapana hem yapılana sağlık yönünden büyük zararı vardır. Ayrıca yapan ve yapılan için büyük bir utanç kaynağıdır ve ikisinin arasında düşmanlık meydanan getirir.

c- Bu çirkin amelin işlenmesiyle kadın, erkek tarafından terkedildiği için kadınlar büyük zarar görür ve toplum bozulur.

d- Lût (a.s.) kavminin yaptığı çirkin fiil, neslin azalmasına sebep olur. Onun için Allah (c.c.), bu fiili yapan kavmi cezâ olarak helâk etmiş ve dünyadan tamamen kaldırmıştır. Ayrıca kıyâmet gününde de onlara büyük bir azap vardır.

 

5- Misâfire İkram

Bu kıssa, misafirin güzel bir şekilde ağırlanması, ikramda kusur edilmemesi ve her türlü eziyetlerden korunması gerektiğini gösterir. Lût (a.s.), evindeki misafirleri livata yapmak için götürmek isteyen kimselere, kızlarını onların liderleriyle evlendirme teklifinde bulunarak misafir olan melekleri korumak istemiştir.

Lût (a.s.), sakalsız ve bıyıksız güzel gençler sûretinde gelen melekler kapısını çaldıklarında, kavminin fuhuş yapmak için onları almaya geleceğini, onların yüzünden başına büyük bir problem geleceğini bildiği halde, misafirleri geri çevirmedi ve onları korumak için elinden geleni yaptı.

Lût (a.s.)’un bu davranışı, bizim için büyük  bir örnektir. Eve gelen misafire ikram etmek ve onu korumak için elden geleni yapmak gerekir. Rasûlullah (s.a.s.), bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a (c.c.) ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikram etsin!” [209]

Burada ve daha başka yerlerde Kur’an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah’ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin örnekliğindeki İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır: a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün" b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun", c) "Livata suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz." Fakat, hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livata suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.

Bununla beraber, O’nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gömülmeyip yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.

İmam Şâfiî, livataya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa’bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel’e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrahim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zinâ cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenâsip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii’nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.

Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu husûsuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lânetlenmiş bir kimsedir" [210] ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu (karısına arka yoldan yaklaşma) işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[211] Başka bir hadisinde "Âdet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan, onunla livata yapan (karısına arka yoldan yaklaşan) veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed’e gönderilene inanmamış bir kâfirdir" [212] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [213]

 

Lût Kavmi ve Günümüz 

Toplumun, eşcinselliği genel olarak tiksinti verici bir davranış olarak görmesi, bu tür eğilimlerin ne oranda yaygın olduğunu gizlemektedir. Ama Batı tarzında aşırı özgürlüğün benimsenmesiyle hayvanların bile yapmadıkları bu çirkinlik giderek yaygınlaşmaktadır. Bu yaygınlığın boyutunu umumi tuvaletlerin kapılarındaki Tosun edebiyatı denilen yazılardan tahmin etmek mümkündür. Kendi aralarında tanışmak için (kulağa küpe gibi) özel aksesuarlar kullandıkları, hatta birleşerek siyasi parti kurdukları da bilinmektedir. Özellikle kot denen vücuda yapışan blue jeans (blucin)lerin ve vücut hatlarını belirtecek şekilde çok dar pantolonların kadın veya erkekler tarafından giyilmesinin livâta denilen insan fıtratıyla bağdaşmayacak fâhişeliğe dâvetiye çıkartması ve bu fiilin yaygınlaşmasına sebep olduğu göz ardı edilmemelidir. Yine metroseksüellik denilen erkeklerin fazlaca bakımlı olması, giderek bayanlar gibi süslenip makyaj vs. yapması bu anormal cinselliği teşvik etmektedir. Ayrıca kimi televizyon programlarında kadınımsı tavırlar ve konuşmalarla program sunan bazı yumuşak tiplerin de toplumda kötü örnek teşkil ettiğini belirtelim. Bu konuda kimi şarkıcıların davranışlarının, Zeki Müren’den Bülent Ersoy’a bazı şarkıcıların tavırlarının, giderek artan bu anormallikte payları unutulmamalıdır. Allah’ın emri olarak başını örten kızlara her türlü dışlayıcı ve yasaklayıcı tavır uygulanırken; büyük şehirlerin bazı semtlerinde, yol kenarlarında ya da televizyon reklâmı ve telefon gibi iletişim araçlarıyla müşteri arayan transseksüeller, homoseksüeller özgürlük denen şeyin bu topraklarda kimlere ve ne için olduğunu düşündürecek boyuttadır.

Balığın baştan kokması misali, bu konuda düzenin ne denli suçlu olduğunu değerlendirmek gerekir. Karma eğitim kurumları, erkeklerin caddede, iş yerinde, televizyon programlarında, şifreli-şifresiz kanallarda, şarkı kliplerinde, gazete ve dergilerde hep cinsel tahrikle, kışkırtılmayla karşı karşıya kalması, evliliğin zorlaştırılması, hepsinden önemlisi gençlerin çoğu açısından Allah korkusu ve takvâ gibi kavramların “para” kadar, “seks” kadar önemli görülmemesi toplumu helâke götürecek bu çirkinliğin yayılma sebepleri olarak gözükmektedir.

Amerika ve Avrupa ülkeleri, bu ahlâksızlığı gâyet doğal bir özgürlük olarak değerlendirmekte, gay veya lezbiyenleri küçük düşürücü, onları dışlayıcı, hele hakaret edici bir tavrı şiddetle cezâlandırmaya tâbi tutmaktadır. Tüm Avrupa Birliği ülkelerinde homoseksüelliğin insan hakları ve özgürlüğü kapsamında yer alması; Türkiye’nin de bu birliğe katıldığı zamanda vâizlerin ve hocaların bile bu davranışı eleştirip kınama haklarının olmayacağı, eşcinsel evlenmelere karşı çıkılamayacağı şu anda kimsenin üzerinde durmadığı önemli problemler olarak durmaktadır.

Seks hürriyeti, bir başka ifâdeyle cinsel özgürlük ile ortaya çıkan ciddi anormalliklere Batı, çözüm bulamamanın ıstırabını yaşıyor. Âile hayatı, Batıda tarihe karışmak üzere, erkekler ve kızlar, evlilik sorumluluğu ve görevlerinin altına girmektense, evlilik dışı beraberlik ve yaşam sürdürmenin hafifliği içinde tatmin aramakta. Şehvetin doyma hissini temsil eden bir midesi olmadığı için, akla gelmedik değişiklikler ve tatmin için farklılık peşinde koşturan nefis/hevâ, sahibini perişan ediyor. Homoseksüel evliliklere izin veren otoriteler, kiliseler ortaya çıktı. Uyuşturucu ve fuhuş ile kriminal suçlar arasında sıcak ve yakın bir ilişki sözkonusu. Birleşmiş Milletler, AIDS’in Batı Avrupa’da yeniden yayılmaya başladığını, Doğu Avrupa ve Orta Asya’da da büyük tırmanışa geçtiğini 2004 yılında, hâlâ duymak istemeyenlere olanca yüksek sesle haykırıyor. HIV salgınının en hızlı geliştiği yerler olan Doğu Avrupa ve Orta Asya’da, 1998’de 30.000 olan kayıtlı HIV taşıyıcısı sayısı, 2003 yılında tam bir buçuk milyona yükseldi. Sadece kendileri için değil, âileler ve sosyal çevresi için de ciddî bir tehdit oluşturan bu hastalık, en çok gayri meşrû ilişki, yani fuhuş yoluyla geçiyor ve kan ürünleri yoluyla mâsum insanları da tehdit edebiliyor. Bu işin tedâvisi için halk, devletler ve sigorta şirketleri olağanüstü büyük paralar ödemek zorunda kalıyor. Hastalar, âileleri ve arkadaş çevresi için uzun süren acılı günler yaşanmasına sebep oluyor. Fuhuş ve uyuşturucunun önüne geçilmediğinde modern Sodom-Gomore’ler ortaya çıkacak, bu sınır tanımayan cinsel özgürlük, toplumların feci şekilde intiharı olacaktır. Sigara ile başlayıp bira, alkollü içki, uyuşturucu ve fuhuş şeklinde gelişen ve hırsızlık, cinâyet gibi her çeşit kötülüğe ortam hazırlayan bataklıktan kultulmak için İslâmî değerlerin hâkim kılınmasından, fuhşa dur diyemeyen beşerî düzenlerden kurtulmaktan başka çare yok. Bu temel çözüme kadar, en azından âilelere çok iş düşmekte, İslâmî esaslara göre kurulacak âilenin güçlendirilmesi ve okul haline dönüşmesi gerekmektedir. Allah korkusu olmayan insanın kendini, çevresini ve içinde yaşadığı toplumu helâke ve her çeşit felâkete atması özgürlük olamaz, olmamalıdır. Bu, üreterek veya başka yolla ele geçirerek sahip olduğu bombaları çevresindeki insanlara rasgele atıp bombalama özgürlüğünden daha hafif bir suç değildir. Çocuklar, âile yapısı içinde İslâmî terbiyeden geçmeli ve içinde yaşayacağı toplumun her çeşit pisliklerine direnebilecek, onlarla mücâdele edebilecek bilinç aşılanmalıdır.

Dizi filmlerde, pembe dizilerde, sinema filmlerinde cinsellik ve gayr-ı meşrû ilişkiler, ahlâksız bir hayat alabildiğine normalleştirilir ve hatta özendirilir. Bâtıl Batı zihniyeti, homoseksüellere, "gay" ve "travesti"lere verdiği hak ve özgürlüğün onda birini başörtüsüne niye vermiyor, anlamak zor değildir.

 

Tefsirlerden İktibaslar

Mevdûdi şöyle der: “Hani Lût da kavmine şöyle demişti…”[214] Bu insanlar, şimdi Ürdün'ün doğu yakası denilen ve Irak ile Filistin arasında yer alan topraklarda yaşamışlardı. Kitab-ı Mukaddes'e göre merkezleri Ölü Deniz'e yakın yerlerde, ya da tamamıyla suyun altında kalmış Sodom şehridir. Talmud, bunların Sodom'un dışında dört büyük şehirlerinin daha olduğunu ve bu şehirlerarasındaki arazilerin, kilometrelerce devam eden büyük bir bahçeyi andırdığını ve seyredenleri büyülediğini anlatır. Fakat zamanımızda şehirlerin yerleri tam olarak belli değildir. Çünkü bu alanların tümü, Lût Gölü ya da diğer bir adıyla Ölü Deniz'in altında kalmıştır.

Hz. Lût (a.s.), Hz. İbrâhim'in (a.s.) yeğeni idi. Hakka dâvet'in tebliği, hususunda tecrübe kazanmak için Suriye, Filistin ve Mısır'ı ziyaret etmek üzere amcası Hz. İbrâhim'le (a.s.) birlikte Irak'tan ayrıldı. Daha sonra Allah tarafından bir rasûl olarak tayin edilip, kendileriyle bir kan bağı olmasından dolayı onun "kavmi" diye nitelenen günahkâr topluluğa ıslah etmek için gönderildi.

Ne yazık ki, Yahudiler tarafından tahrif edilmiş olan eldeki Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Lût'un (a.s.) şahsiyeti lekelenmiştir. Başka hususlar bir tarafa, Ürdün topraklarında icra ettiği vazife, İbrâhim'in sığır sürüleri ile Lût'un sığır sürüleri arasında çıkan bir anlaşmazlık sonunda" [215] münbit bir toprağa göç olarak tanımlanmıştır. Fakat Kur'an bu iddiayı çürütür ve Hz. Lût'un (a.s.) bir resûl olarak tayin edilmiş olduğunu ve oraya, halkı ıslah etmek için gönderildiğini söyler.

"Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz…” [216]: Kur'an-ı Kerim daha başka yerlerde, bu kavmin diğer bazı günah ve suçlarını da zikreder, fakat burada, Allah'ın cezâsına uğramalarına neden olan, onların en iğrenç suçlarını hatırlatır. Her ne kadar bazı sapık kimseler, Sodom halkına nihayete kadar kötü bir şöhret sağlamış olan bu iğrenç günahı işlemiş iseler de, bu durum, bütün insanlar tarafından her zaman hayâsız ve çok kötü bir davranış olarak kabul edilmektedir.

Fakat bu çirkin fiili, ahlâkî bir seçkinlik derecesine çıkaranlar, eski çağlarda sadece Yunan filozofları, modern dünyada da yalnız Avrupalılar olmuştur. Avrupalılar, adeta bu işin eksik kalan yönlerini alenî surette tamamlamak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu iğrenç fiile yasal bir statü vermeyi de başarmış bulunuyorlar. O kadar ki, bazı memleketlerin kanun koyucuları onu yasallaştırmışlardır bile. Şöyleki, artık eşcinselliğin korkunç bir toplum suçu olduğunu göstermek için tartışmalar düzenlemek de fayda vermez hale geldi. Hâlbuki Halik (Yaratıcı) herşeyi dişi ve erkek olarak yaratmış, her türü ötekinden farklı ve üremeleri için yekdiğerine tamamlayıcı şekilde varlık âlemine çıkarmıştır.

Sonra insanoğlundaki bu farklılık, bir amaca hizmet etmek içindir. Bu iki insanın çocukları ile birlikte bir yuva kurması içindir. Zira aile, insanoğlunun uğruna yaratıldığı medeni hayatın temelidir. Bundan dolayı kadın ve erkeğin vücutları, cinsî arzularını tatmin ve insan neslinin üremesi için

gerekli olan tabiî fonksiyonu yerine getirebilmelerine müsait bir şekilde ve yekdiğerini tamamlayıcı yapıda yaratılmıştır. Binaenaleyh, bu cinsi arzuyu gayri meşru yollardan tatmin eden kişi, bir defada ve aynı zamanda birçok suçun faili haline gelir:

1) Böyle biri bu hareketiyle, şehvetinin kurbanı olarak, kendi vücut organlarının fıtrî ve fizikî işlevlerine karşı, tabir caizse, savaş açmış olur. Bu, kaçınılmaz olarak bu fiili işleyenlerin, fizik, zihin ve ahlâkları üstünde son derece zararlı etkiler meydana getirir.

2) Kendi türüne ve tüm âleme karşı gereken haklarını ve vazifelerini yerine getirmeden, salt cinsî zevkler peşinde koşması, taibata karşı ihanet ve vefasızlık suçu işlemiş sayılmasına neden olur.

3) Genelde, medeni toplumun bütün imkânlarından faydalanmasına karşılık bir aile hayatının getirdiği sorumlulukları yüklenmekten kaçınması ve bütün enerjisini, cinsel arzularını gayri meşru yollarla tatminde harcaması nedeniyle topluma karşı vefa sözünü tutmamış olur. Bu bencil ve uygun olmayan davranış sadece faydasız bir hareket olmakla kalmaz, aynı zamanda toplum ahlâkına da büyük zarar verir. Böylece, o kimsenin kendisini, ailesine ve insanlığa faydalı kılamaz hale getirir ve en aşağı bir başka erkekte de doğal olmayan kadınsal özelliklerin yerleşmesine neden olur. Bu da aslında, kendilerine rağbet edilmemesi dolayısı ile en azından iki kadının ahlâksızlığına ve zinaya düşmelerine yol açar.

“Kavminin cevabı: ‘Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlenen insanlarmış!’ demekten başka olmadı.”[217] Aralarında muttaki kimselerin bulunmasına bile tahammül edememeleri onların ahlâkî tefessühün en aşağı derekelerine yuvarlandıklarının bir göstergesidir. Onlar sadece hayâsız, günahkâr ve ahlâksız değil, aynı zamanda her türlü iyilik ve fazilet duygularından da yoksundurlar. Bundan dolayı, aralarında kendilerini ahlâk ve fazilete dâvet edecek kimsenin kalmaması için, Hz. Lût (a.s.) ve taraftarlarını davalarından vazgeçirmek istediler. Ve topluca, günahkâr-lığın en son sınırına dayanmış ve aralarında iyilikten hiçbir eser kalmamış olduğundan, yeryüzünde bulunmaları için artık hiç bir sebep kalmamıştır. Bu nedenle, Allah o kavmin bütünüyle yok edilmesini emretti. Onların durumu, içinde sadece birkaçı sağlam meyve kalmış çürümüş bir sepete benzetilebilir. İçinden sağlam elmalar çıkarılıp alınınca, geriye kalanlar tamamen faydasızdır ve bundan dolayı da, çöp yığınına atılıp imha edilmesi gereklidir.

“Bunun üzerine biz, karısı dışında onu ve ailesini kurtardık; o (karısı) ise (helâke uğrayanlar arasında) geride kalanlardandı.”[218] Kur'an'ın diğer bölümlerinde, muhtemelen yoldan çıkmış olanlardan birisinin kızı olan, Hz. Lût'un (a.s.) zevcesinin, peygamberle anlaşmazlıklarında, kâfirleri desteklediği ve bundan vazgeçmediği açıklanmaktadır. Bundan dolayı Allah, Hz. Lût'dan (a.s.) arkadaşlarıyla beraber karısını götürmemesini istemiştir.

“Ve onların üzerine bir (azab) sağanağı yağdırdık…”[219] Buradaki "yağmur", bildiğimiz su damlaları şeklindeki yağmur değil, Kur'an-ı Kerim'in bazı yerlerinde açıkça ifâde edildiği gibi, taş yağmurudur. Onların evlerinin altı üstüne gelmiş ve toprağa gömülüp gitmişlerdir.

“Suçlu günahkârların uğradıkları sona bir bak işte.” Burada ve daha başka yerlerde Kur'an, tek başına sadece Sodomî (eşcinsellik) hastalığının Allah'ın gazâbını insanların üzerine çekmeye yetecek iğrenç bir günah olduğunu belirtmektedir. Bu yüzden, bu tür suçların kökünü kazıyıp ortadan kaldırmanın, Peygamberin önderliğinde İslâm devletinin bir görevi olduğunun ve bu suçu işleyen kimselerin cezâlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Buna işaret eden bazı hadisler de vardır:

a) "Eşcinselin failini de, mefûlünü de öldürün",

b) "Her ikisi ister evli olsun ister bekâr olsun",

c) "Livâta suçunun fâilini ve mef’ûlünü recm ediniz."

Fakat hayatı boyunca Hz. Peygambere hiçbir livâta suçlusu getirilmemesi nedeniyle, bu tip suçlular için açık ve kati bir cezâ şekli tarif edilmemiştir.

Bununla beraber, O'nun haleflerinden gelen bazı görüşler vardır: Hz. Ali, bu tip suçluların kılıçla öldürülerek, cesetlerinin gümülmeyip, yakılarak kül haline getirilmesi görüşündedir. Hz. Ebû Bekir'de Hz. Ali ile aynı fikirdedir. Hz.Ömer ve Osman ise, bu gibilerin harâbe bir binanın içine atılıp, köhne yapının onların üzerine yıkılması gerektiği fikrindedirler. Hz. İbn Abbas ise, bunların en yüksek evin damından baş aşağı atılması ve recmedilmesi gerektiği kanaatindedir.

İmam Şâfiî, livâtaya iştirak eden iki tarafın fâil ve mef’ûlün, ister evli ister bekâr olsun, öldürülmesi gerektiğini söyler. İmam Şa'bi, Zührî, Malik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bu kimseler recmedilmelidir. Said b. Museyyeb, Atâ, Hasan Basri, İbrâhim Nehaî, Süfyan-ı Sevrî ve Evzaî, bu tip suçlar hakkında verilecek cezânın, zina cezâsı ile aynı olduğu görüşündedirler; yani, bu cezâ, suçu işleyenler bekârsa, yüz kırbaç ve sürgün, evliyseler, recmederek öldürmektir. Ebû Hanife ise, suçlunun ibret olarak, yaptığı suçun durumuyla mütenasip bir şekilde cezâlandırılması gerektiği görüşündedir. İmam Şafii'nin de bu görüşe uygun bir sözü vardır.

Erkeğin, (Lût kavminin yaptığı gibi) sapık ilişkilerde bulunmasının kesin haram olduğu hususuna da dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Böyle bir fiili işleyen erkek lanetlenmiş bir kimsedir" Ebû Davut ve "Allah hanımıyla böyle bir suçu işleyen insanın yüzüne nazar etmeyecektir."[220] Başka bir hadisinde "Adet günlerinde hanımıyla cinsel ilişkide bulunan onunla livâta yapan veya fal bakmaya devam eden kimse, Muhammed'e gönderilene inanmamış bir kâfirdir"[221] diyerek şiddetle ikazda bulunmuştur. [222]

 

Seyyid Kutub diyor ki:

Lût kavminin kıssası, fıtratın sapmasının özel bir türünü, yukardaki kıssaların ana konusu olan tevhid ve ilâhlık sorunundan daha farklı bir sorunu ortaya koymaktadır. Fakat gerçekte bu da, tevhid ve ilâhlık sorunundan pek uzak değildir... Tek Allah inancı, O'nun kanun ve şeriatına boyun eymeyi (teslimiyeti) de gerektirir. Allah'ın kanunu, insanın tek bir parçanın birbirini tamamlayan iki öğesi olarak erkek ve dişi cinsiyette yaratılmasını, üreme yoluyla bu cinsin hayatını sürdürmesini ve üremenin de erkek ve dişinin birleşmesiyle olmasını dilemiştir... Bu nedenle, bu kanun gereğince, onları bedensel ve ruhsal olarak bu birleşmeye ve bu birleşme yoluyla üremeye uygun şekilde donatmıştır. Bu birleşme anında duyacakları kuvvetli bir şehvet hissi ve temel bir arzu da yaratmıştır. Böylece, bu birleşmeyi garantiye almış ve sonuçta bu cinsin hayatını sürdürmesi noktasındaki Allah'ın dileğini gerçekleştirmiştir. Bu temel arzu ve bu kuvvetli şehvet, bir de birleşmenin sonucu olarak daha sonra dünyaya gelen neslin hamilelik, doğurma, emzirme, bakım, eğitim ve güvenliğinin sağlanması v.b. güçlüklerini etkisiz kılma fonksiyonu da vardı. Ayrıca, bu sayede, erkek ve dişinin bakım dönemi, hayvan yavrularından daha uzun süren ve yetişkin nesillerden daha fazla bakıma muhtaç olan yeni doğmuş çocuklara bakacak bir aile olarak hayatlarını sürdürmeleri de sağlanıyordu.

Bu, anlaşılması ve gereğinin yapılması Allah'a, hükmüne, tedbir ve takdirinin güzelliğine inanmaya bağlı olan Allah'ın kanunudur. İnançta ve Allah'ın koyduğu hayat nizamındaki sapmalara bağlı olarak bunlarda da sapmalar gerçekleşir. Fıtrattan sapma, Lût kavmi kıssasında apaçık olarak ortaya çıkmaktadır. Lût onlara, yaptıklarının Allah'ın yarattığını bozma olduğu ve bu çirkin sapıklığı ilk kendilerinin çıkardığını anlatmaya çalışıyor: "O soydaşlarına de ki; ‘Sizler daha önce dünyada hiç kimsenin işlemediği bir fuhuş türünü mü işliyorsunuz? Sizler kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Kuşkusuz siz her türlü ölçüyü çiğneyen, azgın bir toplumsunuz."

Lût'un kavmini damgaladığı ölçü tanımaz azgınlık, normal fıtratda somutlaşan Allah'ın sistemine tecavüzdeki azgınlıktır. Bu azgınlık, insanlığın yaşamını sürdürebilmesi ve hayatın gelişmesi için Allah'ın onlara verdiği cinsel güçtedir. Onlar bu gücü, özel amacına uygun olmayan yerlerde harcadılar. Hem de sırf kural dışı ‘şehvet' uğruna. Allah salim fıtri şehveti, Allah'ın doğal kanununun gerçekleşmesi için vermiştir. Eğer kişi kendisi nefsinde, bu kanuna aykırı amaçlar hissediyorsa, bu durumda o, ahlâkın bozulmasından önce, kural dışılık, sapma ve fıtratın bozulması demektir. Zaten bunlar arasında da bir fark yoktur. İslâmi ahlâk sapmamış ve bozulmamış fıtri ahlâktır.

Kadının -ruhî yapısı yanında- bedensel yapısı, erkeğe, sırf şehvet amaçlanmamış olan bu birleşmede bozulmamış fıtrat zevkini hissettirir. Yanı sıra olan bu zevk, Allah'ın rahmeti ve nimetidir. Hayatın devamı noktasındaki dileği ve kanunun gerçekleşmesini sağlamak için, teklifin güçlüğünü dengeleyen bir zevki de vermeyi ihmal etmemiştir. Fakat -erkeğe göre- erkeğin bedensel yapısı bu bozulmamış fıtrat zevkini sağlamaya elverişli değildir. Bilakis, iğrenme hissi ağır basar ve bozulmamış fıtrata sırf bu his bile engel olur. İnanç kaynaklı düşüncenin doğası ve buna dayalı hayat sistemi, bu durumda kesin etkilidir...

İşte Avrupa ve Amerika'daki modern cahiliye, sırf doğru inançtan ve buna dayalı hayat sisteminden sapma nedeniyle, pek yaygın bir şekilde kural dışı cinsel sapkınlıkları barındırıyor. Burada, yeryüzünde kendileri dışında tam insanlık hayatının dumûra uğramasını isteyen yahudinin sahip olduğu propaganda araçlarından kaynaklanan, ahlâk ve inançdaki çözülmenin yaygınlaşması nedeni hakkında yaygın bir iddia vardır. Burada, yönlendirilen bu propaganda araçlarından kaynaklanan kadının örtünmesinin, toplumlarda çarpık cinsi saplantıların yayılmasına neden olduğu yaygın iddiası ortaya atılıyor. Fakat gerçeklerin tanıklığı gözlere saplanıyor. Avrupa ve Amerika'da -hayvanlar âleminde olduğu gibi- bir kadın ile bir erkek arasında cinsel ilişkiyi önleyecek tek bir engel kalmamıştır. Bu kadın-erkek arası, karma hayat biçiminin yaygınlaşmasına paralel olarak, kural dışı sapık ilişkiler de eksilmeksizin artmaktadır. Erkekler arasında sapık ilişkiler azalmadığı gibi, bu tür sapık ilişkiler kadınlar arasında da yaygınlaşmaya başlamıştır. Gözleri ile bu gerçeği göremeyenler, Amerikalı yazar Kenzi'nin "Erkekler Arasında Cinsel Yaşam" ve "Kadınlar Arasında Cinsel Yaşam" adlı kitaplarını okusunlar. Fakat bu güdümlü propaganda araçları, siyon protokolleri ve misyoner kongreleri kararlarına uygun olarak, cinsi sapıklık konusunda bu uydurmaları yaymaya ve onu kadının örtülü olmasına bağlamaya devam etmektedirler.

Tekrar Lût kavmine dönüyoruz. Sapıklıkları peygamberlerine verdikleri şu cevapta bir kez daha görünmektedir: "Soydaşlarının verdikleri tek cevap şu oldu; ‘Lût'u ve arkadaşlarını kentinizden sürünüz, çünkü onlar temizliğe pek meraklı kimselermiş' dediler.

Ne tuhaf! Geriye pislik içindeki insanlar kalması için kentten temizliğe pek meraklı olanlar sürülecek? Fakat tuhaf olan ne? Modern cahilïye ne yapıyor? Temizliğe düşkün olanları kovmuyor mu? Cahiliye toplumunun -ilericilik adı altında, kadın, erkek herkesin bağlarını parçalayarak- yiyecek, can, mal, fikir ve düşünce alanlarında daldığı bataklığa düşmeyenleri baskı altına almıyor mu? O, temizliğe düşkün insanları görmek istemez. Çünkü o, buna tahammül edemez ve onları ancak kendisi gibi pisliğe batmış olarak görmek ister. Her dönemde cahiliye mantığı böyledir!

Diğer ayetlerde olduğu gibi burada da, ayrıntıya girilmeden ve konu fazla uzatılmadan hızla sonuç bildiriliyor: "Lût'u ve eşi dışındaki yakınlarım kurtardık. Eşi ise geride kalıp helâk olanlardan oldu. Onların üzerine müthiş bir yağmur yağdırdık. Gör bakalım, günahkârların sonu nasıl olur?" Sonuç, âsilerin tehdid ettiği kimseler lehinedir. Yanısıra bu, toplum àrasında inanç ve sistem temelli bir ayrımdır da. Lût'un karısı -kendisine en yakın kimse olduğu halde- helâktan kurtulamamıştır. Çünkü o, inanç ve sistem bakımından toplumunun helâk olan azgınlarının işbirlikçisi idi.

Üzerlerine fırtınalarla yüklü helâk eden müthiş bir yağmur yağdırıldı. Bu müthiş yağmur ve sel suları dünyayı, işledikleri bu pislikten ve içinde yaşayıp öldükleri bataklıktan temizlemek için miydi? Ne şekilde olursa olsun, yalanlayan günahkârların kitabından bir sayfa daha kapanmaktadır! [223]

 

Lût (a.s.) ve Homoseksüel Kavmi Hakkında Âyet-i Kerimeler

  •  Lût (a.s.)’uın İsminin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 27 Yerde): 6/En’âm, 86; 7/A’râf, 80; 11/Hûd, 70, 74, 77, 81, 89; 15/Hıcr, 59, 61; 21/Enbiyâ, 71, 74; 22/Hacc, 43; 26/Şuarâ, 160, 161, 167; 27/Neml, 54, 56; 29/Ankebût, 26, 28, 32, 33; 37/Sâffât, 133; 38/Sâd, 13; 50/Kaf, 13; 54/Kamer, 33, 34; 66/Tahrîm, 10.
  • Lût (a.s.) ve Kavm Konusunda Âyetler
  • Lût (a.s.) ve Kavmiyle Tevhid Mücâdelesi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-83; 15/Hıcr, 61-77; 26/Şuarâ, 160-175; 27/Neml, 54-58; 29/Ankebût, 28-35; 51/Zâriyât, 24-37; 54/Kamer, 33-39.
  • Lût (a.s.)’a Peygamberlik Verilmiştir: 6/En’âm, 86; 21/Enbiyâ, 74; 27/Neml, 54; 37/Sâffât, 133.
  • Lût (a.s.), Lût Kavmine Gönderilmiştir: 7/A’râf, 80; 26/Şuarâ, 162; 27/Neml, 54.
  • Lût Kavminin Kötülüğü: 7/A’râf, 80-82; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 165-166; 27/Neml, 54-55; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 37.
  • Lût (a.s.)’un Karısının İhâneti: 66/Tahrîm, 10.
  • Lût (a.s.)’un Kavmine Dâveti ve Kavminin Tepkisi: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 77-80; 15/Hıcr, 67-71; 26/Şuarâ, 160-169; 27/Neml, 54-57; 29/Ankebût, 28-29; 54/Kamer, 36.
  • Meleklerin, Lût Kavminin Haberini Önce İbrâhim (a.s.)’e Getirmeleri: 11/Hûd, 69-70, 74-76; 15/Hıcr, 57-60; 29/Ankebût, 31-32; 51/Zâriyât, 31-34.
  • Lût (a.s.)’un, İbrâhim (a.s.)’e İman Etmesi ve Beraber Hicretleri: 29/Ankebût, 26; 37/Sâffât, 99.
  • Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşu: 7/A’râf, 80-84; 11/Hûd, 81-83; 15/Hıcr, 61-66, 72-77; 37/Sâffât, 99; 21/Enbiyâ, 74; 25/Furkan, 40; 26/Şuarâ, 170-175; 27/Neml, 56-58; 29/Ankebût, 30-35, 40; 37/Sâffât, 134-136; 50/Kaf, 13-14; 51/Zâriyât, 35-37; 53/Necm, 53; 54/Kamer, 33-39.

Lût Kavminin Helâk Edilerek Yok Oluşunda İbretler Vardır: 29/Ankebût, 34-35; 37/Sâffât, 137-138.

 

[1] 7/A’râf, 80-84

[2] 7/A'râf, 80-81

[3] 27/Neml, 55

[4] 29/Ankebût, 29

[5] 26/Şuarâ, 160-166

[6] 26/Şuarâ, 167

[7] 29/Ankebût, 29

[8] 7/A'râf, 82

[9] 29/Ankebût, 30

[10] 26/Şuarâ, 169

[11] 15/Hicr, 58-60

[12] 29/Ankebût, 31-32

[13] 15/Hicr, 63-64

[14] 11/Hûd, 77

[15] 15/Hicr, 67

[16] 54/Kamer, 37

[17] 11/Hûd, 78

[18] 11/Hûd, 79

[19] 11/Hûd, 80

[20] 11/Hûd, 81

[21] 11/Hûd, 81

[22] 29/Ankebût, 34

[23] Abdulfettah Tabbara, Ma'al Enbiya' Fil-Kur'an, s. 142-146; Muhammed Ahmed Cad, Kısâsu'l-Kur'ân, 68-76

[24] 11/Hûd, 82-83

[25] 15/Hicr, 73-77

[26] 27/Neml, 57-59

[27] 54/Kamer, 38-39

[28] Ahmet Özgen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 31-32

[29] 29/Ankebût, 26

[30] 37/Sâffât, 137-138

[31] 15/Hicr, 76-77

[32] Bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 12/13

[33] Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi, c. 1, s. 436

[34] 11/Hûd, 77-79

[35] 7/A’râf, 84

[36] Beşir İslâmoğlu, İslâmî Hareketin Tarihî Seyri, s. 55-58

[37] Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 6, s. 134-135; Mehmet Kubat, Kur’an’da Tevhid, s. 82-83

[38] Taberî, Câmi'u'l-Beyân, XII, 97-98

[39] el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur'ân, 13/88-89

[40] S. Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 501

[41] A. Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Qur’an, Baroda, 1938, s. 255; Mustafavî, et-Tahkîk, c. 10, s. 258

[42] Tekvîn. 11/27; 12/5

[43] Tekvîn, 13/1

[44] İDB, lll. 62; Ejd, Lot, Xl, 508

[45] Tekvîn, 14/l-16

[46] Tek­vîn, 13/13; 18/20; 19/4-5; Hezekiel, 16/49-50

[47] Tekvîn, 18/1; 19/26; Petrus'un İkinci Mektubu, 2/6-7

[48] Tekvîn, 19/30-38

[49] DB, İV/1. s. 365

[50] Tesniye. 2/9, 19; Mezmur. 83/8

[51] DB, IV/1, s. 365-366

[52] Ancien Testament, s. 72

[53] 18/23

[54] Ginzberg, The Legends of the Jews, Baltimore 1998, I/291; Ömer Faruk Harman, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 227-229

[55] Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 19/30-38, s. 17

[56] Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, 2/9 ve 19, s. 178

[57] 37/Sâffât, 133

[58] 6/En’âm,  86

[59] 21/Enbiyâ, 74-75

[60] Mustafa Uzun, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 229

[61] Selâhaddin el-Müneccid, 5. 89. 149-172

[62] nşr. Pellat, Beyrut 1957, A. Hârûn, Resâ'ilü'l-Câhiz, Kahire 1979 içinde

[63] Brockelmann, GAL Suppl, I, 426

[64] nşr. Celâl Azzûne, Tunus 1997

[65] nşr. Mecdî es-Seyyid İbrâhim, Kahire, ts., Mektebetü'l-Kur'ân), Muhammed bin Ömer el-Gamrî’nin el-Hukmü’l-Mazbût fî Tahrîmi fi’l-Kavmi Lût (nşr. Abdullah el-Mısrî, Kahire 1988

[66] Dârü'l-Kütübi'z-Zâhiriyye, nr. 3215/1

[67] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 199

[68] İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Y., 2. baskı, s. 70

[69] İ. Pala, a.g.e. s. 535

[70] Bk. İskender Pala, a.g.e., s. 232-233

[71] İ. Pala, a.g.e. s. 206-207

[72] Bk. İ. Pala, a.g.e., s. 421-422

[73] İ. Pala, a.g.e., s. 463-465

[74] Bk. Süreyya Aslaner, Tasavvuf ve Seks, Tevhid Y, İst. 1996

[75] Zekeriya Gün, Şark-İslâm Klasiklerinde Eşcinsel Kültür

[76] 54/Kamer, 33-36

[77] 29/Ankebût, 28-29

[78] 29/Ankebût, 30

[79] 26/Şuarâ,  169

[80] 11/Hûd, 81

[81] 54/Kamer, 37-38

[82] 15/Hicr, 73-76

[83] 11/Hûd, 82-83

[84] 26/Şuarâ, 172-173

[85] 7/A’râf, 83-84

[86] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)

[87] “Le Monde de la Bible”, Archeologie et Histoire, Temmuz-Ağustos 1993

[88] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books, New York: William Morrow, 1956)

[89] Werner Keller, The Bible as History in Pictures, New York: William Morrow, 1964

[90] Werner Keller, Und die Bibel hat doch recht (The Bible as History; a Confirmation of the Book of Books), New York: William Morrow, 1956, s. 88

[91] G. Ernest Wright, “Bringing Old Testament Times to Life”, National Geographic, Vol. 112, Aralık 1957, s. 833

[92] 35/Fâtır, 42-43

[93] 36/Yâsin, 29

[94] 54/Kamer, 31

[95] Harun Yahya, Kavimlerin Helâkı, Vural Y., s. 41-55

[96] Mefâil Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 24

[97] Cevad Ali, el-Mufassal, V, 143; ayrıca bk. Râgıb el-lsfahânî, el-Mûfredât, "lvt md.

[98] Tek­vin, 13/13; 18/20

[99] Levililer, 18/22; 20/13

[100] Romalılar'a Mektup, 1/27; Korintoslular'a Birinci Mektup, 6/9

[101] İbn Mâce, Hudûd 24; Ebû Dâvûd, Hudûd 29; Tirmizî, Hudûd 24

[102] Şevkânî, VII, 131

[103] İbnu’t-Tallâ’, Akzıyetü Rasûlillâh, Beyrut 1418/1997, s. 33

[104] 4/Nisâ, 16

[105] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, IX, 231-232; Reşîd Rızâ, Tefsîru’l-Menâr, IV, 437-440

[106] Kâmil Yaşaroğlu, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 27, s. 198-199

[107] 4/Nisâ, 15-16

[108] 24/Nûr, 2

[109] Fahreddin Râzî,  Mefâtihu’l-Gayb, c. 3, s. 245-246

[110] Tefsîru’l-Menâr, c. 4, s. 439

[111] 6/En’âm, 90

[112] 7/A’râf, 157

[113] 4/Nisâ, 26

[114] Ebû Dâvûd, Hudûd 28; Tirmizî, Hudûd 24; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269

[115] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 7/116-118

[116] 4/Nisâ, 16

[117] Tefsîru'l-Menâr, 8/518-519. Reşid Rızâ, Tefsîrinin 4/434-439’ncu sayfalarına bakılmasını da tenbih ediyor.

[118] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, 14/168

[119] Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, c. 12, s. 510-517

[120] 29/Ankebût, 26

[121] 21/Enbiyâ, 71

[122] 37/Sâffât, 133

[123] 6/En’âm,  86

[124] 21/Enbiyâ, 74-75

[125] 37/Sâffât, 133

[126] 7/A'râf, 80-84; 11/Hûd, 78-83; 21/Enbiyâ, 74; 26/Şuarâ, 161-175; 27/Neml, 54; 29/Ankebût, 28-35

[127] 6/En’âm, 86

[128] 7/A’râf, 80-84

[129] 11/Hûd, 69-83

[130] 15/Hıcr, 51, 58-77

[131] 21/Enbiyâ, 71

[132] 21/Enbiyâ, 74-75

[133] 22/Hacc, 43

[134] 25/Furkan, 40

[135] 26/Şuarâ, 160-175

[136] 27/Neml, 54-58

[137] 29/Ankebût, 25-35

[138] 29/Ankebût, 40

[139] 37/Sâffât, 133-138

[140] 38/Sâd, 13

[141] 50/Kaf, 13-14

[142] 51/Zâriyât, 24-37

[143] 54/Kamer, 33-39

[144] 66/Tahrîm, 10

[145] 70/Meâric, 29-31

[146] 4/Nisâ, 16

[147] Tirmizî, Radâ 12

[148] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/317

[149] İbn Mâce, Hudûd 12; Tirmizî, Hudûd 24

[150] İbn Mâce, Nikâh 29; Ebû Dâvud, Nikâh 45; Tirmizî, Tahâ­ret 102

[151] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, 131

[152] 11/Hûd, 80

[153] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, Fezâ'il, 152, 153; Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/217, 300, 309

[154] Sa'lebî, 'Arâisû'l-Mecâlis, s. 80

[155] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19, Tefsir Yûsuf 5, Ta’bîr 9; Müslim, İman 238, h. no. 151, Fedâil 152, h. no: 151; Tirmizî, Tefsir, Yusuf 12, h. no: 3115

[156] İbn Mâce, Hudûd 12, h. no: 2563; Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1457;

[157] Tirmizî, Hudûd 24, h. no: 1456; Ebû Dâvud, Hudûd 29, h. no: 4462, 4463; İbn Mâce, Hudûd 12; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/269

[158] Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 6, s. 254

[159] Ebû Dâvud, Nikâh 46, h. no: 2162

[160] 2/Bakara, 223

[161] Tirmizî, Radâ 12, h. no: 1165

[162] Ebû Dâvud, Hudûd 30, h. no: 4464; Tirmizî, Hudûd 23, h. no: 1454

[163] İ. Canan, Kütüb-i Site ve Şerhi, c. 6, s. 255

[164] Tirmizî, Hudûd 28, h. no: 1462

[165] Buhârî, Meğâzî 56, Nikâh 113, Libâs 62; Müslim, Selâm 32, h. no: 2180; Muvattâ, Vasiyyet 5, h. no: 2, 767; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4929

[166] Buhârî, Libas 62, Hudûd 33; Ebû Dâvud, Edeb 61, h. no: 4930; Tirmizî, Edeb 34, h. no: 2785, 2786

[167] İbrâhim Canan, Kütüb-i Sitte ve Şerhi, c. 6, s. 252-253

[168] Tekvin, 19/26

[169] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

[170] 7/A'râf, 176

[171] 29/Ankebût, 28-29

[172] 27/Neml, 55

[173] 26/Şuarâ, 166

[174] 2/Bakara, 187

[175] 29/Ankebût, 28

[176] 26/Şuarâ, 161-166

[177] 11/Hûd, 78

[178] 11/Hûd, 79

[179] 26/Şuarâ, 167

[180] 29/Ankebût, 29

[181] 11/Hûd, 80

[182] 29/Ankebût, 30

[183] 26/Şuarâ, 169

[184] 26/Şuarâ, 170-171

[185] 66/Tahrîm, 10

[186] 11/Hûd, 74/76

[187] 11/Hûd, 77

[188] 11/Hûd, 81

[189] 26/Şuarâ, 52

[190] Tevrat, Tekvin Babı

[191] Cengiz Duman, Haksöz, sayı 40, Temmuz 94

[192] 11/Hûd, 80

[193] 26/Şuarâ, 168

[194] 15/Hıcr, 70

[195] 7/A’râf, 82

[196] 26/Şuarâ, 167

[197] 57/Hadîd, 25

[198] Buhârî, Enbiyâ 11, 15, 19; Müslim, İman 238

[199] 29/Ankebût, 30

[200] 26/Şuarâ, 169

[201] 26/Şuarâ, 170-171

[202] 15/Hıcr, 65

[203] 73/Müzzemmil, 6

[204] 11/Hûd, 45-47

[205] Levent Uçkan, İslâm Tarihi Notları, (Basılmamış Çalışma),  s. 24-25

[206] 66/Tahrîm, 10

[207] 11/Hûd, 45-46

[208] 66/Tahrîm, 11

[209] Buhârî;  Müslim

[210] Ebû Dâvud

[211] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel, Müsned

[212] Tirmizi

[213] Avbdülvahid Metin

[214] 7/A’râf,80

[215] Tekvin/Bölüm, 5:12, 13

[216] 7/A’râf, 81

[217] 7/A’râf, 82

[218] 7/A’râf, 83

[219] 7/A’râf, 84

[220] İbn Mace; Ahmed bin Hanbel

[221] Tirmizi

[222] Tefhîmu’l-Kur’an

[223] Fî Zılâli’l Kur’an