Cumartesi, 06 Şubat 2021 14:43

EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İANİ’L-MÜNKER

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(0 oy)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE
NEHY-İANİ’L-MÜNKER


• Emr-i Bi’l-Ma’rû ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
• Ma’rûf Nedir?
• Münker Nedir?
• Kur’ân-ı Kerim’de Emr-i Bi’l-Ma’ruf
• Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi’l-Ma’rûf
• Tebliğ; Sanat ve Tebliğ
• Dâvet; Hakka Çağrı ve Dâî/Dâvetçi
• Vaaz, Nasihat ve İrşad
• Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib
• Sözü, İnsanları Allah’a Çağırmakla Güzelleştirebiliriz
• Dâvet ve Tebliğ Usûlü
• Emr-i Bi’l-Ma’rûf, Muhatâpları Kurtarmasa Bile, Yerine Getirenleri Kurtarır
• İyiliği Emredip Kendini Unutmak
• Birr (İyilik): Tanımı ve mâhiyeti
• Birr’in Sosyal Hayata Yansıması
• Başkalarına Birr’i (İyiliği) Emredip Kendisini Unutmak
• Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
• Örnek Olmak; Hâl Diliyle İyiliğe Teşvik
• Peygamberlerin ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Özlerinin Sözlerine Uygunluğu
• İlim, Başkalarına Aktarmak İçin Değil; Öncelikle Yaşamak İçin Öğrenilmelidir
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 630
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” 631
630] 3/Âl-i İmrân, 104
631] 3/Âl-i İmrân, 110
- 136 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l - Münker; Anlam ve Mâhiyeti
Emr-i bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.
Ma’rûf, şerîatın emrettiği; münker de, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur’an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah’ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir. 632
Yani ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah’a başkaldırmaya karşı durmaktır. 633
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”634 buyurulmaktadır. Bu âyetle ma’rûfun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm ulemâsı bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir. 635
Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz.” 636
Mü’minler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmettir. Bu toplumun korunması için bu âyetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.’’ 637
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu buyruğu ortaya koymaktadır: “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.”638 Şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir: “...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi...”639 Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, mü’minlerin karşısında münkeri emreden, ma’rûfu yasaklayan, böylelikle Allah’ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir. 640
Hz. Peygamber’in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban
632] Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118
633] Kadı Beydâvî, Envârü’t-Tenzîl, 2/232
634] 3/Âl-i İmrân, 104
635] Elmalılı, a.g.e., II/1155
636] 3/Âl-i İmrân, 110
637] Müslim, İman 78; Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
638] Ebû Dâvûd, Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388
639] 5/Mâide, 78-79
640] bk. 9/Tevbe, 67
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 137 -
olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü’minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma’rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler birer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah’ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu buyruğunda bulmak mümkündür:
“Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm’a ilk giren kimseler gibidirler’’641; “İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz”642; ‘’(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere Mûsâllat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir.” 643
Ma’rûfun emredilmeyip, münkerden alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah’ın azâbının onları kuşattığı Kur’ân-ı Kerîm’de hemen her sûrede zikredilmektedir.644 İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl faydası olan korkunun Allah’tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya atılmanın da câiz olmadığını söylemişlerdir. 645
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Hâlbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur. Meselâ mevcut Tevrat’ta, “Rab, Kabil’e sordu: ‘kardeşin nerede?’ O da, ‘Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?” gibi bir ifâde vardır. 646
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Ma’rûf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmakta iken, müslümanların ma’siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır.647 Yani müslümanların her münker toplumunu ma’rûf toplum, İslâm hükümlerinin yaşandığı toplum
641] Bezzâr, Mecmau’z Zevâid, VII/271
642] A.g.e., VII/286
643] Kenzü’l-Ummâl, II/68-78
644] Meselâ bk. 7/A’râf, 163 vd.
645] Kenzü’l Ummâl, II/141 vd.
646] Tevrat, Tekvin, 4/9
647] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/144
- 138 -
KUR’AN KAVRAMLARI
haline getirmeleri fârz kılınmıştır. Çağdaş demokratik laik toplumlar dini sadece Allah’la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm’ın ma’rûf - münker ilkesinin sadece ahlâkî bir mesele olduğunu iddiâ ederler. Hâlbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Rasûlunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman ma’rûfu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: “Ey iman edenler siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlette olanlar/sapıtanlar size zarar veremezler”648 Çağdâş toplumla, müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah’a ve Rasûlüne itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, ma’rûfun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir: Ma’rûf, ne salt ahlâkçılık demektir, ne de İslâm’ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir. Ma’rûf, tek kelimeyle İslâm’ın kendisidir. Münker de, aslı itibarıyla veya ahlâkî açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm’ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yasayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun tek yöntemi de Rasûlullah’ın sünnetidir. “Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz...” 649
Gerçek ma’rûf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır.650 Bazı insanlar her devirde, Rasûle itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: “Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?”651 İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir. 652
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir. 653
Sonuçta ma’rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir dâvet çalışmasını gerektirir. İslâm’ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm’ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab’a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli dâvet metodu Rasûlullah’ın sünnetidir. Bunu ancak Rasûlullah’ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib (emr-i bi’l-ma’rufla ilgili hisbe teşkilâtında görevli) gibi davranarak değil. “Dirilerin ölüsü” olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat’ta: “Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir” denilerek İslâmî hareket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
648] 5/Mâide, 105
649] 59/Haşr, 7
650] Bk. 2/Bakara, 44
651] 2/Bakara, 44
652] İbn Kesir, I/8
653] 16/Nahl, 125; 20/Tâhâ, 43
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 139 -
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise ma’rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihâda giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, “Bu yediklerin haramdır” şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî’ye göre helâldir. İşte emri bi’l-mâ’rûf nehyi ani’l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir.654 Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma’rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mu’tezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.
Enes b. Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: “Biz Allah’ın Rasûlune ‘Ey Allah’ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?’ diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Siz iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız”655 Hz. Lokman’ın oğluna öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder: “Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir.” 656
Ma’rûf Nedir?
‘Ma’ruf’, ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet’ kavramıyla yakından ilgilidir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu demektir ki ‘inkâr’ın karşıtıdır. Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrak etmek, anlamak olduğuna göre, ‘ma’rûf’; derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın (şeriatın) güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır.
Şeriat (İslâm) fiillerin ve davranışların bir kısmını güzel bir kısmını kötü saymıştır. Çirkin olan şeyleri haram, güzel olan şeyleri ise helâl (mubah) olarak değerlendirmiştir. Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. Ancak insan aklı bütün ma’rûf olan şeyleri mutlak manada kavraması mümkün olmadığı için Kur’an, neyin iyi neyin kötü olduğunu haber vermiştir.
‘Ma’rûf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak ‘örf/urf’ haline gelirler. İyi düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Bu yüzden peygamberler halk arasında yaşayan güzel ‘örfleri’ olduğu gibi bırakmışlar, kandırmamışlardır. İslâm hukukunda ‘örf’ bir delildir.
İşte ‘ma’rûf’, böylesine iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, akıllı insanlarca hoş görülen söz, davranış ve geleneklerin tümüdür. Bu bir anlamda Hak kavramının bir başka ifadesidir. Ma’rûf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz.
654] İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi’d-Din, Emri Bi’l-Mâ’ruf ve Nehyi Ani’l-Münker bölümü
655] Taberânî
656] 31/Lokman, 17; Sait Kızılırmak, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 98-99
- 140 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Peygamberlerin insanları dâvet ettiği hidâyet aynı zamanda ‘ma’rûf’ olan bir şeydir. Peygamberlerin insanları sakındırdıkları dalâlet ise aynı zamanda bir ‘münker’dir.
Ma’rûf ve onun zıddı olan münker insan hayatının her sahasını kapsar. Ma’rûf, Peygamberimizin uygulamasını emrettiği, şeriatın ve selim aklın ölçülerine uygun, hayatın her alanını kuşatan Allah’ın rızâsıdır. Münker ise tam bunun zıddıdır. Birçok İslâm âlimi ‘ma’rûf’u, İslâm’ın emrettikleri, münkeri ise, Allah’ı inkâr ve O’nun yasakladıkları şeklinde anlamışlardır. Ma’rûfa uymak; Allah’a itaat ve O’nun emirlerine uymak; münker de bunun karşıtıdır.
İslâm’ın getirdiği şeriat; her emri, ilkesi ve prensibiyle ma’rûf, ona aykırı her türlü anlayış, fiil, gelenek ve yönetim tarzı münkerdir. Bu gibi tanımlar ma’rûfun genel tanımı içerisindedir. Şüphesiz Hak din olan İslâm her açıdan ma’rûftur. Onun ilkeleri, prensipleri, haram ve helâl ölçüleri güzeldir. Ancak, ma’rûf kavramı bir değişkenlik anlamını da içerisine almaktadır. İnsanların toplum hayatında, zamanın akışı içerisinde güzel gördükleri, ‘örf’ haline getirdikleri fiiller ve davranışlar, İslâm’a da aykırı değilse, din onu tavsiye ediyor. Hatta birçok problemin çözümünde ona baş vurulması gerektiğini öğütlüyor. Kur’an, bu şekilde birçok davranış biçimi hakkında belli bir ölçü koymamış ve bunları ‘ma’rûfla yapın’ demiştir. Meselâ babaların çocuklarını bakıp yetiştirmeleri ‘ma’rûf’a uygun olarak istenir. Buradaki ‘ma’rûf’ elbette zamanın şartlarına, içinde bulunulan duruma ve eldeki imkânlara uygun olan demektir.
Ma’rûfun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından verilir; ancak detay ve alt ayrımlar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İnsan zihni ve aklı gayret göstererek akla ve İslâm’ın ilkelerine aykırı olmayan ma’rûfları bulmaya çalışacaktır. Kur’ân-ı Kerim, ‘ma’rûf’un emredilmesini istemektedir. “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” 657
İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet (topluluk) ma’rufu emredenlerdir.658 Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rûfu emrederler.659 İyi insanlar yeryüzünde iktidar sahibi olurlarsa; iyiliği (ma’rufu) emrederler, münkerden sakındırırlar.660 Peygamberimiz buyuruyor ki: “Nefsimi kudret elinde tutan ve Zat’a (Allah’a) yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız veya Allah’ın kendi katından genel bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duânız kabul edilmez.” 661
Şüphesiz ki ma’rûfu emretmek amacına göre, uygun bir ortamda, uygun bir yöntemle, en güzel bir şekilde ve sonuç almak üzere yapılmalıdır. 662
Arapça’da “aklın ve dinin hoş gördüğü şey, ihsan, iyilik” anlamına gelen ma’rûf kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 30’a yakın yerde kullanılmıştır. Kullanımın tamamına yakın bir kısmında harfi tarif almış olarak, “el-ma’rûf” şeklindedir.
657] 3/Âl-i İmrân, 104
658] 3/Âl-i İmrân, 110
659] 9/Tevbe, 71
660] 22/Hacc, 41
661] Tirmizî, Fiten 9, Hadis no: 2169
662] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, s. 384-385
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 141 -
Anlaşılıyor ki, kullanım sırasında sıradan kimi örf olan şeyler değil, çerçevesi ve içeriği ile belli ve belirgin bir kavram ifade edilmektedir. Bu kavramın mâhiyetini Kur’an-ı Kerim, bize, apaçık bir biçimde bildirir. Nitekim; “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”663; “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.”664; “(Onlar) ellerindeki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları ümmî nebi olan O Rasûl’e uyanlardır. O kendilerine ma’rûfu emrediyor, onları kötülükten nehyediyor, onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram kılıyor. Üzerlerindeki ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. İşte, O’na iman edenler, O’nu tazim edenler, O’na yardım edenler ve O’nunla birlikte indirilen Nur’a tâbi olanlar var ya, onlar selâmete erenlerin ta kendileridir.”665 anlamındaki âyet-i kerimeler, birarada alındığında, ma’rûfu tanımamıza imkân sağlayıcı bir aydınlık getirmektedir. Buna göre ma’rûf, insanlara peygamberler eliyle getirilen ve her peygamberin gelişiyle birlikte bir bölümü de değişebilen, insanları birleştirici ve ateşten kurtarıcı günlük uygulamalar bütünüdür. Öyle ki, inanmış olmak bile (burada kitap ehli anılarak belirtiliyor), ancak ma’rûfa uymak ve onu emretmekle mümkün görünüyor. Gerçekten de, Tevbe suresinin 71 ve 112. âyetlerinde müminlere has davranışlar olarak namaz, zekât, Allah ve Rasûlüne itaat, tevbe, ibâdet, hamd, seyahat, rükû ve secdeyle birlikte ma’rûfun emredilmesi ve kötülüğün nehyi de zikredilmekte; Hz. Lokman’ın oğluna olan nasihatındaysa, bu uygulama namazla birlikte anılmaktadır.666 A’râf sûresinin 199. âyetinde kolaylığı tutma ve câhillerden yüz çevirmeyle birlikte anılan ma’rûfu emretmek, “Eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar verirsek, onlar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, ma’rûfu emreder, kötülükten nehyederler; bütün işler Allah’a dönecektir.” 667 anlamındaki âyette hâkimiyet durumundaki üç temel uygulamadan biri olarak anılacak ölçüde önem taşımaktadır.
Nitekim, Allah’ın Rasûlü de, İslâm dininin sekiz esası olarak, “Şirk/ortak koşmaksızın Allah’a ibâdet, namaz, zekât, oruç, hac, ma’rûfu emredip münkerden nehyetmek ve cihad”ı sayar (bu, Bezzâr rivâyeti olup; Hâkim, sekizinci sırada cihad yerine “ev halkına selâm”ı zikreder) ve bunlardan birini terkedenin dininin bir parçasını terkettiği hüsranda olduğu ve tümünü bırakanın da İslâm’a sırt dönmüş olacağı haberini verir.668 “küçüğümüze şefkat, büyüğümüze saygı göstermeyen, ma’rûfu emretmeyen ve kötülükten sakındırmayan bizden değildir” buyurularak, konunun önemi vurgulanır. Ma’rûfun emir ve kötülüğün nehy edilmesinin terkinin duâların kabulüne engel olacağı,669 bunun Yüce Allah’ın cezâ göndermesine yol açacağı ve duâların kabulünü önleyeceği670 hususları da, yine Peygamberimiz Efendimizin bildirdikleri arasındadır.
663] 3/Âl-i İmrân, 104
664] 3/Âl-i İmrân, 110
665] 7/A’râf, 157
666] 31/Lokman, 17
667] 22/Hacc, 41
668] el-Münzirî, Terğîb ve Terhîb, Terc. A. Muhtar Büyükçınar, A. Arpa, D. Pusmaz, A. Yücel İyiliği emir ve kötülükten nehiy bölümü 28 Sayılı Hadis; Tirmizi’de, Birr ve Sıla 13
669] İbn Mâce, Fiten 20
670] Tirmizi, Fiten, 9
- 142 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Ma’rûfun emri ve münkerin nehyi, farzlar arasında zikredilmiş ve özellikle Mu’tezile olaya çok büyük bir önem atfederek, onu, dinin beş esası arasına almıştır. Şu var ki, sünnilikte gerek ma’rûf ve gerekse münkerin şer’an öğretilmiş ve tasrih edilmiş olmasının gerektiğine inanılırken; Mu’tezile, belirleyici öğenin akıl olduğu görüşünde bulunmuş671 Şia ise, belirlemenin hem şer’an, hem aklen olabileceği kanaatini öne sürmüştür. 672
Münker Nedir?
Münker, ‘nekr’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı, kalbin tasavvur edemediği (anlamadığı, hayal edemediği) şeyi reddetmesidir. Dil ile bir şeyi inkâr etmektir ki, bunun anlamı kalbiyle o şeyi reddetmek demektir. Yahut da kalp ile bir şeyin özelliği bilinir ama dil ile inkâr edilir, bilinmezlikten gelinir. Buna yalancılık da denilir. “Onlar, Allah’ın ni’metini bilmektedirler. Sonra da o nimetlere münkir olmaktadırlar (inkâr etmektedirler); onların çoğu küfre sapanlardır.”673 âyetinde bu anlamdadır. ‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, çirkin, akla uymayan, reddedilen şey demektir. İslâm literatüründe ‘münker’, iyi ve güzel olan şeyleri görmezlikten gelme, tanımama tutumudur. Din dilinde bazı hareketlerin ‘münker’ diye nitelendirilmesi, onların din tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi demektir.
Münker, sağlam aklın çirkin dediği, güzel olup olmadığı konusunda şüphe duyduğu fiillerdir. Daha kısa bir tanımla şöyle söylenebilir: İslâm’ın ve akl-ı selimin (sağlam aklın) hoş görmediği şeydir. Aynı kökten gelen inkâr, ‘irfan’ın karşıtıdır. Münkerin karşıtı ise ‘ma’rûf’tur. ‘Ma’rûf’ nasıl ki, sağlam aklın ve şeriatın (İslâm’ın) güzel saydığı şey ise, ‘münker’ de tam bunun zıddıdır. Bu açıdan, İslâm’ın haram ve mekruh dediği bütün hükümler münker kapsamına girmektedir.
Kur’an’da münker olan davranışların ve fiillerin daha kötülerini belirtmek için de ‘fahşâ’ kelimesi kullanılır. Allah, Kur’an’da kâfirler hakkında ‘münkirler’ sözünü kullanıyor. Kâfirler, Peygamberleri ve onlarla gelen vahyi tanımamazlıktan gelip inkâr edenlerdir. Gelen vahyin ve âyetlerin Allah’a ait olduğunu tanımak istememektedirler. 674
Din, Münkerleri Hoş Görmez: Münker olan fiilleri ve işleri ne Din hoş görmektedir, ne de iyi düşünebilen bir akıl. Münkerleri, sağlam bir kamu vicdanı da hoş görmez. Insanlara şer kazandıran, onları günaha sürükleyen her davranış bir münkerdir. Bir toplumun sağlıklı ve mutlu olmasının ölçüsü ma’rûfların fazla, münkerlerin az olmasıdır. Ma’rûf üzerinde olan toplumlar ‘hayr’dadırlar. Münkerleri işlemeye devam eden kişiler ve toplumlar da ‘şer’dedirler.
Kişi ‘münker’e karşı devamlı dikkatli olmalıdır. Bir insan münkeri işlemeye devam ederse, onu bir kural, terkedilmesi zor bir adet haline getirir. Insan, şeytanın aldatmalarıyla yüzyüze geldiği için, her an ‘münker’e sapabilir. Bu bakımdan insanın, devamlı ‘ma’ruf’ işlerle meşgul olması, toplumda herkesin münkerlerle
671] N. Çağatay, İ A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, 112
672] Kâşif’ul-Gıta, Caferî Mezhebi, terc. A. Gölpınarlı, 69; Zübeyr Yetik, Şamilİsl Ans Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 98-99
673] 16/Nahl, 83
674] 23/Mü’minûn, 69
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 143 -
mücâdele etmesi gerekir.
Kur’an, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o size hep münkeri emreder” diyor.675 Münkerden en iyi sakınmanın yollarından biri de namaz kılmaktır. “...Çünkü namaz münkerden ve fahşâdan alıkor.”676 Münkerle mücâdele İslâm’ın önemli emirlerinden birisidir. Mü’min olan kimseler, devamlı iyiliği (ma’rufu) emreder, kötülükten (münkerden) sakındırırlar.677 Şu âyette Allah (c.c.) mü’minleri her türlü münkerden sakındırıyor: “Şüphe yok ki Allah, adâleti, ihsanı, yakınlara infak etmeyi emreder, fahşâdan (çirkin utanmazlıklardan), münker ve zorbalıktan sizi sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.”678 Münkerden alıkoymak, toplumda İslâmî ahlâkın kökleşmesi, insanların güzelliklere kavuşması ve çirkinlikleri terk etmesi, kötülüklerin azalması için son derece önemlidir. Bir toplumda münker işlemek adet (bir anlamda örf) haline gelmişse, o toplum artık sağlıklı düşünemiyor, hasta demektir. Bundan dolayı müslümanlardan bir cemaat, en güzel yöntemleri kullanarak münker olan işlerle mücadele etmelidir.
Münker, hadis ilminde de kullanılan bir terimdir. ‘Münker hadis’, zayıf bir râvinin güvenilir (sika) râvilerin rivâyetine zıt olarak rivâyet ettiği hadistir. Yani, tek kanaldan gelen hadis, ya metninde (sözlerinde) ya da senedinde (râviler zincirinde) sağlam râvilerin rivâyetine zıddır. Böyle bir hadis elbette zayıf bir hadistir ve güvenilmez.
Münker, aynı zamanda hadislerde adı geçen bir meleğin adıdır. Ölü mezara konulduğu zaman iki melek gelir ve ölüye diniyle ilgili sorular sorar.679 Bir başka hadiste ise, ölü kabre konulduğu zaman adları ‘Münker ve Nekir’ denilen iki melek gelip ona diniyle ilgili sorular soracaktır.680Bunlara ‘Münker ve Nekir’ denilmesinin sebebi, ikisinin de bilmediğimiz, tanımadığımız bir şekilde olmaları sebebiyledir. (Allahu a’lem). 681
Tanınmayan, yabancı, akla aykırı, kötü; İslâm şerîatının yasakladığı ve selîm aklın çirkin gördüğü her şey anlamına gelen münker, İslâm’da yasaklanan haram ve mekruh fiilleri kapsamına alır. “İnkâr edilen, karşı çıkılan, reddedilen” anlamlarına gelir. Münkerin zıddı olan marûf ise; ihsan, iyilik, aklın ve dinin hoş gördüğü şey demektir. Kur’an-ı Kerim’de münkerin daha kötü ve çirkin olan kısmı için “fahşâ” terimi kullanılır. Fahşâ; çirkinlikler, zina gibi şehvetle ilgili aşırı günahlar demektir. Türkçede “fuhşiyât” bu anlamı ifade eder. Bunlar insanların en çirkin halleridir.
İnsanoğlu ne zaman münkeri nehyetmeyi bırakırsa, Allah’ın şu ayette buyurduğu gibi, münkeri emretmeye başlarlar. “Kim, şeytanın adımlarına uyarsa, şüphesiz o fuhşiyâtı ve münkeri emreder.” 682
Kur’an, Allah’ın münkeri nehyettiğini açık bir dille belirtir: “Şüphesiz Allah
675] 24/Nûr, 21
676] 29/Ankebût, 45
677] 3/Âl-i Imran, 104, 110, 114; 9/Tevbe, 71; 22/Hacc, 41
678] 16/Nahl, 90
679] Müslim, Cennet 70, Hadis no: 2870; Buhârî, Cenâiz 68 ve 87; Nesâî, Cenâiz 110, 4/79
680] Tirmizî, Cenâiz 70, Hadis no: 1071
681] Hüseyin K. Ece, A.g.e. s. 452-454
682] 24/Nûr, 21
- 144 -
KUR’AN KAVRAMLARI
adâleti, ihsanı, yakın hısımlara sılayı ve muhtaç oldukları şeyleri onlara vermeyi emreder. Fuhşiyâtı, (Kur’an ve Sünnette karşı çıkılan) münkeri ve serkeşliği nehyeder. Üzerinde düşünüp, amel etmeniz için size bu şekilde öğüt verir.” 683
Hz. Ebû Bekir okuduğu bir hutbede, şu âyet-i kerîmenin yanlış yorumlandığını söyler: “Ey iman edenler! Kendinizi ıslâh etmeniz üzerinize bir borçtur. Siz düzelip doğru yolda bulunduktan sonra yolunu şaşıranlar size zarar vermez.”684 Hâlbuki ben Rasûlüllah’tan şunları dinledim: “Günahlar işleyen bir kavmin içinde o günahları yasaklayan güç ve kuvvette bulunan bir kimse varsa, buna rağmen yasaklamazsa, Cenab-ı Hakk'ın nezdinden gelen ve bütün onları kapsayan bir azabın gelmesi pek yakındır.” 685
İslâm toplumunun sağlıklı bir yapıya kavuşup bu halinin devamım sağlamak için “iyiliği emir ve kötülükten nehiy” esasını getirmiştir. Bir İslâm toplumunda, müslüman, daima iyi, güzel ve hayırlı olan işlerin yanındadır. Kötü, çirkin ve zararlı olan işlerin de tabii olarak karşısında bulunur. Böylece, İslâm toplumunda kendiliğinden iyilikler güç bulur ve yayılır. Kötülükler ise güçlenme imkânı bulamaz.
Mü’minlerin nitelikleri bir âyette şöyle belirlenir: “İman eden erkek ve kadınlar birbirinin dostudurlar. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ise nehyederler. Namazı kılarlar, zekâtı verirler. İşte Allah, onlara rahmet edecektir.”686 Başka bir âyette, tarihte İsrâiloğullarının, işlemekte oldukları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmaları, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzünden lânete uğradıkları bildirilir. 687
Kötülüğe engel olmada izlenecek yolu Rasûlüllah (s.a.s). şöyle belirlemiştir: “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötü olduğunu söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle o işi kötü görsün. Bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.”688 Hz. Ali’nin şöyle dediği nakledilir: İlk yenik düşeceğiniz cihad, elinizle yapacağınız cihattır. Sonra dilinizle yapacağınız cihad da yenik düşeceksiniz, sonra da kalbinizle yapacağınızda... Sonra kalb iyiyi iyi olarak bilmediği; kötüyü kötü görmediği zaman alçalır, alt üst olur.” 689
İslâm toplumunda bir kötülüğe karşı gelmeyi gerektiren şartlar şunlardır:
1) Fiil gerçekten kötü olmalıdır. Bunun ölçüsü ise, iş ve hareketin İslâm nazarında sakıncalı ve kötü olmasıdır. Münker terimi, ma’siyet teriminden daha kapsamlıdır. Şöyle ki; bir kimse, bir çocuğun veya akıl hastasının içki içtiğini görse, buna engel olmaya çalışması gerekir. Yine bir akıl hastası başka bir akıl hastası ile cinsel ilişki halinde görülse men edilir. Hâlbuki bu fiiller çocuk veya akıl hastası için ma’siyet değildir. Münker, büyük günahlara hâs bir terim de değildir. Bu yüzden, umûmî banyoda avret yerini açmak, kimsenin bulunmadığı yerde yabancı bir kadınla yalnız kalmak veya ona ısrarla bakmak gibi küçük günahların
683] 16/Nahl, 90
684] 5/Mâide, 105
685] İmam Gazâlî, İhyâû Ulümi’d-Dîn, Terc. Ali Arslan, İstanbul 1972, V, 325, 326
686] 9/Tevbe, 71
687] 5/Mâide, 78, 79
688] Müslim, İman, 20
689] el-Gazâlî, a.g.e., V, 345
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 145 -
hepsi de münkerdir.
2) Kötülüğün bir araştırma ve tecessüs olmaksızın açık olması gerekir. Evinde her hangi bir günahı gizlice işleyen ve kapısını kapalı tutan bir kimsenin ma’siyetini öğrenmek için gizlice gözetlemek ve baskın yapmak câiz olmadığı gibi, başkalarının günahlarını anlatmak da câiz değildir.
Hz. Ömer, devlet başkanlığı sırasında, bir evden gelen sesler üzerine, duvara tırmanıp içeri bakmış ve ev sahibini kötü bir durumda görmüştü. Onu bu kötülükten menetmek isteyince ev sahibi şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri! Eğer ben bir yönden Allah’a isyan etmişsem, sen üç yönden Allah’a isyan etmiş bulunuyorsun. Hz. Ömer “onlar nelerdir?” diye sorunca şu cevabı verir: Allah Teâlâ, “Tecessüs etmeyin.”690 buyurmuştur. Hâlbuki sen tecessüs ettin. Allah Teâlâ “İyilik, evlere arkalarından girmek değildir.”691 buyurmuşken, sen duvardan girdin. Yine Cenab-ı Hak, “Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleriyle alışkanlık sağlayıp izin almadan ve selâm vermeden girmeyin.”692 buyuruyor. Bu savunma karşısında Hz. Ömer, ceza uygulamamış, ancak tevbe etmeyi şart koşmuştur. Bu yüzden Hz. Ömer minberde hutbe okurken Ashâb-ı kiramla istişâre amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin münkeri bizzat görmesi halinde, şâhit aramaksızın ceza uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz. Ali, böyle bir durumda da iki âdil şâhidin gerekli olduğuna işaret etmiştir. 693
3) Münkerin ictihâda dayalı bir kötülük olmaması gerekir. İctihada dayalı bir konuda uyarıcılık yapılamaz. Meselâ; Hanefi mezhebinden olan bir kimse, “keler” veya “sırtlan” eti yahut besmelesiz kesilen bir hayvanın etini yiyen bir Şâfiî’ye; “Sen niçin bunları yiyorsun? Bunlar haramdır” diye müdâhale edemez. Çünkü bu sayılanlar Şâfiîlere göre helâldir. Yine, Şâfiî mezhebine mensup bir kimsenin zevi’l-erham denilen hala, teyze, dayı ve ana cihetinden amca gibi hısımların mirasını yiyen veya komşuluk şüf’asıyla aldığı bir evde oturan bir Hanefîye karşı uyarıcılık yapma yetkisi bulunmaz.
Kötülüğe engel olmanın dereceleri:
1) Kötülüğü târif ve tanıtmak. Kişi bazen bilgisizlik yüzünden kötü şeyleri yapmaya yönelir. Hâlbuki o kötülüğün niteliğini bilse yapmayacaktı. Bu nedenle kötülüğü, azarlamadan iyilikle anlatmak gerekir. Çünkü kötülüğü anlatmak da, ayıbı açıklamak ve muhatabın kalbine eza vermek vardır. Bu aşamada uyarı şöyle olabilir: “İnsanoğlu dünyaya bilgin olarak gelmez. Şüphesiz hepimiz bilgisiz kimselerdik. Bilginler bize doğruyu ve nasıl hareket edeceğimizi öğrettiler” denilebilir. Çünkü müslümanı incitmek câiz değildir. Kanı, kan veya sidikle yıkayan kimse akıllılardan sayılmaz. Bir kimse, kötülükten menediyorum diyerek, mü’minlere ezâ ederse, daha büyük kötülük yapmış olur.
2) İyilikle nasihat ve Allah’ın azabıyla korkutma gerekir. Bu şekilde öğüt verme, yasak olduğunu bildiği halde içki, kumar, zulüm, yalan, müslümanların gıybeti gibi kötü söz ve fiilleri işleyen kimselere yönelik olur. Burada da incitmeden ve iyilikle anlatım yoluna gidilir.
690] 49/Hucurât, 12
691] 2/Bakara, 189
692] 24/Nûr, 27
693] el-Gazâlî, a.g.e., V, 390, 391
- 146 -
KUR’AN KAVRAMLARI
3) Ağır sözlerle uyarmaktır. Bu metot, irşad ve nasihatla alay eden ve kötülükte ısrar belirtileri görülen kimselere karşı uygulanır. İbrâhim’in (a.s.) puta tapanlara karşı kullandığı şu üslûp buna örnek gösterilebilir: “Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz putlarınıza! Siz hiç düşünüp aklınızı kullanmaz mısınız?” 694
İrşad sırasında ağır söz kullanılması gerekirse şu iki hususu gözetmek gerekir:
a) Sert üslûbun kullanılmasına, iyilikle muameleden sonuç alınamaması ve zarûret bulunması hallerinde başvurulur.
b) Bu üslûpta doğru konuşmak, sözü uzatmamak ve ihtiyaç kadar konuşmak gereklidir.
4) Kötülükleri güç kullanarak engellemek. İçkinin dökülmesi ve haram şeyin telef edilmesi gibi toplum fertleri için yalnız; Kişiyi kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmak görevi vardır. Kişi bundan daha ileri gidemez. Güç kullanarak kötülüğü engellemek ve gerektiğinde suç işleyenlere ta’zîr veya had cezalarını uygulamak, idareci ve yöneticilere aittir. Meselâ; şarabı dökmek ve haramı telef etmek, dövmek ve hapsetmek gibi fiiller gerçekte yönetici ve görevlilere aittir. 695
Kur’ân-ı Kerim’de Emr-i Bi’l-Ma’ruf
Kur’ân-ı Kerim’de, ma’rûf kelimesi toplam 39 yerde geçer. Münker kelimesi ise 18 yerde kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de, ma’rûf ve münker kelimeleri, dokuz âyette “ma’rûfu emretme ve münkeri nehyetme” anlamına gelen ifâde kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma’rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yolunan gidilmemesi, ma’rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü veya tavsiye ettiği, münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir. İslâmî kaynaklar, iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faâliyeti, Kur’an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker şeklinde formülleştirmişler, Kitap, Sünnet ve icmâa dayanarak bu faâliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim’de da’vet kelimesi 6 âyette geçmekte olup, aynı kökten değişik türevleri 205 defa kullanılmıştır. Dâvet ve türevleri, bu âyetlerde İslâm’a ve İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında, Allah’a duâ/yakarış,696 insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirlerinden çağrılmaları697 gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır.
Da’vet kelimesi, terim olarak özellikle “İslâm’a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı” anlamna gelir. Kur’ân-ı Kerim’de; İslâm’a çağrı,698 imana çağrı,699
694] 21/Enbiyâ, 67
695] el-Gazâlî, Zübdetü İhyâ-i Ulûmiddin, (Terc. Ali Özek), İstanbul 1969, s. 286 vd.; Hamdi Döndüren, Şamil İsl Ans, c. 4, s. 360-362
696] 2/Bakara, 186, 10/Yûnus, 89; 13/Ra’d, 14
697] 30/Rûm, 25
698] 61/Saff, 7
699] 57/Hadîd, 8
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 147 -
Allah yoluna çağrı,700 Allah’ın kitabına çağrı,701 hakka çağrı,702 hayra çağrı,703 kurtuluşa çağrı,704 hayat kaynağına çağrı,705 esenliğe çağrı706 gibi mânâlara gelen ifâdeler, dâvetin İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faâliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere, hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşîr, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker gibi terimler de sözlük anlamları itibarıyla dâvetten farklı olmakla birlikte, uygulama ve gâyeleri bakımından aynı veya yakın mânâları ifâde etmektedir. Bu sebeple dâvet ve tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar, sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber “Allah’ın dâvetçisi (dâıyallah)” olarak nitelendirilmiş707 ve ona yüklenen dâvet vazifesi “dâvet et (üd’u)” emri yanında “tebliğ et (belliğ)”, “hatırlat (zekkir)”, “ikaz et (enzir)” gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir. Ayrıca, pek çok âyette Hz. Peygamber’in görevinin ancak “belâğ” olduğu zikredilmektedir.708 Tebliğ ile aynı kökten olan belâğ lafzı, bütün bu âyetlerde “dâvet” mânâsını ifâde etmekte, öte yandan İslâm dinini yaymanın yegâne yolunun dâvet ve tebliğ olduğunu göstermektedir. İslâm’da savaşın “cihad” diye adlandırılması, savaşın gâyesinin insan öldürüp hükümranlık sağlamak olmayıp, insanları hakka dâvet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir. Zira cihadın ilk ve en temel safhası dâvet olup, “i’lâ-yı kelimetullah”, yani tevhidi yayma vazfesinin yerine getirilmesinde dâvet imkânının mevcut olması halinde, silâhlı savaşa gerek kalmayacaktır. Nitekim bizzat Hz. Peygamber’in başlattığı ve sonraki dönemde devam ettirilen uygulamaya göre, İslâm ordu kumandanlarının öncelikle düşmanı İslâm’a dâvet etmeleri gerekir.
Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed’in risâletinin bütün insanlığı kapsadığı709 ve sadece İslâm’ın Allah nezdinde geçerli din olduğu710 belirtilmiştir. Yine Kur’an’da Hz. Peygamber’in insanlar üzerinde bir zorba olmadığı711 görevinin irşad, tebliğ ve dâvetten ibâret bulunduğu,712 esâsen ilke olarak dinde zorlamaya başvurulamayacağı, gerçek olanla olmayanın birbirinden ayrıldığı,713 bundan sonra artık iman edip etmemenin insanların kendi istemelerine bağlı bulunduğu714 ifâde edilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber dâî, beşîr, nezîr gibi sıfatlarla nitelendirilerek onun misyonunun dâvet esasına dayandığı vurgulanmış, özellikle peygamber’in ve genel olarak müslümanların dâvet
700] 16/Nahl, 125
701] 3/Âl-i İmrân, 23
702] 13/Ra’d, 14
703] 3/Âl-i İmrân, 104
704] 40/Mü’min, 41
705] 8/Enfâl, 24
706] 47/Muhammed, 35
707] 46/Ahkaf, 31
708] Meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40
709] meselâ, bk. 7/A’râf, 158; 34/sebe’, 28
710] bk. 3/Âl-i İmrân, 19, 85
711] 88/Ğâşiye, 22
712] 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92, 99; 42/Şûrâ, 48
713] 2/Bakara, 256
714] 18/Kehf, 29
- 148 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları göstermesi bakımından son derece önem taşıyan bir âyette, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür.”715 buyurularak dâvetin ıslâha yönelik, barışçı metotlarla yapılması öngörülmüştür.
“Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 716
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” 717
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” 718
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” 719
“Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.” 720
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” 721
“... İyi ve güzel olan şeylerde ve takvâda (yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmada) yardımlaşın.” 722
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki), Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı azîz, onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” 723
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz.” 724
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” 725
715] 16/Nahl, 125
716] 2/Bakara, 44
717] 3/Âl-i İmrân, 104
718] 3/Âl-i İmrân, 110
719] 3/Âl-i İmrân, 159
720] 4/Nisâ, 63
721] 4/Nisâ, 148
722] 5/Mâide, 2
723] 5/Mâide, 54
724] 5/Mâide, 67
725] 5/Maide, 78-79
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 149 -
“Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğu ile oturma.”726
“Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.” 727
“(Nûh).... Ben size öğütler veriyorum.” 728
“... Size dürüst ve güvenilir öğütler veriyorum.” 729
“İçlerinden bir topluluk, ‘Allah’ın helâk edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: ‘Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” 730
“Affetme yolunu tut, iyilik ve güzel davranışla emret, kendini bilmeyen câhillerden yüz çevir.” 731
“(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü emreder, ma’rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak husûsunda cimrilik gösterirler). Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir.” 732
“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma’rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” 733
“...(Şuayb a.s.:) Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 734
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü; kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” 735
“Artık sen, sana emrolunanı açıktan açığa bildir ve şirk koşanlardan yüzçevir.” 736
726] 6/En’âm, 68; yine bk. 4/Nisâ, 140
727] 6/En’âm, 108
728] 7 Araf 62
729] 7 Araf 68
730] 7/A’râf, 164-165
731] 7/Arâf, 199
732] 9/Tevbe, 67
733] 9/Tevbe, 71
734] 11/Hûd, 88
735] 14/İbrâhim, 24-27
736] 15/Hıcr, 94
- 150 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” 737
“Rabbim, göğsüme genişlik ver; kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar sözümü.” 738
“(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.” 739
“Ehline/âilene namazı emret; kendin de ona sabır ile devam et!...” 740
“Onlar (mü’minler) ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” 741
“(Önce) En yakın akrabalarını uyar. Sana uyan mü’minlere kanadını indir.” 742
“... Rabbinin yoluna çağırmaya devam et...” 743
“(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle dedi:) ‘Yavrucuğum! Namazı kıl, ma’rûfu/iyiliği emret, münkerden/kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” 744
“Onlar Allah’ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter.” 745
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” 746
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” 747
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve mükerreren gelen Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu Kitaptan derileri ürperir, sonra hem ciltleri ve hem de kalpleri, Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın dilediğini onunla doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” 748
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki
737] 16/Nahl, 125
738] 20/Tâhâ, 25-28
739] 20/Tâhâ, 44
740] 20/Tâhâ, 132
741] 25/Furkan, 72-73
742] 26/Şuarâ, 214-215
743] 28 Kasas 87
744] 31/Lokman, 17
745] 33/Ahzâb, 39
746] 35/Fâtır, 10
747] 39/Zümer, 17-18
748] 39Zümer, 23
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 151 -
yakın bir dost olur.” 749
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” 750
“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” 751
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir.” 752
Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi’l-Ma’rûf
Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi, hadis-i şeriflerde, müslümanlar içerisinden bir grubun mutlaka bu emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker görevini üstlenmesi gerektiğini, en hayırlı ümmetin vasıflarının bu olduğunu, iyilikleri emredip affetmeyi prensip haline getirip câhillerden uzak durulması gerektiğini, müslümanların erkek ve kadın daima bu görevlerine devam edeceklerini, önceki toplumlarda bu görevi yaşamayanlara lânet edildiğini, gerçek ve doğruların Rabbimizden olduğunu, dileyenin iman edip dileyenin inkar ettiğini, emrolunduğumuz İslâmî hüküm ve bilgileri beyinleri çatlatırcasına duyurmamız gerektiğini, kötülükten sakındıranların kurtulduklarını, bu işi yapmayan ve kötülüklere batıp gidenlerin azaplandırıldığını, kötülük gören kimsenin gücü doğrultusunda eliyle, diliyle değiştirmesi gerektiğini, bunlara gücü yetmeyenin kalbiyle buğzetmesi icap ettiğini, bunun da imanın en zayıf derecesi olduğunu, cihadın el ile, dil ile, kalp ile olabileceğini, cihad fikri ve şuuru olmayan kimsede hardal ağırlığı kadar imanın olmadığını, küfür sayılacak bir işi işlemedikleri sürece müslüman olup İslâmî hükümlerle yöneten idârecileri dinleyip itaat edeceğimizi, geminin alt katındakilerin su almak için üsttekileri rahatsız etmemek için geminin tabanına bir delik açarak bu ihtiyaçlarını gidermelerine üst kattakiler engel olmazlarsa hepsinin birden boğulacaklarını, dine uygun olmayan işler yapan idarecilere engel olmaya çalışanların kurtuluşa ereceklerini, namaz kıldıkları sürece onlara savaş açılamayacağını, kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit insanların topyekün helâk olacaklarını, yollarda oturmamak gerektiğini, oturmak mecbûriyeti varsa yolun hakkı olan gözü haramlardan korumak gerektiğini, selâm almak, kimseye eziyet etmemek, kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmek gerektiğini, haram kılınan bir şeyden başka yönlerden istifade edilebileceğini, en kötü yöneticinin insanlara katı ve kaba davrananlar olduğunu, Allah ve Rasûlünün iyi dediklerini emretmek, kötü dediklerinden sakındırmanın bir vazife olduğunu, yapılmadığı takdirde azâbın gerçekleşeceğini, en faziletli cihadın zâlim hükümdara karşı hakkı söylemek olduğunu, İsrâil oğullarında dinden sapmanın nasıl ve ne şekilde olduğunu, doğru yolda olduğumuz sürece sapıtanların bize zarar veremeyecekleri bildirilir.
Emredilmesi ve yasaklanması gereken hususlar herkesin bildiği ve bilmek mecbûriyetinde olduğu meselelerden ise bunda tüm müslümanlar ortaktır. Bu işi yaparken de tebliğ metoduna uygun olarak yapılmalı; kibarlık, hoş
749] 41/Fussılet, 33-34
750] 61/Saff, 2-3
751] 62/Cuma, 5
752] 103/Asr, 1-3
- 152 -
KUR’AN KAVRAMLARI
muamele, yumuşak davranış esas olmalıdır. Kötülüğü el ile değiştirmek demek; ona fiilî müdâhalede bulunmak ve işe el atmak demektir. Şâyet kişinin içinde bulunduğu durum ve konum bu şekilde o kötülüğü düzeltmeye kâfi gelmiyorsa bunu dili ile söyleyerek yapmalı, büyük fitnelere sebep olmamalıdır. Yine bir tehlike yani kargaşa ve fitne olacaksa kalbiyle o şeyden tiksinsin ve uzak dursun denilmekle tebliğ ve ikaz zaman ve zemine göre ayarlanmalıdır. Herkesin çoban olduğu, yönetimi ve idâresini elinde bulundurduğu kimselerden sorumlu olduğu hadisi de gözden uzak tutulmamalıdır. Aile reisi ev halkına, bir işyeri idaresinde bulunan oradaki çalışanlara, devleti idare eden de tebaasına karşı, bu konuda gerekli yükümlülüğü vardır. Bu işi yaparken de Allah’ın ve Rasûlünün râzı olacağı her vâsıtayı kullanmak da bir gereklilikdir.
“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” 753
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” 754
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.” 755
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş vaziyette iken bir adam: “Hangi cihadın sevabı daha çoktur? diye sordu. Peygamberimiz: “Zâlim idârecinin karşısında doğru ve adâletli sözü haykırmaktır” buyurdular. 756
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” 757
Günümüzde de İslâm adına İslâm’dan tâvizler vererek bazı işler yapanlar aynen bu hadisteki misalde olduğu gibi gemiyi delmekteler, fakat diğer müslümanlardan hiçbir tepki ve engelleme de gelmemekte, böyle olduğu için bâtıl ve geçersiz olan şeyler müslümanlar tarafından müslümanca bir hareket ve tavır gibi görülmekte ve sergilenmektedir. Bugün hepimizin yapacağı tek iş, İslâm’ı Kur’an ve hadislerden en güzel şekliyle öğrenip yapılacak ve yapılmayacak işleri o bilgiler doğrultusunda yapmak veya yapmayıp engel olmak şeklinde bir tavır ortaya koymak olacaktır. Böylece İslâmî isim ve imajlar altında gayri İslâmî işler yapılmamış ve İslâm tatmin vâsıtası olarak kullanılmamış olacaktır. Bugün bâtıl bid’at, hurâfe ve haram olan pek çok şey İslâmî elbise giydirilerek meşrû imiş
753] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20
754] İbn Mâce, Fiten 12
755] Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey’at 37
756] Nesâî, Bey’at 37
757] Buhârî, Şirket 6
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 153 -
gibi gösterilmekte ve kimse tarafından, hiçbir engelleme olmadığı için yapılıp gitmekte ve kafalarda meşrû bir iş gibi kalmaktadır. Kitap ve sünnet gözlüğüyle bakanlar, böyle yapılan pek çok gayrimeşrû işi, bugün İslâmî isimler altında görebilecektir. Gücümüz yettiğince bunlara engel olunmalıdır.
Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?” denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” 758
“Yollar üzerinde oturmaktan sakınınız” buyurdu. Sahâbîler: Yâ Rasûlallah, bizim yol ve sokaklarda oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü oralarda lüzumlu işlerimizi konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Madem ki vazgeçemiyorsunuz, mutlaka oturmak zorunda kalıyorsunuz; öyleyse yolun hakkını veriniz” buyurdular. Bunun üzerine; “yolun hakkı nedir yâ Rasûlallah?” diye sorulunca; peygamberimiz (s.a.s.): “Harama bakmaktan gözleri korumak, gelip geçenlere eziyet vermemek, verilen selâmı almak, İslâm tarafından iyi denilen şeyleri tavsiye edip kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmektir” buyurdular. 759
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” 760
“Size ma’rûf getirene (ikram edene), karşılık veriniz.” 761
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: ‘Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir’ derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti”. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: “Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir.”762 Bu âyeti okuduktan sonra peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” 763
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam
758] Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten 1
759] Buhârî, Mezâlim 22; Müslim, Libas 114
760] Tirmizi, Fiten 9
761] Nesâî, Edeb 108; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/68
762] 5/Mâide, 78-81
763] Ebû Dâvud, Melâhim 17
- 154 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” 764
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: “Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat, yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.”765 Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazaba uğratması pek yakındır.” 766
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi’râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” 767
“İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, ‘siz kimlersiniz?’ diye sorulur, şu cevabı verirler: ‘Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.” 768
“Kıyâmet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler: ‘Ey filân, sen ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin?’ Şöyle der: ‘Evet, öyle idim. Ma’rûfu emreder, fakat kendim işlemezdim. Münkerden alıkoyar, fakat kendim işlerdim.” 769
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 770
“Cenâb-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 771
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından
764] Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6
765] 5/Mâide, 105
766] Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8
767] Müsned-i Ahmed, III/120, 231, 239
768] Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, I/158
769] Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Fiten, 17, h. no: 46; Müslim, Zühd 7, 51, h. no: 51 (2989); Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209
770] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
771] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 155 -
kurtulamaz…” 772
“Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” 773
“Din nasihattir.” Ashâb sordu: ‘Kim için nasihattir ya Rasûlallah?’ “Allah için, Kitab’ı ve Rasûlü için, müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için.”774 (Nasihat, öğüt vermek yanında, ihlâslı/samimi olmak anlamına da gelir; burada ikinci anlamdadır.)
“Her ma’rûf/iyilik, güzel söz bir sadakadır.” 775
“Bir hayırlı işe delâlet eden (vesile olan) kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.” 776
“Kim bir hayra ve iyiliğe klavuzluk ederse ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır.” 777
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” 778
“İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” 779
Ebu’l-Abbas Sehl İbn-i Sa’d es-Saidî (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Hayber gazvesi gününde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bu sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki Allah, onun eliyle Hayberi fetheder. Hem o kimse Allah’ı ve Rasûlünü sever, Allah ve peygamberi de onu sever.” Bunun üzerine insanlar sancak kime verilecek diye geceyi konuşarak geçirdiler. Sabah olunca sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Rasûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna koştular. Peygamber efendimiz: “Ali İbn-i Ebû Talib nerede? Diye sordu. Sahabiler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, o gözlerinden rahatsız’ dediler. Bunun üzerine peygamberimiz: “Ona haber götürecek birini gönderiniz” buyurdular. Ali derhal getirildi. Rasûlullah (s.a.s.) onun gözlerini tükrüğüyle tedâvi edip kendisine duâ etti, hiç ağrı görmemiş gibi oldu. Peygamber sancağı ona verdi. Ali: ‘Yâ Rasûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım?’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Yavaş ve sâkin olarak onların yanına var, onları İslâm’a çağır. Uymaları gereken Allah’tan gelen yükümlülükleri kendilerine bildir. Allah’a yemin ederim ki senin vâsıtanla Allah’ın bir kimseye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır”
772] Müslim, İmâre 63
773] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
774] Müslim, İman 95; Buhârî, İman 42, Ahkâm 43; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey’at 31; Ebû Dâvud, Edeb 59
775] Müslim, Zekât 16, Ebû Dâvud, Zekât 60; Buhârî, Edebu’l-Müfred, I/245
776] Müslim, İmâre 38; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlm 14
777] Müslim, İmâre 133
778] Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6
779] Müslim, Zekât 69
- 156 -
KUR’AN KAVRAMLARI
buyurdu. 780
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten, yahut hayır ileten, yalancı değildir.” 781
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” 782
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü üç defa söyledi.) “Bir de öfkelendiğin zaman sus!” (Bunu da iki defa söyledi.) 783
“Allah güzeldir, güzelliği sever.” 784
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” 785
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” 786
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” 787
“Kim bana iki bacağı arasındaki tenâsül uzvunu (haramdan koruyacağına), iki çenesi arasındaki dilini de (yasaklanmış çirkinliklerden koruyup güzelliklerle süsleyeceğine) garanti verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.” 788
“Halkın seviyesine ininiz.” 789
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 790
“Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır.” Denildi ki: “O kimdir ey Allah’ın Rasûlü?” Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir” buyurdu. 791
“Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir.” 792
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.”793 Yine Hasan Basri’nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” 794
780] Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 9, Müslim; Fezâilü’s-Sahâbe 34
781] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101
782] Buhâri, İlim 11; Müslim, Cihad 5, 6
783] Ahmed bin Hanbel, Müsned Hadis no: 2136, 2556
784] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10
785] Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978
786] Buhârî, Edeb 44
787] Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156
788] et-Tâc, 5/183
789] Ebû Dâvûd, Edeb 20
790] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
791] Tefsir-i Kebir, II/482
792] Tefsir-i Kebir, II/482
793] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
794] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 157 -
Cerir İbn-i Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Rasûlullah’a (s.a.s.) namazı her an devam ve duyarlılık üzere kılacağıma, zekâtı hakkıyla vereceğime ve tüm müslümanlara her zaman nasihatte bulunacağıma dair anlaşıp siyasî otoritesini kabul edip bey’at etmiştim/elini sıkmıştım. 795
“Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olamaz.” 796
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: “Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah’ın (s.a.s.) siyasî otoritesini kabul edip bey’at ederek elini sıktık.” 797
Rasûlüllah (s.a.s.) Abdulkays oğullarından Eşecc’e: “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve acele etmeden sabırla hareket etmek.” ?
“Allah kullarına merhametle ve büyük lutfuyla muâmele eder. Bütün işlerde de kolaylık ve yumuşaklık gösterilmesinden memnun olur.” 798
“Allah, kullarına karşı daima kolay ve yumuşak olanı yapar, onlar hakkında yumuşak davranır. Her işte ve tüm kişilere karşı yumuşak davranılmasını sever ve memnun kalır. Katılık ve zorla yapılan başka işlerde vermediği sevâbı, kolaylık gösterilerek yapılan işlere verir.” 799
“Hangi işte kolaylık ve yumuşaklık varsa, o, işi güzelleştirir. Kolaylık ve yumuşaklığın kendisinden çekilip çıkarıldığı her iş ise onu çirkinleştirir.” 800
“Yarım hurmayla da olsa (onu sadaka vererek) kendinizi cehennemden koruyunuz. Bunu da bulamazsanız güzel ve tatlı sözlerle. Güzel söz sadakadır.” 801
“Yumuşak ve kolaylaştırıcı davranmayan kimse bütün hayırlardan mahrum kalmış olur.” 802
“Namazı uzatmak hutbeyi kısaltmak kişinin dini iyi bilip anlayışlı olduğunu gösterir. O halde namazı uzunca kıldırıp hutbeyi kısa kesiniz.” 803
“Bir adam müslüman kardeşine; “ey kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylendiği gibi ise bu söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.” 804
795] Buhârî, İman 42; Müslim, İman 97
796] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71
797] Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41
798] Buhârî, Edeb 35; Müslim, Birr 48
799] Müslim, Birr 77
800] Müslim, Birr 78
801] Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 66
802] Müslim, Birr 74
803] Müslim, Cuma 47
804] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman 111
- 158 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Kim bir adamı ‘ey kâfir veya ‘ey Allah’ın düşmanı’ diye çağırırsa ve o kimsede denildiği gibi değilse bu söz söyleyenin kendisine döner.” 805
Bu iki hadis-i şerif müslümana yakışmayan “kâfir” ve “Allah’ın düşmanı” gibi sözlerin söylenemeyeceğini ve bunun büyük bir günah olduğunu bildirir. Câhillik yüzünden ve aşırı kindarlık sebebiyle İslâm düşmanlarına hizmet ettiklerinin farkında olmayan bazı müslümanlar tarihin her döneminde varolagelmiştir.
Gerçekten müslümanın vazifesi bir Müslüman kardeşini işlediği bir hatadan dolayı İslâm toplumundan dışlaması değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun biçimde uyarıp ikaz etmek, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaktır. Peygamberimiz bizden bu hassâsiyete riâyet etmemizi istemiş ve böyle bir hata yapan kimseye o sözün geri döneceğini bilmesi gerektiğini bildirmiştir. Çok tehlikeli olan bu sözden Müslüman daima kaçınmalı ve uzak durmalıdır. Bilerek veya bilmeyerek düşmanlara hizmet etmemelidirler.
Câhillik ve bilgisizliğin yanı sıra bir de bilerek tekfirci olmak durumu vardır ki, bugün yeryüzünde İslâm âleminin durumu meydandadır. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde birbirlerini tevhid inancına çağırmaları, küfür ve şirke düşmelerini engelleyecek esasları ortaya koyarak birbirlerini ikaz ve irşadla doğru öğrenme ve İslâmî eğitim kurumlarını çalıştırmaları ve kardeşlik üzere birbirlerine nasihat etmeleri ve birbirlerini ikaz ederek düzeltmeleri uygun olur.
“Bir mü’min bir mü’min kimseyi kötülemez, lânetlemez, kötü söz söyleyip çirkin davranışlar ortaya koymaz.” 806
“Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan kimseler helâk oldular” buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı. 807
Dikkatimiz çekilmek için üç sefer tekrarlanan, dengeli ve ölçülü olmamızı tavsiye eden bu hadis-i şerife göre, edebiyat parçalamak için sözde ileri giden, her türlü farz ve nâfile ibâdetlerde başkalarına farklı davranışlarıyla dikkat çekmek isteyenler, aşırı nezâket ve kibarlık budalası durumuna düşenler, tüm Müslümanlar arasında yalnızlığa itilmiş olur. Böylece İslâm cemaati içinde yalnızlığa itilmiş olmaktan daha büyük bir belâ da düşünülemez. Bu hadisle dinde ve sosyal hayattaki her türlü aşırılıklardan uzak durularak ne sivrilip ne de geri kalarak, göze batan insan durumuna düşmemek öğütleniyor.
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” 808
Allah her işte samimiyet ve iyi niyeti esas alır. Hava atmak ve gubuzluk yapmak için konuşmada ağzı evirip çevirmek durumu yasaklanmış ve kişi sığır gibi büyük baş hayvana benzetilmiştir. Güzel konuşmakla, yapmacık konuşmayı birbirine karıştırmamalıdır. Konuşurken kendini farklı gösterme ve bilgiçlik taslama İslâmî edebe aykırı kabul edilip yasaklanmıştır. Göründüğünden başka tavırlar sergilemek münâfıklık alâmeti sayılır. Müslümanlar her halinde Allah’ın rızâsını kazanacak şekilde olmak durumundadır, başka gâye ve maksatlara ulaşmak için
805] Buhârî, Edeb 44; Müslim, İman 112
806] Tirmizî, Birr 48
807] Müslim, İlim, 7
808] Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 159 -
Allah’ın rızâsını terk etmemelidir.
“İçinizden en çok sevdiklerim ve kıyâmet gününde bana en yakın olacak olanlar güzel ahlâk sahibi olanlarınızdır. Güzel konuşuyor dedirtmek için uzun uzun ve edebiyat yaparak konuşanlar, sözünü beğendirmek için avurdunu şişire şişire laf edenler, bilgiçlik taslayarak lügat parçalayanlar ise hiç sevmediğim ve kıyâmet günü bana en uzak olan kimselerdir.” 809
Âişe (r. anhâ) şöyle demiştir: “Rasûlüllah (s.a.s.) iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman günah olmadığı sürece mutlaka en kolay olanını tercih ederdi. Yapılacak iş günah ise ondan daima en uzak kalan kendisi olurdu. Allah’ın yasakladığını çiğnemediği sürece şahsı adına hiç bir şeyden intikam almamış; Allah’ın yasağı çiğnenmiş ise onun cezasını mutlaka Allah için vermiştir.” 810
Ebû Vâil Şakık İbn Seleme (r.a.) şöyle demiştir: İbn Mes’ud (r.a.) bize perşembe günleri va’z ederdi. Adamın biri ona: “Ey Abdurrahman, bize her gün va’z etmeni istiyoruz” deyince İbn Mes’ud: “Sizi usandırmamak için her gün va’z etmiyorum. Ben Rasûlullah’ın (s.a.s.) bize usanç gelir endişesiyle ara ara vaaz ettiği gibi ben de size vaazlarımı her gün değil de, böylece haftada bir gün yapıyorum.” 811
Tebliğ
Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma, sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına çalışma. “Be-le-ğa” fiilinden “tef’îl” bâbında masdardır. Çoğulu “teblîğât”tır. Tebliğ, Kur’an’da “belâğ” kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ masdar, belâğ ise isim olarak onküsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.), muhâtabı ise, insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir: “Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”812 Bu görev yalnız Hz. Muhammed’e (s.a.s.) verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir. 813
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah’a bırakmışlardır: “Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır.” 814
Allah’tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara katlanmışlar ve en güzel sabır
809] Tirmizi, Birr 71
810] Buhârî, Menâkıb 23; Müslim, Fezâil 77
811] Buhârî, İlim 11-12
812] 5/Mâide, 67
813] 7/A ‘râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23
814] 5/Mâide, 99; Bu konu ile ilgili olarak bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra’d, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54; 29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12
- 160 -
KUR’AN KAVRAMLARI
örneğini göstermişlerdir. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.”815 âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O’nun etrafında toplandı. Onlara, “Şu dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?” diye sorunca, halk, “Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık” cevabını verdi. “Öyle ise size şiddetli bir azâbı haber veriyorum” deyince, amcası Ebû Leheb hakaret ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet sûresi nâzil oldu. 816
Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah’ın yoluna dâvet etmek Allah’ın, Kur’an’a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir: “(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” 817
Bu âyette söz konusu olan “hikmet” ve “güzel öğüt”, tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. “Güzel öğüt” ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır .Bu âyette geçen “Onlarla en güzel şekilde mücadele et” emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır. 818
Kur’an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması açısından büyük önem taşıyan tebliği “büyük cihad (cihad-ı ekber)” olarak tanımlar: “Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur’an ile) onlara karşı büyük cihâd et.” 819 Bu âyetteki “büyük cihâd”, İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber etmek ve Allah’ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihadda bulunmaktan daha büyük ve daha üstündür. 820
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar. Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi, bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed’dir (s.a.s.). Ebû Tâlib’in ölüm zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun
815] 26/Şuarâ, 214
816] Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251
817] 16/Nahl, 125
818] el-Kurtubî, el-Câmiu l’i-Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1967, X, 200; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167
819] 25/Furkan, 52
820] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru’l-Kebir, Mısır 1937, XXIV, 100
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 161 -
yanına geldi. Orada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib’e: “Ey amcacığım, ‘Lâ-İlâhe İllallah’ de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim” buyurdu. Ebû Cehil: “Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin?” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib’in dini üzerinde olduğunu söyledi ve ‘Lâ İlâhe İllallah’ demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): “Allah beni men etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim” dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu: “Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerın yapacağı bir iş değildir.”821 Ebû Tâlib hakkında da: “(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsizn/doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir.”822 âyeti nâzil oldu. 823
Ayrıca Kur’an, Allah’ın en büyük düşmanlarına bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden, lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi gerektiğini vurgular: “(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun’a gidin, çünkü o azmıştır. Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah’tan korkar.”824 Yüce Allah, Firavun’un imân etmeyeceğini elbette biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum, tebliğcileri de mes’uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz. Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “İçlerinden bir topluluk, “Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı bir kavme hâlâ ne diye tebliğe bulunuyorsunuz?” dediler. Tebliğe devam edenler şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle.” 825
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın “ben bunu bilmiyordum” şeklinde mazerette bulunmasını engeller.826 Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: “Tebliğ vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek câiz değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tevbe ve takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler. Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir. 827
821] 9/Tevbe, 113
822] 28/Kasas, 56
823] Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222
824] 20/Tâhâ, 43, 44
825] 7/A’râf, 164
826] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34
827] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313
- 162 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm’ın temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: “Tebliğ vazifemi yaptım mı?” diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca, “Allah’ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şâhid ol!..” diyerek, bu kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır. 828
Peygamber ve O’nun yolunda yürüyenlerin en önemli görevi, Hakk’ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma, bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah’a kul olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır. Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün insanların vazifesidir. İslâm’da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerinde önemle durduğu “dâvet” ve “Emr bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker” de, tebliğe yakın ve onunla iç içe olan konulardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir.829 Buna göre tebliğ de, Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerim’de, tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır. 830
Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak O’nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur’an, insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O’nun ümmetinin de, bu vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. 831
‘Tebliğ’ kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da fiil halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Bir çoğunun reşid olma yaşına ulaşması ‘büluğ’ çağına ulaştı, ‘büluğa’ erdi şeklinde söylenir.832 Bu yaş güç ve kuvvete ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir. 833
Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma, varma anlamında,834 zaman olarak belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında,835 yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında,836 belli bir amaca ulaşma,837 bir şeyin bir yere, bir duruma
828] Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Mısır 1962, 1, 157
829] Tirmizî, Hudûd, 24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21
830] 36/Yâsin, 21
831] Nureddin Turgay, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 141-143
832] 12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En’âm, 152; 17/İsrâ, 34
833] 46/Ahkaf, 15
834] 18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25
835] 2/Bakara/231, 232, 234; 6/En’âm, 124
836] 19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40; 22/Hacc, 5; 40/Mü’min, 67
837] 18/Kehf, 61
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 163 -
ulaşması anlamında838 kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen ‘beliğ’ kelimesi, en açık en etkileyici, maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir. 839
‘Belâğat’ güzel söz söyleme sanatıdır ki, karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur’an, en üstün ‘fasâhat’ (az sözle çok şey anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir mûcizedir.
Tebliğ’ Kur’an’da, Allah’ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır. Bunun masdarı olan ‘belağ’ ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur’an’da ‘tebliğ’ kelimesi fiil halinde, ‘belağ’ ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi gereken şey Allah’ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah’tır. Bütün nebiler bu faâliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ ulaştırılması gerekenler insanlardır.
‘Tebliğ’ görevi aynı zamanda bütün peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah’tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar. Kur’an şöyle diyor: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ et). Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfir olan bir topluluğu hidayete eriştirmez.” 840
Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: “Size Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum ve sizin bilmediklerinizi Allah’tan biliyorum.”841 Aynı ifadeyi Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi.842 Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir. 843
‘Tebliğ’ ile görevli bütün nebiler, kendileri en güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine, eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam ettiler. Onlar, tebliğ faâliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve uygun metodu kullanarak, Allah’tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara ‘hidayet’ yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen ‘tebliğ’ görevini sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhi mesajı insanlara ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah’ın mesajını ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların
838] 33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26
839] 4/Nisâ, 63
840] 5/Mâide, 67
841] 7/A’râf, 62
842] 7/A’raf,/68, 79, 93
843] 33/Ahzâb, 39
- 164 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sorumluluk alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir bekçi veya bir vekil değillerdi (844). Şu âyet bunu daha net bir şekilde ifade etmektedir: “Artık sen öğüt verip-hatırlat. Sen yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara ‘zor ve baskı’ kullanacak değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap ile azaplandırır.”845
Peygamberlerin bütün gayretlerine, hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ’dır (tebliğdir). Kur’an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. “…Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen ‘belağ-duyurup bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir.”846
Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara ‘rahmet’ olarak gönderilen ilâhi vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedâkârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faâliyetine terstir. Ancak, onların tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah’ın izniyle o engel olanlarla en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun eğmek yoktur.847 Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar, kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü’minlerle beraber bir İslâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah’ın gönderdiği hükümlerle yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli, zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi Kur’an’ın bir emridir, Kur’an bu konuda güzel bir örnek veriyor: “İkiniz (Mûsâ ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer korkar.” 848
Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu, tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Mûsâ’nın ısrarlı tebliğ faâliyetlerini anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır: “…Rabbinize karşı bir özür için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler.” 849
Tebliğ Görevi ve Tebliğ Metodu: Tebliğ faâliyetinin nasıl yapılacağı
844] 6/En’âm, 107; 42/Şûrâ, 48
845] 88/Ğâşiye, 21-24
846] 3/Âl-i İmrân, 20; Ayrıca bk. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra’d, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12 vd.
847] 25/Furkan, 52
848] 20/Tâhâ, 43-44
849] 7/A’râf, 164
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 165 -
konusunda peygamberler en güzel örnektir. Kur’an peygamberimize bunun nasıl yapılacağını özlü bir şekilde haber veriyor: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.”850
Dâvet ile tebliğ hemen hemen aynı şeylerdir. Birisi dâveti, çağırmayı ifade eder, diğeri ise vahyi ulaştırmayı, duyurmayı anlatır. Hikmetle tebliğ, dikkatli olmak, karşıdaki kişinin durumuna göre hareket etmek, en güzel bir tavrı takınmak, ısındırıcı olmak, etkileyici bir metod kullanmak demektir. Güzel öğüt vahyin müjdeleri ve uyarıları ile olur. Öğüt yalnızca sözle değil, fiil ve davranışlarla da yerine getirilir. Davranışların bazen sözden daha etkileyici olduğu açıktır.
En güzel mücadele, tebliğ yönteminin en güzel, en mantıklı, en inandırıcı, en çekici ve en ikna edici olmasını anlattığı gibi, tebliğe engel olucu unsurlarla en gü\zel mücadeleyi de göstermektedir. Tebliğci, vahyin mesajını herkese ulaştırma uğruna en güzel araçları, en uygun bir biçimde kullanacak ve insanların İlâhî vahiyle tanışmalarını sağlayacaktır. Bu metodu bütün peygamberler uyguladığı gibi, dinin tebliğcisi her mü’min de uygulamalıdır. Unutulmamalıdır ki, her mü’min İslâm’ı yaşamaktan sorumlu olduğu gibi, İslâm’ı temsil etmekten de sorumludur. Onun güzel ve takva hayatı Din’e bir dâvet gibi olmalıdır.
Bütün ibâdetler Allah rızâsı için olduğu gibi, tebliğ ve dâvet faâliyeti de Allah rızâsı için olmalıdır.851 İslâmî tebliğin hedefi toprak kazanmak, dünyalık kazançlara ulaşmak, ya da birtakım makamlara ve saltanatlara ulaşmak değildir. Onun gayesi geçici dünya hayatını lezzetini elde etmek olamaz. Tebliğ’in amacı insanların yüreklerini fethetmektir. Yürekleri hakka, hidayete ve İslâm’ın aydınlığına (Kur’an’ın nuruna) açmaktır. Gönülleri sahte sevgilerin, aldatıcı tutkuların, oyalayıcı heveslerin işgalinden kurtarmaya kapı açmaktır. Yüreklerin kirini, pasını, ağır ve lüzumsuz yüklerini yıkamaktır. Kalpleri fıtratla buluşturmak, onları gerçek sevgiye ve gerçek sevgiliye bağlanmaya dâvettir. Yüreklerin fethi, gönüllerin İslâm’a açılması toprakların ve coğrafyaların fethinden çok önemlidir. Çünkü gönüllerin İslâm nuruna kavuşması mekânların da bu nurla tanışması demektir.
Peygamberimiz buyuruyor ki: “İnsanları dine dâvet edin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Uyumlu olun, geçimsiz olmayın.” 852
Sanat ve Tebliğ
Sanat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır. İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları kullanmak gerekir ki, bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Sanatın bir gâyesi de gönülle duyduklarımızı başkalarına güzel bir şekilde ifâde etmektir. Rûhumuzu gönlümüzü açmak, oradaki huzuru, hazzı, zevki, güzelliği, derdi, çileyi başkalarıyla paylaşmaktır. “Ballar balını buldum. Kovanım
850] 16/Nahl, 125
851] 36/Yâsin, 21
852] Müslim, Cihad 3, Hadis no: 1733; Buhârî, Meğâzî 60, İcâre 8; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 679-683
- 166 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yağma olsun!” demektir. Yani tebliğdir.
Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları tebliğ vâsıtalarıdır. “Gerçek sanat” diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz. Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur’an’ın ve peygamberlerin sanat yönünün dışa vuruşu. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler en büyük sanatkârlardır. Edebiyattan sonra da hat, mimarî ve mûsikî, dâvâyı tebliğ edebildiği oranda makbul diğer sanatlar. Ve diğerleri...
Tebliğ demek, müslümanca sanat demektir; ille Kur’an âyetlerinin veya hadislerin anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir. Hayatla ilgili herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır; sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa bu sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız. Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman, yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed Âkif’in şekilden ziyâde sunulanın önemli olduğunu belirten bir sözü vardır: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” Sözümüz odun gibi olacaksa, Yunus Emre’nin dergâha taşıdığı odunlar gibi olsun; yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun. Yontulmamış odun yanmağa yararken, kalem gibi yontulan odun insanı yanmaktan kurtarabilir.
“Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et.”853 Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbın yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen. Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak; yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat eserleri de güzel bir tebliğdir. Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi bâtılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla hıristiyanlık propagandası yapmışlardır. Günümüzde hemen hemen her eve giren medyanın yaptığı, bâtılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm, sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından ibârettir denilse hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden dizilere kadar bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya görüşünün de tenkididir. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.
Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem “müslümanım” diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey. Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık! 854
Dâvet; Hakka Çağrı
‘Da’vet’ kelimesi ‘deave’ fiilinden gelen bir masdar olup sözlükte; çağırmak,
853] 16/Nahl, 125
854] Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y. s. 89-91
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 167 -
seslenmek, nida etmek, duâ ya da bedduâ etmek, adlandırmak demektir. İsim olarak ‘dâvet’, çağrı, nidâ, da’vâ, verilen söz, yemin ve ziyafet gibi anlamlara da gelir.
Kur’an-ı Kerim bu fiili, yardım ve mağfiret dilemek, ibâdet etmek, duâ ve niyazda bulunmak, yalvarmak, yardım istemek, bir işe teşvik etmek gibi manalarda kullanmaktadır. Kulun Allah’a yakarışı söz konusu olunca buna ‘duâ ve niyaz’, Allah’ın insanı bazı şeylere çağrısı söz konusu olursa buna da ‘dâvet’ denilir. Aynı kökten gelen ‘duâ’ kulun Allah’a yakarışı, af, mağfiret ve yardım dilemesidir. Bu bir ibâdettir ve gücü sınırlı bir varlığın sonsuz güç sahibi Yaratıcıdan yardım isteğidir, O’na kulluk edebi içerisinde bir nidâ’da bulunmasıdır.
‘Duâ ve dâvet’ elbette aynı kökten gelen ‘da’va ve iddia’dan farklıdır. ‘Da’va’; çağrı, temenni, istek ve savunulan görüş demektir ki bir hukuk terimi olarak, bir kimsenin hakim huzurunda bir başkasından hakkını istemesidir. ‘Iddia’ ise, ısrarlı bir istek, kendi görüşünün haklı olduğuna bir çağrı, bir dâvettir. Dâvet, da’vâ, iddiâ, müddeî (iddia eden), istidâ (çağrı kağıdı-dilekçe) Türkçe’de aynı anlamlarda kullanılmaktadır. ‘Dâvet’ sözlük anlamı yönünden herhangi bir çağrıyı, seslenmeyi ifade eder.
İslâmî kavram olarak ‘dâvet’; İslâm’a, Allah’a çağrıyı ve İslâm’ı insanlara anlatarak benimsetmeyi ve uygulanmasını sağlamayı ifade eder. Bu anlamda ‘dâvet’, insanları Hakka, hidayete, Allah’a ve O’na kulluğa bir çağrı yanında Allah’a yakarıştır.855 İslâmî dâvetin alanı bütün insanlardır. İslâm’ın ilgi alanına giren bütün din ve dünya işlerinde ‘dâvet’ geçerlidir. İslâm’a teslim olmuş müslümanlara ‘dâvet’ götürülebileceği gibi, ikili oynayan münâfıklara, inkâr eden küfür ehline, hiç bir şeyden haberi olmayan sıradan insanlara da götürülebilir.
Kur’an’ın dâveti bu açıdan çok açıktır ve bütün insanlara yöneliktir. Çünkü Kur’an’ın dâvet ettiği hidâyet, yani en doğru yol her insan için gereklidir. Dâvet; iman etmeye, imanı yaşamaya, günâhlardan kaçınmaya ve iyi davranışlara yönelik olabilir. Dâvet, bir açıdan nasihat, bir açıdan irşad, bir açıdan da ma’rufu emretmek, münkerden sakındırmaktır. İslâm’a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı anlamına gelen dâveti Kur’an birkaç formda kullanmaktadır. Bunlardan, İslâm’a dâvet,856 Allah yoluna dâvet,857 hayra dâvet,858 iman etmeye dâvet,859 Allah’ın kitabına dâvet,860 kurtuluşa dâvet,861 hayat veren şeye dâvet862 gibi örnekleri görmekteyiz.
Buradan hareketle dâvetin, İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlama hedefi olduğunu, dolaysıyla müslüman, gayri müslim herkese yönelik olabileceğini söyleyebiliriz. Tebliğ, irşâd, vaaz, nasihat, emr-i bi’l ma’rûf, nehy-i ani’l münker, inzâr (korkutma-sakındırma), tebşîr (müjdeleme) gibi terimler sözlük anlamları farklı olsa da faâliyet alanları ve amaçları yönünden bazen
855] 2/Bakara, 186; 10/Yûnus, 89
856] 61/Saff, 7
857] 16/Nahl, 125
858] 3/Âl-i İmrân, 104
859] 57/Hadîd, 8
860] 3/Âl-i İmrân, 23
861] 40/Mü’min, 41
862] 8/Enfâl, 8
- 168 -
KUR’AN KAVRAMLARI
aynı, bazen yakın anlamlarda kullanılır.
Dâvetin Alanı: İslâmî dâvet şüphesiz ki kişilere, gruplara (mezheplere ve hiziplere) veya din adına sonradan ortaya çıkmış şeylere değil, Allah rızâsı için O’na ve O’nun âyetlerine bir çağrıdır. Iyinin, güzelin, adâletin, insanlığın ve bunlara bağlı değerlerin kaynağı İslâm’dır. Kur’an, insanları Allah’a ve bu değerlere dâvet edip, kendisi de salih amel işleyen kimseleri doğru sözlüler (sadıklar) olarak niteliyor. 863
Bu şekilde dâvet edenlerin başında da Allah’ın elçileri gelir. Onlar insanları Allah’a ve O’na kulluğa çağırırlar. Onların çağrısı insanlara hayat veren şeyleredir.864 Kur’an Peygamberimize ‘beşîr, mübeşşir (müjdeleyici)’ ve ‘nezîr (uyarıcı ve korkutucu)’ dediği gibi ‘dâiyellah- Allah’a dâvet edici’ de demektedir. 865
Peygamberler, insanları ‘kurtuluşa’ dâvet ederler, küfre düşen sapmışlar ise onları, hatta kendilerine elçi olarak gelen peygamberleri bile ateşe (nâr’a) çağırırlar.866 İnsanlardan bazıları da kendilerini ‘kurtuluşa’ çağıran elçilere karşı alaylı bir tavır takınmalarının yanında, Hakk’tan gelen çağrıyı duymamak için kulaklarını kapatırlar, elbiselerini başlarına dolarlar. Şüphesiz bu hareket aklını iyi kullanan kişilerin yapacağı şey değildir.867 Allah’a şirk koşanlar, ya da inkâra sapanlar kendi yollarının doğru olduğunu, kendi inançlarının sağlam olduğunu düşünürler ve insanları kendi bâtıl dinlerine çağırırlar, o bâtıl dinlerin propagandasını yaparlar. Onların bu dâveti sapıklığa çağrıdan başka bir şey değildir.868 Hâlbuki Allah (c.c.) insanları ‘selâm yurduna’ çağırmaktadır. Selâm yurduna gidebilmenin yolu da yine ‘selâm’ dini olan İslâm’a teslim olmaktır.
Şeytan, gerçekten insanoğlunun en büyük düşmanıdır. O, kendine uyanları mutluluğa, huzura ve iyi olan şeylere değil; çılgınca yanan bir ateşin halkından olmaya çağırır.869 Haddi aşarak büyüklük taslayan ve dalâlete düşen nice küfür öncüleri tıpkı firavun gibi insanları ateşe (nâr’a) dâvet ederler. Bu gibi sapık liderlere uyup onların peşinden gidenler, ya da onların uydurduğu bâtıl dinlere göre yaşayanlar, ateşden başka bir şey kazanmazlar.870 Hakka, doğruya, güzele, iyiye, mutluluğa, huzura, selâm yurduna, fıtrata, insanlığa dâvet eden Hz. Muhammed’in (s.a.s.) çağrısı bütün insanları kapsar. O, son peygamber olduğu için kendinden sonra gelen bütün insanlara gönderilmiştir.871 Allah (c.c.) katında tek geçerli din de Hz. Muhammed’in insanlara tebliğ ettiği İslâm’dır.872 Hz. Muhammed (s.a.s.) diğer elçiler gibi, insanlar üzerinde bir zorba,873 bir bekçi (koruyucu)874 onların yaptıklarından sorumlu bir vekil 875 değildir. O’nun görevi,
863] 41/Fussılet, 33
864] 8/Enfâl, 24
865] 48/Fetih, 8; 25/Furkan, 56; 33/Ahzâb, 45-46; 46/Ahkaf, 31
866] 40/Mü’min, 41-42
867] 71/Nûh, 7-8
868] 13/Ra’d, 14
869] 35/Fâtır, 6
870] 28/Kasas, 41-42
871] 34/Sebe’, 28; 7/A’râf, 158
872] 3/Âl-i İmrân, 19
873] 88/Ğâşiye, 22
874] 4/Nisâ, 80; 42/Şûrâ, 48
875] 6/En’âm, 66, 107; 39/Zümer, 4 vd
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 169 -
kendisine indirilen vahy’i insanlara tebliğ etmek, onları irşad etmek ve onları Hakk’a dâvet etmektir. 876
Allah’ın elçileri insanları Hakk dine dâvet ederler, onlara bir baskı uygulamazlar, zorlama yapmazlar. Ancak onlar, kendilerine uyanları irşad ederler, onları Allah’ın hükümleriyle yönetirler, onlara yol göstermeye ve örnek olmaya devam ederler.
Dâvetin Metodu: Peygamberler işte bu örnekliği ve Hak dâveti en güzel şekilde yaparlar. Kur’an, dâvetin nasıl olacağını, dâvet metodunu, kısaca Hz. Muhammed’in şahsında müslümanlara şu güzel ifadelerle bildirmiştir: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et …”877 Son derece tutarlı, akla uygun, inandırıcı, mantıklı ve sistemli bir şekilde dâvet metodu izleyen Allah’ın Rasûlü dâvetinde başarılı olmuştur. Emin (güvenilir) bir kişiliğe ve Yüce bir ahlâka sahip olan Peygamber (sav), samimi bir şekilde, söylediklerini yaşayarak insanları Hakk’a çağırmıştir. O, hitap ettiği insanları iyi tanıyordu ve onlara kendi durumlarına göre davranıyordu. Karşısındakine değer veriyor, konuşurken onların özelliklerini göz önünde bulunduruyordu. Insanlara af, hoşgörü, yumuşak huyluluk (hilm), tatlı dil ile yaklaşıyor; onlara tepeden bakmıyor, kin ve intikam duygusu taşımıyor, zorbalığa başvurmuyor, şefkat ve merhamet gösteriyor.
Kur’an, dâvetin bir gereği olmak üzere Peygambere şöyle sesleniyor: “Allah’ın bir bağışı sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın çevrenden dağılıp giderlerdi.” 878 İslâm’ın fitrat dini olması, getirdiği ilkelerin kolay, kapsayıcı, iyi olan her şeyi öngörmesi, kötülüklere karşı olması, Kur’anın, Yüce ve etkileyici üslûbu (ifade tarzı) ve verdiği ümitler, Peygamberin dâvetini kolaylaştırmıştır. O, sosyal ilişkilerden faydalanmış, kabileleri, panayırları, pazar yerlerini ziyaret etmiş, toplumun önde gelenlerine özel ilgi göstermiş, çağrısını duyurmak için çeşitli toplantılar düzenlemiş, hatta bazı evliliklerinde bile dâvet amacı gözetmiştir. Şüphesiz O’nun dâveti, Allah’ın ona yüklediği elçilik görevi idi. O’nun bu dâveti, kesinlikle çıkar için dünyalık bir hedef, ya da üstünlük sağlama amacı olamazdı.
İslâm’a, Hakka, hidâyete ve güzelliklere dâvet işi, yanlızca peygambere ait bir görev değildir. İman edenler, güçleri nisbetinde bu dâvet işine katılırlar. Zaten müslüman kendi dinin temsilcisidir. O hem İslâm’ı yaşamaktan, hem de onu başkalarına en güzel bir şekilde ulaştırmaktan sorumludur. Çünkü İslâm, müslümanların ya da inanan bazı gurupların hakimiyetlerinin, başkaları üzerinde otorite kurmalarının aracı değil; huzur ve mutluluğun, gerçek barışın ve adâletin, kurtuluş ve insanca yaşamanın İlâhî reçetesidir. Bu güzelliği ve saadeti bütün insanlarla paylaşmak ayrıca bir güzelliktir.
Allah (c.c.) dâvet işini bütün mü’minlere yüklüyor: “Sizden, hayra dâvet eden, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir cemaat bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.”879 İslâm ümmeti, insanlar arasından çıkartılmış en hayırlı topluluktur. Çünkü onlar Allah’a hakkıyla iman eder, ma’ruf emreder, münkerden
876] 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92, 99; 42/Şûrâ, 48 vd
877] 16/Nahl, 125
878] 3/Âl-i İmrân, 153
879] 3/Âl-i İmrân, 104
- 170 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sakındırırlar. 880
Müslümanlar bu dâveti öncelikli olarak basiret’ anlayışı ile yapmalılar. (Bakınız: Basiret) Kur’an’ın dâveti kör, bilinmeyen, karışık, anlaşılmaz şeylere değil; açık, anlaşılır, faydalı ve doğru şeyleredir. Bu çağrıyı yapan Peygamber ve mü’minler de kalp gözü açık, yani Hakk’ı idrak eden, ne yaptığını bilen, ihlâslı, ileri görüşlü ve iyi niyetli kimselerdir. Kur’an şöyle diyor: “De ki: ‘Bu, benim yolumdur. Ben bir basiret üzere Allah’a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” ?
Dâvetin etkili olabilmesi için, Peygamberin kullandığı metodlara baş vurmak gerekir. O, Kur’an’ın emrine uyarak insanları en güzel yollarla Allah’a dâvet etmiştir. Dikkat çekici bir nokta da şurasıdır: Peygamberimiz, insanları kendine, kendi otoritesine, sistemine, pozisyonuna değil; Allah’a ve O’na hakkıyla teslim olmaya çağırmıştır.
Kur’an, dâvet konusunda üç önemli prensibi hatırlatıyor. Bunlar: Hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir sekilde mücadele. İslâm’a dâvet eden, boş çekişmelerden ve münakaşalardan uzak durur. Hele din konusunda kimseyle çekişmeye girmez. Sürekli bir biçimde Hakk’ı hatırlatır, Allah’a çağırır, O’nun dinini yaşamanın güzelliklerini anlatır. Karanlığı kötüleme yerine sürekli aydınlığı (nur’u) sunar. Kur’an Peygamberimize şöyle diyor: “Biz her ümmete bir ibâdet tarzı (mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibâdet etmektedir. Öyleyse, (din) işinde seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidâyet üzerindesin.”881 Dâvetçi, dâvet ettiği şeyi öncelikli olarak kendisi yaşar, yaşayışıyla örnek olur. Tıpkı Hz. Peygamber gibi anlattıklarının en doğru olduğunu hayatıyla ortaya koyar. İnsanlar çoğu zaman dâvet edilen şeyi dâvetçinin şahsıyla özleştirirler. Bu nedenle dâvetçinin yaşayışı İslâm üzere olmalıdır. İnsanlar, bir gruba, bir hizbe ve onun prensiplerine, bir kişiye bağlanmaya değil, Allah’a, O’na ibâdet etmeye, İslâm’ı yaşamaya çağrılmalı. Peygamberimizin dâveti, bu çalışmaya hazırlık safhasından başlamış, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme aşamalarından geçerek, İslâmi toplum modeliyle başarıya ulaşmıştır.
Günümüzün dâvetçisi hem mü’minleri, hem de inkârcıları İslâm’a, onun güzelliklerine dâvet etmeli. Çalışmasında başarılı olabilmesi için en güzel medodu kullanmalı. Plânlı, programlı ve ihlâslı çalışmalı. Günümüzün bütün meşrû dâvet araçlarından faydalanmalı. Medya ve eğitim araçları gibi şeyler gerçekten dâvet için son derece elverişlidir.
Tekrar hatırlatalım ki dâvet işi bir cemaatin değil, bütün müslümanların görevidir. Bu iş tek başına yapılabildiği gibi, cemaat halinde de yapılabilir. Modernizm ile dalâleti en yoğun bir biçimde yaşayan günümüzün insanına İslâm’ın diriltici soluğu dâvet yoluyla ulaştırılabilir. 882
Da’vet; İslâm dininin esaslarını anlatarak insanların onu benimsemelerini ve dinin koyduğu esaslara göre yaşamalarını sağlama çabasına denir. Lügatte da’vet kelimesi, De’ave fiilinden masdar olup çağırmak, nidâ etmek, sevketmek, duâ veya bedduâda bulunmak; birisini yemek ve ziyafete çağırmak manalarına
880] 3/Âl-i İmrân, 110
881] 22/Hacc, 67
882] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 131-136
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 171 -
gelmektedir. Bir isim olarak da kullanılan dâvet lâfzı, lügat itibârıyla herhangi bir çağrıya işaret eder. İslâm ıstılahında ise dâvet tâbiri ile, sadece İslâm’a yapılan çağrı kasdedilmektedir.
İslâm’a dâvet, İslâm’ın ele aldığı bütün konularda geçerlidir. Dünya işlerinde de, âhiret işlerinde de İslâm’ın getirdiği esasların tüm beşeriyete intikal ettirilmesi, dâvetin kapsamına girmektedir. Bu bakımdan İslâm dâvetinin geniş bir tatbikat alanı ve geniş bir muhatap kitlesi vardır. Dâvetin yapılacağı bu kitle, sadece müslüman olmayan kimselerden ibaret değildir. Kâfirlerin yanısıra, münâfıklar ve müslümanlar da kendilerine İslâm dâvetinin sunulacağı muhatap zümreyi oluştururlar; yani kısa ifadesiyle tüm bir beşeriyet, dâvet faâliyeti ile karşı karşıyadır. Her ne kadar bazı araştırıcılar dâvet kelimesinden, sadece müslüman olmayanları müslüman olmaya çağırma işini anlamakta ve o şahsın zâhiren müslüman olması veya “müslüman oldum” demesi ile dâvet faâliyetinin tamam olduğunu zannetmekte; müslüman olan kişiye İslâm’ın anlatılması işini, tebliğ, vaaz, irşâd gibi kelimelerle karşılamakta iseler de, bu ayrım doğru değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de dâvet, tebliğ, inzâr, va’z, nasihat, emr bi’l ma’rûf (iyiliği emretmek), nehy ani’l-münker (kötülükten sakındırmak) gibi tâbirler birbiri yerine kullanılmıştır. Meselâ: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et.”883 âyetinde Hz. Peygamber’den yapması. istenen tebliğ, hem müslümanlara, hem de gayr-i müslimlere Kur’ân hakikatlarının anlatılmasıdır, yâni dâvettir. “Rabbinin yoluna dâvet et.”884 âyetinde dâvetin kimlere yönelik olarak yapılacağı açıkça zikredilmemiştir. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm, tek bir zümreyi hidayete çağırmak için değil, bütün insanları saâdete erdirmek üzere gönderilmiş bir kitaptır. Bu sebeple bu âyette geçen dâvet faâliyetinin kapsamına bütün bir beşeriyet girecektir.
Kur’ân’da olduğu gibi hadîs-i şeriflerde de dâvet lâfzı ile sadece gayr-i müslimlerin İslâm’a çağrılması, tebliğ lâfzı ile de müslümanlara İslâm’ın anlatılması kasdedilmemiş, aksine dâvet ve tebliğ kelimeleri, hem müslümanlara, hem de müslüman olmayanlara İslâm’ın aksettirilmesi manasında geçmiştir. Meselâ: “Kim, bir hidâyete dâvette bulunursa, o hidâyete uyanların nâil olduğu ecrin tamamına, çağıran da erişir.”885 hadisini ele alalım. Hidayet, gerek müslümanların, gerek gayr-i müslimlerin muhtaç oldukları bir unsurdur. Öyle olunca hidayete müslümanlar da, gayr-i müslimlerde çağrılabilir ve çağrılmalıdır da. Hadiste bu iki sınıftan sadece birisinin zikredilmemesi, her iki sınıfın da dâvet kapsamına girdiğine işaret etmektedir.
Dâvet faâliyeti, müslümanların kaçınılmaz görev ve sorumluluklarından birini oluşturmaktadır. Gücü, bilgisi ve bulunduğu konum nispetinde ayrı ayrı her müslüman, üzerine düşeni kadarıyla dâvet vazifesini yerine getirmekten mesûldür. Kur’ân âyetlerinde tebliğ, müslümanların temel vasıflarından birisi olarak yer alır. Meselâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz: iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız.”886 Bu görevin mutlak gerekliliği, şu âyette kullanılan emir kipinden, açık bir şekilde anlaşılmaktadır: “Sizden öyle bir cemâat bulunsun ki (onlar herkesi) hayra dâvet etsin, iyiliği emredip kötülükten
883] 5/Mâide, 67
884] 16/Nahl, 125
885] Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlim 15
886] 3/Âl-i İmrân, 110
- 172 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sakındırsın.”887 Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz de: “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin ki bu, imanın en zayıfıdır.”888 buyurarak dâvet görevinin imanla ilişkili bir husus olduğunu belirtmiştir. İslâm’a dâvetin önem ve gerekliliğini açıkça ortaya koyan bir başka husus da, âyetler ve hadislerde bu görevi terkedenlerin acı âkıbet ve cezalarının belirtilmiş olmasıdır. Allah’ın âyetlerini ve doğruyu tebliğ etmeyenler, Allah’ın ve lânet etme şanına erenlerin lânetine uğrarlar: “İndirdiğimiz o açık açık âyetlerimizi ve doğruyu -Biz, kitapta insanlara onu pek açık bir sûrette bildirdikten sonra- gizleyenler (yok mu?) İşte onlar (ın hâli) onlara hem Allah lânet eder ve hem lânet etmek şânından olanlar lânet eder.”889 Peygamber Efendimiz de şöyle buyurur: “İsrâiloğulları arasında zulüm yaygınlaştığı zaman onlardan biri, diğerini bir günah işlerken görür ve önce o işten sakındırırdı. Fakat ertesi günü, o adamla oturup kalkabilmek, yiyip içebilmek (menfaat sağlamak) için gördüğü kötülükten sakındırmazdı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onları birbirine düşürdü ve haklarında: İsrâiloğulları’ndan olup da küfredenlere Dâvûd’un da, Meryem oğlu İsa’nın da diliyle lânet olunmuştur. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar, işledikleri herhangi bir fenalıktan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta devam ettikleri (o hâl) ne kötü idi!890 âyetlerini indirdi. Evet, siz de, ya zâlime engel olursunuz ve onu hakka çekersiniz; ya da bu durum sizin başınıza da gelir.” 891
Dâvet faâliyetinin müspet netice vermesi için, bu işin plânlı, programlı, metodlu ve muntazam bir şekilde yapılmasının gerekli olduğu, gayet açıktır. Dâvetçi, gayesine ulaşabilmek için sıhhatli ve doğru olan usûl ve metodlara başvurmak zorundadır. Şayet metod, hatalı ve uzaklaştırıcı ise sadece dâvânın Yüceliği yetmez. Bu bakımdan dâvette metod, dâvetin bir parçası sayılmalıdır. Esasen bizzat Cenâb-ı Hak da dâvet faâliyetinin metodik yürütülmesini emretmiştir. Şu âyet-i kerimelerde dâvette metodun yerini açıkça görmekteyiz: “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle dâvet et. Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap.”892; “Ehl-i kitap ile ancak en güzel (metod) hangisi ise onunla mücadele ediniz. “893; “De ki (Habîbim:) İşte bu, benim yolumdur. Ben (insanları) Allah’a (körü körüne değil) bir basîret üzere dâvet ediyorum. Ben de, bana tâbî olanlar da (böyleyiz).” 894
İslâm dâvetinin ilk tatbikçisi ve rehberi olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de yaşayışı, davranışı ve sözleriyle dâvet faâliyetinde metodun önemini vurgulamış, bu konuda en güzel ve en geçerli örnekleri vermiştir. Çevreye dâvet için görevli olarak gönderdiği ashâbına: “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”895 “Halkın seviyesine ininiz.”896 gibi tavsiyelerde bulunarak uygulanacak bazı metodları onlara göstermiştir.
Elbette günümüzde İslâm dâvetini üstlenen müslümanlar da dâvet
887] 3/Âl-i İmrân, 104
888] Müslim, İman 78
889] 2/Bakara, 159
890] 5/Mâide, 78-79
891] İbn Mâce, Fiten 20; Tirmizî, Tefsîru Sûreti’l-Mâide 7
892] 16/Nahl, 125
893] 29/Ankebût, 46
894] 12/Yûsuf, 108
895] Buhârî, Cihâd 164
896] Ebû Dâvûd, Edeb 20
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 173 -
faâliyetlerini usûlüne uygun bir şekilde yürütmek ve bu konuda Hz. Peygamber’in tatbik ve tavsiye ettiği metodları örnek ve rehber edinmek mecbûriyetindedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir imtisal numûnesi vardır.”897 Peygamber Efendimiz de buyururlar: “Size iki şey bırakıyorum; onlara sarılırsanız asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün Sünneti.”898; “Şâyet Nebînizin Sünnetini terkederseniz sapıtırsınız.”899 “Benim Sünnetimle amel etmeyen, benden değildir.”900 Hz. Peygamber’in icrâ ettiği dâvet faâliyetinin üzerinden asırlar geçmesinin tabiî bir sonucu olarak, günün değişen şartları ve gelişen imkânlarına göre farklı bir takım metodlara başvurulabileceği aşikârdır. Aslında zamana ve zemine uygun bir şekilde çeşitli metodların tatbiki, Hz. Peygamber’in, dâvetinde başvurduğu usullerden birisidir. Peygamber Efendimiz, hiçbir esnekliği olmayan, katı, donuk, bıktırıcı ve usandırıcı tek bir metoda sürekli olarak bağlı kalmış değildir. Zâten akl-ı selîm sahibi bir dâvetçiden böyle, netice vermesi mümkün olmayan bir metoda bağlı kalması beklenemez.
Bu sebeple günümüzde dâvet faâliyeti yürütülürken Hz. Peygamberin uyguladığı tüm dâvet metodlarının teferruatı ile bilinmesi, titizlikle tatbik edilmesi gerekli olduğu gibi; İslâm’ın temel esaslarına ve ruhuna ters düşmemek kaydıyla içerisinde bulunulan şartların ve sahip olunan imkânların da mutlaka göz önünde bulundurulması icap etmektedir. 901
Dâî/Dâvetçi
Dâî; Dâvet eden, çağıran, bir kimseyi bir şeye sevk ve teşvik eden kimse demektir. Arapça “deave” fiilinin ism-i fâili olan kelime hu anlamıyla kullanıldığında, tarih boyunca insanları doğruya, hakka yöneltmek için Allah tarafından gönderilmiş peygamberlerin birer dâî, yani dâvetçi olduğu anlaşılmaktadır. Peygamberlerin insanları Allah’a çağırdıkları bir çok âyetlerle sâbittir: “(Ey Nebî) de ki: Benim yolum budur. Ben ve bana uyarılar bilerek insanları Allah’a çağırırız.”902; “...Rabbim, doğrusu ben milletimi gece-gündüz Çağırdım...”903; “Ey iman edenler, Allah ve Peygamber sizi hayat verecek şeye (İslâm şeriatına) çağırdığı zaman ona uyunuz.”904; “(Mûsâ:) Ben sizi kurtuluşa (her yönüyle İslâm’ı kabule) çağırıyorum (ama) siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni Allah’ı inkâr etmeye çağırıyorsunuz. ben ise sizi, güçlü olan, çok bağışlayan Allah’a çağırıyorum.” 905
Peygamberler insanları ebedî kurtuluş sebeplerine yani Allah’ın vahdaniyet ve hâkimiyetini kabule çağıran birer dâî oldukları gibi, ümmetlerinden bu görevi yapanlar da Kur’ân diliyle medhedilmişlerdir: “...Allah’a çağıran kimseden daha
897] 33/Ahzâb, 21
898] Muvatta’, Kader 3
899] İbn Mâce, Mesâcid 14
900] Buhârî, Nikâh I ; Müslim, Nikâh 5
901] Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Konya 1987; Abdülkerim Zeydân, Usûlü’d-Da’ve, Bağdat 1976; Muhammed el-Gazzâlî, Ma’allah Dirâsât fî’d-Da’veti ve’d-Du’ât, Kahire 1976; Ahmed Önkal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 371-372
902] 12/Yûsuf, 108
903] 71/Nûh, 5
904] 8/Enfâl, 24
905] 15/Hıcr, 41-42
- 174 -
KUR’AN KAVRAMLARI
güzel sözlü kim vardır?” 906
Aynı kelimeden türeyen duâ da Allah’a yalvarma, Allah’tan dilekte bulunma, iman neticesi Allah’ı çağırma manalarında kullanılır: “Rabbınıza yalvararak ve gizlice duâ edin.”907; “... Benden isteyenin, duâ ettiğinde duâsını kabul ederim...” 908
Allah’a samimiyetle iman edenler, her zaman O’na duâ ederken; insanların bir çoğu darda kaldıkları zaman Allah’a duâ eder, genişliğe erince hiç duâ etmemiş gibi hayata devam ederler; ya da Allah’a ortak koşarak O’nâ duâ ederler. Bu tür duâlar sahibine fayda vermediği gibi azgınlıklarını da arttırır: “İnsana bir darlık gelince, yan yatarken, oturur veya ayakta iken bize yalvarıp yakarır; biz darlığını giderince, başına gelen darlıktan ötürü bize hiç yalvarmamışa döner...”909; “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar, ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen eş koşarlar...”910; “O gün Allah, bana ortak olduklarını iddia ettiklerinize seslenin der. Onları çağırırlar fakat hiç birisi onların çağrısına gelmez”911; “Allah’tan başkasına yalvarma. Öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun.” 912
Vaaz
Vaaz; İyiliğe sevk için söylenen söz, nasihat, öğüt, bir kimseye, kalbini yumuşatacak sûrette sevap ve ikaba dair söz söylemek, nasihat etmek, bu yolda söylenilen söze denir. İnsanların dinî yönden aydınlatılması, onların ibâdetlerini eksiksiz ve yanlışsız yapabilmelerini sağlayacak ilmihâl bilgilerinin verilmesini de amaçlayan vaaz’ın, insanlık kadar eski bir geçmişe sahip olduğu söylenebilir. Hâlen mensup ve müntesibi bulunan dinleri (İlâhî, muharref, bâtıl) hayatiyetlerini sürdürme vâsıtalarından biri de hiç şüphesiz vaaz yoludur. Yahudiliğin vaaz görevini haham, Hristiyanlığın papaz, İslâm’ın da vâiz yerine getirir. İslâm açısından bâtıl olmakla beraber, günümüzde varlığını sürdüren Budizm, Sıkh, Şintoizm vb. dinleri râhipleri vâsıtasıyla, kendilerine has mâbedlerinde vaaz yoluyla telkin etmektedirler.
Vaaz, hutbe gibi zorunlu olmamakla birlikte son derece önemlidir ve Müslümanlar için bir görevdir. Çünkü insanları iyiliğe dâvet edip, kötülükten sakındırmak Müslümanlara farz-ı kifayedir. Allah (c.c) bir âyet-i kerîmede: “Sizden, hayra dâvet eden, iyiyi emreden, kötülükden sakındıran bir bir ümmet olsun, işte kurtuluşa erenler bunlardır” buyurmaktadır.913 Bir başka âyetin meali de şöyledir: “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin doğru yoldan sapanı da. Hidayette olanları da çok iyi bilir.”914 buyurmuştur. Peygamber efendimiz de bir hadîsinde peşi peşine üç defa: “Din
906] 16/Nahl, 33
907] 7/A’râf, 55
908] 11/Hûd, 186; 19/Meryem, 48; 72/Cinn, 20
909] 10/Yûnus, 12
910] 29/Ankebût, 65; 39/Zümer, 8
911] 18/Kehf, 52; 28/Kasas, 64
912] 10/Yûnus, 106 ve 26/Şuarâ, 13, 28/Kasas, 88; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 351-353
913] 3/Âl-i İmran, 104
914] 16/Nahl, 125
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 175 -
nasîhattir...”915 buyurmuştur. İşte bu âyetler ve hadîsi şerif vaaz ve irşadın Müslüman hayatındaki önemini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.
Vaaz aslında bir şeyi öğretmek maksadıyla değil, telkîn gayesiyle yapılır. Genellikle, cemaatın bildiği şeyleri tesirli bir üslupta anlatıp onları doğru yola çekmeyi, kötülüklerden uzaklaştırmayı hedef alır. İslâmîyet, irşad ve tebliğ görevini bütün Müslümanlara yüklediği için, eskiden kendisine ilmî yetenek görenler halka vaa’z ederler ve İslâm’ı anlatırlardı. Ancak, zamanla insanların dînî ilimlere fazla ilgi göstermemeleri yüzünden irşad görevini yürütebilecekler azalmış veya eksik bilgileriyle cemaatın karşısına çıkıp onlara yanlış bilgiler verenler görülmüştür. Türkiye’de vaaz görevi, sadece Diyanet İşleri Başkanlığı’nca özellikle câmi ve mescidlerde yerine getirilmektedir. Başkanlık 2.7.1965 tarihinde kabul edilen 633 sayılı Kuruluş ve Görevleri Kanunu ile bu görevi üstlenmiş bulunmaktadır. Adı geçen kanunun 17. maddesi vaaz ve irşad konusuna ayrılmıştır. Yine Başkanlığın, Merkez ve Taşra Teşkilâtı Çalışma Yönergesi, 4. Bölümü câmilerde yapılacak vaaz ve irşad görevini düzenlemiş bulunmaktadır. Bu Yönerge’nin 26. maddesi Vaaz ve İrşad Kurulu’nun teşekkülünü 29. maddesi Vaaz ve İrşad ekiplerinin kurulmasını, 31. maddesi Vaazın hazırlanmasında uyulacak şartları, 32. maddesi de Vaaz Edilirken Uyulacak Şartları tesbit etmiş bulunmaktadır. Yapılan bu düzenlemeler ile vaazların devletin resmî ideolojisi çerçevesinde hareket etmeleri ve insanlara İslâm’ın gerçek boyutlarıyla anlatılmasının engellenmesi hedeflenmiştir. 916
Nasihat
Nasihat’, ‘nush’ kökünden türemiştir. ‘Nush’ sözlükte, bir kimsenin düzelmesini sağlayan sözü veya fiili araştırmak, bir şeyi saflaştırmak (yabancı maddelerden ayırmak), dikiş dikmek, samimi olmak anlamlarına gelir. Terim olarak ‘nush’, öğüt ve akıl verme, yol gösterme demektir. Aynı kökten gelen ‘nâsuh’, halis, saf, samimi demektir ki, Kur’an’da halis tevbenin bir sıfatı olarak kullanılmaktadır.917
‘Nasihat’, nush ile benzer anlama gelmekle beraber, aynı zamanda iyi ve faydalı olana bir çağrı, kötü ve zararlı olandan arındırmaya bir teşviktir. ‘Nasihat’, aslında İslâmi dâvetin bir parçasıdır. Insanları Allah’a ve O’na kulluk yapmaya dâvet edenler, bir anlamda onlara ‘nasihat’ ediyorlar demektir. ‘Nasihat’, insanları doğru yola, kişiye faydalı olan şeylere, zararlı olanlardan kaçınmaya, yaratıcı önünde samimi olmaya bir çağrıdır.
Peygamberler, görevli olarak geldikleri toplumlara ‘nasihat’ etmişler, yani onlara Allah’ın emrine dâvet etmişlerdir. Hz. Nuh (as) kavmine şöyle diyordu: “Size Rabbimin risaletini (peygamberliği) tebliğ ediyorum. (Ayrıca) size nasihat ediyor ve sizin bilmediklerini ben Allah’tan biliyorum.”918 Aynı şeyi Hz. Hud (as) da söylüyor ve kavmi için bir ‘nasihatçı-öğüt verici’ olduğunu belirtiyordu.919 Yine Hûd (as) azmış bir kavme kendi nasihatının (dâvetinin) fayda vermeyeceğini söylüyor.920
915] Buhârî, Ahkâm 43; Müslim, İman 22
916] Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 281-282
917] 66/Tahrim, 8
918] 7/A’raf, 62
919] 7/A’raf, 68
920] 11/Hûd, 34
- 176 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hz. Sâlih’in (a.s.) durumu da bundan farklı değildi. Allah (cc) Semud kavmine Hz. Salih’i peygamber olarak gönderdi. Onlar Hz. Salih’i dinlemedikleri gibi, O’na ve O’nun dâvetine karşı kibirlendiler ve meydan okudular. Allah (c.c.) da onları toptan cezalandırdı. Bunun üzerine Hz. Salih onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: “Ey kavmin, andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size nasihat ettim. Ama siz nasihat edenleri sevmiyorsunuz.”921 Kendilerine ‘nasihat’ edip Hakka dâvet ettiği halde yüz çevirdikleri için cezalandırılan kavmine Hz. Şuayb benzeri şeyleri söylüyordu ve küfre sapan bir kavim için artık üzülmenin gereksiz olduğunu ilave ediyordu.922 Nasihat, aynı zamanda iyiliğini istemek anlamına da gelmektedir. Öğüt vermek, akıl ve yol göstermek te bir kişi hakkında iyilik istemektir.923 ‘Nasihat’ bir âyette de öğüt vermekle beraber bakımını üslenmek, eğitmek, yetiştirmek anlamında kullanılmaktadır.924
Olumsuz Anlamıyla Nasihat: Yol gösterme, akıl verme, iyiliği isteme anlamındaki ‘nasihat’ bazen yanlışa, günaha, isyana yönelik olabilir. Kendi yaptıklarını doğru zanneden, inandığı bâtıl’ı en doğru yol kabul eden, hatta Allah’ın emrine aykırı davranmayı iyilik sanan kötü niyetli niceleri, başkalarına bu anlamda ‘nasihat’ ederler, onları kendi yanlışlarına ve hatalarına dâvet ederler. Nitekim şeytan Hz. Adem ile eşini, sonsuza kadar Cennet’te kalmaları için yasak meyveden yeme konusunda kandırdı ve sonra da ‘ben sizin için bir nasihatçıyım, öğüt verenlerdenim diye yemin etti.925
Din Nasihattır: Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Din nasihattir.” Sahabeler: kimim için Ya Rasûlallah? diye sorunca; “Allah için, O’nun Kitabı için, Rasûlü için, mü’min yöneticiler (imamlar) ve bütün müslümanlar için.” buyurdular.926 927
Bu hadisteki nasihat kelimesine “ihlâs” anlamı vermenin daha doğru olduğunu düşünmekle birlikte; İslâm bilginleri bu hadisteki ‘nasihat’ın şu anlamlara gelebileceğini söylemişlerdir:
Allah için nasihat: O’na inanmak, O’na şirk koşmamak, bütün üstün (kemâl) sıfatların O’na ait olduğunu kabul etmek, noksan sıfatlardan O’nu tenzih etmek (O’ndan uzak düşünmek), O’nun için sevip O’nun için buğzetmek, O’na her konuda itaat etmek, O’nun nimetlerine şükretmek, O’nun dostlarına dost, düşmanlarına düşman olmak, O’na imana ve ibâdete insanları teşvik etmek.
Rasûlüllah için nasihat: O’nun peygamberliğini doğrulamak, getirdiği şeylere iman etmek, emir ve yasaklarına uymak, Sünnetini izlemek, O’nun dâvetini yaymak, getirdiği şeriati tebliğ etmek, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak, ehl-i beytini sevmek, O’nun sünnetine bid’at sokmaya çalışanlarla mücadele etmek.
Kitab için nasihat: O’nun İlâhî kitap olduğunu kabul etmek, O’na saygı göstermek, O’nu sürekli okumak ve hükümleriyle amel etmek, hükümlerini iyice öğrenmek ve başkalarına öğretmek, O’nu başkalarına ulaştırmak, insanları O’nun
921] 7/A’raf, 79
922] 7/A’raf, 93
923] 12/Yusuf, 11; 28/Kasas, 20
924] 28/Kasas, 12
925] 7/A’raf, 20-21
926] Müslim, İman 95, Hadis no: 55; Ebû Dâvud, Edeb 67, Hadis no: 4944; Dârimî, Rikak 41, Hadis no: 2757; Buhârî, İman 43
927] Ahmed bin Hanbel, 1/22; Nesâî, Bey’at 31
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 177 -
ahlâkına dâvet etmek.
Müslüman yöneticiler için nasihat: Onlara karşı gelmemek, Hak olan işlerde onlara yardım etmek, yanlışlarını güzel bir yolla düzeltmeye çalışmak, bilmedikleri konularda onları uyarmak.
Müslümanlar için nasihat: Din ve dünya işlerinde onları irşad etmek-yol göstermek, onların hakkını korumak, dinden bilmediklerini öğretmek, ayıplarını örtmek, yardımda bulunmak, şefkatli davranmak, emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker yapmak, İslâm’ın ahlâkıyla ahlâklanmalarını teşvik etmektir.
Ebû Süleymen el-Hattâbî demiştir ki: “Âyet ve hadislerde geçen nasihat, kendisi için yapılan ve samimiyet gösterilen kimse için hayır düşünüldüğünü ifade eden bir kelimedir. Nasihata tek bir mana vermek, doğru ve mümkün değildir. Nasihatın sözlük manası, ihlas ve samimiyettir.”928 Mü’minler, gerektiği yerde, güzel bir metodla birbirlerine nasihat ederler, öğüt verirler, doğru yolu gösterirler, onların iyiliği için çalışırlar, özellikle çocuklarına ve dini yeni yaşamaya başlayanlara nasihatın en güzelini yaparlar. 929
İrşâd
İrşad’ kavramının kökü ‘rüşd’ kelimesidir. ‘Rüşd’; doğru yolda olmak, doğru yolu bulmak, doğru düşünmek, doğruyu yanlıştan ayırt etme gücüne sahip olmak demektir. Rüşd, ‘ğayy’ın, yani sapıtmanın, azmanın karşıtıdır.930 İrşad ise, yol gösterme, doğru yolu gösterme, uyarma, Allah yoluna iletme demektir.
İnsanları irşad ederek doğru yolu gösteren şeye veya kişiye ‘mürşid’ denir. İnsanlara hidayeti, yani dosdoğru yolu gösteren, onların bu yola girmesinin imkânlarını hazırlayan Allah (cc) ‘er-Reşid’dir, yani insanları ‘irşad’ edendir, hidâyeti gösterendir. 931
İrşad; insanları dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşmaları için onları hak yola, hidayet yoluna çağırıp, salih amel işlemelerini, iyi ahlâka sahip olmalarını tavsiye etmek, onları ma’rûfa (iyi olan şeylere) dâvet etmek, onları münker (kötü) olan şeylerden sakındırmak demektir. Bu anlamda hem müslümanları hem de gayri müslimleri ‘irşad’ etmek mümkündür. Gayri müslimleri irşad, onların Hak din olan İslâm’a dâvet edilmesi ve onların müslüman olmasını sağlanmasıdır. Müslümanları irşad ise, onları imanlarının gereği olan salih amel işlemeye dâvet, onları günahtan sakındırmak ve güzel insanlar olmaya dâvettir.
İrşad kavramı ile, dâvet ve ‘emr-i bi’l ma’ruf- nehy-i ani’l Münker’ emirleri arasında bir bağlantı vardır. Ma’ruf olanı (iyilikleri) insanlara ulaştırmak, onları ma’rufa yöneltmek; onları münkerden (kötü olan şeylerden) sakındırmak müslümanların birbirlerine karşı görevidir. Bu görev farz ibâdetlerdendir. Elbette böylesine güzel bir görevi öncelikli olarak İslâm’ı daha iyi yaşayan insanlar, takva sahipleri ve alimler yapacaklar. Günahların içerisinde olan bir kimsenin, başkasını günahtan sakındırması kolay değildir.
928] nak. Hucciyyetü’s Sünne, s: 71
929] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 485-487
930] 2/Bakara, 256
931] 11/Hûd, 87
- 178 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kur’an-ı Kerim, müslümanlar arasından bir grubun insanları ‘hayra’ dâvet etmek üzere çalışmalarını emrediyor.932 İşte bu irşad görevidir. İrşad faâliyeti güzel anlatma, sevdirme, ısındırma, ikna etme, inandırma gibi en hoş yöntemlerle olmalı. Ister gayri müslimleri İslâm’a dâvet etmek üzere çalışılsın, ister müslümanları uyarmak üzere uğraşılsın; yöntemin çok güzel ve tabii olması gerekir.
İnançlar ve düşünceler kitleler tarafından ne zorla benimsenir ne de kısa zamanda kabul edilir. O inançlara bağlı kişiler, başkalarına inandıkları doğruları en güzel bir biçimde anlatır ve onları ikna ederler. Yanlıştan vazgeçirmenin yolu da budur. Suçlara karşı verilen cezalar bazen iyi sonuç vermemektedir. Ancak insan suç işleme duygusundan uzaklaşırsa, suçlar azalır. Bunu en güzel şekilde yapmanın yolu da irşaddır.
‘İrşad’, faâliyeti bir ibâdettir. Bu hem müslümanların dinlerini daha iyi yaşamalarını sağlayacak bir yoldur, hem de cehennem adayı gayri müslimlerin kurtuluşuna sebep olabilecek bir çalışmadır. Bütün peygamberler kendi çağlarının irşad edicileridir, mürşidleridir. Hz. Muhammed (s.a.s.) kıyâmete kadar gelecek olan insanların en mükemmel ve en son mürşididir.
Kur’ân-ı Kerim, kitap olarak bütün insanları irşad eden en canlı mürşiddir. İnsanları irşad etmek, onların dünya ve âhiret mutlulukları için çalışmak, çabalamak demektir. Bu görevi en başta alimler ve takva sahibi güzel müslümanlar yerine getirir. Peygamberimiz, kendisi insanları irşad ettiği gibi, kendinden sonra gelen bâtıl yol sahiplerinin irşad edilmesi için, sözlerinin ve Kur’an’ın o insanlara ulaştırılmasını söylüyordu.
İrşad ibâdeti belli bir takım kişilerin tekelinde değildir. İrşad, yalnızca ‘izinli, yetkili falanca alimin yetkisindedir, bu işi başkası bilmez’ anlayışı yanlıştır. Bazı alimler kendilerine ait bazı yöntemlerle yanlış yolda olanları İslâmî hayata dâvet edebilirler. Bu güzel bir şeydir. Ama bu demek değildir ki bu gibi hayra dâvet faâliyeti, bazı törenlerle, bazı isimlerle, çok özel metodlarla yapılacak. Müslüman gücü yettiği ve dili döndüğü kadar, ailesinde ve çevresindeki insanlara ‘mürşid’ olmaya çalışabilir.
Toplulukların bazen başkana, lidere, imama ihtiyaçları olduğu gibi irşad edici mürşidlere de ihtiyacı vardır. Bildiklerini hayatlarına uygulayan alimler ve güzel insanlar bu işi daha güzel yaparlar. İrşad edicilerin rehberi şu âyet olmalı: “Ey Peygamber! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et…” 933
Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib
Hisbe; İslâm devletinde iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek için kurulmuş teşkilatın adıdır. İslâm dünyasında, Hz. Peygamber devrinden itibâren varlığı bilinen hisbe,934 kelime olarak birçok mânaya gelmektedir. Özellikle değişik bâb ve harf-i cerlerle kullanıldığı zaman bu manâları daha da çoğalmaktadır.935 Bu
932] 3/Âl-i İmrân, 104
933] 16/Nahl, 125; Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 305-307
934] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitabu’l-Emval, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192.
935] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilatı, Ankara 1975, s. 11-13
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 179 -
açıdan bakıldığı zaman kelime “saymak”, “zannetmek”, “haseb sahibi olmak”, “kifâyet”, “değer”, “ecir”, “sevab”, hüsn-i tedbir” gibi mânalar almaktadır. Ayrıca, “bir fiilin ecrini sadece Allah’tan taleb etmek” mânasına da gelmektedir. İslâm dünyasının önemli bir müessesesi olan hisbe bir terim olarak ilk defa terkedildiği zaman ma’rûfu (iyiliği) emr; işleyen görüldüğü zaman münkeri (kötülüğü) yasaklama”936 şeklinde tarif edilmiştir. Bu tariften başka benzer daha birçok tarif olmakla birlikte hepsinde müşterek olan temel, “iyiliği emr, kötülüğü nehy” prensibidir.
İkinci halife Hz. Ömer (r.a.) zamanında tam teşkilatlı bir müessese haline gelen hisbenin temeli, Kur’an-ı Kerîm’deki “el-emr bi’l-marif ve’nnehy ani’l münker” âyetine dayanmaktadır. Temeli, böyle bir emir olan hisbenin değil sadece Hz. Ömer; bütün ashab tarafından uygulanmış olması gerekir. Bununla beraber bu müessesenin Hz. Ömer’e nisbet edilmesinin sebepleri, hisbe ile ilgili bazı eserlerde açıklanmış bulunmaktadır.937 Ancak bu sebepler dikkate alınmasa bile diğer pek çok müessesede olduğu gibi hisbe teşkilatının da bu dönemde müessese olarak ortaya çıkmış olması normal karşılanmalıdır.
İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek gâyesiyle kurulan bu müessesenin başında bulunan muhtesib, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslâm’da, iyiliğin emredilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken ortak bir vazifedir.938 Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi, bunun da bir grup müslüman tarafından ifâ edilmesi diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. İşte bunun bir sonucu olarak İslâm müesseseleri arasından, bu vazifeyi yüklenen “İhtisâb müessesesi” doğdu.
Günümüzde görev ve yetkileri tek müessesede toplanamayacak kadar çok olan hisbe teşkilatının dayandığı esaslardan bir bölümü İslâm hukukuna, bir bölümü de İslâm Devlet başkanının takdir alanına girer.939 Bu bakımdan müessesenin başında bulunan muhtesib, cemiyet huzurunun sağlanmasında önemli derecede rol oynayan bir görevlidir diyebiliriz.
Gerçekten, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden sakındırmak maksadiyle kurulan bu müessese, Şeriata uygun hareket edilmesini sağlardı. Bunun için muhtesip, müslümanların yaşadığı bölgelerde onların cuma namazları için câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Keza, ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak musikî aletini çalanlar, velhasıl şeriata aykırı hareket edenler hep ona hesap vermek zorunda idiler. Muhtesibin toplum üzerinde velâyet hakkı bulunduğu için geniş bir tazir yetkisine de sahiptir. O, okulları teftiş eder, öğrencileri gereksiz yere döven, öğretmenleri cezalandırır,’düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar, çarşıların düzenini sağlamaya, ölçü ve tartı âletlerini kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkına tecavüzü
936] Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Beyrut 1978, s. 240
937] bk. Mansur b. Seyyid Ali, Nisâbu’l-İhtisâb, İsparta Halil Hamit Paşa Küt. Yaz. vr. 90-91
938] 3/Âl-i İmrân, 110-114; 9/Tevbe, 71
939] Hacr Halîfe (Kâtib Çelebi), Keşfu’z-Zünûn an Esâmi’l-Kütüp ve’l-Fünûn, nşr. Ş. Yalıkaya-Kilisli Rifat Bilge, İstanbul 1941, I,15
- 180 -
KUR’AN KAVRAMLARI
önlemeye, zımmîlere (İslâm ülkesinin vatandaşı olan gayr-i müslim) ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye varıncaya kadar geniş yetkiler kullanırdı. 940
İslâm’ın ortaya çıkışından bir müddet sonra belirli hâle gelen hisbe görevi, zamanla tarihte kurulan bütün müslüman devletler de önemli derecede fonksiyonu bulunan bir müessese haline gelmiştir.
Hak ve hukuk mefhumları, İslâm’ın temel unsurlarındandır. Binaenaleyh, cemiyet hayatındaki münasebetlerin, bu prensiplerin ışığı altında cereyan etmesi gerekir. İslâm hukukuna göre haklar, insan hakkı ve Allah hakkı olmak üzere ikiye ayrılır. İnsan hakları sadece kişiyi ilgilendirdiği gibi, uygulaması da yine kendisini ilgilendirir. buna karşılık, hiç bir kimsenin hakkına dokunulmayarak yalnız Allah’a ait bir hakka tecavüz edilmiş olursa, suçlunun cezası, hakkullah hükmüne girer. Bu durumda her mü’min, suçluyu Allah rızâsı için yakalayıp lâyık olduğu cezaya uğratması (ta’zir) için hâkimin huzuruna çıkarmak hakkına sahiptir. Böyle bir takibata “da’va’l-hisbe” denir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi nerede ve ne şekilde olursa olsun, gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektir941 diyebiliriz.
Başlangıçta hisbe teşkilâtı, İslâm toplumunda iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek942 sûretiyle ictimaî huzuru sağlayan dinî bir müessese olarak ortaya çıkmıştı. Bu müessesenin teşkilinden itibaren farklı ve çok yönlü vazifeleri yüklenmiş olduğuna daha önce kısaca temas edilmişti.
Osmanlılar döneminde kadı’nın yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, ve dolayısıyla teşkilatının yukarıda belirtilen bazı yetkilerine ilâveten XV. ve XVI. asır “İhtisâb Kanunnâmeleri”nde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler bulunmaktadır. Hatta bu kanunnâmelerden biri olan “İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi”nde “Kısaca ifade edersek, yukarıda sayılanlardan başka, muhtesibin, Allâh’ın yarattığı her şeyi görüp gözetmesi gerekir” denilerek teşkilâtın ne kadar geniş bir yetkiye sahip olduğu belirtilmek istenmiştir. Gerçekten bütün ameller, ya iyi, veya kötüdür. İyilikler yapılmadığı, kötülükler ise yapıldığı zaman bunlara müdahale etmek hisbe teşkilâtının en önemli görevidir. Binaenaleyh, dünyada meydana gelen her hadisede bu teşkilatın sorumluluğunu görmek mümkün olmaktadır. Zaten bu teşkilâtın önemi de buradan ileri gelmektedir. Gerek bu kanunnâmelerden ve gerekse 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine ihtisâb Ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifesini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür:
a- Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar,
b- Dinî hayatla ilgili olanlar,
c- Adlî hayatla ilgili olanlar.
Bu kadar geniş yetkilere sahib bir teşkilâtın tarihteki bütün müslüman devletlerde bulunması tabiî karşılanmalıdır. Zira bu -daha önce de belirtildiği gibi- hem Kur’ân’ın emri, hem de bizzat Hz. Peygamber’in uygulaması ile müslümanlara
940] bk. Kazıcı, a.g.e., s. 14-16
941] Müslim, İmân 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, İmân 171
942] 22/Hacc, 41
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 181 -
bir miras olarak intikal etmişti. Hatta muhtesib olmanın şartlarından biri olan “erkek olma” prensibinden söz edilmesine rağmen, Hz. Peygamberin Medine çarşısı üzerine Hz. Ömer’in hısımlarından olan Şifa binti Abdullah adındaki kadını görevlendirdiğini biliyoruz.943 Keza bu kadın, Hz. Ömer’in halifeliğinde de aynı vazifeyi yerine getirmiştir. Bu bakımdan bütün İslâm ülkeleri bu müesseseyi geliştirmeye gayret etmişler dir. Biz bu teşkilâtın önemli gelişmeler gösterdiği Osmânlı devletindeki kuruluşunu kısaca anlatacağız.
İslâm devlet teşkilâtının geniş kadrosu içinde yer alan ve muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlılar da genellikle aynı şekilde isimlendirmişlerdir. Osmanlı Devleti’nde ihtisâb vazifesini yapmakla görevli bir yetkilinin resmen bu vazifeye ne zaman getirildiği kesin olarak tesbit edilememektedir. Bununla beraber Osman Gazi (1281-1324) zamanına ait bir rivayet bu vazifenin Osmanlılardaki başlangıcı hakkında bazı ipuçları vermektedir.
Gerçekten, bütün müslüman devletlerde olduğu gibi, Osmanlılarda da bilhassa dinî emir ve yasaklara nezaret ile ahlâk ve ananelerin nesilden nesile bozulmadan intikalini temin konusunda her zaman titizlik gösterilmiş olmalıdır. Zira çirkin ve gayr-i ahlâkî hareket ve davranışlar karşısında sükût edilemeyeceği prensibi, Osmanlı cemiyetinde de aktif ictimaî bir kontrolü sağlamış olmalıdır.
Daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı toplumunda ilk muhtesibin ne zaman tayin edildiğine dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Vesikalar, ilk defa Sultan I. Murad’ın hicrî 787 (1385) tarihli vakfiyesinde hem idareci hem de şâhid olarak bir muhtesibin isminden bahsetmektedirler.944 Bundan başka Evliya Çelebi’deki bir kayda göre Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra, şehrin ticarî, iktisadî ve buna paralel olarak ictimaî nizamını sağlamak ve diğer hizmetleri görmek için, tayin edilen hakimlerden (idarecilerden) sekizincisinin ihtisâb Ağası olduğu anlaşılmaktadır. Keza bu kayıtta ihtisâb ağasının vazifelerine de şöyle temas edilmektedir: “Bütün san’at ehline hükmedip tazir ve cezalandırma, alışverişlerinde hile edenleri tekdir ve tevbihe me’mur.” 945
Gerçekten, Osmanlı dönemi şehir hayatında hisbe teşkilâtı, vazgeçilmez bir unsur olarak görünmektedir. Zira toplum hayatında özellikle şehir yaşayışını sağlam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak, en önemli meselelerden biriydi. Bunun yanındâ zarurî günlük ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak da gerekiyordu. Bu maksatla esnaf ve diğer ticaret erbabının kontrol altında tutulması icab ediyordu. Pek çok vesika ve kanunnâmede değişik şehirlerin hisbe işi ve muhtesibinden sözedilmektedir. Hatta Osman Nuri’ye göre kadısı bulunan her kaza merkezinin bir muhtesibi de bulunmaktadır. 946
Bilindiği üzere Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişiklikler Sultan II. Mahmud Han (1808-1839) zamanında yapıldı. 1242 (1826) yılında Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra şehir idaresinde daha geniş yetkilerle kontrolü sağlayacak yeni bir idarî sistemin kurulması gerektiğinden, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası, ihtisâb emini gibi ünvanlarla hisbe teşkilâtını idare eden kimse
943] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341
944] Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Vakfıyeler Tasnifi, nr. 162/5
945] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul 1314, I, 120
946] Mecelle-i Umur-ı Belediye, İstanbul 1922, I, 327
- 182 -
KUR’AN KAVRAMLARI
1242 tarihli nizamnâme ile “ihtisap nazırı” ünvanını almıştı. Yeni bir ünvanla “İhtisâb Nezâreti” yeniden kurulan müessese, Sadrazamlığa bağlandı.947 Bilâhere 2 Zilkade 1271 (16 Ağustos 1854) tarihindeki resmî bir tebliğ ile İstanbul’da Şehremâneti kurularak İhtisâb Nezaretine son verildi.
İslâm dünyasında çok geniş yetkilere sahip kılan bu müessesenin, başında bulunacak olan kimsenin çok iyi bir şekilde seçilmesi gerekiyordu. Zira onun vazife ve yetkileri bunu gerektiriyordu. Dövme, hapsetme gibi cezaları da verebilen bu görevlinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekiyordu.
Teşkilâtın başında bulunan şahıs birçok yardımcı da kullanıyordu. Değişik mesleklere mensub kimseler arasından seçilen bu yardımcılara “ârif”, “emin “gulam”, “avn” “huddam-ı ihtisâb”, “terazicibaşı”, “koloğlanları” gibi isimler verilmektedir. Keza bunların da çok dürüst insanlar arasından seçilmesi gerekli idi.
Hatta Osmanlılarda herhangi bir yolsuzluk yapmalarına engel olmak için bunlar kendi aralarında birbirlerine kefil sayılmışlardı. Buna dayanarak devlet herhangi bir yolsuzluk halinde onların mallarına el koyabilmekte idi. 948
Muhtesib
İslâm dünyasında, iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l münker”e gayesiyle kurulan teşkilâtın başında bulunan görevli. Muhtesib, tarihte kurulmuş bulunan bütün müslüman devletlerde bu isimle, bazen da “İhtasâb emini” veya 1242 (1826) yılından itibâren Osmanlılarda “İhtisâb Ağası” gibi isimlerle de anılmaktadır.
Muhtesib, İslâm’ın hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. Gerçi İslâm’da, iyiliğin emr edilmesi ve kötülüklerden sakınılmasına nezâret etme, bütün müslümanların yerine getirmesi gereken müşterek bir vazifedir.949 Ancak diğer bazı emirlerde olduğu gibi bunun da öneminden dolayı bir grup müslüman tarafından yerine getirilmesi, diğerlerini de sorumluluktan kurtarır. Bu nedenle İslâm kurumları arasından, bu görevi yüklenen yeni bir kurum doğdu ki bu, “İhtisâb” veya “Hisbe”den başka bir şey değildi. İslâm âleminde, Hz. Peygamber devrinde ortaya çıkan hisbe müessesesinin950 başında bulunan muhtesibin vazifelerini günümüzde yalnız bir müessesede toplamak mümkün değildir.
Gerçekten, iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerin işlenmesini önlemek maksadıyla kurulan ihtisab müessesesinin başında bulunan muhtesib, şeriata uygun hareket edilmesini sağlardı.951 O, müslümanların yaşadığı bölgelerde, cuma namazları için câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklenmeden evlenen kadınlar, yasak musiki aletlerini çalanlar... hep ona hesap vermek zorunda idiler. O, velâyetle
947] Kazıcı, a.g.e. s. 34-35
948] Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 2, s. 443-444
949] 3/Âl-i İmrân, 110-114; 9/Tevbe, 71
950] Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl, Mısır 1968, s. 711; İbn Sa’d, et-Tabakatu’l-Kübrâ, Kahire 1358, III,192; İbn Abdi’l-Berr, el-İstiâb fi Ma’rifeti’l-Ashâb, Mısır 1328, IV, 341.
951] R. Levy, “Muhtesib” İA, VIII, 532
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 183 -
bu vazifeye getirildiği için geniş bir tazir salâhiyetine de sahiptir. Bu bakımdan, okulları teftiş eder, öğrencileri haddinden fazla döven öğretmenleri cezalandırır, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar. Muhtesib, aynı zamanda, çarşıların nizam ve intizamını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, şeriatla alay edenleri takibe, komşu hakkında tecavüzü önlemeye, zimmî (İslâm devletinin idaresinde yaşayan gayri müslim vatandaş)lere ait binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan952 yetkilere sahiptir.
Gerek yukarıda sayılan bir kısım vazifeleri, gerekse daha sonra temas edilecek görev ve yetkilerini kullanırken, muhtesibin izlemesi gereken bazı metodlar bulunmaktadır. Binaenaleyh, onun mevki ve taziri, işlenen fiile göre hafiften şiddetliye doğru şöyle bir sıra izler:
a) Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksad, münkerin işlenmesinden haberdar olunmasıdır. Bunun da meşrû bir şekilde olması gerekir. Tecessüs yasaktır.
b) Bildirmek: İşlenen münkerin sebebi bazen bilgisizlik olabilir. Binaenaleyh, bilmediği için emri ve yasakları çiğneyen ve dinî talimata aykırı hareket eden kimselere, bilmedikleri konular uygun bir usul ve metodla anlatılır.
c) Öğüt vermek: Doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlatmak suretiyle münkerin işlenmesini önlemeye çalışmak.
d) Tekdir etmek: Münkeri işleyen, iyi ve tatlı sözden anlamaz öğüt ile alay etmeye kalkışırsa bu yola baş vurulur.
e) El ile müdâhale edip düzeltmek: İçkiyi dökmek, oyun aletlerini kırmak; gasb edilmiş araziden gasbı çekip çıkarmak. Muhtesib buraya kadar anlatılan işleri yaparken herhangi bir izne muhtaç değildir. Fakat, bunlardan sonraki durumlarda mutlaka izin gerekmektedir.
f) Sopa ile tehdit: Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdid etmek.
g) Sopa atmak: Yukarıda belirtilen çare ve usûller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve sopalamak gerekli olursa bu da uygulanır.
h) Silâh kullanmak: Bu, son çaredir. Nâdiren baş vurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kullanması buna sebep olur. 953
Muhtesib, bütün bu işleri yaparken iki şeye sahip olmalıdır. Bunlardan biri bilgi, diğeri de kudrettir. Gerçekten, neyin helâl neyin de haram olduğunu bilmeyen, Şerîat ahkâmına hakkıyla vakıf olmayan bir kimsenin muhtesib olması düşünülemez. Ayrıca kudret, cesaret ve yaptırım gücü bulunmayan bir kimsenin muhtesib olması da düşünülemez. Çünkü muhtesibin vazifelerinden bir kısmı anında müdahaleyi gerektiren cinstendir. Demek oluyor ki, muhtesibin vazifesi, nerede ve ne şekilde olursa olsun gördüğü münkeri (kötülüğü) bertaraf etmektedir. 954
952] Hasan İbrahim Hasan, Tarihu’l İslâm, Kahire 1964, I, 489
953] Bu maddelerin geniş açıklaması için bk. Taşköprüzâde İsameddin Ahmed Efendi, Mevzuatu’l-Ulüm, Trc. Kemaleddin Mehmed Efendi, İstanbul 1313, II, 570; Haydarîzâde İbrahim, “Emr bi’l-ma’rûf ve Nehy ani’l-Münker” Sebilürreşâd 1336 XV/370, 109
954] Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11; Nesaî, İman 17
- 184 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha önce de temas edildiği gibi Hz. Peygamber zamanından itibaren varlığı bilinen hisbe müessesesinin, İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde önemli bir yer işgal ettiği bilinmektedir. 955
İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren geniş yetkilerle mücehhez kılınan muhtesibin bu vazifelerini yalnız bir müessesede toplamanın mümkün olmadığını daha önce kaydedilmişti. Muhtesib başlangıçta, İslâm toplumunda sosyal huzuru sağlayan dinî bir görevli hüviyetini taşımakla beraber, daha sonraları farklı vazifeleri de yüklenmiştir. Taşköprüzâde, muhtesibin bazı vazifelerini şu şekilde sıralar:
a. Câmilerle ilgili olanlar: Namazda taksir edenler, kıraatta lahn eyleyenler, vakitlere riayet etmeyenler, halka Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu söyleyerek devamlı ümit veren hatipler muhtesib tarafından engel olunurlar.
b. Pazarlarla ilgili olanlar: Eşyanın kusurunu saklayıp satan, yalan söyleyen ve haram eşya bulunduranlara da engel olur.
c. Yollarla ilgili olanlar: Binalarla yolu daraltanlar, yol üzerine yük koyanlar ve yolları kirletenler de muhtesibe hesab vermek zorundadırlar.
Hamamlarla ilgili olanlar: Hamamlarda keşf-i avret ve masaja engel olur; (Osmanlı dönemi için), gayri müslimler ile müslümanlara verilen peştamalların farklı olmasına dikkat eder.
Âmme ile ilgili olanlar: Kendi evi dururken, başka yerlere gidip ora halkını irşad etmeye çalışan kişiler de muhtesib tarafından oradan alınıp kendi memleketlerine gönderilirler. Zira, kişinin evi, yakınları ve mahallesi, onun uzak ve başka yerlere gitmesine mani olur. 956
Osmanlılarda, kadı’nın yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin, yukarıda belirtilen bazı yetkilerine ilâveten XV ve XVI. asır İhtisâb kanunnâmelerinde bunlarla ilgili daha geniş bilgiler vardır. Hatta bu kanunnâmelerden biri olan “İstanbul İhtisâb Kanunnâmesi”nde; “fi’l-cümle bu zikr olunandan gayrı her ne kim Allah Teâlâ yaratmıştır, mecmuını, muhtesib görüp gözetse gerektir” denilerek muhtesibin ne kadar yetki ve sorumluluk sahibi olduğu belirtilmek istenir. Bu kanunnâmelerden ve 14 Aralık 1479 tarihli Edirne şehrine İhtisâb Ağası tayini ile ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür:
1. Ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar,
2. İbâdetle ilgili olanlar,
3. Adlî hayatla ilgili olanlar.
Osmanlılarda kadısı bulunan her şehirde (kaza) mutlaka bir de muhtesib bulunmaktadır. Toplumda meydana gelen olaylar ve işlenen fiiller ya iyilik veya kötülük olacağına göre; muhtesib, hiç bir davranışın dışında kalamayacaktır. Bu bakımdan muhtesib olarak devlet tarafından seçilecek olan kimsenin çok iyi, bilgili, ahlâklı, rüşvete tevessül etmeyen, Allah’tan korkan kimseler arasından seçilmesi icab etmektedir. Osmanlı döneminde iktisadî vazifesi de ağırlık kazanan
955] Yusuf Ziya Kavakçı, Hisbe Teşkilâtı, Ankara 1975, s. 51-52
956] Mevzuatu’l-Ulûm, II, 576-77
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 185 -
bu görevlinin, halkla fazla haşır neşir olmaması için, görev süresi bir yıl ile kayıtlanmıştır. Binâenaleyh vazifeye başlamasından bir sene sonra muhtesib derhal vazifeden ayrılır Yerine bir başkası seçilir. Gerçekten önemli bir vazife icra eden bu yetkilinin diğer insanlardan ayrılan bazı özelliklerinin bulunması gerekmektedir. Müslümanları devamlı kontrol altında bulunduran bir kimse olarak onun aşağıdaki sıfatları taşıması gerekmektedir:
a. Müslüman olmak: Müslüman olmayan kimseler bu vazifeyi yapamazlar. Zira bu, dinî bir vazifedir. Bunun için dinin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan bir kimse bu vazifeye tayin edilemez.
b. Mükellefiyet: Muhtesib olmanın şartlarından biri de mükellefiyettir. Bu çağa gelmemiş birinin bu vazifeye getirilmesi devlet otoritesini sarsacak bir durumdur. Bu bakımdan çocuk yaşta birinin muhtesib olarak tayini mümkün değildir.
c. Erkek olmak: Her ne kadar Hz. Peygamber zamanında, Hz. Ömer’in akrabalarından biri olan Şifa binti Abdullah adında bir kadın bu vazifeye getirilmiş ise de, bunun istisna olduğu belirtilerek, güç ve kuvvet isteyen bir konuda kadınların vazifelendirilmesi hoş karşılanmamaktadır.
d. Adâlet: Muhtesibte bulunması gereken sıfatlardan biri de adâlettir. Muhtesibin herkese karşı âdil davranması gerekir.
e. İzin: Muhtesibin vazifesini icra ederken hafiften şiddetliye doğru bir metod takip etmesi gerekir. Bunun için, sadece tarif, va’z ve nasihat gibi konularda izne gerek olmadığı açıktır. Ancak münkeri ortadan kaldırma, dövme ve hatta haps etme gibi konularda devletin izninin bulunması gerekir.
f. Kudret: Muhtesib, gördüğü münkeri ortadan kaldırmaya güç sahibi olacaktır. Âciz olan bir kimse bu vazifeyi yapamaz. O, ancak kalben buğz eder.
g. İlim: Muhtesib olacak kimsede bulunması gereken sıfatlardan biri de âlimliktir. Onun, sadece dinî emir ve nehiyleri bilmesi de yetmez. O, kendisini ilgilendiren ekonomik konularda da bilgi sahibi olmalıdır.
h. İlmiyle âmil olmak: Muhtesib ilmiyle âmil olmalı ve bildiği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmelidir.
i. Allah rızâsı: Muhtesib her türlü fiil, söz ve davranışlarında Allah rızâsını gözetmeli, iyi niyet sahibi olmalı, riya ve gösterişten uzak durmalıdır.
k. Takvâ sahibi olmak: Onun takva sahibi olması istenir. Zira, bildikleri ile amel etme, büyük ölçüde buna bağlıdır.
l. İyi ahlâk: Bazı kimselerin, kötülüklerden alıkonulması hususunda ilim ve takva yeterli gelmeyebilir. Böyle durumlarda acele etmeksizin yumuşak davranmak gerekir. Bu da iyi ahlâk ile mümkündür.
Görüldüğü gibi, İslâm dünyasında Hz. Peygamberle ortaya çıkan ve iyiliklerin yapılmasını, kötülüklerin ise yasaklanmasını sağlamaya çalışan hisbe müessesesinin başında bulunan muhtesib, büyük bir hizmeti yerine getiriyordu. O, bu hizmeti yerine getirirken birçok yardımcı da kullanırdı. 957
957] Ziya Kazıcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 265-266
- 186 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sözü, İnsanları Allah’a Çağırmakla Güzelleştirebiliriz
İnsanları Allah’a dâvet, işin şuurunda olan mü’minlere yüklenen önemli bir sorumluluktur. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”958 İnsanların büyük bir bölümü, diğer insanları Allah’a gereği gibi iman edip sadece O’na ibâdet/kulluk etmeye dâvet etmenin kendilerine verilmiş bir mes’ûliyet olduğunu, çevrelerindeki kişileri güzel söze dâvet etmenin bir ibâdet olduğunu düşünmezler. Yani bu sorumluluğun bilincinde değildirler.
“Mü’min erkeklerle mü’min hanımlar birbirlerinin velîleridir (dostları ve yardımcılarıdır). İyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah azizdir, üstün ve güçlüdür, hakîmdir, hüküm ve hikmet sahibidir.”959 Bu âyetten de anlaşıldığı gibi iman eden her insan, dünya hayatı boyunca sürekli güzellikleri, yani tevhid ve Allah’a itaatı, güzel ahlâkı anlatmakla, bizzat kendisi yaşamakla ve insanlara da güzellikleri tavsiye edip onları kötülüklerden sakındırmakla yükümlüdür. Güzel bir hayat isteyen insanın güzellikleri teşvik etmesi, iyilik isteyenin iyiliği yaymak için çaba harcaması, zulme râzı olmayanın zâlimleri uyarması ve onlara tepki göstermesi, kısacası doğruluk isteyen insanın diğer insanları da doğruya dâvet etmesi şarttır. Bu dâveti yaparken aklından çıkarmaması gereken en önemli noktalardan biri, bu çağrıyı güzel bir üslûp ve metotla yapmasının gerektiği, diğeri ise, hidâyeti verecek ve güzel sözü karşı tarafta etkili kılacak olanın ancak Allah olduğudur.
Mü’minlerin birbirlerine ve farklı inanç ve yaşayıştaki insanlara faydalı olmaları sağlayan en büyük etkenlerden birisi, birbirlerinin hevâlarını ve hoşnutluklarını değil; öncelikle Allah’ın rızâsını gözetmeleri ve hakkı açıkça söylemekten çekinmemeleridir. Bu, karşılarındaki kişinin nefsine ters düşecek bir konu da olsa, böyledir. Önemli olan, söyleyeceği şeyin o kişiye fayda vermesi, hatasını düzeltmesine, Allah’a yakınlaşmasına vesile olmasıdır. Bir mü’min, muhâtabına âhireti açısından ne hayırlı ise onu çekinmeden açık sözlülükle dile getirmelidir. Fakat bununla birlikte bu açık sözlülüğün ardında son derece ince düşünceli, karşısındakine saygılı, sevgi ve şefkat dolu bir anlayış da olmalıdır. Örneğin bir kişinin Kur’an’a göre eksik ya da hatalı bir yönünü uyarmadan önce, nasıl söylerse daha etkili ve yapıcı olabileceğini, yani konuşmanın usûl ve üslûp yönüyle de güzel olmasını düşünmelidir. Kişinin şevkini arttırıcı bir konuşma yapmayı, ama bunun yanında konunun önemini de vurgulamayı unutmaz. Kısaca, karşısındaki kişiyi hem içerik hem de şekil yönünden “sözün en güzeli” ile uyarabilmek için, önceden düşünüp tasarlar ve ona faydalı olmaya çok büyük bir titizlik gösterir.
Kuşkusuz böyle bir hassâsiyeti ve içten çabayı Allah’ın rızâsını arayan mü’minlerden başka hiç kimse gösteremez. Örneğin câhiliye insanları, şahsî çıkarları söz konusu olmadığı sürece karşılarındaki kişinin bir kusurunu, eksiğini düzeltmeye çalışmazlar. Diğer insanların eksikleri, kusurları, âhirette bunlardan dolayı duyacakları utanç ve pişmanlık onları hiç ilgilendirmez. Çünkü onlar, yalnızca kendi dünyevî çıkarlarının peşindedirler. Eğer herhangi bir sebeple birine öğüt vermeleri gerekirse, genellikle yapıcı olma, güzel söz söyleme konusunda,
958] 3/Âli İmrân, 104
959] 9/Tevbe, 71
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 187 -
ağzından çıkan her kelimenin hesabının sorulacağını düşünen mü’min kadar bir çaba sarf etmez; ağızlarına geldiği gibi konuşarak karşı tarafa sıkıntı verirler. Çoğunlukla da kimseye karışmamayı tercih ederler. Çünkü, özgürlük anlayışını hevâları istikametinde yorumlayıp herkesin yaptığının kendine göre doğru olduğunu düşünür veya her koyunun kendi bacağından asılacağına, başkasının yaptığından diğer insanların sorumlu olmadığına inanırlar. Onlar bilirler ki, bir insana eleştiri yapmak, ona öğüt vermek, yaptığı yanlışı bırakıp en doğru ve en güzel olana uymasını söylemek, aslında çok zor bir iştir ve bedel istemektedir. Karşıdaki kişinin gösterebileceği muhtemel olumsuz tepkileri göze almak için kişinin, Allah rızâsı gibi bir beklentisi olmalıdır. 960
Bazen dâvetçiler tarafından bile daha çok da münâkaşa ortamında, güzel olmayan söz ve tavırlar, muhatabın da kışkırtmasıyla ortaya dökülebilmektedir. Bu gibi kaba söz ve davranışlar, muhâtaplarımızın bizden uzaklaşmasına, yakınımızdakilerin de etrafımızdan dağılmasına sebep olacaktır: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et.” 961
İnsan, yaratılışı gereği güzellikten, sevgi ve saygıdan, güzel hitaplardan zevk alır. Bozulmamış fıtrata zor gelen, insanın kendi hevâsının, kötü arzularının izinden gitmesi, güzel yolu bırakıp kötü davranmasıdır. Çünkü, bunlar vicdanı rahatsız eder, huzursuzluk ve stres kaynağı olur. Güzel sözler, karşıdaki insan için olduğu kadar, konuşan insan için de huzur ve mutluluk vesilesidir; her ibâdette olduğu gibi, esas karşılığı âhirette alınacak olması yanında dünyada da avansın, peşin ödüllerin alındığı hayırlardır. Sözün en güzeline uyanlara müjdeler vardır.962 Sadece âhirette değil, dünyada da huzur içinde, izzetli ve onurlu bir şekilde, güzel bir hayat yaşayacaklardır: “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak sâlih amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayatla yaşatırız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.” 963
Dâvet ve Tebliğ Usûlü
1. “Ve kûlû kavlen sedîdâ: Hakkı ve doğruyu söyleyin.”964 hakkın zıddı bâtıl, doğrunun zıddı yalandır. Her hak söz, aynı zamanda doğru ve her doğru da haktır; tıpkı her bâtılın yalan ve her yalanın da bâtıl olduğu gibi. İnsan, nerede olursa olsun hakkı haykırmak, doğruyu söylemek zorundadır. Bu, mü’min olmanın şiarıdır. Mü’min, emin/güvenilir olan kimse demektir. Hakkı haykıran ve doğruyu dile getiren tüm peygamberler ve onların vârisleri bu bedeli horlanma, hakarete uğrama, alaya alınma, işkence görme, sürülme, hapse atılma ve öldürülme biçiminde ödemişler ve bugün de ödemeye devam etmektedirler. Değil hakkı, bâtılı söylemenin dahi bir bedeli varken; hakkı haykırmanın bir bedeli olmasın mı? Söylediğiniz hakikat, ne kadar büyük ve önemliyse ödeyeceğiniz bedel de o oranda büyük olacaktır. Tarih boyunca tüm zâlim yöneticilerin gazabını, kendilerine hakkı ve doğruyu söyleyenler celbetmiştir. Bu gerçeği Hz. Peygamber şöyle
960] Hârun Yahya, Güzel Söze Uymanın Önemi, s. s.10
961] 3/Âl-i İmrân, 159
962] 39/Zümer, 17-18
963] 16/Nahl, 97
964] 33/Ahzâb, 70
- 188 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dile getirir: “Cihadın en erdemlisi, zâlim yöneticiye hakkı haykırmaktır.” 965
2. “Ve kûlû kavlen ma’rûfâ: Münâsip bir biçimde konuşunuz.”966 Âyette geçen “ma’rûf” iyi, güzel ve münasip anlamlarına gelir. Bu ifade, âyette karı-koca ilişkileri bağlamında yer almaktadır. İster karı-koca ilişkileri, ister diğer tüm insanî ilişkilerde, konuşma stili, argümanlar ve sözcükler olaydan olaya, yerden yere ve zamandan zamana değişiklik arzedebilirler ve arzetmelidirler de. Aslolan amaca ulaşmaktır. Hakikat tek, lâkin bir hakikati anlatmanın yolu ve yordamı tek değildir. Bazı insanların hadis diye naklettiği, fakat hadis olmayan “İnsanlara akıllarının alacağı şekilde konuşun” sözü, aslında bir gerçeğin ifadesidir. Sadece söylediğinizin doğru olması yetmez. Eğer sözünüzün hedefini bulmasını istiyorsanız doğruyu, doğru bir zaman ve zeminde, doğru bir üslûpla söylemek zorundasınız. İşte, âyette “ma’rûf” olarak geçen ve “münasip” diye çevirdiğimiz şey de budur.
3. “Ve kul lehum fî enfusihim kavlen belîğâ: Ve onlara kendi konumları hakkında detaylıca konuş; tesirli söz söyle.”967 Âyetteki “fî enfusihim” ifadesi, söylenecek sözün özbenliklerine etki edebilecek söz olmasını da telmih etmektedir. Dudaktan çıkan sözün varacağı yer, kulak kepçesidir; yürekten çıkan sözün varıp duracağı yerse muhâtabın gönlü olacaktır. Âyetin esas vurguladığı şey, dâvete muhatap olan insanın ilgisini yine insana, yani kendi gerçeğine çekmektir. Kendi gerçeğini görmeyen biri, kendisiyle değil; hep “başkaları”yla, hep “onlar”la ilgilenecektir. Kendisini sürekli ilgi odağından uzak tutan kimseler, verilen hiçbir nasihati üzerlerine almazlar, hiçbir dâvetin muhatabı yerine kendilerini koymazlar. Dolayısıyla onlar öğüt almaz, söz dinlemez ve hallerini düzeltmezler. İşte onlar kör, sağır ve dilsiz biri gibidirler.
4. “Fe kûlâ lehû kavlen leyyinâ: Ona yumuşak bir üslûpla söyleyin.”968 Bu İlâhî uyarı, Firavun’u uyarmakla görevlendirilen Hz. Mûsâ ve Hârun’a yapılıyordu. Aslolan İslâm’ı insana taşımaksa, bu uğurda meşrû olan her yöntem denenmeliydi. Bunların başında da tatlı dil ve güler yüz geliyordu. Hz. Mûsâ ve Hârun’a bu İlâhî talımat verildiğinde Firavun henüz dâvete muhatap olmamış bir “câhil” idi. İçinde bulunduğu küfür, bir “küfr-i inâdî” değil; bir “küfr-i cehlî” idi. Onun dâvet karşısındaki tavrı netleşip küfründe direndikçe sözkonusu peygamberlerin ona karşı takındıkları üslûp da doğal olarak değişmişti. Günümüzde müslüman kardeşine bir doğruyu ileten, hatada gördüğü bir kardeşini uyaran kimi müslümanların takındığı üslûp, Firavun’a dahi takınılmayacak kadar nefret ettirici ve gaddarca olabilmektedir. Ünlüdür, Abbâsi halifesi Hârun Reşid’in, kendisini çok uygunsuz bir üslûpla uyaran bir nasihatçiye Tâhâ sûresinin yukarıda geçen âyetini kastederek şöyle dediği rivâyet edilir: “Yavaş ol! Allah senden daha hayırlısını (Hz. Mûsâ ve Hârun) benden daha şerlisine (Firavun) gönderirken yumuşak konuşmasını emretti.”
5. “Ve kûlû linnâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin.”969; “Ve kul li ıbâdî yekûlu’lletî
965] Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
966] 4/Nisâ, 5, 8
967] 4/Nisâ, 63
968] 20/Tâhâ, 44
969] 2/Bakara, 83
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 189 -
hiye ahsen: Kullarıma söyle; Sözün en güzelini konuşsunlar.” 970
Sözlerin En Güzeli Olan Kitap’ta “En Güzel Söz” Diye Tanımlanan “Dâvet”in Usûlü:
Kur’an’ın üslûbu, bir dâvetçi/tebliğci, yani gönül fâtihi için bulunmaz bir hazinedir. Kur’anî dâvet üslûbundan çıkaracağımız bir çok ilke vardır. Biz burada bunlardan sadece birkaçına işaret etmekle yetineceğiz:
a- Kur’anî dâvet üslûbunda muhatabın dikkatini dağıtacak yersiz ayrıntılara girilmez. Söylenmek istenilen hakikat, doğrudan ve mümkün olan en az kelimeyle (îcaz) muhataba aktarılır.
b- Kur’an, muhatabının dikkatini dağıtmamak için genellikle somut isimler, tarihler ve mekânlar üzerinde durmaz. Kur’an’da müşahhas/somut olarak indiği dönemin mü’minlerinden yalnızca Hz. Zeyd bin Sâbit’in adı, kâfirlerden ise yalnızca Peygamber’in amcası Ebû Leheb’in adı geçer. Bunun dışında Kur’an, hep isme değil; eyleme vurgu yapar. Hatta tarihî kıssalarda kullanılan “nemrut”, “firavun” gibi isimler dahi özel isim değil; “sultan, kral, başkan, han, hakan” gibi cins isimlerdir. Çünkü isimler ayırır, ihtilâfı çoğaltır ve dikkatleri dağıtır. Tarihsel mekânlar, insanlar ve zamanları öne çıkarmak dikkatleri dağıtırdı ki, çağlarüstü bir mesaj olan Kur’an buna meydan vermemiştir.
Ender durumlar dışında Kur’an rakam da vermez. Örneğin cehennem kapıcılarının sayısı konusunda “üzerinde on dokuz vardır.”971 âyetiyle rakam verir ve ardından şöyle ilginç bir uyarıda bulunur: “...Biz onların sayısını bir fitne kıldık.” 972 Bu fitnenin nasıl bir sınav olduğunu da 19’culuk akımıyla hepimiz bir kez daha öğrenmiş oluruz.
c- Kur’an nefy ve isbat yöntemini çok kullanır. Nefy kötüyü, bâtılı ve yalanı boşa çıkarma; isbat ise iyiyi, hakkı ve doğruyu onun yerine getirme işlemidir. Bunun en güzel örneği kelime-i tevhiddir. Kur’an’da “lâ ilâhe illâ hû” formunda geçer.973 “Lâ ilâhe: Hiçbir ilâh yoktur” nefydir ve enkazı temizler; “illâllah: Yalnızca Allah vardır” isbattır ve yanlışın enkazının yerine doğruyu bina eder. Bu Kur’anî üslûp, bir fikri muhataba aktarmanın en güzel ve en tutarlı yöntemidir. Önce yanlışın yanlışlığını tespit edip onu gasbettiği doğrunun makamından indirmek; sonra da oraya zaten oranın hakiki sahibi olan doğruyu çıkarmak.
d- Kur’an bir hakikati muhatabına aktarırken onu üç zamana birden götürür: Hal, mâzi ve istikbal. Medenî hal ya da beşerî münasebetle ilgili bir âyetin birden bire halden istikbale geçip âhireti hatırlatması Kur’an’da çok sık rastlanılan bir özelliktir. Bu şekilde insan, duygu ve düşünce dünyasında üç zamanı birden yaşar; zihni, düşüncenin ufuklarına kanat çırpar; yüreği, fırıl fırıl dönen bir radar gibi hal, mâzi ve istikbal arasında döner durur. Bu üslûp insanı ışık hızının dahi topuğuna ulaşamadığı bir hızla zaman-mekân yolculuğuna çıkarır. Ve hatta öyle bir an gelir ki artık ne zaman kalır ne mekân. İşte bu ruh hali Kur’an’ın insanda uyandırmaya çalıştığı ruh halinin en Yüce basamağıdır. O hal, O’nu kendine şah damarından daha yakın hissetme halidir; o hal, evrensel insan
970] 17/İsrâ, 53
971] 74/Müddessir, 30
972] 74/Müddessir, 31
973] 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmran, 2, 618; 4/Nisâ, 87...
- 190 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olma halidir; o hal, aynı anda hem hal hem bitimsiz bir mâzi ve hem de ebedî bir istikbal olma halidir.
e- Kur’an, şiire ve şaire meydan okuyan bir metin olarak tüm söz sanatlarını en usta bir biçimde kullanır. O bir şiir değildir, bu kesin; o şiirin çok fevkinde bir şeydir. Onda her türlü mecaz, teşbih, istiâreye rastlamak mümkündür. Onda mecaz olmadığını iddia etmek onu Yüceltmez. Belki tersine bilmeden ona karşı yapılmış bir haksızlık demeye gelir. Onda mecaz, teşbih ve istiâre gibi söz sanatlarının olması onun muhkemliğine bir zaaf getirmez ve kimse tarafından da böyle yorumlanamaz. O söz sanatlarını mesajın gerçekliğini zayıflatmak amacıyla değil; mesajı aracı kıldığı dilin tüm imkânlarını kullanarak muhatabına daha kolay ulaştırmak amacıyla istihdam eder.
Rasûlullah ve Güzel Söz: Ahlâkı Kur’an olan Hz. Peygamber dâvette de ideal üslûbun örneğiydi. O, söyleyeceğini deve çobanından devlet başkanına, dâvete muhatap olan her insanın anlayabileceği bir dille ve sadelikte söylerdi. “Onlar ki sözün tümünü dinlerler, en güzeline uyarlar.”974 âyeti onda ahlâk halini almıştı. Sözü olan herkesi dinlediği için müşrikler ona “kulak” lakabını takmışlardı. 975
Bir insanın konuşma hakkından söz edebilmesi için dinleme sorumluluğunu yerine getirmesi şarttır. Bu ahlâkî sorumluluk günümüz insanının en büyük eksikliğidir. Yapılan bir bilimsel araştırmada karşılıklı konuşan insanların birbirlerinin söylediklerinin % 65’ini dinlemediği ortaya çıkmıştır. Dinlemesini bilmeyenin dinlenmek istemeye hakkı yoktur. Peygamber’in ahlâkı bunun en ideal örneğidir.
Hz. Peygamber’in dâvet üslûbu, ilkelerden tâviz vermeyen fakat olguları da gören bir üslûptur. Rasûlullah, etrafındaki insanları terbiye ederken oldukça sevecen ve şefkatli davranır, onların hatalarını kendilerini kırmadan düzeltirdi. 976
Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir.977 Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren özelliklerdendir.978 Her peygamber kendi kavminin, içinden çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır.979 Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir. İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar, onunla inançlarını öğrenir ve ifade ederler, birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak şarttır.
“(İnsanları) Allah’a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayırdan)
974] 39/Zümer, 18
975] 9/Tevbe, 61
976] Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi, s. 144 vd.
977] 55/Rahmân, 4; 96/Alak, 4
978] 30/Rûm, 22
979] 14/İbrâhim, 4
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 191 -
büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur.”980; “Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.”981 Bu âyetlerden yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini şöyle tespit edebiliriz:
1- Allah’a dâvet, insanları mutlak doğruya, tevhide, İslâm’ın ana esaslarına çağırmalıyız. Kendi beşerî doğrularımıza, parti veya cemaatimize, dernek veya vakfımıza değil; insanları Allah’a ve O’nun dinine, O’nun tartışmasız doğrularına dâvet etmeliyiz. Bugün çoğu dâvetçi, bunu uygulamamaktadır. Mutlak doğrulara değil; göreceli/ictihâdî/yoruma dayalı doğrulara çağırmaktadır. Tebliğ zannedilen görüşmelerin bereketsizliğinin sebeplerinden biri de budur.
2- Sâlih amel, yani sadece sözle yaptığımız dâvetle yetinmeyip hal dili, beden dilini de kullanmak, anlattığımızı önce ihlâslı bir şekilde nefsimizde yaşamak ve örnek olmak gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, eteği tutuşan itfaiyeci, kendini kurtarmadan dışarıdaki yangını söndüremez.
3- “Ben müslümanlardanım” demek, yani Allah’a teslimiyet, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışmak, İslâm kimliğinden başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmamak, şahsiyet/kimlik sahibi olmak ve dünyevî çıkar gözetmemek gerekir. Bir cemaat mensûbu, bir klik, grup olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın karşısında olmak gerekir.
Diğer âyet ve hadislerden yola çıkarak, güzel sözün diğer temel içerik özelliklerine şunları da ekleyebiliriz:
4- Hayırlı ve Faydalı Şeyler Konuşmak: “Kim Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” 982
5- Aksi Gerekmediği Müddetçe Sevindirici, Müjdeleyici Sözler: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; Müjdeleyin, nefret ettirmeyin.”983; “Tatlı bir çift söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” 984
6- Muhâtabın Seviyesine ve Psikolojik Durumuna Uygun Sözler.
Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir.
2-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
3- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
4- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
5- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, (bu konudaki diğer âyet ve hadislerde emir ve tavsiye edilen güzel öğüt kurallarına uymak:) tatlı dille,
980] 41/Fussılet, 33-35
981] 16/Nahl, 125
982] Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120
983] Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722
984] Keşfu’l Hafâ, hadis no: 1947
- 192 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, alternatif göstererek kötülüğü değiştirmek, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
6- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”985 “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”986 “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.” 987
Usûl ve üslûp konusunda dikkat edilecek hususlardan biri de, eleştirip yasakladığımız münkerin yerine hayırlı bir seçenek, yani alternatif sunmaktır. Alternatif sunma: Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin/buğzetsin (onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”988 Bu hadiste “münkerin eleştirilmesi” veya “kaldırılması” değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.
Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir şeker çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve şekere koşacaktır. Dâvetçi de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, fıtrî bir câzip şeyle değiştirilmeli, önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap;
985] 4/Nisâ, 63
986] 4/Nisâ, 148
987] 6/En’âm, 108
988] Müslim, İman 78
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 193 -
örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.
Tebliğcinin Meslekleri
a- Tebliğci, doktor olmalıdır. Her münker, kalbe, mânevî hayata zarar veren bir hastalıktır. Bu hastalığı teşhis eden ve tedâvisini bilen kimse de gönül doktorudur. Doktor, hastasına kızmaz. O zavallılar, mânevî mikroplarla hastalananlar, kızılmaktan çok acınmaya lâyıktır. Düzenin ve çevrenin kurbanlarıdır onlar. Etraf salgın hastalık yayan bulaşıcı mikroplarla dolu olduğu için koruyucu (imanî) tedbirler alamayan kimseler doğal olarak hastalanacaktır. Mikroplarla mücâdele etmeden toplumsal hastalıkları yenmek mümkün değildir. Dâvetçi, doktor hassâsiyeti ile hastasını tedâvi etmeli, mânevî hastalıklarına reçeteler yazmalı, tavsiyelerine uyulmadığı için bağırıp çağırmamalı, tekrar ilaçlar sunmalı, belki farklı bir tedavi uygulanmalı, hasta kontrol altında tutulmalı, mikroplu yerlerden uzaklaştırılmalıdır.
b- İtfaiyeci olmalıdır. Nerede bir yangın varsa oraya koşan, elinde ne imkân varsa o imkânları kullanarak yangını söndürmeye çalışan itfâiyecidir tebliğci. Yangında öncelikli kurtarılacak şeyleri iyi bilmelidir. Ateşin içinde bir canlı, bir insan varsa, kendi hayatını bile tehlikeye atarak onu ateşten kurtarmaya çalışmalıdır. Ama, eteği tutuşan bir itfaiyeci, kendinden uzaklaştıramadığı ateşi nasıl söndürecek, muhâtaplarını yangından nasıl kurtaracaktır? Münkerlere kendi yakasını-paçasını kaptıran tebliğci, kendi üzerindeki ateşi görmeyen, kendini ateşten koruyamayan itfaiyeci gibidir.
c- Cankurtaran olmalıdır. Denize açılıp boğulma ile karşı karşıya kalanları kurtarma görevlisidir dâvetçi. Günah denizlerine dalıp sâhil-i selâmetten uzaklaşan kimseler kurtarıcı ve cankurtaran bekleyen felâketzededir. Yüzme bilmeyen insanın cankurtaran olmaya kalkmaması gerekir, yoksa başkasını kurtaracağım derken kendisi boğulur. Ölümcül dalışlar yapan ve münker denizinde ilerleyen kimseler için gözlerini dört açmalı, onları nasıl kurtaracağı konusunda usûl ve teknik bilmelidir tebliğci. Bilmelidir ki, boğulmaya yüz tutan nice insan, imdat diye bağıramayabilir, ya da sesini herkese ulaştıramayabilir.
d- Asker ve polis olmalıdır. Her dâvâ adamı, cündullahtır, Allah’ın askeri ve polisidir. Şeytanın askerlerine karşı Allah’ın tarafında yer aldığı için hizbullah da denilen Allah eri, hilesi çok zayıf olan cin ve insan şeytanlarına karşı savaşçıdır. İşgallerin en kötüsü ve en tehlikelisi olan zihinleri ve gönülleri işgal eden işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve gücünü askeri olduğu ve uğrunda savaştığı Zât’tan alan bir asker. Aynı zamanda polistir dâvetçi. Suçluları tesbit eden, onların suç işlemelerine fırsat tanımayan, münkerlere/suçlara engel olan Allah’ın polisi. Yetkiyi O’ndan alan O’nun cezasını hatırlatan bir görevli. Polise, bağlı bulunduğu devlet görev verdiği ve polis bu görevi ihmal edince nasıl suçlu oluyorsa, müslümanlara da Allah bu yetkiyi veriyor, yeryüzünde halife kılıyor. Aynı zamanda trafik polisidir o. Allah’ın, buraya girilmez dediği yasak yolları, burada durulmalı, geçilmemelidir dediği kırmızı ışıkları gösteren ve kaygan yolda hızlı gidenleri uyaran yoldaki işaretçidir, doğru yolu gösteren, tehlikeli yoldan insanları uzaklaştıran kılavuzdur tebliğci.
e- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır. Durum ve mekân neyi
- 194 -
KUR’AN KAVRAMLARI
gerektiriyorsa, toplumun önüne geçmek gerektiğinde onları aydınlatmaya çalışan hoca, vâiz veya öğretmen olabilmelidir. İslâm’da ruhbanlık, din adamı sınıfı olmadığından, o bilir ki, hocalık özel bazı insanların görevi değildir sadece. Namaz kılan herkes, gerektiğinde imamlık da yapabileceğinden o iş kendine düştüğünde hocalık yapabilecek, toplumun önüne geçip insanlara Allah’a kulluk yaptırabilecektir, onlara imam/önder olabilecektir. Herkes bildiğinin âlimi, bilmediğinin de câhili olduğundan, bildiği doğruları insanlara güzel ve etkili bir şekilde anlatan vâiz rolünü oynayabilecek, nasihat edebilecektir. Hakkı, özellikle tevhidi topluma haykırabilecek, insanları namaza ve namaz gibi güzelliklere çağıracak güzel ve gür sesli bir müezzin olabilmelidir. Bildiklerini öğreten muallim olmalıdır dâvetçi. Tabii, bu mesleklerin gerektirdiği formasyona sahip olmaya çalışacaktır. Yoksa, çocukların evcilik oyununa benzer bu yaptıkları. O, bilmek zorundadır: “Yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar.” Bu işler, oyuncak değildir çünkü. Gerektiği zaman da cemaat, dinleyen ve öğrenci olabilmelidir. Çünkü o bilmelidir ki, bu meslekler, günümüzdeki memurluk gibi değildir; ihtiyaç ânında her mü’mine düşen görev taksimatıdır.
f- Psikolog ve pedagog olmalıdır. İnsanları iyi tanıyan, her insanın psikolojisine uygun çözümler getiren bir yaklaşım içinde olmalıdır tebliğci. İnsanların akıllarına göre hitap edebilmeli, onların sosyal konumlarına uygun sözlerle mesajını sunabilmelidir. “Herkes kendi mizaç ve karakterine, meşrebine göre amel işler...”989 Muhâtaplarının karakter tahlillerini iyi yapabilmeli, davranışlarının hangi psikolojik arka plana dayandığını anlayabilmelidir. Çok yakını ölen birinin durumu ile evlenme gibi sevinçli bir olay içindeki insanın psikolojisi aynı değildir. Her iki ortam da tebliğe müsâit olsa bile, aynı tarz ifâdelerle bu yapılırsa, bazen kaş yapmak isterken göz çıkartılmış olur. İnsan psikolojisi, günah ve şirk psikolojisi, toplum psikolojisi hakkında bilgi sahibi olunmalı, öğretim metotları bilinip, hangi şartlarda hangi usûlün en elverişli olduğu bilinip ona göre davranılmalıdır.
g- Aşçı ve garson olmalıdır. Güzel, nefis, leziz yemekler pişirebilmelidir zihin mutfağında aşçılık yapan tebliğci. Ve bunları haliyle ve diliyle güzel bir şekilde sunabilen bir garson olabilmelidir. Güzel malzemeler katıldığı halde, kötü pişirilmiş, fazla ateşte tutulmuş ya da yeterli pişirilmemiş çiğ yiyecekler yakışmaz usta aşçıya. Kimse bu lokantadan yemek yemek istemez. Hasta etmemeli, iştah kaçırmamalı, tiksindirmemeli pişirilenler. Ve unutulmamalı ki, çok güzel bir yemek bile, güzel bir şekilde sunulmazsa, insanlar onu yemekten hoşlanmazlar. Karnı aç birisi, usta elinde pişmiş yiyeceği, üstü başı pis, kaba ve ısıracak kimse arayan yılan dilli bir garsonun yemeği sunmasıyla iştahı kaçacak, belki yemeden aç aç masadan kalkacaktır. Sunulan yemek çok güzel990 de olsa, açlığını gidermek için gelen kimsenin suratına atar gibi masasına atıp giden bir garson, bir çuval inciri berbat etmiş olacak, lezzetli yemeklerin tadına bile bakmadan kişinin masadan kalkmasına sebep olacak, ya da lezzetli yemeği sabote etmiş olacaktır.
h- Tiyatrocu, aktör olmalıdır. Özellikle ana-babalara ve kendilerine saygı duyulmasını bekleyen büyüklere karşı rol yapabilmelidir dâvetçi. Kimsenin artist olması, maskeyle dolaşması, hareket ve konuşmalarının sahte olması değil istenen; ama bazen “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” cinsinden tavırlar
989] 17/İsrâ, 84
990] Kur’an âyetleri ve Peygamber hadisleri
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 195 -
takınabilmelidir. Otobüs ve minibüs gibi toplu taşıma araçlarında ve bekleme salonlarında, ortam uygunsa, etraftakileri rahatsız etmeyecek bir tarzda; iki arkadaştan biri karşı cepheden soru soran ve öğrenmek isteyen, bazen de eleştirip karşı çıkan bir rolü üstlenebilecek, arkadaşı da bildiği o konuda ona tebliğ ediyor izlenimi vererek kulak misafirlerine hakkı duyurabilecektir. Ana-babaya karşı bazen öğrenmek istercesine soru sorarak, bazen kendisi için okuyor hissi verip bir kitabı, dergi ve ya da yazıyı sesli olarak okuyabilecek, hoşlandığı hissi vererek bir kaseti onlar için çaktırmadan dinlemek isteyecek, onlara mesajı ulaştıracak farklı yollar arayışı içinde olacaktır. Ama bu rolleri, yalan söylemeden, ağzına yüzüne bulaştırmadan, ustaca becermeye çalışacaktır.
i- Terzi olmalı. Kişiye uygun özel elbise dikilebilmelidir. Giydirmek istediğimiz elbise, karşımızdakine ne büyük ne de küçük gelmeli, üzerine tam oturmalıdır. Konfeksiyon tipi, hazır kalıp, herkese giydirilecek tek tip elbiselerden kaçınmalıyız. Bilmeliyiz ki, her insan ayrı bir dünyadır, dünyaya bakışında bazı farklılıklar vardır. Her insanın açık kapısı farklı olabilir, kilitli kapıları zorlamak yerine, o insanın açık ve tebliğe müsait tarafını bulmaya çalışmalıyız.
j- Şoför olmalıdır. Kullandığı aracı, üzerindeki yolu, gideceği hedefi iyi tanıyıp bilmeli, aynı yoldaki başka araç ve sürücüleri hesaba katabilmelidir. Başka yolu tercih edenlerin sebebini, oradaki toplu taşıma araç ve şoförleri iyi tanıyabilmelidir. Yolun neresi kaygan, neresi düz, nerede hız yapılamaz; iyi bilmeli ve ona göre davranabilmelidir.
k- Çiftçi, ziraatçı olmalıdır. Toprağa attığı tohumu, diktiği fidanı, ektiği ekini sabırla ürüne dönüşmesini bekleyecek, aceleci olmayacaktır. Tedricîliği prensip kabul edecek, ektiği ekinin veya diktiği fidenin gerekli bakımını yapacak, sulayacak, etrafında biten ayrık otları, zarar vericileri temizleyecek ve ürün elde etmek için görevini yapıp sebeplere yapıştıktan sonra, duâ edip Allah’ın rahmetini beklemeye başlayacaktır. İnsana yatırımın en pahalı yatırım olduğu ve çokça ıskartaya çıkacağı bilinciyle moralini hiç bozmayacak. “Tohum saç, bitmezse toprak utansın. Ustada kalırsa bu öksüz yapı, onu sürdürmeyen çırak utansın!” diyecek.
Konfeksiyonculuk, işportacılık, çığırtkanlık, politikacılık, propagandacılık, misyonerlik, reklamcılık, pazarlamacılık, lejyonerlik, emir kulluğu gibi meslekler de yasak mesleklerdir.
Tartışmadan, münâkaşadan kaçınmaya çalışmalı, tebliği bir boks maçına çevirmemeliyiz. Bizim bütün gayretimize rağmen, münâkaşaya mecbûren çekiliyorsak, yine inisiyatifi elden bırakmamalı, ağırlığımızı ve olgunluğumuzu kaybetmemeliyiz. Tebliğ için en uygun ortam kollanmalı, bir boksör gibi, karşımızdakinin en zayıf ânını kollayarak indirici darbeyi o zamana saklamalıyız. En son söylememiz gereken sözü en başta söylememeliyiz. En son yıkacağımız put, muhâtabımızın nefis putu olmalıdır. Kişinin nefsini açık ve ağır biçimde suçlayarak işe başlarsak, muhâtabımız, o putun dayanağı olan diğer putları da savunmuş olacaktır. Ama, nefis putunu ilk anda görmezden gelir, hatta yanlışa ve abartıya kaçmaksızın onun güzel tarafları öne çıkartılıp övülürse, diğer putlar daha rahat alaşağı edilecek, en sonunda dayanaksız kalan nefis putu, kendiliğinden devrilecektir. Her sarayın açık bir kapısı vardır. Kilitli kapıları kırarak oradan girmek olgun insana yakışmaz.
- 196 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Tekrarın, ısrarın, kontrolün, tâkibin önemi büyüktür. Reklâmın etkisi, biraz da tekrardan olmaktadır. Yasak savma cinsinden söylenilip geçilmemeli, en tesirli olacak şekilde ve en güzel usûlle tebliğ yolları aranmalıdır. Müjde, kolaylık yolları ihmal edilmemelidir. Akla hitap edildiği kadar, hatta ondan daha çok duygulara, gönle hitap edilmeli. İlgi ve ilişki sürdürülmeli. Kıssa ve mesel, hikmet ve mev’ızeler gerektiği oranda sıklıkla kullanılmalı.
Dâvetçi; Sağlam iman sahibi, yeterli ilmî birikimi olan; dini, insanı, psikolojiyi, çağı ve dünyadaki fikir akımlarını, insanların münkerleri niçin işlediği gibi konuları iyi bilip tahlil edebilmelidir. Yüzmesini bilmeyen kişinin, başkasını boğulmaktan kurtarmasının mümkün olmadığı bir gerçektir. İnsanlara ayna olmalı, kendi yanlışlarını bizim temiz ahlâkımızda/aynamızda görüp düzeltebilmesine vesile olabilmeliyiz. Sevilmeyen bir insanın tebliği fayda getirmez. Gerekli maddî imkânlara sahip olunmalı, hiç değilse elindekilerle yetinen kanaatkâr ve gözü tok olmalı ve öyle bilinmelidir ki, tebliğ karşılığında hiçbir ücret ve karşılık beklememiş ve almamış olsun. Sabır ve azim sahibi olunmalı, ümitsizliğe yer vermemelidir. Kendisi ümitvar olduğu gibi, başkasına da umut bahşedebilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümidini ancak kâfirlerin kestiği unutulmamalıdır. Şefkat ve merhamet, af ve müsâmaha sahibi olunmalıdır. Adam kazanma gayreti içinde, zorluklara göğüs geren, fedâkâr ve sevecen tavırlar sergilenmelidir. Tevâzu sahibi ve olgun bir şahsiyet, karakter sahibi bir kişi ancak tebliğde mesâfeler kat edebilir. Dış görünüşü temiz, elbisesi düzgün, temiz ve güleryüzlü olmalı, neticeyi âhirette bekleyen ve yapıştığı sebepleri bereketlendirmesi ve başarı için Allah’a duâ etmelidir tebliğci.
Muhâtabın anlayıp anlamayacağı hesaba katılmadan, ilk elde hemen her şeyi anlatmak da doğru olmaz. Fikrî seviyesi hesaba katılmadan, hazmedemeyeceği ağır konuları gündeme getirmek, fayda yerine zarar verebilir. İhtilâflı konuların, dinin teferruat sayılabilecek ayrıntılarını tebliğ olarak öne çıkartırsak dini zorlaştırmış oluruz. İyiliği emretmek, ancak ümmetin, üzerinde ittifak ettiği şeylerde olmalıdır. Ümmetin, üzerinde ihtilâf ettiği şeyleri tebliğ etmek, kimseye şart değildir. Bu görevi, yumuşak huylu, sabırlı ve anlayışlı kimseler yapabilir.
İnsan, ihsânın kölesidir. Tebliğci bunu unutmamalı, gücü ve imkânı ölçüsünde ikramlarda bulunmalı, hiç değilse güleryüzünü ve tatlı dilini, ikrâm olarak sunabilmelidir. Muhâtabının sözünü kesmemeli, onu sonuna kadar dinleyebilmelidir. Kendisi konuşurken, karşısındakinin sıkılma ihtimalini gözönünde bulundurmalı, gönülden gelen bir dinleme yoksa konuşmanın faydası olmayacağını unutmamalıdır. Az ve öz konuşmalı, sözleri dikkatli seçmeli, kırıcı ve gereksiz tartışmalara yol açıcı ifadelerden kaçınmalıdır. Dile hâkim olmalı, hitâbet tekniğine ve insan psikolojisine uygun şekilde hitap edebilmelidir.
Tebliğ ederken yumuşak olmak, tedrîcîlik ve neticeyi Allah’ın tâyin edeceğini bilerek, esas sonucu âhirette beklemek gibi esaslar, misyoner tavrına yol açmamalı. Bir yüzüne tokat vururlarsa diğer yüz çevrilmemeli. Zulmetmek de, zulme uğramak da, zulme rızâ göstermek de İslâm’da yasaklanmıştır. Dâvâ ve dâvet için her yol mubah değildir. Amaç gibi araçlar da meşrû olmalıdır. İnatçı, alaycı müstekbir kâfirlerle karşılaşınca, bilinçli şekilde kibirli ve müslümanları aşağılayan kimselere muhâtap olunca; gereken tâvizsiz tavır, ölçülü sert yaklaşım dinin ve dindarın izzeti açısından tercih edilmelidir. Televizyon kanallarının reyting
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 197 -
derdiyle sık sık başvurduğu tartışma programlarında müslüman konuşmacılar, kendilerini hor gören kişileri hep hoşgören tavırlar takınıyorlarsa, bilinsin ki, din bunu emrediyor diye bu tavır yapılmıyor, dine rağmen yapılıyor. “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki, prensiplere uyar da kendinizi korursunuz.”991; “(Hakkı aramayan inatçı) Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran...”992 Kibirliye ve zâlime karşı tevâzu, onun kibrini ve zulmünü arttırır.
Tebliğci, hakkı tanıtmak için muhâtaplarının özel zamanlarını fırsat bilmelidir. Hastalığında ziyâret, yakınlarından birinin ölümü için tâziye, düğününü tebrik, bayram ve benzeri günleri tebliğ için değerlendirmelidir. Sıkıntılı, dertli durumlarında sabır tavsiyesi ve hastalığında ziyaret edip Allah’tan şifâ talebi ile birlikte, bu durumların tebliğe kapıların açık olduğu zamanlar olduğunu bilerek, bu fırsatları Allah için değerlendirmelidir.
Tebliğ için câmiler, toplantı salonları, seminer ve dersler, arkadaşlık ve komşuluklar, spor karşılaşmaları gibi her şey fırsat bilinmeli ve o imkânlardan yararlanılmalıdır. Bilgisayar, internet, CD, disket, kaset, gazete, dergi, kitap, radyo, pankart, afiş, bildiri, tebrik kartları, mektup, telefon, faks gibi araçları meşrû şekilde tebliğ için kullanabiliriz.
“Öncelikle neler tebliğ edilmeli, tebliğe nereden başlamalı?” sorusuna cevap olarak şunu söyleyebiliriz: “Kur’an nereden başlamışsa oradan, peygamber nelere öncelik vermiş ise onları.” Kur’an ve Rasûlullah ilk olarak şirkin çirkinliğini, tevhidin önemini vurgulamış, öncelikle Allah’a kulluğa ve tâğutların egemenliğinden kurtulmaya çağırmıştır. Tebliğcinin öncelikleri de bunlar olmalıdır.
Herkese, özellikle misafiri ve ziyaretçisi gelmeyen, adam yerine konulmayan garip ve kimsesizlere, fakir mahalle sâkinlerine dâvet ulaştırılmalıdır. Peygamberimiz başta olmak üzere, hemen her peygamberin tebliğlerine ilk olumlu cevap verenler; köleler ve fakirler olmuştur. Ayakkabımızı boyatırken boyacıya, tıraş olurken berbere, alışveriş ederken bakkala, müsâit ortam varsa çekinmeden tebliğ ulaştırılmaya çalışılmalıdır. Evimiz, akrabâlarımız, iş arkadaşlarımız, samimiyet kurduklarımız; tebliğde öncelemek zorunda olduğumuz kimselerdir. Bununla birlikte tebliğ; kime yapılmalıdır? Herkese. Nerede? Her yerde. Ne ile, nasıl? Meşrû her araç ile ve meşrû her yöntemle.
Başkalarına İyiliği Emredip Kendisini Unutmak
Bu konudaki âyet ve sahih hadislerin lafızları, ma’rûf ve münkeri tanıyıp bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücûbunu bilen bir kimsenin, bildiğinin ve emrettiğinin aksine davranışından dolayı, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını göstermektedir. Çünkü o bu şekilde Yüce Allah’ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 993
Kötülük yaparken iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır? Hayır. Burada
991] 2/Bakara, 179
992] 9/Tevbe, 73; 66/Tahrîm, 9
993] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
- 198 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yasaklanan, kötülük yaparken iyiliği emretmek değil; iyilikle emrederken kötülük yapmaya devam etmektir. Yani, “siz iyiliği emrediyorsunuz, güzel; o halde kötülüğü de terkedin, emrettiğiniz o iyiliği kendiniz de yapın” denmektedir.
“Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”994 Ayette geçen birr (iyilik) den kasıt, itaat ve sâlih ameldir. Âyette geçen “kendinizi unutur musunuz?” buyruğundan kasıt, “kendinizi terkeder, o halde bırakır mısınız?” demektir. Unutmak, terk etmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Allah’ın: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”995 âyetinde unutmak da hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Kur’an’ın bu hükmü, başlangıçta her ne kadar İsrâiloğullarında görülen hâdiseler üzerine nâzil olmuş idiyse de bütün insanlığa ve özellikle din âlimlerine hitap edişi bakımından bu ebedî tebliğat yalnız bir nesle veya bir kavme münhasır değildir. Din, sıcak bir ruh ve müdâfaa edilen bir itikad olmaktan çıkarılıp, sanat ve ticaret haline getirilirse din adamları tehlikeli bir âfet olur. Bu tip din adamları, inanmadıkları şeyleri dilleriyle söylerler. Ve hayrı emrettikleri halde kendileri yapmazlar. İyiliğe çağırdıkları halde kendileri iyilikten kaçarlar. İlâhî kelâmın aslını ya da anlamını değiştirip tahrif ederler. Allah’ın kat’i hükümlerini birtakım menfaat ve arzulara göre te’vil ederler. Yahudi hahamlarının yaptığı gibi, dıştan İlâhî hükümlere uyar görünüp, diğer taraftan devlet adamlarını ve zenginleri memnun etmek için din hakikatleriyle bağdaşmayan fetvâlar verirler.
İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak, sadece dâvâ adamlarında değil, bizzat dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten umumî efkârı/kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir kimseden güzel söz işitir de çirkin fiiller müşâhede ederse, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan tereddüte kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. Din dâvetçilerine olan itimatlarını yitirdikten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz.
Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz; ölüdür, muhâtabına tesir edemez. Bir insan ağzından çıkan sözün canlı bir nümunesi/örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimad eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir. Zira o zaman kelimeler kuvvetini nağmelerden değil; bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği parlaklığından değil; sadakatinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesidir. Söz ile hareket, akide ile ahlâk arasındaki mutâbakatı (uyumu) sağlamak kolay değildir. Bu, sadâkatle çalışmayı, O’ndan medet dilemeyi ve O’nun hidayet kaynağı olan hakikatlerden yardım istemeyi gerektirir. Hayatın zaruretleri ve mecburiyetleri çok kere fert ile itikadının arasını açar. Hayatın karışıklığı imanın dâvet ettiği yolu zorlaştırır. Fâni olan fert ne kadar kuvvetli olursa olsun, ebedî olan kuvvete bağlanmadıkça zayıftır. Zira şerrin, tuğyânın ve sapıklığın kuvveti (Allah’ın yardımı için gerekli
994] 2/Bakara, 44
995] 9/Tevbe, 68
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 199 -
sebeplere yapışılmadıkça) insanı mağlup etmeye kâfidir.” 996
Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
“... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Başkasına iyiliği emrettiği halde, kendisini unutan kimseyi eleştiren Bakara sûresi 44. âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Hâlbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Hâlbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır. 997
996] Seyyid Kutub, Fi Zılâli’l Kur’an, c. 1, s. 142-143
997] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 287-288
- 200 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur. Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: “O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi.” Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, “Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil.” der. 998
Ebû ’l Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Hâlbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor.”999 Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz. Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan
998] Fahreddin Râzi, T. Kebir, c. 2, s. 44
999] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 55
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 201 -
şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. “Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terkedilmez.” İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor. Demek ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.
Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.” 1000
Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan mûnâfıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm’a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eyilimindedir.
Şuayb (a.s.) sözüyle olduğu kadar namazıyla ve davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet ettiği şeyleri kendisi tümüyle yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu: “Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum.”1001 Bu âyetin öncesi ve sonrası da dâvetçinin temel vasıflarını içermesi bakımından peygamberleri örnek almak ve doğruyu bulup yaymak isteyenler için çok önemlidir: “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın...’ Dediler ki ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa
1000] Gazâlî, İhyâ, c. 1, s. 82
1001] 11/Hûd, 88
- 202 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 1002
Bu âyetlerde bir peygamberin ve dolayısıyla hak yola dâvet eden peygamber izinden gidecek bir müslümanın tebliğ konusunda en önemli vasıflarının sıralandığını görüyoruz: Dâvet ve tebliğde temel, Allah’a kulluğa dâvet ve başka tüm ilâhları reddetmektir. Diğer yanlışların düzeltilmesi, bu dâvetten sonra bir anlam taşıyacaktır. Son âyetten anlıyoruz ki peygamberler, Allah tarafından gönderilmiş bir delile, yani vahye dayanırlar. Peygamberler, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer ıslahat-çıdır, onların görevi, yapmak ve düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması, insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir. Peygamberler, sadece Allah’a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah’tan geldiği hususunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah’tan başka hiçbir kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düşmezler.
Dâvetçilerin kendi nefislerine karşı sorumlulukları, toplum karşısındaki sorumluluklarından daha büyüktür. Onların kendi görevleri konusundaki eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları konusundaki eksikliklerinden daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları toplumda davranışlarıyla iyi bir örnek oluşturmaları gerekir. İnsanları kendisine dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi hayatlarında görülmeli, davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler olmalıdır. Ancak böyle olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pratik tatbikatını görme imkânına kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bunun büyük etkileri vardır. Anlatılan hakikatlerin, entellüktüel tatmin aracı olarak kalmaması, hayata yansıması için teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır ki, müslümanın hayatı, İslâm’ın aynası ve tablosu olsun.
Dâvetçiler, hayatlarının her safhasında dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve davranışlarında özel ve genel meselelerinde, bireysel ve toplumsal alanlarında, özel hayatlarında, bir işçi veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca olarak evlerinde, sokaklarda, hayatın her safhasında. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Kim kendisini başkalarına bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatma-dan önce davranışlarını o kurallara uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır.” 1003
Dâvet için gerekli ve geçerli bütün usûl ve çarelere başvurularak yapılan bir tebliğ, şayet muhâtaptan istenen hususlar, dâvetçi tarafından yerine getirilmiyorsa, etkileyici olmaktan çok çok uzaktır. “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz” diyen Ziya Paşa, hüküm vermek için geçerli ölçünün, amel, fiil, yaşayış olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan dâvetçinin yaşayışı, sözlerini nakzetmeyecek,
1002] 11/Hûd, 84, 87-88
1003] Fethi Yeken, Çağdaş Dâvetin Problemleri, s. 72
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 203 -
kavilleri ile fiilleri arasında mutâbakat bulunacak, diliyle yaptığı dâvetten ziyade o, hayatı ile dâvetçi olacaktır.
Örnek Olmak; Hâl Diliyle Emr-i Bi’l-Ma’rûf
Örneklik, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işleminin onsuz gerçekleşemeyeceği ve meyvesini veremeyeceği bir esasıdır. Çoğu zaman konuşmadan, sözden çok uygulamalar etkili olur. Mârufu emreden ve münkerden sakındıran, nasihat eden kişiler, söylediklerine uymadıkları zaman; muhâtabın fitneye düşmesine, dâvetçinin söylediklerinin doğruluğuna ikna olmamasına götürür. Hasanü’l-Basrî şöyle der: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden başlar ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak istediğinde önce kendisi ondan sakınır.”1004 Yine Hasanü’l-Basrî’ye ait başka bir tavsiye de şöyledir: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.”1005
Bir müslüman, hakkı tavsiye ve bâtıldan sakındırma işlemi sırasında hakkıyla etkili olabilmesi için, gündeme getirdiği bir konuda az bir şeyle yetinmeyip o konuyu en çok sahiplenen biri olmalıdır. Bir dâvetçinin kendi nefsini eğitmeye güç yetirmesi, başkalarını eğitmeye onu ehil kılar. Kimin de nefsi, kendisini esir almışsa, kendi hevâsına kul olmuşsa, başkalarına etkili olması mümkün değildir. 1006
İnsan, karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söylenen sözün hâle tercüman olmasıdır. Câmi, hâl diliyle durmadan namaza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz vakitlerinde tercüman olur. Bir mü’min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hâl diliyle durmadan İslâm’a çağırır. Onlara birşeyler söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. “Eğer biz, İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızda ortaya koysak, diğer dinlerin bağlıları, elbette grup grup İslâmîyet’e girecektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve devletleri de İslâmîyete toptan gireceklerdir.” Biz hep beraber İslâm’a uygun bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm’ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân edebilsek nice insanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu yapmamakla kimbilir kimlerin dalâletine, İslâm’dan uzaklaşmalarına yahut en azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.
“Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma.”1007 Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vâsıtası olmayalım; “bunların elinde de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler.
Haramdan sakınmayanın takvâ dersi dinlenilmez. Sâlih amel işlemeyenin de ibâdet teşvikleri etkisiz kalır. Mânevî bunalım içinde çırpındığı halde Kur’an’ın kapısını çalmayı akıl edemeyen insanlık âlemine bunu öğretmenin en büyük şartı Kur’an ahlâkını hayatımıza mal etmektir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ahlâkını soran ashâb-ı kirâma Hz. Âişe (r.a.)’nin verdiği cevap ne kadar ibretlidir:
1004] Ahmed bin Hanbel, Zühd, 273
1005] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
1006] Abdülhamid Bilâli, Münkerden Sakındırma Yolu, s. 44-45
1007] 60/Mümtehine, 5
- 204 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an idi.” Cenâb-ı Hakk’ın o en son elçisi, O’nun en son kitabına en mükemmel ve en berrak bir ayna olmakla kalpleri aydınlattı; câhiliyye devrini asr-ı saâdete çevirdi. Bu helâket ve felâket asrının saâdet asrına dönmesi, saâdetin bu asra taşınması da bizim O Peygamber’e lâyık ümmet olmamızda düğümleniyor. Bu düğümün çözülmesi, Kur’an’a uymayan her türlü kötü ahlâkı ruh dünyamızdan çıkarmamıza bağlı. Bunu yapabilirsek, biz de sıhhate kavuşacağız, asrımız da... 1008
Bir dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu kötü temsil edenler verir. Milyarlarlarca insan, İslâm’dan mahrum yaşıyorsa, kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşanamadığındandır. Dünyanın en kötü bir ürünü, iyi bir ambalaj yardımıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri bulunabilir. Dünyanın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de, meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde masaya başınıza fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sıfıra yaklaşacaktır. Yüzü sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bulamaması da aynı konu ile ilgilidir.
Haklı olmak yetmez; hakka sahip çıkıp, hakkıyla hakkı savunmak da şarttır. Haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği emretmemiz de yetmez; bâtılı yaşayarak bu görev yerine getirilirse, yine haksız duruma düşmüş oluruz. Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz.
En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. “İnsanları Allah’a dâvet eden ve kendisi de sâlih/iyi amel işleyen ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” 1009
İlim, Başkalarına Aktarmak İçin Değil; Öncelikle Yaşamak İçin Öğrenilmelidir
İslâm’da ilim, Allah’ın rızâsını kazanmak için öğrenilir. Bu da öncelikle ilmi öğrenenin öğrendiklerini kendisinin ihlâsla amel etmesi sâyesinde olur. Peygamberimiz, şöyle duâlar ederdi: “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi arttır.”1010; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!”1011; “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duâdan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.” 1012
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç
1008] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 158-160
1009] 41/Fussılet, 33
1010] Tirmizi, Deavât 128
1011] Tirmizi, Deavât 68
1012] Tirmizi, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 205 -
duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği câiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”1013 buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir. “Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” 1014
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” (Âlimlerin yaptıkları, câhillerin delilidir –örnek ve gerekçesidir-) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 1015
Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar “ona göre yaşasınlar” diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak sûrette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için mârifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, “ilim, satırlardaki değil; sadırlardaki (göğüslerdeki)dir” denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk’a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahâbe-i Kiram, Kutlu Elçi’den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur’an; O’nun ashâbı da Küçük Muhammed’lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.
Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. Böyle bilim, insanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten, tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.1016 İlmi, ihlâsla kendi hayatlarında tatbik edip, öğrendiklerini pratize ederek örnek hayatları ile çevrelerine hakkı ulaştırmaya çalışmak yerine; entellektüel bir değer, profesörlük gibi bir pâye, ilim adamı olduğunu kanıtlama gibi anlayışlarla sadece aktarıcılık yapan
1013] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
1014] Aliyyül Kari, Esrâru’l-Menfûa, 364
1015] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. c. 2, s. 283
1016] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y. s. 51
- 206 -
KUR’AN KAVRAMLARI
insanlar, bâtıl düzenlerin korktukları değil; belki kolladıkları kimselerdir. Bunlar, bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar. Kendilerinin yaşamadıkları İslâm’ı hayata hâkim kılma mücadelesi, cihad ve hakkı yayma değil; kendini kandırıp nefsini tatmin etme ve ihlâs yerine riyâyı tercih etme demektir.
“Olgun insan, güzel söz söyleyen değil; söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen adamdır.” Ne mutlu hakkı haykırdığı gibi, en güzel şekilde kendi nefsinde tatbik eden, özü sözünü yalanlamayanlara!
Emr-i Bi’l-Ma’rûf, Muhatâpları Kurtarmasa Bile, Yerine Getirenleri Kurtarır
Ma’rûf: İslâm’ın yani Kur’an ve Sünnetin iyi kabul ettiği Allah’a itaat etmenin içinde saydığı, kişiye sevap kazandıran tutum ve davranışların bütünüdür. Münker ise Kur’an ve Hadiste iyi sayılmayan, Allah’ın ve Rasûlünün günah saydığı, hoş karşılanmayan şeylerdir. 3/Âl-i İmran 105’de belirtildiği gibi, kişi Allah ve peygamber tarafından ortaya konan esasları yok sayıp ayrılığa düşerse büyük bir azâba çarptırılacaktır. Dinin temeli olan farzlardan biri olan ma’rûfu emir ve münkerden nehiy her müslümana düşen görevlerdendir. Bu görev yerine getirilirse bir önderin önderliğinde ümmet toplumuna ulaşılır. Ferdî müslüman olarak kalınmaz mutlaka kişi İslâm ümmetinin bir parçası olmak zorundadır. Değilse 9/Tevbe, 67 hükmüne girmiş oluruz. Hâlbuki müslüman 9/Tevbe, 71’in kapsamına girer ve toplum olarak da İslâm ümmetini teşekkül ettirmeleri için 22/Hacc, 41 âyetine uymalıdırlar. Ayrıca, 2/Bakara 44 ve 61/Saff, 3 âyetleri de unutulmamalıdır. Çünkü bu iş tüm müslümanlara farz-ı ayndır.
Alllah, peygamberleri bu prensibin tahakkuku için göndermiştir. Bunun ihmal edilmesi halinde peyamberlik müessesesinin anlamını kaybedeceği, dinin ortadan kalkacağı, fesâd ve anarşinin yayılacağı, ülkelerin harap olacağı mukadderdir. İbn Teymiyye’ye göre, emir ve nehiy insan varlığının temel kanunlarıdır. İnsan tek başına yaşasa bile kendi nefsi için emirler ve yasaklar koyar; insanların yaşamak zorunda oldukları sosyal hayat için de, emirler ve yasaklar vazgeçilmez ihtiyaçlardır.
Teorik olarak cihad da emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkerin bir parçası sayılmakla birlikte, uygulamada cihadın İslâm dinini gayri müslimler arasında yayma, müslümanları dış saldırılardan koruma ve bunun için gerektiğinde silâha başvurma faâliyeti için kullanılmasına karşılık; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker içe dönük bir hareket, yani İslâm ümmetinin Kur’an ve Sünnet hükümlerine uygun, faziletli, sulh ve sükûnun hâkim olduğu bir hayat tarzını amaçlayan temel ilkelerden biridir.
İslâm âlimleri emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin farz-ı kifâye olduğunda ittifak etmişlerdir. Bununla ilgili uygulamalar, biri İslâmî devletin sorumluluğunda resmî, diğeri müslüman fertlerin şahsî sorumluluklarına bırakılan gayrı resmî olmak üzere iki şekilde gelişmiştir. Emir ve nehiy faâliyetlerinin ilk şekli “hisbe” veya “ihtisab” adı altında kurumlaşmış, kaynaklarda bununla ilgili hükümler ayrıntılı olarak tesbit edilmiştir. İslâm âlimleri siyasî iktidarların iyiliği yaptırma, kötülüğü engelleme işlerinde yetersiz kalabileceğini, hatta bazen bizzat yöneticilerin kötülük ve haksızlığa yol açabileceklerini, bu ilkenin ise,
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 207 -
toplumun selâmeti için konulduğunu, Kur’an ve Sünnette müslümanlardan, herhangi bir resmî veya gayrı resmî ayrımına gidilmeden iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışma ödevini yerine getirmelerinin istendiğini dikkate alarak, fertlerin emir ve nehiy sorumluluklarının devam ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre iyi veya kötü olduğu açıkça bilinen hususlarda her müslüman bu görevini yapabilir. Ağırlıklı görüşe göre, âlimlerin ihtilâf halinde bulunduğu meseleler, emir ve nehiy konusu olmaz.1017 Özellikle ictihâd alanına giren konularda emir ve nehiy, yetkili kimselerce yapılmalıdır. Zemahşerî, “İçinizden hayra çağıran, ma’rûfu emreden ve münkeri nehyeden bir topluluk bulunsun”1018 meâlindeki âyeti açıklarken, bu görevi, ancak ma’rûf ve münker ile bu husustaki emir ve nehyin metotları hakkında bilgi sahibi olanların yerine getirebileceğini, aksi halde iyiliğin kötülük, kötülüğün de iyilik zannedilmesi gibi hatalara düşülebileceğini hatırlatır.1019 Bu görüş, ehl-i sünnet âlimlerince de benimsenmiştir. Ayrıca, hiç kimse, başka birinin gizli hallerini araştırma, kötü de olsa mahremiyetine vâkıf olup aleniyete dökme hakkına sahip değildir.
İslâm âlimleri, bu görevi yerine getirirken bilgilendirme, öğüt ve sözlü uyarıdan başlayıp duruma göre gittikçe sertleşen çeşitli yöntemler uygulanması gerektiğini belirtmişlerdir. Ancak, zor kullanmanın, daha özel olarak silâhlı mücâdelenin câiz olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Özellikle bu son meseleyle ilgili tartışmalar hicrî birinci asırdan itibaren gelişen şartların etkisiyle, zulüm ve haksızlık yapan devlet adamlarını münkerden uzaklaştırıp ma’rûfa yöneltmek için silâha başvurup vurulmayacağı noktasında yoğunlaşmıştır.
Müslüman, bencil değildir. Sadece kendisini düşünmez. O; kötülüğe, zulme, günaha, düşmanlığa yardımcı olmayacağı gibi, onlarla mücâdele edip onları toplumdan kaldırmaya, tüm insanlığı kurtarmaya çalışır. İnsan sevgisi, hümanistlerde değil; her şeyi ile müslümanda vardır. Müslüman, diğer insanların küfrüne ve haramlarına rızâ gösteremez; onların da dünyada huzura, âhirette cennete gitmesi için gece gündüz tüm imkânlarıyla görev yapar. Bu görevin adıdır tebliğ. Nasıl, çocuğu, elini ateşe atsa, ya da arabanın önüne fırlasa, onu sevdiğinden dolayı bu olaya müsâade etmezse, ona yasak koyarsa, diğer insanlara da yasak koymaya çalışır. Cehennem yoluna koşar adım gidenlere karşı; haykırır kollarını makas gibi açarak: “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!” Alevler içindeyken ev, üst katında ziyâfet veremez. “Bana ne, neme lâzım” demez. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” sözü müslümanların değil, yahûdilerin sözüdür. Müslüman, bilir ki, yılan kendine dokunmuyor diye ona karşı çıkmazsa, giderek daha da büyür ve ona da, çocuğuna da, sevdiklerine de dokunur. “Her koyun kendi bacağından asılır.” Ama, kokusundan bütün mahalle zarar görür. Bir ahlâksız, fâhişe bir insanın komşuları da o kötülükten mutlaka rahatsız olurlar. Müslümanlar, ahlâksızlar kadar cesur olmazsa, idare ahlâksızların olur, terbiyeli ve dürüst insanlar devamlı eziyet çekerler. “Öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz (geneli kapsar ve herkesi perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 1020
“Bu insanlar, bizim anlatmamızla düzelir mi? Bugün lâf fayda etmiyor,
1017] Nevevî, Şerhu Müslim, II/231
1018] 3/Âl-i İmrân, 104
1019] Keşşaf Tefsiri, I/452
1020] 8/Enfâl, 25
- 208 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çocuğuna bile bir şey diyemiyor, kolaylıkla yasak koyamıyorsun. İnsanlar, kendilerine kimsenin karışmasını istemiyor, özgürlük putlarına toz kondurtmuyor. ‘Sana ne, sen ne karışıyorsun, memlekette demokrasi ve özgürlük var...’ diyebiliyor.” Evet, bütün bunlara rağmen biz emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yaparak kendimizi kurtaracağız. Firavunun ayağına Hz. Mûsâ ve Hz. Hârun kimbilir kaç defa tebliğe gitti. Ebû Cehil ve onun gibilerin ayağına Peygamberimiz’in 40 civarında gittiğini, hakkı anlattığını biliyoruz. Mü’min, insanları kurtarmak için değil, kendisini kurtarmak için tebliğ eder; bu, kulluğunun gereğidir. Hele bir de bazı insanların hidâyetine vesile olursa, bu, dünya ve içindeki nimetlerden daha kıymetli bir hazinedir. “Kim bir canı kurtarır, ona hayat verirse, bütün insanları kurtarmış gibi olur...” 1021
“Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, Hakkı tutar kaldırırım.
Biri dînime saldırdımı, hattâ boğarım.
Boğamasam, hiç olmazsa yanımdan koğarım.”
Hayra kılavuz olmak; söz, iş, işaret ve her türlü şekilde olabilir. Şerre, kötülüğe, sapıklığa kılavuzluk da yine her türlü şekilde olabilir. Bugün basın, yayın, TV. kanallarıyla bunun açık örneklerini görüyoruz.
Kur’an ve peygamberimizin sahih sünneti insanlığı hayra, iyiliğe, dünya ve âhiret saâdetine çağırır. Tüm şeytanî güçler ise insanlığı sapıklığa kötülüğe ve bozguncu olmaya çağırırlar. Biz müslümanlar olarak hangi konumda olursak olalım, âlim, âbid, işçi, işveren, hoca, talebe, fakir, zengin daima insanların iyiliğine ve hayırlarına koşmak durumundayız. Bu konuda bize şu âyetler emir vermekte ve yapacağımız işi târif etmektedir: 7/A’râf 157; 9/Tevbe, 71; 31/Lokman, 17; 3/Âl-i İmran, 110; 16/Nahl, 90.
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” 1022
“Allah tarafından benden önce gönderilen her peygamberin kendi sünnetine uyan ve emrine sarılan samimi ve seçkin çevresi vardı. Sonra bunların yerlerine öyleleri geçti ki onlar yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler oldular. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir, kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarını yapmayanda ise artık hardal tanesi ağırlığı kadar bile iman yoktur.” 1023
Bu hadiste de, her peygamberin kendilerini dine dâvet ettikleri insanların hepsinin, bir olmadığını öğreniyoruz. Bazısının bizzat o peygamber gibi yaşamayı prensip edinen ve onun gibi olan kimselerden, çoğunluğunun da 19/Meryem, 59’da belirtildiği gibi Allah ve Peygamberler tarafından istenmeyen insanlar olduklarını; bunların düzeltilmesi için elleriyle, dileriyle ve kalpleriyle çaba sarfedenlere mü’min denilebileceğini, değilse hardal tanesi kadar bile imanın
1021] 5/Mâide, 32
1022] Tirmizi, Fiten 9
1023] Müslim, İman 80
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 209 -
olmadığını öğreniyoruz. Bu hadiste cihadın el, dil ve kalple olabileceği de bizlere öğretilmiş oluyor. Şeriatın emirlerine uymayanlarla yapılan mücâdele cihad sayılır. Dinin haram, günah, yasak kabul ettiğini kabul etmeyenin imanı yok hükmündedir. Bugün hem müslümanım deyip hem de müslümanca yaşamayan; müslümanlık, hayatlarında gözükmeyen kimseleri her türlü vâsıta ve imkânlarla düzeltmeye çalışmak da müslümanların görevleri cümlesindedir.
Bu son hadis-i şeriften anlıyoruz ki, tebliğle iman arasında çok sıkı bir münâsebet vardır. Bir münkerin işlendiğine şâhit olduğu halde o münkere tepki göstermeyen kimsenin hardal tanesi kadar iman kalmayacağı belirtiliyor. Buna rağmen, tepki göstermeyen, hatta o münkerden hoşlanan, münker sahibini alkışlayıp destekleyen insanların durumu ne olacak? En çirkin münkerler, televizyon kanallarından film adına, eğlence adına sunulur, izleyiciler alıştırılır. Beyaz cam; cinâyetleri, gayrı meşrû ilişkileri, fuhşu sevdirmeye, hiç değilse tepkisiz seyrettirmeye hazırlar izleyicileri, münkerlerin propagandasını yapar, halkı tepkisizliğe alıştırır. Sonra, insanlar çevrelerinde, sokaklarında, işyerlerinde gördükleri münkerlere de tepki göstermez olur. Her çeşit haram, fahşâ ve münker için özgürlük vardır. Sanırsınız ki, memleketteki demokrasi ve özgürlük sadece bu kesim için vardır; müslümanların müslümanca faâliyetlerine ve hele de münkerlere karşı çıkma görevlerine işlemez bu özgürlük; onlar için düşünce suçu, ayrımcılık, dini istismar ve benzeri yasalar devreye sokulur. Bütün bunların kaynağı düzene lâf ettirilmez. Yani, taşlar bağlanmış, itler salıverilmiştir özgür ve demokratik(!) ülkelerde.
İntihar eden birini görüp de onu vazgeçirmeye çalışmamak, sobaya elini değen çocuğunu bu işten engellememek, zehirli bir böcek karşımızdaki insanın üzerinde gezerken gördüğümüz halde ona haber vermemek, söndürmek için imkânlarımız olduğu halde yangına seyirci kalmak, ölümcül bir hastalığın ilacını bildiğimiz halde ona haber vermemek, elimizde yakacağımız mum, kandil veya daha büyük ışık saçan araç olduğu ve onu yakmaya çalışmamız gerektiği halde sadece karanlıktan şikâyet etmek... ne ise, tebliğ görevini yerine getirmekte ihmalkâr davranmak aynı şeydir.
Dâvâ adamı misyonuna sahip müslüman gençliğin çoğu, bugün moralsizlik, bereketsizlik ve tıkanıklık yaşıyorsa, bunun sebeplerinden biri, zihnî gıdaları fıtrî şekilde boşaltamadığıdır. Cemaat çalışmalarından, ev sohbetlerinden ve kitap-dergi gibi yayın organlarından beslenip tıka-basa doldurduğu kafası mânevî ur gibi şişmiş, besin zehirlenmesine değilse bile kabızlığa uğramıştır. Bunun çözümü, uygun şekilde boşaltma, yani tebliğdir. Mânevî ve zihnî gıdaları, maddî gıdâlara benzetebiliriz. Ne kadar kaliteli yiyecekler de olsa, midesini doldurduğu yiyecekleri uygun yollarla dışarıya boşaltamayan kimsenin büyük ıstıraplara yol açan hastalığı, aynen fikrî gıdalar için de sözkonusudur. Bunun çözümü, tebliğ çalışmalarıyla olacaktır. İnsanlar, dâvâ için; ölmüşleri diriltmeye, hastaları iyileştirmeye çalışmak gibi ulvî ve bereketli çalışmalara yeterli zaman ayırmıyorsa, ya içindeki müslümanlarla uğraşacak, eleştiriler içinde insanları harcayacak, ya da kendini harcayıp hastalıklı hale gelecektir. Kendi hastalığını gözde büyütmemenin yolu, doktorluk yapmaktan geçer. Tebliğ gibi hayırlı meşgale olmayınca, hayat boşluk kabul etmeyeceğinden, şerli ve zararlı uğraşılar insanı kuşatacaktır.
Kâfirler, İslâm dışı dâvâ adamları kadar, futbol fanatikleri ve tâğut yolunda
- 210 -
KUR’AN KAVRAMLARI
savaşçılar kadar Allah’ın dini için gayret göstermiyorsak, şu âyeti düşünmeliyiz: “İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zâlimler azâbı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azâbının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.”1024 İman eden mü’minlerin Allah’a olan sevgileri, başkalarının herhangi bir şeyi sevdiğinden daha fazla olması gerektiği halde, bir futbol fanatiğinin takımını sevdiği ve onun için fedâkârlığı, ya da bir ırkçı veya komünistin dâvâsı için ölümü göze alması karşısında, bizim dâvâmız için yaptıklarımızın hiç de çok, hatta yeterli olmadığını söylemek mümkündür. Kâfirler kadar, inandığı dâvâda fedâkârlık göstermeyen uyuşuk ve korkak, dünyevîleşmiş, bahaneleri mâzeret gösteren müslümanlar, imanlarını yoklamalı, yeniden İslâm’a dönmenin yolunu aramalıdır.
“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan oradan sesli sesli yellenerek uzaklaşır, ezanı duyamayacağı yere kadar kaçar. Ezan bitince geri gelir. İkamete başlanınca yine uzaklaşır, ikamet bitince geri dönüp kişi ile kalbinin arasına girer ve “şunu hatırla” , “bunu düşün” diye insanın aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki (buna kapılan) kişi kaç rekât kıldığını bilemeyecek hale gelir.” 1025
Rasûlüllah, bu hadisinde, insî ve cinnî şeytanların ezandan duyduğu rahatsızlığı beliğ bir üslupla dile getirmektedir. Ezandan rahatsız olanların tercih edecekleri alternatif meşguliyet ve sesleri, Rasülüllah’ın yellenme sesine benzetmesi de dikkat çekicidir.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Kur’an’a başlarken, namaz kılarken, bizden uzaklaşmayan şeytan, namaz kadar önemi büyük ve terkedilmesi câiz olmayan bir ibâdet olmadığı halde, ezandan niye kaçar? Cevabı, ezanın mesajında ve sosyalitesindedir. Namaz, ferdî bir ibâdettir. Namazla kişi, sadece kendisini ateşten kurtaracaktır. Ezan ise, tebliğdir, dâvettir, başkalarının kurtuluşunu istemektir. Mesaj sunmaktır, hakkı haykırmaktır ezan. Peki, her tebliğ, her mesaj şeytanı kaçırır mı? Vâizlere de, vaazlara da şeytan yaklaşamaz mı?
Cevap, ezandaki ifadelerdedir. Ezanda nelerin tebliği yapılmaktadır? Dinin temel esasları, Allah’ın en büyük olduğu, O’ndan başka ilâh olmadığı. Başka? Kurtulmak için namaz kılmanın şart olduğu, Önder ve kılavuzun kim olduğu... Tüm insanların bu esaslara ve namaza dâvet edilmesidir ezan. Net, pazarlıksız, kesin bir ifadeyle tabliğdir ezan, çünkü şâhidlik yapılmaktadır. Ve güzel bir üslûp ve sesle insanlara çağrıdır ezan. Peki, bugünkü ezanlar, şeytanı gerçekten kaçırıyor mu? Cevap yine ezan ifadesinde. Ezana, “ezan-ı Muhammedî” denir. Anlamı, Muhammed (s.a.s.)’e ait çağrı, Muhammedî üslûpla ilân. Demek ki, sünnete uygun bir usûl ve metodla tevhidî mesajın ister minâreden, ister başka yerden insanlara sunulması, şeytanları bizden uzaklaştıracaktır. İnsan ve cin şeytanlarını, korkudan yellene yellene kaçırmak isteyenlere duyrulur.
İnsanlara İyiliği Emredip Kendini Unutmak
“Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara birr’i (iyiliği) emredip
1024] 2/Bakara, 165
1025] Buhârî, Ezan 4, Amel fi’s-Salât 18, Sehv 6; Müslim, Salât 19, Mesâcid 89; Ebû Dâvud, Salât 31; Nesâî, Ezan 30; Muvattâ, Nidâ 6; Kütüb-i SitteTercümesi, 8/ 320
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 211 -
kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 1026
Birr (İyilik)
‘Birr’in aslı ‘berr’ dir. ‘Berr’, sözlükte kıta, denizin karşıtı olarak kara demektir.Buradan harketle ‘birr’, hayır işinde genişlik anlamında kullanılmaktadır. Geniş anlamıyla ‘birr’, her türlü hayır ve iyilik işinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. ‘Birr’, her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı işleri kapsar.
Allah (cc) el-Berr’dir. O, kullarına merhametli olduğu için, onların hakkında kolaylık diler, zorluk dilemez. Onların günahlarına (eğer tevbe etmezlerse) bir karşılık verir. Buna karşın onların iyiliklerine, hayırlı amellerine kat kat karşılık verir. “Hiç şüphesiz, biz bundan önce O’na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği ve ihsanı bol, rahmeti bol (el-Berr) olandır.” 1027
‘Birr’, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fâil (özne) ismidir ve iyilikte bulunan demektir. Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvada çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı sâlih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. Iyilik ve takvada ileri geçen bol bol ihsanda dulunan, akrabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar. Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ demektedir.
Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor: “Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevırmeniz ‘birr/iyilik’ değildir. Ama birr, Allah’a, Âhiret Gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere harcayan; namaz kılan, zekât veren; söz verdiklerinde (ahidleştiklerinde) sözlerinde duranlar ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranışlarıdır). Işte bunlar, doğru olanlardır ve takva sahibi olanlar da bunlardır.” 1028
Görüldüğü gibi Kur’an, ‘birr’in inanç ve amel boyutlarını, en önemli ilkeleri sıralayarak açıklıyor. ‘Birr’ öncelikli olarak İslâm’ın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da malı ihtiyaç sahiplerine infak etmektir. Bu âyette en önemli erdemler sıralanmış olup, birr’in sınırının daraltılmadığı açıktır. Bu bağlamda birr, bütün iman, ibadet ve ahlâka ait iyi huyları kapsayacak genişlikte bir kavramdır.
Birr, bütün tâat sayılan, yani Allah’a saygı ifade eden davranışlar ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içerisine alan bir kelimedir. Birr, takva sahibi mü’minlerin bir özelliğidir. Bizzat takva değil takvalı olmanın görüntüsüdür diyebiliriz. Hatta yukarıdaki âyette ‘işte sâdık (doğru) olanlar bunlardır’ cümlesinden hareketle ‘birr’i ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Hâlbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil; birr sahibi olmanın bir sonucudur.
Takva sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara el atarlar), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (c.c.) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolasıyla onların tutumu birr’in ta kendisidir.
Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir
1026] 2/Bakara, 44
1027] 52/Tûr, 28
1028] 2/Bakara, 177
- 212 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ahlâk kuralıdır. Insanlar arasındaki ülfetin (kaynaşmanın) yollarından biridir. Kişiler başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine; dostluk, barış ve ülfet olur.
Birr’in Sosyal Hayata Yansıması
Birr sosyal hayata iki şekilde yansır: Birincisi sıla’dır ki bu insanlara karşılıksız mal yardımında bulunmaktır. İkincisi ise ma’ruf’tur ki bu da, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için çalışmak demektir.
Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça bu birr erdemini kazanırlar. “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (iyiliğe ) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”1029 Görüldüğü gibi birr ahlâkı toplumda ekonomik ve sosyal düzeni zorlama olmaksızın sağlayıcı, insanlar arasındaki dostluğu ve barışı koruyacak, insanı en erdemli yapacak çok önemli bir ahlâktır. 1030
“…Birr (iyilik) ve takva (Allah’tan korku-korunma) hususunda yardımlaşın; günah ve sınırı aşma konusunda yardımlaşmayın. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” 1031
Peygamberimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Sıdk (doğruluk) insanı birr’e (Allah’ı râzı edecek iyiliğe) götürür; birr de mü’mini Cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (c.c.) katında doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak da (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı arttırır da sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir” 1032
Kur’an bize şöyle dua etmemizi tavsiye ediyor: “Ey Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin’ diye imana dâvet eden bir dâvetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerinizi ört ve bizi de ‘ebrâr (Allah’ı râzı edecek iyilik sahipleri) ile birlikte öldür.” 1033
Başkalarına Birr’i (İyiliği) Emredip Kendisini Unutmak
“Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” 1034
“Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir.” 1035
“Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab’ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir.” 1036
“İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de sâlih amel (iyi davranışta bulunup güzel hareket)
1029] 3/Âl-i Imran, 92
1030] Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, 91-93
1031] 5/Mâide, 2
1032] Buharî, Edeb 69, 7/30; Müslim, Birr 29, Hadis no: 2607, 4/2012; Ebu Davud, Edeb, Hadis no: 1989, 4/297; Tirmizî, Birr 46, Hadis no: 1971, 4/347; Muvatta, Kelâm 16; Kütüb-i Sitte 10/9
1033] 3/Âl-i Imran, 193
1034] 2/Bakara, 44
1035] 61/Saff, 2-3
1036] 62/Cuma, 5
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 213 -
işleyen ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” 1037
“...(Şuayb a.s.:) Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 1038
“Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” 1039
Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki: “İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi’râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” 1040
“İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, ‘siz kimlersiniz’ diye sorulur, şu cevabı verirler: ‘Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.” 1041
“Kıyamet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler: ‘Ey filân, sen ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin?” Şöyle der: ‘Evet, öyle idim. Ma’rûfu emreder, fakat kendim işlemezdim. Münkerden alıkoyar, fakat kendim işlerdim.” 1042
“Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 1043
“Cenab-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittiba eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücahede ederse mü’mindir, kim diliyle mücahede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” 1044
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tayin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona razı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahabeler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları
1037] 41/Fussılet, 33
1038] 11/Hûd, 88
1039] 7/A’raf, 175-176
1040] Müsned-i Ahmed, III/120, 231, 239
1041] Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, I/158
1042] Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Fiten, 17, hadis no: 46; S. Müslim, Zühd 7, 51, hadis no: 51 (2989); Müsned, V/205, 206, 207, 209
1043] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
1044] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461
- 214 -
KUR’AN KAVRAMLARI
müddetçe hayır!” 1045
“Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azâbının gölgesi altındadır.” 1046
“Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır.” Denildi ki: “O kimdir ey Allah’ın Rasulü?” Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “İlminden kendisi istifade etmeyen âlimdir” buyurdu. 1047
“Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir.” 1048
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.”1049 Yine Hasan Basri’nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” 1050
Bu konudaki âyet ve sahih hadislerin lafızları, ma’rûf ve münkeri tanıyıp bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bildiğinin ve emrettiğinin aksine davranışından dolayı, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını göstermektedir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah’ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah (s.a.s.) ise şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” 1051
Kötülük yaparken iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır? Hayır. Burada yasaklanan, kötülük yaparken iyiliği emretmek değil; iyilikle emrederken kötülük yapmaya devam etmektir. Yani, “siz iyiliği emrediyorsunuz, güzel; o halde kötülüğü de terkedin, emrettiğiniz o iyiliği kendiniz de yapın” denmektedir.
“Siz Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”1052 Ayette geçen birrden (iyilikden) kasıt, itaat ve sâlih ameldir. Âyette geçen “kendinizi unutur musunuz?” buyruğundan kasıt, “kendinizi terk eder, o halde bırakır mısınız?” demektir. Unutmak, terk etmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Allah’ın: “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”1053 âyetinde unutmak da hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır.
Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Kur’an’ın bu hükmü, başlangıçta her ne kadar İsrâiloğullarında görülen hâdiseler üzerine nâzil olmuş idiyse de bütün insanlığa ve özellikle din âlimlerine hitap edişi bakımından bu ebedî tebliğat yalnız bir nesle veya bir kavme münhasır değildir. Din, sıcak bir
1045] Müslim, İmâre 63
1046] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326
1047] Tefsir-i Kebir, II/482
1048] Tefsir-i Kebir, II/482
1049] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273
1050] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
1051] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185
1052] 2/Bakara, 44
1053] 9/Tevbe, 68
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 215 -
ruh ve müdâfaa edilen bir itikad olmaktan çıkarılıp, sanat ve ticaret haline getirilirse din adamları tehlikeli bir âfet olur. Bu tip din adamları, inanmadıkları şeyleri dilleriyle söylerler. Ve hayrı emrettikleri halde kendileri yapmazlar. İyiliğe çağırdıkları halde kendileri iyilikten kaçarlar. İlâhî kelâmın aslını değiştirip tahrif ederler. Allah’ın kat’i hükümlerini birtakım menfaat ve arzulara göre te’vil ederler. Yahudi hahamlarının yaptığı gibi, dıştan ilâhî hükümlere uyar görünüp, diğer taraftan devlet adamlarını ve zenginleri memnun etmek için din hakikatleriyle bağdaşmayan fetvâlar verirler.
İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak, iyilik yolunda olanlara karşı çıkmak, sadece dâvâ adamlarında değil, bizzat dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten umumî efkârı/kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir kimseden güzel söz işitir de çirkin fiiller müşâhede ederse, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan tereddüde kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. Din adamlarına olan itimatlarını yitirdikten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz.
Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten kurtulamaz; ölüdür, muhâtabına tesir edemez. Bir insan ağzından çıkan sözün canlı bir numûnesi/örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimad eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir. Zira o zaman kelimeler kuvvetini nağmelerden değil; bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği parlaklığından değil; sadakatinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesidir. Söz ile hareket, akide ile ahlâk arasındaki mutâbakatı (uyumu) sağlamak kolay değildir. Bu, sadâkatle çalışmayı, O’ndan medet dilemeyi ve O’nun hidayet kaynağı olan hakikatlerden yardım istemeyi gerektirir. Hayatın zaruretleri ve mecburiyetleri çok kere fert ile itikadının arasını açar. Hayatın karışıklığı imanın dâvet ettiği yolu zorlaştırır. Fâni olan fert ne kadar kuvvetli olursa olsun, ebedî olan kuvvete bağlanmadıkça zayıftır. Zira şerrin, tuğyânın ve sapıklığın kuvveti (Allah’ın yardımı için gerekli sebeplere yapışılmadıkça) insanı mağlup etmeye kâfidir.” 1054
Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
“... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Konumuzun mesnedi olan Bakara sûresi 44. âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Hâlbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer
1054] S. Kutub, Fi Zılâl, c. 1, s. 142-143
- 216 -
KUR’AN KAVRAMLARI
taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Hâlbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır.1055
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur. Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: “O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi.” Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin
1055] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 287-288
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 217 -
maksadı, sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, “Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil.” der. 1056
Ebu’l Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Hâlbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor.”1057 Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendir-mesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz. Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. “Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terkedilmez.” İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor.
1056] Fahreddin Râzi, T. Kebir, c. 2, s. 44
1057] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 55
- 218 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Demek ki, dikkat etmemiz gereken; başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.
Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.” 1058
Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan mûnâfıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm’a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eyilimindedir.
Şuayb (a.s.) sözüyle olduğu kadar namazıyla ve davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet ettiği şeyleri kendisi tümüyle yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu: “Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum.”1059 Bu âyetin öncesi ve sonrası da dâvetçinin temel vasıflarını içermesi bakımından peygamberleri örnek almak ve doğruyu bulup yaymak isteyenler için çok önemlidir: “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibâdet/kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın...’ Dediler ki ‘Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.” 1060
Bu âyetlerde bir peygamberin ve dolayısıyla hak yola dâvet eden peygamber izinden gidecek bir müslümanın tebliğ konusunda en önemli vasıflarının sıralandığını görüyoruz: Dâvet ve tebliğde temel, Allah’a kulluğa dâvet ve başka tüm ilâhları reddetmektir. Diğer yanlışların düzeltilmesi, bu dâvetten sonra bir anlam taşıyacaktır. Son âyetten anlıyoruz ki peygamberler, Allah tarafından gönderilmiş bir delile, yani vahye dayanırlar. Peygamberler, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer ıslahat-çıdır, onların görevi, yapmak ve düzeltmektir; iyiliğin
1058] Gazali, İhya, c. 1, s. 82
1059] 11/Hûd, 88
1060] 11/Hûd, 84, 87-88
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 219 -
hâkim olması, insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir. Peygamberler, sadece Allah’a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah’tan geldiği hususunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah’tan başka hiçbir kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düşmezler.
Dâvetçilerin kendi nefislerine karşı sorumlulukları, toplum karşısındaki sorumluluklarından daha büyüktür. Onların kendi görevleri konusundaki eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları konusundaki eksikliklerinden daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları toplumda davranışlarıyla iyi bir örnek oluşturmaları gerekir. İnsanları kendisine dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi hayatlarında görülmeli, davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler olmalıdır. Ancak böyle olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pratik tatbikatını görme imkânına kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bunun büyük etkileri vardır. Anlatılan hakikatlerin, entellüktüel tatmin aracı olarak kalmaması, hayata yansıması için teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır ki, müslümanın hayatı, İslâm’ın aynası ve tablosu olsun.
Dâvetçiler, hayatlarının her safhasında dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve davranışlarında özel ve genel meselelerinde, bireysel ve toplumsal alanlarında, özel hayatlarında, bir işçi veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca olarak evlerinde, sokaklarda, hayatın her safhasında. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Kim kendisini başkalarına bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatma-dan önce davranışlarını o kurallara uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır.” 1061
Dâvet için gerekli ve geçerli bütün usûl ve çarelere başvurularak yapılan bir tebliğ, şayet muhâtaptan istenen hususlar, dâvetçi tarafından yerine getirilmiyorsa, etkileyici olmaktan çok çok uzaktır. “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz” diyen Ziya Paşa, hüküm vermek için geçerli ölçünün, amel, fiil, yaşayış olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan dâvetçinin yaşayışı, sözlerini nakzetmeyecek, kavilleri ile fiilleri arasında mutâbakat bulunacak, diliyle yaptığı dâvetten ziyade o, hayatı ile dâvetçi olacaktır.
Örnek Olmak; Hâl Diliyle İyiliğe Teşvik
Örneklik, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işleminin onsuz gerçekleşemeyeceği ve meyvesini veremeyeceği bir esasıdır. Çoğu zaman konuşmadan, sözden çok uygulamalar etkili olur. Mârufu emreden ve münkerden sakındıran, nasihat eden kişiler, söylediklerine uymadıkları zaman; muhâtabın fitneye düşmesine, dâvetçinin söylediklerinin doğruluğuna ikna olmamasına götürür. Hasanü’l-Basrî şöyle der: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden başlar ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak istediğinde önce kendisi ondan sakınır.”1062 Yine Hasanü’l-Basrî’ye ait başka bir tavsiye de şöyledir: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol;
1061] Fethi Yeken, Çağdaş Dâvetin Problemleri, s. 72
1062] Ahmed bin Hanbel, Zühd, 273
- 220 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” 1063
Bir müslüman, hakkı tavsiye ve bâtıldan sakındırma işlemi sırasında hakkıyla etkili olabilmesi için, gündeme getirdiği bir konuda az bir şeyle yetinmeyip o konuyu en çok sahiplenen biri olmalıdır. Bir dâvetçinin kendi nefsini eğitmeye güç yetirmesi, başkalarını eğitmeye onu ehil kılar. Kimin de nefsi, kendisini esir almışsa, kendi hevâsına kul olmuşsa, başkalarına etkili olması mümkün değildir. 1064
İnsan, karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söylenen sözün hâle tercüman olmasıdır. Câmi, hâl diliyle durmadan namaza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz vakitlerinde tercüman olur. Bir mü’min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hâl diliyle durmadan İslâm’a çağırır. Onlara birşeyler söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. “Eğer biz, İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızda ortaya koysak, diğer dinlerin bağlıları, elbette grup grup İslâmiyet’e girecektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete toptan gireceklerdir.” Biz hep beraber İslâm’a uygun bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm’ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân edebilsek nice insanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu yapmamakla kimbilir kimlerin dalâletine, İslâm’dan uzaklaş-malarına yahut en azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.
“Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma.”1065 Yârabbi, Sen bizi İslâm’ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vasıtası olmayalım; “bunların elinde de hak mı olurmuş” deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler.
Haramdan sakınmayanın takvâ dersi dinlenilmez. Sâlih amel işlemeyenin de ibadet teşvikleri etkisiz kalır. Mânevî bunalım içinde çırpındığı halde Kur’an’ın kapısını çalmayı akıl edemeyen insanlık âlemine bunu öğretmenin en büyük şartı Kur’an ahlâkını hayatımıza mal etmektir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ahlâkını soran ashâb-ı kirâma Hz. Âişe’nin (r.anhâ) verdiği cevap ne kadar ibretlidir: “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an idi.” Cenâb-ı Hakk’ın o en son elçisi, O’nun en son kitabına en mükemmel ve en berrak bir ayna olmakla kalpleri aydınlattı; câhiliyye devrini asr-ı saâdete çevirdi. Bu helâket ve felâket asrının saâdet asrına dönmesi, saâdetin bu asra taşınması da bizim O Peygamber’e lâyık ümmet olmamızda düğümleniyor. Bu düğümün çözülmesi, Kur’an’a uymayan her türlü kötü ahlâkı ruh dünyamızdan çıkarmamıza bağlı. Bunu yapabilirsek, biz de sıhhate kavuşacağız, asrımız da... 1066
Bir dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu kötü temsil edenler verir. Milyarlarlarca insan, İslâm’dan mahrum yaşıyorsa, kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşanamadığındandır. Dünyanın en kötü bir ürünü, iyi bir ambalaj yardımıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri bulunabilir. Dünyanın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de, meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde masaya
1063] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360
1064] Abdülhamid Bilâli, Münkerden Sakındırma Yolu, s. 44-45
1065] 60/Mümtehine, 5
1066] Alâaddin Başar, Nur’dan Kelimeler, s. 158-160
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 221 -
başınıza fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sıfıra yaklaşacaktır. Yüzü sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bulamaması da aynı konu ile ilgilidir.
Haklı olmak yetmez, hakkı savunmak da; haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği emretmemiz, bâtılı yaşayarak yerine getirilirse haksız duruma düşmüş oluruz. Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz.
En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. “İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de iyi amel ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” 1067
Peygamberlerin ve Hz. Muhammed’in Özlerinin Sözlerine Uygunluğu
Beşer tarihinin uzun devreleri boyunca pek çok siyâsî, felsefî ve fikrî doktrin, hayat sahnesinde yer almıştır. Bunlarda hep görülen husus; dâvâ ile hakikat, söz ile fiiller, iddia ile vâkıa, teori ile pratik arasında önemli farklılıkların bulunduğudur. Hep iddia, söz ve dâvâ, vâkıadan, fiillerden ve olaylardan üstün olagelmiştir. Ancak peygamberler tarihinde bunun aksine peygamberlerin yaşayışları, sözleri ve dâvet ettikleri şeylere mutâbık olmuş, onların hatta üstünde bulunmuştur. Onları gören, onlara muhatap olan insanlar, henüz onların peygamberliğini bilmeden doğruluk ve dürüstlüklerini teslim etmişlerdir. Hz. Yusuf zindanda iken hapis arkadaşları ona: “Şüphesiz biz seni iyilik ve ihsan sahiplerinden görüyoruz.”1068 diye müracaat ediyorlardı.
İslâm’a dâvet eden, başkalarına iyiliği emreden kişi, güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Şüphesiz insanın sahip olduğu şeyler içinde en değerli olanı, güzel ahlâktır. Güzel ahlâkın timsali de Peygamberimiz’dir. Onun gibi olmaya çalışmak, onun gibi yaşamak, yani yaşayan Kur’an olmaya gayret etmek, sünnet üzere bir hayat sürmek, güzel ahlâk üzere olmak demektir. “Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın elçisi en güzel örnektir.”1069 İşte o, Allah’ın seçtiği bir rehber olarak, hem sözleriyle ve hem de yaşayışıyla müslümanlara örnek olmuştur: İnsanlardan bir şeyi yapmalarını isteyince, önce kendisi bunun kat kat fazlasını yapmıştır. Herkesten fazla namaz kılmış, herkesten fazla oruç tutmuş ve herkesten fazla sadaka vermiştir. Yasakladıklarından da daima uzak durmuş, hiçbir günaha bulaşmamıştır. Her türlü aşırılıktan kaçınmış, daima orta yolu izlemiştir. Meselâ o çok merhametliydi, ama merhameti zaafa varmıyor, adaletten hiç bir şekilde ayrılmıyordu. Çok cömertti fakat müsrif ve savurgan değildi. İbadete çok önem veriyordu ama dünyayı da ihmal etmiyordu. Çok bağışlayıcıydı fakat tâvizkâr değildi. Şefkatli ve yumuşak huyluydu ama gerektiğinde cephede tek başına bile direnebiliyordu... İşte dâvetçi de, onun
1067] 41/Fussılet, 33
1068] 12/Yusuf, 36
1069] 33/Ahzâb, 21
- 222 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayatını iyi öğrenip, onun gibi yaşamaya, Muhammedcik/Küçük Muhammed olmaya çalışmalı-dır ki, insanlara etkili olup söz geçirebilsin. 1070
Peygamber Efendimiz’in nübüvvet öncesi ve sonrası hali ve yaşayışı, Mekke’lilerce gayet güzel biliniyor, peygamberliğinde O’nun temel fikrine karşı koyarak tevhidi kabul etmemek, yayılmasını engellemek için türlü yollara başvuruyorlar, fakat şahsî yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, O’nun “el-Emîn”liğini ikrar etmek zorunda kalıyorlardı. O, insanlara teklif ettiği hususları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabileceğinden fazlasıyla tatbik ediyordu. Şüphesiz bu, dâvet olunanlara tesir eden önemli bir faktör olacaktı. Umman kralı el-Culendî’ye Rasulullah’ın İslâm’a dâvet mektubu ulaştığı zaman Hz. Peygamber’ in hayatı hakkında bilgiler edinen melikin sözleri şöyle oluyordu: Allah beni bu ümmî peygambere delâlet/rehberlik etmiştir. O peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor, hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terkeden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip gelecektir, engellenemeyecektir. O, ahde vefâ gösterir, sözünü yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o, bir peygamberdir.” 1071
Cenâb-ı Hak, sözle yapılan dâvete fiilen örnek olmayı emreder: “İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de sâlih amel/iyi davranış ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?”1072 Bu âyette, iyiliği emreden dâvetçide ve hatipte aranacak vasıfların en önemlileri bir araya getirilmiştir. Burada iyiliğe dâvet eden tebliğci veya hatip için sâlih amel, işinin sözüne uygun olmasıdır. “Ben şüphesiz müslümanlardanım” demesi ise, dâvetçi veya hatibin kendini dinleyicilerden üstün ve ayrı görmemesi, onlarla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır. İnsanlar, örnek görmek isterler. Psikoloji ve pedagojide, örnek almanın doğurduğu “taklit fonksiyonu”nun büyük değeri vardır. Her taklit olayı, önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikad ve fikir şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu konuda toplumun her sınıfında ve her türlü eğitim dalında istifade edilir.
Meselâ çocuğuna dinî eğitim vermek isteyen bir âile, ona her vesile ile “taklit edilecek iyi numûneler” göstermek zorundadır. Yemeğe başlarken besmele, kalkarken hamd, Kur’an okumak, namaz, oruç, fakirlere yardım, küfür etmemek, içki içmemek, yalan söylememek gibi İslâm’ın emrettiği esasları, ciddî ve samimi olarak önce aile büyükleri yapacak, çocuklar şuursuz olarak bunları taklit edeceklerdir. Bu taklit devam ettikçe, nihayet kuvvetli bir itiyat/alışkanlık haline gelir. Çocuklukta kazanılan iyi itiyatlar, bütün hayat süresince devam eder. Toplumun her yönünde halk toplulukları ve kitleler arasında aynı kanun hükümleri geçerlidir. Öğretmen okulda, dâvetçi muhatapları karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça dâvet ve tebliğ için, eğitim ve öğretim için ne kadar gayret sarfedilse tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Genel kural olarak diyebiliriz ki tebliğ, beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir. 1073
1070] A. Çetin, Hitabet ve İrşad, s. 169
1071] Said Havvâ, er-Rasül I/54-55; Nedvî, Tebliğât ve Tâlimât, II/450-459; naklen A. Önkal, s. 350
1072] 41/Fussılet, 33
1073] A. Önkal, Rasulullah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, s. 348-351
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 223 -
Rasulullah, yirmi üç sene süren peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse, onun karşısına çıkarak, veya arkasından konuşarak: “Neden bize söylediklerini kendin de yapmıyorsun?” diyememiştir. Rasulullah’ın bu üstün vasfı, O’nun her yönüyle sözü dinlenir bir peygamber olarak tanınmasına sebep olmuştur. Hayatı boyunca ona sarsılmaz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok, sözünün işe uygun olması yönü ile ona bağlanmışlardır. Rasulullah’a beslenen güvenin, itimadın aslı bu esasa dayanıyordu. 1074
Yaşayışla güzel örnek verme kuralının etkisini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslâm’a dâvet ettiği insanların İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmelerine imkân ve vesileler hazırlıyordu. Bedir Gazvesinde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde hapis tutulmaları yerine birer birer ashâb-ı kirâma dağıtılarak misafir edilmeleri, başka birtakım fayda mülâhazaları yanında büyük ölçüde, esirler sahabenin İslâm’ı yaşayışına vâkıf olsunlar diye olsa gerektir.
İslâm düşmanı Benû Hanife reisi Sümâme’nin müslüman olmasına, Hz. Peygamber’in hüsn-i muâmelesi, karşılıksız affı yanında Mescid’de bir direğe bağlı kaldığı müddet zarfında İslâmî tatbikatı görerek hakikati idrak etmesi de etkili olmuştur, diyebiliriz.
Tâif heyeti geldiği zaman, müslümanların Kur’an okuyuşları, namaz kılışları, huşû ve huzû içinde ibadetleri ve İslâm’ı yaşayışları kalplerini rikkate getirsin diye Hz. Peygamber’in onları Mescid’in hemen yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mesuplarının, ashâbın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde de, yine bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmuştur.
Görülüyor ki İslâmî dâvetin neticeye ulaşabilmesi için dâvetçinin tebliğ ettiği esasları çok iyi bilerek hayatında yaşaması, güzel bir örnek teşkil etmesi, mutlak bir zarurettir. Asr-ı Saadet’ten sonra İslâm’a muhatap olan millet ve ümmetlerin İslâm’ı öğrenme ve kabul etmede tamamen uzak ve yabancı kalmalarına sebep, -esefle kaydedelim ki- İslâm’ı hiç duymadıkları veya yanlış anladıklarından ziyade, müslümanlardan gördükleri kötü yaşayış ve davranışlar olmuştur. İslâm’ı kabul edenleri incelediğimiz zaman bunların iki ana grup teşekkül ettirdiğini görürüz:
1- Allah’a ve İslâm’a samimiyetle bağlı müslümanların örnek yaşayışlarından etkilenerek müslüman olanlar,
2- Hür düşünce ve tarafsız bir araştırmayla İslâm’ın hakikatini anlayarak diğer dinlerin yanlışlıklarından İslâm’a sığınanlar.
Şüphesiz birinci grup, ikinciden kat kat fazladır. Müslümanlar ve dâvetçiler, bilmelidirler ki şayet kendileri yaşayışlarını İslâm’a uydurarak güzel bir örnek halinde İslâm’ı sunabilseler Avrupa’sıyla, Amerika’sıyla bütün bir cihan kapıları sonuna kadar İslâm’a açacaktır. 1075
Yapmadıklarını söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri verdikleri öğütlere uymayan ve başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak kulların alayını ve Rablarının gazabını üzerlerine çekerler. Dâvetçi, kendi kendisini sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle
1074] A. L. Kazancı, Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, s.123
1075] A. Önkal, a.g.e. s. 351-352
- 224 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kendisini sorumlu tutmalıdır.
İlim, Başkalarına Aktarmak İçin Değil; Öncelikle Yaşamak İçin Öğrenilmelidir
İslâm’da ilim, Allah’ın rızasını kazanmak için öğrenilir. Bu da öncelikle ilmi öğrenenin öğrendiklerini kendisinin ihlâsla amel etmesi sâyesinde olur. Peygamberimiz, şöyle duâlar ederdi: “Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi arttır.”1076; “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım!”1077; “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım.” 1078
Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği câiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.
Hz. Peygamberimiz’e “ilim nedir?” diye sorulunca, “amelin kılavuzudur”1079 buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir. “Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve câhil âbidlerden olacaktır.” 1080
Fahreddin Râzi’ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. “Fi’lü’l-ulemâ, delîlü’l-cühelâ” (Âlimlerin yaptıkları, câhillerin delilidir -örnek ve gerekçesidir-) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde câhil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir. 1081
Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar “ona göre yaşasınlar” diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)- dir denilir. Senin hayatını düzenlemeyen, seni Hakk’a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi’den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve
1076] Tirmizi, Deavât 128
1077] Tirmizi, Deavât 68
1078] Tirmizi, Kitabu’d-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416
1079] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296
1080] Aliyyül Kari, Esraru’l-Menfûa, 364
1081] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 225 -
temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur’an; O’nun ashabı da Küçük Muhammed’lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.
Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. Böyle bilim, insanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten, tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkıyadırlar; hak yolu keser, hevâya ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.1082 İlmi, ihlâsla kendi hayatlarında tatbik edip, öğrendiklerini pratize ederek örnek hayatları ile çevrelerine hakkı ulaştırmaya çalışmak yerine; entelektüel bir değer, profesörlük gibi bir pâye, ilim adamı olduğunu kanıtlama gibi anlayışlarla sadece aktarıcılık yapan insanlar, bâtıl düzenlerin korktukları değil; belki kolladıkları kimselerdir. Bunlar, bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar. Kendilerinin yaşamadıkları İslâm’ı hayata hâkim kılma mücadelesi, cihad ve hakkı yayma değil; kendini kandırıp nefsini tatmin etme ve ihlâs yerine riyâyı tercih etme demektir.
“Olgun insan, güzel söz söyleyen değil; söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen adamdır.” Ne mutlu hakkı haykırdığı gibi, en güzel şekilde kendi nefsinde tatbik eden, özü sözünü yalanlamayanlara!
“İnsanlara karşı muktedir ve şerefli olan kimseler, güçleri yettiği halde kötülüğü men etmezlerse, muhakkak Allah Teâlâ onları zelil ve perişan eder.” 1083
“Ya emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yaparsınız, ya da Allah üzerinize zâlim bir sultanı Mûsâllat kılar.” 1084
“Bu ümmet içinden bazı kimseler mahşer gününde kabirlerinden maymun ve domuz sûretinde kalkacaklardır. Bunların günahları, günahkârlarla beraber oturup kalkmak, güçleri yettiği halde onları kötülüklerden men etmemektir.” 1085
“İnsanlar kötülüğü görüp önlemedikleri zaman, Allah Teâlâ’nın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur.” 1086
“Öyle zamanlar gelecek ki, kötülükten sakındıranların sayısı, insanların onda birinden daha az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.” 1087
“Randevuya daima vaktinde gelmek, ötekinin gecikmesini yüzüne vurma sanatıdır.”
“Nasihat, dünyanın en pahalı hazineleri kadar kıymetli olduğu halde, ekseriyâ
1082] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51
1083] Cerir bin Abdillah
1084] Ebû ‘d-Derdâ
1085] Ebû Ümâme
1086] Hadis-i şerif rivâyeti
1087] Hz. Ali
- 226 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pek ucuza satılır.” 1088
“Dostlarının, yerinde nasihatlerine kulak asmayanlar düşmanlarını memnun ederler.”
“Verdiği öğüdü biraz tutan, bunu başkalarına da dinletebilir.”
“İnsan, hayvandan konuşmakla üstündür. Ama doğru konuşmazsan hayvanlar senden üstün olurlar.” 1089
“Ya susun, yahut susmaktan iyi şeyler söyleyin.”
“Sözün en güzeli, söyleyenin doğru olarak söylediği, işitenin yararlandığı sözdür.”
“İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyin.”
“Güzel sözler, petekten damla damla sızan bala benzer; insanın ruhuna tat verir.”1090
“Kelâm ile kemâli birleştirmek gerek.”
“Güzel söz, en etkili bir sinir ilâcıdır.”
“Tatlı sözler, tatlı yankılar meydana getirirler.”
“Tatlı söz söyleyen, hiç kimseden kötü söz işitmez.”
“Tatlı söz yılanı ininden, acı söz insanı dininden çıkarır.”
“Tatlı kelâm dinletir, tatsız kelâm esnetir.”
“Bir insana söz anlatmak için yakasını, paçasını tutmanız yersizdir. Sizi dinlemek istemiyorsa, dilinizi tutun daha iyi olur.”
“Akıllılar, sözlerini altın tartan bir terazide tartarlar.”
“Ne kadar çok söylersen karşındaki o kadar az hatırlar. Az söyle de kazancın çok olsun.”
“Uzun sözü, maksadını anlatamayan söyler.”
“Bir sözün ardından koşmamalıyız; söz bizim ardımızdan koşmalı, bize hizmet etmeli.”
“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
“Ve susmak altın olmadı hiçbir zaman; Sözün bir anlamı oldukça.”
“İki şey insanı çileden çıkarır; Söylenecek yerde ağız açmamak, susacak yerde lâkırdı etmek. 1091
“Bilirken susmak, bilmezken söylemek kadar çirkindir.”
“Konuşma sanatını bilen adam, düşündüklerinin hepsini söylemez; fakat söylediklerini düşünür de söyler.”
“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır; ama bunu her zaman ihmal ederiz.”
1088] Hz. Ali
1089] Şeyh Sâdi
1090] Hz. Süleyman
1091] Şeyh Sâdi
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 227 -
İyiliği Emretmek Konusunda Âyet-i Kerimeler
Ma’rûf Kelimesinin Geçtiği Yerler (Toplam 39 Yerde): 2/Bakara, 178, 180, 228, 229, 231, 231, 232, 233, 233, 234, 235, 236, 240, 241, 263; 3/Âl-i İmrân; 110, 114; 4/Nisâ, 5, 6, 8, 19, 25, 114; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 67, 71, 112; 22/Hacc, 41; 24/Nûr, 53; 31/Lokman, 15, 17; 33/Ahzâb, 6, 32; 47/Muhammed, 21; 60/Mümtehıne, 12; 65/Talak, 2, 2, 6.
Münker Kelimesinin Geçtiği Yerler (Toplam 18 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 114; 5/Mâide, 79; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 67, 71, 112; 15/Hıcr, 62; 16/Nahl, 90; 22/Hacc, 41, 72; 24/Nûr, 21; 29/Ankebût, 29, 45; 31/Lokman, 17; 51/Zâriyât, 25; 58/Mücâdele, 2.
Emr-i bi’l-Ma’rûf Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 3/Âl-i İmrân; 110, 114; 7/A’râf, 157; 9/Tevbe, 67, 71, 112; 22/Hacc, 41; 31/Lokman, 17.
Emr-i Bi’l Ma’rfu, Nehy-i Ani’l-Münker (İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak)
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak: 5/Mâide, 105; 7/A’râf, 199; 9/Tevbe, 71; 22/Hacc, 41; 31/Lokman, 17.
Hayırlı Ümmet, İyiliği Emreder, Kötülükten Sakındırır: 3/Âl-i İmran, 110; 7/A’râf, 181; 9/Tevbe, 71.
İyiliği Emreden, Kötülükten Sakındıran Bir Topluluk Bulunmalıdır: 3/Âl-i İmran, 104; 11/Hûd, 116.
Allah, İyiliği Emredecek ve Kötülükten Sakındıracak Bir Toplum Meydana Getirir: 5/Mâide, 54; 14/İbrâhim, 19-20.
İyiliği Emir ve Kötülükten Sakındırma Görevini Yaparken, Başa Gelecek Belâlara Sabır Göstermek: 3/Âl-i İmran, 186, 195; 6/En’am, 10, 34; 7/A’râf, 127-128; 10/Yûnus, 109; 15/Hıcr, 97-98; 16/Nahl, 17; 38/Sâd, 17; 45/Câsiye, 14; 46/Ahkaf, 35; 50/Kaf, 39; 73/Müzzemmil, 10; 74/Müddessir, 7.
Peygamberimizin, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Konusundaki Özelliği: 7/A’râf, 157, 199.
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapanların Mükâfatı: 9/Tevbe, 112.
Kitap Verilenlerden İman Edenler, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapardı: 3/Âl-i İmran, 114.
İsrâiloğullarından Kâfir Olanlar, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapmazdı: 5/Mâide, 79.
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
İyiliği Emredip Kendisini Unutmak: 2/Bakara, 44; 7/A’râf, 175-176; 11/Hûd, 88; 41/Fussılet, 33; 61/Saff, 2-3; 62/Cum’a, 5.
A- İyilik Anlamındaki Birr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 44, 177, 177, 189, 189; 3/Âl-i İmrân, 92; 5/Mâide, 2; 58/Mücâdele, 9.
B- Birr Kelimesinin Çoğulu (İyiler Anlamındaki) Ebrâr Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 6 Yerde): 3/Âl-i İmrân, 193, 198; 76/İnsan, 5; 82/İnfitâr, 13; 83/Mutaffifîn, 18, 22.
C- Birr/İyilik:
Birr: 2/Bakara, 44, 177; 189; 3/Âl-i İmran, 92; 5/Mâide, 2; 58/Mücâdele, 9; 80/Abese, 16.
Ebrâr: 3/Âl-i İmran, 193, 198; 76/İnsan, 5; 82/İnfitar, 13; 83/Mutaffifîn, 18, 22.
İyilik Etmek: 2/Bakara, 195; 3/Âl-i İmran, 134; 4/Nisâ, 36, 114, 125; 16/Nahl, 128.
İyiliklere Önder Olmak: 4/Nisâ, 85.
İyiliği Açıklamak ve Gizlemek: 4/Nisâ, 149.
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
Kötülüğü İyilikle Savmak: 13/Ra’d, 22; 23/Mü’min, 96; 41/Fussılet, 34-35.
Allah, İhsânı (İyiliği) Emreder: 16/Nahl, 90.
Yapılan İyiliği Çok Görmemek: 74/Müddessir, 6.
İyilik Yapanla Kötülük Yapanın Misali: 45/Câsiye, 21.
Kötülüğe Karşı İyilik, Dost Kazandırır: 23/Mü’minûn, 96; 41/Fussılet, 34-36.
Hayra Engel Olmak: 2/Bakara, 217; 68/Kalem, 12.
İyilikleri Başa Kakmak: 2/Bakara, 262-264, 266; 26/Şuarâ, 22; 49/Hucurât, 17; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 6.
Allah, İyiliğin Karşılığını Kat Kat Verir: 4/Nisâ, 40, 124; 6/En’am, 160; 10/Yûnus, 26; 42/Şûrâ, 23; 73/Müzzemmil, 20.
Her İyiliğin ve Kötülüğün Karşılığı Verilecektir: 99/Zilzâl, 6-8.
- 228 -
KUR’AN KAVRAMLARI
İyiliğin Karşılığı: 4/Nisâ, 124; 31/Lokman, 16; 73/Müzzemmil, 20.
D- İyiliği Emredip Kendisini Unutmak: 2/Bakara, 44; 7/A’râf, 175-176; 11/Hûd, 88; 41/Fussılet, 33; 61/Saff, 2-3; 62/Cum’a, 5.
E- “Ma’rûf” u Emretmek ve Söylemek Kavramının Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 13 Yerde): 2/Bakara, 263; 3/Âl-i İmrân, 104, 110, 114; 4/Nisâ, 114; 7/A’râf, 157, 199; 9/Tevbe, 67, 71, 112; 22/Hacc, 41; 31/Lokman, 27; 47/Muhammed, 21;
F- Emr-i Bi’l Ma’rfu, Nehy-i Ani’l-Münker (İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak)
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak: 5/Mâide, 105; 7/A’râf, 199; 9/Tevbe, 71; 22/Hacc, 41; 31/Lokman, 17.
Hayırlı Ümmet, İyiliği Emreder, Kötülükten Sakındırır: 3/Âl-i İmran, 110; 7/A’râf, 181; 9/Tevbe, 71.
İyiliği Emreden, Kötülükten Sakındıran Bir Topluluk Bulunmalıdır: 3/Âl-i İmran, 104; 11/Hûd, 116.
Allah, İyiliği Emredecek ve Kötülükten Sakındıracak Bir Toplum Meydana Getirir: 5/Mâide, 54; 14/İbrâhim, 19-20.
İyiliği Emir ve Kötülükten Sakındırma Görevini Yaparken, Başa Gelecek Belâlara Sabır Göstermek: 3/Âl-i İmran, 186, 195; 6/En’am, 10, 34; 7/A’râf, 127-128; 10/Yûnus, 109; 15/Hıcr, 97-98; 16/Nahl, 17; 38/Sâd, 17; 45/Câsiye, 14; 46/Ahkaf, 35; 50/Kaf, 39; 73/Müzzemmil, 10; 74/Müddessir, 7.
Peygamberimizin, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Konusundaki Özelliği: 7/A’râf, 157, 199.
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapanların Mükâfatı: 9/Tevbe, 112.
Kitap Verilenlerden İman Edenler, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapardı: 3/Âl-i İmran, 114.
İsrâiloğullarından Kâfir Olanlar, İyiliği Emretmek ve Kötülükten Sakındırmak Görevini Yapmazdı: 5/Mâide, 79.
İyilik Etmek ve Kötülükten Sakınmakta Yardımlaşmak: 5/Mâide, 2.
Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları
1. İyiliği Allah’tan Her Kötülüğü Kendinden Bilmek: 15/168-170.
2. İyilik Edene Duâda Bulunmak: 16/324-325.
3. İyilik, Güzel Ahlâktır: 6/346-347.
4. İyilik, İmanla Makbuldür: 2/203.
5. Kırk İyilik Üzerine: 2/542.
6. İhânet Edene İhânetle Değil; İyilikle Karşılık Vermek: 2/373-384.
7. İyilik Üzerine Bazı Hadisler: 2/541.
8. İyilik Yapana “Cezâkellahu hayran” Demek: 16/324-325.
9. Yapılan İyiliği Başa Kakmanın Cezası: 16/348-349.
10. İyiliklerin Allah Rızâsı İçin Yapılması: 2/546.
11. İyilikte ve Kötülükte Öncülük Yapanların Durumu: 10/39.
12. Yapılan İşin İyi veya Kötü Olduğu Nereden Anlaşılır? 17/592.
13. Ma’rûfu Tavsiye: 10/111
14. Kötülerin Arasında Kalmaktansa Ölmek Yeğdir: 17/546-547.
15. Kötülerin Yanında İyilere de Musibet Gelir: 16/117.
16. Kötülerle Beraber Oturmak: 16/117
17. Kötülüğü Alenî Yapmak: 17/317.
18. Kötülüğü Bertaraf Edecek En Güzel Yol: 4/ 230-231.
19. Kötülük görüldüğü Zaman, Mü’minin Tavır Alması: 2/378.
20. Kötülüğe Karşı Hiç Bir Şey Yapılmadığı Takdirde Umumî Belânın Gelmesi: 2/378-380.
21. Kötülükler, Kötü Şeyler Şeytana Benzetilir: 7/500.
22. Kötü Sondan Kim Kurtulabilir: 14/15.
23. Kötü Sözlü Olmak: 15/142.
24. Kötü Sözü Çokça Kullanmak Haramdır: 15/184.
25. Rasûlullah Kimseye Kötü Konuşmadı: 17/459.
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 229 -
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 287-288
2. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 322-327
3. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 477-482
4. Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130-131
5. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. C. 1, s. 141-143
6. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. C. 2, s. 52-59
7. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 115-117
8. Min Vahyi’l-Kur’an, Muhammed H. Fadlullah, Akademi Y. C. 2, s. 22-25
9. Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. C. 1, s. 120-123
10. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.21-22
11. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 158-160
12. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 91-94
13. Kur’an-ı Kerim’de Maruf ve Münker, Ömer Dumlu, Ravza Y.
14. Rasülüllah’ın İslam’a Dâvet Metodu, Ahmed Önkal, Esra Y.
15. Münkerden Sakındırma Yolu, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
16. Kur’an’da Dâvet Metodu, S. Hüseyin Fadlullah, Seçkin Y.
17. Sünnetullah’ta Dâvet Metodu ve Evrensel Mesaj, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
18. İslâm Dâvetçilerine, Mevdudi, Dünya Y.
19. İslam Dâvetinin Esasları, I, II, Abdülkerim Zeydan, Risale Y.
20. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir bin Awad el-Elmaî, Pınar Y.
21. Buhari ve Müslim’den İslâm Dâvetçilerine Öğütler, Seyfullah el-Muvahhid, Hak Y.
22. Ellinci Yılında Müslüman Kardeşler Hareketi, Said Havva, Uysal Kitabevi Y.
23. Dâvetin Esasları, Gençliğin Meseleleri, Hasan el-Benna, Esra Y.
24. İslâm’a Dâvet, Muhammed Ebu Zehra, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
25. İslâm Dâvetçilerinin Vasıfları, Muhammed Sabbağ, Bahar Y.
26. İslâm’a Dâvet Metodu, Said Ramazan el-Bûti, Madve Y.
27. Hizmet İnsanı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
28. İslâm’da İrşad, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
29. Hitabet ve İrşad, Abdurrahman Çetin, Aksa Y.
30. Tebliğ, İsmail Çetin, Dilara Y.
31. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
32. İslâm’da Dâvet, Hekimoğlu İsmail, Yeni Asya Y.
33. Allah Erinin Yolu, Adil Akkoyunlu, Vahdet Y.
34. Dâvet, Şevki Saka, Seha Neşriyat
35. Dâvetin Başlangıç Noktası, Muhammed Ahmed Raşid, Madve Y.
36. İslâm’a Dâvet, Türkân Namlı, Salah Bilici Kitabevi Y.
37. Çocuklar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
38. Kızlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
39. Kadınlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
40. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
41. Dâvet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Seçkin Y. / Ravza Y
42. Dâvet Yolunda Hazırlık, Fethi Yeken, Ravza Y. ,
43. İslâm Dâvetçisine Notlar, Fethi Yeken, İlim Y.
44. İslâm’a Nasıl Dâvet Edelim? Fethi Yeken, İlim Y. / Ravza Y.
45. Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Ravza Y.
46. Dâvet Yolunda Temel Meseleler, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
47. Dâvet Yolunda Örneklik, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
48. Dâvet Yolu Üzerine Sorular, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
49. Dâvet Yolunda Dualar, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
- 230 -
KUR’AN KAVRAMLARI
50. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
51. Üyelik ve Liderlik Açısından Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
52. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y.
53. İslâm’ın Genç Dâvetçilerine, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
54. İyiliği Emretmek, Kötülükten Alıkoymak, İbn Teymiyye, İhya Y.
55. Hisbe, İbn Teymiyye, İhya Y.
56. Hisbe Teşkilâtı, Yusuf Ziya Kavakçı
57. İslâm Hukukunda Örf, Mehmet Şener,
58. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
59. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç
60. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
61. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y.
62. Ailede Çocuğun Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, İFAV Y.
63. Allah’a Dâvette Peygamberlerin Metodu 1-2, M. Surur b. Naif Zeynelâbidin, Guraba Y.
64. Allah Erinin Yolu, Adil Akkoyunlu, Vahdet Y.
65. Bedenin Dili, Zuhal Baltaş, Acar Baltaş,
66. Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y.
67. Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed ve Eğitim Metodları, A. Ebu Ğudde, Umran Y.
68. Buhari ve Müslim’den İslâm Dâvetçilerine Öğütler, Seyfullah el-Muvahhid, Hak Y.
69. Bütün Yönleriyle Hitabet, Nejat Muallimoğlu,
70. Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.
71. Çocuk Eğitiminde Peygamberimizin Metodu, Abdülbâsit M. Seyyid, Beka Y.
72. Çocuklar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
73. Dâvâ Erlerine Mesaj ve Metod “Teşkilatçılık”, Ahmet Akgül, Doğuş Y.
74. Dâvet Yolu Üzerine Sorular, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
75. Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Ravza Y.
76. Dâvet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Seçkin Y. / Ravza Y
77. Dâvet Yolunda Duâlar, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
78. Dâvet Yolunda Hazırlık, Fethi Yeken, Ravza Y. ,
79. Dâvet Yolunda Örneklik, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
80. Dâvet Yolunda Temel Meseleler, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
81. Dâvet, Şevki Saka, Seha Neşriyat
82. Dâvetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y.
83. Dâvetin Başlangıç Noktası, Muhammed Ahmed Raşid, Madve Y.
84. Dâvetin Esasları, Gençliğin Meseleleri, Hasan el-Benna, Esra Y.
85. Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar, Mustafa Öcal, TDV Y.
86. Dinî Hitabet, Çeşitleri, İlkeleri, Örnekleri, İ. Lütfi Çakan, İFAV Y.
87. Doğru ve Güzel Konuşma, Birol Vural, Hayat Y.
88. Edebiyata Müslümanca Bakmak, Selim Çoraklı, Birleşik Y.
89. Edebiyatta Üslûp ve Problemleri, Şerif Aktaş, Akçağ Y.
90. Ellinci Yılında Müslüman Kardeşler Hareketi, Said Havva, Uysal Kitabevi Y.
91. Elmalılı Tefsirinde Kur’ânî Terimler ve Deyimler, M. Yaşar Soyalan, Ağaç Y. s. 210, 238
92. Ferdî Dâvet Fıkhı, Seyyid Muhammed Nuh, Ravza Y.
93. Fikrî Tevhide Doğru, Halil Atalay, Ribat Neşriyat, s. 64-72, 113-123
94. Fussılet Sûresi Işığında Dâvetçinin Eğitimi, Hamid bin Nâsır bin Abdurrahman el-Ammar, Trc. M. Ali Kara, Karınca Y. s. 231-236
95. Güzel Konuşma Sanatı, Mehmet Kaplan, Nesil Basım Yayım
96. Güzel Konuşma ve Yazma Sanatı, Ömer Sevinçgül, Zafer Y.
97. Güzel Konuşma, Cevdet Tellioğlu, Timaş Y.
98. Güzel Konuşmanın Anahtarı, İlyas Albayrak, Remzi Kitabevi
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 231 -
99. Güzel Konuşmanın Sırları, Şadi Eren, Nesil Basım Yayım
100. Güzel Söze Uymanın Önemi, Harun Yahya, Vural Y.
101. Güzel Sözler Antolojisi, Bilal Eren, Türdav A.Ş.
102. Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, Emin Özdemir, Remzi Kitabevi
103. Güzellikler Dini İslâm, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
104. Hadislerde İyiliği Emredip Kötülüğe Engel Olmak, İbn Ebi’d-Dünya, Ocak Y.
105. Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y.
106. Hakkı Tavsiye Metod ve Vâsıtaları, İsmail Lütfi Çakan, Büşra Y. / Rağbet Y.
107. Hatiplik Sanatı, J. Brun-Ros, Remzi Kitabevi
108. Hisbe Teşkilâtı, Yusuf Ziya Kavakçı
109. Hisbe, İbn Teymiyye, İnsan Y./İhya Y.
110. Hitabet ve İrşad Güzel Konuşma ve İnsanları Etkileme Yolları Abdurrahman Çetin, Aksa Y.
111. Hitabet, Nejat Muallimoğlu, Avcıol Basım Yayım
112. Hizmet İnsanı, Sadık Dânâ, Erkam Y.
113. Hz. Muhammed ve Öğretim Metodu, Abdulfettah Ebû Gudde, Yasin Y.
114. Hz. Peygamber ve İlim, Işığın Çağrısı, Yusuf el-Karadavî, Şule Y.
115. İhtilaflar Karşısında İslâmî Tavır, Yusuf el-Karadavî, İlke Y.
116. İhyâi Ulûmi’d-Din, İmam Gazâli, Bedir Y. c. 3, s. 245-365
117. İletişim ve Dil, İsa Kayaalp, T. Diyanet Vakfı Y.
118. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. 237-240
119. İslâm Dâvetçilerine Eğitim Rehberi, Hişam et-Tâlib, Girişim Y.
120. İslâm Dâvetçilerine Notlar, Fethi Yeken, Hayra Hizmet Vakfı Y.
121. İslâm Dâvetçilerine, Mevdudi, Dünya Y.
122. İslâm Dâvetçilerinin Vasıfları, Muhammed Sabbağ, Bahar Y.
123. İslâm Dâvetçisine Notlar, Fethi Yeken, İlim Y.
124. İslâm Dâvetinin Esasları I, II, Abdülkerim Zeydan, Risale Y.
125. İslâm Hukukunda Örf, Mehmet Şener,
126. İslâm Nizamı, Ali Rızâ Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 85-96, 331-342
127. İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.
128. İslâm Terbiye Metodu, Muhammed Kutub, Hisar Y.
129. İslâm’a Dâvet Metodu, Said Ramazan el-Bûti, Madve Y.
130. İslâm’a Dâvet, Gereklilik ve Yöntem Üzerine, Muhammed Ebû Zehra, Birleşik Dağ. Kit. Ank.
131. İslâm’a Dâvet, Muhammed Ebû Zehra, Birleşik Dağıtım Ankara Y.
132. İslâm’a Dâvet, Türkân Namlı, Salah Bilici Kitabevi Y.
133. İslâm’a Nasıl Dâvet Edelim? Fethi Yeken, İlim Y. / Ravza Y.
134. İslâm’da Aile Eğitimi 1-2, Abdullah Ulvan, Uysal Kitabevi Y.
135. İslâm’da İhtilâf Usûlü, Cabir Alevânî, Risale Y.
136. İslâm’da Dâvet, Hekimoğlu İsmail, Yeni Asya Y.
137. İslâm’da İrşad, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
138. İslâm’ın Genç Dâvetçilerine, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
139. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 91-94, 384-385; 452-454
140. İslâmî Çalışma Metodu, Mustafa Tahhan, Risale Y.
141. İslâmî Eğitim ve Psikolojik Temelleri, Ömer Özyılmaz, Pınar Y.
142. İslâmî Kavramlar, Mevdudi, s. 27-30
143. İyiliği Emretmek, Kötülükten Alıkoymak, İbn Teymiyye, İhya Y.
144. Kadınlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
145. Kalk ve Korkut, Ali Esen, Ribat Neşriyat
146. Kavram Tefsiri, Basılmamış Çalışma, Ahmed Kalkan: Emr-i Bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l-Münker (3/104, 109) 156; Güzel Söz (83) 77; Hakkı Gizlemek (42) 51; İnsanlara İyiliği Emredip Kendini Unutmak (44) 54; İnzâr (6) 23; Kabalık-Yumuşaklık ve Katı Yüreklilik (3/159) 159; Kıssa (11/Hûd, 100; 12/Yûsuf, 3) 190; Kolaylık/Yüsr (185) 123; Lakab (Gıybet, Alay, La-
232 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kab, Sûi Zan) (49/Hucurât, 11-12 (204); Sanat ve Allah’ın Sanatı (27/Neml, 88) 200; Sıdk/Doğruluk (177) 118.
147. Kızlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.
148. Konuşma Eğitimi, Sandy Linver, Star Yaprak Y.
149. Konuşma Eğitimi, Suat Taşer, Papirus Y.
150. Konuşma, Yavuz Özdem, Atika Y.
151. Konuşma Sanatı Dil Belâsı, Ragıp Güzel, Çelik Y.
152. Kur’an ve İnsan, Celâl Kırca, Marifet Y. s. 299-304
153. Kur’an’da Dâvet Metodu, S. Hüseyin Fadlullah, Seçkin Y.
154. Kur’an’da Edebî Tasvir, Seyyid Kutub, Çizgi Y.
155. Kur’an’da Edebî Veche, Safvet Senih, Nil A.Ş.
156. Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç
157. Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.
158. Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir bin Awad el-Elmaî, Pınar Y.
159. Kur’an’ın Hz. Peygamber’i Eğitmesi, Murat Kayacan, Ekin Y.
160. Kur’an-ı Kerim’de Ma’rûf ve Münker, Ömer Dumlu, Ravza Y.
161. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 5, s. 453-463, 22-24; c. 20, s. 80-90
162. Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, Fahrettin Yıldız, İşaret Y. s. 25-28, 107-111, 151
163. Kur’an’da Bazı Kavramlara Bakış, Ömer Dumlu, Anadolu Y. s. 165-188
164. Kur’an’da Beden Dili, Necati Kara, Bilge Y.
165. Kur’an’da Siyasî Kavramlar, Vecdi Akyüz, Kitabevi Y. s. 97-108
166. Kur’an’da Tartışma Metotları, Zahir B. Awad el-Elmaî, Pınar Y.
167. Kur’an’da Tebliğ ve Eğitim Psikolojisi, Mehmet Şanver, Pınar Y.
168. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 282-290
169. Kur’ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 170-171
170. Kur’ân-ı Kerim ve İletişim, Abdurrahman Kasapoğlu, Nursan Y.
171. Kur’an’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut Y. s. 353-354, 380-382, 572-579, 77-84
172. Kur’ânî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mîr, İnkılab Y. s. 105-106, 157-158
173. Kur’an ve Sünnette Emr-i Ma’ruf Nehy-i Münker, Celalüddin el-Umerî, İnsan Y.
174. Lisan ve İnsan, Yusuf Alan, T.Ö.V. Y.
175. Meşhur Sözler Antolojisi, Ahmet Seven, Seha Neşriyat
176. Mûsâhiblik, Haydar Kaya, Engin Y.
177. Münkerden Sakındırma Yolu, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
178. Müslümanın Sanat Anlayışı, Ahmed Kalkan, Rağbet Y.
179. Nasıl Dâvet Edelim?, Muhammed Kutub, Beka Y.
180. Nebevî Hareket Metodu 1-2, Münir Muhammed Gadban, Nehir Y.
181. Nebevî Tebliğ, Ubeyd Küçüker, Seçkin Y.
182. Nur’dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 158-160
183. Osmanlılarda İhtisab Müessesesi, Ziya Kazıcı, Kültür Basın Yayın Birliği Y.
184. Önce Söz Vardı, Erol Göka ve heyet, Ankara
185. Özlü Sözler Antolojisi, Yakup Sarı, Ravza Y.
186. Özlü ve Güzel Sözler, Şerif Öktürk, Toker Y.
187. Peygamber Efendimiz’in Hitabeti, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y.
188. Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu, Mehmet Dikmen, Cihan Y.
189. Peygamberimizin Tebliğ Metotları 1-2, İbrahim Canan, Nesil Y.
190. Rasulullah’a Göre Aile ve Okulda Çocuk Terbiyesi, İbrahim Canan, Yeni Asya Y.
191. Rasülüllah’ın İslâm’a Dâvet Metodu, Ahmed Önkal, Esra Y. / Kitap Dünyası Y.
192. Rasûlullah’ın Hayatı ve Metodu, Fıkhu’s-Sîre 1-2, Münir Gadban, Risale Y.
193. Sanat Bilinci, Ahmed Kalkan, Denge Y. s. 89-91
194. Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- 233 -
195. Sevgi Peygamberi ve Yetişkin Din Eğitimi, Abdurrahman Dodurgalı, Rağbet Y.
196. Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Dale Carnegie, Timaş Y.
197. Söz ve Diksiyon, Nüzhet Şenbay, Yapı Kredi Y.
198. Söz, Haydar Murat Hepsev, Söz Kitap Y.
199. Sözün Özü (Kelâm-ı İlâhî’nin Tabiatına Dair), Dücane Cündioğlu, Tibyan Y.
200. Sünnetullah’ta Dâvet Metodu ve Evrensel Mesaj, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.
201. Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 1, s. 351-353 (Dâî); 371-372 (Dâvet); c. 2, s. 98-99 (Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker); c. 4, s. 64-65 (Ma’rûf); 360-362 (Münker); c. 6, s. 141-143 (Tebliğ) ; c. 2, s. 443-444 (Hisbe Teşkilâtı); c. 4, s. 265-266 (Muhtesib).
202. T. D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 11, s. 138-141 (Emr-i Bi’l-Ma’ruf); c. 9, s. 16-19 (Da’vet)
203. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat
204. Tebliğ, İsmail Çetin, Dilara Y.
205. Tenbihu’l Gâfilin, Ebû lleys Semerkandi, Bedir Y. s. 221-248
206. Türkçe Diksiyon, Raif Özben, İnkılap Kitabevi
207. Türkiye’de Vâizlik (Tarihçesi ve Problemleri), Mehmet Faruk Bayraktar, İFAV Y.
208. Üyelik ve Liderlik Açısından Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.
209. Va’z Edebiyatında Hadisler, Mahmut Yeşil, T. Diyanet Vakfı Y.
210. Yanlışları ve Doğrularıyla Güzel Konuşma, Ülkü Giray, Bilgi Y.
211. Yürek Fethi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 142-152, 189-209

 
Okunma 1362 kez