Salı, 12 Ocak 2021 19:20

Alak Süresi Tefsiri

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

 

 

“İlk Sûreler ve İslamî Hareket”
Alâk Sûresi
Tefsiri
CİLT -1-
-ahmed kalkanOcak
2016 / İstanbul
Mar’ ruf Yayınları:
Editör:
Tashih:
Kapak & Mizanpaj:
Baskı:
4
Mehmed Bilir
Ma’ ruf Yayınları
Ehl-i Dizayn
STEP AJANS Matbaa Ltd. Şti.
Göztepe Mh. Bosna Cd. No:11
Bağcılar/İStanbul
Tel: 0212 446 8846
Sertifika No:12266
MA’ RUF YAYINLARI İLETİŞİM
Adres:
Tel:
E-Posta:
Web:
İstiklal Mh. Dolmabahçe Cd.
Işık Sk. No:2/2 Ümraniye/İSTANBUL
(0216) 344 0 342
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
www.marufyayinlari.com
AHMED KALKAN
“İlk Sûreler ve İslamî Hareket” CİLT -1-
Alâk Sûresi Tefsiri
İçindekiler
Önsöz 10
Kur’ân-ı Kerim Hakkında Özet Bilgi 15
Kur’an Nedir? 15
Kur’an’ın Tanımı 16
Kur’an’ın Mâhiyeti ve Yapısı 17
Kur’an Hakkında Kısa Bilgi 18
Kur’an Konuları 18
Tefsir, Te’vil, Tercüme ve Meal 21
Tefsir 22
Tefsirler Başlıca İki Kısma Ayrılır: 23
Meal 24
Kur’ân-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercümeleri 26
Kur’ân’ın Tedrîcî Olarak İnzâl Edilmesi 26
Kur’an’ın Muhtevâsı ve İşlevi 27
Kur’an’ın Bölümleri 29
Kur’an İlimlerine Dair Kimi Kavram ve Terimler 29
Kur’an’ı Okumak ve Anlamak 32
Kendini Kur’an’a Açmak 33
Kur’an’ı Yaşamak, Kur’anla Yaşamak 33
Huzurun Kaynağı Kur’an 33
Kur’ân-ı Kerim’den Faydalanma Yöntemi 34
Kur’ân’ı Kendi Yapı ve Yöntemiyle Doğru Tanıma 34
Kur’ân-ı Kerim’in İndiriliş Gayesi 35
Dâvetin Konusu ve Yönü – Tevhidî Gündem 35
Kur’an’dan Faydalanabilmenin Şartları 36
Pratik Öneriler 41
Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi 41
Güzel Kur’an’la Güzelleşmek 45
Ashâbın Kur’an Anlayışı 66
Kur’an’ı Anlama Çabaları 71
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ Açan Sadece Kur’an’dır. 79
Kur’an’da Kur’an 84
Kur’an’ı Anlamak İçin Nasıl Okumalıyız? 87
Alâk Sûresi ve Mesajı 90
1. Âyet 94
1- Okumak (İkra’ / Oku) 94
Neyi, Nasıl Okuyacağız? 98
Yaratma Konusundaki Âyet-İ Kerimeler: 105
Günümüz İnsanı ve Okuma 110
2- Besmele (B’ism-i Rabbike) 111
Kur’an ve Besmele 113
Besmelenin Anlam Derinlikleri 115
Besmele, Allah’la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir 116
Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin Kullandığı Bir Şifredir 117
Besmele, Allah’tan İzin ve Onay İstemektir 119
Besmele, Laik Mantığı Protestodur 120
Besmele Çekmenin Hükmü 122
Besmele Şuurunun Mü’mine Kazandırdıkları 123
3- Rab (Allah’ın Rab İsmi) 125
Kur’an’da Rab Kavramı 128
Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları 129
Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği 131
Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah’tan Başkasını Rab Edinme 132
Günümüz İnsanının Çeşitli Rableri 137
Rab Konusunda Sahih İtikad 139
4- Yaratma 140
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti 140
2. Âyet 140
1- Yaratma (Halâka/Yarattı) 141
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti 141
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah’tır 143
Allah, Genel Olarak Her Şeyin Yaratıcısıdır 144
Ölümün ve Hayatın Yaratılması 146
İlk İnsanın Yaratılışı 147
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır 153
Her Şey İnsan İçin, İnsan Da Allah’a Kulluk İçin Yaratılmıştır 154
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır 154
Kulluk, Yaratan’a Yapılır 156
Allah’tan Başka Yaratıcı Yoktur 156
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir 158
2- İnsan 159
İnsan Kelimesinin Anlam ve Mâhiyeti 159
Kur’ân-ı Kerim’de İnsa 167
A-) İnsanın Olumlu Özellikleri 168
B-) İnsanın Olumsuz Özellikleri 169
İnsanın Menşei (Oluşumu) Meselesi 170
Kur’an’da İnsanın Yaratılması ve Halifeliği 171
İnsanın Yaratılışı 172
İnsanın Konumu ve Görevi 175
İnsan Ölünce Ne Olacak? 175
Akîde Yönünden İnsanlar 176
İnsanın Değeri 178
Haklar, Görevleri; Nimetler De Sorumlulukları Doğurur 181
3- Alâk 184
3. ve 5. Âyet 188
Oku! Rabbin En Büyük Kerem Sahibidir 192
Ekrem Ne Demektir? Rabbimizin En Büyük Kerem Sahibi Olması Ne Anlama Gelir? 193
Bilgi Kaynakları ve Vahy 199
İlim (Öğrenme ve Öğretme) 202
“Bilim” İle “İlim” Aynı Şey Mi? 206
Okunacak, Öğrenilecek İlim, İslâmiyet’tir 209
İlim ve İslâm 212
Yazma 216
Kur’ân-ı Kerim’de İlim, Kalem ve Yazma 218
Kur’an’ın Eğitime Yönelik İlkeleri 221
Hadis-i Şeriflerde Okuma, Yazma ve İlim 222
6. ve 8. Âyet 224
İkinci Kısmın Nüzul Zamanı 232
Tenâsüb 233
Tuğyân; İnsanın Azgınlaşması 236
İstiğnâ-Tuğyân İlişkisi 239
İnsanı Tuğyâna Sevkeden Şeyler 240
Siyasî Otoritenin Tuğyânı 242
İnsanlara Zulüm De Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır 243
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve Özellikle Âlimlerin Tavrı 243
9. ve 14. Âyet 247
Salât 255
Allah’ın Görmesi 276
15. ve 19. Âyet 277
Buradaki Mûcize 282
“Yaklaş” İfadesi Hakkında 285
Bâtılı Savunan Zâlime Uyulmaz 286
Nüzul Sebebi: Ebû Cehil ve İbn Mes’ûd 287
Secde ve Secde İle Allah’a Yaklaşma 297
İbâdet Anlamıyla Secde 297
Tilâvet Secdesi 300
Secdenin Önemi 300
Secdenin Düşündürdükleri ve Bazı Hikmetleri 303
Secdenin Sağlık Açısından Faydaları 306
İlk Vahyin Geldiği “Zaman” 310
İlk Vahyin Geldiği “Mekân” 311
İlk Vahyin Kendisine İndiği “Zât” 311
Nüzul ve Mü’minlerin Ortak Kaderi 312
Alâk Sûresi Işığında 313
Hayatın Allah İçin Olması 313
Nüzûl Ortamı ve Biz 322
“Oku” Emri Aktif Bir Hareket Çağrısıdır! 323
Alâk Sûresi’nde Dikkat Çeken Hususlar 324
Tekrarlar 324
Tilâvet Secdesi 324
Kurân-I Kerim’de Tilâvet Secdesi Yapılması Gereken Yerler 325
İslâmî Hareket ve Dâvet Açısından Sûre 326
Tedricîlik/Aşama Yöntemi 326
Bağımsızlık ve Gizlilik 329
Vahiy, Hayata Müdâhaledir! 332
Vahyin Güncel Çağrışımları 333
1: “Oku, Yaratan Rabbinin Adıyla (Besmele İle).” 334
Alâk Sûresi İle İlgili Sınav Soruları 337
Alâk Sûresi İle İlgili Sınavın Cevap Anahtarı 353

İnsanlara karşı ticarî amaç güdülmeyen bu eserin hiçbir hakkı mahfuz
değildir. Kâr gayesi güdülmemek şartıyla dileyen dilediği şekilde, tümünü
veya bir kısmını çoğaltabilir, korsan baskı yapabilir, dağıtabilir, iktibas
edebilir, kitabın ve yazarın ismini vererek veya vermeyerek kopya
edebilir, mesaj amaçlı kullanabilir. Yazarın hiçbir telif hakkı söz konusu
değildir, şimdi ve sonra bir hak talep etmeyecektir. İlim, insanlığın ortak
malıdır. Ve ilim Allah için kullanılınca insana fayda sağlar.
!

ithaf
Canlı Kur’an olmaya çalışıp toplumu KUR’AN’la canlandırmaya gayret
eden, tâğutlara karşı KUR’AN’la mücadeleyi bayraklaştıran ve kâfirlere karşı
Kur’an’la en büyük cihadı gerçekleştiren her yaştan muvahhid gençlere…
Doğru okuyup doğru anlayan, dosdoğru yaşayıp insanları doğrultmaya çalışan
KUR’AN dostlarına…
Ümmetin ihyasının vahdet içinde yeniden KUR’AN’a dönüşle mümkün olduğunu
kavrayıp nebevî usulle KUR’AN ve tevhid eksenli dersler ve cemaat çalışması
yapan tâvizsiz davetçilere…
• 10 •
Ahmed Kalkan İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Önsöz
Önsöz de sonsöz de, sözün önü de sonu da Allah’a, O’nun sözü olan
Kur’an’a ait. İnsan haddini aştı, çok konuştu, çok söyledi. Bu yanlıştan dönülmeli;
Kur’an’a kulak verilmeli. O, sözlerin en güzeli, onu okumak, okumaların
en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en güzelidir. Onunla
düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan bir hayat, hayatların
en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması gereken husus, eşsiz
bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ı tane tane, özümseyerek, doğru bir niyetle,
istiâze ve besmele ile okumamız gerekir. Kur’an’a kulak verip susmamız,
âyetler okunur veya âyetlerle emir ve yasaklar sunulurken bahaneler üretip
başka bir söz söylemememiz, “semi’nâ ve eta’nâ (duyduk ve itaat ettik)” deyip
hayatımıza geçirmemiz istenmektedir.
Yaşadığımız coğrafya da dâhil, dünya üzerinde en çok okunan kitap
Kur’an olmasına rağmen, nedense şuurlu fert ve toplumlar bir türlü oluşamamaktadır.
Her geçen gün daha da yoğun bir ilgi odağı haline gelen Kitabımız’ın
önemi daha da açığa çıkmasına rağmen, bilinç yoksunluğu devam
etmektedir. Aynı zamanda, üzerinde en çok araştırmaların yapıldığı, uzun
uzun makalelerin yazıldığı, tezlerin sunulduğu, inceleme kitaplarının yayınlandığı
bir konu olmasına rağmen Kur’an ruhu oluşturulamadı, Kur’an
nesli yetiştirilemedi, Kur’an toplumuna giden yol açılamadı, Kur’an devleti
ufukta görülemedi.
Kur’an’ın en çok ve en hızlı ezberlenen bir kitap oluşu da onun anlaşılmasına
yetmemiş, toplumsal hoşnutsuzluğu huzura dönüştürecek Kur’ânî
bir inkılâp oluşmamıştır. Kur’an kıraatiyle belki bireysel anlamda gözyaşları
dökülmüş, bu duygu seliyle yapay bir tatminkârlık oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ama anlam örgüsü ve tüm hükümlerini tatbik gayreti içinde O
Kitab’a yönelmek yerine, sadece Arapça metin üzerinden bireysel bazda
haz alınmaya çalışılmış, bununla yetinilmiştir. Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı,
hedeflediği bireysel ve toplumsal huzura, Allah’ın razı olacağı izzetli bir
yaşayışa ulaşılamamıştır.
Kur’an’la doğru konuşan O’nu doğru konuşturan sahih temsilciler oluşturamadığımız
için İslâm’ın hedeflediği sonuca ulaşılamamıştır. Kur’an’ın
susturulması; onun gündemden uzaklaştırılıp hayattan koparılması ile ger•
11 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
çekleştirilmiştir. Suskun bir Kur’an ne sadra şifâ olur, ne de toplumlara müdâhale
etme yetkisine sahip bulunur.
Bütün bu olumsuzlukların sonucunda, Kur’an’ı rehber edinmeyen toplumlar
bilinçsiz, ruhsuz, mutsuz, rotasız, suskun kalmışlar, onları bu hale
getiren tâğûtî zihniyetler toplumlarını sürüleştirerek kendilerine kul yapmaya
çalışmışlardır.
Güzîde, erdemli, sâlih, âlim, mücâhid, muvahhid, muttaki, şâhid-şehid…
şahsiyetlerin yetişmesi Kur’an’dan gereği gibi faydalanıp hayata doğru
bir şekilde geçirilmesiyle mümkün olacaktır. “Allah o kitapla; kendi
rızâsını arayanlara kurtuluşa götüren yolları gösterir, izniyle onları (küfür)
karanlıklarından (iman) nûruna/aydınlığına çıkarır ve onları dosdoğru bir
yola iletir.” (5/Mâide, 16)
Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, câhiliyyenin
çağ anlayışı da cahilcedir. İnsanlığın hattındaki en büyük fay
kırılmasını da hakkı görmek istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını
zanna ve uydurmalara dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı,
tevhid mücâdelesini yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler
ışığındadır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen
büyük peygamberler de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh
tufanı, o tarihte ve sonraki etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.)
putperest çağa destansı meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını
yeniden oluşturan inkılâbın köşe taşıdır. Mûsâ (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve
en büyük inkılâb, Kur’an’ın yaptığı inkılâb; en büyük inkılâbçı da Hz. Muhammed
(s.a.s.)’dir. Kur’an’la câhiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır.
Kur’an’la birlikte Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saâdet;
inkılâbçı insanın adı da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılâb
denilemeyecek basit, sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu
zindanları değiştirmenin adına devrim adı verilip insanlar kandırılmıştır.
Karanlıklar, zulümler, hapisler, kölelikler arasındaki değişikliğin adına devrim;
küçük değişikliklerin veya tahmine ya da uydurmaya dayanan zaman
dilimlerinin adı çağ olamaz.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, Mekke câhiliyyesini değiştirdiği
gibi bugünkü câhiliyyeyi niye değiştiremiyor? Medine İslâm İnkılâbı
gibi niye inkılâb yapamıyor? Kur’an değişmemiştir, ama Kur’an okuyanlar
• 12 •
Ahmed Kalkan
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gereken insan, Kur’an’a
sahabe gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır. Bu güne
kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmektedir.
Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı
bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda yaşayan insan
çeşmenin yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa
tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri olmalıdır. Hele o çeşmenin
yanı başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini
yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla
yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil midir? Kendilerini ve
toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazırdır; referansları,
örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere
sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an şifadır.”
Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal
kargaşamıza. Aynı zamanda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifadır.
Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî
ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda,
kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
“Fitnelerden kurtuluşun yolu, Allah’ın Kitabı(na uymak)dır. O’nda sizden
önceki (milletlerin ahvâliyle ilgili) haber, sizden sonra (kıyamete kadar)
gelecek fitneler ve kıyâmet ahvâli ile ilgili haberler mevcut. Ayrıca sizin aranızda
(iman-küfür, tâat-isyân, haram-helâl vs. nevinden) cereyân edecek ahvâlin
de hükmü var. O, hak ile batılı ayırt eden ölçüdür. O’nda her şey ciddîdir,
gâyesiz bir kelâm yoktur. Kim akılsızlık edip, O’na inanmaz ve O’nunla
amel etmezse, Allah onu helâk eder. Kim O’nun dışında hidâyet ararsa Allah
onu saptırır. O Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir, O dosdoğru
yoldur. O, kendine uyan hevâları koymaktan, kendisini (kıraat eden) delilleri
iltibastan korur. Âlimler ona doyamazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez,
tadını eksiltmez. İnsanı hayretlere düşüren mümtaz yönleri son bulmaz, tükenmez,
O öyle bir kitaptır ki, cinler işittikleri zaman şöyle demekten kendilerini
alamadılar: “Biz, hiç duyulmadık bir tilâvet dinledik. Bu doğruya
• 13 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
götürmektedir, biz onun (Allah kelâmı olduğuna) inandık.” (72/Cin, 1) Kim
ondan haber getirirse doğru söyler. Kim onunla amel ederse ücrete mazhar
olur. Kim onunla hüküm verirse adaletle hükmeder. Kim ona çağrılırsa, doğru
yola çağrılmış olur. Ey A’ver, bu güzel kelimeleri öğren.” (Tirmizi, Sevâbu’l-
Kur’ân 14, hadis no: 2908)
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin ilk
vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu okuyamamanın
mâzereti olamaz. Kur’an’ı okumaktan asıl maksat, onu anlamaktır.
Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından anlaşılacak kadar açıktır.
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” Kur’an’ı biraz olsun
anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle yazılmış metnini
ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler takip etmeliyiz.
Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve gerektiğinde tefsirini
okumalıyız. Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da
şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları
yükseltir. Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” (Müslim, Salâtu’l-Müsafirin
47, hadis no: 269)
Kur’an’la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların
kapkara adamıdır. Kur’an’sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi
bir hayattır, zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır. “Kim benim zikrimden
(Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz
onu, Kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim! Beni niçin kör
olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der. (Allah) buyurur ki:
İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de
aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine
inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli
ve daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 124-127)
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk etti.”
(25/Furkan, 30). Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor. Vatandaşa
“Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük bir hakaret kabul
eder, ama yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez. Kitapsız toplumdur
câhiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir. Öldükten sonra sorulacak
sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı hadis-i şeriflerde
• 14 •
Ahmed Kalkan
bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri
anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” “Kitabın ne?” sorusuna o gün ellerimiz
“falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”, ya da “şu kanal”, “bu televizyon”...
diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine,
bize yön veren, bizim O Kitap’tan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz,
uyduğumuz ne ise vücudumuz yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir.
“Kitabım Kur’an” sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa
tümüyle yaşayışımıza yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak,
inandığını yaşamaktır. Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini
ateşe uzatmaz. İşte böylesine bir hazineden yararlanmak için, Kur’an’ı nüzul
sırasına göre okumak, ashabın nasıl yetiştiğini öğrenmek olduğu gibi,
bizim de benzer aşamalardan geçerek câhiliyyeden arınıp tevhide ulaşmaya,
bireyden cemaate, cemaatten devlete geçişin nasıl mümkün olacağını
öğretmesi açısından da en faydalı okuyuş biçimidir.
Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için okuyalım da, ister Mushaf tertibiyle
okuyalım, ister nüzul sırasına göre. Nüzul sırasına göre okursak, vahyin
iniş dönemini ve nebevî mücadele merhalelerini takip etmiş oluruz. Kur’an
nereden başladı, önceliği nerelere verdi; bunu öğrenmiş olur ve bizim de
insanları ve hayatı yeniden inşaya nereden başlamamız gerektiği konusunda
tereddütlerimiz kalmaz.
Bu tür tefsirleri, cemaat halinde okursak daha bereketli olur. Anlaşılmayan
veya yanlış anlaşılan hususlarda cemaat birbirini düzeltir. Ayetlerde
vurgulanan hususların güncelleşmesi konusunda daha doğru çıkarımlar
için istişareden yararlanılır.
“Bir grup, Kitâbullah’ı okuyup ondan ders almak üzere Allah’ın evlerinden
birinde bir araya gelecek olsalar, mutlaka üzerlerine sekînet (huzur) iner
ve onları Allah’ın rahmeti kuşatır. Melekler de kanatlarıyla sarar. Allah, onları,
yanında bulunan yüce cemaatte anar.” (Ebû Dâvud, Salât 349, h. No:
1455; Tirmizî, Kırâ’at: 3, h. No: 2946; Müslim, Zikir 38, h. No: 2699)
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın
emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen
eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı
da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad erlerine
selâm olsun!
• 15 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’ân-ı Kerim Hakkında Özet Bilgi
Kur’an, Allah’ın Kitabı’nın özel adıdır. Kur’an’da, Kur’an için birkaç isme
daha yer verilmekle birlikte; en çok Kur’an adı geçmektedir. Bu ad Kur’an’da
70 defa geçer.1 Kur’an kelimesi için iki ayrı kök gösterilir. Bunlardan biri,
okumak anlamındaki kıraat; ikincisi toplamak, kompoze etmek anlamındaki
karn köküdür.
Kur’an Nedir?
Allah’ın kendisine hitap ettiği en son peygamber, Hz. Muhammed
(s.a.s.); insanlığa gönderilen son kitap ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.2 Kur’an, İslâm’ın
ortaya koyduğu her tür inanma, düşünme ve davranma biçimlerini
belirleyen tek temel dayanaktır. Hz. Peygamber, bu dayanağa istinaden ve
onun doğrultusunda hareket etmiş, insanlara ulaştırmakla görevli olduğu
bu mesajı öncelikle hayatında kendisi uygulayarak fiilî hâle getirmiştir. Bu
hususta Hz. Âişe’nin şu tanıklığı yeterli ve anlamlıdır: “Allah Resulü’nün
ahlâkı, Kur’an’dı.”3 Bundan daha doğal bir sonuç olamazdı; zira genelde bütün
elçiler, özelde de Hz. Peygamber, aldığı haberi/mesajı sadece duyurmakla
görevli bir postacı değildir. Aldığı mesajı öncelikle kendi hayatına
dinamik bir şekilde yansıtabilmelidir ki ancak o zaman söylediği ile eylediği
arasındaki uyum gün gibi âşikâr olabilsin. Dolayısıyla “Kitab”ı, “peygamber”
den kopuk ve ayrı bir metin olarak algılamak, en başta bu metnin
kendisine ihânet olacaktır. Peygamber, insanlar için hem bir “uyarıcı”, hem
de “en iyi model”dir. 4
1 Kur’an Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde:) 2/Bakara, 185; 4/Nisâ, 82; 5/Mâide, 101;
6/en’âm, 19; 7/A’râf, 204; 9/Tevbe, 111; 10/Yûnus, 15, 37, 61; 12/Yûsuf, 2, 3; 13/Ra’d, 31; 15/Hıcr, 1, 87, 91;
16/Nahl, 98; 17/isrâ, 9, 41, 45, 46, 60, 78, 78, 82, 88, 89, 106; 18/Kehf, 54; 20/Tâhâ, 2, 113, 114; 25/Furkan,
30, 32; 27/Neml, 1, 7, 76, 92; 28/Kasas, 85; 30/Rûm, 58; 34/Sebe’, 31; 36/Yâsin, 2, 69; 38/Sâd, 1; 39/Zümer,
27, 28; 41/Fussılet, 3, 26, 44; 42/Şûrâ, 7; 43/Zuhruf, 3, 31; 46/Ahkaf, 29; 47/Muhammed, 24; 50Kaf, 1, 45;
54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 55/Rahmân, 2; 56/Vâkıa, 77; 59/Haşr, 21; 72/Cinn, 1; 73/Müzzemmil, 4, 20; 75/
Kıyâmet, 17, 18; 76/İnsân, 23, 84/İnşikak, 21; 85/Bürûc, 21.
2 33/Ahzâb, 40
3 Buharî, Edeb 309; Müslim 1/514, 746; Hâkim, 2, 342
4 33/Ahzâb, 21
• 16 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın Tanımı
Allah’ın, Hz. Peygamber’e indirdiği Kur’an ile ilgili olarak çeşitli tanımlar
yapılmıştır. Âlimler tarafından yapılan bu tanımlardan her biri Kur’an’ın
belirli yönlerini vurgulamaktadır. Bunlar arasından en kapsamlı olan tanım
şudur: Kur’an; Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla indirilmiş, mushaflarda
yazılmış, Hz. Peygamber’den bizlere tevâtür yoluyla nakledilmiş, okunmasıyla
ibâdet edilen, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı Allah
kelâmıdır.
Bu tanımda yer alan temel özellikleri şimdi ayrıntısıyla ele alalım:
Allah’ın Kelâmı: Kur’an’ın en önde gelen bu niteliği, hiç şüphesiz onun
sahip olduğu hakikatlerin ve bilgilerin kaynağına işaret etmektedir. Bu da
ona inanmanın en temel gerekçesidir. Yaratan tarafından söylenmiş bir
söz elbette ki diğer bütün sözlerin üstündedir ve bu özelliğinden dolayı bir
kutsallık kazanır. Zira yaratan, diğer bütün lütuf ve ihsanlarına ilâveten,
yarattığı insana tenezzül buyurarak söz söyleme lütfunda bulunmuş ve
bu vesileyle de insan diğer yaratıklar arasında bir imtiyaza sahip olmuştur.
Kur’an’ın, Allah’ın Kelâm’ı oluşunda dikkat edilmesi gereken bir husus
da onun bir beşer tarafından uydurulmadığı, dolayısıyla da ihtivâettiği
hakikatlerin herhangi bir beşerin ortaya koyabileceğinin çok ötesinde olduğudur.
Kur’an’a, peygamber de olsa hiçbir insanın sözü karışmamıştır,
karışamaz da: “Eğer o (peygamber), bize birtakım sözler isnat etmiş olsaydı
onu sağ elinden yakalardık ve şah damarını koparırdık ve hiçbiriniz onu koruyamazdı.”
5
Hz. Muhammed’e İndirilmiş: Bu ifade Allah’ın, daha önce başka peygamberlere
indirmiş olduğu kitapları (Tevrat, Zebur, İncil gibi) dışarıda tutarak
yalnızca Peygamber Efendimiz’e indirilen vahyin Kur’an olarak isimlendirileceğini
vurgulamaktadır. 6
Mushaflarda Yazılmış: Mushaf terimi iki kapak arasında toplanmış
sayfalar anlamına gelir ki Kur’an’ın elimizde tuttuğumuz kitap biçimini ifade
eder. Kur’an, Hz. Peygamber’den sonra kitap hâline getirilmiş; ezberlenmesinin
yanı sıra yazıya da geçirilerek günümüze kadar ulaştırılmıştır.
5 69/Haakka, 44-47
6 2/Bakara, 185; 10/Yûnus, 37; 17/Isrâ, 73-75
• 17 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Tevâtür Yoluyla Nakledilmiş: Bir haber veya sözün, bir araya gelerek
yalan söylemeleri mümkün olmayan çok sayıda kimse tarafından aynı şekilde
aktarılmasına tevâtür denir. Kur’ân-ı Kerîm, mushaflarda yazılı olmasının
yanı sıra ayrıca ezberlenmiş ve insanlarca kuşaktan kuşağa şifâhen/
sözlü olarak da aktarılmıştır. Kur’an, bu özelliğiyle yeryüzünde hiçbir kitaba
-ne İlâhî, ne de insanî hiçbir kitaba- nasip olmayan bir ayrıcalığa sahiptir.
Okunuşuyla İbadet Edilen: Kur’an, insan hayatının her alanıyla ilgili
temel ilkeleri ortaya koyarak bunların uygulanmasını talep eder. Bununla
birlikte Kur’an bir ibâdet dilidir de aynı zamanda. Onun içindir ki namazın,
namaz olması Kur’an’dan bir parçanın -kişinin güç yetirebildiği kadarının- 7
okunmasıyla mümkündür. Kur’an dışında bir şeyin okunması bu şartı yerine
getirmez.
İnsanları Âciz Bırakan: Kur’an, hem lâfız hem mana hem de bu ikisinin
oluşturduğu nazım/düzen/armoni itibarıyla bir bütünlük oluşturur. Gerek
indiği dönemde gerekse sonraki dönemlerde ne lâfız ne de mânâ açısından
onun benzeri bir kitap meydana getirilmemiştir, getirilememiştir. Kendisinin
İlâhî kaynaklı olduğunu iddia ederken Kur’an, bir sûresinin benzerini
getirmelerini isteyerek hasımlarına meydan okumuş, bunu yapamadıklarını
ve de yapamayacaklarını kesin bir dille ifade etmiştir.8 Kur’an’ın bu özelliği,
onun en son kitap oluşunu ve Kıyâmete kadar da bu şekilde devam
edeceğini göstermektedir.
Kur’an’ın Mâhiyeti ve Yapısı
Kur’an’la ilgili yaptığımız mâhiyet (yapı) ve muhteva (işlev) şeklindeki
ayrımı daha etraflıca ele almak gerekir. Öncelikle mâhiyetiyle ilgili hususa
değinecek ve Kur’an’ın dikey boyutuna dair konuları ele alacağız. Bu
noktada Kur’an’ın en dikkate değer kavramı vahiydir. Vahiy kavramı enine
boyuna anlaşılmadan Kur’an’ın nasıl bir kitap/hitap olduğu da açıklığa kavuşamaz.
7 73/Müzzemmil, 20
8 2/Bakara, 23-24; 11/Hûd, 13; 17/Isrâ, 88; ayrıca Bak. 15/Hicr, 9
• 18 •
Ahmed Kalkan
Kur’an Hakkında Kısa Bilgi
Kur’an; âlemlerin Rabbi tarafından son peygamber Hz. Muhammed
(s.a.s.)’e indirilen kitabın en çok söylenen ismidir. Kur’an’ın diğer isimlerinden
bazıları da şunlardır: Zikir, Furkan, Mushaf, Kitabu’l-Mübin, Kelâmullah,
Nur, Hüdâ, Şifa, Mev’ize... Bazı müfessirler, Kur’an veya Kitaba sıfat
olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim, yirmi üç senede peyderpey nâzil olmuştur. Kitab’ın
hepsi bir defada indirilmemiştir. Kur’an, bölüm olarak 114 sûreye ayrılır.
Bu sûrelerin hepsi aynı uzunlukta değildir. Elli sayfalık bir sûre olduğu gibi,
bir satırlık sûre de vardır. Sûreler de âyetlere ayrılır. En kısa sûre üç âyet, en
uzun sûre de iki yüz seksen altı âyettir. Âyetlerin uzunlukları da eşit değildir.
Bir sayfalık bir âyet olduğu gibi bir kelimelik âyetler de vardır. Kur’an,
sayfa adedine göre de cüzlere ayrılır. Her cüz yirmi sayfadır. Kur’an, toplam
otuz cüzdür. Her cüz de kendi içinde dört hizb’e ayrılır. Her hizb, beş sayfadır.
Kur’an Konuları
Kur’an’ın dış yapısıyla ilgili bu bilgileri verdikten sonra iç yapısına, konularına
geçebiliriz. Kur’an, üluhiyet ve ubudiyet konularını içerir. Rabbimiz
ve sıfatları, yaratıklar, özellikle de insan ve onun Rabbiyla ve diğer
yaratıklarla ilişkileri Kur’an’ın ana konusudur. Kur’an, Rabbimizın bize mesajları
olduğu için, konuları da kul ile Rab arasındaki ilişkiler bağlamında,
kulun varlık alemindeki konumu, kendisini yaratan Rabbin özellikleri, insanın
ilişki içerisinde olduğu ve olabileceği her şeyi içermektedir. Kısaca
maddeler halinde sıralayacak olursak:
Allah Teâlâ,
İnsanlar,
Tabiat ve evren,
Rasûller, Nebîler ve iyi kulların örnekliği,
Toplum ve Tarih,
• 19 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Göremediğimiz, fakat etkilendiğimiz varlıklar (melek, cin),
Kötülük örnekleri, isyancı kullar (şeytan, Fir’avun, Karun, Ebu Leheb,
kâfirler, müşrikler, zâlimler, fasıklar, münâfıklar...),
Helâklar, Kıyâmet, âhiret, cennet, cehennem,
Allah’ın gönderdiği kitaplar ve konuları,
İnsandan yapması istenen emirler, tavsiyeler; yapmaması istenen yasaklar,
uyarılar ve sakındırmalar,
Dünya, evren ve hayatla ilgili hükümler.
Rasûlullah (s.a.s.) bir toplum içinde yaşıyordu. Onlardan biriydi. Ancak
ona vahy olunuyordu. O da aldığı vahyi açıklıyor, insanları buna çağırıyordu.
Ona iman edenler, karşı çıkanlar oluyordu. Rasûl (s.a.s.) bu şekilde
toplum içinde 23 yıl yaşadı. Bunun 13 yılını Mekke’de; 10 yılını Medine’de
geçirdi. Kur’an bu süre içerisinde peyderpey nâzil oldu. Onun ölümü ile
birlikte Bu Kitap tamamlanmış oldu.
Kur’an’daki âyetlerin olaylarla iç içe nâzil olduğunu bilmemiz bize Kitabın
indiği toplum ve çevreden bağımsız anlaşılmayacağı gerçeğini öğretir.
Zira o bir toplum hareketine öncülük etmiş, yönlendirmiş Kitaptır. Onu
masa başı kitabı olarak ele almak yanlış sonuçlara götürür.
İlâhî vahy insana ve içinde yaşadığı topluma hitap etmektedir. Onu anlayacak,
hayata geçirecek, toplum düzeni olarak bir sisteme dönüştürecek
insandır. Bu Kitap’ta insanın düşünce, duygu, irade ve ünsiyet gibi yeteneklerini
harekete geçirici âyetler vardır. Bu yeteneklerini kullanan insan,
toplum içinde diğer insanları da etkileyecek, Şeytanın ilhamına kulak verenlerle
Allah’tan gelen vahy ile mücâdele edecek; canını, malını bu yolda
feda edecektir. Böylelikle İlâhî vahye olan bağlılığını ve imanını ispat etmiş
olacaktır. Mücâdele, Allah’ın sözünün Şeytanın sözüne galebe çaldığı, ilâhi
vahyin toplumda “ekber” hale geldiği âna kadar devam edecek, sonra
dünyadaki tüm toplumlarda da bu ilâhi hedef gerçekleşinceye kadar sürecektir.
İşte Allah’ın kitabı Kur’an, bütün bunları yapacak insana-topluma
hitap etmektedir. İnsan bu mücâdele içinde yetişecek, olgunlaşacak, kemal
noktasına ulaşacaktır.
• 20 •
Ahmed Kalkan
Kur’an, Hz. İsa’dan 610 yıl sonra yeni ve son bir Rasûl (s.a.s.) ile başlayan
zulumattan nura çıkış hareketinin kılavuz kitabıdır. 23 yıl süren bir
devrim hareketinin yol gösterici metinlerinin (âyetlerinin) bir araya getirilmesiyle
oluşmuştur. Bu açıdan Kur’an 23 yıllık bir toplumsal değişme
mücâdelesi içinde anlaşılabilir. Âyetlerin inmesiyle beraber Rasûlullah
harekete geçmiş, içinde yaşadığı toplumu bu âyetlerle değiştirmek için
gece gündüz çalışmıştır. Nihâyet çağrısı kendi doğup büyüdüğü Mekke’de
değil; Medine’de yankı bulmuştur. Orada toplumun lideri olarak
Peygamberliğine devam etmiş, 10 yıl içinde insanlık için örnek bir toplum
modeli kurulmuştur. Bu esnada yüzlerce âyet nâzil olmuş, ilk günden
son güne kadar harekete sürekli Kur’an rehberlik etmiş, Rasûlullah
da uygulamış, âyetlerin pratiğe geçirilmesinde Kur’an’ın mücessem bir
ifâdesi olmuştur.
Kur’an, bütün peygamberlerimizin gösterdiği mucizeler içinde en büyük
mucizedir. Diğer mûcizeler, belirli bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan
sınırlı sayıdaki insanın şahid olduğu olağanüstülükler olduğu halde;
Kur’an, her coğrafyada, Peygamberden sonra her tarih diliminde yaşayanlar
için apaçık görülen bir mûcizedir. Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin
yazılamayacağı için mûcizedir, problemlere çözüm getirip ölümcül
hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir, evrensel hakikatleri ihtiva etmesi
yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen, eskimeyen ve en âdil kanunları
içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her
yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle
mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları
arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan,
gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en
çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının
derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması,
okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle,
gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en
köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte
muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan bir
ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten inen
• 21 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek isteyenlere
Allah’ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şahid olduğu en büyük devrim,
Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâbdır. Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden
tırnağa değiştirdiği gibi; toplumları da nuruyla ihya etmiş, diriltmiş, değiştirmiş,
dönüştürmüştür.
Fert planında sözgelimi, Ebu Cehil’in samimi arkadaşı, eli silâhlı katil
adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği
Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Kızını toprağa diri diri gömen
Ömer, Kur’an sâyesinde insanları ihya eden, karıncayı ezmemek için yere
dikkatli basan merhamet ve adalet timsali Hz. Ömer oluvermiş. Fert planında
tek tek yaşanan bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu
da, düzeni de kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine
saldıran, o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve
medeniyet nedir bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği
inkılap sâyesinde çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük
devlet ve medeniyet olmuşlar.
Tefsir, Te’vil, Tercüme ve Meal
Tefsir, İlâhî muradı kesin olarak beyan ettiği için çok daha hassâsiyet ve
itinâ gerektiriyor. Aynı zamanda tefsiri yapanı derin ve ağır bir sorumluluk
altına sokmuş oluyor. Bu yüzden, Hz. Peygamber’den veya sahâbeden sahih
bir rivâyetle menkul olmayan haber ve izahlara itibar edilmemelidir.
Te’vil, muhtemel mânâlardan birini tercih etmek olduğuna göre, burada
te’vili yapanın tercihi önem kazanıyor. Şüphesiz ki, âyeti te’vil eden
kişinin bilgi ve kabiliyeti, İlâhî kelâma ve Hz. Peygamber’in sünnetine vukufu,
Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta
yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik yapısı, kurumsal faktörler...
onun tercihinde etkili olacaktır. Burada beşerî bir tercih söz konusu olduğu
için, tercümesinin de daha rahat ve endişeden uzak olarak yapılabileceği
söylenebilir.
Her biri Kur’an ilimlerinin birer dalı olan Tefsir, Te’vil ve Tercüme; bunların
üçü de, İlâhî mesajın insanlara en güzel şekilde anlatılıp kavratılmasını
hedeflemektedir.
• 22 •
Ahmed Kalkan
Tefsir
Bir şeyi iyice açıklamak, keşfetmek anlamında “el-Fesr” masdarından
tef ’il babında bir kelime. Istılâhta beşerî takat oranında, Allah Teâla’nın
muradına delâlet etmesi yönünden Kur’ân-ı Kerim’i inceleyen bir ilimdir.
Konusu, Kur’an ayetleridir. Gâyesi, iki cihanda selâmete ve mutluluğa
ulaşmak için Allah Teâla’nın kitabını yine O’nun murâdına uygun bir şekilde
anlamak, anlatmak ve yararlı hükümler çıkarmaya kudret kazanmaktır.
Tefsir ilminin şerefi: Bu ilmin şerefi, bilinen bir gerçektir. Allah Teâlâ;
“Dilediğine hikmeti verir, hikmet verilen kimseye çok şeyler verilmiştir”9 buyurur.
İbn Abbas (r.a.)’dan gelen bir rivâyete göre ayet-i kerimede geçen
“hikmet” kelimesi, Kur’an’ın nâsihini, mensûhunu, muhkem ve müteşâbihini,
ilk ve son inen âyetlerini, helâl ve haramını, mesellerini bilmek anlamındadır.
Âlimlerin icmâ’ına göre Tefsir ilmini öğrenmek farz-ı kifayedir.
Bu itibarla Tefsir ilmi Şer’î ilimlerin en yücelerindendir. Mevzû, gâye ve
kendisine duyulan ihtiyaç yönünden de ilimlerin en şereflisidir. 10
Tefsire olan ihtiyaç: Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirine büyük bir ihtiyaç vardır.
Vakıa, Kur’ân-ı Kerîm bir belâğat mûcizesidir, birçok meseleleri, hükümleri
pek açık lafızlarla beyan buyurmuştur. Fakat ilmî, edebî, ahlâkî, hukukî,
sosyal hakikatlerine kadar açık bir tarzda yazılmış olurlarsa olsunlar; yine
bunları herkes gereği gibi anlayamaz; bu hususta şerhlere, izahlara ihtiyaç
görülür. Bunun içindir ki, en beliğ ediplerin, en güçlü yazarların eserleri
hakkında birçok şerhler, haşiyeler yazılmıştır.
Bununla beraber, herhangi bir mesele, birçok meselelerle ilgili olabilir.
Mütehassıs olmayanlar bu ilgiyi göremezler. Bu meseleleri bir arada düşünmeye
ve mütalâaya muktedir olamazlar. Müfessirler ise, her meseleyi izah
eder ve o mesele ile ilgili olan diğer meseleleri de ortaya koyar. Artık bu
hususta bilinmesi gereken maddeler bir tablo halinde gözler önüne serilir.
Böylece mütalâa sahipleri fazla araştırmalardan kurtulmuş olur; az zamanda
çok bilgi sahibi olurlar. Bir de herkes, Kur’an lafızlarının, ibarelerinin inceliklerini
anlayamaz ve en ibret verici noktasına işaret edilen bir kıssanın,
bir olayın teferruatına vakıf olamaz. Müfessirler ise, lafızlara ait incelemele-
9 Bakara, 269
10 Mennâ' el-Kattan, Mebâhis Ulumi'l-Kur'an, Beyrut, 1408/1987, s. 327
• 23 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ri yaparlar, kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazî ve kinayeli mânâlarını,
işaretlerini, delâletlerini gösterirler, Kıssalara, olaylara dair yeterli derecede
bilgi verirler. Böylece Kur’an’ın hakikatları, güzellikleri büyük bir açıklıkla
ortaya çıkarmış olur.
Tefsirler başlıca iki kısma ayrılır:
1- Rivâyet tefsirleri: Bu tefsir, selefden nakledilegelen eserlere dayanan
tefsir-i naklîdir ki, buna et-Tefsir bi’l-me’sur veya Bi-Tariki’r-Rivâye
Tefsir de denir. Bu tefsirlerde ayetlerin mânâları, nüzûl sebepleri, nâsıh ve
mensuh olanları gösterilir. Böylece rivâyet yolu ile yapılan tefsirlerin başlıca
kaynakları, Hadis-i Şerif kitapları ile Siyer ve Tarih kitaplarıdır. Bunlara
muhalif, aklın hükmüne aykırı olan rivâyetlere itimat edilmez.
2- Dirâyet Tefsirleri: Buna rey ile tefsir de denir. Bu tefsirde müfessir,
ayet hakkında açıklayıcı bir nakil bulamayınca reye başvurur. Yani ictihad
eder, ve Lugat, Belâğat gibi lisan ilimlerinden yararlanır. Müfessir bunu yaparken,
müfessirde aranan bazı şartları taşıması tabiidir. Gerek rivâyet ve
gerekse dirâyet sahasında oldukça faydalı birçok tefsir te’lif edilmiştir.
Tercüme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubâî) “Tercüme” fiilidir.
Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir. Lügat mânâsı
bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek,
demektir.
Istilâhi mânâsı ise, bir kelâmın mânâsını diğer bir lisanda dengi bir tabir
ile aynen ifade etmektir. Tercüme yapılırken, kelâmın bütün mânâ ve
maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir. 11
Tercüme iki kısımda incelenebilir:
1) Harfi veya lafzi tercüme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle
eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercümedir.
Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir tercüme türüdür.
11 Cevherî, Sıhah, 5/1928; Zebidî, Tâcu’l-Arûs, 8/211; Menâhil, 2/16; Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirîn, 1/23;
Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 215-216
• 24 •
Ahmed Kalkan
Kur’an için mümkün değildir. Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya
gelseler benzerini meydana getiremezler. Aksi taktirde Kur’an’ın belâğat
hususiyetleri ve i’cazı kaybolur.
2) Mânevî veya tefsiri tercüme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi
gözetilmeyen tercümedir. Bunda asıl gaye, mânânın güzel bir şekilde
ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır. Üstelik harfi tercümeye tercih
edilmiştir.
Kur’an’ın Tercümesi yapılabilir mi?: Bu hususta alimler farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir. Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kur’an’ın harfi tercümesinin
yapılamayacağıdır. Buna karşılık tefsiri tercümenin yapılacağına
izin verilmiştir. Çünkü bu tün tercüme, lafzın mânâsını daha geniş bir sözle
mümkün olduğu kadar ifade etmektedir. Üstelik bu tercüme aslının da aynı
sayılmamaktadır. Yalnız yapılan tercümenin Kur’an’ın yerine geçmeyeceği
ve Kur’an’ın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim’in
zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl mânâyı
ifade etmekten çok âcizdir. 12
Meal
Yaşadığımız ülkede Kur’ân-ı Kerim tercümesi yerine, daha çok “meal”
lafzı kullanılmaktadır. Özellikle son zamanlarda yapılan Kur’an tercümelerinin
hemen hepsi “meal” diye isimlendirilmişlerdir. Meal kelimesi, “döndü,
aslına rucû etti” anlamına gelen âle fiilinden türemiştir.13 Meâl; “Evl”
kökünden mimli masdardır. Bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında ism-i
mekân da olur.14 Mânâsı ise, “bir şeyin hülâsası, zübdesi, neticesi”, âkıbeti
ve dönüp varacağı yer (masîr) demektir. “İşte dayanamadığın işlerin te’vili/
içyüzü budur.”15 Bu âyette geçen te’vilin aslının “meal” olduğu ve bu mânâda
kullanıldığı da söylenmiştir. 16
Meal kelimesi lügatte “evl” kökünden mimli mastardır. Bir şeyin varacağı
yer ve gâye mânâsına mekân ismi de olur. Bir şeyin koyulaşıp katı
hale gelmesine de meal denir. Istilâhta ise, bir sözün mânâsının her yönüyle
12 Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 217-218; Ali Turgut, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, 222-223
13 İbn Teymiyye, Meccmeu' Fetâvâ, 13/291; Mennâ' el-Kattan, Mebâhis fî Ulûmi'l-Kur'an, 325
14 Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I (Mukaddime, 30; Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I/33
15 18/Kehf, 80
16 Mennâ' el-Kattan, 326
• 25 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir. İşte Kur’ân-ı
Kerim’in tercümesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen tercüme etmeye
imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud
olduğunu belirtmek içindir. Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün
mertebe Allah’ın kelâmını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar
arasında İslâm’ı yaymak için Kur’ân-ı Kerimin tercümesi zaruridir.
Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercümelerde, fahiş hatalar
yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya
en yakın bir şekilde, Kur’an’ın bütün dillere tercümesi şartı kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır. Bunun da selâhiyetli heyetler tarafından yapılması
gereklidir. 17
Buraya kadar serdedilen mâlumattan, Kur’an’ın bütün özellik ve inceliklerini,
mânâ ve maksatlarını edâ ederek tercümesinin mümkün olmadığı
anlaşılıyor. Bu durumu ileri sürerek Kur’an’ın başka dillere çevrilmesine
itiraz edenler olabilir. Nitekim böyle de olmuştur. Ancak, unutmamak gerekir
ki, Kur’an sadece Araplara nâzil olmamıştır. Hz. Peygamber evrensel
bir mesaj sunmuştur. Onun bu misyonu, Kur’ân-ı Kerim’de “âlemlere rahmet”,
18 “tüm insanlara beşîr/müjdeleyici ve nezîr/uyarıcı”19 olarak gönderilmiş
olmak gibi ifâdelerle belirtilmektedir. Tebliğ ettiği Kur’an’ın da bütün
beşeriye indirildiğini beyan eden pek çok âyet mevcuttur. 20 Dolayısıyla,
Kur’an’daki emir ve yasaklar, kural ve kaideler, hüküm ve hikmetler Araplar
kadar, dilleri farklı olan diğer müslümanları da, hatta bütün insanları da ilgilendirmektedir.
O halde Kur’an, Arapların dışındaki müslümanların onu
anlayıp kavramalarıy, emir ve yasaklarına şuurlu bir şekilde uymaları, kıssa
ve hikmetlerinden ibret almaları... diğer insanların da üzerinde düşünüp
tedebbür etmeleri, tahkik ve tedkiklerde bulunmaları... için, eksik ve yetersiz
de olsa onların dillerine tercüme edilmeli; ancak bunun “meal” olduğu
da belirtilmelidir.
Kur’ân-ı Kerim, sadece Türkçe değil; hiçbir dile aynen çevrilemez. Her ne
kadar Farsça, Fransızca, İngilizce gibi bazı diller, kelime hazinesi açısından
zengin iseler de, yine de Kur’an’ın tüm mânâ ve maksatlarıyla bu dillere tercüme
edilmesi mümkün olmamakta, bu açıdan bu diller de yetersiz kalmaktadır.
17 Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 220-221
18 21/Enbiyâ, 107
19 7/A'râf, 158; 34/Sebe', 28; 35/Fâtır, 24
20 Bak.2/Bakara, 158; 6/En'âm, 19; 17/İsrâ, 82, 89; 18//Kehf, 54; 30/Rûm, 58; 39/Zümer, 27; 41/Fussılet, 44
• 26 •
Ahmed Kalkan
Buna rağmen, hemen hemen tüm bu dillere yapılan çevirilere “Kur’an tercümesi”
denmiş, sadece içinde yaşadığımız toplum, Kur’an’a duyduğu sevgi
ve saygının bir gereği olarak tercümeye “meal” deme nezâket ve inceliğini
göstermiştir. 21
Kur’ân-ı Kerim’in Doğu ve Batı Dillerindeki Tercümeleri
Kur’ân-ı Kerim’in İslam’ın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme
edildiğine dair örneklere rastlamaktayız. Kur’ân-ı Kerim hemen hemen
bütün Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Doğu ve Afrika dillerinin de
çoğuna tercüme edilen Kur’an’ın hemen her dilde meali vardır. Osmanlı
Türkçesiyle yazılmış ve kelime kelime yapılmış olan tercümelerin, muhtelif
kütüphanelerimizdeki sayısının 60’a vardığını biliyoruz. Latin harfleriyle
yapılmış meallere gelince, sayıları hayli çoktur ve gittikçe artmaktadır.
Günümüzde yayınlanan Türkçe meal sayısının 100’ün üzerinde olduğunu
ifade edebiliriz. Türkçe yazılmış veya Türkçeye tercüme edilip yapınlanmış
tefsir sayısının da 50 civarında olduğunu belirtelim.
Kur’ân’ın Tedrîcî Olarak İnzâl Edilmesi
Kur’an, peyderpey, parça parça indirilmiştir. Kur’an, Hz. Peygamber’in
yirmi üç yıllık risaleti süresince âyet âyet, bazen birkaç âyet, bazen de kısa
sûreler hâlinde, ama aralarında mutlaka zaman boşlukları bulunarak nâzil
olmuştur. Bunun önemli bir yönü bulunmaktadır; zira Kur’an’ın bu şekilde
indirilişi, bizlere, onun anlaşılması ve uygulanmasına dair bir yöntem/usul
de sunmaktadır.
Kur’an, Hz. Peygamber’e ilk defa Ramazan ayında,22 mübârek bir gecede,
23 Hira mağarasındayken indirilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber’e
inen ilk âyetler Alâk Sûresi’nin ilk âyetleridir.24 Kur’an’ın bu ilk inişinin
-yaklaşık olarak- hicretten önce on üçüncü yılda (ki milâdî Temmuz veya
Ağustos 610 tarihine denk gelmektedir), Hz. Peygamber kırk yaşlarında
iken gerçekleştiği belirtilir.
21 Hidâyet Aydar, Kur'ân-ı Kerim'in Tercümesi Meselesi, s. 73-75
22 2/Bakara, 185
23 49/Duhân, 3; ayrıca Bak.97/Kadr, 1
24 Buharî, Bed’ü’l-vahy, 1
• 27 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ın peyderpey indirilişinde, önemli hikmetler mevcuttur.
Kur’an’ın peyderpey indirilişine, bizzat Kur’an’ın kendisi tanıklık etmektedir:
“Kâfirler ‘Kur’an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi ya!’ derler.
Oysa Biz onu kalbine iyice yerleştirelim diye indirdik ve böyle belli bir düzen
içinde ağır ağır okuduk.” 25
“Biz bunu (Kur’an’ı) hakikatle indirdik ve o da sana hak olarak indi.
Biz seni yalnızca bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Ve ayrıca onu
insanlara yavaş yavaş okuyasın diye bir okuma/kur’an olarak bölüm bölüm
ayırdık ve parça parça indirdik” 26
“Parça parça inene (Kur’an’a) ant olsun!” 27
“(Kur’an’ın) parçalar hâlinde indirilişini tanıklığa çağırırım. Eğer bilirseniz
bu büyük bir yemindir. O gerçekten değerli bir okumadır/kur’andır.
Sağlam korunan kelâm içindedir. Ona ancak arındırılmış olanlar dokunur.
Âlemlerin Rabbinden indirilmedir!” 28
Bu âyetler hem Kur’an’ın Hz. Peygamber’in yirmi üç yılı bulan peygamberliği
süresince peyderpey (müneccemen) vahyedilmiş olmasındaki tarihî
gerçeği, hem de bununla birlikte kendi içinde tutarlı bir bütün olduğunu29
ve dolayısıyla ancak bir bütün olarak ele alınırsa, yani her bölümü diğer
bütün bölümler göz önünde bulundurularak okunursa tam olarak anlaşılabileceğini
ifade etmektedir.
Kur’an’ın Muhtevâsı ve İşlevi
Bütün peygamberlerin getirdiği din, İslâm/Teslimiyet olduğundandır
ki onlara uyanları da Allah “Müslüman/Teslim olan” diye adlandırmıştır:
“Ve Allah uğrunda gösterilmesi gereken çabayı gösterin. O sizi seçti ve din
konusunda üzerinize bir zorluk yüklemedi. Atanız Ibrâhim’in milletini/inancını
izleyenler olarak, elçinin size, sizin de bütün insanlara tanık olmanız için
sizi önceden Müslüman/Teslim olanlar diye isimlendirdi. Öyleyse namaz kılın
ve zekât verin ve sımsıkı Allah’a bağlanın. Sizin efendiniz odur. O ne yüce
25 25/Furkân, 32
26 17/Isrâ,105-106
27 53/Necm, 1
28 56/Vâkıa, 75-80
29 4/Nisâ, 82
• 28 •
Ahmed Kalkan
Efendi, ne yüce Yardımcıdır.” 30 Allah’ın, Müslümanlar olarak adlandırdığı
kimselerin oluşturduğu topluluğun, çevresinde halkalandığı inanç merkezi
(ümmet) de ortaktır: “Gerçek şu ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir;
çünkü hepinizin Rabbi benim. Öyleyse bana kulluk edin.” 31; “Muhakkak ki
bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir, çünkü hepinizin Rabbi benim. Öyleyse
Benden sakının.” 32
Farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşamalarına rağmen, kendilerini
Allah’a teslim edenlerin, içinde yaşadıkları şartlar gereği getirilen özel
durum ve uygulamalar dışında (“Biz her biriniz için bir yol/sistem (şir’a) ve
bir hayat tarzı/yöntem (minhac) belirledik. Eğer Allah dileseydi hepinizi bir
tek topluluk yapardı, ama size indirdikleri aracılığıyla sizi sınamak için böyle
diledi. O hâlde hayırlı işlerde yarışın! Hepinizin dönüşü Allah’adır; o zaman
Allah farklı olduğunuz hususları size bildirecektir.”33 tek Allah inancına dayanan
bütün dinler, evrensel bir bütünlüğe ve ortak bir yapıya sahiptir: “O,
sizin için dinden Nûh’a emrettiğini ve sana vahyettiğimizi, Ibrâhim’e, Mûsâ’ya
ve Îsâ’ya emrettiğimizi teşrî buyurdu. Dini tastamam yerine getirin ve bu konuda
ayrılığa düşmeyin.” 34
Allah’ın bütün peygamberleri aracılığıyla gönderdiği ve adına İslâm
dediği bu dinin temel ilkelerini de yine Allah kendisi açıklamaktadır. Bu
ilkeler kurtuluşun temel ve yegâne şartıdır. Bu şartlar peygamberlere gelen
bütün vahiylerin ortak paydasıdır. Bu sebeple Kur’an’ın getirmiş olduğu
her türlü mesaj, emir, nehiy ve açıklama, bu şartlar altında ele alınabilir.
Işte bütün inananların ortak olarak üzerinde birleştikleri şartları Kur’an
bize şöyle açıklar: “Hiç kuşku yok ki (bu ilâhî kelâma) inananlar ile Yahûdi
inancının takipçilerinden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden her kim Allah’a
ve âhiret gününe inanır ve (bu inanca) uygun ve doğru işler yaparsa elbette
onların, Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur. Ve
onlar üzülmeyeceklerdir de.” 35
30 22/Hac, 78
31 21/Enbiyâ, 92
32 23/Mü’minûn, 52
33 5/Mâide, 48
34 42/Şûrâ, 13
35 2/Bakara, 62; 5/Mâide, 69
• 29 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ın Bölümleri
Âyet: Sözlükte işaret, delil, alâmet anlamlarına gelen âyet kelimesi
Kur’an’da mûcize, alâmet, ibret, delil ve benzeri anlamlarda kullanılır. Kâinatta
bulunan her şey bir âyettir; zira Allah’ın varlığına ve yüceliğine işaret
eder. Kur’an’ın en küçük birimi de âyettir; zira o da Allah’ın mesajını
göstermektedir. Bazı sûrelerin başında bulunan müstakil harflerin (hurûf-ı
mukattaa) âyet sayılıp sayılmamasından ve iki âyeti birbirinden ayıran durakların
tespitindeki değişik yaklaşımlardan dolayı Kur’an âyetlerinin sayısı
hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlere göre âyetlerin sayısı,
6204, 6214, 6219 şeklinde farklılık göstermektedir ki, elimizde mevcut
olan Kur’ân-ı Kerîm mushafları 6236 âyetten oluşmaktadır. Bir sûrenin
içindeki âyetlerin sıralanışı/tertibi Hz. Peygamber’in talimatına dayanmaktadır.
Sûre: Sözlükte yüksek rütbe, mevki, yüksek bina, etrafı surlarla çevrili
şehir anlamlarına gelen sûre kelimesi Kur’an’ın, en az üç âyetten oluşan,
farklı uzunluklara sahip her bir özel bölümüne verilen addır. Kur’an’da 114
sûre bulunmaktadır. En uzun sûre 286 âyetli Bakara, en kısası ise 3 âyetli
Kevser’dir. Mushaflarda ilk sûre Fâtiha, son sûre de Nâs’dır. Sûrelerin isimleri
tevkıfî (Hz. Peygamberin emri ve işaretine bağlı) olmadığından bazen
bir sûrenin birden fazla ismi bulunmaktadır.
Cüz: Altı yüz sayfalık Kur’an mushafının yirmi sayfalık her bir bölümüne
denir. Kelime anlamı parça, bir bütünü oluşturan bölüm demektir.
Kur’an otuz cüze bölünmüştür.
Aşr veya Rukû‘: Her bir sûrenin içinde bir pasaj tarzında konu bütünlüğüne
sahip olan ve âyet sonundaki duraklarda “ayn” harfiyle gösterilen
kısa bölümlerin adıdır. Yaklaşık onar âyetten oluşurlar.
Kur’an İlimlerine Dair Kimi Kavram ve Terimler
Kur’an’ın inişinden itibaren, ona inananlar bu İlâhî kelâmı anlamaya ve
hayatlarında canlı kılmaya çabalamışlardır. Ancak Kur’an’ın inişinin üzerinden
zaman geçtikçe Kur’an’ın indiği dönemde yaşayan insanların karşılaşmadığı
kimi anlama sorunları ortaya çıkmaya başlamıştır. Her kuşak
kendinden önceki nesillerin Kur’an’a dair anlayış ve yorumlarını öğrenmiş
• 30 •
Ahmed Kalkan
ve kendinden sonrakilere aktarma ihtiyacı duymuştur. Kur’an’ın indiği dönemde
yaşayan insanlar (sahabe) elbette bu inişe tanıklık etmiş; hangi şartlarda
hangi âyetlerin indiğini, dolayısıyla âyetlerin delâlet ettiği anlamların
neler olduğunu herhangi bir sorun yaşamadan anlamışlardır. Zaten Kur’an,
onların kullanageldikleri ve hiçbir sûrette yabancılık çekmeyecekleri bir dil
formunda nâzil olmuştur. Ancak yıllar geçtikçe ve farklı din ve milletlerden
insanlar İslâm’a girdikçe İslâm toplumunda çeşitli görüşler ortaya çıkmaya
ve bunlar tartışma konusu yapılmaya başlanmıştı. Bu etkiyle insanlar sorunları
çözmek üzere Kur’an’a başvurmak durumunda kalmış; ancak her
düşünce sahibi kendi düşüncesini Kur’an’da bulmaya ya da kendi görüşünü
Kur’an’a dayanarak benimsetmeye kalkışmıştı. Bu ve benzeri sebeplerden
ötürü sahabeden itibaren her çağda yaşayan ilim adamları Kur’an’la ilgili
çalışma ve araştırmalar yapmaya ve bu çalışmalarını belirli bir yönteme
göre ortaya koymaya çaba göstermişlerdir. Yapılan bu çalışmalara Ulûmu’l-
Kur’an/Kur’an Ilimleri denmiş, bu ilimlerde takip edilen yönteme de
Usûl-i Tefsir/Tefsir Yöntemi adı verilmiştir. Şimdi Kur’an Ilimlerine dair
birtakım kavram ve terimlere değinelim:
Sebeb-i Nüzûl: Kur’an âyetlerinin iniş sebebi demek olan bu ifade,
Kur’an’ın peyderpey inen parçalarının, belirli bir olgu veya olay üzerine belirli
bir maksadı elde etmek üzere indirildiğini işaret etmektedir. Kur’an’ın
ahkâm (hukukî hükümler) ve ahlâka ait olan âyetlerinin çoğu, sebeb-i
nüzûl adı verilen ortamlarda inmiştir. Kur’an’ın yirmi üç yıllık bir süre zarfında
bölük bölük, âyet âyet inmesindeki çeşitli hikmetlerden biri de yeni
oluşmaya başlamış bir İslâm toplumunun, gelen vahiyleri özümsemesini
kolaylaştırmak ve bu suretle insanları tekâmülî bir tarzda yavaş yavaş, tedricen
eğitmek ve biçimlendirmektir. İşte sebeb-i nüzûl, vahyin hangi durumlarda
nasıl bir tavır aldığını göstermektedir ki bu da âyetler arasındaki
münasebetleri anlamamızı kolaylaştırıcı bir etkiye sahiptir.
Âyetlerin inişiyle ilgili olarak bahsedeceğimiz iki kavram daha bulunmaktadır:
1. Mekkî âyetler: Hicretten önce inen ve genellikle iman ve ahlâkla alâkalı
olan âyetlerdir.
2. Medenî âyetler: Hicretten sonra inen ve genellikle ibâdet, hukuk ve
diğer semavî din mensuplarıyla münasebet gibi konuları ele alan âyetlerdir.
• 31 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bu ayrımın bilinmesi hangi hükümlerin hangi olgu ve şartlara göre nâzil
olduğunu öğrenmeyi sağlar ki bu da Kur’an metnini daha iyi anlamamıza
yardımcı olur.
Muhkem ve Müteşâbih: Âl-i Imrân Sûresi’nin yedinci âyetinde Kur’an
âyetleri iki kısma ayrılmıştır:
1. Muhkem: Kelime mânâsı sağlamlaştırılmış, berkitilmiş demek olan
muhkem, mânâsı ve lâfzı itibarıyla herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak
şekilde belirgin ve belli olan anlamına gelir.
2. Müteşâbih: Sözlükte birbirine benzeyen, benzeşen anlamına gelir.
Müteşâbih âyet ise ya lâfız ya da mana yönünden başkasına benzemesi sebebiyle
anlaşılmasında kapalılık bulunan, bu sebeple ilk anlaşılan mânâsı
kastedilmeyen âyetler demektir.
Bu durumda muhkem, lâfzın zahirî anlamı itibarıyla yoruma ihtiyaç
duymazken müteşâbih, ilk bakışta anlamı kapalı geldiği/göründüğü için
ancak muhkeme başvurarak anlaşılabilir. Müteşâbih âyetleri, genellikle,
gayb âlemiyle ilgili olan durum ve olguların sembolik ve benzetme yoluyla
anlatımı şeklinde ifadelendirmek daha uygun bir anlayış olacaktır. Allah’ın
sıfatları ile âhiretteki mükâfat ve azap durumlarını anlatan âyetler
müteşâbih grubuna girer. Örneğin, bize cennet ve cehennemden bahseden
âyetler, tamamıyla bizim bildiğimiz ve idrâk dünyamıza dâhil olan olgu ve
olaylardan yola çıkarak yapılan tasvir ve anlatımları içermektedir. 36
Hurûf-ı Mukattaa: Kelime anlamı bölünmüş, ayrık harfler demek olan
hurûf-ı mukattaa, Kur’an’ın yirmi dokuz sûresinin başında bulunan ve elifbâ
(alfabe) harflerinin tek olarak kullanılmasıyla ya da ikili, üçlü, dörtlü
veya beşli bir kompozisyon çerçevesinde bir araya gelmesiyle oluşan; harflerin
sesleriyle değil, kendi adlarıyla “Nûn”, “Yâ. Sîn”, “Elif. Lâm. Mîm”, “Tâ.
Sîn. Mîm.”, “Elif. Lâm. Mîm. Râ.”, “Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd.” şeklinde okunan
harf-sembollerdir. Bu harfler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Bu tür bir kullanımın o dönemki Arap şiir/söz söyleme geleneğinde mevcut
olduğu, hatibin/şairin muhatabın dikkatini söze/şiire çekmek gayesiyle
eserine alfabenin bir veya birkaç harfiyle başladığı bize kadar ulaşan bilgiler
arasındadır. Dolayısıyla Arap diliyle inen bir kitabın diğer durumlarda
36 13/Ra‘d, 35; 47/Muhammed, 15
• 32 •
Ahmed Kalkan
olduğu gibi burada da Arap edebiyat kültüründen faydalanması kadar tabiî
bir şey düşünülemez. Ayrıca şunu da hemen belirtelim ki hurûf-ı mukattaa
hakkında ileri sürülen her türlü düşünce ve yorum nihayetinde birer içtihattır.
Bu harflerin aslını ve esasını Allah bilir.
Kur’an’ı Okumak ve Anlamak
Kur’an’ı okumaktan bahsederken burada onu Arapçasından ezbere
veya yüzüne okumayı kastetmiyoruz. Elbette yerine getirene bu tarz bir
okuyuşun faydası vardır. Ancak bizim burada üzerinde durduğumuz husus,
Kur’an’ın anlaşılması olduğundan dolayı Arapça bilmeyen ya da Arapça
bilgisi Kur’an’ı orijinal metinden okuyup anlayacak bir düzeyde olmayan
kişinin bu okuyuşu bizim konumuz dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bundan
sonra kullanacağımız “Kur’an’ı okumak” ifadesiyle onun mushaftan,
yani Arapçasından anlamaksızın yüzünden veya ezbere okunmasını değil,
anlamının okunmasını kastettiğimiz önemle akılda tutulmalıdır.
Kur’an, anlaşılmak için okunur. Zira Allah’ın, Resûlullah’a Kur’an’ı indirmesinin
amacı onu insanlara duyurması ve iletmesidir.37 İnsanlar da
kendilerine duyurulan ve iletilen bu mesajı anlamakla yükümlüdürler.38
Zira hayatlarını Allah’ın istediği istikamette düzenlemekle sorumlu tutulan
insanlar bunu ancak kendilerinden isteneni anladıkları zaman yerine
getirebilirler. Bu yüzden Kur’an okumak farzdır: “Bir de Kur’an’ı okumakla
emrolundum.” 39
Rasûlullah (s.a.s.) “Muhakkak ki ileride kapkaranlık geceler misâli fitneler
olacak!” buyurdu. “Onlardan kurtuluşun yolu nedir, Ey Allah’ın Resûlü?”
denildi. Buyurdu: “Allah’ın kitabı! Onda sizden öncekilerin olayları, sizden
sonrakilerin haberleri ve sizin de hükmünüz vardır. O, kesin çizgidir;
şaka değildir. Her kim kibirlenerek onu terk ederse Allah onun belini kırar.
Her kim ondan başka hidâyet ararsa Allah onu saptırır. O Allah’ın sapasağlam
ipidir. O, apaçık bir nurdur. O hikmetli bir hatırlatmadır. O dosdoğru
yoldur. Hevalar onun sâyesinde kaymaz. Görüşler onun sâyesinde dağılmaz.
Âlimler ona doymazlar. Onun çokça tekrarı usanç vermez. Hayretengiz yön-
37 16/Nahl, 44, 64; 5/Mâide, 15,19; 14/Ibrâhîm, 4
38 2/Bakara, 219, 221, 243, 266; 24/Nûr, 61; 7/A’râf, 176; 10/Yûnus, 24; 16/Nahl, 44; 38/Yâsîn, 29; 4/Nisâ 82;
47/Muhammed, 24; vd.
39 27/Neml, 92
• 33 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
leri tükenmez. Her kim onun ilmiyle ilimlenirse ileri gider. Her kim onunla
amel ederse ecirlenir. Her kim onunla hükmederse adalet eyler. Her kim ona
tutunursa doğru yolu bulur.” 40
Kendini Kur’an’a Açmak
Kur’an’ı okumaya niyetlenen kişinin ondan faydalanması için öncelikle
kendisini Kur’an’a açması gerekir. Bu da ancak kendisine yapılan uyarı ve
hatırlatmaya kulak veren için söz konusudur: “Sen ancak uyarıyı/hatırlatmayı
izleyeni ve gıyaben Rahmân’dan korkan kişiyi uyarabilirsin.”41 Bu sebeple,
Kur’an okumaya yönelen kimsenin onu okumakla neyi amaçladığını
çok iyi belirlemesi gerekir. Kur’an’ı anlamak için okumalıyız; kendi düşünce
ya da emellerimizi destekleyeceğini umduğumuz âyetleri bulmak için değil.
Kur’an’ı Yaşamak, Kur’anla Yaşamak
Kur’an okumaktan maksat onu anlamak, onu anlamaktan maksat ise
onu yaşamak, pratiğe dökmek, “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerinden
de kaçınmaktır. Okuyup anladığımız hâlde eğer onu uygulamaz isek
Peygamber’in Kur’an’da zikredilen şu sitemine maruz kalanlardan oluruz:
“Ve (o gün) Resul şöyle diyecek: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk edilecek
bir şey olarak gördü.” 42
Huzurun Kaynağı Kur’an
Kur’an anlamamız için kolaylaştırılmıştır. Bunu bize haber veren bizzat
Allah’tır.43 Anlaşılması için kolaylaştırılan Kur’an, hayata aktarıldığı ve
canlı kılındığı durumda insana mutluluk ve huzur verir; sıkıntı ve darlık
değil: “Kur’an’ı sana, bedbaht olasın diye indirmedik. Yalnızca saygısı olana,
yeri ve yüce gökleri yaratan Allah katından bir öğüt, bir uyarıcı olsun diye
indirdik.” 44
40 Ahmed b. Hanbel, 1, 91; Dârimî, Fezâilü'l-Kur'ân, 1; Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân 14, 2908
41 36/Yâsîn, 11
42 25/Furkan, 30
43 54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 19/Meryem, 97; 44/Duhân, 58
44 20/Tâhâ, 2-4; ayrıca Bak.13/Ra’d, 28; Kur’an Anlaşılsın Diye, Heyet, Yekder Y., s. 10-39
• 34 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim’den Faydalanma Yöntemi
Kur’ân’ı Kendi Yapı ve Yöntemiyle Doğru Tanıma
• Kur’an, İnzâr Edici, Uyarıp Korkutucu Bir Kitaptır (25/Furkan, 1; 6/En’âm, 92;
36/Yâsin, 70).
• Hidâyet ve Rahmettir (45/Câsiye, 20; 27/Neml, 77; 5/Mâide, 16; 2/Bakara, 2).
• Mübîndir (Apaçık ve Âşikârdır) (36/Yâsin, 69; 26/Şuarâ, 2; 22/Hacc, 16; 15/
Hicr, 1; 12/Yûsuf, 1; 6/Enâm, 114; 5/Mâide, 15).
• Burhandır (Delil, Hüccet ve Kesin Kanıttır) (4/Nisâ, 174; 6/En’âm, 149; 21/
Enbiyâ, 24; 25/Furkan, 33; 35/Fâtır, 40).
• Besâirdir (Görülebilen ve Gösteren Bir Kitap) (6/En’âm, 104; 7/A’râf, 203; 45/
Câsiye, 20).
• Beyândır (Açık ve Açıklayan Bir Kitap) (3/Âl-i İmrân, 138; 2/Bakara, 159; 10/
Yûnus, 37; 11/Hûd, 1).
• Tebliğdir (14/İbrâhim, 52; 5/Mâide, 67; 46/Ahkaf, 35; 50/Kaf, 45).
• Azîzdir (41/Fussılet, 41).
• İmamdır (36/Yâsin, 12).
• Çelişkisiz Bir Kitaptır (4/Nisâ, 82).
• Hezl/Şaka Değildir (86/Târık, 14).
• Değişmez ve Değiştirilemez Bir Kitaptır (6/En’âm, 115).
• Hüküm ve Hikmettir (43/Zuhruf, 4; 31/Lokman, 2).
• Furkandır (Hakla Bâtılı, Mü’minle Kâfiri Ayırır) (25/Furkan, 1; 86/Târık, 13).
• Hayırdır (16/Nahl, 30).
• Şifâdır (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82).
• Müjdedir (16/Nahl, 89, 102; 46/Ahkaf, 12).
• 35 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’ân-ı Kerim’in İndiriliş Gayesi
1. İman edilmesi için (3/Âl-i İmrân, 7).
2. İnsanların dünlerini, bugünlerini ve yarınlarını bildirmek için (21/
Enbiyâ, 10; 23/Mü’minûn, 71; 43/Zuhruf, 44).
3. Mü’min ve Müslimleri müjdelemek için (17/İsrâ, 9; 16/Nahl, 89).
4. İnzâr etmek, uyarıp korkutmak için (25/Furkan, 1; 6/En’âm, 92; 6/
En’âm, 105; 7/A’râf, 2; 14/İbrâhim, 52).
5. Hak ile bâtılı ayırmak için (25/Furkan, 1).
6. İhtilafları sonuçlandırmak için (16/Nahl, 64).
7. Zulmetten nûra çıkarmak için (16/Nahl, 16; 14/İbrâhim, 1).
8. Sırât-ı müstakîme ulaştırmak için (5/Mâide, 16; 14/İbrâhim, 1; 17/İsrâ,
9)
9. Kendisiyle hükmedilmesi için (4/Nisâ, 105).
10. Kendisine tâbi olunup yaşanması için (6/En’âm, 155; 7/A’râf, 3).
11. Allah adına sorumluluk yüklemek için (43/Zuhruf, 44).
12. Mü’minlere velî olması için (7/A’râf, 3).
13. Bireysel ve toplumsal hastalıklara şifa ve onlara rahmet olması için (17/
İsrâ, 82).
14. Kesin kanıt olması için (4/Nisâ, 174).
15. Örnek ve ibret alınması için (24/Nûr, 34; 12/Yûsuf, 111).
Dâvetin Konusu ve Yönü – Tevhidî Gündem
İslâm adına herkesin bazı insanları bir şeylere çağırdığı günümüzde
acaba en hikmetli, isabetli ve doğru olan hangisi? İslâm’a yeni girmek isteyen
bir kimseye, namazla mı, oruçla mı, zekâtla mı yaklaşacağız? Vahyin
erken dönemlerde konu edindiği meselelerle, günümüzde ele alınan meseleler
aynı mıdır? Ya da câhilî toplumlardaki insanlara götürülecek dâvetle,
İslâm toplumunda götürülecek dâvet aynı mı?
Elbette hayır!
• 36 •
Ahmed Kalkan
“Ataları uyarılmamış”45 bir kavmi namaza, oruca, hacca dâvet etmek
doğru değildir. Tevhidden şirke dönüşmüş veya fetreti yaşayan insanlara
yeniden tevhid konu edilmeli ve insanlara öncelikle ve ısrarla tevhid götürülmelidir.
Kur’an’ı nüzul sırasına göre okuduğumuzda rahatlıkla görürüz
ki, ilk sûrelerde tevhid, risâlet ve âhiret konuları baskındır. Her bir mesele,
bu konulara bağlanır.
Namaz platformları, umre seyahatleri, Kur’an okuma yarışmaları, siyasî
ve politik açılımlar, kültür sanat arayışları hepsi Tevhid gündeminden
uzaklaş(tır)manın planlı programlı yansımalarıdır.
Bütün peygamberlerin ortak özellikleri, yaşadıkları toplumları tevhide
dâvet etmeleriydi. Bugün tevhidi gündemlerinden düşürmeyen, bunu devamlı
konu edinen muvahhidlere, yönünü âhirete ve İlâhî rızâya çeviren
Müslimlere büyük çapta ihtiyaç vardır. Bakara sûresinin veya Enfal sûresinin
konusu ile Müzzemmil veya Fecr sûresinin konusu aynı değildir.
Kur’ân’ı tedrîcî olarak okumayı bir zorunluluk olarak görmezsek, kendimizi
ve dâvâmızı ifadede, anlatmak ve anlaşılmakta zorlanırız. Ayniyeti
ve ortak kimliği yakalayamayız. Ortak eylem birlikteliği oluşturamaz ve
farklı beklentilere kapı açarız. Milyarlarca Kur’an okuyucusunun gruplaşmalarını
ve hiçbir varlık gösterememelerini başka nasıl izah edebiliriz?
Kur’an’dan Faydalanabilmenin Şartları
1- Allah’ın adıyla ve gereği gibi okumak ve dinlemek.46 Ön yargılarımızdan
uzaklaşarak, tarihin şâibeli birikimlerinden sıyrılarak okumak. Açık
yüreklilikle, saf bir gönülle ve berrak bir zihinle okumak. Câhilî tortulardan
arınarak, ön kabullerden kurtularak okumak. Kışkırtmalardan, yanlış yönlendirmelerden
kaçarak okumak. Uyanık, diri zamanında okumak. Tertîl
üzere tertipli okumak. Hissederek, yaşama kasdıyla okumak. Fikirlerine
gerekçe olsun diye, tartışma olsun diye, üstünlük sağlayalım diye, beklentilerine
cevap olsun diye okumamak. Yalnızca O’nun adıyla, O’nun adına
okumak. Bildirmek-açıklamak, ilan etmek için okumak. Önce kendimize
45 36/Yâsin, 6
46 96/Alâk, 1-5
• 37 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sonra başkalarına okumak. Okuyarak yüzleşmek, okuyarak aynîleşmek,
okuyarak yola çıkmak…
Rasûlullah’ın vahiy öncesi okumaları vardı. Kendini, kâinatı, tabiatın
yaratıcısını… ne kadar doğru okumuştu ki, bu hali Kur’an’da “yol bilmezlik”
le47 nitelendirildi. Kendisine “Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”48
denildi. Peygamberlik öncesi Muhammed’in (s.a.s.) gerçek dini (yolu, Kitab’ı,
imanı) bilmesine imkân yoktu, o yüzden mâzurdu. Ama günümüzde
kendini İslâm dinine nisbet eden nice kimselerin durumu (mâzur olacak
hiçbir sebep olmadığı halde) aynı değil mi?
Ya vahiyle konuşmalı ya da vahye kulak vermeli. “İşittik, itaat ettik” 49
teslimiyeti ile okumalı vahyi. Anlamları ve kavramları tahrif etmeden okumalı.
Te’vilini Allah’a bırakarak okumalı. Muhkemleri esas alarak okumalı.
Müteşâbihlere tefekkürle bakmalı. Mezhebî ve meşrebî okumamalı. Kültürel
ve âyinsel okumamalı. Nefsin ihtiraslarından uzak kalarak okumalı.
Sorgulamadan, dünyevî sonuç almanın ille de gerekmediğini bilerek okumalı…
2- Âyetler üzerinde düşünmek ve akletmek.50 Bu konu, üzerinde en çok
konuşulan konulardan olmasına rağmen, birkaç cümle söylemek gerekirse;
çoğu zaman hazırcılığa alışmışız. İrdelemek, araştırmak, düşünmek için
tembellik yapıyoruz.
Hemen her insanın aklı vardır. Sorun, kafada aklın olup olmamasıyla
ilgili değil. Sorun aklın kullanılıp kullanılmamasıyla ilgilidir. Aklı doğru
kullanma, kılavuzla gerçekleşir. En güzel ve doğru kılavuz ise Kur’an’dır.
Akletmenin önündeki engelleri çözmeden aklımızı kullanmaktan bahsedemeyiz.
Akletmenin önündeki en önemli engel; geçmişi dikkate alma,
gelecek kaygıları, zaaflarımız ve doğru adına yanlış kabullerimiz. Bunları
uzun uzun açmak gerekmektedir. Fakat bu, çalışmamızın hacmini büyüteceğinden
burada noktalıyoruz.
47 93/Duhâ, 7
48 42/Şûrâ, 52
49 2/Bakara, 285
50 6/En’âm, 126; 89/Fecr, 1-5
• 38 •
Ahmed Kalkan
Bununla birlikte, çoğu zaman, düşünerek okumamıza mâlum araçlar
kaynaklık ediyor. Bazen bir tefsir, bazen bir hadis, bazen fıkhî izahlar, tarihsel
rivâyetler. Öncelikle sûre bütünlüğünde Kur’an’ı Kur’an’la açıklayıp
düşünmek, âyetleri birbirleriyle irtibatlandırmak gerekmektedir. Unutmayalım;
Kur’an’ın en doğru tefsiri, yine Kur’an’ın yaptığı tefsirdir. Bir âyeti,
öncelikle diğer âyetlerin ışığında ele alıp açıklamak en doğru yoldur.
3- Kur’an bütünlüğünde sûrenin tamamını anlamak. Bunu şöyle tasnif
edebiliriz:
a) Kur’an bütünlüğünde sûrenin anlaşılması,
b) Sûre bütünlüğünde âyetin anlaşılması,
c) Âyet bütünlüğünde kelime ve kavramların anlaşılması.
Kısaca, meselâ Alâk sûresini bu şekilde anlayıp değerlendirirsek, şu sorulara
cevap bulmalıyız:
a) Kur’an bütünlüğünde Alâk sûresi ne anlatmak istiyor?
b) “Yaratan Rabbinin adıyla oku”51 âyeti, sûre bütünlüğünde ne anlatıyor?
c) Sûre ve âyet bütünlüğünde Rabb ne anlam ifâde ediyor?
4- Kavram (sûre içerisindeki kavramlar). Kavramları şöyle tahlil etmeliyiz:
a) Öncelikle âyetin bağlamında tahlil,
b) Sûre bağlamında tahlil,
c) Kur’an bütünlüğünde gelişim seyrini dikkate alarak tahlil,
d) Vahyin indiği ortamdaki kullanımı dikkate alarak tahlil.
5- Tabiat, kâinat, insan, sosyal hayat ve Kur’an arasında irtibat kurmak.
(Tefekkür etme, anlama ve özümseme)
51 96/Alâk 1
• 39 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Hepimizin bildiği üzere Kur’an, kâinattan, insanın doğasından, sosyal
hayattan, tabiattan çokça bahseder. Bu yoğun ifade, yukarıda sayılan varlıklar
âleminden haberdar olmamızı, onlar hakkında yeterli bilgi sahibi olmamızı
bizden istemektedir.
Yüce Kur’an bu konularla ilgili çokça örnek verir. Meselâ tabiattan bitki52
örneği; kâinattan güneş,53 ay54 ve yıldızları;55 insanın doğasından aceleci,
56 nankör,57 hırslı58 ve sosyal hayattan “çoklukla övünmek”,59 “mal ve çocuk
sahibi olmaktan gurura kapılmak”,60 “mal yığma”;61 “Nefsânî arzulara, (özellikle)
kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara,
sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı,
süslendi.”62 gibi.
Meselâ, A’lâ sûresinin ilk âyetlerinde; “Rabbinin ismini tesbih et. Ki O
yarattı, bir düzen içinde biçim verdi. Takdir etti, böylece yol gösterdi. Yemyeşil
merâyı/otlağı çıkardı. Ardından onu kuru, kara bir duruma soktu. Sana
okutacağız, sen de asla unutmayacaksın. Ancak, Allah’ın dilediği başka. Çünkü
O, açıkta olanı da bilir, saklı duranı da.” 63buyrulur. Şimdi burada tabiatla
yani “ot, bitki” gibi bir unsurla örnek verilerek mesaj sunuluyor. Mesajla
tabiat arasındaki irtibatı kurmak bize düşüyor. Yüce Allah’ın yarattığı bir
varlık çöp oluyor, fakat sonra aynı toprak yeniden yeşil bir bitki veriyor.
Yani bir sünnetullah cereyan ediyor. Tabiatla ilgili sünnet ile toplumsal anlamdaki
bir sünnet paralellik arzediyor. Bir âyet nâzil oluyor, sonra unutturuluyor.
Belleğinde kalması gerekenler kalıyor. “Ve kolay olan bir yol”dan
bahsediliyor.64 Bitkinin gelişim seyrindeki yolların açıklığı, berraklığı ve
kolaylığı ile İlâhî mücadelenin gelişim seyrindeki yolların açıklığı, berrak-
52 3/Âl-i İmrân, 37; 6/En’âm, 99; 7/A’râf, 58; 10/Yûnus, 24; 18/Kehf, 45; 20/Tâhâ, 53; 57/Hadîd, 20; 71/Nûh,
17; 78/Nebe’, 15.
53 7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 5; 13/Ra’d, 2; 14/İbrâhim, 33; 16/Nahl, 12; 21/Enbiyâ, 33; 25/Furkan, 45; 36/Yâsin,
38, 40; 41/Fussılet, 37, 39; 55/Rahmân, 5…
54 22/Hacc, 18; 36/Yâsin, 39; 74/Müddessir, 32; 84/İnşikak, 18; 91/Şems, 2…
55 6/En’âm, 97; 7/A’râf, 54; 16/Nahl, 12; 22/Hacc, 18; 37/Sâffât, 88; 52/Tûr, 49; 56/Vâkıa, 75; 77/Mürselât, 8…
56 17/İsrâ, 11; 75/Kıyâme, 20
57 22/Hacc, 66
58 70/Meâric, 19
59 102/Tekâsür, 1
60 68/Kalem, 14; 74/Müddessir, 13; 3/Âl-i İmrân, 14…
61 3/Âl-i İmrân, 49; 9/Tevbe, 34-35; 64/Teğâbün, 15-18; 104/Hümeze, 1-4
62 3/Âl-i İmrân, 14
63 87/A’lâ, 1-7
64 87/A’lâ, 8
• 40 •
Ahmed Kalkan
lığı ve kolaylığı açığa çıkmış oluyor. Yani toprak-vahiy ilişkisi, bitki-âyet
ilişkisi kuruluyor… Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
İnsanın doğası ile İslâmî mücadele ve Kur’an arasındaki ilişki ve uyum
açısından olay ele alınmalıdır. Acelecilik bunun en belirgin özelliği. İnsanın
doğasında acelecilik var.65 Bunun Kur’an’la ilişkisi; âyetlerin hükümleri aceleye
getirilmesi şeklinde tezâhür etmektedir.
Kıyâmet sûresi, 16-21. âyetleri bu açıdan tahlil edilmelidir. 20. âyette
dünyadan “âcileh” kelimesi ile bahsedilmiştir. “Âcileh” ile “kıyâmeh” zıtlaşması,
dünyevî değerlerle uhrevî değerlerin zıtlaşmasını düşündürmektedir.
16. âyetteki “Kur’an’ı aceleye kapılıp dilini onunla hareket ettirip durma” ifâdesi,
Kur’an âyetlerinin veya hükümlerinin aceleye getirilmemesiyle (tedrîcîlik-
aşama) ile ilgilidir. Bu örnekler çoğaltılabilir.
6- Sûrede geçen tarihsel olayları değerlendirmek.
a) Tarihsel olayları önce sûrenin kendi bağlamında, kıssalar ile sûre
arasındaki ilişki kurmak,
b) Kıssada verilmek istenilen mesajı güncellemek,
c) Kıssa ile sûrede verilmek istenen mesaj arasında bağlantı kurmak.
7- Sûrelerdeki mesajlarla yeminler arasında bağlantı kurmak. Çoğu
zaman yeminlere, müteşâbih âyet denilerek üzerinde düşünülmeye gerek
duyulmamaktadır. Oysa Fecr sûresinde: “Fecre andolsun. On geceye. Çift’e
ve tek’e. Akıp gittiği zaman geceye. Bunlarda akıl sahibi olan için bir yemin
var, değil mi?” 66 buyrulmaktadır. Özellikle yeminler üzerinde düşünmemizi
isteyen Yüce Allah, sûrede verilmek istenen mesajla yeminler arasındaki
uyumu ve ilişkiyi görmemizi istemektedir. Klasik tefsirlerde yapılan
açıklamaların çoğu, hem sûrenin ruhundan uzak, hem de sûrenin tarihsel
yönünden kopuktur. Bu bağlantıları tefsir çalışmalarımızda yansıtmaya çalışacağız.
65 17/İsrâ, 11; 75/Kıyâme, 20
66 89/Fecr, 1-5
• 41 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Yine Duhâ sûresinde güneşin hallerinden bir hale (evreye) yemin edilmekte67
ve bu evre ile mesaj arasında ilgi kurulmaktadır. Kur’an’daki yeminlerin
çoğunda bu ilişkiyi görmemiz mümkündür.
Pratik Öneriler
1. Nüzul sırasına göre bireysel okuma faâliyeti,
2. Hem meal çalışmasında hem de tefsir çalışmasında mukayeseli okuma,.
3. Nüzul sırasına göre toplu okuma faâliyeti (ders halinde),
4. Kavram çalışması (Kur’an Kavramları),
5. Konu tesbitli Kur’an okuma faâliyeti (Konuları Kur’an’a sorup cevap
arama)
6. Kur’an’daki tarihî bakış açısını kazanmak için Kur’an kıssalarını tahlil
ve tertip etmek,
7. Sûre bütünlüğündeki uyumu kazandıracak, kalemi de kullandıracak
kompozisyonlar hazırlamak, yazı çalışmaları yapmak,
8. Tecvidli, duygulu, tefekkürlü şekilde, anlamını düşünerek Kur’an
okumak,
9. Kur’an ile donanmak için âyet ezberlemek,
10. Gece Kur’an okuyuşlarına önem ve öncelik vermek, gece vaktinin
güzelliklerinden yararlanmak.
Kur’an’ın İnsanı Güzelleştirmesi
Müslümanlar, hayata ve hayattaki her şeye müslümanca bakabilmelidir.
Çünkü İslâm, hayatımızın vazgeçilmez bile olsa bir parçası değil; hayatımızın
kendisidir, yaşantımızın bütünüdür. İnancımızın, düşüncemizin, duygularımızın,
davranışlarımızın, eğitimimizin, hayat görüşümüzün tümünü
kuşatan ilkeler bütünüdür İslâm (6/En’âm, 162). Müslüman da bu ilkelere
severek, isteyerek teslim olan ve bunları hayatına geçiren, daha doğrusu
hayatının bunlarla hayat olduğu bilinciyle yaşayandır (Bkz. 8/Enfâl, 24).
Yoksa Allah ve Rasûlünün belirlediği bu ilkelerin dışında bir seçeneği, ter-
67 93/Duhâ, 1
• 42 •
Ahmed Kalkan
cih ve özgürlüğü yoktur müslümanın (33/Ahzab, 36). Tabii, aynı zamanda
güzellik ve estetik anlayışımızın da prensipleri O’nun çizdiği hudut dışına
çıkmayacak, O’nun rızâsı istikametinde güzellikler sergilenecektir.
Kur’ân-ı Kerim insanların dikkatlerini hep güzele döndürür. Güzelliği
doyasıya seyretmek ve kavrayabilmek için şöyle buyurur: “O’dur ki, yarattığı
her şeyi güzel yaptı...” (32/Secde, 7). Bu, insan fıtratının gördüğü, gözünün
seyrettiği, zihninin kavradığı bir hakikattir, eşyanın şeklinde ortaya
çıkan saf bir gerçektir. Allah’ın yarattığı her şeyde bir güzellik göze çarpar.
Her şeyde, eşsiz bir güzelliğin hâkim olduğu eksiksiz bir âhenk vardır. Gören
bir göz, hisseden bir gönül, düşünebilen bir zihin bu âlemde bütünüyle
bir uyum ve güzellik bulur.
En güzel kıvamda, en güzel biçimde yaratılan (95/Tîn, 4) insanla ilgili
güzellikler, somut bedensel güzelliklerin yanında ve ondan öncelikle soyut
güzelliklerdir. Tevhidî, ahlâkî, rûhî, zihnî güzelliktir esas önemli olan.
Tüm insanlar, hangi renkte, hangi yaşta, hangi seviyede olursa olsun yaratılışındaki
mânevî/fıtrî potansiyel sâyesinde güzellik yarışmasına katılabilir,
derece alabilir. Çünkü Allah, ölüm ve hayatı, insanlardan kimlerin en
güzel ameller işleyeceğini sınamak için yaratmıştır (67/Mülk, 2). Hayırda
yarışmaya katılmamız emredilmiştir (2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48). İnsan
yüzünün ve bedeninin güzelliği, somut bir güzelliktir, genellikle “cemâl”
kelimesiyle ifâde edilir. Onun mânevî, ahlâkî güzelliği ise soyut bir güzelliktir
ve çoğu zaman “hüsün” kelimesinde ifâdesini bulur. Soyut güzellik
gözle görülemez, ancak bir mânevî aynada kendini hissettirir. Meselâ, merhametin
güzelliği, fakire verilen sadakada somutlaşır ve seyredilir. İlim ve
aklı kullanma da soyut bir güzelliktir. Bu güzelliğin sergilenmesi de ihsân
derecesine ulaşan sâlih amele kapı açan tevhidî imandır. Soyut güzelliklerin
zirvesi, iman ve takvâdır. Hiçbir gözün görmediği, beşer aklının hayal bile
edemeyeceği Cennetin muhteşem güzelliği, iman ve sâlih ameldeki güzelliğin
öteki âlemdeki yansıması ve ürünüdür.
Güzellik, fıtrî bir özelliktir. Güzel Zât’ın güzel olarak yarattığı insanın,
güzeli gören, güzelden zevk alan rûhu, etrafta güzeli arar, bulur. Güzel, herkes
için ihtiyaç duyulan bir hoşnutluk, bir haz duyma ve kesin hüküm verme
işidir. Güzelliği açıklamak, onu yaşamak, onun heyecanını içinde duymaktır.
Her insanda güzellik duygusu bulunmakla beraber, onun uyanması
güzel bir esere ihtiyaç gösterir. Duygular, meydana çıkmak ve gelişmek için
• 43 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
kendilerini uyandıracak araçlara muhtaçtırlar. Güzel eserler içimizde bir
âhenk duygusu uyandırdıkları için huzur, sükûn ve mutluluk hissi doğururlar.
Çünkü “güzele bakmak, güzeli düşündürür; güzeli düşünmek de insana
huzur verir.”
Güzellik, psikolojik sistemlere dayalı olduğundan herkese göre değişen
ne olduğu belirsiz, sınırları insandan insana değişen bir değer yargısı mıdır?
Batı kafasına göre, “evet!” O yüzden mutlak güzelliği tanımayan Batı,
estetik konusunda yüzlerce sene arkası kesilmeyen felsefî tartışmalar yapagelmiş,
ama sonuçta bir uzlaşmaya varamamıştır.
Güzelin ölçüsü müslümana göre bellidir: Cemîl/Güzel olan Allah’ın
hükmü. Güzel, Allah’ın güzel dediğidir. Bütün fıkıh usûlü ile ilgili kitaplarda
“husün-kubuh” (güzellik-çirkinlik) konusu işlenir. Bu konudaki görüşler
şöyle özetlenebilir: “Güzel olan Allah, sadece güzel olan şeylerin yapılmasını
emreder” veya “güzel olan Allah’ın emrettiği her şey güzeldir.” “Allah
sadece çirkin şeyleri yasaklar” veya “Allah’ın yasakladığı her şey çirkindir.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever.” (Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce,
Duâ, 10) hadis-i şerifi de, bu konuda müslümanlar açısından çıkış noktası
kabul edilmiştir. Allah’ın emrettiği “ihsân”ın bir anlamı da güzellik sergilemektir.
İslâm; düşüncenin, hareketin, duyguların, sözün, sesin, davranışın,
kısacası her çeşit ibâdetin, yani her şeyin en güzelini ister.
Haramlar güzel olamaz. Duyular, duygular yanılabilir. “Sizin için daha
hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü
olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, Hâlbuki siz bilemezsiniz.”
(2/Bakara, 216). Nefisle, arzu ile, hevâ ile, câhiliyyenin çirkeflikleriyle
kirlenmiş ve fıtratı bozulmuş, selîm olmayan akılla güzelin tanımı
ve ölçüsü tesbit edilmeye kalkılırsa, insan (onun hevâsı) putlaştırılmış olur.
Haram olduğu halde güzel zannedilenler, gerçek güzelden insanı alıkoyan
yapay/sanal güzellerdir; daha doğrusu hallüsinasyonlardır. “Şeytan onlara
yaptıkları işleri ziynetlendirip güzel gösterdi ve onları yoldan saptırdı.” (29/
Ankebût, 38)
Haram olan bir şey, müslümana göre güzel değildir. Çünkü müslümanın
ölçüsü, duyuları ve duyguları değildir. O, duygularının, hevâsının kulu
değil; Allah’ın kuludur. “Hoşlandığı ve hoşlanmadığı” her konuda Rabbine
• 44 •
Ahmed Kalkan
itaat edecektir. İmanı nisbetinde duyu ve duygularını da selîm/sağlam kılacak,
onları da Rabbine teslim edecek, o zaman nefis de mutmain olacak,
Rabbinin emirlerinden râzı ve hoşnut olma seviyesine çıkacaktır. Bu, benliğini
kaybetme değil; aksine, bulmadır. Bu, yok olma değil; Allah’ta var
olmadır, kâmil insan olmadır.
Güzelleştiren Allah, güzeldir ve güzellikler O’nun cemâlinin vasfıdır.
O’nun güzelliği de yaratıklara benzemez. İnsanları etkileyen sanat eserleri,
mûcizelerin gücü, hârika ve fevkalâde olaylar... bütün bu güzellikleri yaratan
ve bu güzellikleri idrâk edecek yetenek vererek insanı güzelleştiren
Allah’tır. Evrendeki her şeyde güzellikler açık veya kapalı bir şekilde görülmektedir.
Güzel olan Allah’ın yarattığı varlıklar, ya bizzat güzeldir veya
sonuçları yönüyle güzeldir. Allah’tan daima güzellik zuhur eder.
Kötü ve çirkin, şeytanın ve insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah,
yaratıcıların en güzelidir (23/Mü’minûn, 14; 37/Saffât, 125). Allah, hüküm
verme bakımından da en güzel olandır. Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir.
O, rızık verme bakımından da en güzeldir (65/Talak, 11; 11/Hûd, 88; 22/
Hacc, 58; 16/Nahl, 75).
Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır (2/Bakara, 138). Güzelin
kaynağı ve tüm güzelliklerin sergileyicisi olan Allah, insandan da güzellik
sergilemesini, yani ihsanı emreder: “...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen
de (insanlara) ihsân et (güzellikler sergile, iyilik yap)...” (28/Kasas, 77)
Câhiliyye insanı, bakmasını bilemediğinden, Allah’ın nûruyla bakamadığından,
gözlerinde perde bulunduğundan evrendeki güzellikleri göremez.
O, kendine göre, yapay/sanal bir güzel peşindedir. Müslüman ise,
güzelliği yaratanı bildiğinden, güzeli keşfetmeye tâliptir. Eşyanın güzelliğinde
hakiki güzelliğin tecellîlerini anlar müslüman. O, mutlak güzellik peşindedir.
Allah’ın cemâl sıfatının tecellîlerini görerek hayran olur. Güzellik
mutlak olduğu için, yaratılışta, Allah’ın yarattıklarında çirkinlik yoktur.
Çirkinlik, itibârîdir, görecelidir. Birinin çirkin dediğine bir başkası sevgi
gözüyle bakıp sevebildiği zaman güzellikler bulabilir. Allah, kötü ve çirkin
bir şey yaratmamıştır. Bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü kullanıldığı yere
göredir. Meselâ, hayvan gübresi genellikle pis bir şey diye görülür. Fakat
gübreyle meyveler, sebzeler büyür, gelişir.
• 45 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bu açıdan ele alınınca gübrenin bir lütuf ve nimet olduğu ortaya çıkar.
Ama birisi gübreyi alıp üstüne başına sürmüşse, o zaman, ona pis demek
yerinde olur. Tarlasına, bahçesine gübre çeken bir çiftçi bu haliyle hiçbir
zaman pis değildir.
Ölüm olmasaydı, ölümden sonraki hesaba çekilmekle başlayan hayat
olmasaydı... O zaman her şey anlamsız ve boş olurdu; güzeller ve güzellikler
bile. Evet, ölüm olmasaydı o zaman nefse hoş gelen, sınırlarını hevânın
veya çevrenin çizdiği güzellerin (!) ve güzelliklerin (!) belki bir değeri olurdu.
O zaman dünya sadece eğlenmek ve zevk almaktan ibâret olabilirdi.
Ama ölüm var, hem de evet, güzel olan ölüm ve ölüm ötesi güzellikler bizi
bekliyor. O halde tüm yapay ve sanal güzellikleri, bütün sahte ve fâni güzellikleri
o yok olmayacak gerçek güzellik uğrunda fedâ etmeye değmez mi?
Güzellik; zevkle, haz duymakla, hoşlanmakla, beğenmekle ilgilidir.
Kur’an bu konuda insanın hevâsının/arzusunun doğru bir ölçü olmadığını
belirtir (2/Bakara, 216).
Allah için yapılan her şey, atılan her adım, hikmet ve ibretle bakılan,
dolayısıyla O’nun adıyla okunan her şey ibâdet; her ibâdet de güzel, güzeller
güzeli.
Allah mutlak Güzeldir. Allah’ın isim-sıfatlarından biri “el-Muhsin” (güzel
yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır.
En güzel şekilde yaratılan insanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek
sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü,
elini, dilini kullanmaktadır.
Güzel Kur’an’la Güzelleşmek
Kur’ân-ı Kerim, sözlerin en güzelini barındıran bir Kitap’tır. Allah’ın
kelâmı, tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen
sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın
sözü (39/Zümer, 55) olduğundan insan, ancak Kur’an’a uyarak güzelliğe
uymuş ve güzelleşmiş olur. Çünkü güzelleşmek isteyen insanların bir niteliği,
sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel
din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125).
Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/
• 46 •
Ahmed Kalkan
Mâide, 50). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan,
en güzel isimler (esmâu’l-husnâ) da O’nundur (7/A’râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/
Haşr, 24).
Kur’an, insanın inancı başta olmak üzere tüm bireysel, âilevî, sosyal, siyasal
ve ekonomik hayatını, gizli-açık bütün amellerini/davranışlarını, ahlâkını,
içini, dışını, çevresini, kısaca her şeyini güzelleştirir. Yeter ki Kur’an’a
tâbi olsun insan. Esfel-i sâfilîne düşmekten, hayvanlaşmaktan, hayvanlardan
daha aşağı olmaktan kurtarır Kur’an. İnsanı meleklerle yarışacak hale
yükseltir, olgunlaştırır, kâmil hale getirir.
Kur’an İhsânı, Yani Güzelliği ve Güzelleşmeyi Emreder: “Muhakkak
ki Allah, adâleti, ihsânı, akrabâya vermeyi emreder. Çirkin işleri, münkeri,
fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
(16/Nahl, 90). Kur’an’ın emrettiği “ihsân”, bütün güzellikleri ve rağbet edilen
şeyleri ifade eder. İhsan; iyilik etme, güzel davranma, ikram etme, lütuf,
bağış, güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir.
İhsan, başkasına nimet sunmak, iş ve fiillerinde güzel davranmak veya
gerekenden fazla verip gereğinden azını almaktır. İhsân, yaptığı işi en iyi
biçimde ve noksansız yapmaya denir. İhsan, temel olarak iki anlama gelir.
1- Bir şeyi güzel yapmak, 2- İyilikte bulunmak. Kur’an’da Allah Teâlâ,
ana-baba başta olmak üzere, bazı kimselere ihsânı özellikle emreder.
Kur’an’ın ideal insanı “muhsin” diye anılmaktadır. Kur’an’da 39 kez
tekrarlanan “muhsin”, güzel düşünüp güzel eylemler yapan kişi demektir.
Muhsin kelimesi, Kur’an’da istisnâ dışında hep çoğul şekliyle kullanılmıştır.
Bu da gösterir ki, güzellik üretimi ihlâsla sâlih amel işleyen cemaat içinde
bulunmadan, toplumsal bir idrâk ve uğraş olmadan, yeterince gelişemez.
Kur’an’ın kılavuzluğu, rahmeti ve öğüdü, muhsinler (güzel düşünüp güzel
şeyler üretenler) içindir; Kur’an onlara hayır ve bereket getirir (31/Lokman,
3). Güzelle ilgisi kopuk, güzelliği hayatından silmiş kişiler ve toplumlar
Kur’an’ın hidâyetini anlayamazlar ki ondan hayır ve bereket görsünler.
Güzele düşmanlık sergileyenler ise Kur’an’ın rahmetinden nasipsizlikle kalmazlar,
onun lânetine de uğrarlar. Leyl sûresi 6-9. âyetler, bu lânetlenmenin
kanıtı olarak hayatın zorlaştırılmasını, kaosa itilmeyi göstermektedir.
Kur’an’ın insanı güzelleştirmek için yaptığı tavsiyelerden bazılarını görelim:
• 47 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“...İhsân edin (her türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın);
Allah muhsinleri (güzel iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195)
“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsânı (güzel iş yapmayı, iyiliği), akrabaya
vermeyi (yardım etmeyi) emreder…” (16/Nahl, 90)
“Eğer ihsân ederseniz (güzel davranışlarda bulunursanız), kendinize ihsân
etmiş olur; kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...” (17/İsrâ,
7)
“İman edip sâlih amel işleyenler (bilmelidirler ki) Biz, güzel işler yapanların
(ahsene amelâ) ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, içinden ırmaklar akan
Adn cennetleri vardır...” (18/Kehf, 30-31)
“...Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân (güzellikler) sergile...”
(28/Kasas, 77)
Kur’an’ın, kendisinde en mükemmel ve en güzel örnekler olduğunu
bildirdiği (33/Ahzâb, 21) ve büyük/güzel ahlâk sahibi olduğunu ifâde ettiği
(68/Kalem, 4) güzeller güzeli Rasûlullah’ın da ümmetini güzelleştirmek
için tavsiyelerinden birkaç tanesine işaret edelim:
“Şüphesiz Allah her şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır).
O halde siz öldürdüğünüz vakit bile, öldürmeyi güzel yapın. (Etini yemek
için hayvanları) Kestiğiniz zaman da kesmeyi güzelce gerçekleştirin. Her
biriniz bıçağını bilesin. Ve kestiği hayvana eziyet vermesin.” (Müslim, Sayd
ve’z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12)
“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel,
2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8)
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanları, ahlâkı en güzel olanlarıdır.”
(Buhârî, Edeb 39; Ebû Dâvud, Sünnet 14)
“Kovandaki suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü’min kardeşine güler
yüzle konuşmak gibi de olsa, iyi, güzel ve doğru olan hiç bir sözü, işi ve davranışı
küçümseme (yapabilirsen hiç durma, yap).” (Ebû Dâvud, Libas)
• 48 •
Ahmed Kalkan
Kur’an, Her Şeyden Önce İnsanın İnancını Güzelleştirmek İster:
Kur’an’a göre şirk, insanı çirkinleştiren en önemli etkendir. “Ey iman edenler,
müşrikler ancak bir pisliktirler...” (9/Tevbe, 28). Şirk, bünyeye sonradan
giren bir mikroptur, bir ârızadır, bir anormalliktir. Şirk, öncelikle kalbin
hastalığıdır, müşrikler de ölümcül hastadırlar (2/Bakara, 10), onların duyu
organları da ârızalı ve görev yapamaz durumdadır (2/Bakara, 18, 7/A’râf,
179). Onlar, akıllarını da kullanmayan hayvandan aşağı insan müsveddeleri
(7/A’râf, 179), birer pisliktirler (9/Tevbe, 28). Bir küçük kibrit çöpü koca
ormanı yakıp mahvettiği gibi, şirk de amelleri mahveder. Bir kanser mikrobunu
veya yanan kibrit çöpünü önemsiz, tehlikesiz görüp bunların zararlarına
duyarsız kalmak, hiç akılla bağdaşır mı? Şirk, kaos ve düzensizliktir.
Şirkin olduğu yerde, kargaşa, fesat, kavga, anarşi, düzensizlik ve huzursuzluk
vardır. “Eğer yerde ve gökte, Allah’tan başka ilâhlar/tanrılar bulunsaydı,
yer ve gök (bunların nizamı), kesinlikle bozulup gitmişti.” (21/Enbiyâ, 22).
Kâinatta nizam ve âhenk olduğuna göre, tevhidî özellik vardır.
Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanın tevhidden yüz çevirmesi,
çevresiyle uyumsuzluğa sebep olduğu gibi, halifelik misyonu açısından da
bir ihânettir. Hayatlarını din ve dünya diye ayıran, Sezar ve Tanrı diye iki
ilâh kabul eden, devletine dini karıştırmak istemeyen, laiklik gibi çok tanrılı
anlayışa sahip olan, Kur’an tâbiriyle dinlerini parçalayan müşriklerin kendileri
de parça parça, grup gruptur ve her grup, kendi yanındakiyle övünür
durur (30/Rûm, 31-32). Şirkin bu çirkin tablosu yanında; Tevhid ile vahdet
kelimeleri aynı kökten gelir. Biri, “birlemek”, diğeri “birlik” ve “birleşmek”
demektir. Tevhide inanan her ırktan, her yapıdan insan “ümmet” bilincine
sahip olacak, birbirlerini ancak kardeş (49/Hucurât, 10) kabul edecektir.
Aynı Allah’a gerçekten iman edenler, yekvücut olacaklar, aynı nizamın parçasını
oluşturacaklar, güç ve imkânlarını birleştireceklerdir.
Şirk; Allah’a zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak veya denk tanımaktır.
Şirk koşan kişiye müşrik denir. İki veya daha çok ilâh tanımak, Allah’tan
başka herhangi bir varlığı ma’bud (ibâdet edilen) olarak bilmek, Allah’ın
yaratıcı, kadim, bâkî... gibi sıfatlarını başka varlıklara vermek şirktir. Kısaca
şirk, Allah’ın ilâhlık vasıflarını Allah’tan başkasına vermektir. Şirk; tevhidin
temeli olan “lâ ilâhe illâllah” gerçeğinin dışına çıkmak, Allah’tan başka
ilâh(lar) olduğunu inanç, söz veya eylemle iddia etmek, Allah’ın dışında
gerçek anlamda güç ve kudret sahibi birini kabul edip başkasına ibâdet ve
duâ etmektir.
• 49 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin ve çirkinliğin
kaynağında tevhidî ilkelere bağlı hayat sürmemek vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın,
saâdeti bu asra taşımanın, her yönden güzelleşmenin yolu akîdenin
sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin
ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su
doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Kula kul olmanın zilletinden ve
kulların koyduğu Kur’an’a ters kurallara uymaktan doğan çirkinliklerden
kurtulmak ve kaliteli insan olmak için hükümlerin en güzellerini içeren
Kitab’a gönülden teslimiyet ve bağlılıktan başka yol yoktur.
Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu
esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen
tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış,
emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene
Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş,
sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın
sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta
tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların
egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir.
Dünyaya imtihan için gelen insan, Tevhid dini üzerinde yaşadığı zaman,
hem sınavı kazanır hem de dünya hayatını fıtratına uygun olarak yaşayarak
güzelliğini korumuş, iç güzelliğini dışa yansıtmış, yani güzelleşmiş
olur. Tevhid’in ilkeleri, insana gerçek doğruluğu, güzelliği, huzuru, saâdeti
ve kurtuluşu getirir. İnsana ait hakları ona vermekte, insanlar ve toplumlar
arasındaki adâleti sağlamakta, azgın kimselerin hevâ ve heveslerinin getirdiği
fitne ve zulümden insanları korumaktadır.
Kur’an’ın ifadesine göre şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13). Zulüm,
hem nûrun zıddı olarak karanlık; yani kötülük, mutsuzluk, kaos, huzursuzluktur;
hem de hakkı asıl sahibine değil de bir başkasına vermek,
Allah’ın hâkimiyet hakkını, hiç hakkı olmayan başkalarında görme yanlışlığıdır.
Şirk inancı, insana huzuru değil; sıkıntıyı, emniyeti değil; korkuyu
ve güvensizliği, saâdeti değil; şekaveti, adâleti değil; zulmü, iyi ahlâkı değil;
azgınlığı ve fesâdı kazandırır. Kur’an, şirk koşanların sürekli huzursuzluk
içinde olduklarını çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır: “Kim Allah’a şirk koşarsa
sanki o gökten yere düşmektedir de kuşlar onu didik didik etmektedir veya
rüzgâr onu ıssız bir yere sürükleyip atmış gibidir.” (22/Hacc, 31)
• 50 •
Ahmed Kalkan
Yerde ve gökte iki veya fazla ilâh (tanrı) olsaydı hepsinin düzeni bozulurdu
(21/Enbiyâ, 22). Öyleyse şirk dininin ilâh anlayışı temelinden sakattır.
Şirk inancı, sahibini desteksiz ve yönsüz bırakır. Şirk koşanlar, Allah
ile bağlarını kopardıkları için haktan uzak kalırlar, yanlış hüküm verirler,
adâletten uzaklaşırlar, zulme bulaşırlar. Hatta bu şirk onlara çocuklarını öldürmeyi
bile güzel gösterebilir (6/En’âm, 137). Ancak, şirk inancı insanı
tatmin etmez. Müşrik kimse, bir arayış ve özlem içerisindedir. Müşrikler,
ibâdet ve duâ ettikleri ilâhlarının kendi ihtiyaçlarını karşılayacağını sanırlar.
Hâlbuki ilâhlar onlara hiç bir karşılık veremezler. İlâhlara yalvaranların
hali susuzluğunu gidermek için iki elini suya uzattığı halde asla suya
ulaşamayan kimse gibidir (13/Ra’d, 14). Şüphesiz aklını iyi kullananlar
şirkin yanlışlığını görürler (7/A’râf, 191). Allah’a ait özellikleri (nitelikleri)
yaratılmış olanlara vermek, yanlışların en büyüğüdür. Şirk koşanlar büyük
sapıklık ve karmaşa içerisine düşerler (4/Nisâ, 48). Onlar, dibi görünmez
bir karanlığa yuvarlanırlar (4/Nisâ, 116). Allah (c.c.) böylesine yanlışlığa ve
sapıklığa düşenlerin yüreklerine sürekli bir korku salmıştır. Onlar devamlı
bir tedirginlik ve korku içerisindedirler (2/Âl-i İmrân, 151). Onlar, âhiret
hayatına yakînen inanmadıkları için, hep dünyada kalmak isterler, ölmekten
korkarlar (2/Bakara, 96).
Günümüzdeki çirkinliklerin temelinde Kur’an’ın yok etmek için mücâdele
ettiği en büyük problem olan şirk inanç ve davranışları yatmaktadır.
Çağdaş insanların çoğu, aynen eski Arap câhiliyyesinde olduğu gibi, Allah’ı,
göklerin hâkimi kabul ediyor, yağmuru yağdıran, insanları ve varlıkları
yaratan olarak kabul ediyor; ama yeryüzüne O’nu karıştırmak istemiyor,
yerin egemenliğini başka tanrılara veriyorlar. “Allah, yeryüzünde (o da beşerî
kanunlara, ilke ve yönetmeliklere uygun olmak şartıyla) sadece -o da
sınırlı şekilde- câmilere karışabilir, oraya hâkim olabilir. Üniversite dâhil
okullara, mahkemelere, meclislere, çarşı ve pazarlara, cadde ve sokaklara,
kıyafet ve kanunlara, sosyal hayatı düzenleyen anlayışlara karışamaz.” Bu
anlayış ve uygulamalar, şirk değil de nedir? Çok kaypak bir içeriği olduğu
halde, üzerinde ittifak edilen en belirgin anlamıyla “dinin devlete, devletin
dine karışmaması” demek olan “laiklik” gereği ve dayatması olarak sadece
vicdana hâkim olmasına karışıl(a)mayan Allah’ı dünya işlerine karıştırmak
istemiyorlar, bu alanlarda egemen başka güçler (tanrılar) kabul ediyorlarsa,
buna herhalde tevhid ve İslâm adı verilemez. Bu anlamda laikliğin çağdaş
değil, temeli çok eskilere dayanan bir şirk olduğunu söyleyebiliriz. Ve eski
Arap câhiliyesinin de Allah’ı (hak dini) dünya ve devlet işlerine karıştırmak
• 51 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
istemediklerini, Peygamberimiz’le bunun için mücâdele ettiklerini biliyoruz.
Demek ki şirk cephesinde yeni hiçbir şey yok; sadece eski câhiliyenin
modern görünüm ve söylemleri var; tek millet olan müşrikler, ilkel atalarını
taklit etmekten başka bir şey yapıyor değiller.
İnsanlar, demokrasi ve özgürlük putlarının da etkisiyle, hevâlarını hiçbir
sınır tanımadan tatmin etmek istiyor, şeytanî fesad ve ahlâksızlıklara,
içki, kumar ve zina evlerine dinin müdâhale edip yasak koymasını istemiyorsa,
konu şirk kavramıyla ilgilidir. Tüm sosyal, siyasal, kamusal ve hukukî
alanlara Allah’ın dışında başka tanrıların egemenliği egemen güçler
tarafından isteniyor, dayatılıyor ve halk tarafından buna rızâ gösteriliyorsa,
bunların tümü, şirkin dışında bir şeyle izah edilemez. Ve bu durum insanlığı
yaratıkların en şerlisi durumuna düşürmekte, hayvanların tabanlarını
seyreden bir alçaklık ve seviyesizlik göstermektedir.
Kur’an’ın birçok âyetinde açıkça görüleceği gibi, Allah, ibâdetin sadece
kendisine yapılmasını emrediyor. İster içimizde ve ister dışımızda olsun
bizi kendisine râm eyleyen, mutlak anlamda itaatkâr kılan, bizim bedenimizi
ve ruhumuzu kendi kudretine göre yönlendiren, bizim enerjimizi
kendi istediği yöne sevkeden, yani bizi teslim alan her “güç”, bizi kendisine
kul yapmış demek olur. Oysa Rabbimiz, ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyeti
bizim yalnızca kendisine tahsis etmemizi ve bu noktada bütün sahte ilâh ve
rableri reddetmemizi istiyor.
Kur’an’da “şirk” kelimesi ve türevleri 168 yerde geçer. Şirk lafzı geçmese
bile, âyetlerin çok büyük bir bölümü, tevhidi hâkim kılmak için şirkle mücâdeleyi
konu edinir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah lafzı 2697 yerde, ilâh kelimesi
147 yerde, lâ ilâhe illâllah ifâdesi 2 yerde, lâ ilâhe illâ hû cümlesi 30 yerde,
iman kelimesi 873 yerde, küfür kelimesi 525 yerde zikredilir. Saydığımız bu
kavramlar şirk kelimesiyle birlikte toplam olarak 4442 etmektedir. Sadece
bu lafızlarla tevhidin yerleştirilmesi ve şirkin izâlesi Kur’an âyetlerinin üçte
ikisini teşkil ettiği görülür. Bir adı da Tevhid sûresi olan İhlâs sûresinin
Kur’an’ın üçte biri sayılması da bu sûrede baştan sona tevhidin en özlü ve
özet biçimde sunulduğunun hatırlatılmasıyla ilgilidir. Yani, “İhlâs sûresinin
içerdiği tevhid, Kur’an konularının üçte biridir” anlamı taşır. Hadis rivâyetindeki
“İhlâs sûresinin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu” ifâdesinden
de anlaşıldığı gibi, direkt tevhidle ilgili âyetler Kur’an’ın üçte birini teşkil
etmekte, dolaylı olarak şirkin izâle edilip tevhidin hâkim kılınmasıyla il•
52 •
Ahmed Kalkan
gili âyetler de değerlendirilince, yukarıdaki rakamlardan anlaşıldığı gibi
Kur’an’ın üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır. Bütün bunlar göstermektedir
ki, Kur’an’ın en temel konusu gönüllerde, zihinlerde ve eylemlerde
birey ve toplum olarak tevhidin hâkim kılınıp şirkin yok edilmesidir.
Kur’an, insanlara öncelikle doğru bir ölçüyü kazandırmayı hedefler.
Terazisi bozuk olanın tarttığı her şey de yanlış ölçülmüş olacak, adâlet ve
doğruluk sağlanamayacaktır. Kur’an’ın hak-bâtıl, doğru-yanlış, iyi-kötü,
güzel-çirkin... gibi ölçülerini kabul etmeyerek başka ölçü ve kıstasları benimsemek,
şirktir. Bir kimse, benimsediği bu İslâm dışı ölçüleri koyanları,
Allah’ın dışında hüküm ve kanun koyucu olarak kabul ederse, onu Allah’a
şirk koşuyor demektir. Bu ölçü veya hükümleri koyan, kişinin kendisi, yani
hevâsı, babası, ataları, patronu, çevresi, içinde yaşadığı toplum, çeşitli ideoloji
ve felsefelerin kurucuları ve uygulayıcıları, devlet veya devlet adamları...
olabilir. Allah’ın itaat edilip uyulmasına izin vermediği kimselerin
görüşlerini veya İslâm’ın çizdiği yoldan farklı bir yolu benimseyen, beşerî
düzen ve yasaları İlâhî nizama tercih eden kimse şirke girmiş demektir.
Böyle bir kimse, kendisinin müslüman olduğunu iddia etse, hatta İslâm’ın
birçok emirlerini yerine getirse dahi, bir tek konuda bile Kur’an’a ters bir
anlayışı, düşünce ve değer yargısını tercih etse şirke düşmüş olur. “Allah ve
Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkeğe ve kadına, o işi kendi
isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık
bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36)
Kur’an, İbâdet Yönüyle de İnsanı Güzelleştirir. Kur’an, insanın hayat
programını çizen bir kitap olduğu için, tek ilâh olan Allah’a kulluk ve
itaat, onun temel mesajıdır. Allah, tek yaratıcı, yegâne hâkim ve yönetici,
rızık verici... olduğundan yalnız O’na ibâdet edilmeli, başkası O’na ortak
koşulmamalıdır: Bu, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır. Allah,
kullarının ibâdetine muhtaç değildir, ama insan ibâdete muhtaçtır ve her
an mutlaka ibâdet halindedir; ya Allah’a veya Allah’ın dışındakilere. İnsan,
imanla küfür arasında, sahte ilâhlarla gerçek İlâh arasında bir tercih yapmalıdır.
Âdemoğlu, hem Allah’a hem de şeytana kul olarak yaşayamaz (Bkz.
33/Ahzâb, 44). “Tâğuta kulluk/ibâdet etmekten kaçınan ve tam gönülle Allah’a
yönelenlere müjdeler! Dinleyip de sözün en güzeline tâbi olan kullarımı
müjdele!” (39/Zümer, 17-18)
• 53 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ın emrettiği her ibâdet, insanı güzelleştirir, çirkin inanç ve davranışlardan
uzaklaştırır. Huşû ile kılınan namaz, insanı fahşâdan, münkerden,
her çeşit çirkinlik ve kötülükten alıkoyar (29/Ankebût, 45). Oruç,
insanı güzelleştiren takvâya ulaştırır (2/Bakara, 183). Zekât, sadaka ve her
türlü infak, insanı bireyselliğin çirkinliklerinden kurtarıp topluma faydalı
güzel insan haline getirir.
Kur’an, insanın ibâdetlerini baştan savma yapmasını istemez; huşû ile,
güzel şekilde yapılmasını ister. İhsân, Allah’ı görüyor gibi ibâdet etmektir.
Meşhur Cibrîl hadisinde Peygamberimiz ‘ihsân’ı o şekilde tanımlamıştır:
“Allah’a, O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan
bile O seni görüyor.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 1, hadis
no: 8). Burada bizzat Allah’ı görmek değil; Allah’ın sıfatlarını, Rabliğini ve
azametini göz önünde bulundurmak kast edilmektedir. Mü’min, ibâdetini
ihsân üzere yapar, yani en güzel şekilde, ibâdetin amacına ve hikmetlerine
uygun bir tarzda yapar/yapmalıdır. Bu da, Allah’ı görüyor gibi bir duygu
içerisinde olmakla mümkündür. O yüzden ibâdetin en büyüğü olan namaz
miraç sayılmıştır. O’na yönelmek, O’nun huzuruna çıkmak, O’nunla
konuşup görüşmek, O’ndan güzellik devşirmektir namaz. Ve tüm hayatımız
namaza benzemeli, O’na kulluk, namazla bitmeyip namazla başlamalı,
her namazla daha güzel hale gelmeli. Hâlâ terk edemediğimiz kötülük ve
çirkinlikler, namazımızı terk ettirmeden ya da sevabını azaltmadan, namazımız
kötülükleri hayatımızdan terk ettirmeli, o güzellikte ikame edilmeli.
Kur’an, İçerik ve Üslûp Yönüyle Güzel Konuşmayı Emrederek Sözleri
Güzelleştirir: “Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler...” (17/İsrâ, 53).
Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici ve muhâtabın seviyesine uygun
olan sözdür, doğru sözdür: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, haramlardan
sakının. Doğru söz söyleyin ki Allah işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı
bağışlasın...” (33/Ahzâb, 70-71) “Acı da olsa doğruyu söyle...” “Yalandan
da sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.” (Keşfu’l Hafâ, 1890, 865)
Güzel söz, faydalı olan sözdür: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden
kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (Et-Tâc, V/183). Kur’an’da gerçek
mü’minlerin faydasız, mâlâyâni konuşmalardan kaçındıkları belirtilir:
• 54 •
Ahmed Kalkan
“Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında
huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler...” (23/
Mü’minûn, 1-3) “Kendisini ilgilendirmeyen mâlâyâniyi (faydasız söz ve işleri)
bırakması, mü’minin müslümanlığının güzelleşmiş olmasındandır.” (Et-
Tâc, V/186)
Güzel söz, sevindirici sözdür: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Müjdeleyin
(sevdirin), nefret ettirmeyin.” (Mişkâtu’l Mesâbih, hadis no: 3722) “(Sevdirici
ve sevindirici) tatlı söz (muhâtaba verilmiş) bir sadakadır.” (Keşfu’l
Hafâ, hadis no: 1947).
Güzel söz, muhâtabın seviyesine uygun olan sözdür: “(Rabbimiz tarafından)
insanlara aklî seviyelerine uygun olarak konuşmakla emrolunduk.”
(Keşfu’l Hafâ, hadis no: 592).
Güzel söz, Allah’a dâvet eden ve sâlih amel işleyen, “ben müslümanım”
diyenin sözüdür: “(İnsanları) Allah’a çağıran, sâlih (iyi ve güzel) iş
yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”
(41/Fussılet, 33). “Ben müslümanlardanım” diyen ve bu sözünü sâlih amellerle
isbat eden kimsenin Allah’a dâvet eden sözü, yani Allah’a teslimiyet
gösteren, İslâm prensiplerini tâvizsiz yaşamaya çalışan, İslâm kimliğinden
başka kimlik ve âidiyetleri öne çıkarmayan ve şahsiyet sahibi olan, dünyevî
çıkar gözetmeyen kimselerin Hakka çağrı niteliğindeki sözleridir güzel söz.
Sözde ihsân, sadaka vermekle eş tutulur: “...Güzel söz sadakadır.” (Müslim,
Zekât 56; Tirmizî, Birr 36)
Konuşma yeteneği, insanlar için verilmiş değerlerin en önemlilerinden
biridir. Bu kabiliyet ile insan, hemcinsleriyle anlaşma imkânına sahip olur.
Toplum halinde yaşamak mecbûriyetinde olan insan, her gün defalarca bu
yeteneğini kullanarak etrafında dost veya düşman halkaları meydana getirir.
Hayatımızı İlâhî ölçülere göre sürdürmemizi emreden Yüce Allah, çevremizde
dost kazanmamızın sırrını açıklarken kötülüğün en güzel usulle
uzaklaştırılmasını emreder (41/Fussılet, 34).
Konuştuğumuz dili doğru, düzgün ve güzel kullanmak, yani muhtevâ
olarak meşrû, üslûp olarak güzel ve dengeli konuşmak, hem âhiret, hem de
dünyamız açısından hayli önemlidir. Kur’an, insanlara “en güzel söz” olarak
takdim edilir (39/Zümer, 23). Onun için, Peygamberimiz’in en büyük mû•
55 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
cizesi olan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden ve îcaz yönlerinden
biri, belâğat ve fesâhatta, yani tüm söz sanatlarında ve güzel ifâdelerde en
üstün bir eser olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’an, mu’cizdir; yani insanları bir
benzerini meydana getirmekten âciz bırakır. Bütün insanlar birleşse bile
böylesine edebî ve güzel ifâdeli Kitabın benzerini meydana getiremezler.
Kur’an’ımız bu hakikati, çeşitli yerlerde, tüm insanlığa meydan okuyarak
ifâde eder (Bkz. 2/Bakara, 23-24; 8/Enfâl, 31; 10/Yûnus, 38, 40; 11/Hûd,
13...).
En güzel söz ve edebî kitap olan Kitabımız, insanların da dillerini güzel
kullanmalarını emreder (17/İsrâ, 53). Benî İsrâilden alınan mîsaktan
(ahid, söz) biri de insanlara güzel söylemektir (2/Bakara, 83). Dolayısıyla
tüm müslümanlara da güzel konuşmaları emredilmektedir. Uyulması emredilen
söz de, sözlerin en güzelidir (39/Zümer, 18). En fasih konuşan ve
muhâtaplarının her türlü söz ve davranışla yaptıkları eziyetlere sabreden,
onlara karşı en güzel ifâdelerle dâvet ve tebliğ vazifesini yapan Rasûl-i Ekrem’e
bile güzel ve tesirli konuşma emredilmektedir: “Onlara va’z et, öğüt
ver; onların içlerine işleyecek, ruhlarına nüfuz edecek güzellikte tesirli söz
söyle.” (4/Nisâ, 63)
Medeniyet, güzelliklerden meydana gelen bir terkiptir. Güzel konuşma
ve güzel yazma, yani edebiyat başlı başına bir sanattır, güzel sanatlardan
biridir. Hz. Peygamberimiz, sözü güzel kullanmakta usta olan, önemli
şâirlerden Hassan bin Sâbit’i güzel sözlerinden, şiirlerinden dolayı övüp
teşvik etmiştir. Kimi vardır, güzel konuşur, fakat güzel yazamaz; kimi de
güzel yazar, kalemi kuvvetlidir, fakat güzel konuşamaz. Bu bir kabiliyet işidir.
Önemli olan, doğuştan potansiyel olarak Allah’ın bir lütfu ve nimeti
olarak verilen bu beyan yeteneğimizi (55/Rahmân, 4) kontrole ve disipline
alıp geliştirmektir. Herkesin güzel bir yazar veya meşhur bir hatip olması
beklenemez, bu zaten mümkün de değildir. Fakat, sözü dinlenen, güzel ve
düzgün konuşan, anlattığı ve tebliğ ettiği anlaşılan, gerektiğinde merâmını
yazıyla da doğru ve güzel bir şekilde ifâde edebilen bir seviyeye, çalışıp gayret
etmek şartıyla hemen her insan gelebilir.
Güzel konuşmak veya yazmak, dili güzel kullanmak, hiçbir zaman gaye
olmamalıdır. Dil bir araçtır. Bu vâsıtayı çok iyi kullanabilmek için esas gayeden
uzaklaşarak hayatı bu uğurda harcamamak da gereklidir. Gâye, dil
değil, dindir. Bu konuyla ilgili Kur’an’da vurgulanan, güzel olan gayeye,
• 56 •
Ahmed Kalkan
güzel vâsıtalarla gidilme esasıdır. Kur’an, gayemizi belirtirken, vâsıtaları
da belirtmiş; her türlü aracı değil; nassların belirlediği, ya da bizi özgür
bırakarak mubah kıldığı araçlarla gayeye doğru yol almamızı istemiştir.
Dolayısıyla dil aracı, kötü bir gayeye hizmet de edebilir. Cennetin, gölgesi
altında olduğu kılıcın, aslında cihad vâsıtası olarak, kişiye büyük bir makam
bahşetmesi yanında; bu aracın kötüye kullanılarak haksız yere kan
dökmeye âlet edilebilmesi gibi, dil de kötüye âlet edilebilir. Hatta şekil ve
üslûp yönüyle “güzel” yargısı verilen konuşma ve yazma (edebiyat, daha
doğrusu “edebiyat yapma”) da şerre âlet olabilir. Sözün ve kalemin kuvvetli
etkisi sebebiyle, bazı samimiyetsiz insanlar, açıkgöz çıkarcılar, insanları söz
oltasıyla kolayca avlayabilmektedir. Kur’an kültürüne sahip olmayan kalabalıklar,
sözün sahte güzelliğine kanarak kolaylıkla sömürülebilmekte, nice
politikacılar lâf cambazlığı yaparak tâğûtî anlayışları halka kolaylıkla empoze
edebilmektedir.
Burada, şöyle bir soru akla gelebilir: Söz, şerre âlet olabilir; ama güzel
söz şerre âlet olabilir mi? Ya da, değişik ifâdeyle, şerre âlet olan şey, güzel
olabilir mi? “Güzel”i, güzel şekilde ve bir bütünlük içinde değerlendirirsek,
elbette olmaz; âlet olursa güzellikten çıkarılmış olur. “Güzel”i, “Güzel Yaratıcı’nın,
kelâmların en güzeli olan Kitabına uygun olan şey” diye tanımlayınca,
şer olan veya şerre hizmet edip ona âlet olan bir şey, “güzel” olamaz.
Halkın edebiyat yapmak, edebiyat parçalamak diye eleştiriyle yaklaştığı
ve olumsuz tavır aldığı, şekil ve kılıf makyajından ibaret yaldızlı sözler bu
türdendir. Kur’an, Şuarâ sûresinde bu çeşit nefse hoş gelen, aslında hiç de
güzel ve gerçekçi olmayan, dışı süslü olduğu için, câhillerin güzel zannettiği
sözlerden bahseder. Gerçek anlamda mü’min olmayan şâirler, hatipler ve
bunların sanal, yapay, sahte ve aldatıcı güzelliğe (daha doğrusu, maske ve
makyaja) sahip olan yaldızlı sözleri tenkit edilerek, müslümanların bu tür
kişi ve sözlere karşı dikkatli olmaları tavsiye edilir (Bkz. 26/Şuarâ, 224-227).
Yaldızlı sözlerle, süslü kelimelerle yalanı gerçek gibi, bâtılı hak giysisiyle
göstermeye çalışan lâf cambazları, politikacı, şâir ve edebiyatçılar, her dönemde
ve her yerde görülebilmektedir. Sözlerini daha çok secîli kelimelerle
veya kafiyeli şiirlerle, ya da kulağa ve nefse hoş gelebilecek özelliklerle süslemeye
âzamî gayret gösteren bu insanların sözleri yapmacıktır, samimiyetsizdir.
Daha çok, duygulara hitap eden heyecan amaçlı sözlerdir. Sözü
sihir olarak kullanıp gerçeği dil mahâretiyle farklı gösteren, bâtıl bir inancı
veya haramları hoş gösteren, değersizi değerliye tercih ettirmeyi amaçlayan
• 57 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
bu sözleri bir müslümanın iyi tanıması ve bunlara iltifat etmemesi gerekir.
Müslümanın, güzel rolüne bürünüp büyülü maske takan cadıyı teşhis edebilmesi
için, öncelikle gerçek güzeli iyi bilmesi, onunla irtibatı gerekecektir.
Çünkü, bir şeyin sahtesini fark edebilmek için aslını tanımak şarttır. Ancak
gerçek güzeli tanımayan kimseler, sahte güzele âşık olabilir. Bütün bu
hususlara dikkat edip sözdeki yapma güzellikten önce, esas güzellik olan
muhtevâdaki gerçek güzelliği, hakkın ifâdesini, doğruluğu aramalıyız.
Kur’an başta olmak üzere güzel kitapları okuyarak, dâvet çalışmalarıyla
tecrübemizi artırarak dilimizi, kalemimizi terbiye edebiliriz. Sözde önemli
olan doğruluk ve samimiyettir, güzel bir gayeye hizmet etmesidir. Yoksa,
içi boş, kof sözler, nefse hoş gelse de bunları edebî ve güzel kabul edemeyiz.
Sözün edebî olması için edepli olması gerekir, çünkü edebiyat kelimesi
edep kelimesinden türemiştir. Dinsiz edep, edepsiz de edebiyat olmaz. Dili
ve kalemi İslâmî ve insanî güzelliklerle terbiye etmeyi öğrenmeden, edepli
olmak mümkün değildir. Söz ve kalemin önemi ve güzelleşip edebiyat seviyesine
çıkması buradan kaynaklanmaktadır. Yontulmamış odun gibi kaba
ve sert olan, güzellik ve yumuşaklıktan nasibini alamamış söz, doğru da
olsa, iyi niyetle söylenmiş de olsa, çok kere kaş yapayım derken göz çıkartabilir,
fayda yerine zarar verebilir (Bkz. 3/Âl-i İmran, 159).
Konuşma ve yazma kabiliyetini bize Allah vermiştir (55/Rahmân, 4;
96/Alak, 4). Lisanların çeşit çeşit olması da yine, Allah’ın kudretini gösteren
özelliklerdendir (30/Rûm, 22). Her peygamber kendi kavminin, içinden
çıktığı toplumun konuştuğu dille tebliğ ve dâvetini yapmıştır (14/İbrâhim,
4). Dinin amaç, dilin araç olmasından dolayı her müslümanın kendi ana
dilini çok iyi bilmesi ve onu çok güzel bir şekilde kullanması, dinini tanıyabilmesi
ve kendi toplumuna tanıtabilmesi açısından da çok önemlidir.
İnsanlar, dilleriyle (kullandıkları kelimelerle) düşünürler, onunla yaşarlar,
onunla inançlarını öğrenir ve ifâde ederler, birbirleriyle dil sâyesinde anlaşırlar.
Beraber yaşadığımız insanlarla iyi iletişim kurmak ve sosyal hayatta
başarılı olmak için de konuştuğumuz dili iyi bilmek ve düzgün kullanmak
şarttır.
Sıcak savaşta silâhların önemi neyse, soğuk savaşta kitapların, medyanın,
kültür ve sanatın yeri odur. Hak-bâtıl savaşı da kıyâmete kadar sürecek.
Cephe her dönemde ve her yerde isteyene açık. Arada kalmak mümkün
değil; ya o cephe seçilecek, ya bu cephe. İslâm savaşçısı olmayan herkes,
• 58 •
Ahmed Kalkan
sadece savaş kaçkını bir korkak olmakla kalmayacak, bâtıl savaşçısı konumuna
girmiş olacaktır: “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise
tâğut yolunda savaşır. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok
ki, şeytanın düzeni ve tuzağı zayıftır.” (4/Nisâ, 76). Bu ikisinin dışında üçüncü
bir savaşçı yok. Aradakiler, üçüncü bir yol arayanlar mı? İşte: “Bunlar
(İslâm savaşçılarıyla kâfir savaşçıların) arasında bocalayıp durmaktalar (o
münâfıklar). Ne onlara, ne bunlara (dâhildirler). Allah’ın şaşırttığı kimseye
asla bir çıkar yol bulamazsın.” (4/Nisâ, 143)
İslâm, insanı rûhundan yakalar; onu iknâ eder, inandırır. İşte bu, sanatla
cihadın kaynaşmasıdır. Müslümanın cihadı da en güzel şekilde olmak
zorundadır: “Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125). O yüzden
cihad sanattır, sanatın cihad olduğu gibi.
Hayat cihaddan ibârettir de, müslüman için sanat, edebiyat, şiir cihaddan
ibâret değil midir? Kurşun, düşmanı yok etmeyi amaçlarken, sanat ve
edebiyat insanı ele geçirip kendi cephesine katmayı hedefler. Artık insanlar
fırçalarla, kalemlerle, filmlerle, CD’lerle, kasetlerle savaşıyorlar. Modern
savaş âletlerinin mermileri, bombaları, bedenleri değil; rûhu, kalbi hedef
alıyor. Kalpler, kafalar, evler, sokaklar, memleketler ve dünya sanatla ve
özellikle edebiyatla işgal ediliyor.
Sanat, özellikle şiir ve edebiyat, dâvânın en sihirli tebliğ ve telkin vâsıtasıdır.
İnsanlara güzeli sunmak için güzel bir görünüm içinde güzel unsurları
kullanmak gerekir, ki bu usûllere sanat diyoruz. Sanat rûhundan yoksun
kaba ve çirkin bir tebliğ (ki buna tebliğ denmez, propaganda denir) çağırmak
değil, kaçırmaktır. Bu ince telkin edâsından yoksun, yani güzellikten
yoksun sanatsız tebliğcilik, ham softalık ve kaba yobazlık olur.
Doğruluk ve güzellik tebliğle, telkinle yayılır. Gerçek sanatın tüm dalları
tebliğ vâsıtalarıdır. “Gerçek sanat” diyoruz, çünkü meşrû olmayan sanat
dallarını ve sanatın gayr-ı meşrû kullanılışını tebliğ kabul etmiyoruz. Meşrû
dâvâ, meşrû vâsıtalarla gelir. Neticeye tesir eden her şey meşrû olamaz.
Müslümanlarca bu sanat dalları içinde tebliğe en müsâit olanlar, en önemli
sanat kabul edilir. Hitâbet, edebiyat: Kur’an’ın ve peygamberlerin sanat yönünün
dışa yansıyan yönüdür. Allah, hakiki ve en büyük sanatkâr... Kur’an,
insan ve evren adlı O’nun kitapları ise en muhteşem sanat hârikalarıdır.
Hakkı, hak ettiği güzellikte insanlara ulaştırmak demek olan tebliğ; Pey•
59 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
gamberlerin sıfatı. İnsanlar arasında en güzel tebliği yapan peygamberler
de, insanlar içinde en büyük edebiyatçılardır.
Tebliğ, müslümanca sanat demektir; ille Kur’an âyetlerinin veya hadislerin
anlamlarını vermek, vaaz ve nasihat demek değildir tebliğ. Hayatla ilgili
herhangi bir konu İslâmî ölçülere uygun şekilde müslümanca ele alınır;
sözle, sesle, çizgiyle veya başka bir yolla meşrû ve güzel bir tarzda sunulursa;
bu, sanat olduğu kadar tebliğ de olur. İkisini birbirinden ayıramazsınız.
Sanat bir inancın tebliğidir, ama kuru ve soğuk bir sunma, hiçbir zaman,
yapılana sanat vasfı verdirmez. Sanatkâr yönü herkesçe kabul edilen Mehmed
Âkif ’in, şekilden ziyâde sunulan mesajın daha önemli olduğunu belirten
bir sözü vardır: “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” Sözümüz
odun gibi olacaksa, Yunus Emre’nin dergâha taşıdığı odunlar gibi doğru ve
düzgün olsun, yontulmamış olmasın ki, kalem misâli sanat vesîlesi olsun.
Yontulmamış odun yanmaya yararken, kalem gibi yontulan odun insanı
yanmaktan kurtarabilir.
“Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücâdele et.” (16/Nahl, 125). Hikmet ve güzel öğüt sanattır. Sanat da Rabbin
yoluna dâvet için kullanılmalıdır. Kuru kuru tebliğ değildir istenilen.
Rûha nüfuz edici, gönle hitap edici, kalbi fethedici özelliklere sahip olacak;
yani sanatlı olacaktır tebliğ. Tebliğin sanatlı olması gibi, büyük sanat
eserleri de güzel bir tebliğdir; Gayri müslim sanatçıların meşhur eserleri
de propaganda. Mozart, Bethoven, Pascal gibi Batılı sanatçılar, sadece hıristiyanlığın
etkisinde kalmamışlar, aynı zamanda sanatlarıyla dinlerinin
propagandasını yapmışlardır. Günümüzde hemen her eve, en azından
TV. görüntüsüyle giren ve arsız misâfir gibi peşimizi bir türlü bırakmayan
medyanın yaptığı, Batılıların hıristiyanlık, kapitalizm, materyalizm, hümanizm,
sosyalizm, demokrasi, laiklik gibi dinlerinin sanat kılıfı içinde propagandasından
ibârettir denilse, hiç abartılmış olmaz. Televizyondaki en
mâsum çocuk programlarından eğlence programlarına, çizgi filmlerden
dizilere kadar yapılan şey, bir dünya görüşünün propagandası, karşı dünya
görüşünün de bombardımana tutuluşudur. Kitle imhâ silâhlarını uzaklarda
aramaya gerek yok; evlerimizde sanki kıble gibi yöneldiğimiz görüntülerin
arkasında sırıtıyor. Gazeteler zaten birer ideoloji çığırtkanı. Dergilerse ya
dâvâ adamlarının ya da dâvâsızlık dâvâsının organları.
• 60 •
Ahmed Kalkan
Kâfirler her türlü sanat araçlarıyla çekinmeden açıkça kendi inançlarının
en kesin şekilde propagandasını yaparken, bir insan hem “müslümanım”
diyecek, hem de sanatına inancını aksettirmeyecek. Olmaz böyle şey;
Ne böyle sanat, ne de böyle müslümanlık!
Herhangi bir harama veya küfre âlet ve vesîle olan şekliyle sanat kabul
edilenlerin güzelliği de meşrûluğu da kaybolur. Genel ölçü, Allah’a yaklaştıran
herhangi bir şey meşrû, Allah’tan uzaklaştıran; tâğutlara, şeytana,
nefsin hevâsına hizmet eden herhangi bir şey çirkin ve yasak. Müslümana
göre sanatın mutlaka bir hayra hizmet etmesi ve yalan değil, hakikat olması
gerekir. Tabii ki dinî ölçüler, selim akıl ve fıtrat kalıpları içinde güzel olması,
estetik, zevke uygun olması şarttır ki sanat olabilsin. Bütün bu sanatlar
vecd, tefekkür ve tebliğe hizmetleri ölçüsünde dince makbuldür.
Bilindiği gibi edebiyat; duygu, düşünce, fikir ve hayallerin, her şeyden
önce de inancın sözle veya yazı ile doğru, güzel ve etkili bir şekilde ifâde
edilmesidir. Müslüman açısından, ihmal edilmemesi ve diğer sanatların
önüne geçirilmesi gereken değerdir edebiyat. Müslümanlar söz sanatlarında,
hitâbet ve şiirde söz sahibi olmalıdır. Laf adamı olmaktan ve gevezelikten
kurtulmak, sanatla bu çirkinliklerin farkını ayırabilmek için de gereklidir
bu. Savunduklarının ve yaşadıklarının güzelliğinin dile yansıması,
“İnsanlara güzel söyleyin” (2/Bakara, 83) emrine uyulmasıdır bu.
Kur’an, müslümanlar için birinci ve en büyük sanat kaynağı olmasına
rağmen, bundan çok az yararlanılmıştır. “Müslümanım” diyen sanatçı,
Kur’an’a yönelmek zorundadır. Ancak bu şekilde evrensel çapta, güçlü ve
orijinal eserler üretebilir. Sanatın da, sanatçının da kurtuluşu Kur’an’dadır.
Her düzen kendi sanat anlayışını ve sanatını beraberinde getirir. Her rejim
kendi prensiplerine uygun ortamı ve altyapıyı oluşturur. O yüzden müslümanca
sanat isteyenler her alanda müslümanca bir nizam için, İslâm’ın hâkimiyeti
için çalışmalıdır. Bu çalışmalar estetik biçimde olduğu müddetçe
sınırlı da olsa sanat ortaya çıkmış olacaktır. Yani istenen ve beklenen nizamı
tebliğ için her türlü faâliyetler de sanata dönüşebilir, dönüşmelidir. Her
yaptığımızı en güzel şekilde yapmak İslâm’ın emri olduğu için, müslümanın
her yaptığı sanat haline gelebilir. Kur’an’da geçen “ihsân” tüm anlamlarıyla
gerçekten güzel olanı, güzel sanatı da ifâde edecek boyuttadır: “Güzellikler
yapın. Şüphesiz ki Allah muhsinleri (güzel hareketlerde bulunanları, güzellik
sergileyenleri) sever.” (2/Bakara, 195)
• 61 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an, İnsanlar Tartışmak ve Münâkaşa Etmek Zorunda Kalınca da
Güzellikten Ayrılmamayı Emreder: “İçlerinden zulmedenler bir yana, ehl-i
kitapla ancak en güzel şekilde mücâdele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de,
size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz
O’na teslim olmuşuzdur.” (29/Ankebût, 46). “Rabbinin yoluna hikmetle ve
güzel öğütle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde mücâdele et.” (16/Nahl, 125)
Tanışırken, Konuşmaya Başlarken, Selâm Verirken de Güzelliği Emreder
Kur’an: “Size bir selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın;
yahut aynısıyla karşılık verin...” (4/Nisâ, 86)
Kötülükler ve Çirkinlikler Karşısında da Güzellikten Ayrılmamayı
İster Kur’an: “(Seyyie ile hasene) iyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en
güzel bir tavırla önle. O zaman (görürüsün ki) seninle arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 34) “...(O akıl sahipleri)
ki, onlar kötülüğü iyilikle (seyyieyi hasene ile) savan kimselerdir...” (13/
Ra’d, 22). Peygamberimiz de şöyle buyurur: “Güzel ahlâk; mahrum edene
vermen, ilgiyi kesene alâka göstermen, sana karşı haksızlık yapanı affetmendir.”
Hakka Çağırırken de Güzellik Kur’an’ın Prensibidir: “Rabbinin yoluna
hikmet ve mev’ıza-i hasene ile (güzel öğütle) çağır ve onlarla en güzel
şekilde mücâdele et...” (16/Nahl, 125) “Ona tatlı dille konuşun, yumuşak söz
söyleyin; belki o, aklını başına alır veya korkar.” (20/Tâhâ, 44)
Kur’an, Ana-Babaya Güzel Davranmayı Çok Önemser: Kur’an’da, tek
olan Allah’a ibâdet edip O’na hiç bir şeyi şirk koşmama emrinden sonra,
ana-babaya güzel davranıp onlara ihsanda bulunma emrinin geldiği görülmektedir.
Şöyle ki: “Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza
ihsanda bulunmanızı (onlara güzel davranmanızı) kesin bir şekilde emretti..”
(17/İsrâ, 23). Bu âyetten, ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmanın farz
olduğu anlaşılmaktadır. Bunu destekleyen başka bir âyet-i kerimede şöyle
buyuruluyor: “De ki, gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım:
O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana babaya ihsân/iyilik edin...”
(6/En’âm, 151). Burada Allah, ana-babaya güzel davranmayı terk etmenin
kötülüğünü beyan için bunu haram kılınanlar arasında zikretti. O halde
ana-babaya ihsan/iyilik farz; terki haramdır.
• 62 •
Ahmed Kalkan
Ana-babaya ihsân, güzel sözle, davranışla ve ihtiyaçları anında onlara
gereğince infak etmek sûretiyle olur. Allah, ebeveyni insanın yokluk âleminden
varlık âlemine çıkmasına bir sebep kıldığı için, onlara ihsân etmek
gerekir. Allah’ın, ebeveyne ihsânı kendine yönelik tevhid ve ibâdetin
yanında zikretmesi, ebeveynin çocuklar üzerindeki hakkının büyüklüğüne
işarettir. “Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayın. Ana-babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara... ihsânda bulunun; Allah kendini beğenen
ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (4/Nisâ, 36). Buradaki
ebeveyne ihsân, evlâtların onların hizmetlerini yapması, onlara nâzik
konuşması ve onların meşrû isteklerini gerçekleştirmesi için çalışmasıdır.
Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurur: “Burnu yerde sürtülsün;
burnu yerde sürtülsün; burnu yerde sürtülsün.” “Kimin yâ Rasûlallah?” denildi.
Hz. Peygamber: “Yaşlandıklarında ana-babasına, onlardan birine, yahut
her ikisine de yetişen, fakat onlara iyilik etmediği için cennete giremeyen
kimsenin...” (Müslim, Birr 10)
Ana-baba, çocuğunu Allah’a isyana teşvik etmedikçe, evlâtların onların
meşrû her emrine uyması, en azından onları incitmemeye çalışması gerekir.
Ana-baba için mağfiret talebinde bulunmak, iyiliklerine duâ etmek,
bizzat Kur’ân’ın emridir. “Ey Rabbimiz! Hesâba çekileceği gün beni, ana-babamı
ve (bütün) mü’minleri bağışla!” (14/İbrahim, 41). Ebeveyne yapılan
her iyilik ve ihsân, aslında insanın kendi kendisine yaptığı ihsândır. Âhiretteki
mükâfatının sınırsızlığı yanında, dünyevî ecri/karşılığı peşindir. Sosyal
bir olgu olarak ebeveynimize yaptıklarımızın mislini veya fazlasını çocuklarımızdan
göreceğimiz kaçınılmazdır. Ana-baba, -Allah korusun- müşrik
de olsalar, onlara ikramda bulunmak dinin emridir. Peygamberimiz, müşrik
anneye sıla-i rahimde bulunup ona iltifatlarda bulunmayı emretmiştir
(Müslim, Zekât 50; Ebû Dâvud, Zekât 34).
Kur’an, Yediklerimizin ve Giydiklerimizin Güzel Olmasını İster:
Yenilen şeylerin helâl ve temiz (tayyib) olması Kur’an’ın emirlerindendir.
Yeme ve giyme konularındaki âyetlerde de temizlik ve güzellikle ilgili emir
ve tavsiyeler bulunur: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdâların güzel, temiz
ve helâl olanlarından yiyin...” (2/Bakara, 168) “Ey Âdem oğulları! Her
mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin;
çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (7/A’râf, 31) “Ey Âdem oğulları! Size çir•
63 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
kin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha
hayırlıdır...” (7/A’râf, 26)
Kur’an, İnsanda Toplam Kalite Sağlar; İnsanı Her Yönden Olgunlaştırıp
Güzelleştirir: Kur’an’ın oluşturmak istediği insan tipi “muhsin” sıfatıyla
ifâde edilir. Muhsin, güzellikler sergileyen ve güzel işleri gerektiği gibi en
güzel şekilde yapan demektir. Allah (c.c.) muhsinleri sever (3/Âl-i İmrân,
134, 148; 2/Bakara 195; 5/Mâide, 13, 93). Allah muhsinlerle beraberdir (16/
Nahl, 128; 29/Ankebût, 69). Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri lâyık
oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler,
inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler,
muhsin olmaya çalışırlar (16/Nahl, 127; 2/Bakara, 112; 4/Nisâ, 125).
Tüm davranışlarımızı güzelleştirmek ister Kur’an: “Allah yolunda infak
edin/harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsân edin (her
türlü hareket ve davranışınızı güzel ve dürüst yapın); Allah muhsinleri (güzel
iş yapanları) sever.” (2/Bakara, 195). “Allah (yapılacak) bütün işlerin güzel
bir şekilde yapılmasını farz kılmıştır...” (Müslim, Sayd ve’z-Zebh 57). “…Hasenât
(güzellikler/iyilikler/sevaplar), seyyiâtı (kötülükleri/günahları) giderir.
Bu, öğüt almak isteyenlere (güzel bir) hatırlatmadır. Sabırlı ol, çünkü Allah
ihsân sahibi olanların (güzel iş yapanların) mükâfatını zâyi etmez.” (11/Hûd,
113-115). Bütün yaptıklarımızı Allah’ın bizi gördüğü ve hesabının sorulacağı
şuuruyla yapmak; her işimizi güzelleştirir. Davranışlarımızı güzelleştirmek,
Rabbimızın emri olduğu için ibâdettir.
Muhsinler (güzellikler sergileyen ihsan sahipleri), bütün işlerini Allah’ın
râzı olacağı şekilde güzel ve takvâya uygun yaparlar. Onlar; çirkin,
bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faâliyetlerden uzaktırlar. Muhsin
olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın
sembolüdürler. Kur’an, Allah’ın muhsinlerle beraber olduğunu açıkladığı
gibi (16/Nahl, 128; 29/Ankebût, 69), onlara müjdeler verildiğini de belirtir
(6/En’âm, 154; 22/Hacc, 37). Kur’an, onlar için bir rahmettir (31/Lokman,
3). Muhsin olarak özlerini Hakk’a bağlayanlar gerçekten kopmaz bir ipe
bağlanmış olurlar (31/Lokman, 22). Allah (c.c.), insanlara ihsânla davrandığı
gibi, insanın da ihsân sahibi olması en güzel şeydir (28/Kasas, 77).
İhsân/güzellik; insanda toplam kalite demektir. Kâmil insan denen, kaliteli
insanı ifâde eden Kur’anî kavramlar çoktur. Mü’min, muttakî, muhsin,
muhlis, sâlih, sâdık, zâkir, âbid bunlardan hemen aklımıza gelenleridir.
• 64 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın emrettiği güzellik de, iman, ilim, sevgi, ibâdet, huşû, takvâ,
ihsân, ihlâs, sâlih amel, doğruluk, zikir, tefekkür, selîm kalp, aklı kullanma
gibi kavramlarla ve her çeşit ahlâkî emirler ve yasaklarla sağlanır. Güzelleşmek
isteyenler bu kavramların içini Kur’an nasıl doldurmuşsa o şekilde
öğrenip yaşayışına geçirmelidir. Kur’an’a uyan, en güzele uymuş ve güzelleşmiş
olur. Zaten Kur’an’ penceresinden baktığımızda, dünya da güzellik
yarışması için bir salondan ibârettir: “O (öyle yüce Allah) ki, davranış yönüyle
hanginizin daha güzel olacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…”
(67/Mülk, 2)
Güzel bakan, güzel görür; güzel iş yapan, daha güzeline kavuşur. Hakiki
güzellik; Allah ve Rasûlü. Allah’ın emri ve hükmü; Rasûlünün tebliği ve
örnekliği... Kulluk ve ibâdet...
Allah mutlak güzel olduğu ve güzelliği sevdiği için de, yarattığı her şeyi
güzel yaratmıştır. Yapmakla yükümlü kılındığımız güzel amellerin genel
ölçülerini, sözlerin en güzeli kıldığı Kur’an (39/Zümer, 23) ile bildirmiş,
güzel ahlâkı azîm/yüce kıldığı elçisi (68/Kalem, 4) Hz. Muhammed (s.a.s.)
ile örneklendirmiştir. Rasûlullah’ta güzel örnekler (33/Ahzâb, 21) tümüyle
mevcut bulunduğundan, o, kendi görevini; “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak
için gönderildim.” (Ahmed bin Hanbel, 2/381; Muvattâ, Hüsnü’l-Hulk 8)
şeklinde özetlemişti. Güzel Rasûl, “her şeyde ihsânın, yani iyilik ve güzelliğin
farz kılındığını” (Müslim, Sayd ve’z-Zebh 57) bildirerek bizim kulluk görevimizi
de veciz bir şekilde beyan etmişti.
Güzelleştirmeye çalışmak, güzelleşmektir; daha doğrusu, fıtratımızdaki
güzelliği ortaya çıkarmaktır. Amellerimizi güzelleştirmenin ise, bir arada
bulunması gereken biri şekle; diğeri öze bağlı iki ana şartı vardır: Birincisi,
yapılacak işin İlâhî yasaları içeren vahye uygun olmasıdır. İkinci şart,
öze ilişkin şart ise, şeklen dine ve akla uygun işleri Allah’ı görür gibi ve de
O’nun tarafından görüldüğü şuuru içinde (ihlâs, huşû ve takvâ ile) ibâdetleştirerek
yapmaktır.
Güzel davranış sahiplerine Allah ihsânla/güzellikle ve daha fazlasıyla
karşılık verecektir. “İhsân edenlere/güzel amel işleyenlere, hüsnâ/daha güzel
mükâfat (cennet), bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara
leke) bulaşır, ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar
orada ebedî kalacaklardır.” (10/Yûnus, 26)
• 65 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Kim (Allah huzuruna) bir hasene/güzellikle gelirse, ona getirdiğinin
on katı vardır.” (6/En’âm, 160). İnsan, ihsân üzere olur, güzel işler yaparsa,
davranışlarını ihsân üzere gösterirse, bunun karşılığı olarak ihsân görür,
güzellikle muâmele edilir: “İhsânın karşılığı ihsândan başka bir şey midir?”
(55/Rahmân, 60)
İnsanların dünyada işledikleri ameller ne kadar ihsân vasfında güzel
olursa olsun, Allah’ın ihsânıyla, âhirette vereceği güzelliklerle mukayese
edilmez. Zaten insanın ihsân üzere yaşayıp güzellikler sergilemesi de Allah’ın
bir lutfu ve ihsânıdır, O’nun yardımıyladır. Bunları düşünen insan,
yaptığı güzelliklerden dolayı nefsine pay çıkarıp kibirlenmemeli, ihsânını
riyâ ve gurur pisliklerinde kirletmemelidir.
Allah, güzel davranışlarda bulunan muhsinlerle beraberdir, onları sever,
onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir (2/Bakara, 195; 3/
Âl-i İmrân, 134, 147; 5/Mâide, 13, 85, 93; 7/A’râf, 57; 9/Tevbe, 120; 29/Ankebût,
69 vd). Allah’ın rahmeti sürekli muhsinlerle, güzellik sergileyenlerle
beraber olur (7/A’râf, 56). Muhsinler, kopmaz bir ipe bağlanmış olurlar (31/
Lokman, 22). Kur’an, muhsinlere rahmet sunar (31/Lokman, 3; 46/Ahkaf,
12). İhsân sahiplerinin aleyhine bir yol (onları yenik duruma düşürme)
yoktur (9/Tevbe, 91).
Güzelliğin ölçüsünü bilmek, gerçek güzeli sevebilmek güzel insana has
güzelliktir. Çünkü güzel olan şeyler, ancak kendilerinden anlayan ve hoşlanan
kimselere güzel gelir. Sanal güzellikten, güzel zannedilen hallüsinasyonlardan
sakınmak gerekir.
Günümüzde her çeşit sanat, rûhun güzelliklerinin dışa yansıması olmaktan
çıkarılmış; toplumları maddî yönden sömürme, mânevî yönden de
uyuşturma görevi almış emperyalizmin cadısı konumuna düş(ürül)müştür.
Bu çirkin büyücünün kendisini güzel gösteren maskesinin sırıtan makyajını
göremeyen gâfil gençler, yalancı güzelliğine âşık oldukları bu cadının
kollarına atılır atılmaz can vermekteler. Şimdi sanat adlı bu cadı, büyüsüyle
arkasından koşturduğu gençlerin rûhunu almakla yetinmemekte, bu cinâyetten
önce kendi tanrılığına iman ettirip kendine taptırmakta. Bize düşen
görev, gücümüzün yettiği oranda, işi ilâhlık taslamaya kadar vardıran bu
büyücünün maskesini düşürmek ve çevremizdeki kurbanlarını azaltmak
için çalışmak. Bunun da yolu, maskesini takarak onun rolünü oynadığı
• 66 •
Ahmed Kalkan
“gerçek güzel”i insanlara tanıtmaktan geçiyor. Sahtekârlar ne ile kandıracaklarsa,
o şeyin gerçeğini hakkıyla tanımayanları kandırabilirler sadece.
Gerçeğin apaçık ortaya çıkması gerekir ki sahtekâr bâtıl eriyip yok olsun.
İnsanlara gerçek sanatı, gerçek güzelliği tanıtmak için öncelikle sahtekârlara
savaş açmamız, onların maskelerini düşürüp çirkinliklerini insanlara
göstermemiz gerekiyor. Her şey zıddıyla anlam kazanacağı, hakbâtıl
mücâdelesi her an ve her konumda yaşanacağı için kaçınılmaz bir
cephedir bu. Günümüz câhiliyesinde imaj ve makyaj her şey kabul ediliyor.
Kaporta çok önemli, motor olmasa da olur. İçinin boş olması önemli görülmüyor,
yeter ki ambalaj çekici olsun. Rûhun güzelliği, bedenin güzelliği
kadar kolaylıkla görülmediği için, câhiliyyenin câhil insanı bu gerçek güzellik
peşinde değil. Eserdir, sanattır, dildir, sâlih ameldir rûhun güzelliğini
gösteren. İç hayatımızın hazinesini zenginleştiren şeydir güzel. Ve güzellik,
Allah’ın armağanıdır. Bu hayata değer verdiren tek şey, sonsuz güzelliğin
görülmesidir. İnsan, bu geçici dünyada güzelliği görünce gerçek güzelliği
hatırlar ve ona doğru uçmak için yanar tutuşur.
“Rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneh ve gınâ
azâbe’n-nâr (Rabbimiz, bize dünyada da hasene/güzellik ver, âhirette de
hasene/güzellik ver; bizi ateş azâbından koru).” (2/Bakara, 201). Başta şirk
olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak
ibâdet ve kulluğun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun!
Ashâbın Kur’an Anlayışı
Ashâb denilince akla gelen iki şey vardır. Biri Rasûlullah, diğeri Kur’ân-ı
Kerim. Zaten onları diğer insanlardan ayırıp özel kılan bu iki kaynağa sıkı
sıkıya bağlılıktır. Ashâb Kur’an’la dirilip canlanmışlardı. Kur’an onları hayra
doğru değiştirip dönüştürmüştü. Onlar Kur’an’la değişince Allah da onların
sosyal ve siyasal durumlarını değiştirmişti. Onları câhiliye düzeninden
çıkarmış, dünyanın o zamana kadar şâhit olmadığı ve bir daha olamayacağı
saâdet asrını onlara nasip etmişti. Kur’an’ın hükümlerinin tatbik edildiği
ideal bir İslâm devletini, Kur’an devletini onlara ihsan etmişti.
Onlar Kur’an öğrenciliğini her uğraşılarının önüne alıyorlardı. Her
durumda Kur’an’a müracaat ediyorlardı. Kur’an okuyorlardı, ama güzel ses
• 67 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil, ölülere okumak için değil,
kendileri ihyâ olmak için.
Şekline hürmeti, abdestsiz okunur mu gibi tartışmaları gündemlerine
bile almıyorlar, okuyup ahkâmı ile hükmetmeye çalışıyorlardı.
Kur’an, ashâbın başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır.
Hakemdir, ölçüdür, furkandır.
Onu sadece okuyarak değil; esas olarak hayatlarına geçirip uyguladıkları,
Onu yaşadıkları için ibâdet kabul ederlerdi. Onlar çok hızlı hatim yapmak
ve hâfızlıkta yarışma yapmıyorlar, Kur’an’ı hayatlarına geçirme yarışı
yapıyorlardı.
Ashâb, sadece hâfızlığı değil, hamele-i Kur’an olmayı hedefliyorlardı.
Kur’an’ın üzerlerine yüklediği görevleri yerine getirme gayreti ön plandaydı.
Kur’an onlar için ana yasa idi. Ona ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul
etmezlerdi.
Kur’an’ı kendilerinden sonraki nesillere, dolayısıyla bize ulaştırmak için
ne çilelere katlanmışlar, ne kadar eziyet çekmişlerdi. Kutsal emanetlere ve
özellikle Kur’an’a en küçük bir ihanette bulunmamışlardı.
Ölü kitabı değildi onlar için, muska kitabı değildi Kur’an.
Hatmetmek için hatmetmiyorlar, dostlar alışverişte görsün kabilinden,
yasak savma cinsinden hatim etmeye çalışmıyorlardı. Kur’an’ı anlamak ve
yaşamaktı onların derdi.
Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okuyorlardı. Biliyorlardı ki,
Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir.
Onlar Kur’an’ı okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul
ederlerdi. Çünkü Hz. Peygamber onları öyle yetiştirmişti. Meselâ içlerinden
birine buyurmuştu ki: “Ya Ebâ Zer! Allah’ın kitabından tek bir âyet öğrenerek
sabahlaman senin için yüz rekât namaz kılmaktan daha hayırlıdır.” Onları
kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söylemiyordu.
• 68 •
Ahmed Kalkan
Başkalarının, insanların, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı
onlara yasak kılmıyordu. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı
görselerdi, şeytandan kaçar gibi kaçarlardı onlar.
Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdir. Şirksiz ve
şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını
arttırabilirdi çünkü.
Onlar mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel
ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği
yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okuyorlardı.
“Onun ahlâkı Kur’an’dı” denilen Peygamberimiz’in yetiştirdiği ashâb
da canlı Kur’an olmaya çalışan insanlardı. Onlar biliyorlardı ki, insanların
en hayırlısı Kur’an öğrenen ve başkalarına öğreten kimsedir. Onların
evleri Kur’an okulu idi. Ailecek Kur’an’ı anlamaya ve yaşamaya çalışırlardı.
Peygamber’e sorular sorarlar, Kur’an’ı daha iyi anlamaya gayret ederlerdi.
İlk mü’minler şirk kabul edilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyor ve
Kur’an’la bildirilen helâl ve haramlara teslim oluyorlar, Kur’an’a ters inançları,
gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı.
Onlar Kitapsız değildi. Onları Kitabullah yönlendiriyordu. Eğitimleri
Kitapsız değildi, mahkemeleri, meclisleri, devletleri Kitapsız değildi. Medya
organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın
Kitabının yerini tutamayacağını bilirlerdi ve ona göre tercihlerini yaparlardı;
eğer onların döneminde de bu tür iletişim araçları olsaydı. Çünkü
onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığını biliyorlardı. İçinde
hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin
en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm
davranışlarıyla ispat ediyorlardı.
Ashâbı dirilten, canlandıran Kur’an bizi de ihyâ eder. Yeter ki Kur’an’a
yaklaşımımız ashâbınki gibi olsun.
Peyderpey indirilen Kur’an’ın yeni nâzil olan âyetler grubunu onlar bir
taraftan yazıyor, bir taraftan da ezberliyorlardı. Yüce Allah, Kur’an’ı korumayı
Kendisi üstlenmişse de Onun beşerî imkân ve vâsıtalar yoluyla da
korunmasını dilemiştir. Bunun yanında, Kur’an’da emredilen İslâm pren•
69 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
siplerinin pratik hayata doğru bir şekilde ve bütüncül olarak aktarılması
için ashâb her gayreti gösteriyordu. Böylece, daha sonra gelecek nesillere
örnek bir hayat modelinin sunulması ve Kur’an’ın sağlıklı bir şekilde anlaşılması
için çok büyük katkıda bulunuyorlardı.
Kur’an’ın peyderpey indirilmesiyle asr-ı saadet Müslümanları yaşayarak
ve içlerine sindire sindire İslâm’ı öğrendiler. Sonraki Müslüman nesiller
için model toplum oldular.
Gerek Peygamber (s.a.s.), gerek İslâm’a ilk girenler, müşriklerin eziyet
ve işkenceleriyle karşılaşmışlardır. Vahyin tekrar tekrar gelmesi hem onları
teselli edip azimlerine güç katmış ve hem de nasıl davranacakları konusunda
onlara rehberlik etmiştir.
Peyderpey inen vahiy Müslümanların olumlu ve fedâkârca davranışlarını
övüyor ve böylece onları daha mükemmele doğru teşvik ediyordu.
Olumsuz davranışlarından dolayı da onları uyarıyordu.
Asr-ı saâdet Müslümanlarının çok diri bir İslâm anlayış ve hayatına sahip
olmalarının sebeplerinden biri budur. Böylece vahiyle aralarında çok
canlı bir iletişim sağlanmıştı. Sosyal bir problem ortaya çıktığında ardından
vahiy gelip o problemi çözüme bağlıyordu.
Sosyal problemler ânında çözümlendiği gibi, itikadî problemler de çözüme
bağlanıyordu.
Kur’an’ın peyderpey indirilmiş olması, toplumların eğitimi konusunda
tedrice riâyet edilmesi gerektiği noktasında bir rehberlik ve uyarıdır. Bir
toplumun eski alışkanlık ve geleneklerini bir anda değiştirmesi beklenemez.
Değişim için zamana ve tedrice ihtiyaç vardır.
Kuran’ın bu şekilde indirilmesi, korunmasını da kolaylaştırmıştır. Araplar
ümmî bir toplum idiler. Okuma-yazma bilenleri parmaklarla sayılacak
kadar azdı. Okuma-yazma oranı ancak İslâm geldikten ve eğitimini yaptıktan
sonra çoğalabilmiştir. Kur’an’dan âyetler indiğinde bir taraftan vahiy
kâtipleri tarafından yazılırken birçok kişi tarafından da ezberleniyordu.
• 70 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın Korunması: Yüce Allah tevrat’tan sözederken “Allah’ın kitabını
korumaları kendilerinden istendiği için…” (5/Mâide, 44) buyurmaktadır.
Âyetten de anlaşıldığı gibi Tevrat’ın korunması insanlara bırakılmıştır.
Oysa Kur’an’ın korunmasını bizzat Yüce Allah üstlenmiştir. Bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Zikri kesinlikle Biz indirdik ve elbette onu yine Biz
koruyacağız.” (15/Hıcr, 9)
Peyderpey inen Kur’an âyetleri vahiy kâtipleri tarafından yazılıyordu.
Yazılan bu âyetler Peygamber (s.a.s.) tarafından şifâhî yolla da insanlara
tebliğ ediliyor ve namazlarda okunuyordu. Böylece inen her âyet grubu,
Peygamber’in yanı sıra birçok sahâbî tarafından da ezberleniyordu.
Sahâbenin Kur’an okumaları, sadece namazlarla sınırlı değildi. Mescidlerde
ve değişik ev toplantılarında topluca okudukları gibi, fertler de kendi
kendilerine okuyorlardı. Peygamber zaman zaman sahâbîleriyle birlikte
oturup kıraati güzel olan sahâbîlerden birine, kendilerine Kur’an tilâvet etmesini
teklif ederdi.
Sahâbîlerin ibâdet olarak en başta gelen meşgalelerinden biri, Kur’an’ı
üzerinde düşünerek ve hayatlarına geçirmek için okumak idi. Kur’an’ın
okunması ve başkalarına öğretilmesi Peygamber tarafından teşvik ediliyordu.
O, bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Sizin en hayırlınız, Kur’an’ı öğrenip
öğretendir.” (Buhârî, Fezâilu’l Kur’an 21; Ebû Dâvud, Salât 14; Tirmizî,
Fezâilu’l Kur’an 15; İbn Mâce, Mukaddime 16).
Peygamberimiz, merkezden uzak bir topluluk İslâm’ı kabul ettiklerinde
hemen onlara bir eğitici gönderirdi. Bu eğiticinin görevi, o Müslümanlara
Kur’an’ı okutmak ve onlara dini öğretmekti. Birinci Akabe biatında biat
eden on iki Medine’li ile birlikte Mus’ab’ı eğitici olarak göndermişti. Bu
olay, eğitici gönderme işinin Mekke döneminde başladığını gösterir.
Hz. Peygamber bir yere bir idareci gönderdiğinde Kur’an’a daha çok
vâkıf olanı tercih ederdi. Dünyevî makamlar bile Kur’an’ın daha iyi bilinmesine
bağlı kılınmışsa, böyle bir toplumda Kur’an okumanın yaygınlık
kazanması doğaldır.
Kur’an’ı ezberleyen, Kur’an’la en çok meşgul olan kimse Peygamberimiz’in
yanında dirâyet, idare ve emir verme konusunda öne çıkıyor, zekâ
• 71 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ve kabiliyet açısından gözde oluyordu. Bir askerî birliğe komutan lâzımdı.
Bakın, Peygamberimiz kimi komutan olarak tâyin ediyordu? Ebû Hüreyre
anlatıyor: Rasûlullah bir askerî birliği bir sefere göndermek istemişti.
Bunlar belli sayıda kişiler idi. Onları Kur’an okumaya dâvet etti. İçlerinden
her birinin okumasını istedi. Derken yaşça en küçük olanlarından birine
sıra geldi. “Ey falan, senin ezberinde ne var?” diye sordu. O da: “Ezberimde
şu şu sûreler ve Bakara sûresi var” diye cevap verdi. Rasûlullah: “Senin
ezberinde Bakara Sûresi var, öyle mi?” buyurdu. Adam: “Evet, var” dedi.
Rasûlullah, “O halde git, sen onların komutanısın” buyurdu. Onların ileri
gelenlerinden bir adam bunun üzerine şöyle dedi: “Vallahi, Bakara Sûresini
öğrenmeme engel olan şey, onun hakkını verememe korkusu idi.” Sonra
Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kur’an’ı öğrenin ve onu okuyun. Kur’an’ı
öğrenen, okuyan ve onunla amel eden kişi misk kokusu ile doldurulmuş
dağarcığa benzer, onun kokusu her yere yayılır. Kur’an’ı öğrendikten sonra,
Kur’an, içinde olduğu halde uyuyan kimse, içinde misk varken ağzı bağlanmış
dağarcığa benzer.” (Tirmizî, Fezâilu’l Kur’an 2)
Ashâb zamanında câmiler, namaz kılınıp dağılınılan yerler değildi.
Mescidlerin birçok fonksiyonu vardı. Mescidler Kur’an öğreniminin yapıldığı
merkezler idi. Nitekim Peygamber de bunu teşvik ediyordu (Müslim,
Zikr ve Duâ). Mescidler dışında da Kur’an eğitiminin yapıldığı merkezler
vardı.
Kur’an’ı ezberleme ve zabtı ile uğraşma, Ashâb-ı Suffe’nin görevlerinin
başında geliyordu. Bunlar, kimsesi, evi-barınağı bulunmayan kimselerdi.
Geçimlerini sağlamak için başkalarının yanında ücretle çalışır, iş bulamadıklarında
odun toplar ve topladıkları odunları satarak geçinirlerdi. Geri
kalan zamanlarını ise, Kur’an okumak, onu başkalarına okutmak ve ibâdet
etmekle geçirirlerdi.
Kur’an’ı Anlama Çabaları
Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı sadece okuyup ezberlemeye özen
göstermiyorlar, aynı zamanda onu anlama, üzerinde düşünme ve onunla
amel etmeye de büyük özen gösteriyorlardı.
• 72 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ı anlamaya çalışmak ve üzerinde düşünmek Yüce Allah tarafından
istenen bir husustur: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri
kilitli mi?” (47/Muhammed, 24). “Sana bu mübârek Kitabı, âyetlerini düşünsünler
ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/Sâd, 29)
Peygamberimiz Kur’an’ı okurken onunla âdeta karşılıklı iletişime geçiyordu.
Rahmet âyeti okuduğunda durup Allah’tan rahmet diliyor, azap içeren
bir âyet okuduğunda da Yüce Allah’a, kendisini o azaptan korusun diye
duâ ediyordu (bkz. Müslim, Salâtu’l Müsâfirîn 38; Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 25;
İbn Mâce, İkametu’s Salât 179). Âlimler, Hz. Peygamber’in bu tarz okuyuşunu
ve bu konudaki tavsiyelerini göz önünde bulundurarak, Kur’an’ı
okurken bu şekilde davranmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir (Suyûtî,
Âdâbu Tilâveti’l Kur’an ve Te’lîfihi, Beyrut 1987, s. 104). Kur’an’ı anlamadan
ve üzerinde düşünmeden onu bu şekilde okumanın mümkün olamayacağı
açıktır.
Kur’an’ı anlamaya ve âyetleri üzerinde düşünmeye o kadar önem verilmiştir
ki, bazı âlimler Kur’an’ı tarif ederken: “Üzerinde düşünülüp ibret
almak için indirilmiş Arapça sözlerdir” demişlerdir (Vehbe ez-Zuhaylî,
Usûlu’l Fıkhı’l-İslâmî, Dımaşk, 1986, I/421).
Tâbiînin ileri gelenlerinden Ebu Abdurrahman es-Sülemî (öl. 74/693)
şöyle demektedir: Osman bin Affan, Abdullah bin Mes’ud ve Kur’an-ı Kerim’i
bize öğreten diğerleri, Peygamber’den on âyet öğrendiklerinde o
âyetlerdeki ilim ve ameli bellemeden, onları hayatlarına geçirmeden,
başka âyetlere geçmediklerini anlatırlardı. Diyorlardı ki: “Kur’an’ı, ilim
ve ameli birlikte öğrendik.” (Taberî, Câmiu’l-Beyan, I/35-36; İbn Teymiyye,
Mecmûu’l-Fetâvâ, İkinci baskı, 1399 13/365; Suyûtî, el-Itkan fî Ulûmi’l
Kur’an, Mısır 1978, II/226).
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sekiz yılda Bakara sûresini ezberlediği
nakledilmektedir (Suyûtî, a.g.e., II/226). (Bu ülkede bir senede hatta daha
kısa sürede hâfız olmakla veya hâfız yetiştirmekle övünülür. Ebû Hanife gibilerin
4 yaşında veya daha küçükken hâfız olduğu ballandıra ballandıra ve
inanılarak anlatılır. Tabii, o hâfızların Kur’an’ı anlamadan ve dayakla öğrendiklerinden
sevmeden hâfızlık yaptıkları için şimdi çoğunun eline Kur’an
bile alamadığını, İslâmî çalışmalara istisnâ dışında katılanlarının olmadığını
hiç hesaba katmazlar.)
• 73 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Ashâbın Kur’an’a karşı tavırları, onların günümüzde olduğu gibi okuyup
geçmediklerini, üzerinde düşüne düşüne ve içlerine sindire sindire okuduklarını
göstermektedir. Hatta sahâbenin, muhâkemeleri henüz gelişmemiş
ve Kur’an’da anlatılanları anlayamayacak yaştaki çocuklarına Kur’an’ı
okutmadıkları ifade edilmektedir (Kettânî, et-Terâtibu’l İdariye, II/296).
İşte ashâbın bu hususlarını göz önünde bulunduran bazı âlimler,
Kur’an’ı anlayıp üzerinde düşünmeden onu okumayı hoş karşılamamışlardır
(Zerkeşî, Bedruddin, el Burhan fî Ulûmi’l Kur’an, Beyrut, tarihsiz,
I/455). Hasanu’l Basrî’nin, (öl. 119/728) anlamını bilmeyen çocuk ve kölelerin
Kur’an’ı okumalarından şikâyet ettiği ve bu şikâyetini dile getirirken
şu âyeti okuduğu rivâyet edilmektedir (Acurrî, Ebu Bekir Muhammed bin
Huseyin, Ahlâku Hameleti’l Kur’an, Beyrut, 1987, s. 50): “Sana bu mübârek
Kitab’ı âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.” (38/
Sâd, 29).
Yine tâbiînden Said bin Cübeyr (öl. 95/713): “Kur’an’ı okuyup sonra
da onu tefsir etmeyen kişi, kör -veya bedevî- gibidir” demiştir (Taberî, Câmiu’l-
Beyan, I/36).
Hz. Ömer hakkında nakledilen şu rivâyet dikkat çekicidir: Hz. Ömer’in
hilâfeti döneminde Basra valisi Ebu Mûsâ el-Eş’arî, Hz. Ömer’e bir mektup
göndererek Basra’da o yıl Kur’an’ı ezberleme işiyle uğraşanların çokluğundan
söz eder ve beytu’l-malden bunlara yardım gönderilmesini ister. Vali
ertesi sene aynı istekte bulunur ve Kur’an hıfzıyla uğraşanların kat kat arttığını
haber verir. Hz. Ömer’in ona verdiği cevap şöyledir: “Onları kendi
halleriyle baş başa bırak. Korkarım ki insanlar, kendilerini Kur’an’ı ezberleme
işine kaptırır ve onu anlama işini ihmal ederler.” (Kettani, a.g.e.,
II/279)
Kur’an âyetleri üzerinde düşünmeden kısa bir müddet içerisinde
Kur’an’ın hetmedilmesini selef hoş karşılamamıştır. Buhârî ve Müslim’in
de naklettikleri Peygamber ile Abdullah bin Amr arsanda geçen şu konuşma
buna ışık tutmaktadır:
“Peygamber (s.a.s.) bana, ‘Kur’an’ı bir ayda hatmet’ dedi. ‘Kendimde bundan
daha fazlasına güç buluyorum’ dedim. ‘O halde on günde hatmet’ dedi.
‘Kendimde bundan da daha fazlasına güç buluyorum’ karşılığını verdim.
• 74 •
Ahmed Kalkan
Bunun üzerine şöyle dedi: ‘Yedi günde hatmet, daha az bir müddette hatmetme.”
(Buhârî, Savm 54, 55, 56, 57; Fezâilu’l Kur’an 34; Müslim, Savm 35;
Ebû Dâvud, Salât 8; Tirmizî, Kırâat 13; Nesâî, Sıyâm 76; İbn Mâce, İkametu’s-
Salât 187; Ahmed bin Hanbel, Müsned II/162)
Rivâyet edildiğine göre biri Abdullah bin Abbas’a (öl. 68/687) gelerek,
okuyuşunun çok süratli olduğunu ve Kur’ân-ı Kerim’i üç günde hatmettiğini
söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas kendisine şöyle demiştir:
“Bakara sûresini bir gecede okuyup onun üzerinde düşünmek ve onu tertîl
ile okumak, dediğin şekilde okumaktan daha güzeldir (Acurrî, a.g.e., s. 82).
Bu arada ashâbın Kur’an’a mutlak bir bağlılıkla bağlı olduklarını, gelen
emirlere ânında itaat ettiklerini de belirtmek gerekir. Bu konuda pek çok
misal zikretmek mümkündür. Bunlardan biri şöyledir:
Enes bin Mâlik şöyle diyor: Peygamber (s.a.s.), daha önce Kudüs’e doğru
namaz kılıyordu. Bilâhare “(Ey Muhammed,) Biz senin yüzünün göğe
doğru çevrilip durduğunu (gökten haber beklediğini) görüyoruz. Elbette seni,
hoşlandığın bir kıbleye döndüreceğiz. (Bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram’a
çevir.” (2/Bakara, 144) âyeti indi. Bu âyet indikten sonra biri, Seleme
oğullarının yurdundan geçiyordu. Onlar mescide sabah namazına durmuşlardı
ve o anda rükûda idiler. Namazın bir rekâtını kılmışlardı. O geçen kişi,
kıblenin değiştiğine dair onlara seslendi. Rukûda oldukları halde hemen
Kâbe’ye doğru yöneldiler (Müslim, Mesâcid 15).
İçkinin kesin olarak yasaklanması ve diğer emir ve nehiylerle ilgili âyetler
indiğinde de aynı hassâsiyeti göstermişlerdir.
Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: “Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından
ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âişe dedi ki: ‘Şüphesiz
Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah’a
yemin olsun ki, Allah’ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha
kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim
Nûr sûresinde “Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar...” âyeti
inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler
eşlerine, kızlarına, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan
her biri Allah’ın kitabını tasdik ve ona iman ederek, etek kumaşlarından
başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber’in arkasında
• 75 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar
vardı.” (Buhârî, Tefsîru Sûre, (Nûr Sûresi Tefsiri), 6/136; Ebû Dâvud,
Libas 32, h. no: 4101)
Ashâb zamanında Kur’an âyetleri üzerinde düşünmek ve onları anlamaya
çalışmak hususunda herhangi bir kültür düzeyi aranmıyordu.
Kur’an okuyan herkes, onu anlamak ve onunla amel etmek için çalışıyordu.
Ancak herkesin böyle bir çaba içerisinde olması, hepsinin onu aynı
düzeyde anladıkları anlamına gelmez. Anlamını bilmedikleri kelime veya
terkipleri Peygamber hayatta iken ona, onun vefatından sonra ise birbirlerine
soruyorlardı.
Sahâbenin Kur’an’ı anlama düzeyleri birbirlerinden farklıydı. Ancak
anlama düzeyi düşük olan da Kur’an’ı anlamaya çalışıyordu ve kimse ona,
“niçin Kur’an’ı anlamak için uğraşıyorsun? Bu işten vazgeç, seviyen buna
müsait değildir” demiyordu.
Dikkat çeken diğer bir husus ise, yanlış anlayanların hatalarını kabullenmeye
hazır olmalarıdır. Bu, onların dine olan bağlılık ve samimiyetlerinin,
ayrıca birbirlerine olan güvenlerinin göstergesidir.
Ashâb, Kur’an’ı anlamak için önce yine Kur’an’a müracaat ediyorlar.
Sonra Peygamber’in sünnetine bakıyorlardı. Bu iki ana kaynakta bulamadıkları
konu için ictihad ediyorlar (re’yleriyle hüküm veriyorlar)dı.
Her kitap anlaşılmak için okunur. Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı
olan Kur’ân-ı Kerim’in anlaşılmaması düşünülemez.
Asr-ı saâdet Müslümanlarının önyargısız olmaları, samimi ve kuvvetli
bir imana sahip bulunmaları, Kur’an’ı daha doğru anlamalarını kolaylaştırıyordu.
Asr-ı saâdet Müslümanları, Kur’an’ı hiçbir değişikliğe uğramadan sonraki
nesillere aktarmakla yetinmemiş, her öğrendiklerini Peygamber’in gözetiminde
hayatlarına uygulayarak sonraki nesillere İslâm’ın nasıl yaşanacağı
konusunda model toplum olmuşlardı. Onlar, Kur’an’ı öğrenmeyi, onu
anlamayı ve hayatlarına aktarmayı birlikte yürütmüşlerdi.
• 76 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim, âyetleri üzerinde düşünmeyi, onu tedebbür ile okumayı
emretmektedir. Sonu “düşünmüyor musunuz?”, “akletmiyor musunuz?”
gibi ifadelerle biten birçok âyet vardır. Akıl, insana verilen en büyük nimetlerdendir.
Bu nimetin şükrü ise, aklı kullanmak, yani düşünmektir (M. Sait
Şimşek, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet’te İslâm, s. 217-236).
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad
Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği
bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu
şöyle açıklar:
“Önce ibadet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra
cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp
daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle
hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle
bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar
ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları
düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin
önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten
kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin
söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın
elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine
gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden
bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından
böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine
şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere
Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını
bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik
bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an
okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar
dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibadetin gerçek
anlamını bilmemek yatar. (Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu,
s. 77 (Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden naklen)
Allah’a inandığını söylediği halde O’na itaat etmeyenlerin durumu, şu
askerin durumu gibidir: Komutan kendisine hayatî önemi olan bir planı
verdikten sonra planın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O
planın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın
• 77 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların
hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde
zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci
durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsilerin cezasına.
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu
kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına
sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün
müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ashâb gibi
canlı Kur’an olmaya çalışmalıdır.’ Bu devirde “müslüman” ismini benimsemek,
ciddî ve büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara
rağmen, Kur’an’ın tâbî tuttuğu itaat ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin
bedeli Kur’an’a itaat; cehennemin sebebi Kur’an’a isyandır.
Ashâbın temel özelliği, kendilerini Kitab’ın ve Peygamber’in yönlendirmesidir.
Onlar KİTAPLI nesildir. Bugün fert ve toplumları Kitap yönlendirmiyor.
Vatandaşa “Kitapsız!” denildiğinde hemen herkes bu sözü büyük
bir hakaret kabul eder ama, yaşayışıyla bu sözü hak edip etmediğini düşünmez.
Kitapsız toplumdur cahiliyye toplumu. Devlet, Kitapsız devlettir.
Öldükten sonra sorulacak sorulardan birinin “Kitabın ne?” sorusu olacağı
hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını
bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” (36/Yâsin, 65). “Kitabın
ne?” sorusuna o gün ellerimiz “falan gazete”, “filânın nutku”, “falan anayasası”,
ya da “şu kanal”, “bu televizyon”... diyebilir. Yani, Kitabımız diye iddia
ettiğimiz Allah’ın Kitabı yerine, bize yön veren, bizim O Kitap’tan, yani
Kur’an’dan fazla okuyup baktığımız, etkilendiğimiz, uyduğumuz ne ise vücudumuz
yalan da söyleyemeden onları itiraf edecektir. “Kitabım Kur’an”
sözü bir tekerleme ve bir iddiadan mı ibârettir, yoksa tümüyle yaşayışımıza
yön veren gerçeği mi yansıtmaktadır? İnanmak, inandığını yaşamaktır.
Ateşin yakıcı olduğuna inanan, kolay kolay elini ateşe uzatmaz. Kur’an’ın
haber verdiği cehenneme gerçekten iman eden kimse de Kur’an’daki hükümlere
itaat etmeyerek cehenneme doğru hızla koşmaz.
Kur’an, Peygamberimiz’in en büyük mûcizesidir. Diğer mûcizeler, belirli
bir zamanda ve belirli bir yerde yaşayan sınırlı sayıdaki insanın şahid
olduğu olağanüstülükler olduğu halde; Kur’an, her coğrafyada, Peygamberden
sonra her tarih diliminde yaşayanlar için apaçık görülen bir mûcizedir.
Edebiyat yönüyle mûcizedir, benzerinin yazılamayacağı için mûcizedir,
• 78 •
Ahmed Kalkan
problemlere çözüm getirip ölümcül hastalıklara şifa olduğu için mûcizedir,
evrensel hakikatleri ihtiva etmesi yönüyle mûcizedir. Değiştirilmesi gerekmeyen,
eskimeyen ve en âdil kanunları içermesi yönüyle mûcizedir.
Tarih, coğrafya, cinsiyet, maddi farklılıklara rağmen tüm insanları her
yönüyle kuşatması, her topluma ve her bireye çıkış yolları göstermesi yönüyle
mûcizedir. Okunmasıyla, kolay öğrenilmesiyle, okunuşunda ruhları
arındıran, dinlendiren âhengi, musikisi ile, ruhları huzura kavuşturan,
gönülleri titreten nağmeleriyle mûcizedir. En çok okunan kitap olması, en
çok ve en kolay ezberlenen kitap olması yönüyle mûcizedir. Anlamlarının
derinliğiyle mûcizedir. En doğru, en güzel kelâm olması, bıktırmaması,
okundukça güzelliğinin artması yönüyle mûcizedir. Bitmeyen hazineleriyle,
gaybdan verdiği haberlerle mûcizedir...
Bütün mûcizelerinin yanında Kur’an, tarihin akışını değiştirmiş, en
köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş, en sağlam nizamı oluşturmuş, pratikte
muhteşem meyvelerinin görüldüğü, her isteyene nimetlerini sunan
bir ağaçtır. Kendisine yönelenlere sırlarını açan, hazinelerini saçan gökten
inen muazzam bir sofradır. Göklere doğru tırmanmak, yükselmek
isteyenlere Allah’ın uzattığı kopmaz bir iptir. Tarihin şâhid olduğu en büyük
devrim, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâptır. Câhiliye bataklığından
Kur’an sâyesinde çıkıp dünyaya insanlık öğreten ashâb bunun canlı örneğidir.
Kur’an, kişileri kısa zamanda, tepeden tırnağa değiştirdiği gibi;
toplumları da nûruyla ihyâ etmiş, diriltmiş, değiştirmiş, dönüştürmüştür.
Ashâbı ashâb yapan Kur’an’dır. Saâdeti asra taşımak ve asr-ı saâdeti yaşamak
için biz de Kur’an’a ashâb gibi sarılırsak sahâbeleşmiş oluruz. Onlara
Allah’ın ihsânı olan dünyada devlete âhirette sonsuz nimete biz de kavuşuruz.
Fert planında sözgelimi, Ebû Cehil’in samimi arkadaşı, eli silâhlı katil
adayı Ömer, Peygamber’i öldürmeye giderken kendisi dirilmiş, dinlediği
Kur’an onu bir anda değiştirivermiştir. Gaddar, zâlim Ömer, Kur’an sâyesinde
insanları ihyâ eden, karıncayı ezmemek için yere dikkatli basan merhamet
ve adâlet timsali Hz. Ömer oluvermiştir. Fert planında tek tek yaşanan
bunun gibi sayısız örnekler yanında, Kur’an, toplumu da, düzeni de
kökten değiştirmiştir. Kabile halinde yaşayıp, sık sık birbirlerine saldıran,
o güne kadar tarihte ciddi varlık gösteremeyen, devlet ve medeniyet nedir
bilmeyen baldırı çıplak insanlar, Kur’an’ın gerçekleştirdiği inkılâp sayesinde
• 79 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
çok kısa bir zaman içinde üç kıtada at koşturan, en büyük devlet ve medeniyet
oluşturmuşlardır.
Gerçek Anlamda Çağ Kapatıp Çağ
Açan Sadece Kur’an’dır.
Ashâbın Kur’an’a yaklaşımı konusunda söylenmesi gereken bir husus
da, ashâbın kayıtsız şartsız Kur’an’a teslim olması sâyesinde Kur’an’ın
onların dünyasını da tümüyle güzelleştirmesidir. Kur’an çağ kapatıp çağ
açmıştır. Hemen her konuda olduğu gibi, cahiliyyenin çağ anlayışı da cahilcedir.
İnsanlığın hattındaki en büyük fay kırılmasını da hakkı görmek
istemediği için görmezden gelir, farklı çağ anlayışını zanna ve uydurmalara
dayanarak değerlendirir. İslâm’ın çağ anlayışı, tevhid mücâdelesini
yansıtan olaylarda, vahyin verdiği doğru haberler ışığındadır. İlk insan,
aynı zamanda ilk peygamberdir. Ülü’l-azm denilen büyük peygamberler
de çağ kapatıp çağ açmış devrimci liderlerdir. Nuh tufanı, o tarihte ve sonraki
etkileriyle yeni bir çağı belirler. İbrahim (a.s.) putperest çağa destansı
meydan okumaları ve mücâdeleleriyle tevhid çağını yeniden oluşturan inkılabın
köşe taşıdır. Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) da öyle. Ve en büyük inkılab,
Kur’an’ın yaptığı inkılab; en büyük inkılabçı da Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.
Kur’an’la cahiliyye çağı kapanmış; mutluluk çağı başlamıştır. Kur’an’la birlikte
Kur’an’ın oluşturduğu yeni çağın adı asr-ı saadet; inkılabçı insanın adı
da müslüman’dır artık. Diğer devrimler, adına inkılab denilemeyecek basit,
sınırlı, sahte, avutucu değişimlerdir. Daha doğrusu zindanları değiştirmenin
adına devrim denilmeye başlanmıştır. Karanlıklar, zulümler, zindanlar
arasındaki değişikliğin adına devrim; küçük değişikliklerin veya tahmine
ya da uydurmaya dayanan zaman dilimlerinin adı çağ olamaz.
İnsanlık, bugün bilmem kaçıncı câhiliyye çağının karanlıklarında yaşıyor.
Kur’an’da “câhiliyye” kelimesi dört yerde geçer. Bu dört âyet, câhiliyyenin
dört özelliğini belirtir. Cahiliyye, İslâm’a zıt, putçu bir inanç sistemidir.
(bkz. 3/Âl-i İmran, 154) Câhiliyye bir hayat felsefesi, taassup içeren bir yaşam
biçimidir (bkz. 48/Fetih, 26). Câhiliyye ahlâksızlık, hayâsızlıktır (bkz.
33/Ahzâb, 33). Ve câhiliyye bir devlet anlayışı, bir yönetim biçimidir: “Yoksa
onlar, câhiliyye hükmünü, idaresini mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma
göre, hükmü Allah’tan daha güzel kim var?” (5/Mâide, 50). Câhiliyyenin temel
vasıflarından kölelik hâlâ hükmünü sürdürmektedir.
• 80 •
Ahmed Kalkan
İnsanlar bugünkü modern câhiliyyede şeytanın, nefislerinin, hevâ ve
heveslerinin kölesi durumunda yaşarlarken; bir yandan da kullara kulluk-
kölelik yapmaktalar. Yabancı emperyalistler ve yerli sömürücüler
modern köleliği devam ettiriyorlar. Eski câhiliyye devrinde bazı insanlar
kızlarını diri diri toprağa gömüyorlar, kızlarının dünya hayatlarını yok
ediyorlardı. Günümüzdeki modern câhiliyyede kız-erkek bütün çocuklar,
öldürülmelerin en kötüsüne mahkûm ediliyor. Çocukların fıtratları bozulduğu
ve mü’mince yaşatılmadığı için âhiretleri, ebedî hayatları mahvediliyor
(Tabii, kürtaj, intihar, uyuşturucu gibi şeyleri saymaya gerek görmüyorum).
Kısaca, Kur’an gelip Arap câhiliyyesini değiştirmeden o toplumda
neler varsa, onlar modern biçimde bugün de, buralarda da arz-ı endam
etmektedir.
Peki, Kur’an, aynı Kur’an olduğuna göre, bugünkü câhiliyyeyi niye
değiştiremiyor? Bugünkü insanlar Kur’an okudukları halde, niçin karanlıklardan
sıyrılıp değişik bir kimliğe bürünemiyor? Yani Kur’an, niye
artık inkılâb yapamıyor?! Kur’an değişmemiştir ama, Kur’an okuyanlar
başkalaşmıştır. Kur’an anlayışı, Kur’an’a bakış, Kur’an’a yaklaşım değişmiştir.
Kur’an, aynı Kur’an’dır ama, Kur’an’a yönelmesi gereken insan,
Kur’an’a sahâbe-i kiram gibi yönelmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmaktadır.
Bu güne kadar onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı,
nimetlendirip dirilttiği gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya
devam etmektedir. Ama biz, kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden
yararlanmayı bilmiyorsak suç elbette çeşmenin değil; bizimdir. Karanlıklarda
yaşayan insan, çeşmenin yolunu unutmuş olabilir ama, çeşmenin
suyundan az da olsa tatmış olanların yapmaları gereken büyük görevleri
olmalıdır. Hele o çeşmenin yanı başındaki yangınları farkeden itfaiyeci
(dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa, karanlıktan yararlanarak yangını
çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını körükleyenler kadar, o da suçlu değil
midir? Kendilerini ve toplumlarını değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma
hazırdır; referansları, örnekleri ortadadır. Değişim ve dönüşüm projelerini,
kendisine yöneleceklere sunmaya, yol göstermeye, yollarını aydınlatmaya
hazır beklemektedir.
Bir ilâcın şifâya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece
reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. “Kur’an
şifâdır.” (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık,
problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşamıza. Aynı za•
81 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
manda devlet yönetiminin ölümcül hastalıklarına şifâdır. Bunun böyle
olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır.
Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan duruyor. Raflarda, kabından
açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor.
Kur’an, gerçekten âlemlerin Rabbı nâmına bir İlâhî hitaptır. Bütün
kâinatın Sahibi, bütün mahlûkatın Hâlikı nâmına bir ezelî konuşmadır.
Hakîm, Kerîm ve Rahîm bir Rabbin kelam-ı Ezelîsi olarak sonsuz hikmet,
kerem ve rahmet yüklüdür. Furkan’dır ve mu’cizü’l-beyandır. Dolayısıyla
onu okumak, okumaların en güzelidir. Onu dinlemek, dinlemelerin en
güzelidir. Onunla düşünmek, tefekkürün en güzelidir. Ona göre yaşanan
bir hayât, hayâtların en güzelidir. Tüm bunlarla birlikte, unutulmaması
gereken husus, eşsiz bir hidâyet rehberi olan Kur’an’ın doğru bir niyetle
okunmasıdır.
Mü’min, Kur’an insanıdır. O’nu okumak, anlamak ve yaşamakla emrolunmuştur.
İnandığı ve hayat nizamı edindiği Kur’an’a karşı mü’minin
ilk vazifesi, O’nu sık sık okumaktır. Kur’an’ın ilk emri “oku” iken O’nu
okuyamamanın mâzereti olamaz. Her mü’min, asgari olarak günde beş
defa namaz aracılığı ile Kur’an’la doğrudan doğruya bir bağlantı kuracaktır.
İslâm’ın iman, ahlak, iktisat, hukuk vs. düsturlarını teşkil eden Kur’an
âyetlerini, Rabbinin huzurunda, Rabbinden indirildiği şekliyle okuyarak ve
dinleyerek Allah’a ibâdet edecektir.
Kur’an’ı okumak, mü’min için ne derece lüzumlu ise, öğrendiklerini
korumak ve unutmamak da o nisbette zarûrîdir. Kur’an’ı okumaktan asıl
gaye, onu anlamaktır. İslâm, ana kanunlarını teşkil eden Kur’an’ın anlaşılmasını
belirli bir zümrenin tekeline bırakmamıştır. Kur’an, her bir
kişi için gönderilmiştir ve Kur’an mesajı ana hatlarıyla herkes tarafından
anlaşılacak kadar açıktır.
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” (54/Kamer, 17)
Kur’an’ı biraz olsun anlayarak okumuş olmak için, Kur’an’ın orijinal harfleriyle
yazılmış metnini ihtivâ eden meal ve tefsirlerden sıra ile günlük dersler
takip etmeliyiz. Bir sayfa metin, akabinde de okunan sayfanın meal ve
tefsirini okumalıyız. Ayrıca, çeşitli konulardaki Kur’an âyetlerini açıklayan
ilmî eserleri de ciddi bir gayretle takip etmeliyiz. Kur’an’ı okumanın, onu
anlamak için olacağı gerçeğini kavrayamayan bir çok mü’min, Kur’an’ı yıl•
82 •
Ahmed Kalkan
larca okudukları, defalarca hatmettikleri halde, meal ve tefsirlere rağbet etmedikleri
için, Kur’an’ın mânâ zenginliklerinden feyz alamamışlar, ellerindeki
Kitab’ı hayatlarına geçirememişlerdir. Biz, bu duruma düşmemeliyiz.
Kur’an’ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz
tatbik etmek için olacaktır. Mü’minin Kur’an’a imanı, zaten onu yaşamak
içindir. “İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur’an’a
uyun, (onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet
olunasınız.” (6/En’âm, 155) Mü’min, Kur’an’ı, musikisinden yararlanmak ve
kültürünü artırmak için okumayacaktır. Onu yaşamak için öğrenecek, okuyacak
ve dinleyecektir. “Allah, şu Kur’an’la amel eden toplumları yükseltir.
Onun izinden gitmeyenleri de alçaltır.” (Riyâzü’s-Sâlihin ve Terc. II, 341).
Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan,
okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur’an’dan da özlenen faydalar
sağlanamayacaktır. “Benim zikrimden (Kur’an’ımdan) yüzçeviren kişi(ler)
için (buhranlarla dolu) dar bir hayat ve geçim sıkıntısı vardır.” (20/Tâhâ,
124).
Bir ilke, bir kanun fert ve cemiyet hayatında ilgi ve saygı görüyor, tatbik
olunuyorsa onun varlığının anlamı ve değeri vardır. Yok, sadece varlığına
ve gerekliliğine inanılmakla yetiniliyor da fertlerin irâdelerine ve toplum
hayatının akışına yön vermiyorsa onun mevcûdiyetinin fiilî bir önemi
yoktur. İnanılan ve kabul edilen bu ana kaideyi iman ve amel hayatımıza
uygulayarak şu soruları kendimize yöneltebiliriz:
Yüce Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, bilgisi ve gücü sınırsız,
ortağı olmayan bir Rab olduğuna inanmamızın hayatımızdaki rolü nedir?
Onun bildirdikleri, emirleri ve yasaklarını ihtivâ ettiğine inandığımız
Kur’an-ı Kerim’in kişisel ve sosyal hayâtımızdaki etkinliği nedir? Kur’an-ı
Kerim vicdanların hâkim düzeni ve pratik hayatın tatbik edilir nizamı olmadan
mâziyi, hali, istikbali bilen Allah’ı fiil ve hayâtımızda biricik ma’bud;
ortaksız ilâh tanımamız mümkün müdür? Elbette ki değildir. Zira Allah’ın
haram kıldıklarını helâl kılan, helâl kıldıklarını da haram kılan kişileri ve
sosyal kurumları meşrû tanımak, onları ma’bud edinmektir. İlâhî yasaları
yürürlükten düşürmek ve bu yasalarla çelişen prensipleri yüceltmek ise Allah’a
şirk koşmaktır.
• 83 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Devrimiz müslümanları, ilâhlar edinip Allah’a ortak koşmayı, sadece
putlara tapmak gibi eksik ve kısır bir anlayış içinde kabul eder olmuşlardır.
Bu kabulden ötürüdür ki, Allah’ın ferdî, ailevî ve ictimaî hayâtı tanzim edecek
emir ve yasaklarını içeren Kur’an-ı Kerim, düzenleyicisi olması gereken
günlük hayâttan çekilmiştir. Dirileri canlılığa ve ebedîlik aşkına erdirmesi
gerekirken mezarlık kitabı olmuştur. “Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın
en korkutucu olanı, Allah’a şirk koşmalarıdır. Dikkat edin, ben size onlar
aya, güneşe ve puta tapacaklar demiyorum. Fakat Allah’tan başkasının emirlerine
ve arzularına göre iş yapacaklar. (Bu da onlar için Allah’a bir nevi şirk
koşmak olacak.)” (İbn Mâce, Hadis no: 4205)
Allah’ın yanı sıra ilâhlar tanımak, bağışlanmayacak ve cehennem azabına
uğratacak pek büyük bir suç olduğu içindir ki, ilk mü’minler ilâhlar
edinme anlamına gelebilecek davranışlardan şiddetle kaçınıyorlardı. Bu
sebepledir ki Kur’an’la bildirilen helâllar ve haramlarla çelişen inançları,
gelenekleri ve uygulamaları hemen bırakıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in
yasalarına uymayı Allah’ı ma’bud tanımanın gereği görüyorlardı. Bu şuurlarından
ötürüdür ki Rabbimizin Kur’an’da “Namaz kılınız” emri gelince
bütün mü’minler namaz kılmaya başlamıştı. “Zekât veriniz” emri gelince,
şartlarını taşıyan mü’minler, vermeyi bir iman zevki ve vicdan neşesi haline
getirmişlerdi. “Savaşınız” buyruğu ise bütün mü’minleri iman saflarında
savaşmaya hazırlamıştı.
Allah’ı biricik ma’bud; ortaksız ilâh kabul etmeyi, O’nun kitabı Kur’an’ın
düsturlarına göre yaşamak mânâsına anlayan ilk mü’minlerin hayatından
bir örnek verelim:
Asrımızın câhiliyyesi gibi karanlık bir câhiliyye hayatı yaşayan miladi
6.-7. asır Araplarında alkollü içkiler her dudağın sevgilisi, her merasimin
protokol gereğiydi. Böyle bir cemiyetin insanı olan Ebû Büreyde şöyle nakleder:
“Bir gün oturmuş içki içmeye başlamıştık. Ben bir ara kalktım, Peygamber’in
huzuruna çıktım, selâm verdim ve orada içkinin haram edildiğini
bildiren âyetin indirildiğini öğrendim. Derhal arkadaşlarımın yanına döndüm
ve alkollü içkileri içme yasağını bildiren âyetleri “... artık bu iptilâdan
vazgeçersiniz değil mi?” (5/Mâide 90) cümlesine kadar okudum. Arkadaşlarım
hemen kadehlerindeki içkileri döktüler, küpleri devirdiler ve ‘Vazgeçtik
yâ Rabbi! Vazgeçtik yâ Rabbi!’ dediler.” (İbn Kesir, 5/Mâide 90 âyetinin
tefsiri).
• 84 •
Ahmed Kalkan
Peygamber devrinin her mü’mini, Kur’an’ın ferdî ve ailevî hayatı tanzim
eden her emrini, sosyal, iktisadî ve hukukî münâsebetleri düzenleyen
her düsturunu aynı iman ve şuurla derhal tatbik ediyor ve Kur’an’ı yaşanan
bir nizam haline getiriyordu. Onlar biliyorlardı ki, Kur’an’ın yüce
emir ve yasaklarını tatbik etmemek; şanlı Peygamber’in önderliğinde yaşamamak,
imanı anlamsız kılmak, hayâtı gayesiz bir mâceraya sürüklemek,
âhiret saâdetini putperestliğe fedâ etmektir. Biz de bugün kişilerin
putlaştırıldığı, düzenlerin ilâhlaştırıldığı modern câhiliyyede yaşıyoruz.
Dünya ve âhirette hor ve hakir olmaktan kurtulmak için ashâbın Kur’an’a
yaklaştığı gibi yaşamalıyız. Sadece Allah’a kul olabilmek, özgürlüğe kavuşup
yükselmek için Kur’an’ı harfiyyen ve aynı heyecanla hayatımıza
geçirmeliyiz. “(Siz) O’nun Kitabı Kur’an’a uyun. O’nun emirleri ve yasaklarına
aykırı gitmekten de sakının ki merhamet olunasınız (da dünya ve
âhirette mutluluğa eresiniz.)” (20/Tâhâ, 98; 6/En’âm, 155). (3)
Ne mutlu Kur’an gölgesinde hayatını sürdüren canlı Kur’an’lara! Allah’ın
emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik” deyip hemen
eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve kişilere karşı
da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri olan cihad
erlerine selâm olsun.
Kur’an’da Kur’an
Kur’an, kendisini bir kılavuz, rehber olarak tanıtıyor. Kur’an, insanlara
hayâtları boyunca takip etmeleri gereken esasları, yasaları gösteren ve onları
teşvik eden bir kitaptır. Kur’an, akleden insanlar için bir öğüt ve hatırlatmadır.
Kur’an’ı, kendi dilinden tanımaya çalışalım:
“Elif Lâm Râ; Bunlar, gerçeği açıklayan Kitab’ın âyetleridir. Biz, onu anlayasınız
diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Biz, bu Kur’an’ı sana vahyederek
en güzel kıssaları anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen bunlardan habersizdin.”
(12/Yûsuf, 1-2)
“Bu, Allah’ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve hamde
lâyık olan, göklerde ve yerde olanların sahibi Allah’ın yoluna çıkarman için
sana indirdiğimiz kitaptır.” (14/İbrahim, 1-2)
• 85 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Kur’an, âlemler için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir.”
(68/Kalem, 52)
“Bu Kitap, hiç şüphesiz muttakiler için rehberdir.” (2/Bakara, 2)
“Bu Kur’an, onunla uyarılsınlar, tek bir ilah bulunduğunu bilsinler ve akıl
sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir.” (14/İbrahim, 52)
“De ki, Kur’an’ı Ruhul Kudüs (Cebrail) Rabbinin katından mü’minlerin
imanlarını pekiştirmek, müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak
üzere hak olarak indirmiştir.” (16/Nahl, 102)
“Bu Kur’an, insanlara bir açıklama, muttakilere yol gösterme ve bir öğüttür.”
(3/Âl-i İmran, 138)
“Doğrusu size Allah’tan bir ışık ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, rızâsını
gözetenleri onunla selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, onları doğru yola iletir.” (5/Mâide, 16)
“O halde Allah’ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet. Allah’ın sana
indirdiği Kur’an’ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Onların heveslerine
uyma. Eğer yüzçevirirlerse bil ki, Allah, bir kısım günahları yüzünden
onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (5/
Mâide, 49)
“İşte bu Kur’an, indirdiğimiz mübarek bir Kitabdır. Artık Kur’an’a uyun,
(onun emir ve yasaklarına aykırı davranıştan) sakının ki merhamet olunasınız.”
(6/En’âm, 155)
“Biz sana onu böyle Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda tehditleri
türlü biçimlerde açıkladık. Belki sakınırlar veya onlara bir öğüt olur.” (20/
Tâhâ, 113)
“Andolsun, bu Kur’an’da insanlara her çeşit misali türlü şekillerde açıkladık.
Ama insanların çoğu inkâr ederek yüzçevirirler.” (17/İsrâ, 89)
“Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hak ile bâtılın arasını ayıran ölçüyü
indiren ne yücedir!” (25/Furkan, 1)
• 86 •
Ahmed Kalkan
“De ki, bu, mü’minlere doğruluk rehberi ve şifâdır.” (41/Fussılet, 44)
“Kur’an’ı insanlara ağır ağır okuman için bölüm bölüm indirdik.” (17/
İsrâ, 106)
“Rabbınızdan size indirilen Kitaba uyun; ondan başka veliler edinerek
onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.” (7/A’râf, 3)
“O gün zâlim kişi ellerini ısırıp ‘keşke Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım,
vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim, and olsun
ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız
bırakıyor.’ der. Peygamber: ‘Ey Rabbım, doğrusu kavmim/toplumum bu
Kur’an’ı terk etmişti.’ der.” (25/Furkan, 27-30)
“Benim Kitabımdan yüzçeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet
günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman, ‘Rabbim, beni niye kör
olarak haşrettin? Oysa ben gören bir kimseydim’ der. Allah: ‘İşte böyle, âyetlerimiz
sana gelmişti de sen onları unutmuştun (önemsememiştin, arkana
atmıştın) bugün de öylece unutulursun’ der.” (20/Tâhâ, 124-126)
“Gerçekten, indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan
sonra, onu gizleyen kimselere hem Allah lânet eder, hem de bütün
lânet edenler lânet ederler. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler hariç. Onların
tevbesini kabul ederim.” (2/Bakara, 159-160)
“Gerçekten, Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizlemede bulunup da onu
az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir.
Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlarından arındırmaz.
Onlara elem verici bir azap vardır.” (2/Bakara, 174)
“Kur’an’ı işlerine geldiği gibi bölenlere de azabı indirmişizdir. Onlar
Kur’an’ı bölüp ayıranlardır. Rabbine and olsun ki mutlaka yaptıklarının hesabını
hepsine soracağız. Sana emrolunanı açıkça söyle ve müşriklerden yüzçevir!”
(15/Hicr, 90-94)
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?
Sizden öyle davrananların cezası dünya hayâtında ancak rüsvaylık; kıyamet
• 87 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan
asla gafil değildir.” (2/Bakara, 85)
“Onlar Kur’an’ı düşünmezler mi, yoksa kalpleri mi kilitli?” (47/Muhammed,
24)
“Andolsun ki biz, Kur’an’ı anlaşılması; üzerinde düşünülmesi için kolaylaştırmışızdır.
O halde bir düşünen (ibret alan) var mı?” (54/Kamer, 17)
“Kim benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı
bir hayâtı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: ‘Rabbim!
Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’ der.
(Allah) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları
unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve
Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Ahiret azabı, elbette
daha şiddetli ve daha süreklidir.” (20/Tâhâ, 124-127)
“Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle
zulumâttan nura, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarmak
için onu sana indirdik.” (14/İbrahim, 1) “O (Kur’an) sizi zulumâttan
nura çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber’e) indirilmiştir.”
(39/Zümer, 39) “O bir peygamber gönderdi; Allah’ın açıklayıcı âyetlerini sizlere
okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nura çıkasınız.” (65/
Talâk, 11)
Kur’an’ı Anlamak İçin Nasıl Okumalıyız?
Peygamberimizin “Kur’an’ı mehcur bıraktı; yani bir kenara koyup terk
etti, ilgisiz kalarak emir ve yasaklarını uygulamayı terk etti” (25/Furkan,
30) diye bizden şikâyetçi olmasını istemiyorsak; okumayı bilmeyenlerin hemen
öğrenmesi, Kur’an’ı mealiyle birlikte çokça okuması, imkânı olanların
Arapça öğrenerek aslî dilinden anlaması ve anlamlarını yaşamaya gayret
etmesi gerekmektedir. Yani, Kur’an’ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışmak,
Allah’ın emir ve yasaklarını ilk elden, Kendisinden öğrenmek Kur’an’a karşı
görevlerimizdendir.
• 88 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim’in Allah’ın Kitabı olduğuna iman eden insanlar, Kur’an
âyetlerini şimdi nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli
ve üzerinde tefekkür etmelidir. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm
problemlerin Kur’an’ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu,
çözümün de Kur’an’ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün
olacağını unutmamalıyız.
Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur’an kursuna, Kur’an okuluna dönüşmemekte,
vaktimizi Kur’an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları,
formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden,
anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir
şekilde okumakta ve Kur’an’a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret
olduğunu zannetmektedir.
Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak ve hidâyet/rehberlik için indirilmiş
bulunan Kur’an’ı duvarlara, kitaplığa terk edenlere, onu süslü kabının
içinde mahpus tutup tutuklu hayatı yaşatanlara bu İlâhî kitabın hidâyet etmesi,
yol göstermesi beklenmez.
Her durumda Kur’an’a müracaat etmemiz, Kur’an öğrenciliğini her
türlü uğraşılarımızın önüne almamız gerekiyor. Kur’an okuyalım, bol bol
okuyalım; ama güzel ses gösterisi için değil, anlamadan hatim için değil,
ölülere okumak için değil, kendimiz için, ihyâ olmak için. Kur’an’sız hayat,
Peygamber’siz hayat, hayat bile değildir; ölüdür Kitapsız, öndersiz insan:
“Ey iman edenler! Hayat verip sizi diriltecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah
ve Rasûlüne uyun, onların emrine icâbet edin.” (8/Enfâl, 24)
Kur’an’ı sadece okuduğumuz için değil; esas olarak hayatımıza geçirip
uyguladığımız, Onu yaşadığımız için ibâdet kabul etmeliyiz. Hızlı hatim
yapmakla, Kur’an okuma yarışmaları, hâfızlık yarışmalarıyla Allah’ın rızâsına
ulaşılmaz. Kur’an’ı yaşama, Kur’an’ı hayata ve çevreye en güzel ve en
çok tatbik etme yarışı yapmalıyız.
Arapça metnini yüzünden düzgün okuyabilmek, hatta sadece hâfız olmak
çok önemli değildir, “hamele-i Kur’an” olmayı hedeflemeliyiz; O’nu
yüklenmeli, O’nu taşımalı, O’nu yaşamalı, O’nu yaşatmalıyız. O’nun üzerimize
yüklediği görevleri yerine getirme gayretimiz, her işimizin her faaliyetimizin,
her istirahatımızın önüne geçmeli.
• 89 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’la yatıp Kur’an’la kalkmalı, Kur’an insanı olmalıyız. Ahlâkımız
Kur’an olmalı, ayaklı Kur’an, canlı Kur’an olmayı hedeflemeliyiz.
Kur’an aynasında kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Ruhumuzun,
iç dünyamızın röntgenini çekseler, iftiharla başkalarına gösterebilecek
şekilde yaşamalıyız. Kur’an’ın diriltici mesajlarıyla ayaklanmalı, yattığımız
yerden kalkmalı ve kıyâmetimize kadar kıyamda olmalı, kıyamda/ayakta
ölmeye çalışmalıyız.
Selâm olsun canlı Kur’an adayı (her yaştan) genç muvahhidlere! Kur’an
talebesi olmayı hayat boyu sürdürecek, Kur’an’ı öğrenip öğretmeyi, yaşayıp
yaşatmayı hiçbir hazineye değişmeyecek Kur’an dostlarına!
* * *
• 90 •
Ahmed Kalkan
 بسم الله الرحمن الرحي
Alâk Sûresi ve Mesajı
Alâk Sûresi, Mushaf tertîbiyle Kur’ân-ı Kerîm’in doksan altıncı sûresidir.
On dokuz âyetten, doksan iki kelime ve iki yüz seksen harften ibarettir.
Fâsılaları, kaf, mim, ye, te ve be’dir. Bu sûrenin ilk beş âyeti; Kur’ân-ı
Kerîm’in ilk nâzil olan âyetleridir. Adını ikinci âyetinde geçen alâk kelimesinden
alan sûre, “İkra” kelimesiyle başladığı için ona İkra sûresi de denilir.
Kalem kelimesi geçtiği ve kalemle öğretmenin öneminden bahsettiği için
bazı selef âlimlerince Kalem Sûresi diye de adlandırılmıştır.
Alâk Sûresi’nde emredilen ve açıklanan hususları şöyle özetleyebiliriz:
İlk yapılması gereken şey okumaktır. Okumak, Rabbin ismiyle ve izniyle;
O, nelerin ve nasıl okunmasından râzı olacaksa, onları okumak.
Her (hayırlı) işe Allah’ın adıyla başlamak gerekir. Okumaya da O’nun,
ismiyle besmele çekerek başlanmalıdır. O’nun ismiyle okunması, O’nun izniyle
ve O’nun rızâsı için okumayı da içerir.
Bu ilk nâzil olan âyette Rab kavramına da dikkat çekilmekte, tek rızık
verenin, eğitenin, mutlak yönetme hakkı olanın Allah olduğu açıklanmaktadır.
Rabbin tek yaratıcı olduğu ifade edilmekte, yaratamayan âciz varlıkların
rab olamayacakları işaret edilmektedir.
Yine, bu ilk âyetlerde, insana ve onun aslının ne olduğuna dikkat çekilmektedir.
O yaratıcının, bir “alâk”ı, bir hücreyi nasıl muhteşem bir insan
haline getirip böyle bir yaratılışı gerçekleştirdiğinin tefekkür edilmesi istenmektedir.
Dolayısıyla okuma kapsamı içine, insanın kendisi ve çevresi
de girmekte, bu okumanın Allah’la bağlantılı olarak yapılması gerektiği
vurgulanmaktadır.
İnsan vahyi, vahyin ışığında kendini ve kâinatı okuyarak Rabbinin ne
büyük ikram sahibi olduğunu, kendine ne kadar cömertçe davrandığını
• 91 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
görmeli, okuduğu şeyler onu Allah’a yaklaştırmalı ve şükrettirmelidir. Ki,
O Rabbinin insana kalemle yazmayı, kalemin yazdığını okumayı, bilmediği
şeyleri, bilmesi gerekenleri öğrettiği hatırlatılmaktadır. Vahyi okumanın,
okuduğunu anlamanın ve vahyin doğrultusunda okunması gerekenlerin,
yani kişiyi Allah’a yaklaştıracak ilmin farz olduğu vurgulanmaktadır. Bu
kısa beş âyette iki defa tekrar edilen “oku” kavramından, kalemden, Allah’ın
öğretmesi ve insanın öğrenmesinden bahsedilmesi, üzerinde çok durulup
düşünülmesi gereken bir husustur. İkinci bölümde de bu vahyî ilimden ve
o ilmin zarûrî sonucu olan başta namaz olmak üzere Allah’a yaklaştıracak
davranışlardan uzak kalmanın sebep ve sonuçları üzerinde vurgu yapılması
da olayın ehemmiyetini vurgular. Vahyi okumayınca, okuyup kulluk yapmayınca,
insanın nasıl tuğyan edeceği örnekle anlatılır. Vahyi okumayan
kişinin azgınlaşacağı, Rabbini hakkıyla tanıyamayacağı, O’na yönelemeyeceği
ve kendini Allah’a muhtaç hissetmeyecek çirkin tavırlara gideceği
kesin bir dille ifade edilir.
Sûre, insanı hem başlangıç, hem sonuç bakımından bütün olarak ele almaktadır.
İnsan olarak yaratılmak bilmeyi ve tanımayı, tanımak ise yaratana
secde etmeyi gerektirir. Sûre bütünüyle, “Ben cinleri ve insanları yalnızca
Bana kulluk etsinler diye yarattım” 68 âyetinin açıklaması gibidir. Bu sûre,
vahiy düzenini ve vahiy medeniyetini insanoğluna ilk tanıtan âyetler içermesi
açısından, eğitip terbiye eden ve yöneten Rabbi tanıtıp ilmin ilkelerini
vererek Kur’an’ın insanı nasıl terbiye edip olgunlaştırdığını da göstermektedir.
Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah’ı tanımak, O’nu hatırlamak, O’nun
ismi ve izniyle ilim ve amele yapışmaktır. İslâm’ın ilk temelinin Allah’ı hakkıyla
tanımak olduğu gibi, ilmin de esası budur. Vahiyden kopuk, O’ndan
bağımsız bilgiye ilim demez Kur’an. Kur’anî mesajın “Oku” emriyle başlaması,
vahyin ve İslâm’ın okumaya ve ilme verdiği önemi en güzel şekilde
yansıtmaktadır. Neyin okunması gerektiği belirtilmeyip nasıl okunması
gerektiğinin açıklanması, okunacak (gözlem yapılacak, tefekkür edilecek,
dâvet edilecek) tüm şeylerin O’nun ismiyle, O’nun izniyle, O’na yaklaştıracak
şeyler olması icap ettiğini vurgular. Ayrıca, bu âyetlerden Allah adıyla
başlanmayan ve O’nun adıyla okunup öğrenilmeyen bilimin, daha doğrusu
esas okunması gerekenlerin gerektiği gibi okunmamasının ve dünya nimetlerinin
insanı hak yoldan ve Allah’a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoymasının
büyük bir ihtimal olduğu ortaya çıkmaktadır. O yüzden ilmin
68 51/Zâriyât, 56
• 92 •
Ahmed Kalkan
insanı sâlih amel demek olan ibâdete götürmesi gerektiği sonucu çıkmakta,
ilmin ancak Allah’a ibâdet ile tamamlanacağı ve ilim ile ibâdetin birbirlerinden
ayrılmaz unsurlar olduğu da sûrenin ilk ve son âyetleri arasındaki
insicâmdan yola çıkılarak anlaşılmaktadır.
Alâk sûresinin Mekkî sûrelerden olduğu kesindir; ancak onun Kur’an’ın
ilk nâzil olan sûresi olduğu konusunda ihtilâf vardır. Bazı müfessirler ilk nâzil
olan sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Daha çok tercih edilen görüşe göre, Alâk sûresinin ilk beş âyeti Kur’an’ın ilk
nâzil olan âyetleridir. Müddessir sûresinin ilk âyetleri ile daha başka bazı
âyetlerden sonra tam sûre olarak ilk nâzil olan sûre ise Fâtiha’dır.
Alâk sûresinin ilk beş âyetinin nüzulü hakkında Buhâri ile Müslim’in
Hz. Âişeden gelen rivâyetlerine göre, Hz. Peygamber inzivâya çekilmeyi
âdet edindiği Mekke ile Mina arasında bulunan Hira mağarasında iken,
Ramazan ayının 27. Pazartesi gecesi tan yerinin ağarmaya başlamasından
az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş ve o zamana kadar hiç karşılaşmadığı
bu nûrânî varlığın kendisine seslendiğini duymuştur. Rasûl-i Ekrem
olayı şöyle anlatır: “O varlık, bana Cebrâil olduğunu, Allah’ın beni peygamber
seçtiğini ve bunu bildirmek için kendisini görevlendirdiğini söyledi.
Bana istincâ’yı ve abdest almayı öğretti. Bana okumamı emretti. Kendisine
okuma bilmediğimi söyledim. Beni kolları arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra
“Oku!” dedi. Ben yine, “Okuma bilmem” dedim. Beni tekrar kolları arasına
aldı, kuvvetle sıktı ve “Oku!” diye tekrar etti. Ben, yine “Okuma bilmem”
dedim. Üçüncü defa kolları arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı
ve şöyle dedi: “Oku, yaratan rabbinin adıyla; insanı alâktan yaratan
O’dur. Oku, rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı Öğreten O’dur.
İnsana bilmediğini öğreten O’dur.”69
Konuyla ilgili âyetler ve tarihî bilgiler birlikte değerlendirilirse, Kur’an
vahyinin ilk kez, Ramazan ayında bulunan ve mübârek bir gece olan Kadir
Gecesi’nde inmeye başladığı anlaşılır.70
Önceleri kendi halinde bir insan olan ve tek Allah’a inanan Hz. Muhammed
(s.a.s.), artık kendi halkına ve tüm insanlığa gönderilen bir peygamberdir.
O, önündeki gerçekleri ve güçlükleri görerek hareket etti.
69 Buhârî, Bed'ü'1-vahy 3; Müslim, İman 252; 96/Alâk, 1-5
70 Bk. 2/Bakara, 185; 44/Duhân, 3; 97/Kadr 1
• 93 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Mesajını başkalarına iletmeden önce, inancının tüm sonuçlarını kendisi
kabullendi, her türlü bedelini ödemeye hazır oldu. Yüksek bir cesaretle
hayatını bu tevhid inancına adadı. İlk zamanlar, sadece eşi Hadice ve birkaç
yakın arkadaşı onun inancını paylaştılar. Peygamber (s.a.s.) Kur’an’ın
doğruluk ve değer ölçülerini insanlara duyurarak işe başladı. Onları tevhide
çağırdı, şirkin kesin bir yasak ve (tevbe edilmedikçe) bağışlanmaz bir
günah olduğunu belirtti. İmanın amacını insanın özüne yerleştirip imanı,
amelin/eylemin, İslâm’ı da (hayatın ayrılmaz bir parçası da değil,) hayatın
kendisi71 olarak tanıttı. Kur’an’ı, sünnet formunda yorumlayıp uyguladı.
O güne kadar değişmez gözüyle bakılan toplumsal kavram ve kurumları,
Kur’an kıstasına vurup yeniden gözden geçirdi. Şirk düzenini altüst eden
bir yeniliği, bir inkılâbı gerçekleştirdi. Sonunda, hem her bakımdan model
olma özelliğine sahip bir iman ve ahlâk toplumu hem de bütün organ ve
kurumlarıyla bir devlet modeli oluşturdu. Böylece İslâm, dâvetten devlete
ulaştı. 72
Sûrenin ilk bölümü (1-5 âyetleri) bu olay sırasında, geri kalan kısmı da
daha sonra nâzil olmuştur. Sûrenin geri kalan on dört âyetinin, ilk beş âyetten
çok sonra ve Ebû Cehil hakkında nâzil olduğu rivâyet edilir. Bu ikinci
kısımdaki âyetlerde ibâdet ve tebliğin alenen yapılmasının emredildiğini
görmekteyiz. Aynı zamanda vahiyden uzak olan, vahyî okuma yapmayanların
istiğnâya kapılıp tuğyâna (ve kendilerinde güç görüyorlarsa tâğutluğa)
yönelecekleri vurgulanmaktadır. Yine, vahyin okunması neticesinde
yapılacak ibâdetlere karşı müstekbir azgınların ve tâğutların nasıl tavır
aldıkları (ve alacakları) bildirilmiştir. O zâlim ve tâğutların namaz başta
olmak üzere, insanı Rabbine yaklaştıracak güzelliklerden alıkoymak için
her yolu deneyecekleri ifade edildikten sonra, son dönüşün Allah’a olduğu,
esas hesap soracak olanın Allah olduğu vurgusu yapılmakta, Müslümanların
her çeşit ibâdetine karşı tavır alanların cezasını Allah’ın mutlaka
vereceği belirtilmektedir. Daha ilk âyetlerde safların netleşmeye başladığı
görülmektedir. Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları
diliyle ve hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden
bâtıl taraftarlarının varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında
bu mücâdelenin Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı
mücâdele olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların
71 Bk. 8/Enfâl, 24
72 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları, I, s. 13
• 94 •
Ahmed Kalkan
cezasının Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara
kesinlikle itaat etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma istenmektedir.
Tâğut ve zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ
olduğu vurgulanmaktadır. Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak
arasında yine ciddi bir bağ olduğu, bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu
anlaşılmaktadır.
- 1. âyet -
 ب سِْ اللهِ الرَّ حْنِ الرَّحي  لله من الشيطان الرجي  اعوذ ب
سِْ رَبِّكَ اَّلذِي خَلَقَ  اقْرَأْ بِ
اقْرَأ : oku سِْبِ : ismiyle رَبِّكَ : Rabbinin اَّلذِي خَلَقَ : yaratan
“Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile).” (96/Alâk, 1)
Bu âyette açıklanıp üzerinde durulması gereken 4 önemli kelime var:
Okumak, besmele, Rab, yaratmak. Şimdi, sırasıyla bunları açıklayalım:
1- Okumak (İkra’ / Oku)
Bu âyetler Hz. Peygamber’e inen ilk vahiy olup Peygamber’e ve onun
şahsında tüm müslümanlara okumayı emretmiş, onları kalemle yazmaya
ve ilimde gelişip yetkinleşmeye teşvik etmiştir. İlk vahyin “oku” emriyle
başlaması ve bu emrin iki defa tekrar edilmesi, okumanın ve İlmin dinde
ve insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kur’an’ın,
canlılar arasında insanın farklı ve üstün yerini onun öğrenme özelliği ile
tanımlaması son derece anlamlıdır.73 Âyette Hz. Peygamber’e emredilen
okumanın konusu belirtilmemiştir; çünkü başta kendisine indirilen vahiy
ve kozmik evrendeki âyetler olmak üzere, okunması yani üzerinde inceleme
yapıp zihin yorarak hakkında bilgi edinilmesi, ders ve ibret alınması
gereken her şeyi tanıması, hakikatini anlayıp kavraması istenmektedir.
73 Ayrıca bk. 2/Bakara, 31
• 95 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kuşku yok ki yaratanı tanımak, bilimin de dinin de temelini teşkil eder.
Bu sebeple «Yaratan rabbinin adıyla oku» buyurularak Hz. Peygamber’in
okuma faaliyetine veya herhangi bir işe, başka varlıkların adıyla değil, yaratan
rabbin adıyla başlaması ve O’ndan yardım istemesi emredilmiştir. Okumanın
(veya herhangi bir faâliyetin) Allah’ın adıyla, Allah için yapılması
emredilmiştir. Âyette «Yaratan rabbinin adıyla oku» buyurularak özellikle
yaratma sıfatına vurgu yapılmıştır. Çünkü hem insandaki okuma yeteneği
ve imkânını hem de onun okuduğu, incelediği, anlamaya ve kavramaya
çalıştığı objeleri, nesneleri yaratan Allah’tır. İnsan, bilgi edinme sürecinde
Allah’ın verdiği imkân ve yetenekleri kullanmakta, O’nun yarattığı şartlarda
ve onun yarattığı varlıklar üzerinde bilimsel inceleme ve araştırmalar
yapmaktadır. Durum böyle iken, yani O’nun yarattığı yeteneklerle O’nun
yarattığı varlık âlemini incelerken, bütün bu lütufları görmezlikten gelerek
Allah’a şükretmemek, O’nu tanımamak, üstelik bunu bilim adına yapmak
büyük bir nankörlüktür.74
“Oku”: Kur’an’ın adıyla aynı kökten olan “oku” emrinin tümleci zikredilmemiştir.
Esasen “ikra’”, etimolojik olarak icmâ’ mânâsına gelir. Zımnî
anlamı şudur: “Kalbine yazılan vahyin ışığında hakikatin parçaları arasında
bağ kur! Parçanın bütüne aidiyetinin illet ve hikmeti üzerinde düşün! Varlığı
Allah merkezli bir okumaya tâbi tut! Sözü özü “oku” emri, okumanın
tüm anlamlarını içerir. Bu âyet, Allah’tan bağımsız bir bilgi ve bilim anlayışını
kökten reddeder.
“B’ismi Rabbike”: İlk muhâtap için “vahyi Allah adına ilet”, tüm
muhâtaplar için “iletileni Allah adına al ve oku” anlamına. Varlığı Allah
adına (O’nun rızâsı için) okuma çabası, onu Allah’a referansla anlama çabasıdır.
Fakat okuma her şeyden önce zihinde olanı dile dökme işidir. Zira
el-kırâe: “Kalpte yazılı veya kayıtlı olanı bilinen bir lisanda dillendirmek”
(nutkun bi-kelâmin muayyenin mektûbin ev mahzûfin alâ zahr-i kalb) anlamına
gelir. 75
“(Ey Muhammed) Yaratan Rabbinin adıyla oku.” Yani; okumaya başla.
Bu emir, Hz. Peygamber’i okuma bilmezken okur yapmış, ilk görevinin Allah’ı
tanıtmak ve O’nun ismiyle okumaya başlamak olduğunu bildirmiştir.
74 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, V/598
75 İbn Aşûr; Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal -Tefsir, Düşün Y., c. 2, s. 1278
• 96 •
Ahmed Kalkan
Okumak için mutlaka yazı şart değildir. İşte önce hiç kitap okumamış, yazı
yazmamış olan ümmî Peygamber’e, bu emir ile bir mûcize olarak okunacak
bir kitap verilmeye başlanmış, yazmadan okuyacak, okutacak bir okuma
kudreti ihsan buyurmuştur ve buna besmele ile başlanması da emredilmiştir.
İlk vahyin “oku” emriyle başlaması ve bu emrin beş kısa âyet içinde iki
defa tekrar edilmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli olduğunu
göstermektedir. Kur’an’da hiçbir gereksiz tekrarın olmadığını, her tekrar
kabul edilen kelimenin ya ayrı bir mânâya veya önemli bir nüans ve açılıma
yönelik olduğunu değerlendirdiğimizde; birinci emrin Yaratanı, ikinci emrin
ise kalem karînesiyle yaratılanları tanımaya (okumaya) işaret olduğu da
anlaşılır. Kur’an, insanın öteki canlılar arasındaki yerini belirlerken ona Allah’ın
tüm isimleri öğrettiğini76 ve bu öğrenme özelliği ile diğer yaratıklardan
ayrıldığını ifade eder. “Oku” emrinin tekrarından, okuma yeteneğinin
tekrar ile oluşacağına bir tenbih olduğu ve tekrar tekrar okunması istendiği
gibi, başkalarına tebliğ ve yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de
olabilir. Ayrıca, insan ancak tekrarlayarak okumayı öğrenebilir. Peygamberimiz
de bu emrin kendisine tekrarlanması ile ancak okuyabildi.
Vahiy bilgisinden uzak olan ve biraz da zenginliğine güvenip şımaran
kimsenin kolayca emir ve kuralları çiğnediği, bu sûrenin daha sonraki âyetlerinde
bildirilir. İnsanın gerçek kurtuluşu ise Allah’a yakınlaşma çabasına
bağlıdır. Bu da onun çevresine zarar veren kötü ve çirkin huylardan arınıp
Allah’ın emirlerine itaat etmesiyle ve bu itaatin en belirgin ifadesi olan secde
ile mümkündür. Sûrenin son âyeti buna işaret etmek üzere secde emrini
ihtivâ etmektedir; nitekim bu son âyette tilâvet secdesi vardır.
Kur’an’ın ilk iki sûreye okumanın ve yazmanın önemini vurgulayarak
başladığını biliyoruz.77 Zaten okumak anlamına gelen “Kur’an” kelimesinin
bu kitaba ad olması bir tesadüf değildir. Henüz vahyin ve mücâdelenin ilk
yıllarında, geceleyin kalkıp Kur’an okuma ve bunun metodu konusunda
özlü bilgiler veren Müzzemmil sûresinin ilk âyetlerinin uygulamasıyla ilgili
olarak aynı sûrenin son âyeti, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte bir topluluğun
geceleyin Kur’an okuduğunu bizlere haber vermektedir.78 Bir âyet-i
kerimede hem okumak için hem de insanlara okutmak için Kur’an’ın parça
76 2/Bakara, 31
77 96/Alak, 1-6; 68/Kalem, 1-2
78 73/Müzzemmil, 1-8, 20
• 97 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
parça indirildiği ifade edilir.79 Bu âyette “insanlara okuman için” ifadesinden,
Rasûlün (ve onun izinden giden dâvâ adamı mü’minlerin) başkalarına
Kur’an öğretmesinin istendiği açıkça anlaşılmaktadır. “Biz, o Kur’an’ı, insanlara
dura dura, sindire sindire okuman için (bölümlere) ayırdık ve parça
parça indirdik.”80 Hz. Ömer (r.a.): Kur’an’ı beşer âyet, beşer âyet öğrenin.
Zira Cebrâil onu çoğunlukla beşer âyet, beşer âyet indirdi” demiştir.81
Kur’an’da, okumayı emreden çok sayıda âyet vardır.82 Bu âyetlerin uygulanıp
hayata geçirilmesi ile ilgili olarak belirtmemiz gereken bir hususa
dikkat çekmek istiyoruz. Mekke’deki mücâdelenin, Rasûlün önderliğinde
bir avuç arkadaşı tarafından gizlice yürütüldüğünü dikkate alırsak, bu âyetlerin
gereği olarak resmî birtakım eğitim kurumları görme beklentisine
girmemiş oluruz. Zira Mekke mücadelesinin tarzı gereği, eğitim kurumları
da sivil, gizli (ve tâğutlardan, onların yönetiminden bağımsız) bir özellik
arzetmektedir. “Erkam’ın evi” örneğinde olduğu gibi, bu iş için, daha çok,
dikkat çekmeyen emniyetli yerler seçilmiştir. Yine dönemin hassâsiyeti
gereği Rasul (s.a.s.), Mekke’de okuma-yazmaya ağırlık verme yerine, daha
çok sohbet şeklindeki bir eğitime önem vermiştir. Zira başka çalışmalara
zaman yoktu. Müslümanlar çok kısa zamanda Kur’an’ı ve mücâdeleyi öğrenmek
zorundaydı. Dahası Rasul, göstermelik şekilciliğe değil, bilakis
eğitimin muhtevâsına önem veriyordu. Dolayısıyla bu zor şartlar altında
insanların eğitilmesi, bireysel ve sosyal bir değişimin gerçekleşmesi çok
daha önemliydi. Nasıl ve ne şekilde bir eğitim uygulanacağı ise, şartların
elverdiği ölçüde müslümanların inisiyatifine bırakılmıştı. Neticede bu gibi
durumlarda sözlü eğitim, yazılı eğitime oranla zaman kazandırma ve takibatlarda
risk önleme açısından daha müsaitti ve bu sebeple tercih edilmişti.
Yazılı eğitime ve kurumlaşmaya ise Medine döneminde geçilmiştir. 83
79 17/İsrâ, 106
80 17/İsrâ, 106
81 Âlûsî, Rûhu’l Meânî
82 Ka-ra-e Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Kur’an Kelimesiyle Beraber Toplam 88 Yerde:)
7/A’râf, 204; 10/Yûnus, 94; 16/Nahl, 98; 17/İsrâ, 14, 45, 71, 93, 106; 26/Şuarâ, 199; 69/Haakka, 19; 73/
Müzzemmil, 20, 20; 75/Kıyâmet, 18; 84/İnşikak, 21; 87/A’lâ, 6; 96/Alak, 1, 3.
Kur’an Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 70 Yerde:) 2/Bakara, 185; 4/Nisâ, 82; 5/Mâide, 101;
6/en’âm, 19; 7/A’râf, 204; 9/Tevbe, 111; 10/Yûnus, 15, 37, 61; 12/Yûsuf, 2, 3; 13/Ra’d, 31; 15/Hıcr, 1, 87, 91;
16/Nahl, 98; 17/isrâ, 9, 41, 45, 46, 60, 78, 78, 82, 88, 89, 106; 18/Kehf, 54; 20/Tâhâ, 2, 113, 114; 25/Furkan,
30, 32; 27/Neml, 1, 7, 76, 92; 28/Kasas, 85; 30/Rûm, 58; 34/Sebe’, 31; 36/Yâsin, 2, 69; 38/Sâd, 1; 39/Zümer,
27, 28; 41/Fussılet, 3, 26, 44; 42/Şûrâ, 7; 43/Zuhruf, 3, 31; 46/Ahkaf, 29; 47/Muhammed, 24; 50Kaf, 1, 45;
54/Kamer, 17, 22, 32, 40; 55/Rahmân, 2; 56/Vâkıa, 77; 59/Haşr, 21; 72/Cinn, 1; 73/Müzzemmil, 4, 20; 75/
Kıyâmet, 17, 18; 76/İnsân, 23, 84/İnşikak, 21; 85/Bürûc, 21.
83 Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Y., 176-177
• 98 •
Ahmed Kalkan
Rasûlullah’ın Yüce Allah ile bağlantı kurduğu ilk anda inen bu bölümle
tevhidî düşünce sisteminin temeli atılmış oldu. Her iş, her davranış, her
adım, her çalışma Allah’ın adı ile, O’nun adına yapılır. Allah’ın adı ile başlar,
Allah’ın adı ile yürür, Allah’a yönelir ve sonuçta O’na varır. Allah’tır yaratan.
O’dur öğreten. Doğuş ve başlangıç O’ndandır. Öğretme O’ndan, bilgi O’ndandır.
İnsan öğrenebildiğini öğrenir, öğretebildiğini öğretir. Ama bütün
bunların kaynağı yaratan ve öğreten Yüce Allah’tır. “O insana bilmediğini
öğretti.”
Neyi, Nasıl Okuyacağız?
İlk âyetle beraber tevhidle muhâtap olmaktayız. Rabbimiz, başkası değil;
bizi ve her şeyi Yaratan’dır. Türeyişi reddedip yaratılışı kabul etmek de
yetmez. Yaratıcıyı Rab olarak kabul etmeliyiz. Rab olan, yaratan, öğreten,
ikram eden zât, tek ilâh Allah’tır. “Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir
şey bilmezken çıkardı ve umulur ki şükredersiniz diye size işitme, görme ve
gönüller verdi.” 84 Öğrenilmesi gereken şeyleri ve bunları nasıl öğrenmek gerektiğini,
üzerinde düşünürsek anlarız ki vahy, ilk âyette belirlemiş. “Oku”
diyen vahy, câhiliyye okullarını işaret etmiyor. Çünkü Rabbimizin ilk emri
“oku” değildir. “Yaratan Rabbinin adıyla oku”dur. Sadece ne yapmamız
gerektiğini değil, aynı zamanda bu fiili nasıl yapacağımızı da bildirmiştir.
Rab, aynı zamanda eğiten, yöneten, yönlendiren demek. O Rabbimiz, biz
de onun kuluyuz. Kulluk, emre kayıtsız şartsız itaat edip teslimiyet göstermek
demektir.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Rabbinin adıyla oku! Yani
onun yüce adıyla, “Allah” yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. O
ilk iki “oku” emri henüz Kur’ân değil, okuma denilen işe başlamak için heceletme
cinsinden hazırlayıcı bir emir teklifi idi. Kur’ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan
sonra olan iş bu “Rabb’inin adıyla oku!” emri ile başlamıştı. Şu
halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mâhiyette Hz. Peygamber’i
okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye
başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, terbiye eden
Allah’ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü
tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu
84 16/Nahl, 78
• 99 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
zamana kadar okumadın. “Sen Kur’ân’dan önce bir kitap okumuyordun.”85
Kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... “Sen önceleri
kitap nedir iman nedir bilmezdin.”86 Fakat işte yaratmak denilen işin
sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip
olan Rabb’in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur’ân,
bir kitap indirmeye başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi’nin ismiyle başlayarak
oku!
“Kur’ân okumak istediğin zaman, Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytanın
şerinden Allah’a sığın.”87 âyetinde de geçtiği üzere Kur’ân okumanın
hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak
bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve
gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir.
Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak
için de mutlaka yazı şart değildir.
Gözle mütâlaaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de
mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber’in
hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama
ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Rasûlullah’ın kırâati, yazıya ihtiyacı
olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan Kur’ân’ı ezberinden
en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya namazda
veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar. İşte
eskiden hiç kitap okumamış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber’e bu
emir ile bir mu’cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine
yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet
kudreti ihsan buyurmuştur.
Buna besmele ile başlanması da emrolunmuştur. Ve bunun hikmeti,
ulûhiyet gereği olduğu da özellikle “senin Rabbin” izafeti ile anlatılmıştır.
“Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet/
okuma mûcizesi nasıl mümkün olur?” gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması
için kalem işine kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı
(niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile ulûhiyet hükmü hatırlatılarak ve açık-
85 29/Ankebût, 48
86 42/Şûrâ, 52
87 16/Nahl, 98
• 100 •
Ahmed Kalkan
lanarak buyuruluyor ki: O Rabb’in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak
kendisinin vasfı olan yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb’inin ismiyle oku.88
Rabbimiz “Yaratan Rabbinin adıyla oku” diyor, bu husus göz ardı edilirse,
Allah’ın emrine tümüyle ters sonuçlara varılır. Öğrenilmesi gereken ilim
konusunda da ölçü, her şeyi en doğru şekilde bilen Rabbimizdir. “Rabbim,
ilimce her şeyi kuşatmıştır.” 89; “İlim, ancak Allah katındadır.” 90
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan,
yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna
göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada
ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı
için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla
ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan
İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile
olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu
toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki
bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı
hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
Câhiliyye toplumlarında, vahyi kabul etmeyen câhilî eğitim sistemleri,
vahyi ilim kaynaklarının, bilgi vasıtalarının içine katmazlar. Bundan
dolayı bilim, câhiliyye düzenlerinde bir put haline dönüşmüştür. Her şeyi
tümüyle bilen Allah’ı bilime karıştırmak istemeyenler, hiç uzlaşmaması gereken
bilimle câhilliği (câhiliyyeyi) bir arada barındırma şerefini(!) kazanabilmişlerdir.
Sözde bilim adamları, ilk insanın yaratılışından onun bilgi sahibi olmasına;
kalemle yazmasından fıtratıyla ilgili özelliklerine kadar birçok
konuyu, vahyi reddetmenin sonucu olarak ispatlanmamış faraziyelere,
mesnedsiz teorilere dayandırmakta, bunları da bilim diye kitlelere yutturmaktadırlar.
Mü’minler için Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlü Ekrem’in
sünnetinde kat’i olarak yer alan her haber (vahy) ilim hükmündedir. Hatta
akıl ve duyu organları bu vahyî haberlerin mahiyetini kavramasalar da
88 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 9/322-323.
89 6/En’âm, 80
90 46/Ahkaf, 28
• 101 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
vahy, kesin bilgi kaynağımızdır. Vahye ters düşen her türlü bilimsel teoriler
de ilim tanımı dışında kalır.
Okumadan, ilim sahibi olmadan ideal anlamda müslüman olmak
mümkün değildir. Cehâlete alternatif olarak gelen bir dinin mensupları
câhil olamazlar. Olurlarsa perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder.
Bunun hesabı ve vebâli ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan
İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen
insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle ilim tahsilini
emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla
aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden
yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen
tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir: “Câhilin
sofusu, şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden
eder.”
İlim vahyin kendisidir. Vahyin önüne geçen, ya da vahiyle sağlaması
yapılamayıp ona ters düşen bilgi ilim değildir. İlim, bütün peygamberlerin
ortak mirasıdır. İlim, söz ve amelin sıhhati için şarttır. Söz ve amel, ancak
ilimle itibar kazanırlar. İlim, amelden önce gelir. İlim, amelin rehberi ve
mürşidi konumundadır. İlmin amelden önce gelmesinin nedeni, akîdede
hak ve bâtılı, ibâdetlerde sünnet ile bid’ati, ahlâkta güzel ile çirkini, sözlerde
doğru ve yanlışı, ilişkilerde sahih ile müfsidi, ölçülerde makbul ile makbul
olmayanı birbirinden ayırt ediyor oluşudur. İlim, inançtan bile önce gelir.
Neye, nasıl inanacağını bilmeden sağlam bir akîdenin oluşması mümkün
değildir. Şeriatın gaye ve hedeflerini anlama, dinî hakikatleri kavrama sorunu,
ancak ilim merkezli bir gayret ile elde edilebilir. İlim, her türlü İslâmî
çalışmada şarttır.91
Mesleği, ilgi alanı ve sorumluluğu ne olursa olsun, her müslümanın
kendi konumunun gerektirdiği vahyî ilimle donanması gereklidir. Her
Müslüman bildiğinin âlimi, bilmediğinin de talebesi olmak zorundadır.
Bildiği doğruları sadece kültür zenginliği olarak üzerinde taşımaz; bildiği
91 12/Yusuf, 44, 45
• 102 •
Ahmed Kalkan
doğrularla amel ederek ilmi hayatına geçirir ve başkalarına da dâvet, tebliğ,
nasihat ve emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar. Allah insana ilim
vermek için elçiler gönderir ve bu elçileri bizzat kendisi temizleyerek dilediği
kadar ilmi onların kalbine kor. Peygamberler de kendilerine inanan
insanların kalplerini tezkiye eder (temizler) ve tezkiye edilmiş kalplere ilim
yerleştirir ki, bu isimler bilgisidir ve eşyanın bilgisinin anahtarıdır. “Size
kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi tezkiye eden, size Kitab’ı ve hikmeti
öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir elçi (rasul) gönderdik.” 92
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki
ilim bir nurdur, Allah’ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi
paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah’ın çizdiği
sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz
ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki
sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz
tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur’anın buyurdu
gibi “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.”93 Mâlûmat sahipleri
ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüklü
eşekler”dir. 94
Hedefimiz tertemiz geldiğimiz bu dünyadan en az günahla gitmeye çalışmak.
Bunun için de okumak, ama bizi yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbimizin
Kitabını okumak gerekir. Yalnız bilgi için okumayacağız. Neyi nasıl
yapalım diye okuyacağız ve yapacağız. Karnı aç insan, on tane yemek kitabı
okusa karnı doymaz. Okuduğunu yapar da yerse karnı doyar. Gül demekle
güzel koku alınmaz. Balı bilmekle güzel tat alınmaz.
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün
müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki
bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile
bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. “İlim tahsil etmek, her
müslüman erkek ve kadına farzdır.”95 Kişinin müslüman bir kul olarak şirkten
sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması farz
92 2/Bakara, 151
93 35/Fâtır, 28
94 Kur'an'da Temel Kavramlar, 419-420
95 İbn Mâce, Mukkaddime 17
• 103 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit ibâdetle
ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn’dır.
Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s.) Kur’an’dan, ilk olarak “ikra’” âyeti inmiştir. Oysa
daha henüz Rasûl’ün elinde okuyacağı bir şey yoktu. Öyleyse, Rasûl’e daha
ilk başta okuması emredilen neydi? Bu konuda, birkaç seçeneği belirtmeyi
uygun görüyoruz:
1. Bilginler Kur’an’ın bir gecede indirildiğini, inzâlini belirten âyetler
konusunda ayrılıklara düşmüşlerdir. Bu noktada, genellikle kabul edilen
görüş, Kur’an’dan ilk âyetin Kadir gecesi indiği, daha doğrusu, Kur’an’ın Kadir
gecesi inmeye başladığı şeklindedir. Bu, yanlış bir görüş değildir. Çünkü
Kur’an’a dikkatle bakanlar, gerek Kitap, gerekse Kuran kelimesinin, bütün
olarak Kitap ve Kur’an için kullanıldığı gibi, Kur’an’ın bir bölümü için de
kullanıldığını görürler. Şu halde, Kur’an’ın bir tek kelimesi bile Kur’an’ın
bütünü yerine geçmektedir. Kur’an âyetleri, kelimeleri, hattâ harfleri birbirleriyle
iç içe bir örgü halindedir. Bu bakımdan, bir âyetin, hattâ bir kelimenin
tam olarak anlaşılabilmesi için Kur’an’ın bütünüyle anlaşılması gerekir.
Kur’an’ın en doğru tefsiri, önce Kur’an’la yapılan tefsirdir. Bir âyeti Kur’an’ın
genel bağlamından kopararak doğru anlamak mümkün değildir. Bu noktada,
Hz. Ali’nin de şöyle bir sözü vardır: “Kur’an Hamd (Fâtiha) sûresinde
toplanmıştır, Hamd sûresi besmelede toplanmıştır, besmele başında b
harfinde toplanmıştır, b altındaki noktada toplanmıştır.” Şu halde, “ikra’ =
Kur’an” diyebiliriz.
2. Peygamber’den okuması istenen kâinat da olabilir. Gerçekten, kâinat
da Allah’ın âyetlerinden oluşmakta, Kur’an da Allah’ın âyetlerinden oluşmaktadır.
Kur’an, kâinatın durulmuş ve sözle ya da yazıyla ifade edilmiş
biçimidir; insan da “küçük kâinattır”, şu halde insanı da okumak gerekmektedir.
Temelde, bu açıklamayla, yukarıdaki açıklama birbirini tamamlamaktadır.
3. Bu “ikra’” emrinden şu çok önemli gerçeği ortaya çıkarıyoruz: İlk
çağlarda insanlar, kutsal metinlerini yazıya dökmenin, onlara karşı bir
saygısızlık olacağına inanırlardı. Bu yüzden, eski kutsal metinler ağızdan
ağıza aktarılırdı. İnsanlar yazmaya başladıktan sonra, ezberleme ve sözlü
aktarım güçleri zayıfladı. Eskiden beri, geleneğin, eğitim ve öğretimin en
etkili aktarım aracı esasen sözlü aktarımdır. Sözlü geleneğin çok büyük bir
• 104 •
Ahmed Kalkan
toplam oluşturan dizeleri, yüzlerce yıldan beri kuşaktan kuşağa aktarılmış
ve korunmuştur.96 Bu gerçeği İslâm da vurgulamış ve bir yandan Peygamber’in
ümmîliği üzerinde dururken, bir yandan da ona “yaz” değil, “oku”
emrini vermiştir. Okumak, illâ kitap okumak demek değildir; okumak
öncelikle ezberden okumayı ifade eder. Bu yüzden, Hz. Peygamber’e bir
kitaptan okuması emredilmiyordu; ruhundan, kalbinden okuması emrediliyordu;
çünkü ortada okunacak yazılı bir kitap yoktu. İslâm’da hadisler
de ağızdan ağza aktarılmış ve ancak 150-160 yıl sonra kâğıda geçirilmiştir.
Gerçi İslâm yazmayı yasaklamaz, teşvik de eder. Fakat aslolan yazmak değil,
okumaktır. Bu bakımdan, İslâm’da Kur’an’ın belki yazılmasından çok,
ezberlenmesi üzerinde durulmuştur. Ama ne zaman ki yazı okumanın önüne
geçmiş, modern medeniyet hep yazı üzerinde durmuş, o zaman sözlü
aktarım ve kalpten okuma önemini yitirmiş, bilginlerin pek çoğu “âlim”
değil, Kur’an’ın diliyle, “kitap yüklü eşekler” haline gelmişlerdir.97
Kur’an’ın, okunmasını istediği “kitab”la ilgili ifâdelerinden şunların
kast edildiği anlaşılır:
a. Genel anlamda vahy, 98
b. Son Peygamber’e gelmiş bulunan vahiyler toplamı, 99
c. Bütün kâinat,100
d. İnsan,101
e. Levh-ı Mahfuz’daki Evrensel kayıt kitabı (evrensel kompütür), 102
96 Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler, Yeryüzü Y. İst. 1980
97 Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Y., 72- 73
98 43/Zuhruf, 4; 13/Ra'd, 39
99 2/Bakara, 2; 13/Ra’d, 1; 38/Sâd, 29; 41/Fussılet, 3; 43/Zuhruf, 2; 44/Duhan, 2
100 51/Zâriyât, 20; 41/Fussılet, 53; 2/Bakara, 164; 10/Yûnus, 5; 6/En’âm, 95-99; 13/Ra’d, 3; 30/Rûm, 22; 12/
Yûsuf, 105; 3/Âl-i İmrân, 190-191
101 51/Zâriyât, 21; 41/Fussılet, 53; 30/Rûm, 20-25
102 18/Kehf, 47-49; 45/Câsiye, 29
• 105 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Yaratma Konusundaki Âyet-i Kerimeler:
a. Yaratan Yalnız Allah’tır: En’am, 102; Ra’d, 16; Hıcr, 28; Mü’minun,
17; Fâtır, 3; Sâd, 71; Zümer, 62; Mü’min, 62; Haşr, 24.
b. Yaratılan Varlıklar, Belli Bir Zamana Kadar Varlıklarını
Sürdürürler: Rum, 8; Ahkaf, 3.
c. Yaratılan Her Şey, Çift Yaratılmıştır: Zariyat, 49.
d. Yaratılıştan İbret Almak: Bakara, 26; Al-i İmran, 191; En’am, 95,
104; A’raf, 185; Yunus, 3, 101; Yusuf, 105; Ra’d, 3; Nahl, 48, 66, 79;
Kehf, 8; Taha, 128; Enbiya, 30; Şuara, 7; Neml, 14; Rum, 8; Saffat, 73;
Zümer, 42; Kaf, 8; Mülk, 2-3; Ğaşiye, 17, 20.
e. Yaratılıştaki Hikmet: Yunus, 5; İbrahim, 19; Hıcr, 85; Nahl, 3;
Ankebut, 44; Rum, 8, 19-25; Sâd, 27; Zümer, 5; Duhan, 39; Casiye,
22; Ahkaf, 3; Zariyat, 49; Necm, 31; Teğabün, 3.
f. Yerin Yaratılışında İbretler Vardır: Bakara, 164; Al-i İmran, 190;
Yunus, 6; Enbiya, 16; Ankebut, 44; Rum, 22, 25; Sâd, 27; Zümer, 5;
Şura, 29; Duhan, 38-39; Casiye, 3; Kaf, 7-8.
g. Göklerin Yaratılışında İbretler Vardır: Bakara, 164; Al-i İmran,
190-191; Yunus, 6; İbrahim, 19; Enbiya, 16; Ankebut, 44; Rum, 22,
25; Sâd, 27; Zümer, 5; Şura, 29; Duhan, 38-39; Casiye, 3;Kaf,6,8
h. Meyve ve Bitkilerin Yaratılışında İbretler Vardır: En’am, 99; Nahl,
11; Şuara, 7-9;
Her ferdin fiillerinin kaydedildiği bireysel disket. 103
Kur’an’a göre insanın önüne, okunmak üzere konan üç temel kitap vardır:
Kâinat kitabı, vahy kitabı (Kur’an) ve insanın bizzat kendisi. Kur’an,
diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini kolaylaştıran bir
nurdur (ışık). Evren ve insan adlı kitapların gerektiği şekilde okunabilmesi
için, bizzat Allah, vahy kitabı aracılığıyla insana yardımcı olmak için devreye
girmektedir. Kur’an, bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını “âyet”
olarak anmaktadır. Kur’an, bir âyetler topluluğu olduğu gibi, kâinat ve in-
103 17/İsrâ, 13-14
• 106 •
Ahmed Kalkan
san da âyetler topluluğudur.104 Ne vahy kitabı, insan ve eşyaya ait ilimler
olmaksızın çözülebilir; ne de eşya ve insan, vahy kitabı olmadan lâyıkıyla
anlaşılabilir.
Okumak, “hâfızada bulunan kelimeleri veya bir yerde yazılı olan harfleri
düzenli biçimde sese çevirmek ve dile getirmek/telaffuz etmektir”105
Ayrıca, “dış kaynaktan alınan sözleri ve düşünceleri, yüksek sesle olsun
veya olmasın anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihne nakşetme”ye de kıraat
denir.106 Türkçede de okumak aynı anlamda kullanılır; kıraat etmek, tilâvet
etmek. Okumak, aynı zamanda, yazılı bir metnin muhtevâsını kavramak ve
öğrenmek, anmak gibi anlamlara da gelir. 107
Bu âyetteki “oku” kelimesi, aynı zamanda “duyur” anlamına gelir.
Arapça’da olduğu gibi Türkçe’de de okumak kelimesi, aynı zamanda “dâvet
etmek, çağırmak; düğüne, derneğe dâvet etmek” anlamına gelir. “Bizi
düğüne okudular, gitmemiz lâzım” cümlesinde olduğu gibi. (bildiklerimi
yüzüne okudum).108 Yine “okumak” fiiliyle yapılan deyimlerde de konumuzla
ilgili mânidar çıkarımlar vardır: Rahmet okumak, meydan okumak
gibi. Meydan okumak: Kendisine karşı çıkacaklara açıkça dâvette bulunmak,
kendi gücüne fazlasıyla güvendiğini göstermek anlamında kullanılır.
Okumuş: Bilgili, tahsilli, öğrenim görmüş demektir. Arapça’da “okumak”
geçişli ve aktif karakterli bir fiil, Hz. Peygamber’de yazılı bir metne değil,
kendisine gelen vahye muhâtap olduğundan bu âyetteki ikra’ emri,
duyur anlamına da gelir. Bu durumda âyet: “Sana gelen vahiyleri, yaratan
Rabbinin adıyla insanlara oku/duyur!” şeklinde tercüme edilebilir.
Hatta bu kelimenin, “tekrarla ve özümse” gibi mânâlar taşıdığı da göz
önünde tutulursa, âyetteki ikra’ emrinin İlâhî gerçeği ve mesajı bilinçli
şekilde tekrarla ve özümse anlamına geldiği bile söylenebilir. Zira burada
Hz. Muhammed’den (s.a.s.) ilk istenen, kutsal bir metni okumasından
ziyade, önünde duran İlâhî gerçeğin görünmez kitabını okumasıdır. Şu
halde onun temel görevi zihninde doğan sûret ve fikirleri ortaya koymak
değil, sadece İlâhî gerçeğin kitabını okumak, özümsemek; onun anlamını
104 51/Zâriyât, 20-21; 41/Fussılet, 53
105 Bk. Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredat, s. 668
106 Bk. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 1287; Kıratla eşanlamlı olan iki terim daha vardır. Bunlardan ilki
tertîl (bk. 73/Müzzemmil, 4; 25/Furkan, 32), ikincisi de tilâvetdir (bk. 2/Bakara, 121 vb.).
107 D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Y., s. 858
108 Adı geçen eser ve aynı yer.
• 107 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ilâve ve çıkarma yapmadan insanlığa duyurmaktır. Bunun için İslâm’ın
en temel rüknü, vahiy gerçeğine ve Hz. Muhammed’in peygamberliğine
inanmaktır.
En kuvvetli ve tercih edilen görüşe göre, Kur’an kelimesi de aynı kökten
türemiştir.109 Fakat Kur’an kelimesi daha sonra, “Allah’ın, Hz. Muhammed’e
indirdiği vahiylerin yazılıp derlenmesinden oluşan kutsal kitab”a
isim olmuştur.110 Kur’an okumak ise, “ezberden veya yüzüne bakarak Kur’an
lafızlarıyla konuşmak; âyetleri ve onlardaki mânâyı anlayarak zihne nakşetmektir.”
Görüldüğü gibi okumak hem kelime veya harfleri sese çevirmek,
hem de lafzın ve mânânın şuuruna varmaktır. Bunu gerçekleştiren kişiye
de, kaarî-okuyan denir.111
Demek ki Kur’an’ı okuma, bir bakıma onu anlamaya denk bir söz
olmaktadır. Asıl önemli olan da, Kur’an’ın içindekini anlayıp ona göre
bir hayat tarzı çizmektir.112 Kur’an, Peygamber’e (s.a.s.), tutarlı bir bütün
oluşturacak şekilde ve belli bir düzen içinde indirilmiştir. O, kendi
bütünlüğü içinde ve düşünerek okunması halinde, doğru anlaşılabilir.
Öyleyse Kur’an, insanın aklına ve kalbine iyice yaklaştırılmalı, düşünüp
anlamayı hedef alan bir yöntemle okunmalıdır.113 Şu halde ilk gelen
âyetlerde istenen okuma, Allah’ın yaratışındaki sırları öğrenmek üzere
vahyolunan bilgileri dikkatle izleme, tekrar ederek ezberleme ve özümseme
anlamındadır. Zira okumak, sadece kalemle yazılmış şeyleri telaffuz
etmekten ibâret değil, aynı zamanda varlık ve oluştaki gerçekleri görüp
onlar üzerinde düşünmek; bunlardaki gizli bilgileri kavrayıp ortaya çıkarmaktır.
Bu yüzden bilgi, Allah’ın insana verdiği ve vermeye devam
ettiği en üstün değerlerden biridir. 114
Okuma: Yazılı bir metnin harflerini tanıyarak ne yazıldığını anlamak,
kıraat etmek, tilâvet etmek; yazılı bir metnin muhtevâsını kavramak ve öğrenmek
demektir. Okumanın hayatımızdaki yerini ve önemini bilmeyen
yoktur. Ama günümüzde ekonomik problemler, kapitalist düzenin çalışma
109 Bk. 75/Kıyâme, 17-18; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 31-33
110 Bk. M. İsmail İbrahim, Mu’cemu’l Elfâzı ve’l A’lâmi’l Kur’âniyye, s. 419
111 Bk. M. İsmail İbrahim, a.g.e., s. 419
112 Kur’an tilâvetiyle ilgili daha geniş bilgi için bk. Gazzâli, İhyâu Ulûmi’d-Din, I, 771-834
113 Bk. 38/Sâd, 29. âyet
114 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları, I, s. 13-14
• 108 •
Ahmed Kalkan
şartları, televizyon, bilgisayar gibi teknolojik ve eğlenceye dayalı araçlar,
boş vakitlerin okuyarak değerlendirilmesine engel olmaktadır. Okumayı
bilmek yetmemekte, okumaktan zevk almamız da gerekmektedir. Gerekli
gördüğümüz yerleri not alarak, tartıp tartışarak, düşünüp üreterek tekrarlayıp
yankılaştırarak, benimseyip sindirerek, genişletip tazeleyerek, gözleyip
örnekleştirerek, hayatta nasıl bir yer aldığını ve nasıl uygulanacağını
değerlendirerek okumalıyız. Açlık yemekle giderildiği gibi, bilgisizlik de
okumakla giderilir. Okumak bir gâye değil, bir araçtır. Niçin okuduğumuzu,
okuduktan sonra bizde nasıl değişiklik olması gerektiğini değerlendirmemiz
gerekir. Bir kitabı okuduktan sonra, eskisinden daha akıllı, daha
şuurlu hareket edebilmeliyiz.
Okuma eylemi, çok kapsamlı ve oldukça karmaşık bir eylemdir. İstenilen
sonucu elde edebilmek için göz ve beyin arasında dikkatli bir işbirliği
gerekir. Yani sayfada yazılı olan harflerin anlattığı fikirlerin tamamen
kavranması şarttır. Okuma amaçlarımız da farklılık gösterir. Değişik okuma
tekniklerine ve hızlı okumaya âşina olmak çok önemlidir. İlgili yazının
uzunluğu, zorluğu ve konusuna göre doğru tekniğin seçilmesi gerekmektedir.
Okumada kullanılan başlıca üç teknik; taramak, gözden geçirmek ve
detaylı okumadır. İyi okumak, anlayarak okumak demektir. Okurken bütün
akıl, bilgi birikimi ve hayal gücü harekete geçirilmelidir. Gözlerin kelimeler
üzerinde dolaşması yetmez. Durulması ve düşünülmesi gereken yerler vardır.
Altı çizilmesi, notlar alınması gereken yerler bulunabilir. Bütün benliği
vererek açık bir zihinle okumanın gereği, fikir veren ciddi kitaplarda daha
fazla ortaya çıkar.
Kitap, size istediğiniz zaman ders vermeye hazır bir öğretmendir. Büyük
insanlarla oturup sohbet etmenin, onlarla konuşmanın yolu “okumak”tır.
Bir kitabı dikkatle okumak, onun yazarıyla saatlerce sohbet etmek demektir.
Kitaplar, insanlar, ülkeler ve asırlar arasında bilgi alışverişini sağlayan
araçlardır. Değerli kitaplar, insana düşünmeyi de öğretir. Okumak, anlama
yeteneğini geliştirir, duyguları güzelleştirir, sezgi gücünü arttırır, olayları ve
insanları anlamakta, problemleri çözmede yol gösterir. Mesleğinde, bulunduğu
konumda yükselmek, başarılı olmak isteyenlerin yapması gereken en
önemli işlerden biri okumak olmalıdır.
Sadece kitap değildir okunması gereken. İnsan, tüm eşyayı, tüm
varlığı, tüm olayları, hayatı ve öteki hayatı, duyguları, her şeyi okumalı,
• 109 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
okuyabilmelidir. Eşyanın dilinden anlayacak şekilde, yabancı ve yerli dile
sahip olmalıdır. “Oku!” emrinin yöneldiği şey, tek bir şey değildir. Ama
okunacakların içinde kitap, kitapların içinde de “O Kitab” baş sırayı alır.
Okumayı tavsiye ederken, Peygamberimiz’in “faydasız bilgiden Allah’a
sığındığını”115 unutmayalım. Mideyi nasıl faydasız gıdalarla ve aburcuburla
doldurmak zararlı ise, zihnin gıdası olan kitaplar için de aynı durum sözkonusudur.
Beynin ve gönlün hastalanması, midenin hastalığından elbette
çok daha kötüdür. Hazmedilmeyen gıdalar nasıl hastalıklara sebep oluyorsa,
özümsenip hazmedilmeyen kitaplar ve bu tür okuma da kafanın ve
gönlün hastalanmasına sebep olabilir. Bilgi, sindirildiği zaman hayata dönüşür.
Bir kısmı düşünceyi, bir kısmı duyguyu, bir kısmı da eylemi besler.
Beslemeyen bilgi, kendisinden Allah’a sığınılması gereken faydasız bilgidir.
Gıda zehirlenmesi gibi bilgi zehirlenmesi de olabilir. Bilgiyi ölçme ve değerlendirmenin,
bilgiyi elde etmek kadar, belki daha fazla önemi olduğunu
unutmamalıyız. Elimize geçen her kitabı okumak, bazen ciddi zararlara sebep
olabilir. Her kitabı değil, bizim için faydalı olacağına inandığımız güzel
kitapları seçerek okumalıyız. Faydalıdan ziyade, en faydalı olanları seçmek
ya da güvenilen bir büyüğün tavsiye ettiği kitaplardan, program dâhilinde
okumak en güzelidir.
Okumak, sadece boş zaman işi değildir. Okumayı boş zaman işi kabul
edenler, onu çekirdek çitlemek, pul koleksiyonu yapmak türünden çok
basit görmüş ve teferruat saymış olurlar. Okuma dürtüsü, bilgi ve hikmet
sevgisinden kaynaklanmalıdır. O zaman okumak, bir zahmet değil; bir lezzet
halini alacaktır. Bu zevki tadan biri, okumayınca rahatsız olur, sanki
bir tarafının eksildiğini hisseder. Kitaplar sadece bilgiyi öğretmezler, aynı
zamanda hayatı da öğretirler.
Elektronik ve dijital yazıların, çağdaş insanı olanca kuşatmasına rağmen,
kitabın önemi devam edecektir. Kitaplar, bilginin en sâdık taşıyıcıları
olmayı sürdürecektir. Kitaba alternatif olarak çıkartılan bilgi taşıma araçlarının
hayli baştan çıkarıcı câzibesi bile kitabı tahtından etmeyi başaramamıştır.
Her alanda ve her şeyde olduğu gibi, doğruyu, iyiyi, güzeli kitap
konusunda aramak, okurların başta gelen görevidir.
115 "Allah'ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duâdan, doymayan nefisten ve fayda
vermeyen ilimden Sana sığınırım." (Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711)
• 110 •
Ahmed Kalkan
Ciddi kitapları ve özellikle Kur’an’ı bütün dimağımızı, bütünü ruhumuzu
ve şuurumuzu vererek okumalıyız. Okuduklarımız üzerinde düşünmeli
ve hayatımıza daha iyi yön verebilmeliyiz.
Unutmayalım, bütün kitaplar bir Kitab’ı daha iyi anlamak için olmalı,
ya da bütün kitapları bir tarafa koyarak Allah’ın Kitabı Kur’an’ı, hayata tatbik
edip hâkim kılmak için, canlı Kur’an olmak gâyesiyle okumalıyız.
Günümüz İnsanı ve Okuma
Nüfusu 7 milyon civarında olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama
100.000 tirajla basılırken; 75 milyonluk Türkiye’de 1.000 veya 2.000 olarak
basılır. Gelişmiş ülkelerde kişi başına kitaba harcanan para, yılda ortalama
100 ABD doları iken, Türkiye’de 10 doların altındadır. Amerika’da 72 bin,
Almanya’da 65 bin, İngiltere’de 48 bin, Fransa’da 39 bin, Brezilya’da 13 bin,
Türkiye’de ise sadece 6 bin 31 çeşit kitap basılıyor. Japonya’da yılda toplam
olarak 4 milyar 200 milyon adet kitap basılıyor. Türkiye’de ise yalnızca 23
milyon. Japonya’da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa’da 7, Türkiye’de
ise yılda 12 bin 89 kişiye 1 kitap düşüyor. Türkiye’de her 100 kişiden
sadece 4 kişi kitap okuyor. Birleşmiş Milletler İnsanî Gelişim Raporu’nda,
kitap okuma oranında Malezya, Libya ve Ermenistan gibi ülkelerin bulunduğu
173 ülke arasında Türkiye, 86. sırada. Türkiye’de yüksek öğrenim görenlerin
oranı 1965’e göre 14 kat arttı. Ama yüksek öğrenim mezunlarının
kitap okuma oranı 1965’in de altında kaldı.
Türkiye’de dergi okuma oranı: % 4, kitap okuma oranı: % 4,5, gazete
okuma oranı: % 22, radyo dinleme oranı: % 25, televizyon izleme oranı:
% 94. Türkiye’de yaşayan insanlar, her akşam ortalama 4 saat televizyon
karşısında. Bu saatlerin toplamı ayda 15 gününe (bir iş günü sekiz saat hesabıyla)
tekabül eder. Sanki hayatı yaşamıyor, sadece seyrediyor insanımız.
Üstelik seyrettiği hayatla yaşadığı hayat arasında hiçbir bağlantı yok. Televizyonda
izlenen aileler, müslümana yabancı, İslâm kültürüne ve inancına
tümüyle uzak. Tv. Programları, tümüyle zamanı kemiriyorlar.
Okunan kitaplar içinde Kur’ân-ı Kerim’in oranını merak edip araştıran
bile çıkmamış. Elbette müslümana yakışacak oranda olduğu söylenemez.
Bu kadar az kitap okunan ülkede, kitap okuyanların ne tür kitap ve dergi
okudukları da, çok satanlar listelerinden ve hangi kitapların kaç baskı yap•
111 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
tığından belli oluyor. Hayatında onlarca kitap okuyanlar, hâlâ Kur’an meali
ve tefsiri okuyacak zaman bulamıyorlar. Okul kitabından, Ahmed’in, Mehmed’in,
hatta John’un, Mary’nin kitabını okumaya fırsat bulanlar, Allah’ın
kitabını okuma ihtiyacı hissetmedilerse, bu insanlara ne denir? “Kitapsız”
diye bir kelime var, dilimizde, hakaret olarak kullanılan. Allah’ın kitabını
hayatın merkezine koymayan, hayat kitabı edinmeyen, onu okumayan, hayatına
geçirmeyen, onsuz yaşayan insanlar için kullanılır bu ifade. Şimdi
tam günümüz insanını tanıtıyor bu kelime. Bu tür insanlar, kabirde ya da
âhirette: “Kitabın ne?” sorusuna, büyük ihtimalle “filan gazete, filan tv. kanalı,
falanın romanı, filanın nutku” gibi cevaplar verecekler istemeseler de.
2- Besmele (b’ism-i Rabbike)
Besmele: Tâğutun adıyla, onayıyla değil; Allah’ın ismiyle ve izniyle
bir işe başlandığını ve yapılan tüm işlerde her şeyden önce Allah’ın rızâsının
amaç edildiğini gösteren bir simgedir.
Bu âyeti oluşturan temel sözcüklerden ikincisi, isimdir.116 Tek başına
anlaşılır bir mânâ taşıyan, canlı ve cansız soyut ve somut varlıklara ad olan
kelimeye isim denir.117 Kur’an okumaya Rabbin adıyla, yani Allah’ın ismiyle
başlanmalıdır. Çünkü hem Kur’an’ı vahyeden, hem de insana onu anlama
yeteneği bahşeden Allah’tır.118
Besmele: “Bismillâhirrahmânirrahîm” sözünün kısaltılmış şekline denir.
Hayırlı ve helâl bir işe başlarken, Allah’ın adını anmak ve bu adla işe
başlamak için besmele çekilir. Bismillâhirrahmânirrahîm: “Rahmân ve
Rahîm Allah’ın adıyla (başlarım)” anlamına gelir. Besmeleyi “esirgeyen,
bağışlayan Tanrı’nın adıyla” gibi yanlış; yanlış olduğu kadar gaflet ve cehâlet
kokan tercümeyi kabul etmek mümkün değildir. “Allah” lafzı, özel isim
olduğu ve Yaratıcımızın tüm güzel isimlerini içinde barındıran bir anlam
taşıdığı için başka bir dile tercüme edilemez. Ayrıca “esirgeyen” tâbiri çok
yanlış bir tercümedir. Türkçede “esirgemek”, daha çok olumsuz bir sıfat anlamında
kullanılır. Saklamak, korumak gibi anlamlarından daha çok; kıyamamak
ve cimrilik yapmak mânâlarında kullanılır ki Allah’ın Rahmân
116 İsim kelimesi, sözlükte “yükselmek, yücelmek, bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet” gibi
anlamlar taşıyan s-m-v kökünden türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, XIV, 397-403).
117 Bk. M. İsmail İbrâhim, Mu’cemu’l Elfâzı ve’l A’lâmi’l Kur’âniyye, s. 253
118 Bk. 56/Vâkıa, 77-80; 55/Rahmân, 1-4 vb.
• 112 •
Ahmed Kalkan
sıfatının kesinlikle karşılığı değildir. Kur’ân-ı Kerim’in ilk nâzil olan âyet-i
kerimesi, “Yaratan Rabbinin adıyla (besmele çekerek) oku!”119 mealindeki
âyettir. Bu “Rabbinin ismiyle oku” emri, sadece Önderimiz, Peygamberimiz
için değil; bütün mü’minleredir. Mü’minler, meşrû (şer’î, mubah) herhangi
bir işe başlarken besmeleyi unutmazlar. Çünkü bilirler ki, “besmeleyle başlanmayan
herhangi bir işte bereketsizlik ortaya çıkar.” 120 Kur’an okurken,
hayvan keserken, abdest alırken, namaz kılarken, avcılık yaparken... besmeleyi
ihmal etmezler.
Kur’ân-ı Kerim’de “Fir’avn” kıssası haber verilirken, sihirbazların “bi-izzet-
i Fir’avn” (Fir’avn’ın izzeti için) diyerek asalarını yere bıraktıkları beyan
edilir.121 Fir’avn, Mısır’ı tanrı kabul ettikleri “Ra” adına yönetirdi. Tabii bu,
bugünkü çağdaş ideolojilerden farklı bir tutum değildi. Sosyalist ülkelerin
yöneticileri, başta Karl Marx olmak üzere, Lenin ve diğer teorisyenler adına
sistemi sürdürürler(di). Kapitalizmde de durum bundan farklı değildir. Genel
olarak her ülkede iktidar durumunda olan ideoloji, aynı metodla ayakta
tutulur. Her işe başlarken, o ideolojinin kurucusunun adını anmak zarûrettir.
Dolayısıyla Fir’avn’a bağlı olan sihirbazların kıssasında bu hususun
beyan edilmesi, sürekliliğinin bir belgesidir. 122
İslâm’dan önce Araplar, işlerine “bismi’l- Lât ve’l-Uzzâ” diye putlarının
adıyla başlarlardı. Hanifler ise, Tevhid dininin kalıntısı olarak, “bismikellahümme”
derlerdi. Haniflerin bu âdeti İslâmiyet’in ilk yıllarında da devam
etmiştir. Neml sûresindeki besmele âyeti123 nâzil olduktan sonra besmele
son şeklini almıştır. Hz. Peygamber, hayatının sonuna kadar hep bu ibareyi
kullanmış, besmelenin yazıldığı ilk satıra başka hiçbir şeyin yazılmamasını
da emretmiştir. “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve güdüktür.”124
buyuran tek Önderimiz Rasûlulah’ın, günlük hayatındaki birçok iş münasebetiyle
besmele çektiği ve besmeleyi tavsiye ettiği bilinmektedir.
Bir müslüman besmele çekmekle, “nefsim veya başka bir varlık adına,
tâğut adına değil; Allah adıyla, O’nun rızâsı için ve O’nun izniyle başlıyorum.”
demek ister. O’nun Rahmân ve Rahîm isimlerinin tecellî etme-
119 96/Alak, 1
120 İbn Mâce, Hadis no: 1894
121 26/Şuarâ, 44
122 Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler, Kavramlar, İnkılâb Y., 1/41
123 27/Neml, 30
124 İbn Mâce, hadis no: 1894
• 113 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sini beklediğini, böylece hem dünya hem de âhiret saâdeti dilediğini ifade
etmiş olur. Giriştiği işe güç yetirebilmesi için gerekli olan kudretin yüce Allah
tarafından ihsan edilmesini temenni ettiğini belirtmiş olur. Kendisinin
devamlı olarak O’nun yardımına muhtaç olduğunu bildirmiş, böylece ezelî
kudretin yardımını celbetmiş olur. Besmele çeken mü’min, “O’nun müsaadesiyle
bu işi yapıyorum. Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında
gerekli olan kuvvet O’nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvveti
vermezse, ben bu işi tamamlayamam” demek ister. 125
Kur’an ve Besmele
Bismillâh ifadesi, Kur’an’da 3 yerde geçer.126 Bilindiği gibi, bismillâh “Allah’ın
ismiyle demektir. Bu anlamdaki ifâdeler Kur’an’da toplam 18 yerde
kullanılır.127 Besmele’yi oluşturan kelimeler Kur’an’da en çok tekrar edilen
kelimelerdir. “Bismillâhirrahmânirrahîm” cümlesini meydana getiren kelimelerden
“ism” (isim) kelimesi, türevleriyle birlikte 71 yerde geçer; aynı
kökten gelen semâ ve çoğulu semâvât kelimelerini de ilâve edersek, isim
kelimesinden türeyen kelimeler toplam olarak 381’e çıkar.
Besmeleyi meydana getiren ikinci kelime olan “Allah” lafzı ise, Kur’an’da
tam 2697 yerde kullanılır; ayrıca “ey Allah’ım” anlamına gelen “Allahümme”
kelimesi de 5 yerde geçer. Üçüncü kelime olan “Rahmân” kelimesi,
Kur’ân-ı Kerim’de 57, “Rahîm” kelimesi ise 115 yerde tekrar edilir. Rahmân
ve Rahîm kelimelerinin kendisinden türediği “rahmet” ve türevleri ise
Kur’an’da toplam 339 yerde geçer.
Helâl ve hayırlı bir işe başlarken Allah’ın adını anmak, her müslümanın
üzerinde titizlikle durması gereken görevlerindendir. Kur’ân-ı Kerim’de
buna işaret eden pek çok emir vardır.128
125 Şâmil İslam Ansiklopedisi, Şamil Y., c. 1, s. 226, 227
126 Bismillâh İfâdesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 3 Yerde:) 1/Fâtiha, 1; 11/Hûd, 41; 27/Neml, 30.
127 İsmullah veya İsmu Rabbike Terkiplerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde:) 5/Mâide, 4; 6/
En’âm, 118, 119, 121, 138; 22/Hacc, 28; 34, 36, 40; 55/Rahmân, 78; 56/Vâkıa, 74, 96; 69/Haakka, 52; 73/
Müzzemmil, 8; 76/İnsân, 25; 87/A’lâ, 1, 15; 96/Alak, 1.
128 2/Bakara, 200; 4/Nisâ, 103; 73/Müzzemmil, 8 gibi
• 114 •
Ahmed Kalkan
İlk inen âyette besmele çekmek emredildiği gibi, mushaf olarak tertip
edilen Kur’ân-ı Kerim’in ilk âyeti de besmeledir. Besmele, Kur’ân-ı Kerim’in
114 sûresinden 113’ünün giriş cümlesi olarak yer almaktadır. 27/
Neml sûresin 30. âyetinin de bir bölümüdür. Dolayısıyla Kur’an’da 114 yerde
“bismillâhirrahmânirrahîm” vardır.
“O (mektup) Süleyman’dandır, ve o “bismillâhirrahmânirrahîm”le (Rahmân
ve Rahîm olan Allah’ın adıyla) (başlamakta)dır.” 129
“(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da bismillâh
ile/Allah’ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet
edendir.” 130
“Atalarınızı andığınız gibi, hatta daha çok, daha kuvvetli bir şekilde Allah’ı
zikredin/anın.” 131
“Namazı kıldıktan sonra da, ayakta, otururken ve yanlarınız üzerinde
yatarken (daima) Allah’ı zikredin/anın.” 132
“Rabbinin adını an. Bütün varlığınla, ihlâsla O’na yönel.”133
“Sabah akşam Rabbinin adını an.” 134
Besmeleye vücut veren 4 kelime (isim, Allah, Rahmân, Rahîm) ‘den 3’ü
Allah’ın isimleri olup, bunların 2’si bağış, merhamet, cömertlik, affetmek
gibi anlamlar taşımaktadır. Kur’an’ın ilk cümlesine bunları koyarak, temel
konusu ulûhiyet ve insan - Allah ilişkisi olan Kur’an’da hâkim olan ögenin
rahmet ve merhamet olduğuna Rabbimiz dikkat çekmektedir. Rahmân ve
Rahîm’in kökü olan rahmet kelimesi Kur’an’ın açık beyanlarına göre Allah’ın
hâkim niteliğidir. 21/Enbiyâ sûresi 107. âyette Son Peygamber’i de
Kur’an “âlemlerin rahmeti” olarak nitelendirmektedir. O halde, şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Kur’an’ın tanıttığı Allah, yarattığı mahlûkata, her şeyden
129 27/Neml, 30
130 11/Hûd, 41
131 2/Bakara, 200
132 4/Nisâ, 103
133 73/Müzzemmil, 8)
134 76/İnsan, 25
• 115 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
önce rahmet sıfatıyla tecellî etmektedir.135 İslâm’ı korku dini, Allah’ı sadece
korkulacak bir zât olarak göstermeye çalışan besmelesizlere en büyük darbe,
besmeledeki rahmet ve merhamet ifadeleridir.
Besmelenin Anlam Derinlikleri
İslâm ahlâkı, incitme, öldürme ifade edecek davranışlarda ve bu davranışlara
müsaade eden sözlerde besmeleyle başlamayı yasaklamıştır. Savaşmaya
müsaade eden ve putperestlere ültimatom içeren Tevbe sûresi,
besmelesiz başlayan tek sûredir. Eti yenen hayvanların kesimi ve avlanması
sırasında besmeledeki Rahmân ve Rahîm sıfatlarının anılması uygun görülmemiştir.
Hayvan keserken “bismillâh” veya “bismillâhi Allahu Ekber”
denilir.
Kur’ân-ı Kerim’in konusunun; Allah ile evren, özellikle de insanlık âlemi
arasındaki münasebeti bildirmekten ibâret olduğunu söylemek mümkündür.
Besmelenin başındaki “ba” edatı (“b” harfi) bu münasebeti ortaya
koymakta ve kulun, Yaratanından yardım isteyerek hep O’na bağlı kalışını
ifade etmektedir. Hz. Ali’ye atfedilen meşhur bir söz vardır: “Kur’an’ın tümü
Fâtiha sûresinde eksiksiz özetlenmiştir. Fâtiha’nın özeti de besmeledir. Besmele
de “b” harfinde özetlenmiştir. Dolayısıyla besmele’nin b’si Kur’an’ın
özetidir.” İlk plânda abartılı gibi gelen bu ifade doğrudur. Arapçada harf-i
cer olan “b” ilsak içindir. Türkçe tam karşılığını, “..... ile .....” şeklinde gösterebiliriz.
Kendi başına bir anlamı olmayan bu harf, en az iki kişi arasındaki
bir ilişkiyi belirten bağlaçtır. “Ahmed ile Mehmed” örneğinde olduğu gibi.
Aralarında bir münasebet, bir bağ olmadan bu bağlaç kullanılmaz. Besmele’de
deki “B” aralarında alâka olan iki tarafı belirtir. Bu tarafların biri, besmeleyle
işe başlayan kul; diğeri Allah’tır. “B” Allah ile kul arasındaki ilişki
ve bağı anlatır. Kur’an’ın ana konusu ve temel vurgusu, insanla Rabbi arasındaki
kulluk-ilâhlık münasebetidir. Rubûbiyet ve ubûdiyet alâkasıdır. “B”
harfi de bu ilişki ve bağı içerdiği için Fâtiha ve Kur’an’ın özeti olmuş olur.
Arapça cümle yapısı itibariyle besmeleden önce “ba”nın ilgili bulunduğu
mahzuf bir fiil vardır. Bu, besmele ile başlanacak herhangi bir fiildir:
“Bismillâh diye başlıyorum”, “Allah’ın ismiyle kalkıyorum, okuyorum, hayvan
kesiyorum...” gibi. Böylece Allah ile kul arasında sevgiye dayalı olan
135 Kur'an'ın Temel Kavramları, s. 66
• 116 •
Ahmed Kalkan
derûnî münasebeti ifade eden besmele, İslâm’ın bir sembolü ve her iyiliğin
anahtarıdır. Kişi ile Allah arasındaki bu ilişki, sadece Allah’tan yardım istenip
O’ndan medet umulacağını136 idrâk etmektir. Kendisi âciz olan, korunmaya
muhtaç kimselerin başkalarını koruması mümkün olmadığını
bilip her şeye kaadir Allah’ın kapısını çalmaktır besmele. Besmele, bütün
iyiliklerin, tüm güzelliklerin O’ndan olduğunu kabul edip O’nun müsaade
ettiği şeylerin O’nun adıyla yapılması sâyesinde daha da güzelleşeceğini
anlamaktır.
Besmele, Allah’la Yapılan Bir Sözleşme Gibidir
Evet, Besmele, Allah’la yapılmış bir sözleşme gibidir. Allah, Rahmân
ve Rahîm sıfatlarıyla bize merhametle muâmele edeceğini vaadediyor; biz
de, imtihan için bize verilen irâdeyi istismar etmeyeceğimizi ve O’nun ilkelerine
bağlı kalacağımızı besmeleyle kabullenmiş oluyoruz. Besmele,
Allah’ın tesbit ettiği kulluk programını kabul etmektir. Besmele çeken kul,
şöyle demiş olur: “Yâ Rabbi, şu an, kulluk maddelerinden birini işleyeceğim.
Senin ismini anıyor ve iznini istiyorum.”
O yüzden haramlara besmele çekilmez. Besmeleden maksat, yapılan
işte bereketin artmasını taleptir. Haram veya mekruh bir fiilin çoğalması
ve bereketi istenemez. Haram meclislerde, meyhane ve kumarhane görevi
yapan kahvehanelerde otururken, faizli işlemlerde bulunurken, yalan ve
kandırma içeren ticari ilişkilerde, haram sayılan programlar izlerken besmele
çekilmez. Haram olduğu tartışmalı olan hususlarda ve harama yakın
mekruhlarda da besmelenin çekilmesi, vebali büyütür.
En doğrusu, Allah’ın isminin anılamayacağı bu tür davranış ve eylemleri
terk etmektir. Unutulmamalıdır ki, haram olan eylemlerde besmele
çekilmez. Kâmil bir müslüman da, besmele çekemeyeceği bir işi yapmamaya
özen gösterir. O yüzden, besmele insanı eğitir, terbiye eder, kötülüklerden
uzak tutar. Çünkü besmele çeken bir kimse, ağzından çıkan ifade
ile yaptığı eylem arasında bir paralellik kurmak zorunda olduğunu, eliyle
dilinin birbirini yalanlamaması gerektiğini düşünür. Besmele, kötülük ve
haramları işlemeye hakkımız olmadığını bize hatırlatır. Besmele, “Allah’ın
adı ile” demektir; “Allah’ın adına” değil. Bu ikisi arasında önemli fark bu-
136 1/Fâtiha, 5
• 117 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
lunmaktadır. Müslüman her yaptığı şeye, her söylediği söze Allah’ın adı ile
başlar. Allah’tan izin alarak; Ama Allah adına değil. İnsan beşer ve âciz olduğu
için hatalar yapabilir. Allah adına demek; yapılana bir anlamda ilâhî
özellik, günahsızlık, hatasızlık iddiası atfetmektir. O’nun adına iş iddiası,
Allah’ın temsilcisi olma anlayışını, bu da ruhban sınıfını oluşturur. Tarihte
Allah adına nice zulümler işlenmiştir. Teokrasi de budur. Kulun yaptığı iş,
müslümanca olmalıdır ama beşerî özellik taşıdığından iddiasız olmalıdır.
Besmeledeki “isim” kelimesi; ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi
harf-i cerri ile de- yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim
gökyüzü anlamında “semâ” kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden,
“bismillâh”ın anlamı, “Allah’ı yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir. 137
Besmele, Her Peygamber ve Ümmetinin
Kullandığı Bir Şifredir
Besmele, sadece Muhammed (s.a.s.) ümmetine has bir anahtar değil;
önceki ümmetlerin de kullandığı bir şifredir. Besmele’nin Hz. Muhammed
(s.a.s.)’den önceki peygamberler döneminde de kullanıldığını Kur’ân-ı Kerim’den
anlıyoruz: Hz. Süleyman’ın, Saba kraliçesi Belkıs’a yazdığı İslâm’a
dâvet mektubu bu cümleyle başlamaktadır. “O (mektup) Süleyman’dandır
ve o bismillâhirrahmânirrahîm -Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla-
(başlamakta)dır.”138 Hz. Nuh da tufandaki gemi yolculuğuna bu ifadeyle
başlıyor. Gemiyi bu cümleyle hareket ettiriyordu: “(Nuh) dedi ki: ‘Gemiye
binin! Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ -Onun yüzüp gitmesi de, durması da
Allah’ın adıyladır.-”139 Bu vesileyle ifade edelim ki, ister sürücü ve ister yolcu
olarak bindiğimiz tüm araçlara binerken besmele çekmek, Kur’an’ın işaret
yollu tavsiyesidir.
İnsanlık tarihi boyunca İslâm peygamberlerinin tümü tarafından bir
şifre, bir anahtar olarak kullanılmıştır besmele. O yüzden, değişmez evrensel
değerlerin öbür ismi olan İslâm’ın, değişmez değerlerinden biri de
besmelenin verdiği bakış açısıdır. Bu bakış açısı, bize şu gerçekleri gösterir:
Allah, insanın her işine karışır. İnsan, eğer Allah’ın yardımını istiyorsa, her
137 İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y., s. 24
138 27/Neml, 30
139 11/Hûd, 41
• 118 •
Ahmed Kalkan
hayırlı işine Allah ile başlamak durumundadır. İnsan yaptığı her bir şeyde
Allah’a olan borcunu hatırlamak ve O’na teşekkür etmek durumundadır.
İşte bunlar, insanlığın değişmez değerlerinin değişmez göstergesidir.
Her değerli iş gibi, Kur’an okumaya başlarken de Eûzü Besmele çekmek
gerekir. “Kur’an okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın (Eûzü
çek).”140 diye emreden Allah, okumaya besmeleyle başlamamızı da emretmektedir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” 141
Kur’an’a başlarken, besmeleden önce istiâze gelir. Çünkü istiâze’yi aşmadan
besmeleye geçilmez. Eûuzü ile Allah’ı yardıma çağırdıktan, O’nun
yardımı ile şeytanları etkisiz hale getirdikten sonra, şirki ve şirke götüren
şeytanî isyanları kendimizden uzaklaştırarak Allah’ı lâyıkı ile anabileceğimizi
düşünüyoruz.
Gönlümüzde ve düşüncemizdeki, dilimizde ve davranışlarımızdaki
şeytanî pisliklerden temizlenerek tertemiz bir şekilde Allah’la beraber oluyoruz.
Eûzü süpürgesiyle temizlediğimiz gönül ve dil sarayımıza Allah’ın
ismini yazıyoruz. Tıpkı kelime-i tevhidde önce “lâ ilâhe” (hiçbir ilâh yok)
deyip Allah dışındaki ilâh taslaklarını kaldırıp atarak gerçekleştirdiğimiz
tevhidî temizlikten sonra, “illâllah” (ancak Allah var) dediğimiz gibi.
Kur’an’a besmele ile başlarken, kullarına rahmet, acıma, lütuf ve bağışlaması
sonsuz olan Allah’ı hatırlıyoruz. Kur’an’ın nüzûlünün bu sonsuz
rahmetin bir yansıması olduğunu düşünüyor ve bu büyük nimeti anarak
O’na hamdimizi, şükrümüzü vurguluyoruz. O’nun Rahmân sıfatıyla dünyada
mü’min-kâfir herkese merhametine şahid oluyor, dünya hayatında bu
nimetlerin kadrini bilerek verene teşekkür edip kulluğa/ibâdete, Kur’an’a
yöneliyoruz. Rahîm sıfatının ise, âhirette adâleti gereği sadece mü’minlere
merhamet edip, kâfirlere azab etmesi olduğunun bilincine vararak âhireti,
cennet ve cehennemi hatırlayıp ümit ve korku arasında Kur’an okumaya,
tefekküre başlıyoruz.
Sadece Kur’an okurken değil; insan ve evren kitaplarını okurken, hayat
mektebinde öğrencilik ve öğretmenlik yaparken de besmele şuuruna
uygun davranmalıyız. Tüm eylemlerimizin dünyada O’na yaraşır, âhirette
140 16/Nahl, 98
141 96/Alak, 1
• 119 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
de O’nun rızâsını kazandırır özelliklerde olmasına gayret etmeliyiz. Kur’an,
besmeleyle başlıyor, biz de Allah’ın Kitabını Allah’ın ismiyle okuyoruz.
Eğitimle ilgili eserler başta olmak üzere nice kitaplar, gazeteler, dergiler,
besmele ile mi başlıyor? Öğrenciler için hazırlanan bazı din kültürüyle
ilgili kitaplar, bir müslümanı “bu, benim dinim değil!” diye isyan ettirecek
modern hurâfe ve tuğyanla dolu olabiliyor. Peki, İslâm’a ters içeriği kalarak
yayınların besmele ile başlamasını tercih edebilir miyiz?
Laiklik, resmî din kabul edilmediği için ve bazı İslâmî âdetlere ses çıkarılmadığından
Arap ülkelerinin çoğunda televizyonlarda sunucular besmele
ve hamdele ile başlıyor programlarına. Besmele ile başlanan programda
ise Allah’ın yasakladığı neler yok ki?! Düşünün bir kere, İslâm düşmanlığını
her fırsatta en rezil şekilde gösteren bir tv. kanalı, programlarını sunarken
besmele ile başlıyor. İslâm’a her gün hakaretler yağdıran, ahlâksız bir gazetenin
ilk satırında besmele yazıyor. Bu Allah ile, din ile alay olmaz mı? Haram
katmerleşmez mi bu tavırlarla? Peki, “onlar besmele ile başlamasınlar
da biz onlara bakarken besmele çekelim” diyebilir misiniz?
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku.”142 âyeti bizden sadece şekil ve lafızla
değil; muhtevâ ile ilgili tavır beklemektedir öncelikle. Okuduklarımızın Allah’ın
ismiyle okunması; Allah’ın izniyle, O’nun rızâsı için, O’nun yolunda,
O’nu unutturmayan, O’na yaklaştıran yapıda olmasını gerektirir. Okumak
gibi, artısı büyük olan bir eylemde besmele bilinci bunu gerektiriyorsa, diğer
eylemlerimizde bu özelliklerin aranma zorunluluğu daha fazla olmaz
mı?
Besmele, Allah’tan İzin ve Onay İstemektir
Bismillâh, “Evvel Allah (önce Allah)” deyip, O’na danışmak, yapacağımız
herhangi bir işte Allah’ın onayını istemektir. Allah’ın adını her
şeyin önüne geçirip yüceltmektir. Müşriklerin putlar adına yaşamaları ve
onlar adına iş yapmalarına karşılık, biz Allah adına yaşayacağımıza, O’nun
adıyla iş yapacağımıza söz vermiş oluyoruz. Bu yüzden dilimiz “Allah’ın
adıyla” derken, diğer organlarımız da aynı şeyi söyleyebilmelidir.
142 96/Alak, 1
• 120 •
Ahmed Kalkan
Bu ise, her şeyimizle O’nun ölçülerine uygun olarak yaşamakla mümkündür.
Aksi takdirde dilimiz “Allah’ın adıyla” derken; elimiz, ayağımız şeytan
veya Allah’ın dışında başkaları adına iş yaparsa bu, tevhidle bağdaşmaz.
“Bismillâh” diyor ve sonra ekliyoruz “Rahmân, Rahîm” sıfatlarını. Aslında
“Allah” ismi, Cenâb-ı Hakkın tüm isim ve sıfatlarıyla birlikte Rahmân
ve Rahîm sıfatlarını da içermektedir. Ama bunlar özellikle hem besmelede,
hem Fâtiha sûresinin ilk âyetlerinde özel yer alır. Kur’an, Allah’ın
rahmetle ilgili sıfatlarını öncelikle ve ısrarla vurgular. O’nun başka isim ve
sıfatları değil de, özellikle Rahmân ve Rahîm sıfatları! Çünkü varlığımızı
O’nun Rahmân ve Rahîm oluşuna borçluyuz. O’nun üzerimizdeki merhametiyle
varız ve varlığımızı bu sâyede sürdürüyoruz. O’nun merhameti olmadan,
nefes alıp vermemiz bile imkânsız. Bedenimiz, aklımız, ruhumuz
hep O’nun rahmetinin birer eseri. Peygamberimiz’in ve vahyin bize gelişi
de O’nun rahmetiyledir. İşte bunları hatırlamak için “Rahmân” diyoruz,
“Rahîm” diyoruz.
Rahmet, her çeşit âfetlerden kurtulup her türlü hayra ermektir. Rahmân,
mü’min-kâfir ayırt etmeden tüm herkese hayat hakkı tanıyan, yaşaması
için gereken şartları hazırlayıp nimetleri veren demektir. Rahîm
ise, hak edenlere ve lâyık olanlara nimetini bol bol, sürekli olarak veren
demektir. Bu yüzden Rahmân sıfatı, O’nun dünyadaki tecellîsi; Rahîm ise
âhiretteki tecellîsidir. Rahmân ve Rahîm derken, hem dünyayı, hem âhireti
hatırlıyoruz. Dünyanın âhiretten ayrı değil; âhiretin tarlası, hazırlık safhası
olduğunun bilincinde dünyada da O’nunla, O’nun ölçüleriyle olmaya gayret
ediyoruz. 143
Besmele, Laik Mantığı Protestodur
Bir mü’min, her eyleminin başına besmeleyi yerleştirmekle laik
mantığa en büyük protestoyu yapmış olur. Besmele, insanın Allah’la iş
yapması, Allah’ı işine karıştırmasıdır. Dolayısıyla besmele; ateizmi, materyalizmi,
laisizmi reddir. Bu mânâda besmele, İslâmî dünya görüşünün
anahtarı mesabesindedir. Laik dünya görüşü “besmelesiz” olmaktır. Laik
olmakla olmamak arasındaki fark, besmeleli olmakla olmamak arasındaki
143 Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sûreleri, Suffe Y., s. 23-24
• 121 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
fark kadardır. Besmeleli yapılan iş, meşrûiyetini Allah’tan alır ve meşrû işlere
besmele çekilir. Besmelesiz işlerse şeytana lâyıktır.
Besmelesizlik demek olan laisizm, aynı zamanda şeytanî bir dünya görüşüdür.
Bunun için Allah Rasûlü her eylemine “Rahmân, Rahîm Olan Allah’ın
adıyla” başlayarak bu sapkınlığı mahkûm etmiştir. 144
Besmele, müslümanın alâmet-i fârikalarından (ayırıcı özelliklerinden)
birisidir. Mü’min, her vesileyle ve sık sık besmele çeker. Günümüzde “müslümanım”
diyen insanların çoğu, yemek vb. bir iki şeyin dışında besmele
çekme gereği duymuyor, her hayırlı şeye başlarken besmele çekmek, tarihe
karışıyor. Yine, günümüzdeki insanların ağızlarından çıkan besmele,
formalite icabı, âdet ve alışkanlık gereği söylenmiş gibi, ruhsuz ve cansız
kelimelerden ibâret kalıyor. Mekanik bir telaffuzdan ibâret, şuursuzca dudaklardan
dökülüveriyor. Adını andığı Allah’a isyanla meşgul bir işyerinin
açılışında besmele okunarak kurdela kesilmesi, örneklerden sadece biri.
Günlük hayatımızın her zaman diliminde Allah’ın ilkelerine ve hükümlerine
bağlı olduğunu göstermek için her çeşit hayırlı işlere besmele ile başlar.
Besmele ile Allah’a ilticâ eder, şeytânî düşünce ve eylemlerden O’na sığınarak,
O’nun yüceliğini itiraf eder ve O’ndan yardım ister. Allah’ın rahmân sıfatını
düşünerek, her çeşit nimetin Allah tarafından kendisinin istifadesine
sunulduğunu düşünür, O’na şükürde bulunur. Rahîm sıfatını düşünerek de
ümitsizliğe giden yolu tıkar, dünyada başına gelen musîbet ve zorlukların
geçici olduğunu, esas ve sonsuz rahmetin âhirette tecelli edeceğini değerlendirir.
Allah’ın adıyla başlamak bir işe… Allah’ın yolunda, Allah’ın belirlediği
ölçüler içerisinde o işi sürdürebilmek… Müslüman olarak biz her işimize
“besmele” ile başlarız. “Besmele” yaptığımız tüm işleri Yüce Rabbimizin
“rehberliği” ve “onayı” doğrultusunda yapma bilincidir. “Besmele” her işimizin
Yüce yaratıcımız tarafından görüldüğü, bilindiği ve kaydedildiğinin
farkında olma bilincidir. “Besmele” yaptığımız her işten hesaba çekileceğimizi
düşündüğümüz ve ona göre hareket ettiğimizi görme bilincidir. “Besmele”
Hesap günü Yüce Rabbimize alnı ak ve günahla kararmamış bir yüzle
varıp, huzura erme bilincidir. “Besmele” Allah adına var olma, Allah adıyla
anlam bulma ve Allah yolunda yaşama bilincidir.
144 Mustafa İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 180
• 122 •
Ahmed Kalkan
“Oku yaratan Rabbinin adıyla…” diye başlayan ilk vahyin sıcaklığını iliğimizde
hissederek… O eşsiz cömert olan Yüce Rabbimizin nimetlerinin
büyüklüğünün farkında olarak…
Besmele Çekmenin Hükmü
Besmelenin yerine göre farz, vâcip, sünnet, mendup, haram ve mekruh
gibi hükümleri vardır. “Üzerlerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların
etinden yemeyin. Çünkü bunu yapmak Allah’ın yolundan çıkmaktır.”
145 mealindeki âyet, hayvan keserken besmelenin farz olduğunu gösterir.
“Yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yiyin ve üzerine
Allah’ın adını anın.” 146 âyeti de av üzerine hayvanı gönderirken veya av için
silâh kullanırken, yani avcılık yaparken besmele çekmenin farz olduğunu
belirtmektedir. Hayvan keserken besmelenin kasten terkedilmesi halinde,
o hayvanın etinden yemek haramdır. Namaz dışında Kur’an okumaya başlarken
sûrenin başında istiâze ve besmele âlimlerin çoğuna göre sünnettir.
Namazda ise, Hanefî mezhebine göre her rekâtta Fâtiha’dan önce besmele
sünnet; Şâfiî mezhebine göre farzdır.
Önemli sünnetlerden ve yaygın muâşeret kurallarından biri de yemek
yemeye başlarken besmele çekmektir. Konu ile ilgili hadis-i şerifte belirtildiği
üzere147 başlanırken unutulduğu takdirde hatırlandığı zaman, “Başında
da sonunda da Allah’ın adıyla” anlamında “Bismillâh fî evvelihî ve âhirihî”
demek gerekir. Herhangi bir işe başlarken besmele çekmenin hükmü işin
mâhiyetine göre değişir. Meselâ içki içmek, gasbedilen veya çalınan bir şeyi
yemek gibi yasak fiillere besmele ile başlamak, onları meşrû saymak anlamına
geleceği veya dinle alay hükmüne gireceği için haram kabul edilmiştir.
Abdest almak, duâ okumak gibi ibâdetlerle, yenilmesi helâl olan gıdaları
yemek, helâl şeyleri içmek gibi fiillere besmele ile başlamak sünnettir.
Besmele, Allah’ı hatırlattığı, zikr olduğu, kul-ilâh ilişkisi ve kurallarını
düşündürdüğü için, her meşrû eylemimize besmeleyle başlamak, sürüden
ayrılıp seviye kazanmak ve işimize bereket katıp ibâdet sevâbı almaktır.
Necâset mahallerinde besmele çekmek ise mekruh sayılmıştır. Cünüp ve
145 6/En'âm, 121
146 5/Mâide, 4
147 Ebû Dâvud, Et'ıme 15; Tirmizî, Et'ıme 47
• 123 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
âdetli olanların duâ ve senâ maksadıyla besmele çekmesinde bir sakınca
yoktur. 148
Besmele Şuurunun Mü’mine Kazandırdıkları
Besmele şuuru, bize şu anlayış ve davranışları kazandırır (kazandırmalıdır):
Müslümanın her işi Allah’ın adıyla ve O’nun emir ve müsaadeleri doğrultusunda
olmalı.
Müslümanın her işinde ‘evvel Allah’ olmalı. Yani mü’min, başlayacağı
işi yapıp yapmama konusunda önce Allah’a danışmalı.
Harama besmele çekilmeyeceği için, besmele çekemeyeceğimiz hiçbir
işe girişmemeliyiz.
“Besmelesiz iş ebterdir, yok olmaya mahkûmdur” 149 hadisinden anlıyoruz
ki besmelesizler ve onların düzenleri devrilip yıkılmaya mahkûmdur.
Kesilirken besmele çekilmeyen her hayvan murdardır, pistir. Besmeleyle
ve besmele doğrultusunda olmayan her düşünce, fikir, iş ve düzen de
murdar ve leş hükmündedir.
Besmele Allah’tan yardım dilemedir. Allah ise, ancak Kendi yolunda
olanlara yardım eder. 150
Müslüman, her türlü davranışa İslâmî ölçüler ışığında başlamalı, eylem,
hizmet ve faâliyet yaparken İlâhî rahmet ve merhamet üzere bulunmalıdır.
Besmele bu bilinci yansıtmalıdır.
Müslüman, bütün düşünce ve davranışlarında merhametle hareket etmek
zorunda olduğunu besmeledeki rahmetle ilgili iki sıfatla idrâk etmelidir.
148 İslam Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı Y. c. 5, s. 531
149 İbn Mâce, hadis no: 1894
150 Ali Akpınar, a.g.e. s. 28
• 124 •
Ahmed Kalkan
Müslüman, besmeleyi hayatının tamamına yansıtmalıdır. Şuursuz bir
şekilde söylenen besmelenin, istenen faydayı sağlamayacağını bilmelidir.
Besmele, müslümanın elini attığı her işte, adımını attığı her yolda Allah
ile beraber olduğunun, O’nun yardımıyla iş yaptığının şuurunda olmasını
sağlar/sağlamalıdır.
Besmelenin her işte sürekli tekrar edilmesi, Allah’ı zikir olduğu gibi,
müslümanın Allah’la rahmet üzerine iş yapacağına, O’nun izin verdiği şekilde
davranacağına dair sözleşme yenilemesidir.
Besmele, her işte Allah’tan yardım istemenin gerekliliğini, başarı ve zaferin
Allah’a ait olduğunu unutmamak demektir. 151
Besmeleyle, yapılan işi kendi adımıza, fakat Allah’ın ismi ve izniyle, Allah’tan
yardım dileyerek yaptığımızı belirtiyoruz.
Allah’ı yücelterek başladığımızda o iş, Allah için oluyor. O’nun dini için
yapılan bir gayret şeklini alıyor.
Şeytanın iğvâsına karşı direnme bilinci yenileniyor. Her işe besmeleyle
başlamak hayatı anlamlandırıyor.
Allah’ın sözünü toplum hayatının dışına iten kökten laik anlayış reddedilmiş,
tüm müşrikler ve putperestlere muhâlefet etmiş oluyor. 152
Mü’minler istiâze ve besmelenin şuuruna erdikleri gün, yeryüzünde
hiçbir tâğutî iktidar gücünü muhafaza edemez. Çünkü eûzü-besmeleyi duyan
şeytan ve tâğut çılgına döner, mahvolur. 153
151 Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, Suffe Y., s. 19
152 İhsan Eliaçık, a.g.e. s. 22
153 Yusuf Kerimoğlu, a.g.e. 1/42
• 125 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
3- Rab (Allah’ın Rab ismi)
Bu âyeti oluşturan temel kelimelerden üçüncüsü, Rabbdir.154 Rabb,
Kur’an’da Allah lafzından sonra O’nun en çok geçen ismidir. Bu kavram,
başka bir dilde tek kelimeyle kolayca ifade edilmeyecek kadar geniş kapsamlı
ve zengin anlamlıdır. Bu mânâ nüanslarının hepsini birden tek kelimeyle
dile getirmek mümkün olmadığı için rab kelimesi, hangi bağlamda
kullanıldığına bakılarak mânâlandırılmalıdır. Ama onun öncelikli ve ağırlıklı
mânâsının; “terbiye etmek, büyütüp yetiştirmek” olduğu söylenebilir.155
Rab kelimesi, şekil olarak masdardır. Ancak bu sözcük, asıl anlamın
dışında/müstear olarak fâil mânâsını ifade etmektedir.156 Çünkü Arapça’da
bir şeyi büyütme/iz’am etme maksadıyla çoğu kez ism-i fâil yerine masdar
kullanılır. İşte, Allah’ın rabliğinin kemâlini ifadeye koymak için mürebbî
yerine rab kelimesi kullanılmıştır. Bu yüzden Kur’an’da Rab ismi, “bütün
varlıklar âlemini yaratan, onları terbiye ederek geliştiren, maddî ve mânevî
olgunluğa eriştiren, her türlü otoritenin nahâî kaynağı olan Allah” anlamına
gelmektedir.157
Rab kelimesi er-Rabb şeklinde yalnız Allah için kullanılır. Ama bu kelime,
belirtilen er-Rabb şeklinde Kur’an’da hiç geçmez. Ancak, hadis dilinde,
er-Rabb şeklinin, Allah anlamında kullanıldığı görülür.158 Rab ismi, Allah’tan
başka varlıklar için, bir şeye eklenmeden/izâfe edilmeden tek başına
kullanılmaz. Ayrıca bu ismin, Allah’tan başkası için kullanılması, hadis
diliyle yasaklanmıştır.159 Rab kelimesi, Kur’an’da birkaç istisnâ dışında160
her zaman muzaaf olarak sadece Allah’ı niteler. Genelde isim veya zamire
eklenmiş olark gelen bu kelime, sadece iki âyette yalın halde ve nitelenmiş/
mevsuf olarak görülür.161 Rab kelimesinin çoğul şekli olan erbâb, Allah’tan
başka tanrılaştırılan varlıkları (sahte tanrıları) belirtmek için kullanılır.162
154 Rabb kelimesi, sözlükte “terbiye etmek, besleyip büyütmek, yönetmek, efendi, sahip ve mâlik olmak” gibi
anlamlar taşıyan r-b-b kökünün türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, I, 399-409).
155 Bk. Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 23 vd.
156 Bk. Râgıb el-İsfehani, el-Müfredât, s. 336
157 Bk. 1/Fâtiha, 2; 6/En’âm, 164; 7/A’râf, 54; 19/Meryem, 65 vb.
158 Bk. Sehârenfûri, Bezlü’l Mecbûd, XIX, 214
159 Bk. Sehârenfûri, a.g.e., XIX, 214-215
160 Bk. 12/Yusuf 41, 42, 50; 79/Nâziât, 24
161 Bk. 36/Yâsin, 58; 34/Sebe’, 15
162 Bk. 12/Yusuf, 39; 3/Âl-i İmrân, 64, 80; 9/Tevbe, 31
• 126 •
Ahmed Kalkan
Kur’an vahyinin başlangıcından beri Rab kelimesinin, insanlara ait olan
zamirlere163 ve Allah’tan başka kimsenin sahip olamayacağı yirmiyi aşkın
muazzam varlıklara izâfe edildiği/eklendiği görülür.164 Kur’an vahyinin bu
kelimeye yüklediği aktif mânâ sonucu, Rab sözcüğü, Mekke döneminin
sonlarına doğru sadece Allah’a ait bir isim haline gelmiştir. Bu aşamadan
sonra kelimenin muzaaf olduğ şeyler gittikçe azalmış, hatta Medine devrinin
son dönemlerinde inen vahiylerde Rab kelimesinin sadece Rabbu’l-âlemîn
ve Rabbu’l arşi’l azîm şekli kullanılmıştır.165
Kur’an vahyinin, başlangıçta ulûhiyeti en çok Rab kavramıyla anlatmasının
temel nedeni, tevhid inancından uzaklaşmış insanların nazarında
Allah isminin, rablik fiillerinden neredeyse tamamen tecrid edilmiş/soyutlanmış
olmasıdır. Onlar, Allah’ı faâliyetleri sona ermiş ve insanlardan uzak
duran bir ilâh olarak görüyorlardı. İşte Kur’an insandaki Allah inancının
uzak bir anıya dönüşmesini önlemek için ulûhiyeti en çok rab kavramıyla
anlatmıştır. Kur’an’ın, rab kelimesine yüklediği dolgun ve aktif mânâ sonucu
bu sözcük, Allah’ın en has ismi haline gelmiş; böylece bütün insanlığa,
Allah’tan başka hiçbir varlığın rablik hakkı olmadığı mesajı verilmiştir.166
Allah “Göklerin, yerin ve bunların arasında var olan her şeyin Rabbidir. Öyleyse
yalnızca O’na kulluk et, O’na kullukta devamlı ve sebatlı ol. Hiç, ismi
O’nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?” 167
Alak sûresinin birinci âyetini oluşturan temel sözcüklerden dördüncüsü
de, haleka fiilidir.168 Bu fiil, “ana maddesi ve modeli olmadan bir şey var
etme”yi169 yahut “var olan bir şeyden bir başka şey icad etme”yi belirtmek
için kullanılır.170 Kur’an’a göre yaratma fiilinin fâili, yani Yaratıcı, açık veya
163 Bk. 96/Alak, 1, 3, 8; 55/Rahmân, 13-19; 42/Şûrâ, 15; 2/Bakara, 37, 258; 14/İbrâhim, 25; 29/Ankebût, 8;
7/A’râf, 22 vb.
164 Bk. 1/Fâtiha, 2; 6/En’âm, 164; 7/A’râf, 122; 9/Tevbe, 129; 19/Meryem, 65; 26/Şuarâ, 26, 28; 27/Neml, 91;
37/Sâffât, 5, 180; 53/Necm, 49; 55/Rahmân, 17; 106/Kureyş, 3; 113/Felak 1; 114/Nâs, 1 vb.
165 Bk. 5/Mâide, 28; 9/Tevbe, 129 vb.
166 Bk. 1/Fâtiha, 2; 6/En’ân’âm, 164 vb.
167 19/Meryem, 65; Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları I
168 Haleka fiili, sözlükte yaratmak, var etmek, takdir etmek, düzgün biçimde oranlamak ve ölçmek gibi
anlamlar taşıyan h l k kökünün türemiş şeklidir (Bk. Lisânu’l Arab, c. 10, s. 85-92)
169 Bk. 96/Alak, 1; 6/En’âm, 1 vb.
170 Bk. 96/Alak, 2; 55/Rahmân, 14-15 vb.
• 127 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
takdirî olarak her zaman Allah’tır.171 Yaratılanlar ise; gökler, yer, yeryüzündekiler,
cinler, insanlar, bütün canlılar, kısacası “her şey”dir.172
Kur’ânî bir terim olarak Rab; varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek
geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine
mâlik ve her şeye sahip olan Allah anlamına gelmektedir. Allah’ın
umumi isimlerindendir. Kur’an’da Allah lafzından sonra en çok kullanılan
isimdir; 968 defa geçer. Nüzul sıralamasında ilk âyette kullanılan isim/sıfat,
Rab ismi olduğu gibi, Kur’an’ı açtığımızda bizi ilk karşılayan Fâtiha’nın
başlangıcında da yine O’nun onlarca ismi arasından seçilerek başa alınan
Rab ismidir.
Kur’an’da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan,
yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah
anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten,
hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek Rab olan Allah’a, O’nun
rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı
da ifade etmektedir. Allah’tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek,
O’nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O’nun mutlak
hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah’ı gerçek Rab olarak tanımak demektir.
Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm’ı, insanları, kullara ve
diğer varlıklara ibâdet etmekten kurtarıp, Allah’a kulluk etmeleri için göndermiştir.
İslâm, insanları kulların zulmünden, Allah’ın adaletine götürür.
Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir. Yani gerçek Rab ve
Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta
tevhiddir; bu da Allah’tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine
ibâdet etmekle yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah’a ibâdet eden kimsedir.
Sadece Allah’a ibâdet ise, Allah’tan başkasını rab edinmemek, O’na
hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.
İslâm, insanları, birbirlerine kul olmaktan kurtaran hürriyet dinidir.
Sadece İslâm dinidir ki, insanları bir olan Rabbe ibâdet etmeye çağırmış
ve onları çeşitli bâtıl inançların yanlış sonuçlarından koruyarak, böylece
onları Allah’ın dışındaki varlıklara kul olmaktan kurtarmıştır.
171 Bk. 96/Alak, 1, 2; 87/A’lâ, 2; 71/Nûh, 15; 45/Câsiye, 22 vb.
172 Bk. 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 30/Zümer, 62 vb.
• 128 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’da Rab Kavramı
“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tam 968 yerde geçer. Rab kelimesinin
çoğulu olan “erbâb” 4 yerde ve bu kelimeden türemiş olan “Rabbânîyyûn” 3,
“ribbiyyûn” ise bir yerde kullanılır. Toplam olarak “rab” kelimesi ve türevleri
Kur’an’da 976 yerde tekrar edilir.
Kur’ân-ı Kerim, besmeleden sonra “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir”
cümlesiyle başlamaktadır. Bu giriş oldukça ilginçtir. Vahy kitabı olan
Kur’an söze Allah’a ait en önemli özelliği vurgulayarak, insanlara bu önemli
gerçeği hatırlatarak başlıyor: Allah’ın Rabliği. Her türlü övgü, her türlü saygı
ve itaat ifadesi, her türlü şükran duygusu ve bağlılık; bütün âlemlerin,
âlem diye nitelediğimiz bütün varlıkların asıl sahibi, mâliki, yöneteni, bakıp
gözeteni, koruyup ihtiyaçlarını gidereni, onlara dilediği gibi yön veren
yüce güç sahibi Allah’a aittir. Kur’an, O’nun sözüdür ve O yaratıp şekil verdiği
insanları müjdeliyor, korkutuyor, doğru yola dâvet ediyor. Çünkü O,
âlemlerin Rabbi Allah’tır.
Rab ismi, Kur’an’da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir
ki, ilk nâzil olan 30 sûrede “Rab” ismi 80 kez geçtiği halde, “Allah”
ismi sadece 20 kez geçer. Buna göre Rab lafzı, Allah lafzının dört katı olmuş
oluyor. Elbet bu gerçek, tesadüfle açıklanamaz.
Kur’an, ilk mü’minlerin gönlünde sahih bir Allah inancını oluşturmayı
hedeflemişti. Çünkü sorun insanları Allah’ın varlığına inandırma sorunu
değildi. Câhiliye insanı Allah’ın varlığına zaten inanıyordu. Ama bu insanlar
sahih Allah inancını kaybettikleri, Allah’ın olanı başkalarıyla paylaştırdıkları
için sapıtmışlardı. Bu nedenle Allah, ilk indirdiği âyetlerinde
insanların zihinlerinde kendi rabliğini silinmez bir biçimde yazmayı murad
ediyordu. Bundan dolayıdır ki, yaratıcının en büyük ismi olan “Allah”ın
dört katı olarak “Rab” ismi kullanılmıştı. Rabliği kabul edilmemiş bir Allah’a
müşrikler zaten öteden beri inanıyorlardı.
İşte Kur’an, Allah’ın rab oluşunu ilk mü’minlerin kalbine ve kafasına
silinmez harflerle yazdıktan sonradır ki, taşın gediğine konduğunun delili
olarak, tam sekiz ayrı yerde şu hitapta bulunuyordu: “Zâlikümüllahü Rabbüküm”
173 “İşte bu Allah’tır sizin Rabbiniz” Yani, ancak Allah olan, Rabbiniz
173 40/Mü'min, 62, 64
• 129 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
olabilir, deniliyor. “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlar” 174
ebedî saâdetle müjdeleniyordu.
Kur’an’da rabliğin belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların
başında, insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve
varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri
belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden insan,
rablik iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek
tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/
ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah’tan
başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor,
Rabbe ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları
gerçek Rabbin emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara,
ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar.
Oysa bu durum, rablik iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar
her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah’ın koyduğu hükümleri
bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle
onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah’tan başkalarını
rab edinmeleri demektir. Kur’an’daki rable ilgili âyetler bu konuyu
açıkça ortaya koymaktadır. 175
Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbinin Allah
olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp
şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki
O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her
şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların
ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.
Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları
Âlemlerin tek Rabbi Allah’tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran,
koruyan, gözeten... O’dur. Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında,
toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta, sakat veya sağlam, gözü
olan-olmayan nice varlıklara rızık veren O’dur. İnsanın hizmetine sunulan
sayısız nimetler bize Rabbimizi tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar;
174 41/Fussılet, 30
175 Y. Çiçek, F. Yıldız, Hamd Rab, Bir Y., s. 47-49
• 130 •
Ahmed Kalkan
Rabbini tanıyor, O’na itaat ve kulluk ediyor.176 Bizim de fıtratımızda Rabbi
tanıyıp kabul etmek ve O’na ibâdet etmek var. Kur’an bize Rabbimizi tanıtıyor.
İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz’af) iseler, çevrelerindeki rab
taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü,
çok farklı şekillerde ortaya çıkar. İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür
irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların
zorlamalarıyla piyasadaki rablerden birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada
tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun,
fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi
var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir. Allah’a gerçekten
inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa,
başka bir Rabbe boyun eğmezler; kendileri rablik taslarlar.
Rablik taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve
iktisadî güçlüler. Siyasî güçlerin rablik taslamalarına örnek; Fir’avn, Nemrut
ve onların izinden giden çağdaş yöneticilerdir. “(Fir’avn,) ‘Ben sizin en
yüce rabbinizim’ dedi.”177 “Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik)
verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut’u)
görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’
demişti. O da: ‘Ben de hayat verir ve öldürürüm’ demişti. İbrahim: ‘Allah
güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun
üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez.” 178
Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablik taslayanların örnekleri
de Kur’an’dan öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık
atfedilen ölü veya diriler, yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da
Karun’lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan, ezen ve üzenler ve de
düzenler. Rablik iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında
samimi değillerdir. Onlar sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat
çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık düzeni kurup devam ettirmeye
çalışanlardır. Ebû Leheb’in Peygamberimiz’e (s.a.s.) gelip “Müslüman
olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?” diye sorması üzerine Efendimiz
cevap verir: “Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var.” İnsanları
176 41/Fussılet, 11
177 79/Nâziât, 24
178 2/Bakara, 258
• 131 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sömüren düzenlerini ve çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini
anlayan Ebû Leheb’in karşılığı şöyledir: “Bir köleyle beni eşit gören din
olmaz olsun!” Kendisini güçlü gösteren insan, sanki bilmez mi, başkalarına
ve her şeyden önce Allah’a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak
yüce ve büyük olan Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”
Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği
Kur’an’da “ilâh” ifadesi putlar için de kullanılırken; “Rab” ismi putları ve
tâğutları ifade için kesinlikle kullanılmaz. Kur’an, rablik vasfını sırf Allah’a
hasretmiş, başkası için bu sıfatı kullanmamıştır. “Rab” olmayan bir tanrı
edinme isteği, insanoğlunun en eski sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden
biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, insanın varlığını kuşatan bir tanrıdır.
Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden öğrendiğimiz
insan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı
ve kontrol altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve
nefsânî zaaflarına daha uygun bulmaktadır.
Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu,
düşüncesi ve eylemi üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan
bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa kendi elleriyle icat ve imal etmiştir.
Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş insanoğlunun bulduğu bu
türden “rab olmayan” ilâhlarıdır.Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere geçen,
yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa, okula, devlete, kanunlara,
yaşayışa... karışmayan bir tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan
tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm bir tanrı. Rabliği kabul
edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların dışına
çıkamayan bir tanrı!
Tabii bu da kurtarmamış, insan en sonunda Rab olan bir Allah’a inanmak
zorunda kalınca, bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve
birliğini tasdik ettiği İlâhın rabliğini inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk,
laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş insanın Rabbiyle olan ilişkisi
bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır. Nasıl
Allah’ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim’in hanif
dinini tahrif ve tahrib etmişlerse, Allah’ın rabliğini inkâra kalkışan çağdaş
müşrikler olan laikler de Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hanif dinini tahrif ve
tahribe yeltenmişlerdir.
• 132 •
Ahmed Kalkan
Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah’tan
Başkasını Rab Edinme
Allah’ın rab oluşu konusunda insanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti
inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah’ın bu
sıfatını Allah’tan başkasına vermek, O’ndan başkasını rabler edinmek biçiminde
ortaya çıkmaktadır. “Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rabler
edindiler; Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah’a ibâdet
etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları
şeyden uzaktır.”179 Burada sorun “rab” edinilenin kimliği değildir. Bu,
İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid kullar, velîler ve
hatta Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve
o da Allah’tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur’an Allah’tan başkasına
kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor.
Yahûdileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin
bu şirk türü aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de
ulularını, din büyüklerini, velîlerini, evliya kabul edilen bazı diri ve ölüleri
Allah’tan başka rabler edinme sevdasına düşmüşlerdir.
Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan
ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda
eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem’i boynunda altın bir
haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını öğütlemiş,
ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir etmişti:
“Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin
onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da
haram kabul ediyorlardı.”180 Başka bir âyet-i kerimede de Allah’tan başkalarını
rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman
olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır: “Hiçbir insana yakışmaz
ki Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de ardından insanlara
dönüp ‘Allah’ı bırakıp bana kullar olun’ desin. Fakat ‘öğrendiğiniz ve okuduğunuz
Kitap gereğince Rabbe hâlis kullar olun’ der. Ve size ‘melekleri ve
peygamberleri rabler edinin’ diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra
size inkârı emreder mi?” 181
179 9/Tevbe, 31
180 Tirmizî', Tefsir 10
181 3/Âl-i İmrân, 79-80
• 133 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş insanoğlu?! Kendine bile
faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara
kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek, ölülerden çocuk, nasip veya
yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi, dilekçe sunar gibi
bez bağlamak, mum yakmak, Fir’avun’lar için yapılan piramitlere özenerek
anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında
dönmek, kabre karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzü suyu hürmetine
deyip Allah’la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi
kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna
benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı insanlara
kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah’a ait bazı vasıflar vermek de
rableştirmeye ayrı örneklerdir.
İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini
rabler edinmeleri sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir
aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahûdileşme
temâyülü olan üstadını, ustasını, efendisini, şeyhini, hocasını Allah
dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını boynundan atıp
hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu
ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen
tüm âyetlerde gelen “min dûnillâh” (Allah’ın berisinde -O’nunla birlikte veya
O’nun dışında-) lafzını iyi anlamak gerek.182 Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ
ve hevesi rab edinmek183 demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük
ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.
Kur’an’da nehyedilen rablik, Allah’a mahsus olan bir sıfatı O’nun dışında
başkalarına vermek demeye gelen rabliktir. Terbiyesinde Allah’ı dışarıda
bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir Rabbi
kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah’ın ilkeleriyle terbiyecilik
yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten
ibâret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah’la iddialaşmak
yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz. 184
182 3/Âl-i İmrân, 64; 9/Tevbe, 31
183 45/Câsiye, 23
184 12/Yûsuf, 23
• 134 •
Ahmed Kalkan
Allah’tan başkasını rabler edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve
terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor
önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama zannettiği gibi hür değildir.
Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı gösterilen tepki, bu ikinci
tür hastalığı doğurmaktadır. 185
Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji
ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği de sorgulamak gerekiyor. Filmleri,
dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda
“gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân tanrısı-tanrıçası...” gibi rab vasıflarının
bir insana unvan olarak verildiğini ve uydurma tanrılıkları, rablikleri;
tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.
Kur’an, Allah’ın rab oluşundan söz ederken, O’nun göklerin, yerin ve
ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak
da âlemlerin Rabbi olduğunu ısrarla vurgular. Allah, evreni yaratmakla
kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ etmiştir. Bazı
filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar
gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış,
sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal
bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli
de bu sakat anlayıştır. Kur’an “Allah, âlemlerin Rabbidir”, “Sizi ve yaptıklarınızı
yaratan Allah’tır.” âyetleriyle Allah’ın evreni kendi haline bırakmadığını
açıklıyor.
Allah, âlemlerin Rabbidir. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin,
yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin,
gezegenler ve yıldızlar âleminin... Rabbi Allah’tır. Mikro anlamda, bitkiler
âleminin, insanlar, melekler, cinler âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin,
milyonlarca tür ve cinsteki hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin,
görülen ve görülmeyen âlemlerin... Rabbi Allah’tır. Rivâyete göre, toplam
sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri
yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah’tır.
Allah açısından evrendeki her hareket Allah’a aittir.
185 M. İslâmoğlu, İman Risalesi, Denge Y., s. 176 vd.
• 135 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Her varlığın varlığı O’ndandır. Varlıklar, cisimleriyle değil; kendilerini
cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle
Allah’tandır. Yani, hiçbir varlık, kendi halinde bir hareket yeteneğine
sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle donatılmış da değildir. Mutlak güç
ve kuvvet kaynağı sadece Allah’tır. İzafî olarak varlıkların fıtratlarında varmış
gibi görünen ve adına bugün “tabiat kanunları” veya “içgüdü” denilen
birtakım sebepler, gerçekte Allah’ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması
ve yenilemesinden başka bir şey değildir. Allah açısından sebep-müsebbip
şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz. Sebep de müsebbip de Allah’tır.
Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir sebep-
sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları tarafından mutlaklaştırılıp
âdeta Allah’ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır ki, bugün batının
ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı burasıdır;
yani sebepleri putlaştırmak. Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının maddî
sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu Allah adını hiç anmadan
yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.
Allah’ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O’nu
evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O’nun rabliğini inkâr etmek demektir.
Oysa Kur’an’ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları
“kudret elinde” tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğuda
da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah’a aitttir. Her şey
O’nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir
hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten,
yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O’dur. O âlemlerin
Rabbidir.
İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç önemli özellik verilmiştir:
İrâde, konuşma ve bilgi. Allah’ın ilmi, irâdesi ve kelâmı mutlakken ve
insan dâhil her şeyi kuşatmışken; insanın ilim, irâde ve kelâmı izafîdir, Allah’ınkilere
tabi olmak zorundadır. Çünkü o yeryüzünde halife olarak vardır.
Allah’ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O’nun ilminden bilgisini alacak
ve O’nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama eğer insan Allah’ın ilâh
olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve
sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde
tasarruf etmeye kalkar, irâdesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte
bu da, Allah’ın rabliğini kabul etmemek, O’na bu noktada ortak koşmak
demek olur.
• 136 •
Ahmed Kalkan
Demek ki, Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar
arasında yalnızca insan teşrîî alanda bu rabliğe karşı çıkabilir. Yeryüzündeki
tasarrufunu Allah’ın değil; kendi irâdesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir.
Dünyadaki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun
için, Allah’ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan,
kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne
şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda,
böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah’ı değil; bu insanları rab
kabul etmiş olurlar.
Kur’an, Allah’ın mutlak rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini,
râhiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri,
yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları
ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular.
Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah’ın mutlak anlamda rab olduğunu ilân ederken,
Fir’avn, kavmine karşı, “en büyük rabbiniz benim”186 diye seslenir. Yine
Kur’an, insanları, birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah’ı rab
edinmeye çağırır. 187
Kur’an’da rab ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh kavramından
önce gelmektedir. “De ki, sığınırım insanların Rabbine, insanların
melikine, insanların ilâhına.” 188 Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların
birinci derecede Allah’ın yolundan ayrılmalarının nedeni rablik ve melikliği
kendilerine özgü kılma, yani Allah’ı yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır.
Eğer, Allah rab ve melik olarak insanların hayatına müdâhale etmeyecek
olursa, bu durumda rablik ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin insanların
eline geçecek, bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik
olabileceklerdir. İnsan, arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını
dilediği gibi tatmin etmek ve dolayısıyla yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir
kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden
daha başka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte
rablik iddia eden egemen güçlerin zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.
İnsanlar, Allah’tan başka kimseyi rab kabul etmezlerse,
zulüm en büyük desteğini de yitirmiş olacaktır. 189
186 79/Nâziât, 24
187 9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64
188 114/Nâs, 1-3
189 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 148 vd.
• 137 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Günümüz İnsanının Çeşitli Rableri
Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rable,
yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rabler aynı değildir. Teorik
olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah’ın rabliğini, vicdanlarına hapseden
günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah’tan başka
rablerin emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim
ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah’ı
günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü’min
ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah’ın emir ve
yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin
emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü
olarak itaat ederler; böylece Allah’tan başkalarını rab edinmiş olurlar.
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; her şeyle, özellikle egemen tüm
güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık(!)
Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a inanan ve tâğutların
ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!
Kur’an’ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır
ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve
inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah’ın varlığını
inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları;
Allah’ın mutlak rabliğini kabul etmeyişleri, Allah’ın yaratıcı olduğuna
inansalar da O’nun tek rabliğine pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rabliğin
bir kısım özelliklerini Allah’tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal
ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah’tan başkalarından
almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya
Allah’tan başka rabler olduğuna inanıyorlar veya Allah’ın rabliğine teorik
olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah’tan başkalarının rabliğine teslim
oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri
asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara,
yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani
göklerin Rabbi. Hâlbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin Rabbidir.
Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç
olduğu halde Rasûlüllah’ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: “Yâ Adiyy,
boynundan şu putu çıkar.” buyurdu. Bu sırada Rasûlüllah “Yahûdiler ve hı•
138 •
Ahmed Kalkan
ristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah’tan başka rabler edindiler.”190 meâlindeki
âyeti okuyordu. Adiyy: “Ey Allah’ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere
ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)” dedi. Peygamberimiz:
“Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahûdi hahamları) Allah’ın helâl kıldığını
haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular.
İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir.”
191 buyurdu.
Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak
için, ona rab adı vermek şart değildir. Allah’tan başkalarının emrine,
Allah’ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat
etmek, hükümle ilgili konularda Allah’tan başkalarının sözünü dinleyip
kabullenmek, Allah’tan başkasına itaat ederek O’nun dininin emir ve hükümlerine
başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah’tan başkalarını
rab edinmek ve onlara tapmak demektir. Putlara, şeytanlara ve tâğutlara
tapmak nasıl şirk ise; Allah’ın emrine, Hakk’ın hükmüne uymayan kişilerin
ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah’a tercih edip onlara
uymak da öylece bir şirktir.
Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah’ın
ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için,
hem bir çeşit şirk, hem de Allah’ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her
ne kadar dil ile rab denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.
Onların sözlerine itaat edip, Allah’ın emirlerini terk etmenin puta
ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim,
Hakk’ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, bâtılı
da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâli haram, haramı da helâl tanıtarak
Allah’ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer
tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma
düşenler, Allah’ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara
Allah’a tapar gibi tapmış olanlardır.
Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler
var. Her insan, hangi Rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak,
bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi Rabbe kulluk etmesi
190 9/Tevbe, 31
191 Tirmizî, Tefsir 10
• 139 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın
her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O’na kullukta bulunulmuş
olunamaz. “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru yaşayanlara
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”192 Peygamberimiz’in: “Allah’a
inandım, de, sonra da dosdoğru ol!” (1) mübarek sözü, Kur’an’daki rab kavramının
ve O’na kulluğun en veciz ifadesidir.
Kabirde sorulacak insanlara: “Rabbin kim?” Dünyada rab anlayışı
ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan.
“Rabbim filandır” diyecek insan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada.
Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu
söyleyecek dil. Orada “Rabbim Allah’tır” diyebilmek için, burada “Rabbim
Allah’tır” deyip bu sözünü yaşantı olarak ispatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun
tek reçetesi: “Rabbim Allah” deyip dosdoğru olmak...
Rab Konusunda Sahih İtikad
Allah, âlemlerin Rabbidir. Her varlığın geçek sahibi Allah’tır. Varlıkların
tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne Rab Allah’tır. Allah’tan
başka ma’bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine
ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma’bud ancak Allah’tır. Rubûbiyet
ve ülûhiyet sadece O’nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi,
Rabbini tanımasıyla mümkündür. Allah’ı tek ve gerçek rab olarak tanımak;
O’nun emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah’a güvenerek başkalarının
arzusunu O’nun emrinden üstün görmemek, O’nun hükümlerine
uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir.
Allah’ın yegâne rab olduğuna inanmak; her işi yönetip tanzim edenin, yine
her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek
demektir.
İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi,
yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir.
192 46/Ahkaf, 13
• 140 •
Ahmed Kalkan
4- Yaratma
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
“Halk” kelimesi, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve
benzere dayanmaksızın bir şeyi ibdâ etmek mânâsında kullanılır. Arap dilinde
halk, önce geçmiş bir örneğe dayanmadan bir şeyi icad etmek, yoktan
var etmek, yaratmak anlamında kullanılmıştır. Halk, bir şeyden bir şey icad
etmek, yapmak mânâsına da gelir.
Bu âyette, halk kelimesi, nesne/mef ’ûl almadan gelmiştir. Yaratılan şeyler
sınırlandırılmadığı için, “her şeyi yaratan” anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
Yaratma konusu, bundan sonra gelen 2. âyette tekrarlandığı ve bir örnekle
açıklandığı için genişçe izahını oraya bırakmak daha uygun olacaktır.
Özetle; tabiat ilimlerini okurken de şeriat ilimlerini okurken de tabiatı
yaratan ve şeriatı indiren Allah’ın adını unutmayacağız. Rabbimiz ilk inen
beş âyette iki defa “oku” emrini veriyor, bir defa da kalemden bahsediyor.
Asıl olan amel = eylemdir. Amel ilimle olur. O ilim kalemle kaydedilir. Ama
yazacağını tekrar tekrar oku. En doğrusunu yaz. Ağızdan çıkan söz, kalemden
çıkan öz, silâhtan çıkan kurşun gibidir.
- 2. Âyet -
قٍ خَلَقَ اْلِانْسَانَ مِنْ عَلَ
خَلَقَ : yarattı ا لِانْسَانَ : insanı مِنْ عَلَقٍ : aşılanmış bir hücreden
“O insanı alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip
yapışan bir sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı.” (96/Alâk, 2)
Alâk sûresinin bu ikinci âyeti, insanın ana rahmindeki gelişme evrelerinden
birine işaret etmektedir. İnsan, bedensel yapısı, ruhsal özellikleri,
akıl, irâde, düşünme ve konuşma gibi yetenekleri bulunan; ahlâkî yönden
• 141 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
de üstün nitelikli olan en gelişmiş canlıdır.193 İnsan kelimesi, lafzen tekil
olmakla beraber, anlam bakımından çokluk/çoğul ismi olarak da kullanılır.
194 “İnsan” ifadesi eşit olarak erkek ve kadını kapsamakta; böylece Kur’an
dâveti insanın her iki cinsini de kuşatmış bulunmaktadır.
Bu âyette yer alan alâk sözcüğünün asıl anlamı, yapışkanlıktır.195 İnsanın
yapışkan bir nesneden yaratıldığını belirten bu kavram, hem onun ana
rahminde embriyonik bir gelişme göstermesine, hem de sevgi ve ilgi gibi
mânevî değerlerle donatılmış olduğuna işaret eder.
Bu âyette açıklanması gereken üç kelime var: Yaratma (Halâka), insan,
alâk. Şimdi bu kelimeleri açıklamaya çalışalım:
1- Yaratma (Halâka/Yarattı)
Halk Kelimesi; Anlam ve Mâhiyeti
“Halk” kelimesi, aslında doğruca takdir etmek demektir. Bir asla ve
benzere dayanmaksızın bir şeyi ibdâ etmek mânâsında kullanılır. Arap dilinde
halk, önce geçmiş bir örneğe dayanmadan bir şeyi icad etmek, yoktan
var etmek, yaratmak anlamında kullanılmıştır. Halk, bir şeyden bir şey
icad etmek, yapmak mânâsına da gelir. En’âm sûresinde196 göklerin ve yerin
yaratılması (ibdâ/yoktan var edilmesi) anlamında kullanılırken; “İnsanı
nutfeden yarattı.”197 âyeti de, bir şeyi, başka bir şeyden icad etmek, yapmak
anlamında kullanılmıştır. Şu halde, yaratmak mânâsına gelen “halk” kelimesinin
şu üç mânâsı meydana çıkmış oluyor: “Bir şeyi güzelce ölçüp biçip
takdir etmek”; “yoktan var etmek (ibdâ); “var olan bir şeyden başka bir şey
ortaya koymak, icad etmek.” Halk kelimesini, Türkçede “yaratmak” kelimesi
karşılamaktadır.
193 İnsan kelimesi, sözlükte cana yakın ve sempatik olmak gibi anlamlar taşıyan e n s veya halk anlamına
gelen n v s kökünün türemiş şeklidir. Bu ismin çoğul şekli ise en-nâs’tır (Bk. Lisânu’l Arab, c. 6, s. 10-16,
245; el-Müfredât, s. 94).
194 Bk. Zemahşerî, Keşşâf, c. 4, s. 270; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 222
195 Alâk kelimesi, sözlükte yapışmak, asılmak, suda bulunan ve kan emen kurtçuk (sülük), kan pıhtısı, sevgi
ve ilgi gibi anlamlar taşıyan a l k kökünden türemiş çoğul bir isimdir. Bu kelimenin tekili, alâka’dır (Bk.
Lisânu’l Arab, c. 10, s. 261-270).
196 6/En'âm, 101
197 16/Nahl, 4
• 142 •
Ahmed Kalkan
“Halk” kelimesi, özellikle evrenin ve insanın yaratılışıyla ilgili olarak
Kur’an’da önemli bir yer tutar. Halâka kökü Kur’an’da 261 yerde kullanılmıştır.
198 Bu kelimenin dışında, evrenin yaratılışıyla ilgili olarak, yaratma anlamının
nüansları şeklinde başka kelimeler de Kur’an’da zikredilir. Bunlar:
Bedee, fetara, berae, felaka, zerae, enşee, ceale, savvera, sevvâ, ehyâ, sanea,
feale, ahrece, eâde, enbete, a’tâ, vehebe, elkaa, vedaa, enzele kelimeleridir.
Birçoğumuz “Allah yaratmıştır, Allah yarattı” der, geçeriz. Bu sözler,
derinden hissedilerek, üzerinde düşünülerek, mânâları idrâk edilerek söylenmesi
gereken sözlerdir. Yaratma işi, öyle kolayca söylenip geçilecek bir
kavram değildir. Akıllı bir varlık olan insan, pek çok önemli konuda olduğu
gibi, yaratma kavramını idrâk hususunda da gâfil davranmaktadır. Hâlbuki
İlâhî hitâba mazhar olan insan, Allah’ın münzel âyetlerini okuyacak, kevnî
âyetlerini tefekkür edecek kabiliyettedir. Allah’ın âyetlerinin yanından
umursamaz bir tavırla geçip gitmek, şuurlu insanın davranışı olamaz.
Hâlık ile mahlûku ayırıcı en kalın çizgi, yaratma kavramıdır. Yaratan,
yarattıklarının sahibi, mâliki, mün’imi, onların rızık vereni ve besleyenidir.
Onlar üzerinde tam tasarruf sahibidir. Bu kavram iyi kavranılmadığı
zaman birçok karışıklıklara meydan verilmekte, Hâlik’ın hukuku ile mahlûkun
hukuku birbirine karıştırılmaktadır. “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir
edemediler” 199 âyetinin itâbına maruz kalınmaktadır.
198 Yaratma Anlamındaki “Halk” Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 261 Yerde): 2/
Bakara, 21, 29, 102, 164, 200, 228; 3/Âl-i İmrân, 47, 49, 59, 77, 190, 191191; 4/Nisâ, 1, 1, 28, 119; 5/Mâide,
17, 18, 110; 6/En’âm, 1, 2, 73, 94, 100, 101, 102; 7/A’râf, 11, 12, 54, 54, 69, 181, 185, 189, 191, 191; 9/Tevbe,
36, 69, 69, 69; 10/Yûnus, 3, 4, 5, 6, 34, 34; 11/Hûd, 7, 119; 13/Ra’d, 5, 16, 16, 16, 16; 14/İbrâhim, 19, 19, 32;
15/Hıcr, 26, 27, 28, 33, 85, 86; 16/Nahl, 3, 4, 5, 8, 17, 17, 20, 20, 48, 70, 81; 17/İsrâ, 49, 51, 61, 70, 98, 99, 99;
18/Kehf, 37, 48, 51, 51; 19/Meryem, 9, 67; 20/Tâhâ, 4, 50, 55; 21/Enbiyâ, 16, 33, 37, 104; 22/Hacc, 5, 5, 5,
73; 23/Mü’minûn, 12, 14, 14, 14, 14, 14, 17, 17, 91, 115; 24/Nûr, 45, 45; 25/Furkan, 2, 3, 3, 49, 54, 59; 26/
Şuarâ, 78, 137, 166, 184; 27/Neml, 60, 74; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 17, 19, 20, 44, 61; 30/Rûm, 8, 20, 21,
21, 22, 27, 30, 40, 54, 54; 31/Lokman, 10, 11, 11, 25, 28; 32/Secde, 4, 7, 7, 10; 34/Sebe’, 7; 35/Fâtır, 1, 3, 11,
16, 40; 36/Yâsin, 36, 42, 68, 71, 77, 78, 79, 81, 81, 81; 37/Sâffât, 11, 11, 11, 96, 125, 150; 38/Sâd, 7, 27, 71,
75, 76; 39/Zümer, 4, 5, 6, 6, 6, 6, 38, 62; 40/Mü’min, 57, 57, 62, 67; 41/Fussılet, 9, 15, 21, 37; 42/Şûrâ, 29,
49; 43/Zuhruf, 9, 9, 12, 16, 19, 87; 44/Duhân, 38, 39; 45/Câsiye, 4, 22; 46/Ahkaf, 3, 4, 33, 33; 49/Hucurât,
13; 50/Kaf, 15, 15, 16, 38; 51/Zâriyât, 49, 56; 52/Tûr, 35, 35, 36; 53/Necm, 45; 54/Kamer, 49; 55/Rahmân,
3, 14, 15; 56/Vâkıa, 57, 59, 59; 57/Hadîd, 4; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2, 3; 65/Talâk, 12; 67/Mülk, 2, 3, 3,
14; 68/Kalem, 4; 70/Meâric, 19, 39; 71/Nûh, 14, 15; 74/Müddessir, 11; 75/Kıyâme, 38; 76/İnsan, 2, 28; 77/
Mürselât, 20; 78/Nebe’, 8; 79/Nâziât, 27; 80/Abese, 18, 19; 82/İnfitar, 7; 86/Târık, 5, 6; 87/A’lâ, 2; 88/Ğâşiye,
17; 89/Fecr, 8; 90/Beled, 4; 92/Leyl, 3; 95/Tîn, 4; 96/Alâk, 1, 2; 113/Felak, 2.
199 39/Zümer, 67
• 143 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
El-Hâlik/Yaratıcı, Yalnız Allah’tır
Kur’ân-ı Kerim’de halk, yaratma anlamıyla, çokça kullanılmaktadır.
“Yarattı, yarattım, yarattın, yarattık, yaratır” gibi ifadelerde Allah hakkında
vârid olmuştur. “Yaratamazlar, yaratılırlar, yaratıldı, yaratıldılar” tarzındakiler
de yaratıklar için kullanılır. Yani onlarda Allah’ın bu vasfının bulunmadığı
ifade buyrularak, yaratıcının yalnız Allah olduğu belirtilir.
Doğrudan doğruya “yaratma” anlamı ifade eden “halâka” kökü, Kur’ân-ı
Kerim’de 259 yerde kullanılmıştır. 2 âyette kullanılan h-l-k (hulk) kelimesi
“huy ve ahlâk” anlamındadır. Hem fiil, hem isim şekilleriyle çokça geçer.
Yaratma anlamına gelen “halk” kökü, Kur’an’da hep Allah’a izafe edilmiştir.
Tek istinası, Hz. İsa’dan nakledilen âyetlerdir200 ki, buralarda Hz. İsa’ya
hakiki hâliklık nisbet edilmemekte, hakiki yaratıcının Allah Teâlâ olduğu,
âyetin muhtevasından açıkça anlaşılmaktadır.
Yaratma, Kur’an’da çok geniş bir alana yayılmıştır.201 Görebildiğimiz ve
göremediğimiz her şey, yaratmanın konusudur. Allah, onların yaratıcısıdır.
Gökler, yerler, bunlarda ve bu ikisi arasında bulunanlar, hep Allah’ın yaratmasıyla
vücut bulmuş yaratıklardır.
200 3/Âl-i İmran, 49; 5/Mâide, 110
201 Yaratma Konusundaki Âyet-i Kerimeler:
a. Âdem ile Havva'nın Yaratılışında İbretler Vardır: Rum, 20-21.
b. İnsanın Yaratılışında İbretler Vardır: Casiye, 4; Zariyat, 21; Târık, 5-7.
c. Yaratılan Her Şeyde İbretler Vardır: Yunus, 6; Ra'd, 3-4; Nahl, 13; Rum, 19-25.
d. Yaratılan Her Şeyde Bir Düzen Vardır: Furkan, 2; Rahman, 7; Mülk, 3-4.
e. Kâinat ve Âlemin Yaratılışı: En'am, 101; A'raf, 54; Yunus, 3; Hud, 7; Hıcr, 85; Nahl, 3; Enbiya, 30; Furkan, 59;
Secde, 4; Fussılet, 11; Kaf, 38; Hadid, 4; Talâk, 12.
f. Kâinat ve Âlemin Yaratılışının Hikmeti, Hakkın Ayakta Tutulması İçindir: Yunus, 5; İbrahim, 19; Hıcr, 85;
Nahl, 3; Ankebut, 44; Rum, 8; Zümer, 5; Duhan, 39; Casiye, 22; Ahkaf, 3; Teğabün, 3.
g. Yaratan Madde Değil; Allah'tır: En'am, 95; Mü'minun, 17; Tur, 35; Vakıa, 57-59, 63-74.
h. Allah, Yaratıcıdır: Bakara, 28-29, 117; Al-i İmran, 47; Maide, 17; En'am, 73, 95, 101-102; A'raf, 54; Yunus,
31; Ra'd, 16; Hıcr, 86; Nahl, 40; İsra, 99; Meryem, 35; Mü'minun, 17; Nur, 45; Kasas, 68; Ankebut, 61, 63;
Rum, 27, 40, 54; Lokman, 28; Secde, 7; Fâtır, 1; Yasin, 81-82; Zümer, 62; Mü'min, 62, 68; Şura, 49; Kamer,
49-50; Vakıa, 57-59; 63-65, 68-73; Haşr, 24; Teğabün, 2.
i. Allah'ın "Kün: Ol" Emri: En'am, 102; Nahl, 40; Meryem, 35; Yasin, 82; Mü'min, 68.
j. Dirilten Allah'tır: Bakara, 28, 72-73, 258-260; Al-i İmran, 27, 156; En'am, 95; A'raf, 158; Tevbe, 116; Yunus,
31; 56; Hıcr, 23; Hacc, 5-6, 66; Mü'minun, 80; Rum, 19, 27, 40; Lokman, 28; Yasin, 12, 78-79; Mü'min,
57, 68; Şura, 9; Duhan, 8; Casiye, 26; Ahkaf, 33; Kaf, 15, 43; Necm, 44, 47; Vakıa, 60-61; Hadid, 2; Nuh,
18; Kıyame, 3-4; Naziat, 27.
k. İlk Defa Yaratan Kudret, Tekrar Diriltecektir: İsra, 49-52; Meryem, 66-77; Hacc, 5; Mü'minun, 84-85;
Ankebut, 19-20; Rum, 27; Casiye, 26; Kaf, 15; Vakıa, 57, 62; Kıyame, 37-40; İnsan, 28; Naziat, 27; Büruc,
13; Târık, 5-8.
• 144 •
Ahmed Kalkan
Huluk (ahlak) kelimesi de, halk mânâsına gelir. Huy anlamında kullandığımız
huluk kelimesi, Kur’an’da iki âyette202 geçmektedir. Halk, gözle
görülen hey’et, şekil ve sûretlere tahsis edilmiş; huluk ise, basiretle idrâk
edilen kuvvet ve seciyyelere tahsis edilmiştir.
El-Hâlik, el-Hallâk, Kur’an’da zikredilen esmâü’l-hüsnâ/Allah’ın isimlerindendir.
El-Hâlik’ın anlamı şudur: Allah, mutlak mânâda yaratıcıdır. Yaratıcılığı,
görülen-görülmeyen, bilinen-bilinmeyen, varlık nâmına ne varsa,
hepsini kapsar. El-Hallâk, Hâlik ism-i fâilinin mübâlağalı şeklidir. Mübâlağa,
tekerrür ifade eden fa’âl veznindedir. Yani, devamlı olarak, mükemmel
şekilde yaratan mânâsını ifade eder. Durmadan yaratan, demektir.
Allah, Genel Olarak Her şeyin Yaratıcısıdır
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır” hükmünü Kur’an’dan alıyoruz. Allah,
bize kendi yüce Zâtını böyle tanıtıyor. “Allahu hâliku külli şey” ve aynı anlama
gelen ifadeler birçok âyette tekrarlanır.203 “De ki: ‘Her şeyin yaratıcısı
Allah’tır. O, tektir, hâkim olandır (her şeye üstün gelendir).”204
Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren âyetler, çok geniş bir anlam
ifade ediyor. Allah, “bütün eşyanın hâlikı, her şeyin yaratıcısı, bunları
sebepleriyle birlikte yaratandır.” O, aynı zamanda, evvelce her şeyi yarattığı
gibi, bundan böyle ve gelecekte de her şeyin yaratıcısıdır. İlahlık, mâbudluk
da; ibdâ edenin (yoktan var edenin) hakkıdır. Ubûdiyete ve ibâdete Allah’tan
başka lâyık hiçbir şey yoktur; ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen
Allah vardır. O halde, biz insanların ibâdeti, göklerde ve yerde bulunanların
ibâdeti, O’na tahsis edilmelidir. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Yaratılanın
görevi de Yaratan’ını ibâdette tek kılmaktır. Yaratıcı kim ise, ibâdet
edilmek de O’nun hakkıdır. “Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı
yoktur. (O) her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”205 “Ey
insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur
ki, böylece korunmuş (Allah’ın azabından kendinizi korumuş) olursunuz.”206
202 26/Şuarâ 137 ve 68/Kalem, 4.
203 Bk. 6/En'âm, 102; 13/Ra'd, 16; 35/Fâtır, 3; 39/Zümer, 62; 40/Mü'min, 62
204 13/Ra'd, 16
205 6/En'âm, 102
206 2/Bakara, 21
• 145 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah, dilediğini yaratır. Yaratmak murad ettiği zaman, ona sadece “ol”
der, o şey hemen oluverir. Allah, sebeplerini ve maddesini bulundurarak
yarattığı gibi, bunlar olmadan da bir defada yaratmaya kaadirdir. “Dedi ki:
‘Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?’ ‘Allah
böylece dilediğini yapar’ dedi. ‘Bir şey(in olmasını) istedimi, ona ‘ol’ der, o da
oluverir.”207 Bu âyette olduğu gibi, dilediğini hikmetine göre yaratacağına
dair muzâri sigasıyla birçok âyet gelmiştir. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.
Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştukları şeylerden uzaktır.”
208 Allah, dilediğini dilediği gibi yaratır. Allah, gökleri bir asıl/benzer
olmaksızın yarattığı gibi, bir asıldan da yaratır. Gökler ve yer arasında olanları
böyle yaratmıştır. Cinsinden olmayan bir asıldan da yaratabilir; Âdem’i
topraktan yarattığı gibi. Yahut tek başına dişiden İsa gibi veya Âdem ve
Havvâ’dan, erkek ve dişiden diğer insanları yaratması gibi.
Allah, bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmaktadır. “Binmeniz ve süs için
atları, katırları ve merkepleri (yarattı) ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri
yarattı.”209 Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O’na
mahsustur. “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra
(emri), arş üzerine hükümran oldu. (O,) geceyi, durmadan onu kovalayan
gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette
(yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin
Rabbi Allah, ne uludur!”210 Karşı durulmayan bütün emr O’nundur; O’ndan
başka ne yaratacak, ne de emredecek vardır.
Hz. Mûsâ’ya Firavun’un sorduğu soruyu ve Hz. Mûsâ’nın cevabını nakleden
şu âyet-i kerimeler, Cenâb-ı Hakk’ı en bâriz vasfıyla tanıtır: “(Fir’avn)
‘Rabbiniz kim ey Mûsâ?’ dedi. (Mûsâ:) ‘Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını
ve biçimini) verip sonra onu doğru yola iletendir (yaratılış gayesine
uygun yola yöneltendir)’ dedi.”211 Görülüyor ki, her şeye hilkatini veren Allah’tır.
Bu her şey kavramından hiçbir şey müstesna ve hâriç değildir. Her
şeye Allah, yaratılışına uygun sûreti vermiş, yaratılış, rızık ve tenâsül hususunda
birbirine benzemez durumlar ihsan etmiştir. Allah, her şeye yetenek
dili ile istediği sûret, şekil, menfaat vb. hepsini verdi. Kendisine uygun, fay-
207 3/Âl-i İmran, 47
208 28/Kasas, 68
209 16/Nahl, 8
210 7/A'râf, 54
211 20/Tâhâ, 50
• 146 •
Ahmed Kalkan
dalanmasına, özelliklerine elverişli durum var etti. Meselâ, göze görmeye
uygun şekli verdi. Diğer organlara da aynı şekilde görevlerine uygun şekli
vücuda getirdi. Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, kâsibdir; Allah
hâliktır. “Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır.”212
Allah, görülmeyen varlıkları, soyut nesneleri, ölümü, dirimi, melekleri,
cinleri ve daha bilmediğimiz nice şeyleri yaratmıştır, yaratmaktadır. Gökleri,
yerleri ve bu ikisi arasında bulunan canlı cansız her şeyi ve bunların en
ince cihazlarını yaratan Allah’tır. Şu halde Allah, mutlak yaratıcıdır, el-Hâliktır.
Her şey onun yaratığıdır. O halde yaratıklara düşen ihtiyarî veya ıztırarî
olarak (isteyerek veya zaruret icabı, mecburen) yaratıcısını tanıma ve
O’nu yüceltmektir.
Ölümün ve Hayatın Yaratılması
Allah, gördüğümüz yer, gökler ve onların içindekileri yarattığı gibi görünmeyen
nice varlıkları da yaratmıştır. Bizim bilmediğimiz yaratıklar yanında,
görmediğimiz halde vahyin bildirdiği meleklerin ve cinlerin niçin,
nasıl ve hangi şeyden yaratıldığını nasslardan öğreniyoruz. Bu varlıkların
yanında, mücerred/soyut kavramlar sayılabilecek hayatın ve ölümün yaratılması
da Kur’an’da önemle vurgulanır.
Allah, ölümü ve hayatı yaratmıştır. “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı
denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”213
Demek ki ölüm ve dirim, insanların imtihan edilmeleri için bir vesile olmak
üzere yaratılmıştır. Hayatın yaratılması herkes tarafından kolayca anlaşılabildiği
halde, ölümün nasıl bir yaratma olarak tavsif edilebileceği açıklanmaya
ihtiyaç duyan bir husustur.
Halk, takdir ve icad eylemek mânâlarına geldiğine göre, bu fiili burada
takdir mânâsına alanlar olmuştur. Ancak, müfessir ve âlimlerin çoğunluğu,
ölümün sırf yokluktan ibaret Âdemî bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığı
haiz, vücûdî bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğuna kaail olmuşlardır.
Yani ölüm ile hayatın tekabülünün, yoklukla varlık gibi değil, hareket ve
sükûn, birleşme ve ayrılma, kalkmakla yatmak, açıklıkla gizlilik, gelişle gidiş,
acı ile tatlı gibi bir tezat karşılığı kabilinden olması gerekeceğini söy-
212 37/Saffat, 96
213 67/Mülk, 2
• 147 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
lemişlerdir. Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün alâkası kesilerek yok olup
gitmiyor, ömrünün neticesine göre iyi veya kötü, ya da karışık bir şekilde
diğer bir doğuma sevk edilerek acı veya tatlı diğer bir hayatta yüksek veya
âdi bir mevki almak üzere ilk önce yaratan varlığa doğru başka bir âleme
dönüyor.214
Şu halde hayatın dünyaya gelmesi nasıl bir yaratma ve takdirle ise, dünyadan
gitmesi de bir yaratma ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. En basit
hayat, bitkilerin hayatı olduğu halde, onların ölümü bile hayattan daha
muntazam bir sanat eseri olduğunu gösteriyor. Zira meyvelerin, çekirdeklerin
ve tohumların ölümü, çürüme, bozulma ve dağılma şeklinde görüldüğü
halde, gâyet muntazam bir kimyevî muameleyle ve ölçülü bir unsurlar
birleşimi ile hikmetli bir zerreler şekillenmesinden ibaret bir yoğurmadır.
Çekirdeğin görünmeyen, intizamlı ve hikmetli ölümü, başağın hayatıyla
kendini gösteriyor. Demek ki çekirdeğin ölümü, başağın hayatının başlangıcıdır.
Hatta hayatının ta kendisidir. Bundan dolayı, şu ölüm de hayat
kadar yaratılmıştır, intizamlıdır ve aynı zamanda bir nimettir. Ölüm, aslında
dünya görevinden bir terhistir, bir tatildir. Bir yer değiştirme, bir varlık
değişimi, sonsuz hayatın başlangıcıdır.
Şu halde ölüm, sonsuz bir yokluğa gömülme, kaybolup gitme olayı değildir.
Kur’an’daki ikili anlatım sisteminin bir tezahür şeklidir. Benzer-benzemez,
ruh-beden, dünya-âhiret, hayır-şer, cennet-cehennem gibi hayat
ve ölüm de birbirinin tekabülü/karşılığıdır; bir yaratma konusudur ve bir
nimettir.
İlk İnsanın Yaratılışı
Cenâb-ı Allah, yeri, yerdeki bütün canlı ve cansız varlıkları yarattıktan
sonra, yaratmanın altıncı günü/devri, ilk insan ve ilk peygamber, beşerin
atası Hz. Âdem’i topraktan yaratmıştır. İnsanın yaşaması için gerekli her
şeyi yaratıp, yaşamaya uygun ortamı hazırladıktan sonra insanı yaratmıştır.
Allah, yaratmanın uzun altı devrinde her şeye en mükemmel şeklini
vermiş, hatta insan için toprakta taşkömürü, petrol ve doğal gaz vs. gibi
enerji depo etmiştir. Bunlar, milyonlarca uzun yıl süren yaratma çağlarında
hazırlanmış ve müstekar şeklini almıştır. Bu kurulu nizama idareci, hâkim
214 Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, c. VII, s. 5156
• 148 •
Ahmed Kalkan
ve halife olmak üzere Yüce Allah insanı yaratmıştır. Elbette bütün bunlar,
bir gayeye yönelmiş icraatlardır. İnsan, bu yaratıkların en sonuncusu ve en
mütekâmili-dir. Bu kurulu kâinat, insanın hizmetine verilmiştir.
Allah, insanı topraktan yaratmıştır. Bu gerçek, pek çok âyet-i kerimede
ifade buyrulur. “O’nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri,
sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz (yeryüzüne) yayılan insan(lar) oluverdiniz.”
215
Modern ilim, insan vücudunun, yeryüzünün içerdiği elementleri kendisinde
topladığını ispat etmiştir. Toprağın taşıdığı elementler şunlardır:
Karbon, oksijen, hidrojen, kükürt, azot, kalsiyum, potasyum, sodyum, klor,
magnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, florin, kobalt, çinko, silisyum
ve alüminyumdur. Toprağı meydana getiren bu elementlerin, insanda da
değişik oranlarda yer aldığını görüyoruz. Bu oran, topraktan toprağa değiştiği
gibi, insandan insana da değişmektedir. Fakat yine de bunlardan birer
parça hepsinde bulunmaktadır.216
İnsanın yaratılışındaki cevher, maddî ve mânevî sûretinde ve sîretinde,
yani bedenî terkibinde ve mânevî huy ve kabiliyetlerinde etkisini gösterir.
Nitekim toprağın cevherinde ağırlık, sükûnet, yumuşaklık, sebat ve teennî
vardır. Bu özellikler, insanların manevî sûretlerinde tecelli etmiştir.
Yüce Allah, ilk insan ve ilk peygamber, beşeriyetin atası Âdem’i (a.s.)
yarattıktan sonra, onun eşini de Âdem’in yaratıldığı aynı nefisten yarattı.
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve yine ondan eşini yaratıp ikisinden
birçok erkek ve kadınlar üreten Rabbiniz’den korkun.”217; “O’dur ki, sizi bir tek
nefisten yarattı; gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti.”218 İnsanlığın anası
Havva’nın yaratılış şekli Kur’an’da belirtilmez. Rivâyetlerde Havva vâlidemizin,
Âdem (a.s.)’ın en kısa sol eğe kemiğinden yaratıldığına dair haber
verilmekte ise de, bu rivâyetler sahih değildir. Sahih olduğu kabul edilse
bile; mecazî anlamda olduğu değerlendirilir.
215 30/Rûm, 20; (İnsanın topraktan yaratılması ile ilgili diğer âyetler olarak, Bk. 3/Al-i İmran, 59; 18/Kehf, 37;
22/Hacc, 5; 35/Fâtır, 11; 40/Mü'min, 67)
216 Seyyid Kutub, Fi Zılali'l- Kur'an; Allah ve Modern İlim, 11
217 4/Nisa, 1
218 7/A'râf, 189
• 149 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah, insanları dört tarzda yaratmıştır:
1- Hiç yokken topraktan erkek yaratmış, Hz. Âdem gibi,
2- Yine anasız babasız şeklinde dişi yaratmış, Havva annemiz gibi,
3- Sadece dişiden erkek yaratmış, Hz. İsa’nın babasız yaratılması gibi,
4- Diğer insanları da bir ana ve bir babadan, Âdem ile Havva’dan yaratmıştır.
Bu şekil ve sûretlerle Cenâb-ı Allah dilediğini dilediği şekilde
yaratacağını göstermiştir. Hz. İsa’nın yaratılışı hakkında yüce Allah şöyle
buyuruyor: “Allah yanında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu
topraktan yarattı, sonra ‘Ol’ dedi, o hemen oluverdi.”219
İlk insan Âdem (a.s.) ve eşi Havva anamız yaratıldıktan sonra bu ikisinden
tüm insanlık erkekli dişili yaratılagelmiştir. Zürriyeti tenasül yolu ile
devam etmektedir. Artık insanlar bir erkek ve bir kadının soyundan yaratılmaktadırlar.
Âdem (a.s.)’ın zürriyetinin bir erkek ve bir kadından yaratılışı
da yine hârika safhalar arzetmektedir.
“Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, (bilin ki)
biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden (spermadan), sonra alâkadan (embriyodan),
sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki,
size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar
rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve
kabileyet)lerinize ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi (henüz çocukken)
öldürülüyor, kimi de ömrünün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor
ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (Çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca
güçsüz bir duruma düşsün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat Biz
onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, titreşir, kabarır ve her güzel çiftten
bitirir.” 220
219 3/Al-i İmran, 59
220 22/Hacc, 5
• 150 •
Ahmed Kalkan
“Andolsun Biz insanı çamurdan (meydana gelen) bir süzmeden yarattık.
Sonra onu bir nutfe (sperma) olarak sağlam bir karar yerine koyduk. Sonra
nutfeyi alâka (embriyo)ya çevirdik, alâkayı (embriyo) bir çiğnemlik ete çevirdik,
bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu
bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!” 221
“Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini meydana getirdi ve sizin
için davarlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık
içinde, yaratmadan yaratmaya (nutfeden alâkaya, alâkadan et giydirilmiş kemiklere)
geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk O’nundur.
O’ndan başka ilâh yoktur. Nasıl (O’na kulluktan şirke) çevriliyorsunuz?”222
“O’dur ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan
başladı. Sonra onu düzeltti, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için
kulak(lar), gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?”223
Bu âyet-i kerimeler, modern embriyoloji bilgisiyle tasdik edilmektedir.
Döllenme esnasında erkek, 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma
denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu
vardır. Kur’an’da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimi ile hareket
eder. Kadının ovariumuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık
aşılar. Aşılanmış yumurtacık, ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye
başlar. Böylece Kur’an’ın belirttiği gibi nutfe, kan pıhtısına benzer bir şekil
alır, bu uzun biçimi alan cenin, kırk gün kadar böyle alâka halinde kalır.
Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklaşır. Ne olduğu belli belirsiz
bir çiğnem et parçası gibi bir görüntü kazanır. Alâka, çiğnenmiş et şekline
konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm.den fazla olmayan mudğanın hacmi, böylece
elli katına, ağırlığı da sekiz bin katına çıkar. Bundan sonra mudğa, birçok
hücrelere bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan
her grup, ceninin belirli bir parçasını yapar. Mü’minun sûresinin 13.
âyetinde belirtildiği gibi, insanın ana rahminde yaratılışı nutfe ile başlar.
Nutfe alâkaya, alâka mudğaya döner. Mudğanın içinde teşekkül eden kemikleri,
adale dokusu sarar. Yüce kudret, böylece insanı yaratır.224
221 23/Mü'minun, 12-14
222 39/Zümer, 6
223 32/Secde, 7-9
224 S. Ateş, Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 331
• 151 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Rahmin üç zulumâtını (karanlıklarını) “sulb, rahim, batın” şeklinde
açıkladıkları gibi, batın zulmeti, meşîme zulmeti, rahim zulmeti diyenler
de vardır.225 Rahim, dıştan içe doğru üç doku ile yapılmıştır. Parametrium,
miometrium, endometrium dokuları. Bu dokular ışık, ısı ve su geçmez zarlarla
sarılmıştır. Kur’an, ışık geçirmez bu perdelere zulmet diyor, insanın
üç zulmet içinde yaratıldığını söylüyor. Ne yüce söz, ne ebedî mûcize!226
Cenâb-ı Hak, insanda erkeğin beli ile kadının göğüs kemikleri arasından
çıkan227 insan suyunu yaratmıştır.228 Erkeğinkine Kur’an’da meni, nutfe ve
mâ-i dâfık (atılgan su),229 mâ-i mekîn (hakir, âdi su) isimleri verilir. Onu
karar-ı mekîn (sağlam bir karar yeri) denilen rahimde yerleştirmiştir. Yukarıdaki
âyetlerde belirtilen insan neslinin, yaratılma safhalarından geçirilerek
insan şeklinde hilkati tamamlanmıştır.
Rahimde cenine ruh üfürülüşünü, 22/Hacc sûresi 5. âyette geçen “bir
başka yaratılış” olarak tefsir edenler vardır. Yaratılış safhalarını şöylece izah
ederler: Her biriniz önce nutfe olur, sonra alâka (embriyo), sonra bir çiğnem
et olur. Sonra yine yaratır da et, kemik, sinir ve damar olur ve ona ruh
üfürülür de başka bir yaratık haline gelir.230 Rahimdeki yaratılış safhalarını
açıklayan bir de şu hadis-i şerif dikkat çekicidir: “Abdullah ibn Mes’ud (r.a.)
şöyle dedi: ‘Bize daima doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasulullah
(s.a.s.) şöyle anlattı: “Sizden birinizin yaratılışı, annesinin karnında
kırk günde toplanır. (Erkekle kadının suyu birleşir, sonra bu kadar zamanda
alâka olur, daha sonra bu kadar günde) bir çiğnem et halini alır, sonra melek
gönderilir de ona ruhu üfürür ve ona dört kelime ile, yani rızkını, ecelini,
amelini, saîd mi şakî mi olduğunu yazmakla emredilir.”231
Şu halde, insan neslinin ana rahminde yaratılışı da, çamurdan ilk insanın
yaratılması gibi safha safha cereyan etmektedir. Hatta bu ikisinde de
benzer yanlar vardır. Orada “çamur sülâlesi” bu ikinci durumda nutfe halini
almıştır ki, Araplar “selîle” diye hem çocuğa, hem nutfeye diyorlar. Sülâle
ve selîle kelimelerindeki lafız benzerliği de dikkat çekicidir. Suyun hepsinden
çocuk olmaz. Her iki durumda da hilkat belirlenip tamamlandıktan
225 Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4117
226 S. Ateş, a.g.e., s. 458
227 86/Târık, 7
228 59/Haşr, 59
229 86/Târık, 6
230 İbn Kesir, IV, s. 46
231 Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, M. Sofuoğlu, VIII, 114
• 152 •
Ahmed Kalkan
sonra yeni bir yaratılış veren ruh üfürülüyor. Cenine ana rahminde hadisin
beyanına göre 120 günlük iken ruh üfürülüyor. Allah, ilk insanı çamurdan
şekillendirdiği gibi, onun nesline de, ana rahminde şekil belli belirsiz
bir çiğnem et parçasıyken dilediği şekli vererek, onu dilediği gibi düzeltip
denkleştirdikten sonra en son şeklini veriyor. Allah dilediği gibi güzellik,
çirkinlik, erkeklik, dişilik bakımından onu tesviye eder, en yakın cedlerinden
tâ Âdem’e (a.s.) kadar çeşitli sûretlerden birinin sûretine benzetir. “O
(Rab) ki, seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği sûrette
seni terkib etti.”232
Yüce Allah, insan olmak bakımından tüm organlarıyla insanları birbirine
benzer yaratmış, aile husûsiyetleriyle, verâset yönüyle de ikinci derecede
bir benzeyiş halinde yarattığı halde, asla iki ferdi birbirinin aynısı yapmamıştır.
Bütün bu derece derece benzerlikler içinde tıpatıp benzemezlik
var. Birbirine en çok benzeyen ikizlerin bile yine çok farklı, benzemez tarafları
görülür. Yüce kudret, üstün irade ve ihtiyarını yalnız insanlarda değil;
tüm yaratıklarda böylesine dakik olarak göstermiştir. Bu durumun bir de,
duygular, kabiliyetler gibi manevî sûretlerde de aynı şekilde tecellisini düşünürsek,
Allah’ın yüceliği ve büyük sanatkârlığı karşısında hayretlerimiz
ve saygımız zirveye çıkar. “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve
eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) rızıklarla
besledi. Böyle iken bâtıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetini inkâr mı
ediyorlar?” 233
Görüldüğü gibi insanın nesli de tavırdan tavra geliştirile geliştirile, her
safhada yeni unsurlar ilave edilip yeni mahiyetler verilerek yaratılmıştır.
Nihâyet ruh üfürülecek kıvama getirilip yeni bir yaratılışla insan olmuş,
görüp işitir, düşünür, hitâba lâyık, şuurlu bir varlık haline gelmiştir. “(O)
Allah’tır ki sizi zaaftan yarattı (pek zayıf bir kökten, spermadan yarattı. Başlangıcınız
çok zayıf bir madde idi. Kökünüz pek cılızdı). Sonra zayıflığın ardından
(size) bir kuvvet verdi (güçlü kuvvetli delikanlılar oldunuz). Sonra
kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verdi. (Allah) dilediğini yaratır. O,
bilendir, gücü yetendir.” 234
232 82/İnfitar, 7-8
233 16/Nahl, 72
234 30/Rûm, 54
• 153 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah, İnsanı En Güzel Şekilde Yaratmıştır
Allah, her varlığı, ifâ edeceği vazifeye uygun şekilde yaratmıştır. İnsanı
yeryüzünde halife, hâkim ve Cenâb-ı Allah’ın kanunlarının yeryüzünde tatbikçisi,
O’na kulluk vazifesinin ihtiyarî olarak imtihanını verecek bir varlık
olarak yarattığı için, görevleriyle mütenasip kabiliyetler ve organlar vermiştir.
“O’dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan
başladı.”235 Allah, “ahsenü’l-hâlikîn: Yaratanların, takdir edenlerin, yapanların
en güzelidir.236 “Allah odur ki arzı size durulacak yer, göğü de bina yaptı;
sizi şekillendirdi, şekillerinizi de güzel yaptı. Ve sizi güzel rızıklarla besledi.
İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri yaratan Allah ne yücedir!”237; “Biz
insanı en güzel biçimde yarattık.”238; “Göklerde ve yerlerde olanları, gizlediğiniz
ve açığa vurduğunuz şeyleri bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir.”239
Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve mâneviyat itibariyle
ruhanî bakımdan, insan en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Organlar, görecekleri
vazifelere uygun şekilde hikmetinin iktizasınca yaratılmıştır. Bu
güzellik, belinin doğru ve dik oluşundan, endamının güzelliğinden Allah’ın
isim ve sıfatlarına tecelligâh olmasına kadar, her husustadır. İnsanın görevi,
yeryüzünde ifa edeceği İlâhî emaneti yüklenmek ve gereğini yerine getirmek
olduğu için, insan Allah’a nisbeti yönüyle büyük bir kemal ifade eder.
İnce düşünen, insanın inceliklerinde ve sırlarında nazarlarını dolaştıran
herkes görür ki, insan, gayb ve şehâdet âleminin birleştiği yerdir, kâinatın
özüdür.
“Andolsun Biz Âdemoğullarına (güzel biçim, mizaç ve aklî kabiliyetler
vermek sûretiyle) çok ikram ettik, onları karada ve denizde (hayvanlar ve
taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızın
birçoğundan üstün kıldık.”240
235 32/Secde, 7
236 Bk. 23/Mü'minûn, 14; 37/Sâffat, 125
237 40/Mü'min, 64
238 95/Tîn, 4
239 64/Teğâbün, 4
240 17/İsrâ, 70
• 154 •
Ahmed Kalkan
İnsan, Allah’ın emrine uyarsa yücelerin yücesine çıkar; nefsanî ve şeytanî
duygularına kapılır giderse hayvanlardan daha aşağıya, aşağıların aşağısına
düşer. İnsan, cismanî ve ruhanî pek çok kabiliyetleriyle ebediyete
namzet bir varlıktır. İnsana ait bütün bu özellik ve güzellikler, Allah’tandır,
Allah’ın yaratıcılığındaki ihtişamlı sanatının göstergesidir.
Her Şey İnsan İçin, İnsan da Allah’a
Kulluk İçin Yaratılmıştır
“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi,
onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.”241 Allah, yalnız yerde
bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, gökleri ve gök cisimlerini de
insana hizmet için görevlendirmiştir. “Görmediniz mi Allah, göklerde ve
yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç, görülen
görülmeyen, bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi. Yine
de insanlardan kimi var ki, ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir
kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur).”242; “Göklerde ve yerde ne
varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda
düşünen bir toplum için ibretler vardır.”243
Bu kâinatın kendisi için yaratıldığı insan da, Allah’a kul olmak için yaratılmıştır.
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk/ibâdet etsinler diye
yarattım.”244; “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk
edin ki, (Allah’ın azâbından) korunasınız.”245
Yaratma, Bir Kere Olup Bitmiş Değil; Devamlıdır
Yaratıcılık, Yüce Allah’ın sıfatıdır. O’nun yaratıcılık sıfatı, elbette tecelli
edecektir. Yüce Allah, sadece hâlık, yaratıcı değil; aynı zamanda hallâktır.
Yani devamlı ve tekerrür halinde yaratır. Mübalağalı bir şekilde yaratır. Yaratma,
Allah’ın işidir. Yaratıcılık O’ndan ayrılmaz bir vasıftır. Allah, el-hallâktır,
mutlak mânâda yaratıcıdır; yaratıcı deyince akla O gelir. Yaratıcılık,
O’nun zâtına mahsustur. O, yoktan var ettiği gibi, yarattığı şeylerden başka
241 2/Bakara, 29
242 31/Lokman, 20
243 45/Câsiye, 13
244 51/Zâriyat, 56
245 2/Bakara, 21
• 155 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
başka şeyler de yaratır. Yaratması, bir defa olup bitmiş değildir. Dilediği
zaman, dilediğini dilediği şekilde yaratır, yaratmaktadır. Bunlar, Hâlık ve
Hallâk isminin delâletinden anlaşılmaktadır. “Görmediler mi Allah nasıl
yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade ediyor (dönüp yeniden yaratıyor). Bu,
Allah’a göre kolaydır.”246 Bu âyette, öldükten sonra tekrar dirilmeye işaret
edildiği gibi, yaratmanın her an tazelenmekte olduğuna, ölen canlıların yerine
aralıksız olarak yenilerinin yaratıldığına işaret edilmektedir.
İrâdesi, hiçbir kayda bağlı olmayan Allah, dilediği zaman, hikmeti gereğince
yaratır. “Biz, bir şeyi(n olmasını) istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz
söz, sadece ona ‘ol’ dememizdir; derhal oluverir.”247 Bu ve benzeri âyetlerle248
“yekûnu” fiilinin zamanının muzâri oluşu, açıkça bize bu fiillerin şimdiki
zamana ve gelecek zamana delâlet ettiklerini gösteriyor. Yani her an, Allah’ın
“ol” dediği var oluyor, her dilediğini hayata getiriyor. “Göklerde ve yerde
bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her gün (her an) yeni bir iştedir,
kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her an hayatı tazeler, bir hali giderir,
başka haller getirir.”249 Allah, evreni yaratmış ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle,
her gün bir iştedir. Çünkü “yaratma ve emir O’na mahsustur.”250
Hatta Allah, yarattıklarını sadece varlıkta tutmuyor, kâinatı genişletiyor
da. “Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve Biz (onu) genişletmekteyiz.”
251 Galâksiler, birbirinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir.
252 “O, yaratmada dilediğini arttırır.”253 Bu keyfiyet, artık bugün
bilimin de tespit ettiği bir gerçektir. Evren, yeni yaratmalarla genişlemekte,
yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup
vücuda gelirken, bir nicesi de hayatı terk ediyor. Bunlar, her gün gözlerimizle
gördüğümüz, Yüce Allah’ın her gün, ölümü ve hayatı yaratışından
başka bir şey değildir. “Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde
bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor.”254;
246 29/Ankebut, 19
247 16/Nahl, 40
248 2/Bakara, 117; 3/Al-i İmran, 47, 59; 6/En'âm, 73; 36/Yâsin, 82; 40/Mü'min, 68
249 55/Rahman, 29
250 7/A'râf, 54
251 51/Zâriyat, 47
252 Bk. 13/Ra'd, 41; 21/Enbiya, 44
253 35/Fâtır, 1
254 39/Zümer, 6
• 156 •
Ahmed Kalkan
“Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor.” 255 Yaratma, bir zaman
olup bitmiş bir vak’a değil; Allah’ın iradesiyle devamlı tekerrür etmekte
olan bir hâdisedir. Çünkü Allah, evreni bir kereye mahsus yapıp gitmiş bir
usta değildir. Her an yaratmayı yenileyen, yarattıklarına hâkim olan, onlarda
tam tasarruf eden, duâlara icâbet eden, mazlumun âhına yetişen, her
an fa’âl, hay, kayyum, terbiye edip yetiştiren, olgunlaştıran, gözeten rab, her
an bir işte olan, her türlü kemâlin kaynağı olan yüce Zâttır. “Allah dilediğini
yaratır, O bilendir, gücü yetendir.”256
Kulluk, Yaratan’a Yapılır
Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk da ona yapılır. Yaratıcı
Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur. “Ben, niçin beni yaratana
kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz.”257; “Ey insanlar, sizi
ve sizden öncekileri yaratan ve ondan eşini yaratıp, ikisinden birçok erkekler
ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun.”258 Ondan başka ibâdete lâyık
mâbud da yoktur. “Semud (kavmin)e de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi
ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. (O), her
şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”259 Bu âyetlerde hep
“Allah’a ibâdet edin” emrinden sonra, Yüce Allah’ın yaratıcı oluşu ifade ediliyor.
Bunlar çok açık olarak gösteriyor ki, ibâdet, yaratana yapılır. Kulluk
edilmeye lâyık olan, yaratan Zâttır. Bu vasfa sahip olan Allah’tan başa hiçbir
varlık olmadığına göre, O’ndan başka ilâh, O’ndan başka tapılmaya lâyık bir
varlık yoktur.
Allah’tan Başka Yaratıcı Yoktur
Yaratıcılık sadece Allah’a mahsus bir vasıftır. Yaratıcı olmayan ise, ilâh
olamaz. O halde tek Yaratıcı vardır, o da Allah’tır. Mahlûklar, ancak mevcut
şeylerde bazı değişiklikler yaparlar. Kendileri tarafından bilinmeyen bazı
yeni şeyleri keşfedebilirler. Bu hareketler yaratma değildir. Yaratılanlara,
yine Allah’ın verdiği kabiliyetlerle, kâinatta zaten mevcut olan bir şeyden,
255 16/Nahl, 8
256 30/Rûm, 54
257 36/Yâsin, 22
258 4/Nisâ, 1
259 6/En'âm, 102
• 157 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
örtüyü açmaktır. Hâlbuki o şey, Allah tarafından, keşfedildiği gibi yaratılmıştır.
Mahlûklara, bilhassa insanlara Türkçede yaratma kavramının izafe
edilmesi, müslümanların sadece Allah’a tahsis ettikleri bir kelimedeki kudsiyeti
ortadan kaldırmak, dinî bir tabiri yerinden kaydırmak sûretiyle,
Allah ile yaratma kavramının ilgisine şüphe düşürmek ve sanki başka yaratıcılar
da varmış intibasını uyandırmak ve yerleşmiş bir dinî kavramı dejenere
etmek/yozlaştırmak niyetine dayanmaktadır. Kelimeler ve kavramlar,
mânâların kalıpları olduğuna göre, bu kelimenin müslümanların hâfızasında
delâlet ettiği anlam bir itikad konusu olduğu için, bu itikadı sarsmak
gayesi güdülmektedir. Ne yapılırsa yapılsın, tek ve gerçek yaratıcı Allah’tır.
Yaratma nisbet edilen yaratıklar, asla bir şey yaratmamaktadırlar.
Yaratmak, yoktan var etmek demektir. Malzeme, zaman, yardımcı, âlet
vb. hiçbir şeyin katkısı olmadan bir şey ortaya koyabiliyorsa insan, gerçek
anlamda yaratıcı olabilir. Oysa sadece Allah’tır örneğe, maddeye, müddete,
yardımcıya, âlet ve edevâta muhtaç olmadan, sadece “ol” demesiyle bir şeyi
yoktan var eden, yani yaratan. Bunca âciz ve yaratılmış olmalarına rağmen
küstahça kendilerine yaratıcı vasfı verenler, sahte ilâhlar, hakir ve basit görülen
bir sineği bile yaratamazlar.260 İnsanoğlunun yaptığı ise, onca uğraş
ve yardımdan, yorgunluktan sonra sadece sentez ve basit taklitten ibarettir.
İnsana gerçek anlamda yaratıcı denemez; belki sembolik ve mecâzî anlamda
söylenebilir. İnsana gerçek anlamda yaratıcılık atfetmek, onu ilâh yerine
koymaktır.261
Bâtıl tanrılar, bir şey yaratamazlar. Allah’ı tanıtıcı en bâriz vasıf, Kur’an’a
göre yaratıcılıktır. Yaratıcı olmayan şeyler, tanrı olamayacağı için Kur’an,
şirkin kapısını ta baştan kapatmaktadır.
“De ki, Sizin, koştuğunuz ortaklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra yarattığını
çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır,
sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz?”
262
260 Bk. 22/Hacc, 73
261 Ahmed Kalkan, Sanat Bilinci, Denge Y., s. 12
262 10/Yûnus, 34
• 158 •
Ahmed Kalkan
“De ki, siz Allah’tan başka yalvardığınız şu ilâhlarınızı gördünüz mü?
Bana gösterin (bakayım), onlar yerden hangi şeyi yarattılar? Yoksa onların
göklerin yaratılmasında (Allah’a) ortaklıkları mı var?263; “Hiçbir şey yaratmayan,
kendileri yaratılan şeyleri (Allah’a) ortak mı koşuyorsunuz?”264; “Ey insanlar,
size bir temsil verildi, onu dinleyin: O, Allah’tan başka yalvardıklarınız
(var ya), onların hepsi bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar.
İsteyen de âciz, istenen de (yani puta tapan da âciz, put da).”265 Allah’ın ülûhiyet
hakkını birtakım canlı cansız şeylere vermek, Allah’a karşı büyük bir
zulümdür. “Yaratan, yaratmayan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?”266
İlk Yaratılış, İkinci Yaratılışa (Yeniden Dirilişe) Delildir
Yaratmayı ilk defa başlatıp meydana çıkaran ve bu varlık nizamını kuran
Allah, ikinci yaratmayı da elbette yapmaya kaadirdir. “O gün, göğü, kitapları
dürer gibi (toplarız). İlk yaratmaya nasıl başladıysak, onu yine öyle
çevirir (yok eder)iz. Üzerimize söz; biz bunu mutlaka yapacağız.”267; “İlk yaratma
ile âciz mi kaldık ki (yeniden yaratmayalım)? Doğrusu onlar, yeni bir
yaratmadan kuşku içindedirler.”268 İlk yaratma, ikinci yaratmaya da delildir.
İlk yaratmayı kabul edenin ikinci yaratmayı inkâr etmesi veya ikinci yaratmadan
şüphe içinde olması bir çelişkidir. Çünkü hiç yoktan yaratmak, var
olanı yok edip tekrar hayata döndürmekten daha zordur. Zoru kabul edip
de, kolayın olmayacağını, olamayacağını ileri sürmek akıllıca bir iddia değildir.
İlk yaratmayı, yani dünya hayatını inkâr etmekse, kişinin kendisini
inkâr etmesi mânâsına gelir. Şu halde her iki yaratmaya da iman etmek
zaruridir. “Yaratmaya başlayan O’dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu,
O’na daha kolaydır.”269
Allah, yaratmadan asla yorulmaz. Yaratma, O’ndan ayrılmaz bir vasıftır.
“Gökleri ve yeri yaratan, bunları yaratmakla yorulmayan Allah’ın, ölüleri
diriltmeye kaadir olduğunu görmüyorlar mı? Evet, O, her şeye kaadirdir.”270
Çünkü tabii olarak bakıldığı zaman, ilk yaratılış tabiatın hilafına iken, ikin-
263 35/Fâtır, 40
264 7/A'râf, 191
265 22/Hacc, 73
266 16/Nahl, 17
267 21/Enbiyâ, 104
268 50/Kaf, 15
269 30/Rûm, 27
270 46/Ahkaf, 33
• 159 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
cisi, yani diriltme, tabii olmuş olur. Kendisini bilen herkes bir zaman yok
iken var olduğunu bilir.
Yaratma kavramını bütün açıklığı ile anlamak, ilk yaratmayı ve sonunu
(diriltmeyi) idrâk etmekle olur. Yani ilk yaratılışı, ilk modeli, ilk maddenin
başlangıcını düşünmek, yaratmanın bütün mahiyetini anlatacağı gibi, var
olan bir şeyin yok olduğunu görmek de, tabiat safsatasını yaratılışın âyetleriyle
anlamaya yeter. Cansız şeyler şöyle dursun, sebepler, âmiller, hatta
akıl sahipleri arasında bile, yaratmayı ta başından yapıp sonra yok edecek
hiçbir fert ve grup yoktur.
Makineyi yapan sanatkâr, makinenin içinde aranmaz. Sebepler, yaratıcı
olamaz. Sade dumandan toprak, topraktan taş, taştan bina yapar gibi, ölüden
ölü, cansızdan cansız yapmakla kalmaz, hiçbir hayat hücresi yokken,
sudan hayat yapmak, çamurdan, topraktan ilk bitkiyi, ilk insanı, ilk hayvanı
ihdas edivermek gibi, yaratmanın ilk madde ve sûretine, ilk miktar ve faaliyetine
varıncaya kadar bütün başlangıçlarını yaratmaktan başlar. Yaratma,
Yaratıcının zât ve sıfatından başka hiçbir ön şart ve sebebe bağlı değildir.
İşte böylesine ilk defa yaratan, yarattığını iade eder, sonuna vardırır. Ölüleri
diriltir. Allah böyle önceye de, sonraya da hâkimdir.271
2- İnsan
İnsan Kelimesinin Anlam ve Mâhiyeti
“İnsan” ve aynı anlamdaki ins ve ünâs sözcükleri Kur’ân-ı Kerim’de 88
ayette geçer. “Nâs” insan kelimesinin çoğuludur, insanlar, halk demektir.
Kitabımız’da 240 yerde zikredilir. İnsan kelimesinin sözlük anlamına gelince;
İnsan kelimesinin, kendinden türediği kök olarak iki sözcükten bahsedilir;
bunlardan biri üns kelimesidir. Üns, ünsiyet, yakınlık demektir. Bu
“yakınlık, yaklaşma duygusu” bir yandan hemcinsleriyle bir arada yaşama
durumunda olan insanın başka insanlara karşı yakınlığını, bir yandan da
Allah’a bütün varlıkların üstünde olan yakınlığını ifade eder. İnsan kelimesinin,
bir de nesy = unutmak fiilinden geldiği söylenir.
271 Elmalılı, IV, s. 2713; Veli Ulutürk, Kur'an-ı Kerim'de Yaratma
• 160 •
Ahmed Kalkan
Bu durumda insan, unutkan demektir. Kur’an’da insandan (Âdem) söz
edilirken, “Andolsun, önceden Âdem’e ahid verdik de unuttu ve onu azim
sahibi bulmadık.” (20/Tâhâ, 115) buyrulur.
İnsan kimdir? Nasıl bir varlıktır? Yeryüzüne nereden gelmiştir? İnsan
nereye doğru gidiyor? İnsanın bu dünyada görev ve sorumlulukları var mıdır,
varsa nelerdir? gibi sorular insan aklını meşgul eden sorulardır. Felsefî
akımlar, izmler, dünya görüşleri bu sorulara cevap vermek zorunda kalmışlar,
her biri filin tümünü değil; bir tarafını görebilmişlerdir. Şüphesiz insan,
kendisinin nasıl bir varlık olduğunun cevabını verdiğinde aynı zamanda
inancını da seçmiş olmaktadır.
Her şeyde dengeyi esas alan İslâm dini insanı tarif ederken de dengeyi
esas almıştır. İslam inancına göre insan; beden ve ruhtan oluşan, düşünen,
şuurlu, iman ve ilim sahibi bir varlıktır. İnsan, Allah’ın yeryüzüne lutfettiği,
üstün yapıcı yeteneklere sahip, fakat organik ve biyolojik yapı bakımından
zayıf olan bir varlıktır.
İnsanın İki Yönüİnsanla ilgili olarak, beşer ve Âdem kelimeleri Kur’an’da
sık sık kullanılan iki kavramdır. Kur’ân-ı Kerim’de, İblis’in Âdem’e secde
etmeyi reddetmesi üzerine, Allah’ın ona şöyle dediği anlatılır: “İki elimle
yarattığım şeye seni secde etmekten alıkoyan nedir?”272 Bu âyet-i kerimede
Allah’ın “iki elimle yarattım” demesi, insanın yapısındaki iki temel ögeyi
açıklamaktadır. Kur’an’da yalnızca insanla ilgili olarak böyle bir ifade kullanılır
ki, bu ifade, insanın Âdemiyet ve beşeriyet yanlarını ortaya koyar.
Âdemiyet yapısı, insanın ruh yapısı, mânevî tarafı, melekî tarafıdır. Beşeriyet
yapısı ise, insanın dış yapısını, toprak yönünü, hayvanî tarafını, fizikî
özelliklerini ifade eder.
Müşrikler, insanı sadece bir beşer olarak kabul etmeye ve yalnız zâhirî
nitelikleriyle ele almaya meyillidirler. Günümüzde de Batı kültür ve uygarlığı,
insanı hayvanlardan bir hayvan ve yeme, içme, uyuma ve nefsî arzulara
ihtiyaçtan ibaret bir varlık olarak değerlendirir. Hâlbuki insan, yalnız beşerî
yönüyle değil; rûhî, mânevî yönüyle de insandır. İnsanın hayvanlardan farkı
ve üstünlüğü, gerçek anlamda Âdemiyyet yönüyledir. Âdemiyyet, insanın
tefekkür ve irâde sahibi olma özelliğini belirtir. Bu Âdemiyyet vasfına
272 38/Sâd, 75
• 161 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sahip olan insanın önünde melekler secdeye kapanmıştır: “Bir zaman Rabbin
meleklere, ‘muhakkak Ben kupkuru çamurdan, düzen verilmiş bir balçıktan
bir beşer yaratacağım; onu tesviye edip içine ruhumdan üflediğimde
hemen ona secdeye kapanın.’ demişti.”273; “Sonra onu tesviye etti, ona Kendi
ruhundan üfledi ve sizin için sem’a, besar ve fuadlar kıldı (görme, işitme ve
akletme gücü verdi).”274
Bu konudaki âyetlere dikkat edildiğinde açıkça görülür ki, meleklerin
secde ettiği beşer değil; Âdem’dir. Âdem, bu noktada bütün insanlığın
temsilcisidir ve yalnızca birey olarak Hz. Âdem değildir. Burada Âdem,
insandaki Âdemiyet yanının temsilcisidir. Âdem kelimesi, “iç, iç yüzey, iç
katman” anlamında “edim” kelimesinden gelir. Allah’ın emriyle meleklerin,
Âdem’in önünde secde etmelerinin nedeni, Âdem’e isimlerin öğretilmesi
olduğu anlaşılabilir.275
İsimler, ruhun ögeleri, bilginin Nuranî güçleridir. İşte, insanın Âdemiyet
yanı, onun ışıl ışıl bir ruha, dolayısıyla gözleri iyi gören ve kulağı
iyi duyan apaydınlık bir kalbe sahip olup, şeytanın aldatmalarından uzak
durması yanıdır. Bu hal, insanın kâmil halidir; yani Âdem insan-ı kâmildir.
İnsanın bu hali yitirişinden sonra yeryüzündeki hayatı ve mücadelesi bu
halini yeniden kazanmaya yöneliktir.
Âdemî yön, Türkçe’de Âdem olmak anlamında “adam olmak” deyimiyle
ifade olunur. İnsan, beşerî özellikleriyle bir yere gelebilir, ama adam olmak
daha başka vasıflar ister. “Oğlum, ben sana vali olamazsın demedim
ki, adam olamazsın dedim. Sen de adam olamadığını isbat ettin.” diye kıssada
geçen oğlu adam olamayan adamın ifâdesinde belirtildiği gibi; Adam
olmak, Âdem gibi olmak, Âdemî yönü ağır basmak demektir.
Fakat insan hem Âdemî, hem de beşerî yönden oluşan bir varlıktır. İşte,
onun Allah’ın iki eliyle yaratılmış olması, bu gerçeğin ifadesidir. Bu durum,
konunun başında anlamlarını verdiğimiz insan kelimesinin içeriklerinde
de görülür.
273 15/Hicr, 28-29
274 32/Secde, 9
275 Bak. 2/Bakara, 30
• 162 •
Ahmed Kalkan
Eski Yunan’dan (belki daha eski zamandan) beri câhiliyye bakış açısının
çarpıklığından dolayı insanın sadece maddî/beşerî yönü öne çıkarılmıştır.
Heykel, atletik vücutlar, jimnastiğe aşırı önem verilmesi vb. bu anlayışın
ürünüdür. Günümüzde kısmî farklılıklar olsa da, insana bakış yine câhiliyyenin
çarpık gözlüğünden değerlendirilir: Şişmanlık, en büyük derttir;
özellikle kadınlar için. Bir taraftan çeşitli gıda ürünleri reklâmlanıp teşvik
edilirken, diğer yönden zayıflık çok modadır. Teknolojik kolaylıklar insanı
hareketsiz bıraktığından çağın handikapıdır kilo almak. Zayıflama için
spor âletleri ve diğer araçlar büyük bir sektör oluşturmuştur. Zayıflatma
sektörü yanında güzellik salonları, makyaj malzemeleri, sâhil turizmi, deniz
ve güneşte yanıp bronzlaşmanın önemi ve vücut ölçüleri... Deri güzelliğidir
beklenen; dükkânın vitrinidir istenen, isterse dükkânın içi tümüyle
boş olsun. Kaporta önemlidir bu anlayışa göre, motorsa önemsizdir; bozuk
olsa da olur, hiç olmasa da. Beşerî yön Âdemî yönü ezmiştir tümüyle. “Ye
kürküm ye!” mantığıdır topluma hâkim olan. Artık Anadolu köylerine de
girmeye başlamıştır kuaförler, güzellik salonları. Başörtüsü, bu güzel(!) görüntüyü
bozduğu için kötüdür, suçtur. Batılılık ve modernlik dış demektir,
görüntü demektir, gardırop demektir, ta II. Mahmut’tan beri. Devrimlerin
en önemlileri de kılık kıyafete, şapkaya, yazıya, takvime, metre ve grama
yönelik olanlardır ki tüm bunlar da görünümdür, dışı cilâlamaktır, hasta
adama sağlıklı kadın makyajı yapmaktır. Özellikle kadın cinselliği öne çıkacaktır,
mânevî yönünü görmezden gelip insanı beşerî/hayvanî özellikleriyle
tanımlamada...
Câhiliyye, insanı maddesiyle değerlendirirken, rasüllerin/tebliğcilerin
kendileri gibi beşer olmasını kabullenemez ve melek peygamber, beşer olmayan
elçi ister. Arap müşriklerinin bu tavrı günümüz câhiliyyesinde de
yerini korumuştur. Hoca ve hacıların beşerî özelliklerden, dünyevî faâliyetlerden
el etek çekmesi, râhip hayatı yaşaması istenir; melek hocadır istenen,
inzivâya çekilen hacıdır beklenen. Kendilerine birazcık benzeyip ufak
tefek hata işleyen hoca, onların gözünde şeytandır artık. Çünkü onun beşer
olmaya hakkı yoktur, melek gibi yaşamalıdır. Melek gibi yaşamıyorsa o zaman
şeytandır, bu anlayışa göre...
İşte, topraktan yaratılan insanın beşeriyet yanı, Kur’an’ın ifadesiyle
“unutkanlığının, nankörlüğünün, aceleciliğinin, haklı-haksız tartışmayı
pek sevmesinin, bilgisizliğinin, zâlimliğinin ve zayıflığının sembolüdür. Bu
olumsuz nitelikleri bastıracak olan da, insanın âdemiyet yanıdır, mânevî
• 163 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
duyularıdır, kalbidir. İnsan, sadece beşer olarak kalmamalı, beşeriyetini
Âdemiyetinin emrine vererek, ilk yetkin halini kazanmaya çalışmalıdır.
Kur’an’da yetkin hale ahsen-i takvim (en güzel kıvam, en güzel yaratılış)
denirken; insanın bu yetkinlikten bütünüyle uzaklaşmış ve hayvanlaşmış,
beşeriyete yuvarlanmış haline de “esfel-i safilin” (alçakların alçağı) denir.276
İşte, insanlar da, kendilerini yalnızca beşer olarak görmeden, beşeriyet
ve âdemiyetten oluşan bir varlık olduklarını unutmadan, şeytanın adımları
ardınca gitmezler ve her sürçtüklerinde tevbe ederlerse, meleklerin önlerinde
secde ettiği Âdem halini alır, unutkan insandan; kâmil mü’min insan
olma durumuna ulaşabilirler.277
İnsanın beden ve ruhtan oluştuğunu belirttik. Bedenin aslı topraktır.
Kur’an’ın açıkladığı bu gerçeği, modern ilimler tasdik ve teyid edip doğrulamaktadır.
Kimyasal analizler, tahliller toprakta bulunan madenlerin,
elementlerin insanda da bulunduğunu göstermektedir.
İnsanın ruhu ise, görünmeyen, manevî yönünü oluşturur. İnsanın ruhu
olduğu aşikârdır. Bu gerçek, ölüm halinde özellikle kendini ortaya koyar.
Diri ile ölü arasındaki fark, diride ruhun bulunması, ölü bedende ise bulunmamasıdır.
Uyku da küçük bir ölüm gibidir. Uyku halinde ruhun insanı
bir an için terk edişi de, ruhun varlığıyla ilgili bize kesin bilgi verir.278
Ruhçuluk (spiritüalizm) de yanlıştır. İnsanı yine diğer yarımıyla tanımlamadır.
İnsanı sadece maddî yönüyle beşer olarak tanımlamak ifrat ise,
bu da tefrittir. Bedeni reddetmek, Hint ve doğu mistisizminde önemli olabilir.
Nirvanaya ulaşmak için Hint fakiri ateşte yürür, çivili yatakta yatar,
çarmıha gerilir, aç-susuz yaşar, inzivâya çekilir. Tasavvuf da etkilenmemiş
değildir bu anlayıştan ve nefsi (maddeyi, arzuyu temsil eden duyguyu) öldürmek
ve tek yönlü insan olmaktır bu değerlendirmede egemen olan. Bedenî
zevkleri, nefsi çirkin görüp dünyayı leş sayan, sosyal hayatı zâlim ve
kâfirlere bırakan, bir lokma bir hırka anlayışı... Dövene elsiz, sövene dilsiz
olma gereği duyma, tahrif edilmiş hıristiyanlıktaki bir yüzüne tokat vurulursa
diğer yüzünü çevirme tavsiyesi... Zâlim yöneticilerin de dolaylı teşviği
var mıdır bilinmez bu anlayışta, ama en azından şikâyetçi olmadığı, hatta
276 Bak.95/Tîn, 4-5
277 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, Kırkambar Y., s. 243-244
278 Bak. 39/Zümer, 42
• 164 •
Ahmed Kalkan
ezilmeyi kabul eden insanları yönetmenin rahatlığını duydukları yadsınamaz.
Hâlbuki İslâm’ın ölçüsü bellidir. “Nefsinin de senin üzerinde hakkı
var.” Devamlı oruç tutmak isteyen, evlenmeyip hadım olmayı arzulayanları
kınayan ve bunu reddeden bir dindir, orta yol, vasat ümmet, aşırılıklardan
uzak fıtrat dini.
İnsan, bedeniyle hareket eder ve algılar. Ruhuyla idrâk eder, düşünür,
bilir, sever, nefret eder, sevinç ve üzüntü duyar. İnsanın bütün iç dünyası,
manevî, görünmeyen âleminin faaliyetleri ruhun faaliyetleridir. Ruh, Allah’ın
sırlarından, gizliliklerindendir. İnsanın onun esrarına vâkıf olması
mümkün değildir. Ruh Allah’ın katındandır. Onun hakkında insana verilen
bilgi pek azdır.279
Din ve akıl, ruhun varlığını açıkça ortaya koydukları halde; her gerçeği
inkâr edenler olduğu gibi, ruh gerçeğini inkâr edenler de olmuş ve olacaktır.
Bu inkârın temelinde, görünmeyen, mâhiyeti bilinmeyen varlığı kabul
etmeme düşüncesi yatmaktadır. Bilimi putlaştıran determinizm, lâboratuarcı
bilimselcilik, materyalizm ve komünizmin ruhu ve mâneviyatı inkâr
etmedeki büyük çabalarını câhiliyye ve şirk tarihi unutmayacaktır.
İnsan kompleksini oluşturan beden ve ruh unsurlarının kendilerine has
birtakım ihtiyaçları vardır. İnsan bunları elde etmek için gayret sarfeder.
Maddî unsur (beden), yeme, içme, uyuma, nefes alıp verme gibi maddî
ihtiyaçlarını gideremediği zaman rahatsız olduğu gibi; mânevî unsur olan
ruh da ihtiyaçlarını gideremeyince muzdarip olmaktadır. Ruhun ihtiyaçları,
Rabbini zikredip ibâdet etmek, kendisinden geldiği İlâhî mercîye doğru
yol almak ve O’na yakınlaşmak için gerekli çabayı göstermek gibi ruhî gıdalardır.
Her iki unsurun ihtiyaçları ve beslendikleri gıdalar birbirlerinden
tamamen ayrıdır. Ruhi gıdalar olan zikir ve ibâdetler yalnız başına bedeni
besleyip ayakta tutamadığı gibi, bedenin ihtiyaçları olan maddî gıdalar ve
zevkler de hiç bir zaman ruhu sağlıklı bir ortamda tutamaz, onu mutlu ve
huzurlu edemez. “İyi bilin ki kalpler, ancak Allah’ı zikretmekle yatışır, huzur
ve rahat bulur.”280 Huzur, mutluluk, mutmainlik/tatmin duygusu maddî bir
şey değil; mânevîdir; gıdası da mânevî olacaktır.
279 Bak. 17/İsrâ, 85
280 13/Ra’d, 28
• 165 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah insana, hem fücûru (günah ve kötülüğe meyli), hem takvâyı (günahlardan
korunmayı) ilham ettiği için insan, bir taraftan melek tabiatına,
bir taraftan da hayvan tabiatına sahiptir. Ama, İslâm fıtratı ile yaratıldığından,
akıl, vicdan ve güzele meyil gibi nimetlerle donatıldığından ve Allah’ın
Kitap, peygamber, hidâyet gibi lütuflarından dolayı hayra meyli önceliklidir.
İnsan, kendi fıtratının özelliklerini muhafaza ederek, Rabbini zikredip
ibâdet ederse, meleklerden olan üstünlüğünü korumuş olur. Ama melek tabiatını
kaybedip yalnız maddî ihtiyaçlarını tatmin etmeyi düşünürse, hayvanlar
seviyesinde bir mahlûk olur: “Kâfir olanlar zevklenirler, hayvanların
yediği gibi yerler. Sonunda onların barınağı ateştir.”281 Yani, beşerî/hayvanî
ihtiyaçların alabildiğine tatmini yanında; ruhî gıda ve çözümlerin tümüyle
ihmali. İnsanı insan yapan esas unsurun teoride ve daha önemlisi pratikte
reddedilmesinin sonucunun da hayvanlaşmak olacağı doğaldır.
İnsan ve onun duyguları zaman ve mekânla sınırlıdır. Zaman ve mekân
dışı şeyleri olduğu gibi algılayabilmekten uzaktır. Hatta insan çoğu kez zamanın
ve mekânın içindeki birçok şeyden bile haberdar olamamaktadır.
Dahası, kendi benliğinin sırlarını dahi henüz tam çözebilmiş değildir.
İnsan bağımlıdır. Anasına, çevresine, toprağa, dünyaya ve âhirete olan
bağlarıyla birlikte doğar. Doğmasındaki dahli ne kadarsa, ölmesindeki
dahli de o kadardır. Ne doğuşuna kendisi karar verebilir, ne ölümüne ve ne
de doğumdan ölüme kadarki gelişim ve değişim sürecine... Bütün bunlar,
kendisi dışındaki bir karar merkezinde belirlenip icra edilir. Onun, hayatın
değişmez yasaları dediğimiz bu “İlâhî kanunlara” uymaktan başka yapacağı
pek bir şey yoktur. Kaderin bilinmeyen câzibesi, esrârengiz ve sırlı gelecek,
meçhuller, heyecanlar hayatın tadıdır. Sıkıcı değil; makine ve bilgisayar değil;
hârika bir canlıdır insan...
İnsan muhtaçtır. Yardıma, bakıma, besine, suya, insana, anaya, babaya,
toprağa, göğe, sevgiye, terbiyeye, bilgiye, görgüye, çevreye ve daha birçok
şeye... O, bu ihtiyaçlarından bazılarına daha doğar doğmaz, bazılarına da
doğal gelişimini tamamladıkça gereksinim duyar. Çünkü insan, değişerek
gelişebilen bir varlıktır. Âcizlik; sosyalliği, yani birbirine ihtiyaç duyma ve
yardımlaşmayı, zayıflık da; kulluğu, yani Allah’a kesin muhtaçlığı ve O’na
ibâdeti meydana çıkaracaktır.
281 47/Muhammed, 12
• 166 •
Ahmed Kalkan
Bu ihtiyaçlar, bir yönüyle zayıflığın, diğer yönüyle huzur ve faziletin
göstergesidir. İnsanın diğer canlılarla ortak yönleri vardır. Görünebilen
tüm canlılar: Beslenirler, hücrelerden oluşmuşlardır, hareketlidirler, büyürler,
çoğalırlar, solunum ve boşaltım yaparlar. Aynı yaratıcının aynı kanunlarına
muhataptırlar. Yaratıcı ve Rableri aynı, hepsi O’nun kullarıdır.
Bütün bu özellikler canlıların “hayvan”lık boyutudur. Zaten insanı “insan”
yapan özellikler de bunlardan hiçbiri değildir. O, insan olmayı hayvanlarla
paylaştığı bu özelliklerinden dolayı hak etmemiştir.
Yeryüzünde halifelik için, diğer canlıların kendisine hizmet etmelerini
gerektiren farklılık olmalıdır. Zahmet olmalı ki rahmet olsun.
İnsan, “insan” olma özelliğini, “iman” etme özelliği dolayısıyla kazanmıştır.
Çünkü insan, akıl ve gönül sahibidir. Hayvanların akılları ve gönülleri
olmadığından iman etmekle yükümlü değildir hayvanlar. (Ama, Allah’a
isyan da etmezler; kendi yapılarınca kulluk yaparlar, Allah’a ibâdet ve itaatten
de çıkmazlar.) İşte, yukarıda sayılan maddelerden insana özgü olan ve
insanı hayvandan ayıran en büyüğü imandır. İmandır, çünkü insan, gücü
sınırlı, bağımlı ve muhtaç bir varlıktır. Kendinden daha güçlü olan, kendisi
gibi bağımlı ve muhtaç olmayan birinin yardımı olmadan yaşayamaz.
Güçsüzlüğünü, bağımlılığını ve muhtaç oluşunu her fark edişte bağlanacak,
inanacak, güvenecek, sığınacak, tutunacak ve barınacak birini arar.
İnsanı hayvandan ayıran diğer önemli özellik ise ilimdir. İman ve ilim
sayesinde insan, kendi hür irâdesiyle Allah’a kulluk yaparak en güzel biçimdeki
yaratılışına uygun bir hayat yaşayabilir. İman, ilim ve ibâdetten uzak
insan ise varlıkların en âdisi olur.282
282 Bak. 17/İsrâ, 70; 51/Zâriyât, 56; 95/Tin, 4-5; 47/Muhammed, 12; 7/A’râf, 179
• 167 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’ân-ı Kerim’de İnsan
Kur’ân-ı Kerim’de 65 yerde zikredilen insan283 kelimesi yanında; nâs
(insanlar)284 kelimesi 240 yerde, ins kelimesi 18 ve ünâs kelimesi de 5 âyette285
geçer. İnsanlar anlamında olan “ins” kelimesi ise 18 yerde286 zikredilir.
Yine insan anlamında abd ve ıbâd kelimeleri 130; beşer 37 yerde, benî
Âdem ifadesi de 7 âyette geçer. Kur’ân-ı Kerim, insanlara gönderilen bir
kitaptır. Kur’an’ın ekseninde insan vardır. Her âyet insanla ilgilidir. İnsanı
en iyi tanıyan onun yaratıcısı olduğundan, kullanım kılavuzu şeklinde,
insanın nasıl yaşaması gerektiği o kitapta öğretilir. İnsanın nasıl bir varlık
olduğu, yaratıcı tarafından tanımlanır.
Kur’an’da insanın doğrudan bir tanımı yapılmamış, farklı yerlerde, değişik
özelliklerine temas edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de insan gerçeği şöyle
açıklanır:
283 İnsan Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 65 Yerde): 4/Nisâ, 28; 10/Yûnus, 12; 11/Hûd, 9;
12/Yûsuf, 5; 14/İbrâhim, 34; 15/Hıcr, 26; 16/Nahl, 4; 17/İsrâ, 11, 11, 13, 53, 67, 83, 100; 18/Kehf, 54;
19/Meryem, 66, 67; 21/Enbiyâ, 37; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 12; 25/Furkan, 29; 29/Ankebût, 8; 31/
Lokman, 14; 32/Secde, 7; 33/Ahzâb, 72; 36/Yâsin, 77; 39/Zümer, 8, 49; 41/Fussılet, 49, 51; 42/Şûrâ, 48, 48;
43/Zuhruf, 15; 46/Ahkaf, 10; 50/Kaf, 16; 53/Necm, 24, 29; 55/Rahmân, 3, 14; 59/Haşr, 16; 70/Meâric, 19;
75/Kıyâme, 3, 5, 10, 13, 14, 36; 76/İnsan, 1, 2; 79/Nâziât, 35; 80/Abese, 17, 24; 82/İnfitâr, 6; 84/İnşikak, 6;
86/Târık, 5; 89/Fecr, 15, 23; 90/Beled, 4; 95/Tîn, 4; 96/Alâk, 2, 5, 6; 99/Zelzele, 3; 100/Âdiyât, 6; 103/Asr, 2.
284 İnsanlar Anlamındaki Nâs Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 240 Yerde): 2/Bakara, 8, 13, 21,
24, 44, 83, 94, 96, 102, 124, 125, 142, 143, 143, 150, 159, 161, 164, 165, 168, 185, 187, 188, 189, 199, 200,
204, 207, 213, 213, 219, 221, 224, 243, 243, 251, 259, 264, 273; 3/Âl-i İmrân, 4, 9, 14, 21, 41, 46, 68, 79, 87,
96, 97, 110, 112, 134, 138, 140, 173, 173, 187; 4/Nisâ, 1, 37, 38, 53, 54, 58, 77, 79, 105, 108, 114, 133, 142,
161, 165, 170, 174; 5/Mâide, 32, 32, 44, 49, 67, 82, 97, 110, 116; 6/En’âm, 91, 122, 144; 7/A’râf, 85, 116,
144, 158, 187; 8/Enfâl, 26, 47, 48; 9/Tevbe, 3, 34; 10/Yûnus, 2, 2, 11, 19, 21, 23, 24, 44, 44, 57, 60, 92, 99,
104, 108; 11/Hûd, 17, 85, 103, 118, 119; 12/Yûsuf, 21, 38, 38, 40, 46, 49, 68, 103; 13/Ra’d, 1, 6, 17, 31; 14/
İbrâhim, 1, 25, 36, 37, 44, 52; 16/Nahl, 38, 44, 61, 69; 17/İsrâ, 60, 60, 89, 89, 94, 106; 18/Kehf, 54, 55; 19/
Meryem, 10, 21; 20/Tâhâ, 59; 21/Enbiyâ, 1, 61; 22/Hacc, 1, 2, 3, 5, 8, 11, 18, 25, 27, 40, 49, 65, 73, 75, 78;
24/Nûr, 35; 25/Furkan, 37, 50; 26/Şuarâ, 39, 183; 27/Neml, 16, 82; 28/Kasas, 23, 43; 29/Ankebût, 2, 10, 10,
43, 67; 30/Rûm, 6, 8, 30, 30, 33, 36, 39, 41, 58; 31/Lokman, 6, 18, 20, 33; 32/Secde, 13; 33/Ahzâb, 37, 63;
34/Sebe’, 28, 28, 36; 35/Fâtır, 2, 3, 5, 15, 28, 45; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 27, 41; 40/Mü’min, 57, 57, 59, 61, 61;
42/Şûrâ, 42; 43/Zuhruf, 33; 44/Duhân, 11; 45/Câsiye, 20, 26; 46/Ahkaf, 6; 47/Muhammed, 3; 48/Fetih, 20;
49/Hucurât, 13; 54/Kamer, 20; 57/Hadîd, 24, 25, 25; 59/Haşr, 21; 62/Cum’a, 6; 66/Tahrîm, 6; 83/Mutaffifîn,
2, 6; 99/Zelzele, 6; 101/Karia, 4; 110/Nasr, 2; 114/Nâs, 1, 2, 3, 5, 6.
285 Bir Grup İnsan, İnsanlardan Oluşan Topluluk Anlamındaki Ünâs Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam 5 Yerde): 2/Bakara, 60; 7/A’râf, 82, 160, 17/İsrâ, 71; 27/Neml, 56.
286 İnsanlar Anlamında İns Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 18 Yerde): 6/En’âm, 112, 128,
128, 130; 7/A’râf, 38, 179; 17/İsrâ, 88; 27/Neml, 17; 41/Fussılet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18; 51/Zâriyât, 56; 55/
Rahmân, 33, 39, 56, 74; 72/Cinn, 5, 6.
• 168 •
Ahmed Kalkan
a-) İnsanın olumlu özellikleri
1- İnsan, yeryüzünde halifedir.287
2- İnsan, çok büyük bir ilmî kapasiteye sahiptir. Çünkü Allah, ona kendi
ilminden öğretti. Melek olsun, diğer varlıklar olsun ona öğretilen ilimde,
yani eşyanın mâhiyetini bilmekte ona erişemezler.288
3- İnsan, Allah’ı tanıma kabiliyetini fıtratında taşır. Bunun için küfür ve
inkâr, insanın fıtrî tabiatından bir sapmadır.289
4- İnsanın özünde, hayvanda ve bitkide bulunmayan büyük bir güç vardır.
İnsan, hem maddedir, hem de mânâ; hem cisimdir, hem de ruh.290
5- İnsan, halife olduğu gibi, Allah’ın emanetini de taşır. O ölçüde sorumludur.
O, yeryüzünü kendi çaba ve girişimiyle imar edeceğine dair söz
vermiştir.291
6- İnsan, ahlâkî vicdana sahiptir. İyiliği ve kötülüğü seçme kabiliyetine
sahip iradeli bir canlıdır. Saadeti ve şekaveti seçmede serbest bırakılmıştır.
292
7- İnsan, özünde şeref yüceliğini taşır. Allah, onu diğer varlıklara nazaran
daha üstün yaratmıştır. Fakat kendi üstünlük ve şerefini sezmezse,
aşağılığa ve esarete düşer.293
8- İnsan, kendisini yaratan Allah’ı hatırlama kabiliyetine de sahiptir.
Allah’ın yüce varlığını kavrar, O’na varmak için tüm diğer arzulardan vazgeçebilir.
294
9- Yeryüzündeki bütün nimetler insan için yaratılmıştır. Diğer yaratıklar
onun hizmetine verilmiştir.295
287 Bak. 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165
288 Bak. 2/Bakara, 31-33
289 Bak. 7/A’râf, 172; 30/Rûm, 43
290 Bak. 32/Secde, 9
291 Bak. 33/Ahzâb, 72
292 Bak. 91/Şems, 8-10; 76/İnsan, 3
293 Bak. 17/İsrâ, 7, 70; 95/Tin, 4 - 5
294 Bak. 84/İnşikak, 6; 13/Ra’d, 28
295 Bak. 2/Bakara, 29; 45/Câsiye, 13
• 169 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
10- İnsan, Allah’a karşı sorumlu tutulmuştur. Yalnız Allah’a ibâdet eder,
O’na kulluk edip emrine itaat eder.296
11- İnsana yaratılış gayesi öğretilmiştir. Allah’ı unutursa, kendisini de
unutmuş olacaktır. Allah’ı unutan insan, yeryüzünde şaşırmış bir varlık haline
gelir.297
12- İnsan, yalnız maddî meseleler için çabalayıp sadece maddî yönünü
tatmin etmez. O, Allah’ın rızâsını hedeflerin en yücesi olarak seçer. Yalnız
O’nun rızâsını kazanmak için çabalar.298
b-) İnsanın olumsuz özellikleri
1- İnsan, kendisini tanımazsa zâlim ve cahil kalır.299
2- Bazen Allah’ın nimetlerini görmezlikten gelerek nankörlük yapar.300
3- İnsan, bazen kendini yeterli zanneder ve Allah’a ihtiyaç duymadığı
anlayışıyla tuğyan eder (azar, taşkınlık yapar).301
4- İnsan, işlerinde çoğu zaman acelecidir.302
5- İnsan, zorluklarla karşı karşıya gelince Allah’ı hatırlar. Zorluklar geçip
gidince sanki hiç bir olay olmamış gibi Allah’ı unutur.303
6- Allah’ın keremini unutarak cimrileşir.304
7- İnsan, hırs ve ihtiraslarla donatılmış bir varlıktır.305
8- İnsan, eğer kötülük görürse inler, sızlanır, bağırır ve yardım ister.
Eğer kendisine nimet verilirse cimrileşir.306
296 Bak. 51/Zâriyât, 56
297 Bak. 59/Haşr,19
298 Bak. 89/Fecr, 28; 9/Tevbe, 72
299 Bak. 33/Ahzâb, 72
300 Bak. 22/Hac, 66
301 Bak. 96/Alâk, 6-7
302 Bak. 17/İsrâ, 11
303 Bak. 10/Yûnus, 12
304 Bak. 17/İsrâ, 100
305 Bak. 70/Meâric, 19
306 Bak. 70/Meâric, 20 - 21
• 170 •
Ahmed Kalkan
9- İnsan zayıf yaratılmıştır; âcizdir.307
İnsanın Menşei (Oluşumu) Meselesi
Hayatın ve insanın başlangıcı meselesi, bilginleri, filozofları ve her tipten
nice insanı düşündüren ciddî bir meseledir. Kimileri insanı tabiatın yarattığına,
kimileri hayvandan evrimleşerek türediğine inanmaktadır. Tüm
vahiy kaynaklı dinlerin -ki asılları İslâm’dır- ve özel olarak İslâm dininin
insanın kökeni hususundaki görüşü bellidir.
İslam inancına göre; Allah insanı topraktan yaratmış, ona kendi ruhundan
üfleyerek can vermiştir. Buna göre insan da dâhil tüm varlıklar Allah
tarafından yaratılmıştır.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) Allah tarafından yaratılmıştır.
Bu yaratılış bir anda değil, aşama aşama gerçekleşmiştir. Şimdi bu
aşamaları Kur’an ifadeleri ile açıklayalım:
Birinci aşama, toprak (türab); “Allah sizi topraktan yarattı...”308
İkinci aşama, çamur (tıyn) ; “O Allah ki sizi çamurdan yarattı...”309
Üçüncü aşama, çamurun özü (min sülaletin min tıyn); “Andolsun ki, biz
insanı çamurun özünden yarattık...”310
Dördüncü aşama, yapışkan çamur (tıyn-in lâzib); “Şüphesiz biz onları
yapışkan çamurdan yarattık...”311
Beşinci aşama, şekillenmiş kara balçık (hame-in mesnun); “ Andolsun
ki, biz insanı kuru çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”312 Altıncı
aşama, kuru çamur (salsâl); “İnsanı ateşte pişmiş gibi kuru çamurdan yarattık.”
313
307 Bak. 4/Nisâ, 28
308 35/Fâtır, 11
309 6/En’âm, 2
310 23/Mü’minûn, 12
311 37/Sâfât, 11
312 15/Hicr, 26
313 55/Rahmân, 14
• 171 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Yedinci aşama, insan şekline koyma ve ruh verme; “Onu (Âdem’i) düzenleyip
insan şekline koyduğum zaman ona ruhumdan üfledim.”314
Kur’an’da İnsanın Yaratılması ve Halifeliği
“Hani Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.
Onlar da: ‘Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?
Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz’ dediler;
Allah: ‘Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. ‘Eğer
sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.
Cevap verdiler: ‘Sen münezzehsin, Senin öğrettiğinden başka bizim bir
bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem hakîmsin’.
Allah: ‘Ey Âdem, onlara isimlerini söyle’ dedi, Âdem isimlerini söyleyince,
Allah: ‘Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve
gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?’ dedi.
Meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik, İblis müstesna hepsi secde ettiler,
o ise kaçındı, büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.”315
“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, ‘Âdem’e
secde edin’ dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.”
316
“Andolsun ki, insanı kuru balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık.
Cinleri de, daha önce dumansız ateşten yarattık. Rabbin meleklere: ‘Ben, balçıktan,
işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan
üflediğimde ona secdeye kapanın’ demişti.”317
Bu ve benzeri âyetlerden yola çıkarak Hz. Âdem’in şahsında insan olmanın
meziyetlerinin şunlar olduğunu söyleyebiliriz:
314 15/Hicr, 29
315 2/Bakara, 30-34
316 7/A’râf, 11
317 15/Hıcr, 26-29
• 172 •
Ahmed Kalkan
a- Allah, insanı yeryüzünün halifesi (temsilcisi) yapmıştır.
b- Ona ruhundan üflemiştir.
c- Tüm eşyanın isimlerini ona öğretmiştir.
d- Melekler ona secde etmiştir.
İnsanın Yaratılışı
Allah’a inanmadıkları için, insanın Allah tarafından yaratıldığını da
kabul etmeyen maddeciler, insanın tabiattan geldiğini, yani insanı tabiatın
yarattığını iddia ederler. Kör ve şuursuz bir tabiatın nasıl yaratıcı olabileceğini
izah edemeseler de, hiç değilse kendilerini kandırmak için bir yaratıcı
bulma ihtiyacıyla, tabiata yaratmada yardımcı olarak tesadüfü de ortaya
atarlar. Tabiat ve tesadüfün yaratıcı olamayacağını anlamak için aslında
çok zeki olmaya bile gerek yoktur. Zaten aklı başında hiç kimse, bu iddialara
meyletmez. Maddecilerin “nereden geldik?” sorusuna cevap olarak,
maymundan geldikleri şeklindeki bir başka iddiaları ise, değil insanların;
kargaların (hatta maymunların) bile güleceği bir uydurmadır. Domates tohumundan
biberin, patlıcandan karpuzun, nohuttan mercimeğin olmadığı
gibi, köpekten de koyun sürüsü, maymundan da insan nesli türeyemez.
İnsanın maymundan türediğini savunanlar, insanın kendisini tanımasına
engel olarak ona hükmetmeyi hedeflemişlerdir. İnsan maymundan türediyse,
maymunu kim yarattı? Maymun başka varlıklardan türediyse onları
kim yarattı? Onları yaratan Allah, insanı yaratamaz mı? İnsan maymundan
türediyse bugün maymun olarak yaşayan hayvanlar niye insan olamadılar?
Bu maddecilere göre, şans tarihte sadece bir tek maymuna gülmüş ve o,
maymunluktan kurtularak, onun nesli insan olarak devam etmiştir. Diğer
maymunların suçu neydi de bir türlü evrimleşerek maymunluktan kurtulup
insan olamadılar? Aslında bu iddiayı savunup hayvanlaşanlar, kendi
seviyelerini yükseltip hayvanlara eş olmaya çalışıyorlar. Allah (c.c.), insanda
bulunan melek ve Âdemiyet tabiatının özelliklerini kaybettiklerinden
böyleleri için şöyle buyurmaktadır: “Onlar hayvan gibidir, hatta hayvandan
daha aşağıdırlar.”318 Bu âyetin ifadesi, inanmasalar bile tecelli ediyor
ve inançsızlar itiraf ediyorlar; “biz Âdem oğlu adam değil; maymun çocu-
318 7/A’râf, 179
• 173 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ğuyuz, “hayvan oğlu hayvanız” demek istiyorlar. Maymun gibi maskaralık
yapıyorlar. Bırakın bunlar, peygamber çocuğu olmaya lâyık olmadıkları
için Âdemoğlu olduklarını kabul etmesin, hayvan çocuğu olsunlar. Bizim
aslımız da nesebimiz de bellidir; atamız Âdem, ata yurdumuz ve ana vatanımız
da cennettir.
“Muhakkak ki biz insanı en güzel şekilde yarattık.”319 İman ve akıl gibi
özelliklerle hayvandan çok farklı olan insanın, temel manevî özelliklerini
görmezden gelerek insanı (daha doğrusu kendilerini) hayvan diye tanımlayanlar
vardır. Bunlar, insana insandan bir ata yakıştıramadıkları gibi, insanı
konuşan hayvan, düşünen hayvan gibi hayvan olarak da ifade etmek
isterler. Bu yaklaşım, insanı sömürmek, istedikleri gibi gütmek için onu
hayvanlaştırmak, sürüleştirmek ihtiyacından kaynaklanmıştır.
Mü’minler, “nereden geldin?” sorusuna cevap olarak, İlâhî vahyin haber
verdiği şekilde, Allah’tan geldiklerini, yani evreni ve içindeki her şeyi olduğu
gibi, kendilerini de Allah’ın yarattığını belirtirler. Bütün müslümanlar,
Hz. Âdem’in Allah tarafından topraktan yaratıldığına; diğer bütün insanların
da Hz. Âdem ve onun hanımı Hz. Havva’dan çoğaldıklarına inanmak
mecburiyetindedirler. “Ey insanlar! Sizleri bir tek kişiden (Âdem’den) yaratan,
ondan da eşini (Havva’yı) vücuda getirerek, ikisinden birçok erkekler ve
kadınlar üreten Rabbinizden korkun.”320
İnsanın Yaratılış Gayesi: Maddecilere göre insan, dünyaya gelir, her
canlı gibi yer, içer, nefsî arzularını yerine getirir ve sonra toprağa karışır
gider. Yani, insan yaşamak için yaşar. Basit dünyevî hedeflerin ötesinde bir
yaratılış amacı yoktur. O, ot gibi yaşayıp gideceğini, sonra ot gibi kuruyup
yok olacağını zanneder.
İslâm’a göre, insanın yaratılış gayesini Allah (c.c.) belirlemektedir: “Ben
cinleri ve insanları sadece Bana ibâdet etsinler diye yarattım.”321; “Sizi boşuna
yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”322
319 95/Tîn, 4
320 4/Nisâ, 1
321 51/Zâriyât, 56
322 23/Mü’minûn, 115
• 174 •
Ahmed Kalkan
İnsan, yalnız yiyip içmek, gezip tozmak için yaratılsaydı insanın herhangi
bir hayvandan farkı olmazdı. İnsan boş yere yaratılmamış ve başıboş
bırakılmamıştır. O, bir görevi yerine getirmek için yeryüzüne gönderilmiştir.
Kendisi gibi herhangi bir yaratığa kul, köle olmak için değil; yaratanını
tanımak ve O’na ibâdet etmek, dünyada Allah’ın hükmünü hâkim kılmak,
buna karşı çıkan engelleyici güçleri (fitneyi) bertaraf etmek suretiyle halifelik
görevini yürütmek için yaratılmıştır. İnsan, nefsi için değil; Allah’a
ibâdet etmek için, şu fâni dünya için değil; ebedî hayat için yaratılmıştır.
Allah’a ibâdet için yaratılan insan, bu kulluğunun karşılığını hem dünyada
hem âhirette alacaktır. Allah’ın emirlerine itaat, dünya ve âhiret mutluluğuna
sebeptir.
İnsanın yaratılış sebeplerinden biri, en geniş anlamıyla yeryüzü yönetiminden
sorumlu olmaktır. Halife olmanın anlamı budur. O halde insan,
kendi toplumuna huzur ve adâleti hâkim kılma görevinin yanı sıra, yeryüzünde
yaşayan diğer canlıların hayatlarını devam ettirmelerinden, yeryüzündeki
bitki örtüsünden, çevreden ve benzeri şeylerden de sorumludur.
Aslında bu görevi de, Allah’a ibâdet görevinin çerçevesi içinde görülmelidir.
Çünkü namaz, oruç, zekât gibi şekli belirlenmiş ibâdetler ve helâl-haram
gibi konularda Allah’a karşı görevini yerine getiren insanın, dünya hayatıyla
ilgili çabaları da ibâdet kapsamı içerisine girmektedir. Belirlenmiş
ibâdetlerini yerine getirmeyen, ahlâkî kurallara riâyet etmeyen kimsenin,
dünyayı imar görevini yerine getirmesi ise, kendisine mânevî alanda herhangi
bir değer kazandırmaz. Böylesi insanların hayvanlardan farkı yoktur.
Çünkü hayvanlar da fesat çıkarmayıp yeryüzünün îmârına hizmet ederler.
Allah’ın emirlerini yerine getiren kimsenin, dünya hayatıyla ilgili çabalarının
da ibâdet olarak görülmesi, din-dünya ayrımını ve dine ait olan
ile dünyaya ait olan gibi bir bölünmeyi de ortadan kaldırmaktadır. Laiklik
demek olan böyle bir ayrım, insan şahsiyetini de parçalar; kişiliğinde birtakım
bozukluklara sebep olur. Dünya hayatı, âhiret hayatının bir mukaddimesidir
ve onunla sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir bakış açısı, dünya hayatını
olması gereken konuma oturtmuş olur. Bu takdirde dünya hayatı, aşağılık
ve çirkef bir hayat değil; âhiret mutluluğunun kazanıldığı bir yerdir; kaçınılmaz
bir aşamadır.
İbâdetler, Allah’ın onlara ihtiyaç duymasından dolayı değildir. Allah sameddir,
hiçbir şeye muhtaç değildir. Fert ve toplum olarak, insanın kendi•
175 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sinin ibâdetlere ihtiyaç duymasından; birey ve toplum olarak hayatının düzene
girmesi içindir. Mesela, belirlenmiş ibâdetlerin başında gelen namaz,
insanın kötülüklerden alıkonmasını sağlar; en azından bu hedefe yardımcı
olur. Oruç, yine nefsin terbiye edilmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi;
zekât, toplumda ekonomik yapının düzenlenmesi ve insandaki mal tutkusunun
frenlenmesi için bir araçtır. Kuşkusuz bu ibâdetlerin daha başka
dünyevî faydaları da vardır. Esas faydaları da âhiret mutluluğuna sebep olmalarıdır.
Ama unutulmamalıdır ki, nice yararları olan tüm ibâdetleri biz,
bu faydalarından dolayı değil; Allah’ın emretmesinden dolayı, O’nun rızası
için yerine getiririz.
İnsanın Konumu ve Görevi
İnsan çok değerli bir varlıktır. Aklı ve iradesiyle diğer varlıklardan ayrılır.
Her şey onun hizmetine verilmiştir.
Kâinattaki her şey onun destekleyicisi ve yardımcısıdır.
Tabiat, hayvan, bitki, eşya, hayat, toplum ve diğer insanlarla uyum içindedir.
Özünde, ruhunda, vicdanında, zihninde kısaca yaratılışında güvenlik,
barış, iyilik, güzellik, merhamet, sevgi ve insaf vardır. İnsanın zaafları, ihtiyaçları,
eksiklikleri vardır.
Başıboş yaratılmamıştır. Yeryüzünde önemli görevleri vardır.
İnsanın asıl görevi kulluk ve yeryüzünde halife olmaktır.
İnsan Ölünce Ne Olacak?
İnsan, Allah’tan gelmiştir ve Allah’a gitmektedir. Eceli geldiğinde her
canlı gibi her insan da ölüm denilen geçitten geçerek gayb âlemine gider. Şu
bir gerçektir ki, ölmek, yok olmak değildir. Ölüm, insanı oluşturan asıl öge
olan ruhun, elbisesi durumunda olan geçici beden unsurundan bir müddet
ayrılıp onu terk etmesidir. İnsanın fizikî yapısıyla ilgili faaliyetleri dursa bile,
ruh bakımından bağlı bulunduğu hususlarla hiçbir zaman ilgisi kesilmez.
• 176 •
Ahmed Kalkan
Yani, maddî faaliyetler son bulur, ruhî değerlere bağlı hareketler ise aynen
devam eder. Ruh âleminin özelliklerini anlamamız için Cenâb-ı Hak, uyku
denilen olayla her gün maddî ve duygusal varlığımızdan ayrılıp rüya ile
ruhanî âlemin özelliklerini seyretmemizi sağlamaktadır.
Müslüman açısından ölüm, korkulacak bir olay değil; esas yurdumuz,
baba mekânımız olan cennet yurduna, sonsuz âleme göç etmek demektir.
Zorluk ve yoklukların sona ermesi, sevdiğimiz her şeye kavuşma demektir.
Akîde Yönünden İnsanlar
Akîde ve İslâm yönünden insanlar gruplandırılırken, temel olarak iki
grup insan karşımıza çıkar: a) Mü’minler (müslümanlar), b) Kâfirler topluluğu.
Akide ve temel eylem açısından insanları kısaca tanımlamaya çalışalım:
Mü’min: İnanmış anlamına gelen mü’min, Rasûlullah (s.a.s.)’in Allah’tan
getirdiği dini (İslam’ı) kalple tasdik, dille ikrar eden ve erkânını (gereklerini)
yaşamaya çalışan insanlara denir.
Müslüman: Teslim olmuş anlamına gelen müslüman, Rasûlullah’ın
(s.a.s.) Allah’tan getirdiği dine (İslam’a) kalple, lisanla ve âzâlarla teslim olmuş
kimsedir. Kalbî yönü (imanı) diğer insanlarca bilinmediğinden dolayı,
lisan ve vücut organlarıyla teslim olan kimse de müslümandır.
Fâsık: İtaatten çıkan veya herhangi bir anlamda itaatsizlikte bulunan
kimse demektir. Fâsık, Kur’an’da daha çok kâfir ve münâfık anlamında kullanılmıştır.
323 Bazen müslümanlar da fısk işleyebilirler, yani fâsık, günahkâr
müslümana da denir.324 O halde fısk; küfür, nifak, şirk ve günah anlamlarına
gelip geniş anlamlıdır. Bununla birlikte ıstılahta daha çok açıktan günah
işlemekten çekinmeyen günahkâr müslümana denilmesi âdet haline
gelmiştir.
Kâfirler topluluğuna gelince; kâfirler de temelde üç gruba ayrılırlarsa
da, bunlar da netice itibarıyla pek farklı bir durum arzetmezler.
323 9/Tevbe, 8; 5/Mâide, 81; 3/Âl-i İmran, 110 gibi
324 Bak. 2/Bakara, 282
• 177 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kâfir: Yalanlayan ve inkâr eden anlamına gelen kâfir, İslam Dininin tümünü
veya bir cüzünü inkâr edip yalanlayan kimsedir.
Müşrik: Ortak koşan anlamına gelen müşrik, Allah’ın zatına, isimlerine
ve sıfatlarına başka bir şeyi şirk koşan, yani ortak eden kimsedir. Başka bir
ifadeyle Allah’ı kabullenmekle beraber, O’na ait hakları, başkasının kendisinde
görmesi veya bu hakları başkasına vermesi şirk; bunu yapan kimse
de müşriktir.
Münâfık: Gizli bir özellik olarak nifaka sahip olan kimseye denir. Kalbiyle
İslam’a inanmadığı halde, müslümanların yanında müslüman görünmek
isteyen kimseye münâfık denir. Yani münâfıklar, mü’minlerin yanında
mü’min, müşriklerin yanında müşrik görünen iki yüzlü riyakâr insanlardır.
İnsanın Değer ve Üstünlüğü: “Biz insanı ahsen-i takvîm üzere/en güzel
şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık.”325 Âyette geçen “takvîm”
kelimesi, müfessirlerce değişik şekillerde yorumlanmış, kimi sûret ve
duyu organlarının güzelliği, kimi boyunun doğruluğu ve ayakları üzerinde
dik durması demiş, kimi de “ahsen-i takvîm” sözünü akıl, idrâk ve temyiz
(ayırma yeteneği) ile zînetlenmiş olmak şeklinde algılamıştır. Gençliğe, güç
ve kuvvete yoranlar da olmuştur. Elmalılı, bu görüşleri sıraladıktan sonra
takvîm kelimesini daha genel bir anlamda değerlendirmiş, insan için güzel
olan her şeyi bu mânâya dâhil etmiştir. Bununla beraber, şekil ve sûretten
çok, ahsen-i takvîmi insanın duygusunda, özellikle güzellik denen mânâyı
anlamasında ve o duygudan güzellerin güzeli “ahsenu’l-hâlikıyn”i ve O’nun
hüsn-i mutlakla en güzel olan kemal sıfatlarını tanıyıp O’nun ahlâkıyla
ahlâklanmakta aramıştır. Ona göre insan doğarken bu kemâle sahip olarak
değil; bu kıvama, bu kemâle ve bu güzelliğe yeteneği olmak anlamında
ahsen-i takvîmde yaratılmıştır. Aksi halde insanda hiçbir olumsuz özelliği
bulunmazdı. Hâlbuki öyle olmadığı, insanın birtakım kötülüklerle iç içe
bulunduğu görülmektedir. Elmalılı, bu süflîliklerden kurtularak kemale ermenin
yolunu, ruh güzelliğine ve temizliğine ulaşmakta görüyor.326
325 95/Tîn, 4-5
326 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşriyat, c. 8, s. 5938
• 178 •
Ahmed Kalkan
Muhammed Kutub, İslam düşünce sisteminin insanı sadece bedeni ile
ele alarak ruhu bir kenara bırakmadığını, her zaman ruhu bedenle birlikte
düşündüğünü kaydetmektedir.327 İnsanda üstün ve aşağı iki prensibin devamlı
çatışma halinde bulunduğu, onun ulvîliği kadar aczinin de buradan
kaynaklandığı söylenebilir. Bir kısım insan, ruhun yücelmesiyle ulviyet kazandığı
halde, bir kısmı da bedenin süflî arzu ve heveslerine yenik düşerek
alçalmaktadır.
Kur’an’ın beyânına göre, “İnsan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak
iman edip sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı/gerçeği tavsiye edenler ve sabırlı
olmayı öğütleyenler bunun dışındadır.”328 Kur’an ve onun tefsirlerinden
anlıyoruz ki, insanın yaratılışı Allah’a imanı gerektirmekle beraber küfre de
müsaittir. Tabiatında meleğe yakın taraflar bulunduğu gibi; şeytana yakın
taraflar da vardır.
İnsanın Değeri
İnsanı yaratan Allah, onu kendisinden sonra en değerli varlık olarak
yaratmıştır. Kur’an’dan öğrendiğimize göre onun değeri, daha yaratılmadan
önce belli olmuştur. Kur’an’da meleklere hitâben ifade edilen İlâhî beyan
bunun açık delilidir: “Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’
demişti...”329 Sonunda, yaratılmış olan bu halifenin adı insandı. Hayat
sahnesinde imar ve ıslah görevini ifa ederek işleri düzenleyecek, Allah’ın
kanunları ile nizâm-ı âlemi tanzim edecekti. Çünkü bu göreve lâyık biçimde,
ahsen-i takvîm üzere, yani en güzel biçimde yaratılmıştı.
İnsanın her bakımdan en güzel biçimde yaratılmış olduğunu Tîn sûresindeki
âyetle gördük. Onun değeri ile ilgili başka bir âyet de şudur: “And
olsun ki, Biz insanoğullarını şerefli kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik.
Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattıklarımızın pek çoğundan
üstün kıldık.”330 İnsan, bundan daha değerli bir iltifata da nâil olmuş, meleklerden,
kendisine secde etmeleri istenmiştir. Bunlardan daha büyük bir şeref
düşünülebilir mi? “Meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. İblis müstesna
327 Muhammed Kutub, İslâm Düşüncesinde Sanat, Fikir Y., s. 32
328 103/Asr, 2-3
329 2/Bakara, 30
330 17/İsrâ, 70
• 179 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
hepsi secde ettiler. O kaçındı; büyüklük tasladı ve inkâr edenlerden oldu.”331
Bu konu, önemine binâen ve bilmediğimiz başka hikmetlerden dolayı
Kur’an’da tekrar tekrar anlatılır.
Büyük âlemdeki her şeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük âlemde
bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir sûrette) yarattık.”332;
“Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?” 333
Meselâ, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir.
İnsanın görmesi ve işitmesi idrâk edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrâk etmesi
açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra
yer cinsinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende
diğer ıslak âzâlar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş
türünden ise insanda hararet vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirleri
andırır, ciğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar
ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende
bulunan değişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını
buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan
dağlar gibidir. Âzâları da ağaçları andırır. Her bir ağacın yaprakları ya da
meyveleri olduğu gibi, her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın
bedeni üzerindeki saç ve kıllar, yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır.
Diğer taraftan insan, dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilir.
Âzâlarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük
âlem, büyük âlemle birlikte aynı yaratıcının yarattığı ve sonradan var
ettiği varlıktır. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.
İnsanın yaratılışındaki fevkalâdelik, ona verilen değeri göstermektedir.
İnsan, ister biyolojik, ister fizyolojik, ister psikolojik açıdan hangi yönüyle
incelenirse incelensin onun yaratılışındaki olağanüstülük hemen dikkatimizi
çeker. Bunu konuyla ilgili bilim kitaplarında, ansiklopedilerde her
zaman görmek mümkündür. Meselâ, bir insanın DNA molekülünün (deooksiribo
nükleik asitin), 100000 ansiklopedi sayfasına eşit uzunlukta biyolojik
bilgilere sahip evrensel bir hârika olduğunu düşünebilir miyiz?334
331 2/Bakara, 34; 17/İsrâ, 61; 38/Sâd, 71
332 95/Tîn, 4
333 51/Zâriyât, 21
334 Fethullah Han, Kur'an ve Kâinat Âyetleri, İnkılab Y., s. 157
• 180 •
Ahmed Kalkan
Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, âlemin “büyük insan”, insanın da “küçük
âlem” olduğu ifade edilmiştir. Bilim çağından uzay çağına geçilmiş olmasına
rağmen, insanın keşfedilmeyen tarafının keşfedilene oranla çok daha
büyük olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, kendini keşfedememenin aczini yer
yer itiraf etmek mecburiyetinde kalıyor ve kalacaktır. İnsan o kadar büyük,
o kadar esrar dolu yaratılmıştır.
Ona verilen akıl, güzeli çirkinden temyiz/ayırma gücü, insana verilen
nimeti ve değeri göstermesi bakımından yeter de artar bile. Hz. Ali’ye izafe
edilen şu beyitler, insanın değerini anlatmaktadır:
“İlacın sendedir de farkında olmazsın.
Derdin de sendendir fakat görmezsin.
Sanırsın ki sen sade, küçük bir cirimsin;
Hâlbuki sende dürülmüş en büyük âlem.”
Allah, insanı yeryüzünde halife ilan etmiştir. İnsan, Allah’ın kanunlarıyla
evrenin nizamını tesis edecektir. Bu, geçici bir görev olmayıp, kıyamete
kadar sürecektir. Bir nesil, kendisine verilen görevi kendisinden sonraki
nesillere intikal ettirecek, halifelik görevi, bir bayrak yarışı gibi sürüp
gidecektir. İnsana böyle şerefli bir görevi veren Allah, tabiidir ki, görevini
tam olarak yerine getirmesi için onu büyük imkânlarla donatacaktır. Öyle
de olmuştur. “Allah’ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına
verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?
İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi
ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan tartışanlar var.”335; “Geceyi, gündüzü,
güneşi, ayı sizin emrinize âmâde kılmıştır. Yıldızlar da O’nun buyruğuna boyun
eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır.”336; “Gökleri ve
yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren,
emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, nehirleri, belli yörüngelerde
yürüyen ay ve güneşi, gece ile gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah’tır.”337
İnsana verilen şeyler, saymakla bitmez. “Kendisinden isteyebileceğiniz her
335 31/Lokman, 20
336 16/Nahl, 12
337 14/İbrahim, 32-33
• 181 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu
insan pek zâlim ve çok nankördür.”338
Haklar, Görevleri; Nimetler de Sorumlulukları Doğurur
Evrenin tek yaratıcısı olan Allah, insanı sayılamayacak meziyet, nimet
ve imkânlarla yaratmış, bu nimetleri ruh ile tamamlamıştır. Bu özellikler,
onu diğer yaratıklardan üstün kılar ve tabii bu sayısız nimetler dolayısıyla
insan, Allah karşısında sorumludur. İnsanın bu bilinci yakalaması, kaderinin
dönüm noktası olacaktır. Kur’an, bu sorumluluğa işaret ederken şunları
söylüyor: “Allah O’dur ki, sizi, yeryüzünün halifeleri yaptı. Ve derecelerle kiminizi
kiminizin üstüne çıkardı. Bu, size verdiği şeyler de sizi imtihan etmek
içindir. Muhakkak ki Rabbin, cezalandırması çabuk olandır. Ve gerçekten çok
bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”339
Kur’an, insana kendisini tanıtıyor. Ona Allah’a kulluk amacıyla yaratıldığını,
mutluluğunun bu amaca ulaşmakla mümkün olabileceğini, amacına
tek başına elindeki imkânlarla yetişmesinin mümkün olmadığını, Allah’a
sığınmadan, O’nun yardımını almadan mutlu olamayacağını, mutlaka
O’nun buyruklarına uyması gerektiğini anlatıyor. Ve yine anlatıyor ki, Allah
onun nihâî amacına ulaşması ve böylece ebedî mutluluğa erişmesi için
bazı kimseleri peygamber/elçi olarak görevlendirmiştir. Onlar özel olarak
yetiştirilmiş kimselerdir. Kendilerini Allah adına eğitip terbiye edeceklerdir.
Bunlara da uyulması gerekir; çünkü onlar, insanlığa öğretmen olarak
gönderilmişlerdir. “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise zengin ve
her hamde lâyıktır.”340
Herkesin Rabbini ve kendini tanıması, kul ve halife olmaya çalışması
kolay değildir. Bunun şartları vardır. Bu şartların en önemlisi, insanın aczini,
yetersizliğini içtenlikle kabul etmesidir. Bunu bir benzetmeyle anlatmak
daha kolay olacaktır. Sağlıklı yaşamayı amaç edinen bir insan düşünelim.
Bu insan ne zaman ve niçin doktora gider? Ya rahatsızlık hissettiği veya
kendisinde bir rahatsızlığın olup olmadığını anlamak istediği zaman gider.
338 14/İbrahim, 34
339 6/En'âm, 165
340 35/Fâtır, 15
• 182 •
Ahmed Kalkan
Kendi rahatsızlığının farkına varmayan, varsa bile bu rahatsızlığı kendisinin
daha iyi tedavi edebileceğine inanan insan niçin doktora gitsin?
Gitmez. O halde yapılacak iş:
1- İnsanların sağlıklı yaşamayı amaç edinmelerini,
2- Bunun için bir doktora muhtaç olduklarının bilincine varmalarını
sağlamak. Bu bilince ulaşmış olan kimse doktora ihtiyacını kabul etmekle
birlikte, “hangi doktor?” diye de sorabilir. Aklı başında hiç kimse, kendisini
tedavi edemeyecek doktora gitmez. O halde;
3- Bir kimsenin tedavi olacağı doktorun bilgi gücüne de inanması gerekir.
4- İnsanın kendisini tedavi edecek olan doktorun reçetesinin kendisine
şifa sağlayacağına inanmasıdır. Her ne kadar doktora inansa bile, eline verilen
reçetenin faydasız bir kâğıt parçası olduğuna karar veren bir kimse, o
reçetede öngörülen ilaçları kullanmaz.
“İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin; Ya nice okumaktır.”
Rabbini bilen, ancak kendini bilebilir; kendini bilen de Rabbini. İnsanın
kendi gerçeğini tam olarak tanıması, İslâm eğitiminin esasını teşkil
eder. Kur’an’ı incelediğimiz zaman görürüz ki, kendi gerçeğini tanıma konusunda
insanlar, genel olarak üç kısma ayrılmaktadır:
1. Kendilerini olduklarından yukarıda görenler. Kur’an’da bunlar, tâğut,
müstekbir, mağrur insanlar olarak tanıtılır.
2. Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler. Kur’an’a göre bunlar da
müstaz’af, zelil insanlardır.
3. Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler. Bunların da Kur’an’da birçok
isimleri vardır, ama genel ve yaygın isimleri mü’min ve müslimdir.341
Beşerî bilim, insanın dünyaya nasıl geldiğini anlatsa bile niçin geldiğini
bildiremez. Bu dünyaya her gelenin öleceğini bildirir, fakat nereye gidece-
341 Yaşar Fersahoğlu, Kur'an'da Zihin Eğitimi, Marifet Y., s. 254-257
• 183 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ğini kestiremez. Bilim, olayın şeklinden bahseder, felsefe ise, sebebini açıklamaya
çalışır. Ancak felsefenin de sınırı akıldır. Aklın bulamayacağı konular,
felsefenin de dışında kalır. O zaman söz “din”in olur/olmalıdır. Yüce
Yaratıcımız, insan aklının idrâkten âciz kaldığı hakikatleri, Peygamberleri
vasıtasıyla öğretmiştir. Beşerî bilimin dışında kalan, onun sınırına girmeyen,
felsefeyi âciz bırakan konular, sadece dinin alanı içine girer. Ve ancak
bu sahada çözülebilir. Alex Carrel: “Ölümün esrârı karşısında insanın duyduğu
endişeye imanın verdiği cevap, bilimin verdiği cevapla kıyaslanmayacak
kadar tatminkârdır” diyor.
Nereden gelip nereye gittiğimizi, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini ve
ölümün anlamını ancak vahiy aydınlatabilir. Vahyi kabul etmeyen insan,
tatminsizlik ve huzursuzluğu bu konudada da derinden yaşayacak, bu soruların
ve ölümün her insan için ayrı mânâsı veya anlamsızlığı olacaktır.
Çünkü ölüm, hayata göre, hayatın mânâsı da onu yaşayan kişilere göre
değişmekte ve sahip olduğu inanç, insanı şekillendirmektedir. Ama ortak
olan bir şey vardır. O da, bu sorulara sadece bilim veya kuru bir akılla cevap
verilemeyeceği gerçeğidir.
İnsanın yeri ve konumu gerçekten çok yüksektir. Çünkü şu koca dünya,
ona bir ev, hayvanlar ona bir hizmetçi, güneş onun ısınması için bir soba, ay
ise aydınlanması için ona bir lâmba olarak yaratılmıştır. Bu yüzden insanın
görevi de büyüktür. Vazifesi, kendini yaratanı tanıyıp O’nun emir ve izni
dahilinde hareket etmesi şeklinde tarif edilebilir. Yine de imtihan dünyasında
yaşadığımızı ve dileyenin istediği yolu seçmekte serbest olduğunu da
unutmamalıyız. Ancak, cansız ve şuursuz cisimlerin bir zerresi bile kaybolmaz
iken ve dağılan yıldızların atomlarından yeniden bir başka yıldız
yaratılırken, insanın ölümden sonra bir avuç toprak olacağını düşünmek,
insafsızlık olsa gerek. O halde insan toprağa girip ebediyyen yatamaz ve
saklanamaz. Sahip olduğu nimetlerden hesaba çekilecek, mükâfat ve ceza
için âhiret konakları olan Cennet ve Cehenneme gönderilecektir.
• 184 •
Ahmed Kalkan
3- Alâk
Alâk kelimesinin asıl anlamı, yapışkanlıktır.342 İnsanın yapışkan bir nesneden
yaratıldığını belirten bu kavram, hem onun ana rahminde embriyonik
bir gelişme göstermesine, hem de sevgi ve ilgi gibi mânevî değerlerle
donatılmış olduğuna işaret eder.
Bugün, embrioya tekabül ettiği düşünülen alâka kelimesine, öteden beri
kan pıhtısı anlamı verilmiştir. Ancak yapılan araştırmalar sonucu, insanın
ana karnında böyle bir evre geçirmediği ilmen ortaya konulunca, bu anlam
belirlemesinin isâbetsiz olduğu görülmüştür. Şu halde, bir yönüyle açık/
muhkem, bir yönüyle de kapalı/müphem olan bu tür kelimeler, herhangi
bir dile aktarılırken, ya aslî şekilleriyle aynen kullanılmalı, ya da muhâtapların
doğru ve kolay anlayabilecekleri kelime karşılıkları verilmelidir.
İnsanın yaratılışı ile ilgili âyetlerin, daha çok kıyâmet ve yeniden diriliş
konularıyla bağlantılı oldukları görülür.343 Bundan maksat, Yüce Allah’ın
sınırsız kudretini ve O’nun hayatı sürekli inşâ ettiğini insanlara anlatmaktır.
Hiçbir insan, varlık alanına ve bulunduğu şekle bir anda, kendiliğinden
gelmiş değildir. Diğer varlıklar gibi insanı da yaratan Allah’tır. İnsan
doğuma dek ana rahminde birtakım aşamalardan geçer; doğduktan sonra
da ölüme doğru bir değişim ve dönüşüm sürecine girer. Bütün bu yaratılış
evrelerinin hepsi, Allah tarafından öngörülür ve gerçekleştirilir. Zaten her
insan, doğduğu andan itibaren ölüm yaşına girmiş demektir. İşte Kur’an, bu
gerçekleri dile getirerek insanlara âhiretin ve yeniden dirilişin hem makul
hem de mümkün olduğunu anlatmaya çalışır. İnsanın Allah’a bilgili, şuurlu
ve istekli biçimde inanıp teslim olması ise; öncelikle onun kendi yaratılmışlığını
idrâk etmesine bağlıdır. Zira insan, boş yere yaratılmamış ve başıboş
bırakılmamıştır.344
Genellikle “kan pıhtısı” diye açıklanan alâkın, döllenmiş hücrenin ana
rahminde tutunan, yani embriyon safhasından önceki halini (nidation) ifade
ettiğini söylemek mümkündür.
342 Alâk kelimesi, sözlükte yapışmak, asılmak, suda bulunan ve kan emen kurtçuk (sülük), kan pıhtısı, sevgi
ve ilgi gibi anlamlar taşıyan a l k kökünden türemiş çoğul bir isimdir. Bu kelimenin tekili, alâka’dır (Bk.
Lisânu’l Arab, c. 10, s. 261-270).
343 Bk. 80/Abese, 18-22; 75/Kıyâme, 36-40; 86/Târık, 5-8; 23/Mü’minûn, 12-16; 22/Hacc, 5 vb.
344 Bk. 75/Kıyâme, 36; Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları, I, s. 18-19
• 185 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Alâk: Çok anlamlı çoğul bir isimdir, tekili alâkadır. Yapışmak, asılmak,
sevgi, ilgi, sakanın iki koğasından her birini bir ucunda taşıdığı ağaç,
bunun uçlarına asılan ip, pıhtılaşmış kan ve bizce en ilgi çekici olarak da
suda bulunan, sülük dediğimiz kan emen kurtçuktur.345 Tefsir ve meallerin
çoğunda ‘alâk’ı, sadece kan pıhtısı anlamıyla düşünmüş ve Allah’ın insanı
kan pıhtısından yaratmış olduğunu söylemişlerdir. Oysa kan pıhtısı anlamı,
kelimenin asıl anlamı değildir, ondan başka çok anlamı vardır. Alâk
kelimesiyle:
1) Meni sıvısı içinde yüzen spermlere,
2) Meninin yapışkanlığına,
3) Spermle döllenen yumurtanın bölünüp üreyerek, bir hafta içinde
fallop borusundan inip rahmin cidarına asılması durumuna (morulla aşamasına),
4) Morulla aşamasından sonra ceninin aldığı biçime işaret edilmiş olabilir.
Âyetteki ‘alâk ile kan pıhtısı anlamı kasdedilmiş ise, aşılanan yumurtanın,
bölünmesiyle meydana gelen hücrelerin verdiği kırmızı görünüme
işaret edilmiş olur. Kelimede asıl anlam olarak yapışkanlık bulunduğu için
insanın yapışkandan yaratılması, aşılanan yumurtanın, rahmin cidarına
yapışıp üremesine işarettir. Kelimedeki ilgi, sevgi anlamı da göz önünde
bulundurulursa insanın, Allah’ın sevgi ve şefkatiyle yaratıldığı, insanın hamuruna
sevgi ve şefkat konulduğu anlaşılır. Ayrıntı için Kıyamet Sûresinin
son kısmına bakılabilir.
İşte insanı bir kurtçuktan yahut kan pıhtısı görünümü veren embriyo’dan
yahut sevgi ve şefkatten yaratıp aşamadan aşamaya geçirerek geliştiren,
mükemmel şekle koyan, işitici, görücü, düşünücü yapan, sonra dünyaya
getirip onu öğrenime yönelten, ona bilmediği şeyleri öğrenmeyi ve
kalemle yazı yazmayı ilham eden Allah’a karşı insanın kulluk etmesi gerekirken
nankörlük etmesi asla yakışık almaz. İşte bunları izleyen âyetlerde,
varlığını Allah’a borçlu olan insanın, O’na karşı böbürlenmesi, kendisini
zengin, kendine yeterli görüp kibirlenmesi kınanmaktadır.
345 Lisânu'l-'Arab, 2/862,865.
• 186 •
Ahmed Kalkan
İlk âyette yaratan Rabbinin adıyla okumanın emredilmesi, sonra o Rabbin,
insanı alâk’tan yaratan Rab olarak nitelendirilmesi, Kur’ân’ın ilme ve
bilgiye verdiği değeri gösterir. Adetâ insan, bu âyetlerle Allah’ın yarattığı
şeyleri incelemeye yöneltilmekte, bu incelemeye önce kendi yaratılışından
başlamaya, öğrendiklerini yazı ile de tesbit ederek ilmini geliştirmeye ve
bilmediği şeyleri öğrenmeye teşvik edilmektedir ki bütün kâinat varlıklarını
incelemek, maddî ve mânevî ilimleri (Allah için, O’nun adıyla) öğrenmek
bu âyetin yönlendirme kapsamına girer.
Âyette insan geneldir. Bütün insanların alâktan yaratıldığı ifâde edilmiştir.
Gerçi hayvanlar da alâktan yaratılır ama hitap insana olduğu için
insan yaratılışının başlangıcına işaret edilmiştir. Tâ ki insan önce kendi yaratılışını
düşünsün de kendisini öyle görünmez, tek birer hücreden ibaret
sperm ile yumurtanın bileşkesi zigot durumundan şu mükemmel insan
şekline getiren yüce Yaratıcıya şükür ve ibâdet etsin. 346
“Alâk”, Arapların dilinde bir şeyin bir yere yapışmasıdır. Âlimlerimiz
de kadınla erkek menisinin birbirleriyle döllendikten sonra ana rahmine
yapışmasından dolayı buna “alâk” demişlerdir.
Bu âyetin işareti bize şunu da bildirmektedir. Yeryüzündeki yaratılan
bütün insanlar, aynı şekilde yaratılmış olduğundan, hepsi birbirine eşittir
ve bu anlamda birbirinden üstünlüğü yoktur. Her insan bir meniden yaratılmıştır.
Allah (c.c) gözlerimizle göremeyeceğimiz kadar küçücük bir suya
bizim şeklimizi, şemalimizi yazmıştır, resmetmiştir.
Zengini, fakiri, müstaz’afı, müstekbiri, beyazı, siyahı, soyluyu soysuzu...
kısaca herkesi Allah yaratmıştır. Öyleyse kimse başkasına hava atmasın,
ancak takvada yarışsınlar.347
“O insanı sevgi ve alâkadan yarattı.” Alâk ve alâka, maddî olarak “embriyo
ve hücre”, mânevî olarak “sevgi ve ilgi-alâka” anlamına gelir. Doğru
tercih ikincisidir. Zira hem bu pasaj insanın embriyolojik kökenini değil,
mânevî boyutunu ele almaktadır, hem de âyetin başındaki “el-insân”dan
dolayı buradaki “alâk”ın, sadece insan soyuna ait bir şey olması gerekir.
Oysa embriyolojik mânâda “alâk” (embriyo, hücre), diğer memeli canlıları
da kapsayan ortak bir özelliktir. İbn Fâris, el-alâka’yı; el-hubbu’l-lâzım li’l-
346 Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Kuba Yay., c. 2, s. 154-155
347 Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 8/318.
• 187 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
kalb (kalp için gerekli olan sevgi) diye tanımlar.348 İnsanın anne karnındaki
embriyolojik gelişim sürecini ele alan Hac 5, Mü’minûn 14, Mü’min
67, Kıyâme 37’den farklı olarak bu bağlamda, embriyolojik olmaktan çok,
ontolojik olmak durumundadır. Bunu destekleyen bir husus da, geçtiği tüm
diğer yerlerde (5 kez) dişil formda “alâka” olarak gelirken sadece burada
“alâk” formunda gelir. İlginç bir tevâfuktur ki, Allah isminin mücerredi
olan e-le-he’nin tüm formlarının ortak anlamı “sevgi”dir. Bu, gerçekten
dikkat çekicidir.349
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Alâk: Alâka’nın çoğulu
olarak sayılmıştır. Beydâvî diyor ki: “İnsan” kelimesi, çoğul mânâsında olduğu
için çoğul yapılmıştır.350 “Kamus” ve şerhlerinden anlaşıldığına göre
aslında lügatta alâk maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaz’ edilmiştir. Ve
mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana
ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alâk denilmiş. Kandan bir kısım
olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa
da alâka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına
ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola
da alâk denilir. Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlardan başka alâk, ruhanî
ve mânevî olarak “alâka” gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.
Tefsir bilginleri, yaratılışın maddî yönünü göz önünde bulundurarak
meninin (sperma) aşılamasından sonra meydana gelen kan pıhtısının çoğulu
olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi
göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat manevî
yönü de kapsamak üzere mutlak bir alâka, bir ilişki mânâsına müfred olarak
düşünülmesine hem alâkanın yaratılmasına da başlangıç olan ve Rabbânî
bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın
başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alâka ile takip
edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince,
daha derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: “O, insanı bir
ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: “Bir
alâkadan yahut sırf bir ilişkiden bir insan yaratan ve mutlak sûrette yaratmak
kendinin şânı olan Rabb’in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir
emir ile elbette okutur. Onun için oku! “351
348 Mekayis
349 Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal –Tefsir, Düşün Yay., c. 2, s. 1279
350 Beydavi Tefsiri: 2/611.
351 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 9/324.
• 188 •
Ahmed Kalkan
- 3-5. Âyetler -
عَلََّ اْلِانْسَانَ مَا لْ يعْلَْ
لْقَلَ  بِ كْرَمُ اَّلذِي عَلَّ
أَاقْرَأْ وَرَبُّكَ ا ل
اقْرَأْ : oku وَرَبُّكَ : senin Rabbin كْرَمُ
أَا ل : en büyük cömerttir, ikram edendir
اَّلذِي : öyle ki عَلََّ : (öğretti) dir öğreten لْقَلَ بِ : kalemle (yazmayı) : عَلَّ
(öğretti) dirbelleten الاَنسَانَ : insana يعْلَْ لْ مَا : bilmediklerini
“Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan, cömertliğinin sonu olmayan
Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” (96/Alâk, 3-5)
Sûrenin birinci âyetinde geçen “Oku” emri, burada üçüncü âyette de
tekrar edilmiştir. Bu tekrar te’kid veya yeni bir emir olarak yorumlanabilir.
Te’kid için düşünülürse; “tekrar tekrar oku” anlamına gelebilir. İkinci yoruma
göre de “başkalarına tebliğ veya öğretmek için oku” anlamına gelebilir.
Yine üçüncü âyette geçen “ekrem”, Allah’ın sıfatlarından biri olup çok ikram
eden, en çok ikram eden, kerîm olanlarla mukayese edilemeyecek en üst
derecede kerîm demektir.“O, kalemle (yazmayı) öğretendir.” Yani peygamberine
kalemsiz öğrettiği gibi, başkalarına kalemle öğreten de O’dur. Buradan
ayrıca peygamberler dışındakilerin, kalemle yani vâsıta/araç ile öğrenebileceklerine,
okuyup çalışmadan ilim sahibi olamayacaklarına önemli
bir işaret ve hatırlatma vardır. Tüm ashâb ilmi ve vahyi, vâsıtalı olarak öğrenmişler
ve onlara ilim vehbî olarak verilmemiştir.
el-Ekrem: Herhangi bir karşılık almadan ve beklemeden sınırsızca veren”
demektir. Zımnen: İnsan Allah’a borçlu olarak doğar, bu yüzden din
“borçluluk bilinci”dir. Bu âyete kadar Rab, ellezî halâka, ellezî alleme gibi
eylem sıfatlarından sonra, Ekrem ile kemal sıfatlarına geçti. Öncesiyle birlikte:
Yoktan var eden de O, var ettikten sonra aşama aşama kemâle ulaştıran
da… 352
Kalem bir semboldür. Hem bilginin kayıt altına alınmasını, hem de
öğrenme araçlarını simgeler. Daha ilk inen vahiyle “sözlü kültürden yazı-
352 Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal Tefsir, Düşün Y., s. 1279
• 189 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
lı kültüre geç” işaretini alan Nebî, mesajı aldığını vahyi yazdırarak ortaya
koyacaktır. Kalem yazıyı temsil eder. Yazı ise bilgiyi kayda alıp bu kayda
kalemi, kâğıdı, eli, zamanı, mekânı, okuyan ve okuyacak her insanı şâhit
tutmaktır. Söz uçucu yazı kalıcıdır. Onun için demişlerdir ki; ilim avlamak,
yazı ise avı bağlamaktır. El-ılmu saydun zabtuhâ kaydun.
“İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” Hem fıtratına fıtrî bilgiyi
nakşetti, hem vahiy (zikr) ile nakşedileni hatırlattı, hem de bilmediklerini
öğretti. Allah Rasûlü “Arayış” (Hırâ’) mağarasından bu vahiylerle endişeli
bir halde dönünce Hz. Hatice onu şöyle teselli eder: Vallahi Allah seni
kesinlikle mahcup etmez! Çünkü sen sözüne sâdık bir adamsın, akrabalık
bağlarını gözetirsin, kimsesizleri korursun, konuğa ikram edersin, haklının
hakkını almasına yardım edersin.”353
“İnsana bilmediklerini de ancak O öğretti.” Yani, ilmin kaynağı vahiydir.
Melekler dâhil, öğrenme yetisine sahip bütün varlıkların ilmi Allah’ın öğrettiği
şeylerle sınırlıdır. “Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi hakkıyla bilen ve yaptığında hikmet
sahibi şüphesiz ki Sensin.” 354
Alâk sûresi, “Oku!” diye başladıktan sonra, üçüncü âyette bir “oku”
emri daha geliyordu: “Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir.”
Rabbin en büyük ikram sahibidir. Dikkat ederseniz Rabbimiz önce bir
oku dedi, sonra şimdi bir daha oku dedi. Bu ikincisi te’kiddir. Yani oku, bir
daha oku, tekrar tekrar oku, sürekli oku demektir.
Ya da birinci oku emri kendin oku, kendine oku, kendin için oku demektir.
Bu ikincisi de başkalarına oku demektir. Kendine okuduğunu, kendine
duyurduğunu bir de başkalarına oku, başkalarına duyur demektir.
Veya birinci “İkra” metluv âyetleri okuma, ikincisi de meşhud âyetleri
okuma emridir. Biliyoruz ki birisi metluv, yani okunan, kulağa hitap eden
işitsel âyetler, yani şu elimizdeki kitabın âyetleri, ötekisi de meşhûd, müşahede
edilen âyetlerdir. İşte birinci emir şu kitabın âyetlerini okuma emridir,
353 Ahmed bin Hanbel, VI/223; Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal Tefsir, Düşün Y., s.
1279
354 2/Bakara, 32
• 190 •
Ahmed Kalkan
ikincisi de öteki âyetleri okuma emridir. Birinci oku emri, “Yaratan”ı; ikinci
oku emri de “yaratılmışları” tanımaya işaret eder. Bu âyetler, insanın önce
okuyup öğrenmesi, sonra da okutup öğretmesi gerektiği mesajını verir.
“Oku! Rabbin ikram sahibidir.”
Oku, Rabbin Kerimdir, Rabbin kerem sahibidir. Rabbin ikram sahibidir.
Çok büyük ikramlarda bulundu Rabbin sana karşı. Tüm ikramlar
O’ndandır. İşte en büyük ikramlarından birisi: “O kalemle yazmayı öğretti.
İnsana bilmediği şeyleri öğretti.”
Kalemle yazmayı öğretti Rabbimiz. Bu, Rabbimizin kullarına lütfettiği
beyân gücünün yanında, kalemle yazma lütfuydu. Rahmân sûresinde de
Rabbimiz insana beyân gücünü verdiğini şöyle anlatıyordu: “Rahmân olan
Allah Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.” 355
Beyân, mânâ nakli demektir. Yani insanın karşısındakine duyurmak
istediklerinin naklidir. İnsanın karşısındakine beyan imkânı verilmiştir ki
bu yeryüzünde Allah’ın varlığına en büyük delildir. Bundan daha büyük bir
mûcize olamaz. Zaman ve mekân birlikteliği içinde bizim karşımızdakine
mânâ nakletme imkânımız vardır. İşte bakın Kerîm olan Rabbimiz keremi
gereği bir ihsan olarak kalemle yazmayı öğrettiğini anlatır: “O kalemle yazmayı
öğretmiştir.”
Kalemle bu mânânın intikalinin zaman ve mekân ötesine ulaştırılmasını
öğretti Allah. Yeryüzünde bunu becerebilen ikinci bir varlık yoktur. Ne
büyük bir lütuf, ne büyük bir şeref değil mi? Ama o nisbette de sorumluluğu
büyük bir şeref.
Tüm kitaplar bize kalem vasıtasıyla ulaşmıştır. Bilgilenme âmili kalemdir.
Öyleyse bu Rabbimizin bize en büyük nîmetlerinden birisidir. Çünkü
biz insanlar için en büyük nîmet vahiy nîmetidir, kitap nîmetidir. Eğer kalem
vasıtasıyla, kitap vasıtasıyla bizlere vahiy ulaşmasaydı, dünyadaki hiçbir
nîmetten istifâde etme imkânımız olmayacaktı.
Kalemle yazmayı ve insana bilmediklerini öğreten Allah’tır. Bilgi Allah’tandır,
bilginin kaynağı Allah’tır. Allah bize bilgisini açmasaydı, bizi
355 55/Rahmân, 12
• 191 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
muhâtap kabul edip kendi bilgisini bize aktarmasaydı, bizler şu anda bildiklerimizi
nereden öğrenebilecektik?
Şu dünyadan Allah bilgisini, Peygamber vasıtasıyla bize ulaşmış vahiy
bilgisini söküp çıkarsanız ne kalır geriye, hiç düşündük mü? Eğer yeryüzünden
vahiy bilgisini söküp alsalar geriye iki şey kalır: Kan dökücülük ve
fesat. Meleklerin de ifâdesiyle insan bu iki özellikten Allah bilgisi sayesinde
kurtulmuş ve insan olabilmiştir.356
İnsanı insan yapan, insanı yeryüzünde halîfe yapan işte bu Allah bilgisidir.
Hattâ şu anda dünyada bilinen tüm sanatların, bilgilerin tamamı
Peygamber bilgisine dayanmaktadır. Tüm sanatlar Peygamber eliyle talim
buyurulmuştur. İnsanoğlu mezar kazmasını bile bilmiyordu da mezar kazıp
ölüleri defnetme sanatını Allah öğretmiştir.357
“Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir.”
Bu âyette Allah’ın sonsuz bağış ve ihsânı dile getirilir. Âyette yer alan
ve çok zengin anlamlı olan el-Ekrem ismi358 insan için kullanıldığı zaman,
“asîl, hür, cömert, güzel ahlâklı, yufka yürekli ve şerefli”; Allah hakkında
kullanıldığında ise, “ihsânını tezâhür ettiren, bir karşılık beklemeksizin yarattıklarına
bağışta bulunan, iyiliği ve cömertliği sonsuz olan” anlamlarına
gelir.359 Bunun için Rabbi niteleyen el-Ekrem ismi, burada “insanlara sayılamayacak
kadar çok nimetler ihsân eden, onların inkâr ve nankörlüklerine
rağmen cezalandırmada acele etmeyen, tevbeleri kabul eden, iyilik ve
cömertlikte benzeri olmayan, ihsânı ve bağışı tükenmeyen Allah” anlamına
gelmektedir.360 O halde insan varoluşunu, ödeyeceği bedele değil, Allah’ın
sonsuz cömertliğine borçludur. Çünkü insanı insan yapan bütün kabiliyetler,
ona Allah tarafından bahşedilmiştir. Eğer insan bu kabiliyetleri yaratılış
amacına uygun biçimde kullanırsa, her an yeni şeyler öğrenip taze bilgilere
ulaşabilir. Bilgilenme, insan için çok önemli ve anlamlıdır. Zira bilmediğini
öğrenen, bilgiyi uygulayan insandır. Ama onu bütün bunları yapabilecek
356 Bk. 2/Bakara, 30
357 Bk. 5/Mâide, 31; Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 20, s. 32-34
358 El-Ekrem ismi, sözlükte cömert olmak, iyilik etmek, bağışlamak ve karşılık beklemeden yardım etmek
gibi anlamlar taşıyan “k-r-m” kökünden türemiş bir ism-i tafdîl/üstünlük ismidir. Bk. Lisânu’l-Arab,
12/510-516
359 Bk. Râğıb el-İsfehanî, a.g.e., s. 707
360 Bk. Zemahşerî, Keşşaf, 4/270
• 192 •
Ahmed Kalkan
istek ve yetenekte yaratıp donatan Allah olduğundan O, sonsuz cömertliğin
sahibidir. Allah, sonsuz ihsânının bir tecellisi olarak insanı ilim yapabilecek
kabiliyette yaratmıştır. İnsan, bu yeteneğiyle okuyacak, okudukça bilmediklerini
öğrenecek, öğrendikçe ve bilgisi arttıkça da, gönüllü olarak Allah’a
teslim olma aşamasına ulaşacaktır. Çünkü Allah’ın irâdesi, İslâm’ın insan
hayatında aslî şekliyle ve uygulanır biçimde yer almasıdır.361 Bu da, Kur’an
mesajını okuyup anlamak ve onu hayata taşımakla mümkündür.
Oku! Rabbin En Büyük Kerem Sahibidir
Allah tarafından yaratılmıştır insan; Rabbi onu yaratmış, ona şekil vermiş,
onu ölçülü ve dengeli kılmıştır ve sonra istediği herhangi bir sûrette
onu terkip etmiştir362 ona sayısız ikramda bulunmuş ve ona kalemi kullanmasını
ve bu yolla bilmediklerini öğretmiştir; onun her türlü ihtiyacını
karşılamış, onu yedirmiş, içirmiş ve giydirmiştir; koyduğu varlık kanunları
itibariyle onu hayat içerisinde terbiye etmiş ve kemâle erdirmiştir. Allah’ın
arzında yaşamaktadır insan; Onun verdiği rızıkla beslenmekte ve hayatını
idame ettirmektedir. Asla sahipsiz ve başıboş değildir insan; dolayısıyla bu
okuyuş tüm varlıklar üzerine egemen olan Allah’ın adıyla gerçekleştirilmelidir.
İnsan, Efendisinin çağrısına icâbet ederek öncelikle yaratıcısının
kelimeleri ile yoğrulmalı ve buna bağlı olarak Rabbinin kendisine bildirdiğini
O’nun adına yeryüzünde duyurmalıdır. Bu görevi ihmal edip vahiyden
uzak hareket eden insanın misali efendisinin ekmeğini yediği evde onu
umursamayan kölenin ya da bir başka ifadeyle babasının ekmeğini yediği
evde onu takmayan kişinin durumu gibi, hatta bunlardan daha çirkindir.
Dolayısıyla ilk beş âyet, insanı vahyin zihinsel ve toplumsal inşâsına
yönlendirmekte ve bununla bağlantılı olarak İlâhî eğitim-öğretim aracı
olan kalemin kullanımına işaret etmektedir.
Oku! Rabb’in yüce ve kerem sahibidir. Hiçbir kerem sahibi O’na denk
olamaz ve denklikte O’na yaklaşamaz. Senin Rabb’in kalemle yazıp çizmeyi
öğretendir. Ey Muhammed! Senin Rabb’in bir vasıtayla (yazıyla, kalemle)
okumayı ve yazmayı öğrettiği gibi vasıtasız olarak da sana öğretecektir.
O’nun her şeye gücü yeter. İlmin muhâfaza edilmesi için yazılarak kayda
geçilmesi din ve dünya işleri için çok önemlidir. Allah insanlara çeşitli ilim-
361 Bk. 2/Bakara, 21, 208 vb.
362 82/İnfitâr, 6-8
• 193 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
leri ve bilgileri öğreterek onları cehâletin karanlığından ilmin aydınlığına
çıkarmıştır.
Ekrem Ne Demektir? Rabbimizin En Büyük
Kerem Sahibi Olması Ne Anlama Gelir?
‘Kerem’, iyilik, bağış, üstünlük, şerefli olmak, cömert olmak demektir.
Müslümanlarda bulunması gereken en güzel huylardan biridir. ‘Kerem, ikram,
kerim, kerâmet, kiram, ekrem, mükerrem’ gibi kavramlar aynı kökten
türemişlerdir ve aralarında anlam bağı vardır.
‘İkram’, birisine veya misafire bir şey vermek, iyilik etmek demektir.
Allah (c.c.) celâl (yücelik) ve en geniş ‘ikram’ sahibidir (zü’l-celâl-i ve’l-ikrâm).
363 ‘Kerîm’, değerli ve şerefli olmak, iyilik sever olmak, çok cömert
anlamlarına gelir. Kur’an, mü’minlere verilecek mükâfatlara ‘kerîm bir rızık’
364, ‘kerîm bir ecir’365, ‘kerîm bir makam’366 demektedir.
‘Ekrem’, en cömert, en şerefli ve yüce, en değerli anlamına gelir. El-Ekrem:
Herhangi bir karşılık almadan ve beklemeden sınırsızca veren” demektir.
Kur’an bu sıfatı bir âyette Allah (c.c.) hakkında kullanmaktadır.367
Ekrem, bu âyette belirtildiği gibi Allah’ın sıfatıdır. Kur’an’a göre insanların
da “ekrem”i olur. İnsanlar Allah’ın kulları olmaları yönünden eşittirler. Bu
açıdan birbirlerine karşı bir üstünlükleri yoktur. İnsanların ‘en ekremi’, en
üstünü ve en şereflisi Allah’a karşı sorumluluk bilincini en iyi duyandır,
yani en takvâ sahibi olandır.368 Peygamberimiz (s.a.s.): ‘İnsanların en ekremi
(en üstünü) kimdir?’ sorusuna aynı cevabı vermiştir. 369
Ekrem kelimesinin türediği kök olan “kerem”, söz ve davranışla, maddî
yardım veya ikramla insanlara iyi davranmayı ifade eden çok geniş kapsamlı
bir ahlâk kuralıdır. Güzel huylardan sayılan, bağışlamak, iyi davranış,
ihsan etmek, cömertlik yapmak, güleryüzlü olmak gibi davranışlar ‘kerem’
sahibi olmak diye anlatılmıştır.
363 55/Rahmân, 27, 78
364 8/Enfâl, 4, 74; 22/Hacc, 50; 24/Nûr, 26; 34/Sebe’, 4 vd.
365 36/Yâsin, 11; 57/Hadîd, 11, 18; 33/Ahzâb, 44
366 26/Şuarâ, 58; 44 Dûhan, 26
367 96/Alâk, 3
368 49/Hucurât, 13
369 Buhâî, Enbiyâ Sûresi Tefsiri, 4/179
• 194 •
Ahmed Kalkan
Kerem, daha çok cömert olmak, şerefli ve asâlet sahibi olmak, saygın
kimse anlamlarında kullanılmıştır. Kerem sahibi anlamında kerim insan,
cömert, iyi huylu, insanlar arasında şeref ve itibarı olan insan demektir. Bu
anlamda Muhammed (s.a.s.) ‘kerîm-şerefli, değerli ve yüce’ bir elçidir. 370
Kerîm, aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. O, çok ikram
sahibidir, cömerttir, insanlara bağışı ve affı bol olan demektir. 371 Peygamberimiz
‘mekârimü’l-ahlâk’ı, yani ahlâkın en güzelini en keremlisini tamamlamak
için gönderilmiştir. O’nun hayatının her ânında bu güzel ahlâkın
örneklerini görmekteyiz. Nitekim Mekke fethedildiği gün, Mekkelilere
“size ne yapacağımı sanıyorsunuz?” diye sorduğu zaman, onlar ‘sen kerim
bir kardeşsin, kerem sahibi bir dostsun, (senin bize intikam duygusuyla
davranmayacağını biliyoruz)’ diyerek buna tanıklık etmişlerdi.
Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim’in kerem sıfatını övmektedir. Çünkü o,
çok ikram eden, şerefli bir insandı.372 Müslümanlar ‘mukremûn’durlar, yani
kendilerine çok cömert davranılan, bol bol ikram edilen, Cennetlerde ağırlanan,
değer verilen şerefli kimselerdir.373 Kur’an, ‘kerîm’ bir kitaptır, çünkü
O’nun şerefi yücedir, kıymetlidir, mü’minlere bağışı çoktur. 374
Kerem sahibi olmak, müslümanların en önemli özelliklerindendir.
Onların peşinden gittikleri Hz. Muhammed (s.a.s.), insanların en keremlisi
idi. O Râsûl-i ekrem, yani en keremli bir peygamber idi. Cömertlik, şeref ve
üstün olmak, bağışlamak ve iyilik etmek müslümanların peygamberlerinden
öğrendikleri üstün ahlâk ilkelerindendir. 375
Kendisini yaratan ‘en büyük kerem sahibi’ Allah’a karşı insana düşen
görev şükretmek ve azgınlaşmamaktır.376 Allah insana sayısız nimetler vermiş
ve karşılık olarak da yalnızca Kendisine kulluk etmesini, büyüklenmemesini
istemiştir.
Allah’ın güzel isimlerinden biri de “el-Kerîm”dir. Kerîm: Keremi ve bağışı
bol olan, cömert; bir karşılık gözetmeden inâyetiyle ihsan eden demek-
370 69/Haakka, 40; 81/Tekvîr, 19
371 27/Neml, 40; 44/Dûhan, 49; 82/İnfitâr, 6
372 51/Zâriyât, 24-27
373 37/Sâffât, 42; 70/Meâric, 35; 36/Yâsin, 37
374 56/Vâkıa, 77
375 Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, Beyan Y., s. 353-354
376 96/Alak, 6
• 195 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
tir. “Allah dilediğine kat kat fazlasını verir.”377; “Yalnız sabredenlere, mükâfatları
hesapsız ödenecektir.”378; “...Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir,
kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Ganîdir (hiçbir şeye
ve kimseye ihtiyacı olmayandır), Kerim olandır.” 379
Allah, sonsuz ihsan ve ikrâmını hepimize devamlı sunmaktadır. Hem
de günün ve ömrün tamamında... Allah’ın (c.c.) ‘El-Kerim’ ismini taşıması
aynı zamanda sınırsız zenginliğini ve sonsuz cömertliğini de gösterir. Ve
Allah Teâlâ kullarının bu isimle sıfatlanmalarını isteyerek rızasının kazanılması
için cömertçe infak etmemizi tavsiye eder.
Esmâ-i hüsnânın şerhiyle meşgul olan âlimler kerîm isminin, övgüye
lâyık bütün nitelikleri kapsadığına dikkat çekerler ve bunların başında Allah’ın
lütufkârlığı ile affediciliğinin geldiğini belirtirler. Gazâlî’nin kerîm
ismiyle ilgili olarak kaydettiği mânâlar bu konuda söylenenlerin en kapsamlısıdır:
“Kerîm muktedirken affeden, vaadini yerine getiren, lutfunu
umulanın ötesinde gerçekleştiren, kime ne kadar lutufta bulunduğunun
hesabını yapmayan, kendisinden başkasına başvurulmasına rızâ göstermeyen,
vefasızlığa sitemle mukabelede bulunup dostluğu bozacak bir karşılık
vermeyen, kendisine sığınanı yüzüstü bırakmayan, aracı ve şefaatçilere
muhtaç kılmayandır.” 380
Kur’ân-ı Kerimde, “ekrem” kelimesi 2 yerde zikredilir.381 “Ekrem” kelimesiyle
aynı kökü paylaşan “kerîm” 27 yerde, “ikram” 2 yerde382; “kirâm”
kelimesi 3 yerde383; “Mükremûn/mükremîn” kelimeleri 5 defa384 zikredilmiştir.
Ekrem olmaya çalışmak, yani ikram edip kerem sahibi olmak konusunda
Kur’ân-ı Kerimde birçok emir ve tavsiye vardır: “İnfak fi sebîlillâh” yani
Allah yolunda harcama bu emirlerin başında gelir. “Yetimi, yoksulu doyurmak”
385, “akrabaya vermek”386, “Ana-babaya, akrabaya, öksüzlere, yok-
377 2/Bakara, 261
378 40/Mü’min, 40
379 27/Neml, 40
380 Gazâlî, el-Maksadü'l-esnâ, s. 127
381 96/Alak, 3; 49/Hucurât, 13
382 55/Rahmân, 27, 78
383 80/Abese, 16; 25/Furkan, 72; 82/İnfitâr, 11
384 21/Enbiyâ, 26; 37/Sâffât, 42, 70/Meâric, 35; 36/Yâsin, 27; 51/Zâriyât, 24
385 76/İnsan, 8
386 16/Nahl, 90
• 196 •
Ahmed Kalkan
sullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanında bulunan arkadaşa, yolcuya,
ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin”387 gibi emirler, İslâm’ın kerem
(cömertlik, yardım) anlayışını yansıtan emirlerdir. İslâm ahlâkında mü’minin
kendisi için istediğini diğer mü’min kardeşi için de istemesi, kendisi
için arzu etmediğini başka mü’min kardeşi için de arzu etmemesi önemli
bir prensiptir.
Cömertliğin üstünlüğü ve cimriliğin kötülüğü hakkında birçok hadis-i
şerif vardır: “Rasûlullah (s.a.s.) insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru
idi.” “Kendisinden bir şey istendiği zaman kesinlikle hayır demezdi.” O,
şöyle buyurmuştur: “Cömert Allah’a yakın, Cennete yakın, insanlara yakın,
Cehennemden uzaktır. Cimri, Allah’tan uzak, Cennetten uzak, insanlardan
uzak, cehenneme yakındır. Cömert câhil, cimri âbidden Allah’a daha sevgilidir.”
388
Fakirleri doyurmak, yoksullara yardım etmek mü’minlerin önemli
özelliklerindendir. Münâfıklar ve inkârcılar fakire yardım elini uzatmadıkları
gibi onu hor görürler: “Dini yalanlayan (adam)’ı gördün mü? İşte o öksüzü
iter, kakar. Yoksulu doyurmaya ön ayak olmaz.” 389
Kur’an’ın ilme ve bilgi edinmeye verdiği önemi belirtmek için, bundan
sonraki iki âyette, okuyup öğrenmenin gereğine ve ilmin değerine vurgu
yapılır. “O, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak
O öğretti.” Bu âyetler, insanı biyolojik bir varlık olarak yaratan Allah’ın, ona
bilgi edinme irâdesi ve yeteneği de bahşettiğini belirtir. Âyetlerde yer alan
“alleme” fiili390 öğretti anlamına gelir. İlim kelimesinin aslı da, aynı kökten
türeyen alem veya alâmettir.391
İlim, bir şeyi veya gerçeği tam olarak bilmektir.392 Bunun için, kanıtı/
delili olan bilgiye ilim denir. Kur’an’da ilim kelimesi, “vahiy yoluyla verilen
bilgi” anlamında kullanılır.393 İnsanın öğrenme, araştırma ve gözlem yoluy-
387 4/Nisâ, 36
388 Tirmizî, Birr 40
389 107/Mâun, 1-3; Halit Ünal, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 345-347
390 Alemle fiili, sözlükte bilmek, anlamak ve işaretlemek gibi anlamlar taşıyan “a-l-m” kökünün türemiş
şeklidir. Bk. Lisânu’l-Arab, 12/416-422
391 Bk. İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, 12/416 vd. Râğıb el-İsfehanî, a.g.e., s. 580
392 Bk. Râğıb el-İsfehanî, a.g.e., s. 580
393 Bk. 2/Bakara, 120, 145; 11/Hûd, 14; 46/Ahkaf, 23; 18/Kehf, 65; 21/Enbiyâ, 79 vb.
• 197 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
la elde ettiği gerçeğe de bilgi denir. Bilgi, süje/özne ve obje/nesne arasındaki
ilişkiden ibarettir.394
Deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilgiler, akıl tarafından ilme çevrilir.
Bu işlevinden dolayı akıl, “ilim ustası” olarak nitelendirilir.395 İnsanın,
Kur’an’ın verdiği selim aklın ve sağduyunun onayladığı ilme uyması gerekir.
Bu âyetlerde yer alan diğer bir önemli kelime de, “kalem”dir.396 Kalem,
“kendisiyle yazı yazılan, yazmak ve çizmek için kullanılan bir araçtır.397 Kalem
kelimesi burada, “yazı yoluyla kaydedilen bütün ilimlerin ve yazı sanatının
bir sembolü” olarak kullanılmıştır.398 Çünkü kafadaki düşünceler, yazı
ile tespit edilip kitaba geçirilir; insan bilgisi, yazı ile bir birikim karakteri
kazanır, ilim ve mârifet de kalem ve yazı ile gelişir. Öyleyse insan okuyup
ilim sahibi olmalı, öğrendiklerini de münâsip bir yere yazmalıdır. Aksi takdirde
nice kıymetli ilimler zamanla unutulup gider. Bu gerçek, “hatırda kalmaz,
satırda kalır” sözüyle dile getirilmiştir. Bunun için Yüce Allah insana,
hem bilmediklerini hem de kalemi kullanmayı öğretmiştir.
Yazmak, her şeyi silip süpüren zamanın elinden bir şeyler kurtarma
gayretidir; bizden sonraki nesillerle konuşma yoludur, uzaklara ve ötelere
hitaptır, bildiklerimizi ve birikimimizi başkalarıyla paylaşmaktır.
Âyetlerde, insanın, Allah’ın yarattığı şeyleri incelemesi, öğrendiklerini
de yazı ile tespit edip ilmini geliştirmesi gerektiği mesajı verilir. Hayatı ve
içinde yaşadığı âlemi, Allah’la irtibatlandırabilen insan, bütün âlemin, Allah’ın
yazdığı bir kitap gibi karşısında durduğunu görecek; kendisinin de bu
kitabın dikkatli bir okuyucusu olması gerektiğini idrâk edecektir.
Öğretmek, insanın bilmediği konularda bilgi sahibi olmasını sağlamak;
ona ilim ve beceri kazandırmaktır. Allah’ın insana öğretmesi, onu duyular,
akıl ve sezgi gibi yollarla ilim değerine ulaştırması; beşerî tecrübe ile oluşturulamayan
ruhsal gerçekleri ve ahlâkî ilkeleri de, vahyî bildirim ile insana
394 Bk. Hüseyin Atay, Kur’an’da Bilgi Teorisi, s. 13
395 Bk. 1. Kur’an Sempozyumu, H. Atay, Kur’an’a Göre İnanç İlkeleri, s. 402
396 Kalem kelimesi, sözlükte kesmek, yontmak, budamak, kırpmak ve yazı gibi anlamlar taşıyan “k-l-m”
kökünün türemiş şeklidir (Bk. El-Müfredat, s. 683).
397 Bk. Râğıb el-İsfehanî, a.g.e., s. 683
398 Bk. Zemahşerî, Keşşaf, 4/270-271; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l Kur’an, 20/120; Muhammed Esed,
Kur’an Mesajı, s. 1287
• 198 •
Ahmed Kalkan
iletmesi demektir. Şu halde, düşünme melekesine ve mantıkî tanımlama
yetisine sahip olan insana, varlık ve oluşun bilgisini temsil eden ayırt edici
ifadeler, Allah tarafından öğretilmiştir.399
Burada insan kelimesi ile, Âdem (a.s.) ve onun temsil ettiği bütün insan
soyu kastedilmiştir. Çünkü Kur’an’ın beyanına göre Allah, Âdem’e (a.s.) bütün
isimleri400 işitme, görme ve düşünme yetisi bahşettiği tüm insanlara da,
bilmedikleri şeyleri öğreterek onları ilim değerine ulaştırmıştır.401
Görüldüğü gibi insanın, Allah’ı yok sayması, O’nun ilminin, kudretinin
ve rahmetinin dışında kalması mümkün değildir. İnsan her zaman ve her
işinde Allah’a muhtaçtır.402 Allah’a inanç yoksa, insanın, ilmin, ahlâkın ve
hayatın da mânâsı yoktur.
Her şey Allah’la vardır ve O’nunla anlamlıdır. Allah’ı inkâr edip insanı
madde içinde eritmek, materyalist felsefelerin işidir. Her türlü yanlış anlayışlardan
ve aşırılıklardan kurtulmanın öncelikli şartı, Kur’an’ın sunduğu
Allah anlayışına ve inancına ulaşmaktır. Allah insanı yaratır, insan da O’na
boyun eğmekle “Müslüman” olur.
Allah, insanın öğretmeni olmakla ona ne kadar çok değer verdiğini
ortaya koymuştur. Öyleyse insan, ilim, tefekkür ve araştırmadan geri durmamalı;
okuyup yazmalı, öğretici ve üretici olmalıdır. İnsanın ilim sahibi
bir mü’min olması, onun ilim yoluyla sürekli yüksek mesajlara muhâtap
olmasına ve onlara sâdık kalmasına bağlıdır. Çünkü insan, doğru ilme ve
inanca sahip olmadan iç huzura ve mânevî yetkinliğe ulaşamaz. İşte böyle
bir bilgilenmenin ve aydınlanmanın biricik kaynağı Kur’an’dır. Fert ve toplum
hayatında görülen olumsuzlukların temel sebebi ise; insanın hayatı,
ölümü ve inancı yanlış yorumlaması, iman ve ilimden doğan sorumluluğu
unutmasıdır. Bunun için sonraki âyetlerde, ilimden, imandan ve derin düşünceden
uzaklaşmış kaba bir anlayışın, tuğyânı nasıl barındırdığına dikkat
çekilir ve açıklık getirilir.403
399 Bk. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 12
400 Bk. 2/Bakara, 31
401 Bk. 2/Bakara, 239, 282; 4/Nisâ, 113; 16/Nahl, 78; 96/Alâk, 5 vb.
402 Bk. 35/Fâtır, 15
403 Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları, s. 19-21
• 199 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bilgi Kaynakları ve Vahy
İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisini üç yoldan elde eder. Yani,
bilginin kaynağı üçtür. İnsan üç yolla ilim elde eder. Bunlar:
1- Doğru haber: a) vahiy, b) mütevatir haber,
2- Selim hisler dediğimiz sağlıklı beş duyu,
3- Akıl.
Aslında bilginin yegâne kaynağı Allah’tır. Vahyi indiren Allah olduğu
gibi, duyu organlarımızı ve aklımızı yaratan ve bunları ilme yetenekli kılan
da Allah’tır. Bunu idrâk eden kimse, bildikleriyle övünmez.404
Bilgi kaynağımız olan bu üç vasıtanın üçü de Allah’tandır. Vahiy zaten
Allah’tandır. Aklı ve duyu organlarını da bize veren Allah’tır. Akıl da, duyu
organları da vahiysiz, sünnetullah dediğimiz yeryüzünde kanunlar olmaksızın
bir işe yaramamakta, doğru çalışmamakta ve sahibine dünya ve âhiret
mutluluğu sağlamamaktadır.
Rabbimizin yeryüzünde koyduğu sünnetullah dediğimiz bir kısım yasalar
vardır. Bize Allah tarafından verilmiş olan duyu organlarımızın hareket
noktaları, bu mevcut yasalardır. Rabbimiz bir anda kendi koyduğu
bu yasaları değiştiriverse duyuların verileri hiçbir şey elde edemez. Meselâ
ateşe verilen yakma fonksiyonu alınıverse, İbrahim’i onunla yakmak isteyen
Nemrut’un duyuları bir anda dumûra uğrayıverir. Veya Allah bir anda
güneşten ateş yağdırıverse şu anki duyularımızın verileri altüst olur. Suya
koyduğu kaldırma yasasını bir anda değiştiriverse Rabbimiz, Firavunlar
boğulur gider. Meselâ Allah, yazın kavurucu sıcağında bir anda olağan yasasını
bozarak gökten kar boşandırıverse veya içtiğimiz su bir anda ateş
oluverse duyularımızın önceki bilgileri boşa çıkacaktır. Yani unutmayalım
ki duyularımızı yaratan da, o duyularımızın hareket noktaları olan bu yasaları
koyan da Allah’tır. Onlarla elde ettiğimiz bilgiler de Allah’tandır.
Bunların dışında ne kaldı? O halde tüm bilgiler Allah’tandır. İnsana bilmediklerini
öğreten Allah’tır ve en sonunda tıpkı melekler gibi bizler de
şunu demek zorundayız: “Yâ Rabbi! Seni tesbih ve tenzih ederiz! Sen mü-
404 Bk. 2/Bakara, 32; 5/Mâide, 109
• 200 •
Ahmed Kalkan
kemmelsin! Eksiğin yoktur Senin! Bizim bilgimiz yok, ancak senin öğrettiğin
kadar vardır. Muhakkak ki her şeyi bilen hakîm olan (hüküm ve hikmet sahibi)
ancak Sensin!” 405
Alâk sûresinde ısrarla “oku” emrine muhâtap olan Hz. Peygamber (ve
mü’minler), neyi okuyacaktı? Bu sorunun cevabını, bu âyetlerden sonra
inen Müzzemmil ve Müddessir sûreleri verecekti: “Ey örtünüp bürünen
Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir
müddet için kalk ve tertîl ile (ağır ağır, tane tane) Kur’an oku.”406; “Ey örtüye
bürünen Muhammed! Kalk ve uyar.”407
Müddessir’de de “gündüz kıyam et” deniyordu. Müzzemmil sûresinde
de “gece kıyamı” emrediliyor. Gecede ve gündüzde dinin ikamesinin ilk
emriydi bu. Bir Müslüman hem gecede kıyamda olacak, hem de gündüzde.
Namazda okuma çok önemlidir, öğrendiğimiz sûreleri namazda okumalıyız.
Çünkü namazın kıyamının hedefi, kıraati gerçekleştirmektir.
Çünkü namaz Allah’tan mesaj alma ve alınan bu mesajla hayatı düzenleme
makamıdır. Öyleyse namazlarımızda düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak
Kur’an okumalıyız. Çünkü Allah öyle diyordu: “Kalk ve tertîl ile (ağır
ağır, tane tane) Kur’an oku.”408 Yavaş yavaş, tertil ile, mânâya nüfuz ederek,
düşüne düşüne Kur’an oku. Tedebbürle, tefekkürle oku. Ne denildiğini, ne
istendiğini anlayarak oku. Anlamak üzere, yapmak ve yaşamak üzere oku.
Allah’ın dediklerini hayata hâkim kılmak üzere oku. Ben hayatımı düzenlemek
için buna muhtacım, bunsuz yaşayamam, bunsuz hayatıma çeki düzen
veremem, ben sadece buna muhtacım, bundan başkalarına ihtiyacım yok
diyerek oku. Yani çaresizlikten kıvranarak, çareyi bunda bilerek oku. Başka
çarem yok, ben bunsuz yol bulamam diyerek oku. Demek ki emredilen,
gece kıyamı ve Kur’an’ın tertil üzere okunması. Bilerek, mânâsını anlayarak,
tertil üzere okunması, yavaş yavaş okunması. Çünkü “bundan sonra,
sana önemli, taşıması zor bir söz, önemli bir görev yükleyeceğiz”409 diyecek
Rabbimiz. Amacımız Allah’ın büyüklüğünü ilân ederek O’na kulluğu ger-
405 2/Bakara 32
406 73/Müzzemmil 1-4
407 74/Müddessir 1, 2
408 73/Müzzemmil 1-4
409 73/Müzzemmil, 5
• 201 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
çekleştirmek, Allah’ın otoritesini ve hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Yani
gece okuduklarımızı gündüz ilân etmek zorundayız. 410
“Rabbin, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” 411
İnsanın aslının bir alâktan oluşup Rabbin yaratma ve terbiyesi sayesinde
geçirdiği aşamalar ile doğuşu ve vardığı son durum arasında son derece
büyük bir gelişim var. İlâhî ikramdır bu. Allah’ın her şeye gücü yeter, ikramı
çoktur. Bu ikramlardan biri de Rabbin insanı “kalem”le yazmayı öğretmesidir.
Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de, insan hayatına en geniş ve
en derin etkiyi yapmış ve yapan öğretim aracıdır. Kur’an’ın indiği zamanlar
bu gerçek şu anda bizim gördüğümüz ve insan hayatında bildiğimiz biçimi
ile bu açıklıkta değildi. Ama Yüce Allah kalemin değerini biliyor ve insanlığa
gelen en son kutsal mesajın inmeye başladığı ilk anda ve Kur’an’ın ilk
sûresinde kalemin önemine dikkatleri çekiyordu. Hâlbuki bu kutsal mesajı
getiren peygamber kalemle yazabilen birisi değildi.
Şâyet Hz. Muhammed bu Kur’an’ı kafasından uydurmuş olsaydı, şâyet
bu Kur’an vahiy ürünü olmamış olsaydı ve eğer onun getirdiği çağrı kutsal
mesaj olmamış olsaydı, kalemin önemini vurgulayan bu gerçek daha
ilk anda kesinlikle ortaya çıkamazdı. Sonra sûre, bilginin alınacağı kaynağı
gösteriyor. Bilginin tek kaynağının Yüce Allah olduğunu, insanın bildiği ve
bileceği her şeyi, şu varlık âleminin gizemlerine, şu hayatın ve insanın kendi
nefsinin bilinmezliklerine dair çözebildiği neler varsa bunların tümünün
kaynağının Yüce Allah olduğunu belirtiyor. İnsanın tüm bildiklerini, oradan,
bir başkası daha olmayan bu tek kaynaktan, aldığını ifade ediyor.
Rasûlullah’ın yüceler yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda inen bu biricik
bölümle evet bu bölümle iman düşünce sisteminin geniş olan temeli
atılmış oldu. Her iş, her davranış, her adım, her çalışma Allah’ın adı ile,
O’nun adına yapılır. Allah’ın adı ile başlar, Allah’ın adı ile yürür, Allah’a yönelir
ve sonuçta O’na varır. Allah’tır yaratan. O’dur öğreten. Doğuş ve başlangıç
O’ndandır. Öğretme O’ndan, bilgi O’ndandır. İnsan öğrenebildiğini
öğrenir. Öğretebildiğini öğretir. Ama bütün bunların kaynağı, yaratan ve
öğreten yüce Allah’tır. “O insana bilmediğini öğretti.”
410 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 20, s. 35-40
411 96/Alâk, 4-5
• 202 •
Ahmed Kalkan
İnsan aslında ilimsizdir. “Allah, sizi analarınızın karnından hiç bir şey
bilmez halde çıkarmıştır.”412 Ancak Allah’ın ihsanı sayesinde onda ilim meydana
gelmiştir. Allah’ın lütfuyla insana her merhalede ilim verilmiştir. Ve
ilim kapıları da birbiri ardına açılmıştır. Aynı durum Âyet el-Kursi’de de
gözükmektedir. “O’nun ilminden ancak kendisinin dilediği kadarından başka
bir şey kazanamazlar.”413 İnsanın ilmi kendi kendine gelişme kaydetmez;
kendisinde ilim yokken; Allah’ın, istediği zaman ilim vermesiyle oluşur.
İlim (Öğrenme ve Öğretme)
“Rabbin, kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini de ancak O
öğretti.” 414
İlim için birçok tanımlar yapılır. Genel olarak insan zihnine (ve gönlüne)
konu olan her şey demektir. Sözlük anlamıyla ilim, mutlak olarak
bilmek, bir şeyin şuurda hâsıl olması, sağlam olarak bilmek, kesin olarak
bilmek, deneyerek bilmek, bir şeyin gerçeğini bilmek mânâlarına gelmektedir.
415 İslâm âlimlerinin çoğuna göre ilim: “Bir şeyin hakikatini idrâk etmek”
ve “mâlum olanın, olduğu hal üzere bilinmesidir.” Bu anlayışa göre, yanlış
mâlûmata ilim (bilgi) denilemez.
Yine ilim hakkında şu tanımlar da yapılmıştır: İlim, insanın vahy, akıl
ve duyu organları aracılığıyla elde ettiği kesin bilgilere denir. İlim, âhiret
yolunu dosdoğru gösteren (kılavuzluk yapan) bilgiler topluluğudur. Şerif
Cürcânî’ye göre ilim: Gerçeğe ve vâkıaya uygun düşen inanç, bilgi ve kanaattir.
Bir şeyi olduğu gibi idrâk etmektir. İlim, bilinenden gizlilik ve kapalılığın
kalkmasıdır.416 Râgıb, Müfredât’ında şu tanımı yapar: İlim, amelîdinî
yükümlülüklere vukuftur ki, ancak bunların yerine getirilmesi ile tam
olur.417 İlmin zıddı, cehalettir (câhillik, bilgisizlik ve yanlış bilgi). Kur’an-ı
Kerim’de ilim kelimesi 105 defa zikredilir. Bu kökten gelen diğer kelimelerle
birlikte bu sayı, 854’ü bulur. Dolayısıyla “ılm” Kur’an’da en çok kullanılan
birkaç maddeden biridir. Ayrıca “akıl, fikir, zikir” gibi kelimeler Kur’an’da
çokça geçer.
412 16/Nahl, 78
413 2/Bakara, 255
414 96/Alâk, 4-5
415 İbn Manzur, Lisânu'l-Arap, cilt:10, İlm maddesi
416 Kitabü't-Tarifat, Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 156
417 Râgıb, el-Müfredât, s. 193
• 203 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Rabbim, ilimce her şeyi kuşatmıştır.” 418
“İlim, ancak Allah katındadır.” 419
Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan,
yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna
göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır. Burada
ilim, Allah’a, tam mânâsıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı
için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla
ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani hakka, hakikate dayanan
İlâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi kabullenmeyen insana, profesör bile
olsa câhil; bu câhillerin en meşhurlarına Ebû Cehil; böyle kişilerin oluşturduğu
toplum düzenine de câhiliyye denir. Ebû Cehil’e, câhillerin atası anlamındaki
bu ismin verilmesine sebep, bilinmesi gerekenleri, özellikle Allah’ı
hiç tanıyıp bilmemesi değil; yanlış bilmesidir.
İlimler, genel bir tasnife göre ikiye ayrılır:
a- Naklî ilimler; Kur’an ve sünnete dayanan ilimler, yani Peygamberimiz’in
vahy kanalıyla Allah’tan getirip bize ulaştırdığı ilimler.
b- Aklî ilimler; Müsbet (deneyle kanıtlanabilen) ilimler başta olmak
üzere naklî ilimler içine girmeyen bütün ilimler. Günümüz ve İlim Kavramının,
Oku Emrinin Tahrifi
Müslümanın çok şeyinin gasb edildiği gibi kavramları da tâğûtî güçler
tarafından çalınıp Kur’anî anlamından içi boşaltıldıktan sonra câhiliyyenin
istediği şekilde tahrif edilip değişik ve çarpık muhteva ile Kur’an’dan
uzaklaştırılan insanlara sunulmaktadır. Bu konuda örnekler sayılamayacak
kadar çok. Din kavramından şehidlik kavramına, adalet ve zulüm
anlayışından İslâm, Kur’an ve sünnet anlayışına kadar yüzlerce kavramın
başına gelen budur. Kâfirler müslümanları daha çok kendi silâhları ile vurmaktadır;
Müslümanların sahip çıkmadıkları, kullanmasını bilmedikleri,
yanlış kullandıkları silâhlarıyla. İlim de bundan yeterli payını almış garip,
mahzun ve sahiplerinden şikâyetçi kavramlarımızdan. İlim ve bilgi, birçok
resmî gün ve haftalarda mevsimlik programlarda ele alınıyor. Hem de dinî
418 6/En’âm, 80
419 46/Ahkaf, 28
• 204 •
Ahmed Kalkan
bir edâ ile; fakat dine uymayan bir görüş ya da ideal için tema ve malzeme
olarak kullanılıyor. İşin tuhaflığına bakın ki, temeli dine dayalı bir kavram
ile, dinî olmaması için gayret edilen, üstelik dine bağlanması uygulanan yasalar
ile suç olan bir meselenin desteklenmesine, halka empoze edilmesine
çalışılıyor.
Bilim denilen şey, şu haliyle müslümanların felâhına ve yeryüzünde
etkinlik kazanmasına sebep olmamakta, bilim şu vaziyetiyle insanlığı sinsice
tehdit etmekte, hidâyetin yolunu tıkamaktadır. İlim ki, aslında Yüce
Allah’ın yeryüzüne ilettiği haberden, yani vahyden ve Peygamber’in öğretilerinden
ibarettir; şimdilerde Peygamber’in getirdiği İslâm’ı başka türlü
göstermek için kullanılmaktadır. İlim ki, Allah’ın mahlûkatı olan kâinatın
incelenmesinden ve Allah’a giden yola sarılmaktan ibarettir; şimdilerde evrenlerin
Rabbinden uzaklaştırmak için en etkin ve geçerli bir güç olarak
yürütülmektedir.
İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu
ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru
giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması ilmin olmazsa olmazıdır.
Müslüman için önemli olan ilerleyişin İslâm’a doğru ve O’nun için
olmasıdır. Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp
Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmektir.
Bilimin ve teknolojinin şu asırlardaki gidişi, bütünüyle evrene hükmetmeyi,
tüm canlılara zararı hedef almış gibidir. Akıl, bilim ve teknoloji, ne
kadar evreni insana hizmetkâr yapma ve dünyayı daha iyi yaşanır bir cennet
haline getirme masallarıyla insanlara sunulsa da, hayatı bir zindan haline
getirdiğinin ve ebedî hayatı mahvettiğinin farkında bile değildir. Modern
insan, hevâsının yolundaki aklı ile icad edip semirttiği bu bilim sultasının,
teknolojik aygıtların, makinelerin tutsağıdır. Bundan kurtuluşun
yolu, önce ilim kavramının Kur’an’la sağlaması yapılarak tashih edilmesi,
bilgi birikimleri, dinin anladığı şekilde “faydalı ilim” ise başa tac edilmesi,
değilse kendisinden Allah’a sığınılması gereken bir tehlike olarak kabulü ile
gerçekleşebilecektir.
Vahiyden ve Allah’la bağlarından koparılmış bilimin ve bilim sayesinde
oluşan aygıtların, makinelerin ve maddeci hayatın tutsaklığıdır modern
insanın temel problemi; asrın insanının hüsrânı, çıkmaz ve açmazları, bu•
205 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
nalım ve streslerinin temel sebebidir bilimi “câhil”ce, “câhiliyye” gözüyle
değerlendirmek ve gerçek ilimden kaçmak. Bu esaretten kurtulmak, hevânın
gerçek akla dönüşmesi, bilimin, evrenin sırlarını “halife” sorumluluğu
ile öğrenme ve Allah’a kulluk yönünde, yani en faydalı şekilde kullanılması
sayesinde olacaktır. Modern câhiliyyenin vahye, yani Allah’tan gelen gerçek
ilme ihtiyacı, Ebû Cehillerin câhiliyyesinden daha az değildir.
İnsan ömrünün sınırlı, günlerinin ve alıp verdiği nefeslerinin de ilm-i
İlâhîde mâlum ve muayyen olduğu hesaba katılınca, öncelikle ne öğrenmemiz,
hangi ilmi tahsil etmemiz gerektiğini tespit etmek gerekir. Olur-olmaz
kimseler tarafından “ilmin faziletleri”nin anlatıldığı, bazen bâtıl otorite sahipleri
ve bozuk niyetli merciler güdümünde ilim kavramının bâtıl maksatlar
için istismar edildiği vakıası da hesaba katılınca bu ilim gerçeğinin
ne olup ne olmadığını belirlemek bir zaruret olacaktır. Peygamberimiz,
“faydasız ilimden Allah’a sığınırım” 420 diye duâ edecek kadar faydasız ilmin
zararı konusunda hassasiyet göstermişken, mahiyetine ve kullanılış gayesine
bakılmadan ve şer’î ölçüyü hiç hesaba katmadan sürekli ilmin övücülüğünü
yapmak, ilim adına işlenen büyük bir cinâyettir.
Meselâ, “İlim istemek, ilim tahsil etmek, kadın erkek her müslümana
farzdır.” hadis-i şerifini ve “İslâm’ın ilk emri oku emridir” düsturunu dillerine
sakız edenleri bu hale örnek gösterebiliriz. Evet, ilim tahsili herkese
farzdır, ama hangi ilim, hangi şartlarla ve ne maksatla?.. İşte bunu bir türlü
belirtmiyorlar kavram istismarcıları. Okumak tavsiyesini de bir zamanlar
moda olan okuma seferberliği girişimlerine halkı teşvik sadedinde delil getirenler,
samimiyetsizliğin ve çifte standartın en âdi örneğini sergiliyorlar.
Bu hal, aynen bir ağacın kökünü inkâr edip dallarını kabullenmeye benzer.
İslâmiyet’i bütünüyle ve cemiyet plânında inkâr ettikten sonra onun bazı
ilke ve kavramlarını kendi gayelerinin gerçekleştirilmesi yönünde kullananların
tutumu hangi mantık ve samimiyetle bağdaştırılabilir?
Niyet bakımından böyle olduğu gibi, içerik yönünden de İslâmî gaye
esas alınmadan mutlak olarak kayıtsız şartsız insanlara öğütlenen, bir dereceye
kadar da öğretilen bu malumatlar, konusu ve sonu görünüşe göre ne
derece parlak ve verimli gibi olursa olsun, mutlak surette bir fuzûliyattan
ibarettir. İşin daha kötüsü, hakiki ilmin önüne bir perde ve engel getirmek,
420 Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416; et-Tâc, Kitâbü'l Ezkâr, c. 5, s. 124
• 206 •
Ahmed Kalkan
insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırmaktır. Zamanın ilim anlayışı,
Din’in esprisi içinde bir ilim değil; resmî sistemler/câhiliyye doğrultusunda
bir bilim anlayışıdır. 421
“Bilim” ile “İlim” Aynı Şey mi?
Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken
şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim”
ile, modern câhiliyyenin belirlediği “bilim” başka başka şeylerdir. Bu
iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları
bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim,
bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar
kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere
ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.
Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir,
gözlem ve incelemedir. Hâlbuki genel anlamda ilmin yolu öncelikle
“vahiy”dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli
“mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır.
Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış
bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek”
(bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden
farklıdır. Her şeyden önce, bilimin metodunda, hiçbir öneri, hakikat ve
inanç sistemi, deneyler ve bilimsel olaylar tarafından desteklenmedikçe
doğru ve gerçek kabul edilmez. İlim için bu kural, özellikle vahiy ve gayb
âlemi, iman gibi temel konularda olaylar ya da deneyler tarafından desteklenmesi
şart olmadığı gibi, bu aynı zamanda imkânsızdır da.
Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Yani bilim adamı
kişisel eğilim ve önyargılarının etkisi altında kalmadan bulduğu sonucu
olduğu gibi yansıtmalıdır. Bulgular inançlara ters düşse bile yansızlıktan
ve doğruluktan uzaklaşmamalıdır. Aynı kural, ilim için de geçerli ve hatta
gerekli bir kuraldır, ama inançlara ters düşmesi halinde müslüman ilim
adamının tutumu farklı olacaktır; eğer burada bilimin bulgularının ters
düştüğü inanç İslâm ise, işte o zaman ilim adamı inancından yana olacaktır.
Çünkü onun gözünde vahyin, İslâm inançlarının doğruluğu mutlaktır,
421 Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, Timaş Y., s. 52-53
• 207 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
daha kesindir. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir.
Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir
ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır. (Bundan üç-beş asır önce,
özellikle Ortaçağda bilimin doğruları ile şimdiki doğruları arasında uzlaştırılması
mümkün olmayan nice örnekler herkesçe bilinir.) Hâlbuki müslümanın
anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik
ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.
Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar
ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı
sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Hâlbuki
ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz
hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir. 422
Ayrıca bu iki kavramın, konuşma ya da yazı dilinde kullanılışları ânında
akla getirdiği ilk fikir ve çağrıştırdığı anlamlar da farklıdır. İslâm’a inanmış
bir toplumda “âlim” kelimesi kullanıldığı zaman akla ilk gelen, müslüman
bilginlerdir, özellikle din âlimleridir. Ama meselâ Newton, Einstein,
Descartes gibi şahsiyetler ise ancak “bilim” söz konusu edildiği zaman akla
gelmekte ve onlara âlim denmeyip “bilgin” veya “bilim adamı” denmektedir.
Demek ki bilim, fizikçilerin, kimyacıların, sosyologların, antropolog ve
benzerlerinin (yani beşerin) -yine Allah’ın verdiği yetenek ve imkân sınırları
içinde- bulup ortaya koyduğu şeylerdir.
İlim ise, bu saydıklarımızın meşgul oldukları alanları ve elde ettikleri
sonuçları genelde reddetmeksizin, hatta onları kendi kuralları içinde
özümseyip yorumlamakla birlikte, aynı zamanda bütün bunlara bir anlam
kazandırıp faydalı ve meşrû bir yorum getiren vahiy öğretisinin ortaya koyduğu
sistemin incelenmesi ve kavranmasıdır. Mesela bilim, savaş araçları
ve silâhlar, kimyasal bombalar üretir, bunların en etkili biçimde işlemesi
için araştırmalar yapıp yöntemler geliştirir. Bu silâhların hedefleri belirlenirken
ölçü, yalnızca menfaat ve üstün gelme duygusudur; ahlâkî bir ölçüsü
ve duyarlığı yoktur. Hâlbuki dine bağlı ilmin kuralı, bunları insanlığın
maddî manevî kurtuluşu yolunda kullanmak şeklindedir.423
422 M. Sıddıkî, Bilimin İslâmî Temelleri, 20-21; Bilgiden Tevhide Yükseliş, 9-11
423 E. Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 11
• 208 •
Ahmed Kalkan
İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade “anlayış ve
idrâk” olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan
öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir.
İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını
düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.
İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü
bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor. Bilim adına insanların
âhiretleri mahv edildiği gibi, dünyaları da perişan ediliyor. Eşkıya,
terörist, satanist, ateist, ataist... bilim kurumlarından yetişiyor; bilimsel
maskeler takılarak dine, mutlak hakikate hücum ediliyor. Bilim, artık
salt ideoloji olma boyutundan çıkıp bir put haline gelmiş durumdadır.
Bilim, hayatta tek mürşit ve kılavuz kabul edilir, tek ölçüt olarak alınırken,
“din” nazar-ı itibara alınmamış, hatta topyekün reddedilmiş oluyor.
Zira bunların âmentüsüne göre tek doğru, bilimin bize getirdikleridir.
Dinin getirdiği, Allah’ın gönderdiği, peygamberlerin yolu onları hiç mi
hiç ilgilendirmez; çünkü bunlar laboratuarlarda deneylerle doğrulukları
kanıtlanan bilimsel gerçekler değildir. Böyle bilimsel bir yaklaşımda âhiret
hayatının, cennetin, meleklerin, Allah’a kulluğun yeri yoktur.
Bu âmentüye göre ilk insanı Allah yaratmamış, insan tabiat tarafından
tesadüf ve evrim sonucu başkalaşım ve değişimle maymundan türemiştir.
Ya da tüm müslüman çocuklara öğretildiği şekilde ilk insan, Allah’tan
direkt ilim alan, vahye muhatap olan yeryüzünün halifesi ve efendisi bir
peygamber değil; etleri çiğ çiğ yiyen, yarı insan yarı hayvan, vahşi bir mağara
adamıdır. Okullarda bu câhilî bilgiler temel alındığı için, dünyanın
yaratılması değil, kendi kendine güneşten kopuşu anlatılır; Din Kültürü ve
Ahlâk dersinde kuşa benzetilmiş bir dine kültür olarak lütfen yer verilmesi
dışında, hiçbir ders kitabında ve hiçbir ders müfredâtında vahye, Allah’a,
dine ve mutlak doğrulara, yani “ilm”e yer verilip verilmediği, veriliyorsa ne
kadar ve nasıl verildiği sorgulanmalı değil midir?
Hayır, sorgulanamaz! Kim sorgulayacak? Vahiyden habersiz veya gerçek
ilmin sorumluluğunun bilincinde olmayan, yine câhiliyye kurumlarından
câhilî bilgilerle yetişen, hayata bu bilim putunun kriterleriyle bakan
kimseler mi sorgulayacak bilim putunu, câhilî eğitimi, câhiliyyeyi?
• 209 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Ama unutmamalı; Allah, Mûsâ’yı Firavun’un kurumlarında yetiştirmiştir;
yalnız, yine unutulmamalı ki Mûsâ, vahiyle yetişmiş, vahiyle beslenip
yönlenmiş, Firavun’un öğrettiği bilimin sağlamasını vahiyle test etmiştir.
O günün bilimi sihirbaz yetiştirmede ne kadar mâhirse, günümüzün câhilî
kurumları da o kadar göz boyayıcıdır. Akı kara gösterici, İslâm’ı irtica, depremin
temel sebebinin Allah’ın ikazı ve takdiri değil de fay hattı olduğunu
yutturacak laf cambazlığı ve sihirbaz taktikleri olduğu değerlendirilebilir.
Ebû Cehillerin, Firavunların bilime yaklaşmaları ile günümüzdeki bilime
yaklaşım arasında; gâvur dediğimiz Johnların, Mary’lerin, Adam Smithlerin
ve müslümanım diyen bilimsel takılanların ilme bakış açısı konusunda
benzemeyen yönlerini gösterin gösterebilirseniz!..
Okunacak, Öğrenilecek İlim, İslâmiyet’tir
Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur’an terimidir. Bu terim ilk defa
Allah’ın kelâmında ve Rasûlü’nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin
başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah’ın,
Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde “ilim” diye bir
kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa
olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki,
bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.
İlim kelimesi, türevleriyle beraber Kur’ân-ı Kerim’de 854 yerde geçmektedir;
hem de bunun zıddı olan “cehil” ve eş anlamlıları hâriç tutulmak üzere.
Âlemlerin Rabbi’nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde “bilinecek”
ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı.
Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme
iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir.
İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren,
kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden
bir ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının
sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.
Allah’ın ve Rasûlü’nün insana tavsiye ettiği ilim, en sağlıklı bir şekilde
konusu ve gayesi ile tespit edilebilir. Konusu itibariyle müslümana mahsu
ilmi tanımak için Saadet asrına bakmamız en uygundur. Bu gözle incelendiğinde
hemen kolayca anlaşılır ki, Kur’an’ın ve Peygamber buyruklarının
insanlara tebliğ edildiği ilk dönemde, ortada vahiy metinlerinden ve Allah
• 210 •
Ahmed Kalkan
Rasûlü’nün söylediği ve yaptıklarında başka ilme konu olacak hiçbir malzeme
mevcut değildi. Bütün mesele ve yegâne maksat, Allah kelâmı ile beraber
“hadis” dediğimiz Peygamber tavsiyeleri ve buyruklarının, insanların
kalbine ve zihnine nakşedilmesinnden ibaretti.
Sahâbe-i Kiramın bir kısmı Kur’an âyetlerini yazarak, çoğu da bunları
ve Rasûlullah’ın söylediklerini ezberleyerek, bir yandan da aralarında müzakere
ederek “ilm”i koruyor, yayıyor ve geliştiriyorlardı. Daha da önemlisi,
bu öğrendiklerini “yaşıyor”, eski bâtıllarını atıp yeni hayat tarzının gereklerine
göre vaziyet alıyorlardı. Her öğrenilen yeni şey, mutlaka hayatlarında
ve tavırlarında bir değişikliğe sebep oluyordu. İlim buydu, öğrenilen ve öğretilen
Allah’ın kelâmı, Rasûlü’nün beyanı ve tavsiyeleri idi. Çünkü istenen
ve emredilen de bundan başkası değildi. İlk emir “oku!” emri, vahy kitabı
Kur’an dışında başka bir kitaba mı işaret ediyordu? Rasûlullah ve sahâbe
“oku!” emrinden neyin okunmasını anlıyordu?
Rasûlullah’ın dönemindeki durumdan da kolaylıkla anlaşılıyor ki, ilme
konu olan, birinci planda Allah’ın Kitabı ile Rasûlü’nün sünneti idi. Kadın-
erkek her müslümana farz olan ilmin de öncelikle bundan başkası olduğu
söylenemez. Bu bakımdan, özellikle müslümanlar için ilim söz konusu
olduğu ve İslâmî bir ilke olarak ilmin kıymetinden bahsedildiği zaman,
ilim lafzının kapsamı olarak: Allah’ın kelâmını, Rasûlü’nün sözlerini ve tavırlarını
bilmeliyiz. Bu iki esasın özünü ve ruhunu, manasını ve mesajını
aksettiren her nevi kitap ve yazılı ürünler de bu cümledendir. Herhangi bir
yazılı eser, ancak bu ölçüye göre ve sadece bu şartla müslümanın ilmine
esas konu olabilir. Unutmamalı ki, bütün kitaplar, tek bir Kitab’ı daha iyi
anlamak ve yaşamak için okunur, okunmalıdır.
Bir müslümana göre, ilmin İslâm’dan ibaret olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Yüce Allah, insanlığa bir din gönderdi. Allah’ın peygamberi de o
dinin öğretimi ile görevli idi. Peygamber’in risâlet görevi, ancak “getirdiği
şeyler”i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah’ın gönderdiğini
insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara
içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara “Kitabı ve hikmeti
öğretiyor”du. 424 Görülüyor ki O’nun öğrettiği Kitap’tır ve dalâletten ancak
bu Kitap’la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler
424 3/Âl-i İmran, 164; 62/Cum'a, 2
• 211 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ve bu Kitap’la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş
ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile
kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek
kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.
İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm’dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz’e
“Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan
zâlimlerden olursun.”425 şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki
“sana ilim geldikten sonra” ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça
görülüyor. Çünkü Peygamberimiz’e gelen ilim İslâm’dı. Bu ölçüyle, İslâm’ı
konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı
prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar,
bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye Allah’ı ve kendi sorumluluklarını
hatırlatmayan, onu Allah’tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına
ilim denilebilir mi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi? Kur’an
ve Sünnet temel kaynaktır müslüman için, müslümanın ilmi için. Bu temel
kaynakları anladıktan ve onların ruhuna nüfuz ettikten sonra, artık ikinci
derecede önemli kitaplarla ilim yolunda ilerlenebilir. Bu sağlam ölçü ile öğrenilen
bütün bilgiler ve karşılaşılan fikirler doğru istikamete yönlendirilir.
Sağlam ölçüye, mutlaka sahip olmalıyız; buna sahip olunmadan okunan
şeyler zararlı olacaktır. Midesi bozuk olan bir insana yediği şeyler zararlı olduğu
ve bozukluğu artırdığı gibi, sağlam bir inanç ve İslâmî hassâsiyete sahip
olmayan kimsenin okuduğu şeyler de onun fesadını artırır. İslâm, temel
kaynaklarıyla okunup anlaşıldıktan sonra insana hiçbir şey zarar veremez.
Çünkü Hak bulunmuştur, ölçü ve terazi mevcuttur, sağlama yapabileceğimiz
mikyas belirlenmiştir; bâtıllar kolayca seçilip reddedilebilir.
Yüce Allah’ın Kitab’ında, “ilm” kökünden gelen lafızların bulunduğu
âyetlere dikkatle bakıldığı zaman görülür ki, Allah’ın kullarından öncelikle
istediği, kendi birliğinin ve sıfatlarının bilinmesi, Rab’liğinin kabul edilip
O’na teslim olunmasıdır.
Bu cümleden olarak insanın, imanını olgun ve kuvvetli hale getirmesi
de ilk istenen şeylerdendir. Yani, mutlak ve niteliksiz olarak soyut “bilgi”,
ne olursa olsun bilinip öğrenme, hiçbir zaman övülmemiş, mutlak surette
belli nitelikleri olan muayyen, yani hayırlı ve faydalı bir ilim tavsiye edil-
425 2/Bakara, 145
• 212 •
Ahmed Kalkan
miştir. Allah katında değerli olan ilim, insanın yakîn derecesinde bir imana
sahip olmasını sağlayacak ilimdir. 426 Zaten İmam Gazâli’nin de belirttiği
gibi asr-ı saâdette de “ilim” sözü, Yüce Allah’ı, Kitabını ve kulların fiillerinin
hükümlerini kapsayan ilme verilen bir isimdi. Fakat zamanla insanlar özellikle
ilim kelimesini istismar ederek diledikleri mânâya kullanmaya başladılar.
427 Bunun doğal bir sonucu olarak da, ilimdeki öz ve gaye çoğu zaman
kaybedilmiş; ilim, bir gerçeğe ulaşmak için kullanılan “araç” olmaktan çıkarak
başlı başına bir “amaç” ve bir “meslek” haline gelmiştir.
Bir sosyal realitedir ki, bilimin kucağında yetişmiş küfür çok daha etkinleşip
azmanlaşıyor. Bilgi ile donanmış küfür, tahribatını çok boyutlu ve
yaygın olarak yürütme avantajına da sahip bulunuyor. O yüzden İslâm, “câhil”
unvânını hiç bilmeyen bilgisize değil; yanlış bilene, İslâm’la ilgili “ilm”e
sahip olmayan ve vahyi kabul etmeyene veriyor. Bunun için mutlak bilgisizlik
ve hatta ilkellik, bilgili şerre nazaran daha az zararlıdır denilebilir.
İlim ve İslâm
Kur’an’a göre yaratılış amacı, Allah’a kulluktur. Allah’a kulluk, bir tavrı
ve bir tutumu ifade eder. Tutumlar, durup dururken oluşmaz. Bir bilgi birikimine,
bir gözleme, bir araştırmaya ve bunların sonunda duygusal bir eğilime,
en sonunda da irâdî bir eyleme dayanırlar. Bir tutumun oluşmasında
sosyal psikoloji açısından üç temel ögeye ihtiyaç vardır: 1- Bilişsel (zihinsel)
öge, 2- Duygusal öge, 3- Davranışsal öge. Kur’an eğitiminin boyutları
da bu üç temel ögeden oluşmaktadır: Bilgi boyutu, duygu boyutu ve amel
(icrâ) boyutu. Buna zihnî, kalbî ve amelî boyut da diyebiliriz. Bu üç öge,
ne kadar güçlü ve dengeli ise inanç veya kulluk o kadar güçlü; ne kadar
zayıf ve dengesiz ise o kadar zayıftır. Hepsini ayrı ayrı, ama birbirleriyle
dengeli biçimde beslemek, güçlendirmek gerekir. Kur’an’ın en üstün insan
tanımı, bilgili428, cihad ehli429, muttakî/takvâ sahibi430 kişidir. Bilgisiz,
duygusuz ve amelsiz bir kul, İslâm’da ne kadar hoş karşılanmazsa; bilgili,
duygulu ve güzel davranışlara sahip bir kul da o kadar hüsn-i kabul görür.
Bilgisiz bir ibâdet ne kadar anlamsızsa, duygusuz bir ibâdet de kupkuru-
426 E. Sağıroğlu, a. g. e. s. 50 ve devamı
427 İmam Gazali, İhya, 1/54
428 39/Zümer, 9
429 4/Nisâ, 95
430 49/Hucurât, 13
• 213 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
dur. Yaşanmayan bir dini düşünmek bile mümkün değildir. Bütün inanç
sistemlerinde şu veya bu oranda bu üçlü anlayışa rastlamak mümkündür.
İlim olmadan ideal anlamda müslüman olmak mümkün değildir. Cehâlete
alternatif olarak gelen bir dinin mensupları câhil olamazlar. Olurlarsa
perişan olurlar ve onlar adına faturayı din öder. Bunun hesabı ve vebâli
ise çok ağırdır.
Kendisinden önceki dönemin adını “câhiliyye dönemi” olarak açıklayan
İslâm inancı, câhilliği temelinden reddetmiş, kendi çizgisinde yürüyen
insanları bilgilendirmiş, bununla yetinmeyip insanlara öncelikle
ilim tahsilini emretmiştir.
İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar
onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir.
Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle
beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. Atasözlerindendir:
“Câhilin sofusu, şeytanın maskarasıdır.” “Yarım doktor candan,
yarım hoca dinden eder.”431
İlmin, sıradan bir algılama olayı olarak kalmaması, kişiye maledilmesi,
hazmedilip özümsenmesi gerekir. Aynen maddî gıdaların hazm edildiği
gibi, zihnî gıdaların da varsa posalarının atılması, fıtrata ve bünyeye uygun
hale getirilmesi gerekmektedir. Hazmedilen bir tavuk eti, artık tavuk eti
olmaktan çıkıp bünyeye yararlı hale gelmektedir. Arı, her çiçekten bal özü
alır ama o hazmedilmiş, artık çiçek olmaktan çıkmış, kendine has bir bal
olmuştur.
Kur’an da zihinde dondurulmuş ölü bilgiler istemiyor. Muhammed
Kutub bu konuda şunları söyler: Zihinde kalan, aksiyon haline gelmeyen,
donuk, ölü fikirlerin İslâm nazarında hiç kıymeti yoktur. İslâm’ın
ve Kur’an’ın istediği ilim, kalpten kalbe geçen, vicdanları harekete geçiren,
pratiğe dönük faydalı bilgidir.432 Bilgi kırıntılarının ilim olabilmesi
için, her şeyden önce vahiyle irtibatının kurulması, bütün içinde uygun
yere monte edilmesi, güncelleştirilmesi, özümsenmesi, benimsenip hayata
geçmesi gerekmektedir. Kur’an’da müşriklerin “yağmuru kim yağdırıyor,
431 Y. Fersahoğlu, a.g.e., s. 174 ve 225
432 Muhammed Kutub, İslâm'da Ferd ve Cemiyet, s. 305
• 214 •
Ahmed Kalkan
gökleri ve yeri yaratan kimdir, sorularına “Allah” diye cevap verdikleri ifade
edilir. Demek ki gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı. Fakat bu
bilginin onlar için pratikte hiçbir faydası yoktu; Yaratıcıyı kabul etmenin
özümsenen, benimsenip uygulanan, yani bu bilginin ilim ve iman olması
için gereken işlem yoktu. Bu nedenle Kur’an, o bilgiye değer vermiyor ve
sahiplerini “câhiller”, “bilmeyenler” olarak tanıtıyor.
Elbette Ebû Cehil, zır câhil değildi, toplumda sözü geçerli olan, devleti
ve orduyu yönetecek bilgilere sahipti. Ama İslâm, onun bildiği doğru kırıntıları
ile mutlak doğru arasında bağlantı kuramadığı için ve esas bilinmesi
gerekeni bilemediğinden, bildiklerinin ilim olmadığı hükmünü vurarak,
ona “câhillerin atası” “atacâhil = câhil baba” ismini verdi. Kur’an, dünya hayatının
sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyuruyor: “Onlar,
dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.” 433
Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan
yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde
tezkiye olamaz ve aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları
derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır.
“Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz; her ilim sahibinin üstünde bir âlim
vardır.”434 Şu halde, Allah’ın elçileri aracılığıyla gönderdiği ilme kimse aynı
derecede vâris değildir ve bu ilme, kalplerinde herhangi bir leke ve kaplarında
tortu (rics) olmayanlar tam vâris olabilirler.
İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki
ilim bir nurdur, Allah’ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi
paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah’ın çizdiği
sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvâsız olmaz
ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki
sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz
tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur’anın buyurdu
gibi “Allah’tan kulları içinde ancak âlimler korkar.” 435 Mâlûmat sahipleri
ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüklü
eşekler”dir.436
433 30/Rûm, 7
434 12/Yusuf, 76
435 35/Fâtır, 28
436 Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, 419-420
• 215 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
İslâm, okumaya ve ilim elde etmeye büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber
(s.a.s.)’e inen ilk vahiyde okumaktan, kalemden, eğitim ve öğretimden
bahsedilir: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile). O insanı
alâktan (aşılanmış yapışkan bir hücreden, embriyodan, ilişip yapışan bir
sudan, sevgi ve ilgiden) yarattı. Oku! O, ekrem (sonsuz kerem sahibi) olan,
cömertliğinin sonu olmayan Rabbin, kalemle yazmayı da öğretendir. İnsana
bilmediklerini de ancak O öğretti.” 437
Bakara suresi 30. âyette belirtildiği gibi, ilk insan, yaratılıp meleklere
arz edilince Allah tarafından kendisine isimler öğretilmiştir. Allah’ın, kendisine
eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden
üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır.
Hilâfet sıfatının tahakkuku için de, mutlaka kullanması gereken araçların
başında ilim gelir.
İslâm; fıtrata, insanın yaratılışına en uygun bir din olduğu için bütün
müslümanlara ilmi farz kılmıştır. Her müslümanın kulluk görevlerini (ki
bütün dünyevî işlerini kapsar) yerine getirecek, helâl ile haramı, hak ile
bâtılı ayırt edecek kadar bilgi sahibi olması farzdır. “İlim tahsil etmek, her
müslüman erkek ve kadına farzdır.”438 Kişinin müslüman bir kul olarak
şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilme sahip olması
farz olduğu gibi; içinde bulunduğu durumlar ve yapması gereken her çeşit
ibadetle ilgili bilgileri öğrenmesi de yine faz-ı ayn’dır. Tıp, mühendislik,
teknik ve teknoloji gibi sosyal hayat için gerekli olan her türlü ilimleri
öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bu tür ilimler, toplumun bazı fertleri tarafından
öğrenilirse bu farîza yerine getirilmiş olur. Fakat kimse öğrenmezse toplumun
bütün fertleri Allah katında sorumlu olurlar. Övünmek ve başkalarına
karşı üstünlük taslamak için ilim öğrenmek ise, mekruhtur.
İslâm kadar ilme önem veren başka bir din ve sistem yoktur. Her kötülüğün,
hatta küfür ve şirkin baş sebebi, bilgisizlik ve cehalettir.
Küfrün ne demek olduğunu ve hangi kötülüklere yol açtığını bilen
bir kimse kâfir olmaz. Şirkin ne olduğunu bilen, başka bir şeyi Allah’a ortak
koşmaz, Allah’tan başkasına kulluk yapmaz. Bunun içindir ki Kur’an,
437 96/Alâk, 1-5
438 İbn Mâce, Mukkaddime 17
• 216 •
Ahmed Kalkan
ilimsizlikten şiddetle sakındırır: “Sakın ha câhillerden olma!”439; “Kulları
içerisinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.”440 Kur’an’da ilim övülmüş,
bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı açıkça belirtilmiştir: “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”441 İslâm; ilmin, âlimin ve ilimle uğraşanların
değerini yükseltmiştir. “Allah, içinizden iman edenlerle, kendilerine ilim
verilenlerin değerini yükseltir.” 442
Yazma
Yazı: İsteklerimizi anlatmak için kullandığımız sözlerin, birtakım şekiller
halinde gösterilmesidir. İnsanların birbirleriyle iletişim kurmak için
kullandıkları, dil denen sistemin belli işaretlerle belirleyen ikinci bir sisteme
yazı diyoruz. Yazı, sözün resimleşmiş (şekillenmiş, simgelenmiş) biçimidir.
Yazı, alfabe denen ve seslerin yerini tutan işaretlerden oluşur. Yazı,
zihnimizde oluşan sözlerin kâğıt üzerine dökülmüş şeklidir.
Yazının insanlık tarihindeki önemi hayli büyüktür. Peygamberlerin bir
kısmına Kitap verilmiş, bir kısmı da önceki Peygamber’e gönderilen kitapla
hükmetmiştir. Kitaplarda yazı vardır. Ve genel kabule göre ilk peygamber
Hz. Âdem’e de küçük kitap (suhuf) verilmiştir.
Yazma: Harfleri, heceleri veya fikir anlatan işaretleri yan yana getirip
istenilen şeyi anlatan şekiller ortaya koymaktır. Söz uçar, yazı kalır. Bir atasözünde:
“Âlim unutmuş, kalem unutmamış” denir. Yazıyı boşluğa dağılan
sözlerden üstün kılan unsurlardan biri, insanı geleceğe taşımasıdır. Yeryüzündeki
bütün kitapların ve defterlerin yakılması halinde birçok şeye yeniden
başlamak gerekecektir. Dolayısıyla yazı, geçmişten büyük hazineler
devralmamızı ve gelecek nesillere bırakmamızı sağlar. Güzel yazmak için;
iyi düşünmekle beraber, anlatım açık, cümleler kısa, kelimeler yerli yerinde,
cümleler dilbilgisi kurallarına uygun, istenen konunun düşünceleri kafada
iyice yoğrulmuş, gereksiz kelime tekrarlarından arınmış olmalıdır.
439 6/En'âm, 35
440 35/Fâtır, 28
441 39/Zümer, 9
442 58/Mücâdele, 15; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 134-135
• 217 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Peygamberimiz Zamanında Yazı ve Yazılı Eğitim: Mekke’de yazılı bir
eğitime ağırlık verilmemiş; daha çok okuma, teşvik edilmişti. Medine artık
müslümanların özgür vatanı idi, yetki ellerine geçmiş ve devlet olmuşlardı.
Nasıl ibâdetlerini evde yerine getirme zorunluluğundan kurtulup mescid
edinmiş ve orada cemaat olarak açıktan ibâdet etme hürriyeti elde etmişlerse,
eğitimi ve öğretimi de mescidde açıktan icra edecek hale gelmiş ve
kurumlaşmışlardı. Daha Medine’nin ilk iki yılında, gelmiş olan Bakara sûresinde,
alış verişte yazışma ve kâtiplerden bahsediliyor, iş akitlerinin yazılması
emrediliyor.443 Tıpkı gayr-i müslimlerle yapılan sözleşmede olduğu
gibi, yazılı hukuka bile adım adım geçiliyordu. Hepimizin çok iyi bildiği
gibi Bedir esirlerinin okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılması
bu gelişmelerin bir parçasıdır. Hatta esirlere verilen bu görev, Rasûlün
(s.a.s.) daha önceden başlatmış olduğu atılımın sadece bir uzantısıdır.
Vatandaşların (müslümanlann) eğitimi o kadar önemli ki müslüman olarak
gelen Mekkeli kadınların imtihan edilmesi emrediliyordu. Toplumsal düşünce
ve inancın korunması açısından bu samimiyet denemesi çok ileri bir
adımdır.444 Sahabenin dolayısıyla müslümanlann eğitimi konusunda Allah
Rasülünün bu kadar titiz olmasının en büyük teşvik edicisi Kur’an’ın ilmi ve
öğrenmeyi emreden âyetleriydi şüphesiz. 445
Üzerine yemin edilme vasfına sahip harflerin sarsılmaz saflarından
çağların zihni ve zifiri karanlıklarına aydınlık saçan mesajın hâkimiyetine
boyun eğip dirilmenin ve arınmanın nimetiyle müjdelenen yüreği kuşatan
Rabbin şefkati ne güzeldir.
O ki insana kalemle yazmayı öğretendir. Kalem dilin belgesidir. Suya
düşülen bir not değil, beyaz kâğıda çekilen onur sürmesidir kalem. Yazıya
aracı olan her şey kalemdir. Kalem şahittir mesaja ve doğruluğuna. İçimizden
sökün eden ateşin ve kıyamın bugüne ve çağın ötesine yayılma aracıdır
kalem. Sırları ifşa eden, yüzleri aydınlatan, safları yakınlaştıran, sözleri tanıklaştıran,
ilim kapısının kilidini çözen anahtardır kalem. Düşündüklerin
hükmettiklerindir, yazdıkların sana hükmedecek olanlardır. Kalemin gücü
ucundan dökülendedir. Kaleme yazacaklarını bildiren Rabbin; sana kalemini
ve dilini hak için kullandığından ötürü başına gelecekleri de bilir. O
kalplerdeki ve zihinlerdekini açık düşürebilecek yegâne güçtür. 446
443 2/Bakara, 282-283; 24/Nûr, 33
444 60/Mümtehine, 10
445 Tuncer Namlı, Ahlâkî Kavramlarda Anlam Arayışı 1, Fecr Y., 177
446 Mehmet Çağdış, Kalem Suresi ve Direnişçinin Güncesi -1
• 218 •
Ahmed Kalkan
Kur’ân-ı Kerim’de İlim, Kalem ve Yazma
Kur’ân-ı Kerim’de “ilim (ılm)” kelimesi ve türevleri toplam 854 yerde
zikredilir. İlm’in zıddı cehâlet (c-h-l) kelimesi ve türevleri toplam 24 yerde
kullanılır. Kalem ve çoğulu Aklâm kelimesi toplam 4 yerde geçer. Yazmak
anlamında K(e)-t-b kelimesi ve türevleri ise toplam 322 yerde zikredilir.
Kur’an’ın, 854 yerde ilimden bahsetmesi, bilmeye, öğrenmeye verdiği
önemi gösterir. Ayrıca Allah, Kur’an’ın bilgiye dayalı bir kitap ve yol göstermek
için bir rahmet olduğunu ifade ediyor.447 Bilmeksizin zan ile konuşmayı
yasaklıyor.448 Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağından,449 Allah’tan
en çok âlimlerin korkacağından,450 iman edenlerle, kendilerine ilim
verilenlerin derecelerinin yükseleceğinden451 bahsediyor. “Rabbim ilmimi
artır, de” 452 âyetiyle de mü’minin ruhuna şiddetli bir ilim ateşi yakıyor. Ancak
ilmi, amaçsız bir şekilde kendi başına bir değer olarak alıp kutsamıyor.
Onun salt bir bilgi yığını olarak biriktirilmesini yeterli bulmuyor, bir gâyeye
hizmet etmesini ve topluma aktarılmasını da istiyor. İşte tebliğ ve inzarın
böyle bir fonksiyonu vardır.
“Oku (ve öğren)! Rabbin ekremdir/en cömerttir.
O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
İnsana bilmediklerini öğretendir.” 453
“Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” 454
“Bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere) sorunuz.” 455
“Hatırla ki; Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’
dedi. Onlar, ‘Biz hamdinle Sana tesbih ve Seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler.
447 7/A’râf, 52
448 3/Âl-i İmran, 66; 4/Nisâ, 157
449 39/Zümer, 9
450 35/Fâtır, 28
451 58/Mücâdele, 11
452 20/Tâhâ, 114
453 96/Alâk, 3-5
454 68/Kalem, 1
455 16/Nahl, 43
• 219 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah da onlara ‘Sizin bilemeyeceğinizi Ben bilirim’ dedi.”456 “Allah Âdem’e
bütün isimleri, (eşyanın adlarını ve ne işe yaradıklarını) öğretti. Sonra onları
önce meleklere arz edip, ‘Eğer siz sözünüzde sâdık iseniz; şunların isimlerini
Bana bildirin’ dedi.”457 “Melekler, ‘Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih
eder, kemâl sıfatlar ile tavsif ederiz ki, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim
bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm (her şeyi bilen) ve hakîm olan (her yaptığında
hikmetler olan) ancak Sensin’ dediler.” 458
“Allah, sizi analarınızın karnından hiç bir şey bilmez halde çıkarmıştır.” 459
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu
o çok zâlim, çok câhildir.” 460
“Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu
araştırın. Yoksa bir topluluğa câhilce sataşırsınız da sonra yaptığınıza
pişman olursunuz.”461
“Utanmalarından dolayı, câhil, onların zengin olduklarını sanır. Sen onları
simalarından tanırsın.” 462
“Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak cehâletle işlenip de sonra tez elden
tevbe edenlerin tevbesidir.” 463
“Sizden kim, cehâletle bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de
kendini ıslah ederse...” 464
“Sonra şüphesiz Rabbin câhillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunıın
ardından tevbe edip (durumunu) düzeltenleri (bağışlayacaktır).” 465
456 2/Bakara, 30
457 2/Bakara, 31
458 2/Bakara, 32
459 16/Nahl, 78
460 33/Ahzâb, 72
461 49/Hucurât, 6
462 2/Bakara, 273
463 4/Nisâ, 17
464 6/En’âm, 54
465 16/Nahl, 119
• 220 •
Ahmed Kalkan
“Bir zamanlar Mûsâ kavmine ‘Allah, bir sığır kesmenizi emreder dedi.
‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ dediler. ‘Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım’
dedi” 466
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzre toplayıp birleştirirdi; o halde
sakın câhillerden olma?” 467
“Rabbim, ilimce herşeyi kuşatmıştır.” 468
“O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Ben sana câhillerden
olmamanı tavsiye ederim.” 469
“Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden
olurum dedi.” 470
“...Allah’ın dilemesi müstesna yine de inanacak değillerdi. Fakat çokları
cehâlet segiliyor.” 471
“Ey Mûsâ! Onlara ait tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap!’ dediler.
Musa, ‘Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz’ dedi.” 472
“...Ben, iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır.
Fakat ben sizi câhillik yapan bir topluluk olarak görüyorum.” 473
“De ki: ‘Rabbim ilmimi arttır.” 474
“...Yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve câhil kimseler kendilerine laf attığında
‘Selâm!’ derler.” 475
“De ki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 476
“İlim, ancak Allah katındadır.” 477
466 2/Bakara, 67
467 6/Enâm, 35
468 6/En’âm, 80
469 11/Hûd, 46
470 12/Yûsuf, 33
471 6/En’âm, 111
472 7/A’râf, 138
473 11/Hûd, 29
474 20/Tâhâ, 124
475 25/Furkan, 63
476 39/Zümer, 9
477 46/Ahkaf, 23; 67/Mülk, 26
• 221 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an’ın Eğitime Yönelik İlkeleri
Okumaya, yazmaya ve ilim öğrenmeye yönelik olarak Kur’an’ın söylemi
konusunda daha önce bilgi vermiştik. Bunlara tekrar girmeden eğitime
yönelik teklif ettiği ilkeleri de kısaca ortaya koymak gerekir. Çünkü İlâhi kitap,
insanın eğitimini belirsizliğe terk etmemiştir. Ancak bu ilke ve kurallar,
daha çok genel bir nitelik arzetmekte, teknik düzenleme işlemlerini insan
düşüncesine bırakmaktadır. Şimdi bu ilkelere kısaca göz atalım:
Her şeyden önce bilmeyi, anlamayı ve düşünmeyi öngören İlâhi vahiy;
bilmeden konuşmayı,478 yapmadıklarını söylemeyi479 yasaklıyor; insanın
bildiklerini uygulamasını istiyor ve uygulamayan kimseleri kınıyor.480 Dolayısıyla
eğitimcinin tutarlı olmasını istiyor. Öğretmedikçe sorumlu tutmuyor.
481 İnsanın sorumluluğu ile bilgilendirilmesini doğru orantılı olarak görüyor.
Kolaylaştırmayı emrediyor, zorlaştırmayı çirkin buluyor;482 yumuşak
muâmeleyi emrediyor,483 muhâtabın seviyesine göre ve anlayacağı bir dille
öğretilmesi gerektiğini öneriyor.484 Affedici olmayı, ceza ve sert muameleye
tercih ediyor. 485 Faraziyeler üretmekten sakındırıyor,486 hedefi olmayan salt
bir eğitim kutsamasını kabul etmiyor. Hem uzun vadeli hem de kısa vadeli
hedefleri gözönünde bulunduruyor, fakat uzun vadeli olanları ön plana çıkarıyor.
487 Bu nedenle inançlı ve Allah’ı merkeze alan bir eğitim ve öğretim
öneriyor,488 seküler ve dinsiz bir eğitimi reddediyor.489 İnançlı bir eğitimde,
ferdin ve âlemin, kısaca tabiatın parçalanmasını kabul etmiyor, bütünleştirici
ve tevhidî bir dünya görüşü kazandırmayı hedefliyor.490 Bu tevhidî
bilinçle Allah’tan başka kimseden korkmayan, kendine güven kazanmış,
şahsiyetli bir fert ve ümmet yetiştirmeyi amaçlıyor. 491
478 3/Âl-i İmran, 66
479 61/Saff, 2
480 62/Cum'a, 5
481 17/İsrâ, 15
482 22/Hacc, 78
483 3/Âl-i İmran, 159; 20/Tâhâ, 44
484 2/Bakara, 233, 286; 41/Fussilet, 44
485 57/Hadîd, 199
486 5/Mâide, 101, 102
487 25/Furkan, 77; 15/Hicr, 56; 74/Müddessir, 45; 75/Kıyâmet, 20, 21
488 96/Alak, 1
489 38/Sâd, 26
490 17/İsrâ, 44; 13/Ra'd, 16
491 5/Mâide, 3, 44; 2/Bakara, 150
• 222 •
Ahmed Kalkan
Yöntem olarak telkin, soru-cevap,492 tartışma,493 tekrar, kıssa, meseller
ve örneklemeye sıkça başvuruyor. Dahası eğitimcinin örneklik etmesi ve
kendisinden örnek alınması gerektiğini söylüyor.494 Tümden gelim ve tüme
varım metodlarının her ikisini de kullanıyor. 495
Hadis-i Şeriflerde Okuma, Yazma ve İlim
“İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ, cennet
yollarından birini açar. Melekler, ilim tahsil edene karşı memnuniyetleri ve
tevâzûları sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey,
hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah’tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden
ibâdet eden kimseye üstünlüğü, ondördündeki dolunayın görünen diğer yıldızlara
üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler
ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onlar miras olarak sadece ilim bırakmışlardır.
Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir.” 496
“Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yerleşim yerinden) çıkarsa, geri
dönünceye kadar o kişi Allah yolundadır.” 497
“İlim aramak, her müslüman üzerine farzdır. Ehil olmayan insanlara
ilim öğretmeye kalkan kimse, domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık
takan adama benzer.” 498
“Ey Ebû Zer, sabahleyin evinden çıkıp Kur’an’dan bir âyet öğrenmen senin
için yüz rekât nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır. Yine sabahleyin
evinden çıkıp mükellefin ameliyle ilgili olan veya olmayan ilimden bir bâbı
öğrenmen (senin için) bin rekât nafile namazdan daha hayırlıdır.” 499
“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır.” 500
492 26/Şuarâ, 70-75
493 56/Vâkıa, 58-72; 16/Nahl, 125
494 33/Ahzâb, 21; 60/Mümtehine, 4, 6
495 10/Yûnus, 31; 2/Bakara, 255
496 Ebû Dâvud, İlm 1; Tirmizî, İlm 19, hadis no: 2822; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 223
497 Tirmizî, İlm 2
498 İbn Mâce, Mukaddime17, hadis no: 224
499 İbn Mâce, Mukaddime, 16, hadis no: 219
500 Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, c. 2, s. 400
• 223 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Hikmet, mü’minin yitiğidir. Onu nerede bulursa o mü’minin kendisi ona
daha lâyıktır.” 501
“Ne âlimlere karşı iftihar edip övünmek için, ne câhillerle münakaşa etmek
ve ne de meclislerin seçkin köşelerinde yer almak için ilim talep edin. Bu
yasağa rağmen kim böyle yaparsa ateşe (müstahaktır), ateşe (müstahaktır).”
502
“Allah kim hakkında hayır dilerse, onu dinde fakîh (derin anlayış sahibi)
kılar.” 503
“Şeytana, bir fakîhi (dinde anlayış sahibi bir bilgini) aldatmak, bir âbid(i
aldatmak) tan daha zordur.” 504
“Rasûlullah (s.a.s.)’a biri âbid (ibâdetle çokca meşgul) ve diğeri âlim
(ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine
Rasûl-i Ekrem: “Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede
olanınıza üstünlüğüm gibidir.” buyurdu. Sonra şunları söyledi: “Allah,
melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve balıklar,
insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler.” 505
“İnsan öldüğü vakit bütün amelleri ondan kesilir. Yalnız üç şeyden dolayı
kesilmez; sadaka-i câriyeden, faydalanılan ilimden ve kendisine dua eden
sâlih evlâttan kesilmez.” 506
“Allah’ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan,
doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” 507
“İlmin kaldırılması, câhilliğin kökleşmesi, şarabın içilmesi, zinanın çoğalması
kıyamet alâmetlerindendir.” 508
501 Tirmizî, Kitabu'l-İlm, 19, hadis no: 2827
502 İbn Mâce, Mukaddime 23; hadis no: 254
503 Buhâri, İlm 14, hadis no: 13; Müslim, İmâre 53, hadis no: 175; İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 220-
221
504 Tirmizi, İlm 19, hds no: 2821; İbn Mâce, Mukaddime 17, hds no: 222
505 Tirmizî, Kitabu'l-İlim 19, hadis no: 2825
506 Müslim, Vesâyâ 3, hadis no: 14 (1631); S. Tirmizî, Ahkâm, 36, Hadis no: 1393
507 Tirmizî, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711
508 Buhâri, İlm 22, hadis no: 22; Müslim, İlm 5, hadis no: 8 -2671-
• 224 •
Ahmed Kalkan
“Şüphesiz Allah, ilmi kullardan silmek sûretiyle değil, âlimlerin ruhlarını
kabzetmek sûretiyle giderecektir. Nihâyet hiçbir âlim bırakmayınca insanlar,
câhil kişileri başlarına geçireceklerdir. Bunlara meseleler sorulacak; onlar da
bilgileri olmadığı halde fetva verecekler. Onlar bu sûretle hem kendileri sapıklığa
düşerler, hem de halkı sapıtırlar.” 509 “Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği
hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur bazen öyle verimli bir toprağa
düşer ki, onun bir kısmı toprağı suya doyurur ve çayırda bol ot yetişir.
Bir kısım toprak kurak olur, suyu üstünde tutar, gölcük olur da Allah onunla
insanları yine faydalandırır; ondan hem kendileri içerler, hem de hayvanlarını
sularlar, ekin ekerler. Bu yağmur bir de diğer bir çeşit toprağa isabet eder
ki, kıraç ve kaygandır; ne suyu üstünde tutar, ne de ot bitirir. İşte Allah’ın
dinini anlayıp da Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan
ve bunu bilip de başkasına bildiren kimse ile; bunu duyduğu vakit
kibrinden başını bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen hidâyetini
kabul etmeyen kimse böyledir.” 510
Hz. Ebûbekir (r.a.) Peygamberimiz’i anlatırken şöyle ifade eder: “Rasûlullah
(s.a.s.) (Vedâ Haccında) şöyle buyurdu: “...Kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız
birbirinize haramdır. Burada hazır bulunanlarınız, burada bulunmayanlara
(yeni nesillere) bunu tebliğ etsin. Olabilir ki, hazır olan kimse, bunu
daha iyi anlayan bir kimseye tebliğ etmiş olur.” 511
- 6-8. Âyet -
انَّ الَ رَبِّكَ الرُّجْعَ — كََّ انَّ اْلِانْسَانَ ليَطْ غ�َ اَنْ رَاَهُ اسْتَغْ نَ
كََّ : hayır, hayır انَّ : şüphesiz اْلِانْسَانَ : insan ليَطْ غ�َ : tuğyân eder, azgınlık
yapar رَاَهُ اَنْ : nkendini gördüğünde — اسْتَغْ نَ : yeterli انَّ : şüphesiz : رَبِّكَ الَ
yalnızca Rabbinedir الرُّجْعَ : dönüş
“Hayır, (eğer okunması gerekeni gerektiği gibi okumazsa) gerçekten insan
ölçüsüz derecede tuğyân/azgınlık eder, haddini aşar. Kendi kendine yettiğini
509 Buhâri, İlm 35, hadis no: 41; Müslim, İlm 5, hadis no: 13 -2673-
510 Buhâri, İlm 21, hadis no: 21; Müslim, Kitabu'l-Fedâil 5, hadis no: 15 -2282-
511 S. Buhâri, İlm 10, hadis no: 9
• 225 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
sandığında, kendini müstağnî gördüğünde. Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.”
(96/Alâk, 6-8)
Kâfir ve nankör olan insan, verdiği mal, servet, izzet, şeref gibi nimetlerden
dolayı Allah’a şükredeceği yerde azgınlık yapar, isyan eder, taşkınlıkta
haddi aşar ve Rabbine karşı kibirlenir, gururlanır, O’na muhtaç olmadığını
düşünür.
“Kendini zengin görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş,
ihtiyaçsızlık mertebesine gelmiş görerek o görüş ve inançta bulunmak
sebebiyle insan azar/azgınlaşır. Onun için hiçbir zaman kendini zengin
görme ve Rabbinin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, Allah’ın emirlerini yerine
getir.”512 Kendini artık kimseye ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik
mertebesine gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle
azar. Hâlbuki Allah ona; malı, serveti, izzeti, şerefi ve diğer dünyevî şeyleri
lutfetmiştir. Şükretmek yerine haddi aşar ve âsi olur. Onun için hiçbir
zaman kendini zengin görme de Rabbinin ismiyle oku, tekrar tekrar oku,
emirlerini yerine getir. Allah’ın büyüklüğünü anlamak ve ilân etmek adına
oku. Kendini büyük görme, hayatın tüm kademelerinde Allah’ı büyükle,
tekbîr et. Allah’ın büyüklüğünü her yerde ilân edilip göster. Peygamber de
kendisine gelen ilk sûredeki bu okuma hedefinin Allah’ı büyüklemek ve
toplumda büyük görülenlerin egemenliklerini ve sömürülerini kırmak olduğunu
ortaya koyunca kavga başlamış oluyordu.
“Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır!”
Yani, İnsana lütfeden Allah’a karşı, Allah’ın okunmasını istediği şeyleri
O’nun istediği gibi okumayıp câhillik yaparak kendini yeterli görür ve azgınlaşır.
Müfessirlerin çoğunluğu 6. âyette eleştirilen “insan” ile, özellikle
İslâm’ın en azılı düşmanlarından olan Ebû Cehil’in kastedildiğini belirtirler.
Rivâyete göre Ebû Cehil, “Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun, Muhammed’i
namaz kılarken görürsem mutlaka ensesine binip yüzünü toprağa sürteceğim!”
513 diyerek onun namaz kılmasını engellemeye karar vermişti. Hz.
Peygamber’i namaz klalarken gördüğünde yeminini yerine getirmek isteyince
hemen geri döndüğü ve garip bir şekilde elleriyle kendini korumaya
512 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., 9/327
513 Buhârî, Tefsir 96/4; Müslim, Münâfıkun 38; Tirmizî, Tefsir 96/1
• 226 •
Ahmed Kalkan
çalıştığı görülmüş; kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca, “Benimle onun
arasında ateşten bir hendek, korkunç bir varlık ve bazı kanatlı şeyler meydana
geldi” demiştir. Hz. Peygamber, “Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu
kapıp parça parça edeceklerdi!” buyurmuş, bu olay üzerine 6-19. âyetler inmiştir.
514
«Gerçek şu ki» diye çevirdiğimiz «kellâ» kelimesi olumsuzluk edatı
olup kendisinden sonra anlatılanların aslında olmaması gerektiğini ifade
eder. Bu bağlamda, zenginliğine güvenerek şımaran ve kendini yeterli görerek
nankörlük eden, azgınlaşıp hakka sırt çeviren İnsanın böyle yapmaması
gerektiğini vurgular. Zira gerçekte insan zayıf ve muhtaç bir varlıktır;
sağlık, huzur, sükûn ve emniyet içerisinde hayatını devam ettirebilmesi için
öncelikle Allah’a ve kendisinin de üyesi bulunduğu toplumun diğer fertlerine
ihtiyacı vardır. İnsanların ellerinde bulunan bütün imkânların gerçek
sahibi ise kendileri değil, onu yaratan ve istediği anda ellerinden alma
gücüne sahip olan Allah Teâlâ’dır. Buna rağmen insanın sahip olduklarına
aldanıp şımararak Allah’a itaatten uzaklaşması, kendini kendine yeterli ve
başkalarından üstün görmesi, kaderinin kendi elinde olduğunu iddia etmesi
vb. küstahça tutumları bilgi, iman ve basiret eksikliğinden kaynaklandığı
için Yüce Allah tarafından kınanmıştır.
“Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O’na dönecektir).”
Alak sûresini Kur’an’in ilk inen sûresi olarak kabul edenlere göre bu
âyet de Kur’an’da âhiret hayatına dikkat çekmek üzere inmiş ilk âyet olup
bir uyarı olarak dünya hayatının geçiciliğini, sonunda herkesin hesap için
mutlaka Allah’ın huzuruna getirileceğini, bu nedenle azgınlık ve taşkınlıklardan
sakınılması ve âhiret hayatı için hazırlık yapılması gerektiğini hatırlatmaktadır.
Daha sonra inen birçok âyette âhiret hayatının varlığı kesin ve
net bir şekilde açıklanarak iman esaslarından biri olduğu ortaya konmuş,
dünyada yapılan iyi veya kötü işlerin orada hesabının sorulup karşılığının
verileceği, iyilerin ödüllendirileceği, kötülerin ise cezalandırılacağı haber
verilmiştir. 515 8. âyet, önceki iki âyetle bağlantılı olup, elindekini kendine
ait sanan, Allah’ın gerçek sahip ve mâlik olduğu bilincinden yoksun bulunan,
bu yüzden böbürlenen, azıp sapan insana karşı bir uyarıdır. 516
514 bk. Müslim, "Münâfikîn", 38; İbn Kesîr, VIIT, 461
515 bk. Bakara 2/177; Nisa 4/136
516 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
• 227 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kellâ: Dilciler farklı mânâlara geldiğini söylemişlerdir. Basralılara göre
“Yoo, hayır, asla!” veya paragraf başı; Kisâî’ye göre: “Gerçekten de, hakikat
şu ki”, Sa’leb’e göre “Değil mi ki”, Ferrâ’ya göre “Evet, kesinlikle” mânâsına
gelir. Edat, bağlamına göre bu işlev ve anlamlardan bir veya birkaçını kazanır.
Bir ara cümle gibi öncesini de sonrasını da görür.
İnsanın kendi kendisine yettiğini zannetmesi tuğyânın sebebidir. Zira
insan, ancak kendini kaybettiğinde bu zanna kapılır. Bu üç âyet, bütün ahlâkî
davranışın kaynağına dikkat çekmektedir. Zımnen: Ahlâkın referansı
kalplerin özünü gören ve bilen Allah değilse, ahlâk hasbî olmaktan çıkar,
hesabî olur. Zira bu takdirde ahlâkî davranışın anlamını onu yapan kişinin
kalbindeki niyette bulan “garantisi” ortadan kalkar.517
Kur’an, haksız ve ahlâksız davranışların merkezî tipi olarak azgın ve
övüngen kimseyi gösterir. Azgın insanın yapısındaki temel öğeler, “Allah’ı
hesaba katmadan hareket etmek, haktan sapmak, haddi aşmak ve başkalarına
tepeden bakmak”tır. Gerçekten de fütursuzca azan insan, dinî, ahlâkî
ve hukukî kuralları çiğneyerek yoluna devam eden, kendi gücüne güveni
sonsuz olan, kendisini hiçbir gücün durduramayacağını sanan kimsedir.
Onun bu davranışının ardında, Yaratıcı’yı hiçe sayma veya O’nu hiç tanımama/
inkâr tavrı vardır.
İşte bu tavır, azgın insanın sosyal (ve siyasal) hayatta haddi aşmasına
neden olmaktadır. Demek ki insanın, Allah’a karşı sorumluluk bilincinden
yoksun olmasının temel nedeni, onun kendini aşırı biçimde önemsemesi
ve haddini bilmez bir tavır içine girmesidir. Böyle bir tavır içine giren kişi,
artık hiçbir kimseye ihtiyacı yokmuş kanısına varır, haddi aşar, Hakk’a karşı
gelir, halka da zarar verir. İşte bunun için âyetlerde azgınlık tavrı, anlık duygusal
bir patlamadan ziyade, inkârcı insanın kalıcı bir vasfı olarak gösterilmiştir.
Hâlbuki insanın dengeli olması, küçülmemesi ve büyüklenmemesi
gerekir.
Öyleyse insan, Allah’ın nimetlerinden meşrû şekilde yararlanıp ahlâken
tutarlı bir hayat sürdürmeli; mânevî körlüğün verdiği küstahlıktan
kurtulmalıdır.
Gümüş, Kur’an Yolu:V/598-599.
517 Mustafa İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Y., s. 1279
• 228 •
Ahmed Kalkan
Bu da ancak, Kur’an’ı iyi anlayıp doğru yaşamakla mümkündür.
Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamak ise, hayat boyu sürmesi
gereken değişmez bir ibâdettir.
Sekizinci âyet, her varlığın Allah’a geri döneceğini, her sorumlu canın
hesap vermek için mutlaka O’nun huzuruna getirileceğini haber veriyor.
Âyetteki rüc’â kelimesi518 dönüş anlamına gelmektedir.519 Zira âyet, azgın
insana yönelik kapalı bir uyarı niteliği taşımakta ve tüm insanları azgınlığın
kötü sonucundan sakındırmayı amaçlamaktadır. Çünkü dönüş eninde
sonunda Allah’adır; O’na hesap vermekten kurtuluş yoktur. İnsan hangi
konumda olursa olsun, kendini, kendine yeter görüp gurura kapılmamalı,
azgınlıktan ve onun doğuracağı kötü sonuçlardan sakınmalıdır.
Allah, varlıkları boş yere yaratmamıştır. Yaratılışta bir düzen, yaratmada
da bir amaç vardır. İnsanın hayatı, dünyadaki kısa ömürden ibaret değildir.
Herkesin, dünyada yaptığı işlerinin karşılığını göreceği bir âhiret hayatı
vardır. Âhiret hayatı, bu dünyadan daha değerli ve devamlıdır.520 İman ve
itaat yolunu seçen insan, âhirette bu çabalarının Allah tarafından minnetle
karşılandığını görür; O’na isyan eden kimse de azgınlığının ve inkârının
cezasını çeker. Çünkü kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun karşılığını
görecek; kim de zerre kadar kötülük etmişse onun cezasını çekecektir.”521
Allah Teâlâ, bu sûrenin başında, herhangi bir insanın kendisine muttalî
olamayacağı ve hakikatlerine vâkıf olamayacağı bir biçimde tevhidine,
kudret ve hikmetine dair apaçık delillerden bahsedince, bunun peşinden,
bu delillerden gaflet etmedeki asıl sebebin, dünya sevgisi, mal, makam, servet
ve kudret tutkusu olduğunu belirtmiştir.
İstiğnâ: Zengin olmak ve bir şeyle yetinip başkasına muhtaç olmamak
anlamındaki “ğınâ” kelimesinden türeyen istiğnâ sözlükte; zenginlik istemek,
zengin olmak ve kendini kendine yeterli görmek demektir. Bu kelime
Kur’an’da 4 âyette geçer.522 Bu âyetlerden biri Allah ile, diğerleri insanlarla
ilgilidir. Allah’ın istiğnâsı: İnsanların iman ve ibâdetlerine ihtiyacının ol-
518 Rüc’â kelimesi, sözlükte vazgeçmek ve dönmek gibi anlamlar taşıyan “r-c-a” kökünün türemiş şeklidir. Bk.
Lisânu’l-Arab, 8, 114-120
519 Bk. Zemahşerî, Keşşaf, 4, 271
520 Bk. 87/A’lâ, 17
521 Bk. 99/Zelzele, 7-8; Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 22-23
522 64/Teğâbün, 6; 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8; 96/Alâk, 7
• 229 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
mamasıdır.523 İnsanın istiğnâsı ise, kendini yeterli görmesi, büyüklenmesi,
Allah’ın kulu ve yaratığı olduğunu unutması, bu yüzden iman ve ibâdetle
Allah ve Peygamber’e itaate tenezzül etmemesidir. İnsanın azmasının sebebi
de kendini müstağnî görmesidir.524 “Men isteğnâ” (kendini zengin ve yeterli
görüp Allah’a tenezzül etmeyen) ifadesi,525 iki âyette kâfir insanı zemmeden
bir nitelik olarak zikredilmiştir. Zıddı, hak dini tasdik eden, muttakî
ve Peygamber’in dâvetine koşan ve Allah’tan korkan mü’min insandır.526
Vahyin rehberliğine karşı kendini ihtiyaçsız gören insanlar aslında Allah’ın
el- Mütekebbir ismini gereği gibi idrâk edemeyip kendilerinde kibir
vehmeden insanlardır. Kendilerinde büyüklük ve ihtiyaçsızlık olduğunu
zanneden bu insanlar âhireti kaybetmeye mahkûmdurlar. Dünyada kendilerine
vahyi kılavuz görmedikleri için başka kılavuzlara tâbi olurlar ve
kendilerine yazık ederler.
“Kendini müstağnî/yeterli gördüğünden.”
Yani malı, serveti, izzeti, şerefi ve diğer dünyevî şeyleri ona lutfedilmiştir.
Şükretmek yerine haddi aşar ve âsi olur. Zengin olan kâfir, mal ve servet
sahibi olduğu için, zeki olan kâfir aklına güvendiği, hevâsını ilâhlaştırdığı
için Allah’a muhtaç olmadığını, kendi kendine yeterli olduğunu düşünür.
Hâlbuki bu kimse büyük bir aldanıştadır. Altıncı ve yedinci âyetlerde, insan
tabiatının genel yapısı özlü biçimde açıklanır. Nankör insanın, kendini
zengin ve güçlü görünce azacağı, haddi aşıp başkalarına haksızlık edeceği
uyarısı yapılır. Burada geçen “yatğâ” fiilinin527 asıl anlamı, “suyun veya selin
normal seviyesinin çok üzerinde yükselip bendinden taşması”dır.528 Mecâzî
anlamı ise, “azgınlık, haddini bilmezlik, kibir ve küstahlık”tır. Çünkü bu
sözcük, mal ve mevki sahibi bir insan için kullanıldığında “o kişinin kendi
523 “(Eskiden helâk olan kâfirler için) O azâbın sebebi şu ki, onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi,
fakat onlar ‘Bir insan mı bizi doğru yola götürecekmiş?’ dediler, inkâr ettiler ve yüzçevirdiler. Allah da
hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi (Ve’stağnâllah). Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (64/Teğâbün, 6)
524 “Kendini müstağnî saydığında, kendi kendine yettiğini sandığında.” (96/Alâk, 7)
525 80/Abese, 5; 92/Leyl, 8. “Kendini müstağnî sayana gelince, işte sen temizlensin diye ona yöneliyorsun.”
(80/Abese, 5-6). “Kim cimrilik edip vermez, kendini zengin sayıp hakka boyun eğmez, en güzeli de
yalanlarsa, Biz de onu en zora yöneltiriz.” (92/Leyl, 8-10)
526 80/Abese, 8-9; 92/Leyl, 5-6
527 “Yatğâ” kelimesi, sözlükte sınırı aşmak, azmak ve ileri gitmek gibi anlamlar taşıyan “t-ğ-y” kökünün
türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l-Arab, 15/7-9)
528 Bk. 69/Haakka, 11 vb.; M. İsmail İbrahim, Mu’cemu’l Elfâzı ve’l-A’lâmi’l-Kur’âniyye, s. 313; Râğıb elİsfehânî,
el-Müfredât, s. 520
• 230 •
Ahmed Kalkan
gücünü ve konumunu aşırı biçimde önemsemesini, Hakk’ı kabul etmeyecek
derecede kendini kibre kaptırmasını ve başkalarına haksızlık yapmasını”
ifade eder.529 İstiğnâ kelimesi ise, “zengin veya servet sahibi olmak, bir
şeye muhtaç olmamak” anlamlarına gelir.
İstiğnâ, “insanın servetinden ve gücünden dolayı gurura kapılması,
kendini her bakımdan yeterli görüp sorumsuzca davranmasıdır.”530 Bu kelime
de, “servet sahibi olan insanın, kendine aşırı güvenini” belirtmek için
kullanılır. Çünkü istiğnâ, “insanın kendini mutlak mânâda bağımsız görüp
servet veya şöhretin verdiği şımarıklıkla sorumsuzca davranmasını” ifade
eder. Yaratılmış bir varlık olan insanın, kendini böyle görmesi, haddini bilmezlikten
ve kibirlilikten başka bir şey değildir. Zaten istiğnâ da, haddini
bilmezliğin adıdır. Oysa mutlak mânâda kendi kendine yeterli olan, hiçbir
şeye muhtaç olmayan, sadece Allah’tır.531
Benim aklım var, benim bilgim var, benim keyfim var, benim ne Allah’ın
Kitabına ne de Peygamberin uygulamalarına ihtiyacım yoktur, diyen
Ebû Cehil ve kıyamete kadar onun yolunun yolcusu kâfirler âcizliklerini,
basitliklerini unuturlar da Allah’ın dinine ve elçisine karşı müstağnî ve
müstekbir davranırlar. Hep aynı kategoridedir bunlar. Kendi kendilerine
yeteceklerini zannederler. Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi yasalarını
Allah’ınkinden üstün görürler. 532
İnsanı yaratan ona ihsanda bulunan ve öğreten Allah olduğu gibi,
ona veren ve onu zengin eden de Yüce Allah’tır. Fakat insanoğlu, müttakî
mü’minlerin hâricinde, genellikle, kendisine verilip de zengin olunca şükretmez,
kendisini zengin eden kaynağı tanımaz, oysa kendisini yaratan ve
öğreten arkasından da rızkını veren bu kaynaktır. İnsan ise bunlara karşılık
Allah’ı tanıması ve şükretmesi gerekirken azgınlaşmış, günaha dalmış,
şımarmış ve böbürlenmiştir. Doğuşunu unutan ve zenginliğine aldanıp
şımaran insan tipi çizildikten sonra ardından bunu üstü kapalı bir tehdit
izliyor. “Şüphesiz dönüş yalnızca Rabbinedir.” 533
“Şüphesiz dönüş yalnızca Rabbinedir.”
529 Bk. 79/Nâziât, 17; 20/Tâhâ, 24, 43, 45 vb.
530 Bk. M. İsmail İbrahim, a.g.e., s. 379
531 Bk. 35/Fâtır, 15; Fahrettin Yıldız, Tefsir Dersi Notları 1, s. 22-23
532 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, Alâk Suresi Tefsiri.
533 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an.
• 231 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Yani, dünyadayken servet ve mal gücüne dayanarak isyan ederse, sonunda
Rabbine döndüğünde bu tutumunun sonucunu anlayacaktır.
Ruc’a: “büşrâ” ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş
O’nadır. O’na hesap vermekten kurtuluş yoktur. Onun için insan, hangi seviyede
olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan sakınmalıdır.
Bu hitap, kendini zengin gören ve azgınlık edenleri uyarmaktadır. Onun
için âyetin inme sebebi olan kendini zengin gören azgının, Ebû Cehil ve
benzerlerinin azgınlığı sonraki âyetlerle örnek verilerek anlatılacaktır.534
Aynı zamanda sûrede iman düşünce sisteminin temellerinden bir başkası
daha, “Dönüşün Allah’a olacağı” prensibi açıklanmaktadır. Her şeyde,
her işte, her niyette, her davranışta dönüş Allah’adır. O’ndan başka dönecek
ikinci bir nokta yoktur. İyi kişi de O’na dönecektir, şımarık da; itaatkâr da
isyankâr da; haklı da haksız da; hayırlı da kötü de; zengin de fakir de...
Kendini hiçbir şeye muhtaç görmeyip azıtan bu kişi de O’na dönecektir...
Dikkat edin her iş Allah’a dönüp varır. Doğuş/varoluş O’ndandır. Dönüş
O’nadır.
Böylece iki bölümde iman düşünce sisteminin uç noktaları bir araya
gelmiş oluyor. Bir yandan yaratma ve doğuş, Allah’ın insana ihsanda bulunması
ve onu öğretmesi noktası. Buna karşın dönüş ve varışın hiçbir ortağı
olmayan bir olan Allah’a olması.535
Ey insan! Kuşkusuz dönüş ve varış Rabbinin huzurudur. Allah seni
dünyadayken yaptıklarından dolayı mutlaka hesaba çekecektir. Buna göre
hazırlıklı ol, malına, servetine güvenme. O gün onların sana hiç bir faydası
olmayacaktır. Bu gidiş Rabbinedir. Her gidiş Allah’a doğrudur. Adım
atarken, yürürken, dururken, yerken, içerken, konuşurken, evlenirken, boşanırken,
otururken, kalkarken, bilin ki hep Rabbinize doğru hareket etmektesiniz.
Yaşadığınız her bir saniye, alıp verdiğiniz her bir nefes sizi Rabbinize
doğru götürüyor, Rabbinizin huzuruna gidiyorsunuz. Her şey sizi
O’na yaklaştırıyor. Hep mezara doğru yaklaşıyorsunuz. Bir gün gelecek bu
dünya da bu hayat da bitecek O’nun huzurunda toplanacak ve yaşadığınız
bu hayatın hesabını O’na vereceksiniz. O’nun huzurunda yapıp ettiklerinizden
hesaba çekileceksiniz. 536
534 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yay., 9/327
535 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
536 Ali Küçük, Alâk Sûresi Tefsiri
• 232 •
Ahmed Kalkan
İkinci Kısmın Nüzul Zamanı
Bu sûrenin ikinci kısmı, Rasûlullah’ın namaz kılmaya başladığı ve Ebû
Cehil’in de onu korkutmak, tehdit yoluyla engel olmak istediği zaman nâzil
olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, nübüvvetten sonra Rasûlullah İslâmî tebliğe
başlamadan önce Harem-i Şerif ’te Allah’ın öğrettiği tarzda namaz kılmaya
başlamıştı. Mekkeli müşrikler bundan Rasûlullah’ın yeni bir din takip
etmeye başladığını anlamışlardı. Mekke’deki diğer insanlar Rasûlullah’ın
yeni tarzdaki ibâdetini hayretle seyrederken, Ebû Cehil, bu şekilde ibâdet
etmemesi için, câhiliye taassubunun zorlamasıyla Rasûlullah’ı korkutmaya
çalıştı. Bu olay hakkında birçok hadis vardır.
Ebû Hureyre’den şöyle rivayet edilmiştir. “Ebû Cehil Kureyşlilere şöyle
sormuştu; ‘Muhammed siz varken de ellerini yere koyup secde ediyor
mu?’ Onlar ‘evet’ dediler. Ebû Cehil, ‘Lât ve Uzza’ya yemin ederim, eğer
onu bu şekilde ibâdet ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü
yere sürteceğim.” dedi. Bir gün, Rasûlullah namaz kılmaktaydı. Ebû Cehil,
ensesine basmak için ona doğru yöneldi. Ama birdenbire herkes onun
geri çekildiğini gördü. Ebû Cehil’e soruldu: “Ne oluyor?” Ebû Cehil: “Benimle
onun arasında ateşten bir hendek vardı. Bazı kanatlar da gördüm.”
Rasûlullah şöyle buyurdu: “Eğer yanıma gelip bana yaklaşsaydı melekler onu
uzuv uzuv parçalayacaktı. “Eğer bana yaklaşsaydı melekler onu uzuv uzuv
parçalayacaklardı.”” 537 Râvî der ki: Bunun üzerine Allah Teâlâ “Ona boyun
eğme, secde et ve yaklaş”a kadar olmak üzere “Sakın, çünkü insan muhakkak
azar...” âyetlerini538 indirdi.539
Bu olay üzerine sûrenin “kellâ inne’l-insâne le yetğa” ile başlayan kısmı
nâzil olmuştur. Rasûlullah İslâm’ı ilk kez namaz ile açığa vurmuştu. Kâfirlerle
karşı karşıya gelmesinin başlangıcını bu oluşturmuştu.540
537 Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/248; Müslim, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbnu'l Münzir, İbn Merduye,
Ebû Nuaym, İsfehanî, Beyhakî
538 96/Alâk, 6-19
539 Müslim, Sıfâtu'l-Münâfıkîn, 38 Benzer bir rivayet için ayrıca bak: Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, Alak. 96/4;
Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/248
540 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yay., 7/171-173
• 233 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Tenâsüb
Yukarıdaki âyet-i kerimelerde Cenab-ı Allah ilim ve kudretinin bazı
görüntüleri ile insana bahşetmiş olduğu nimetlerinin kemalini anlattıktan
sonra bütün bunların gereği olarak, hiçbir kimsenin ona küfretmemesi icap
ederdi, ama insan küfredip azdı. Cenab-ı Allah da bunun sebebini açıkladı:
İnsanın küfür ve azgınlığının sebebi dünyayı sevmesi, dünyaya aldanması,
dünyalığa tutkun olmasıdır. Bu sebeple O Allah’ın büyük âyetlerine bakamaz
oldu.
Bu sûrenin baş kısmı Kur’an-ı Kerim’in ilk inen bölümüdür. Sûrenin
diğer kısmı ise, Peygamber (s.a.s.)’in dâveti Kureyş arasında yayıldıktan
ve ona yönelik eziyetler başladıktan sonra inmiştir.541 İlk beş âyet ile daha
sonraki âyetler arasında sıkı bir ilişki vardır. İlk âyetlerde Peygamberimiz’e,
insanı alâktan yaratıp ona yazı yazma kabiliyeti veren, bu sûretle ona bilmediği
şeyleri öğreten Allah’ın adına sığınarak, O’nun yardımını dileyerek
okuması emredildikten sonra insanın, kendisini yaratan ve kendisine bu
kadar iyilikler yapan Allah’a karşı nankörlük etmesi kınanmaktadır. “Kellâ/
Hayır, olmaz” veya “gerçekten” anlamındaki bu kelime, önceki sözün devamıdır.
İlk söz böyle başlamaz. Mutlaka bundan önce bir sözün geçmiş
olması gerekir. Çünkü “kellâ” önce anlatılan bir davranışı, bir sözü reddetmek
için kullanılır. Burada da insanın, kendisine iyilik yapan Allah’a karşı
kulluğa yaraşır biçimde davranmaması, kendisini zengin, kendine yeterli
görüp böbürlenmesi reddedilmektedir.
Bu sûrenin başı, ilmi medhe, sonu da malı ve mülkü kınamaya delalet
etmektedir. Dine ve ilme rağbet ettirici, dünyadan, maldan mülkten uzaklaştırıcı
olması bakımından bu yeter.542
Allah diyor ki, hayır hayır bu gidişat farklı. Bu gidişat bozuktur. İnsan
tuğyan ediyor. Nankör insan azgınlık yapıyor. Bu âciz, bu bir damla sudan,
alâkdan meydana gelmiş insan aczini unutuyor, basitliğini unutuyor,
kendisini kimin var ettiğini, varlığını kime borçlu olduğunu ve elindekileri
kendisine kimin verdiğini unutuyor da müstağnî davranıyor. Kendi kendine
yeteceğini zannediyor. “Ben bana yeterim. Benim aklım var, bilgim var,
keyfim var, benim Allah’ın Kitabına da Peygamberin uygulamalarına da
541 Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yay., 15/562
542 Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yay., 23/263
• 234 •
Ahmed Kalkan
ihtiyacım yok!” diyen Ebu Cehil ve Kıyâmete kadar onun yolunun yolcusu
kâfirler, acizliklerini, basitliklerini unuturlar da Allah’a karşı, Allah’ın dinine
ve Allah’ın elçisine karşı müstağnî davranırlar, müstekbir davranırlar.
Hep aynı kategoridedir bunlar. Kendi kendilerine yeteceklerini zannederler.
Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi yasalarını Allah’ınkinden
üstün görürler. Kendilerini müstağnî görüp putlaştıran, Allah’ın Kitabına
ve Resûlü’nün Sünnetine müracaat etmeden bir hayat yaşayan insanların
tümü tâğîdir, azgındır.543
“Tuğyân”ın en kısa tarifi şudur: “Haddi aşmak, Cenâb-ı Hakk’a karşı
baş kaldırıp büyüklük taslamak.”544 Geçici olanı ebedî olana tercih etmek
tuğyân sayılır. Kendi aklını, kendi hevâsını/keyfini Allah’tan üstün gören,
bunu tercihiyle ortaya koyan kişi, tuğyânkârdır. Allah’ı kendi yönetimine,
hukukuna, eğitimine, ekonomisine, sosyal hayatına, kıyafetine, yaşayışına
karıştırmak istemeyen kişi, tuğyân edip azgınlaşmıştır. Böyle bir kimse,
tuğyânını başka kimselere de dayatacak bir etkinlikte ise, bu kimseye “tâğut”
denir.
Bilindiği gibi, insan yalnız dünya hayatı için yaratılmamıştır. Öyle olsaydı
dünyanın ölümsüz olması gerekirdi. Sonra dünya hayatı, insanın yaşama
zevkini almasından, hilkatin hikmetini idrâk etmesinden, Yüce Yaratan’ı
bilip sıfatlarıyla tanımasından yana bir tekâmül dönemidir. Bu dönemi, diğer
bir anlatımla intikal süresini hikmeti doğrultusunda değerlendirmek
insanoğlu için son derece lüzumludur. Ezelî program gereği onun içine
yerleştirilen nefsanî duygu hayatına canlılık vermekte ve bir süre meşru
sınırlar içinde dünya hayatını devam ettirmesinden yana itici bir kuvvet
olmaktadır. Bu kuvvet başıboş bırakıldığı, yani ilâhî hayat statüsüne göre
yönlendirilmediği takdirde kişiyi tuğyana iter ve her vesileyle onu dünya
hayatının gerçek hikmet ve gayesinden uzaklaştırır.
O bakımdan Cenâb-ı Hak insana; aklına, zekâsına, irâde ve idrâkine
ışık tutacak ve onu tuğyandan koruyacak anlam ve muhtevâda kitap indirmiş
ve hidâyet yolunu gösteren peygamber göndermiştir.
Allah Teâlâ insanın sevinç, azgınlık, şımarıklık ve isyan içerisinde bulunduğunu
ve kendisinin zenginleşip çok mal sahibi olunca bu niteliklere
543 Ali Küçük, Besâriru’l Kur’an, Alâk Suresi
544 Lübâbu’t-Te’vil, 4/394
• 235 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
büründüğünü haber veriyor, sonra da onu tehdit ederek öğütle vaadini bildirip:
“Dönüş şüphesiz ki ancak Rabbinedir.” buyuruyor. Âkıbet, dönüp varılacak
yer Allah’ın huzurudur. Allah, insanlara verdiği nimetlerden dolayı
hesaba çekecektir.
İbn Ebi Hatim, Abdullah b. Mes’ud’dan rivâyet ederek, İbn Mesûd’un
şöyle dediğini nakletti: İki aç gözlü asla doymaz: Bilgi sahibi ve dünyalık
sahibi. Ama bunun ikisi eşit değildir. Çünkü ilim sahibi sürekli Rahmân’ın
rızâsını fazlalaştırırken, dünyalık sahibi isyana dalıp gider. Sonra Abdullah:
“İnsan azgınlık eder; kendini müstağni gördüğü için. Dönüş, şüphesiz
ancak Rabbinedir.”545 âyetini okudu. İlim sahipleri için de şu âyeti hatırlattı:
“Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.”546 Bu rivâyet merfû’ olarak
Rasûlullah’a da ulaştırılmıştır ve nakledilen bu rivâyette Rasûlullah (s.a.s.)
buyurur ki: “İki harîs/aç gözlü hiç doymaz: İlim arayan ve dünya arayan.” 547
Şüphesiz ilme tâlip olup onu Allah için insanlığa hizmet gayesiyle tahsîl
eden ve o yüzden ilme bir türlü doymayan kimse çok şerefli ve aydınlık
bir yoldadır. Zira ilim insanı yalnız cehaletten kurtarmakla kalmaz, onu
Allah’ına daha çok yaklaştırır ve hakikati öğrenmesine yardımcı olarak kalbinde
tahkikî imânın oluşmasını sağlar; gurur, kibir, azgınlık ve benzeri
nefsânî ölçüsüzlüklere düşmekten korur.
Ancak ilmi sırf nefsini tatmin etme, toplum arasında üstünlük sağlama
ve yalnız dünyalık elde etmeye basamak yapma aracı haline getirirse,
böylesine yanlış bir tutum ve anlayış kişinin tuğyan ve nankörlüğünü daha
kurnazca ve daha ustaca artırmasından başka bir şeye yaramaz.
Dünya nîmetlerinin peşine takılıp onu, doymak bilmeyen nefsinden
yana değerlendiren kimse hiçbir zaman tuğyan ve nankörlükten kurtulamaz,
ancak Cenâb-ı Hakk’ın hidâyet bahşettiği kimseler müstesnâ. Dünyaya
ve dünyalığa, -Allah sözü daha yüce olsun diye- yönelip haram-helâl
hudutlarına riâyet ederek ve bol bol infak ederek ekonomik güç oluşturanlar
ise, dünyayı hikmetine uygun değerlendirdiklerinden ötürü hem azıp
sapıtmazlar, hem de Hakk’a karşı nankörlük etmezler.
545 96/Alâk, 6-8
546 35/Fâtır, 28
547 Dârimî, Mukaddime 32;.İbn Kesir
• 236 •
Ahmed Kalkan
Gerek ilme, gerekse dünyaya tâlip olup bunları Hakk’a kulluk doğrultusunda
değerlendiren kimse, şüphesiz eninde-sonunda dönüşün Allah’a
olacağını da bilir ve inanır. Artık kişi kendini bu çizgiye getirince, İlâhî hidâyet
ışığı ona yönelir de kalbini ve dimağını aydınlatır. İşte gerçek aydınlar
da bunlardır.548
Tuğyân; İnsanın Azgınlaşması
Tuğyân, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak demektir. Fiziksel güçlerin
normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri de tuğyânla ifade edilmiştir.
“Su tuğyân ettiğinde (kabarıp taştığında) sizi akıp giden (gemi)de taşıdık.”
549 Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye tâğıye denilmektedir.
Kavram olarak tuğyân, isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir.
İnsanın haddi ve ölçüyü aşması demektir. İnsanın haddi; Allah’ın,
onun için koyduğu sınırıdır ki, kişinin onu aşması câiz değildir. İnsanın değeri,
Allah’a kul olması itibariyledir; onun için Rabbine itaati ve sürekli kulluk
sınırı içinde bulunması gerekir. Ne zaman, Allah’ın insan için koymuş
olduğu aşılmaması gereken hududu aşar, ölçüyü kaçırırsa tuğyâna düşmüş,
Allah’a isyan etmiş olur. Tuğyân kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 39
yerde geçer.550 Bu türevlerden 8’i, tâğût şeklindedir.551 Tâğût, tuğyânı yaşayan
ve yaşatan kişi veya güç anlamındadır. Tuğyân kelimesi de Kur’an’da
toplam 9 yerde kullanılır.552
Tuğyân, istikametten bir sapmadır.553 Tuğyâna sapmanın musallat edeceği
denge bozukluğu (hastalık) insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder.
İnsan bu duruma gelince nefsinin oyuncağı olur ve karanlığı ışık zannet-
548 Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yay., 13/6900
549 69/Haakka, 11
550 Tuğyân ve Tâğut Kelimelerinin Kökü Olan T-ğ-y Kelimesi ve Türevlerinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler
(Toplam -Hepsi- 39 Yerde): 2/Bakara, 15, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/Mâide, 60, 64, 68; 6/En’âm, 110;
7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 11/Hûd, 112; 16/Nahl, 36; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 20/Tâhâ, 24, 43, 45, 81; 23/
Mü’minûn, 75; 37/Sâffât, 30; 38/Sâd, 55; 39/Zümer, 17; 50/Kaf, 27; 51/Zâriyât, 53; 52/Tûr, 32; 53/Necm,
17, 52; 55/Rahmân, 8; 68/Kalem, 31; 69/Haakka, 5, 11; 78/Nebe’, 22; 79/Nâziât, 17, 37; 89/Fecr, 11; 91/
Şems, 11; 96/Alak, 6.
551 Tâğut Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 8 Yerde): 2/Bakara, 256, 257; 4/Nisâ, 51, 60, 76; 5/
Mâide, 60; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17.
552 Tuğyân Kelimesinin Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 9 Yerde): 2/Bakara, 15; 5/Mâide, 64, 68; 6/En’âm,
110; 7/A’râf, 186; 10/Yûnus, 11; 17/İsrâ, 60; 18/Kehf, 80; 23/Mü’minûn, 75.
553 11/Hûd, 112
• 237 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
meye başlar. Kur’an, bu özelliği belirtirken, inkârcıları “tuğyânları içinde
oynayıp oyalanan gafiller” olarak tanıtır.554
Aşırı tüketim ve yemekte sınırı aşmak da bir tuğyândır. İsrail oğullarına
verilen dünyevî nimetler belirtildikten sonra, aşırı gıda tüketiminin
yasaklandığı anlatılır: “Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin. Bunda
tuğyân etmeyin, aşırı (ölçüsüz) gitmeyin ki gazabıma çarpılmayasınız. Gazabımı
hak eden, şüphesiz mahvolur.”555
Dengeyi bozmak, tartı ve ölçüde adaletsizlik de tuğyândır. “ Sakın mîzanda
tuğyân etmeyin, dengeyi bozmayın. Ölçüyü adâletle tutun ve eksik
tartmayın.”556 Buradaki ölçü ve tartıya riâyet, doğruluk ve haklılık ölçüsünden
şaşmamak biçiminde de anlaşılmıştır.
Kur’an; Firavun’un, Nuh kavminin, Semud kavminin ve daha başka
üzerlerine Allah’ın gazabının hak olduğu kavimlerin durumlarını tuğyân
kelimesiyle açıklar. Bunlar, kendilerini yeryüzünün en büyük ve istediklerini
istedikleri biçimde yapabilecek gücü olarak görüp tam bir istiğnanın
içine girmişler, tuğyânın içine dalmışlardır. Semud kavmi bağlarda, bahçelerde,
çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve safa içinde yaşayıp
müsriflerin emrine itaat etmekle ve Salih (a.s.)’ın uyarmalarına kulak
tıkayarak Allah’ın âyetlerine yüz çevirip O’na şirk koştukları yetmiyormuş
gibi bir de kendilerinin istedikleri bir mûcize olan deveyi boğazlamakla557
tuğyânkâr olmuşlardı. Âd kavmi, ebedi hayat umuduyla köşkler dikip boş
şeylerle uğraşırken, yakaladıklarını zorbaca yakalar ve yeryüzünde fesat
çıkarırken Hûd (a.s.)’ın çağrısına uymayarak Allah’a şirk koşmaya devam
etmekle tuğyân içine batmışlardı.558
En zâlim ve en tuğyânkâr olarak nitelendirilen Hz. Nuh’un kavmi559
kendilerini üstün görüşlü ve mü’minleri de ayak takımı olarak değerlendirmeleri,
Hz. Nuh’u taşlamakla tehdit etmeleri ve bir an önce kaçınmaya
çağırdığı azabı getirmesini istemeleri, çağrısına kulaklarını tıkayıp kibirli
kibirli ayak diremeleri, büyük büyük tuzaklar kurup taptıkları sahte tan-
554 Bak. 6/En'âm, 110; 7/A'râf, 186
555 20/Tâhâ, 80-82
556 55/Rahmân, 8-9
557 26/Şuarâ, 146, 157
558 26/Şuarâ, 128-130
559 53/Necm, 52
• 238 •
Ahmed Kalkan
rıları bırakmamalarıyla560 şehirlerde tuğyânda bulunmuş ve fesâdı arttırmış
oluyorlardı.561 Aynı şekilde Firavun da İsrailoğullarına akla gelmedik zulümler
yapıyor, erkeklerini boğazlatıp kadınlarını kirletiyor, Hz. Mûsâ’nın
çağrısına sağır kesilip Allah’a şirk koşuyor ve kendisini insanların en büyük
Rabbi ilan ediyordu.
Kur’an, Nuh tufanı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyân kökünden
bir fiille (tağâ = tuğyân etti) ifade etmektedir. İlginçtir ki, suların
tuğyânı ile boğulan Nuh devrinin zâlimlerini Kur’an, “zulme sapan, tuğyân
edip azan” bir kavim olarak anmaktadır. “Ceza, amel cinsindendir” prensibi
bu olayda net olarak kendini göstermekte ve insanın tuğyânını tabiatın
tuğyânı ile cezalandıran sünnetullaha bu âyetler dikkatimizi çekmektedir.
Yine benzer bir durum Semud kavmi için de söz konusu edilmiştir. Haakka
sûresi 5. âyette, Semud kavmi azgınlarının “tâğıye” ile helâk edildikleri
belirtilmektedir. Bu “tâğıye” de tuğyân kökünden türeyen bir isim olup,
tuğyân eden insanları cezalandırmak için Allah tarafından devreye sokulan
tuğyân edici bir tabiat kuvvetini ifade etmektedir. Bu âyette cümle o şekilde
düzenlenmiştir ki, tâğıye, hem Semud kavmini helâk eden kuvveti, hem de
bu kavmin helâkine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektedir: “Semud
kavmine gelince, onlar tâğıye (tuğyân eden, azan) bir topluluk oldukları için
tâğıye ile (yani azıp kuduran bir tabiat kuvvetiyle) mahvedildiler.”562
Esas ceza âhirette olduğu halde, özellikle eski kavimlerden haddi aşıp
isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana, Allah’ın emrine
boyun eğen tabiî hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir.
Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde baş kaldırıp isyan eden, her
istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde
her emre boyun eğen “Allah’ın askerleri”563 olan tabiat güçleri, yani doğal
âfetler tarafından mağlup ve perişan edilir.
560 11/Hûd, 27, 32; 26/Şuarâ, 11, 116, 71/Nuh, 7, 22-23
561 89/Fecr, 11-12
562 69/Haakka, 5
563 48/Fetih, 7
• 239 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
İstiğnâ-Tuğyân İlişkisi
Tuğyân, takvâya meyilli olan, aynı zamanda fücura da meyledebilecek
şekilde yaratılan insanın tabiatında vardır: “İnsan gerçekten azar.”564 Âyetin
hemen devamında, insanın tuğyânının temel sebebi gösterilir: İstiğnâ; yani
insanın kendini kendine yeterli görmesi, kendisini hiç kimseye muhtaç olmayan
bir konumda zannetmesi ve okumaması, vahiyden/ilimden uzak
olması.565 İnsanı istiğnâya, dolayısıyla tuğyâna sürükleyen en büyük etken,
ya malının çokluğu veya nüfuzlu otoritesidir. Birincisi malın tuğyânıdır;
ikincisi ise otoritenin. Siyasî otoritenin tuğyânı tâğut kavramıyla ifade edilir.
Tuğyânın her iki türü de değişmez sünnetullah gereği, helâk edicidir.
“Hayır, gerçekten insan tuğyân eder, azgınlaşır, istğnâ ettiğinde.”566 İnsan,
belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî zannettiği,
kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği zaman,
artık Allah’ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme
güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu
durum, insan için tuğyâna açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak
hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine
geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu hal tuğyân
halidir. Bu tür insanlar da Kur’an diliyle tâğîdir.
Kendi hevâsını, havasını putlaştırıp arzuları ve keyifleri istikâmetinde
bir hayat yaşayarak Allah’ın kitabına ve Resûlü’nün Sünnetine karşı müstağnî
davranan, ihtiyaçsız ve eyvallahsız davranan kişi de tâğuttur. Parasına,
malına, makamına, çevresine, kredisine güvenerek kendi kendine yeteceğine
zanneden; “Kitab’a da, Sünnete de, dine de ihtiyacım yok!” diyerek
kendisini putlaştıran insan da tâğîdir, azgındır.
Kur’an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların
din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi
üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi,
bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım
satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı
(hizbi) olmayı, tuğyâna kalkışanların vasıflarından sayar.567
564 96/Alak, 6
565 bk. 96/Alak, 7 ve 1-5
566 96/Alak, 67
567 Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
• 240 •
Ahmed Kalkan
Âyetlerden anlaşıldığına göre tuğyân, hak hukuk ve sınır tanımamak,
inatçı ve zorba bir tavır içerisinde olmak, böbürlenmek, kibir göstermek
ve zulmetmek, insanlığı ezmek, mallarını gasbetmek, insanlara acımamak
ve dolayısıyla Allah’ı bir ve gerçek Rab olarak tanımayarak O’na ortak koşmak,
kısacası nefsinin, hevâ ve hevesinin peşinde gitmek ve bâtıl ile hüküm
vermektir.
Yalancılık, isyan ve şerefsizlik etmek tuğyân olarak belirtilir.568 Tuğyân,
istikametten bir sapma olarak değerlendirilir. “Sen, beraberindeki tevbe
edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Tuğyân etmeyin, aşırı gitmeyin.
Doğrusu Allah, yaptıklarınızı bilir.”569
İnsan, belli nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarından müstağnî
zannettiği, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmettiği
zaman, artık Allah’ı da unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini yapabilme
güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından
çıkarır. Bu durum, insan için tuğyâna açılan bir kapıdır; artık dilediğini
yapar, hak hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini
O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeğe girişir. İşte, bu
hal tuğyân halidir. Bu tür insanlar da Kur’an diliyle tâğîdir.
Kur’an, bozgunculuk yapmayı, kendi izinleri olmadan halkın, yoksulların
din değiştirmelerine ve dinlerini yaşamalarına rıza göstermemeyi, kendi
üstünlüklerini tartışmasız kabul etmeyi, sadece kendi kuvvetlerine güvenmeyi,
bu nedenlerden dolayı şımarıp böbürlenmeyi, yeryüzünde çalım
satıp gösteriş yaparak yürümeyi, kısacası velî edindikleri şeytanın taraftarı
(hizbi) olmayı, tuğyâna kalkışanların vasıflarından sayar.570
İnsanı Tuğyâna Sevkeden Şeyler
Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı
da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: “Eğer Allah rızkı kullarının hepsine
bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, (rızkı) dilediği ölçüde
indirir.” 571 “İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan”572 ve “kötülüğü çok emre-
568 79/Nâziât, 17, 21-24
569 11/Hûd, 112
570 Bak. 17/İsrâ, 16; 20/Tâhâ, 71; 23/Mü'minûn, 47; 41/Fussılet, 15; 40/Mü'min, 75; 8/Enfâl, 47; 58/Mücadele, 19
571 42/Şûrâ, 27
572 12/Yûsuf, 5
• 241 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
den nefis”573 insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur’an, nefis
ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına
karşı uyanık bulunmayı emreder. Allah’ın bu uyarısı, insanlara olan lütuf
ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır. 574 Başıboş
bıraksaydı, insanın aleyhine olurdu; Âdemoğlu azıp sapardı. Bununla
beraber, insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıklar yüzünden iman etmemişlerdir.
Tuğyân, insan egosunun, kendini ilâhlaştırması, her şeyin, herkesin üstünde
görmesi halinde ortaya çıktığında doruk noktadır. Kur’an’a göre, bu
doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun’dur.575 Firavun, bütün gücün kendi
elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve
en kötü işkenceye maruz bırakıyordu.576 Firavun mantığına göre bütün insanlar
onun kulu kölesi; Mısır ve başta Nil olmak üzere tüm nehirler onun
mülkü idi: “Firavun, milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı
ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?577
Firavunlar medeniyeti bir tuğyân medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur:
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı? O sütunlar, saraylar sahibi Firavunlara.
Onlar ki, ülkeler boyunca tuğyân sergilediler (azgınlık ettiler) ve oraları
fesada boğdular. Sonunda Rabbin onların üzerine azap kamçısı yağdırdı.” 578
Sünnetullah gereklerinden birini Kur’an belirtir: Bütün uygarlık ve
saltanatların çöküşü tuğyân (azgınlık) yüzündendir. Bu, daha çok, maddî
değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün altında bu yatar. Tuğyâna
sapanların cezaları, bir tabiat tuğyânı olan ateşle verilecektir. Cehennem,
tabiat kuvvetleri tuğyânının çok güçlü bir belirişidir. Tuğyâncı zalimlerin
cezalandırılmasında en uygun yol, cehennemle ceza yoludur.579 Cehennem,
bir gözetleme yeridir, tuğyâna sapmışlar için bir dönüş/varış yeridir.580
Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini suçlarken sürekli: “seni
tuğyâna ben itmedim” şeklinde konuşacaklar; “tuğyâna sapmış bir topluluk
idiniz, haydi görün sonunuzu!” hitabını duyacaklardır. 581
573 12/Yûsuf, 53
574 75/Kıyâme(t), 36
575 Bk. 20/Tâhâ, 24, 43; 79/Nâziât, 17
576 2/Bakara, 49; 144/İbrahim, 6
577 43/Zuhruf, 51
578 89/Fecr, 11-13
579 Bk. 79/Nâziât, 39
580 78/Nebe', 21-22
581 50/Kaaf, 27; 37/Saffât, 23, 31; 38/Sâd, 55-56
• 242 •
Ahmed Kalkan
Siyasî Otoritenin Tuğyânı
Siyasî otoritenin tuğyânı, insanın kendisine verilen emretme ve yasaklama
yetkisi ve gerektiğinde başkalarına zorla yaptırımı sebebiyle ölçü ve
haddini aşması, Allah’ın koyduğu hükümlerle belirtilen hudûdullahın dışına
çıkmasıdır. Bu tuğyân türü, genelde yönetici ve emir sahiplerinde olur.
Çünkü onların güç ve yetkileri ve bu konulardaki azgınlık ve taşkınlıkları
insanların genelini ilgilendirir. Siyasî otoritenin tuğyânı, bazen insanı rubûbiyet
iddiasına kadar götürür. Bu, ya Firavun’un yaptığı gibi lisan-ı kaliyle
(konuşma diliyle) veya nice tâğutun yaptığı gibi lisan-ı haliyle rablik
iddia etmekle olur. “(Adamlarını) topladı ve (onlara) bağırdı: ‘Ben sizin en
yüce rabbinizim’ dedi.” 582
Siyasî otoritenin tuğyânına baş örnek Firavun’un tuğyânıdır. Onun
haddini aşması ve ölçüyü kaçırmasının bir görüntüsü, rubûbiyet dâvâsı güdecek
kadar gerçek Rabb’e; haklarını küçümseyecek, zulmedecek ve köleleştirecek
kadar da insanlara karşı büyüklenmesidir. Nitekim Allah, birçok
âyetinde ibret ve öğüt almak için, Firavun’un tuğyânını ve bu azgınlığı yüzünden
başına gelenleri tekrar tekrar anlatmıştır. Bu da insanların çoğunun
otorite tuğyânıyla imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. “Musa’nın haberi
sana geldi mi? Hani Rabbi ona Kutsal Vadi’de Tuvâ’da seslenmişti: ‘Firavun’a
git, çünkü o tuğyân etti (azdı).”583 Buradaki tuğyânı, hem Yaratıcı’ya karşı,
hem yaratılanlara karşı haddi aşmak olarak anlayabiliriz. Yani Firavun, küfürle
Yaratıcı’ya karşı baş kaldırdı; halkı köleleştirmek ve onlara zulmetmek
suretiyle de yaratılanlara büyüklük tasladı.
Firavun, rubûbiyet (rablik) iddia ederek tuğyânın zirvesine ulaştı. O,
bu bâtıl iddiasıyla, yöneticiliğini yaptığı vatandaşların kendisine, kendi kanunlarına
uymalarını; Allah da olsa, kendi ilkelerine ters düşenlere itaat
etmelerini yasaklıyor, bu mutlak itaat edilmeye kendini yetkili görüyordu.
Fahreddin Râzî’nin yorumuna göre Firavun, rablik iddiasıyla şunları diyordu:
“Ben, sizin terbiye eden, büyütüp geliştiren, ihsan eden rabbinizim. Size
âlemde emredecek ve yasak koyacak da ancak benim!”
582 79/Nâziât, 23-24
583 79/Nâziât, 15-17
• 243 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
İnsanlara Zulüm de Siyasî Otoritenin Tuğyânıdır
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine? Yüksek sütunlarla dolu
İrem’e? Ki şehirlerarasında onun eşi yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan
Semûd’a? Ve kazıklar sahibi Firavun’a? Bunlar ülkelerde azmışlardı. Oralarda
çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin onların üzerine azap kırbacını
çarptı. Elbette Rabbin her an gözetlemededir.”584 Bunlar ülkelerinde azmışlardı;
yani isyan edip günah işlediler. İnsanlara eziyetle ve yeryüzünü fesâda
uğratmakla haddi aştılar. Kazıklar sahibi Firavun denilmesi: Firavun, yere
dört kazık çaktırır, işkence edeceği kimseleri ellerinden ve ayaklarından
bu kazıklara bağlatır, o şekilde işkence ederdi. Bunun için veya kazık gibi
askerleri çok olduğundan böyle nitelenmiştir. Âyetlerde ifade edilen azdıkları
ve çok kötülük ettikleri de gösteriyor ki, bu azgın ve zâlim yöneticiler,
Allah’a isyan edip baş kaldırdıkları gibi; zulüm ve düşmanlıkta da haddi ve
ölçüyü aşmışlar, halklarına işkence ve eziyeti çoğaltmışlardı.
Tuğyâna Karşı Müslümanların ve
Özellikle Âlimlerin Tavrı
Tuğyânın temelinde “kibir” ve “benlik” yatar. Tâğutlardan biri olan
Şeytanın azgınlığının sebebi de kibir ve benlik idi. Tuğyân, küfür, şirk ve
zulüm olarak insanlara yansır. “Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.”585 Çünkü
şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, nimeti görmemek ve onu verene isyan
etmektir. Bu, iman noktasından bir tuğyândır. İman açısından tuğyân içinde
bulunan kimsenin, uygulama bakımından da zâlim olması doğaldır. Firavun’un
tuğyânı buna örnektir. Uygulama açısından tuğyân ise, zulüm ve
haksızlıktır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek
bazı gerekçelerle(!) adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir.
Zaten, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen yöneticinin zâlim olmaması
beklenemez.586 Böyle kişilerin, hakkı korkusuzca söyleyen müslümanlar,
özellikle de âlimler tarafından uyarılması gerekir. Tâğutlaşan yöneticiye
(sultanun câirun) karşı hakkı söylemek, mazlumları savunmak ve zulme
engel olmaya çalışmak, en önemli ibâdetlerdendir. “Cihadın en üstünü, zâlim
yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.” 587
584 89/Fecr, 6-14
585 31/Lokman, 13
586 5/Mâide, 45
587 İbn Mâce, Fiten 20
• 244 •
Ahmed Kalkan
İslâm tarihi, zâlim sultanlara ve kötü yöneticilere karşı gelen güçlü bilginlerle
doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca
dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-İş’as ve beraberindeki fakîh ve muhaddislerin,
Haccac’ın tuğyânına ve Emevî devletinin sapmasına baş kaldırmaları
gibi. Medine’nin ünlü fakihi Said bin Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin’in
yolundan gitmeyen, mal-mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevî emîr ve valilerinin,
kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini
reddediyor ve onların kötü emellerine âlet olmuyordu. Velid bin
Abdülmelik’e biatı reddeden Said bin Müseyyeb’e 60 değnek ceza vuruldu.
Tâbiin dönemi âlimlerinden Said bin Cübeyr, Haccac’ın zulmünü önce
vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı
ve şehid edildi. (Yusuf el-Kardavi, bu destansı mücadeleyi tiyatro eseri şeklinde
Âlim ve Tâğut adıyla kitaplaştırmıştır.)
Halife Mansur’un zulmüne boyun eğmeyerek onun isteklerine âlet olmamak
için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle
şehid edilmiştir. Diğer bir mezheb imamı Malik bin Enes de Halife
Mansur’dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a.) taraftarlarının isyanına
fetva vermesi üzerine ona da işkenceler yapıldı. Her dönem, tâğutî düzenler
tarafından zulüm ve işkence gören, hatta idam edilen âlimler çok sayıda
âlim vardır. Bu konuda son dönemdeki âlimleri göz önüne getirirsek, hemen
meşhur bütün âlimlerin isimlerini saymak gerekecektir: Said Nursi,
Şeyh Said, İskilipli Âtıf Hoca, Süleyman Efendi, Ali Haydar Efendi, Hasan
el-Bennâ, Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Mevdudi, Ali Şeriati, İmam Humeyni,
Muhammed Bâkır es-Sadr...
Örneklerden de anlaşıldığı gibi tuğyân (zulüm), ister mü’min geçinsin,
ister kâfir, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin
yakalandıkları bulaşıcı bir hastalıktır. Yöneticiler, bu hastalıktan ancak hiç
taviz vermeden Allah’ın kitabıyla hükmederek adalete sarılmak suretiyle ve
yanlarına müttakî âlim yardımcılar (müşavirler) alarak kurtulabilirler. Bunun
gerçekleşmesi için de, öncelikle sistemin tâğutî olmayıp İslâmî olması
gerekir. Adaletin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Çünkü Allah’ın hükmü adalet;
onun zıddı ise zulümdür. “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar zâlimlerin ta kendileridir.” 588
588 5/Mâide, 45
• 245 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Tâğutları destekleyen, onları ölçü alan, onlara sevgi besleyen her insan,
Allah’a ibâdet ve kulluktan vazgeçip tâğutun kulluğunu kabullenen şeytan
askeridir. Allah’ın emirleri ve yasaklarıyla çatışan nefsi, fertleri, önderleri,
rejimleri ve ilkeleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah’a ve O’nun nizamı
İslâm nizamına ait olduğunu tasdik etmedikçe, tevhid kulpuna yapışılamaz.
589 Müslüman olmak için şart olan tâğutun şiddetle reddedilmesi,
sadece sözle yeterli değildir. Ruhun derinliklerinde kasırgalaşan ve amelî
hayatta neticeler doğuran fiilî bir red gerekir. Bunun için de tâğutla savaşmak
lazımdır. Bu savaşın gerekleri:
a- Allah’ın emir ve yasaklarına tâbi oluncaya kadar tâğut olan nefisle
savaşmak,
b- Kişisel ve toplumsal hayatımızı Allah’a döndürmemize engel olan ve
tâğut olan cahiliyye düzenleri ve tâğutî fikir babaları ile savaşmak.
İslâm’da emrolunan cihad, işte bu tâğutlara karşı verilmesi gerekli olan
mücadeledir. Tâğutla çatışmak, hakkı getirmek ve bâtılı gidermek için olacağından,
her kesimden ve her iş yapanlardan bütün mü’minler, tâğutla
mücadele edeceklerdir. Bu, farz bir görevdir. Rabbimiz, mü’minleri tâğuta
karşı kendi nizamının savaşçıları olarak takdim ediyor.590
Tâğuta ve ondan yana olanlara karşı mücadele vermeyenler mü’min kalamazlar.
Bunun içindir ki, Peygamberimiz: “Her kim (tâğuta karşı) cihad
etmeden ve onunla mücadele (ederek Hakkı hâkim kılma) arzusunu ruhunda
duymadan ölürse nifaktan bir şube üzerinde ölür.”591 buyurmuşlardır.
Tâğutu kalben reddetseler dahi, fiilen onunla vuruşmayanlar, amelî
hayatın icabı onunla anlaşma ve dostluk kurma yoluna gitmeye mecbur
kalırlar. Bu da Allah ve tâğut dostluğunu bir araya getirmek olan nifakın
ilk tezahürü olur. Hâlbuki Allah, tâğuta ancak kâfirlerin dostluk gösterebileceğini
açık bir şekilde belirtmiştir.592 Müslümanlar, bugün Allah ve tâğut
hâkimiyetini, dostluğunu bir arada yaşatmağa çalışmak gibi sonu zulmet
ve ateş olan çıkmaz bir yolun üzerindedirler. Namazı, orucu... kabul edip,
hatta yerine getiren niceleri, İslâm’ın asrımızın yaşayan bir toplumsal ve
589 Bk. 2/Bakara, 256
590 4/Nisâ, 76
591 Sahih-i Müslim; Riyâzü's- Sâlihin, II, no: 1346
592 Bk. 2/Bakara, 257
• 246 •
Ahmed Kalkan
siyasal düzeni olmasını lüzumlu bulmayanlar, Allah ve tâğut hâkimiyetini
bir arada tanımış oluyorlar. İslâm insanının yetiştirilmesini isteyen niceleri,
materyalist eğitim sistemine mücadele etmeksizin rızâ göstermekle tâğut
dostluğuna sine açıyorlar.
Ferdî mülkiyeti, Allah’ın mülk vb. hâkimiyetini kabul eden niceleri, faiz
düzenini zaruri görmekle, tâğut egemenliğine baş eğiyorlar. Ahlâk ve fazilet
ölçülerinin yaşanmasını isteyen niceleri, kişisel çıkarları uğruna çeşitli
çirkinlik ve kötülükleri yapmakla tâğut dostluğunu açığa vuruyorlar. Bütün
bu durumlar, kendisinden râzı olundukça veya tâğuta karşı bir iman ve
amel harbi açılmadıkça bir küfürdür.593
Yaşadığımız toplum düzeni, fikir putlarıyla, cahiliyye örfü ve sistemleri
ile ve sapıttırdığı öz nefsimizle, bizleri kuşatmış, tâğutu hâkim ve dost
tanımak sapıklığı ile karşı karşıya getirmiştir. Öyle ki, fert, aile, cemiyet,
sanat, ticaret, memuriyet, eğitim ve politika hayatının her bölümü bir kavşak
noktası olmuştur. Bu kavşakta bir tek yol İslâm nizamına; diğer yollar
tâğuta gidiyor: Abdullah bin Mes’ud anlatıyor: Hz. Peygamber bize bir hat
çizdi ve sonra, “bu Allah’ın yoludur” dedi. Bu hattın sağına ve soluna da birçok
hatlar (çizgiler) çizdi ve “bunlar, birtakım yollardır ki her biri üzerinde
kendisine çağıran bir tâğut vardır.” buyurdu ve şu âyeti okudu: “Şüphesiz ki
bu (İslâm) benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. (Tâğuta ait) yollara tâbi
olmayın ki, sizi O’nun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah (tâğutun
kötülüklerinden) sakınasınız diye size bunları emretti.” 594
Yolların ayrılış noktasındayız: İnsan, ya tâğuta tâbi olup geçici zevkler
peşinde koşacak; o zaman sonuç, dünyada zillet ve kullara kulluk; tâğuta
kalben teslim olmak (iman etmek) suretiyle hevâ ve heveslerine göre yaşamanın
sonucu âhirette de varış, cehennem olacaktır. Veya tâğutları reddedip
Allah’a dostluk; hayatını İslâm’ın hükümlerine göre tanzim edip izzetli,
onurlu bir hayat ve cennet: “Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere
müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı
müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl
sahipleri de onlardır.”595 Bu iki inanç ve yaşama biçiminin dışında üçüncü
bir durumdan söz etmek mümkün değildir!
593 Bk. 4/Nisâ, 60
594 6/En'âm, 153; Ali Rıza Demircan, İslâm Nizamı, Eymen Yay, c. 2, s. 41
595 39/Zümer, 17-18
• 247 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“İman edenler Allah yolunda savaşır; küfredenler de tâğut yolunda savaşırlar.
O halde, şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi zayıftır.”596
- 9-14. Âyetler -
عَبْدًا اذَا صَلَّ اَرَاَْيتَ انْ كَنَ عَلَ اْلُدَى ¨ اَرَاَْيتَ اَّلذِى ينْ َ
ى© نََّ اللهَ يَ َ
 بِ لتَّقْوَى اَرَاَْيتَ انْ كَذَّبَ وََتوَلَّ اََلْ يعْلَ  مَرَ بِ اَوْ اَ
اَرَاَْيتَ : gördün mü ¨ اَّلذِى ينْ َ : engelleyeni عَبْدًا : bir kulu صَلَّ اذَا : namaz
kıldığı zaman اَرَاَْيتَ : gördün mü كَنَ انْ : eğer o ise اْلُدَى عَلَ : doğru yol
üzerinde اَوْ : yahut اَمَرَ : emrettiyse لتَّقْوَى بِ : takvâyı اَرَاَْيتَ : gördün mü انْ
كَذَّبَ : yalanladıysa وََتوَلَّ : ve yüzçevirdiyse يعْلَْ اََلْ : bilmiyor mu نََّ
 : اللهَ بِ
Allah’ın ى©يَ َ : gördüğünü
“Gördün mü o yasaklayanı
Bir kulu namazdan?
Gördün mü, ya o (kul, Peygamber) doğru yol üzerinde ise
Ya da takvâyı emrediyorsa?
Gördün mü, ya şu diğeri (Ebû Cehil) yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa?
O, Allah’ın gerçekten her şeyi görmekte olduğunu bilmiyor mu?” (96/
Alâk, 9-14)
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyetler Hz. Peygamber’e hitap ederek
onun ve müminlerin Kâbe Önünde namaz kılmalarını engellemeye kalkışan
Ebû Cehil’e karşı bir eleştiri ve uyarıdır. Ancak bunları genel anlamda
tüm insanlık için bir uyarı olarak değerlendirmek daha uygun olur. Zira
âyetlerin içeriği dikkate alındığında burada, belli tarihsel kişi ve olayların
ötesine uzanılarak her dönemde görülen ve dinin sosyal hayatı iyilik, hak
ve adâlet ilkeleri yönünde şekillendirme işlevini engellemek isteyen bütün
596 4/Nisâ, 76
• 248 •
Ahmed Kalkan
zorbaların eleştirildiği ve insanlığın onlara karşı uyarıldığı anlaşılmaktadır.
11-12. âyetler ise, hem kendisi doğru yolda olan hem de başkalarına Allah’a
saygılı olmayı ve sorumluluk şuuru içerisinde bulunmayı emreden bir kimsenin
ibâdetten veya dinin emirlerini yerine getirmekten engellenmesinin
kesinlikle yanlış ve haksız olduğunu ifade eder. 597
9-14. Âyetlerde, Rabbine yakaran ve kulluk azmini diri tutmaya çalışan
bir mü’mini, tehdit yoluyla bu ibâdetten men etmeye kalkışan azgın insanın
kaba ve küstah davranışları kınanır. Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde
hareket eden kişinin hayatı doğru yaşadığı; ona engel olmaya kalkışan kimsenin
ise, hakkı yalanlayan ve ondan yüzçeviren zâlim biri olduğu belirtilir.
Her insanın, Allah’ın gözetimi altında bulunduğu bildirilir.
Kaynaklarda, Alâk sûresinin 6-19. âyetlerinin, Ebû Cehil’in veya diğer
müşrik liderlerin, Peygamber’in (s.a.s.) namazına engel olmak istemesi
üzerine indiği rivâyet edilir.598 Bu rivâyete göre, “namaz kılan kul”dan maksat,
Peygamber (s.a.s.); onun namazına engel olmaya kalkışan şahıs da Ebû
Cehil’dir.
Fakat bu âyetlerin muhtevâsı ve mesajı, herhangi bir tarihsel olay ve
zamanla sınırlı değildir. Tam aksine, her asırda görülen, İslâm’ın toplumsal
hayatta söz sahibi olmasına ve sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna
karşı koyma teşebbülerinin bütünü için geçerlidir.599
Eğer bu âyetler, rivâyetlerde anlatıldığı gibi Ebû Cehil’in veya diğer
müşrik liderlerinin, Hz. Peygamber’in namazına engel olmak istemeleri
nedeniyle nâzil olmuşsa, bunların ilk vahyedilen beş âyetten epey sonra inmiş
olmaları gerekir. Nitekim âyetlerin ve sûrelere ilişkin âyet gruplarının
iniş yıllarını gösteren kaynaklarda, bu âyetlerin, ilk olarak vahyedilen beş
âyetten üç yıl sonra indikleri belirtilir.600 Bu tespit, tarihî gerçeklere uygun
düşmektedir. Çünkü ilk vahiy geldiği zaman, Peygamber’le (s.a.s.) Mekke
müşrikleri arasında ileri boyutta bir sürtüşme yaşanmamıştır. Hz. Peygam-
597 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, TDV Y., V/599
598 Bk. Taberî, Câmiu’l Beyan, 30/163 vd.; İbn Kesir, Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, 7/327-328; Kurtubî, el-Câmiu li
Ahkâmi’l Kur’an, 20/123
599 Bk. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. 1288
600 Bk. Mehdi Bazergân, Kur’an’ın Nüzûl Süreci, s. 129, 157
• 249 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ber’in kavmiyle ihtilâfı ve mücâdelesi, onları, şirki bırakıp tevhide açıkça
dâvet etmesiyle başlamıştır. Bu da, ilk vahiyden bir hayli sonra olmuştur.
Bu bölümü oluşturan âyetlerde, üç “eraeyte” ibâresi yer almaktadır. Eraeyte
kelimesi,601 başına soru edatı gelmiş mâzî bir fiildir. Lafzan, “gördün
mü?” anlamına gelen bu ibâre, “baksana, düşünsene, görüş ve fikrini söylesene,
bak görüyor musun?” gibi anlamlara da gelebilen bir soru ifadesidir.
Burada asıl maksat, soru sormak ve haber almak değil, azgın insanın kaba
ve acımasız tavrına dikkat çekerek uyarıda bulunmaktır.
“Engelleyeni gördün mü?” (96/Alâk, 9)
Bu yüzden dokuzuncu âyet, İslâmî hayatın bütünlüğüne ve İslâm’ı din
edinme özgürlüğüne yönelik baskı teşebbüslerine değinmekte; dine ve düşünceye
düşman olunan yerlerde, gerçek özgürlüğün bulunmayacağı mesajını
vermektedir.602 Ayrıca, Kur’an mesajını içerdiği bütün mânâlarıyla
pratiğe dökmeye ve hayatı İslâmî ölçülere göre şekillendirmeye inatla karşı
çıkan güç odaklarının, her devirde İslâm’ın aktif yapısına karşı çetin bir
muhâlefeti nasıl örgütleyebileceklerine dikkat çekmektedir. Zira şirk zihniyeti,
Allah’ı açıkça inkâr etmez; ama O’nun dinine hayatta yer vermek
istemez.603
Ey Muhammed! İnsanları Allah yolundan meneden, engelleyen, işkence
ve eziyet eden o azgın Ebû Cehil’in yaptıklarını gördün mü, duydun mu?
Ne kadar aklı kıt bir adamdır o! Ne çirkin bir iş yapıyor!
Bu âyetler, Ebû Cehil ve onun gibi kıyâmete kadar namaz kılanı engellemeye
soyunan, dini yalanlayıp ondan yüzçeviren tâğutları anlatır.604
Azgınlığın çirkinliğinin ve onu yadırgamanın ifadesi yazı dili ile anlatılması
imkânsız olan ifade biçiminde gâyet açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu anlam ancak canlı konuşma üslûbu ile ifade edilebilir. Çünkü bu üslûp,
anlamı hızlı ve akılda kalacak bir biçimde kısa kısa dokunuşlarla dile geti-
601 Eraeyte fiili, sözlükte “görmek, bilmek, inanmak ve sunmak” gibi anlamlara gelen “r-e-y” kökünün
türemiş şeklidir (Bk. Lisânu’l Arab, 14/291-301).
602 Bu âyetteki yenhâ fiili, sözlükte “yasaklamak ve engellemek” gibi anlamlara gelen “n-h-y” kökünün
türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, 15/343-347).
603 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s. 24-25
604 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 20, s. 48
• 250 •
Ahmed Kalkan
rilmiştir. Bu çirkin işi gördün mü sen? Bu çirkin işi yapılırken gördün mü?
İğrençliğe iğrençlik katılırken gördün mü sen? Çirkinliğe çirkinlik eklenirken
gördün mü?605
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Eraeyte/gördün mü?” ifadesi,
“Görüşün, fikrin, bilgin ne ise bana haber ver!” demek mânâsına kullanılan
bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma
olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya
şaşırtma olur. Onun için yerine göre “gördün mü?”, “ne dersin?”, “söyle bakalım?”,
“baksana ha!” diye tercüme edilebilir. Burada üç Eraeyte vardır.
Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:
1) Hepsinin de aynı muhâtaba, yani özel hitap ile Peygamber’e ve genel
hitap ile tüm insanlara yönelik olduğu değerlendirildiği gibi, iki tarafın
arasında bir muhâkeme (yargılama) veya bir hitâbet üslûbu ile topluma,
gayr-i muayyen şahıslara hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bunda
bir azgını suçüstü halinde sakındırarak; “gördün mü? Bak şuna, kendini
müstağnî/hiçbir şeye muhtaç olmayan saydığı için nasıl azgınlık ediyor?”
diye kötüleyerek Peygamber’e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir
etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen
azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz
kıldığı sırada engellemek ne büyük cür’et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o
engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor.
Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin
bir rükün olması ve namazın bütün ibâdetlere esas ve dinin direği bulunmasından
dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz
kılınmasından sonradır. İbn Atiyye’nin açıklamasına göre; burada namaz
kılan bir âbid (ibâdet eden)den maksat Rasûlullah, engel olan da Ebû Cehil
olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî
ve daha başka hadisçilerin Ebû Hureyre’den rivâyetlerinde: “Ebû Cehil,
Rasûlullah’ı namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü
sürteceğine dair Lât ve Uzzâ’ya yemin etmiş, sonra da Rasûlullah namaz
kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş
elleriyle korunarak çekilmiş, “ne oldu sana?” denildiğinde, onunla benim
aramda ateşten bir hendek, bir korku ve birtakım kanatlar var, demiştir.606
605 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an, Hikmet Y., c. 16, s. 289
606 Buhârî, Tefsir 96/4; Müslim, Münâfikun 38; Tirmizî, Tefsir 96/1; Ahmed bin Hanbel, Müsned 1/368; 2/370
• 251 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Rasûlullah da “Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi.”607 buyurmuş.
Allah Teâlâ da 6. âyetten sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî’nin
rivâyetinde de peygamber (s.a.s.) namaz kılarken Ebû Cehil, “Ben
seni bundan alıkoymadım mı?”608 diyerek üzerine yürümüştür.
Ümeyye b. Halef Selman’ı namazdan alıkordu diye Hasan’dan rivâyet
edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman’ın müslüman olması, hicretten
sonra Medine’de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman’dan başka Bilal ve
diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu
ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur.
“Namaz kıldığı zaman bir kulu.” (96/Alâk, 10)
Onuncu âyette, etkin bir özne olarak hayata katılmak ve İslâm’ı ikame
etmek isteyen insanın, inançlı ve bilinçli tavrı ortaya konulur. İman değerine
eren ve İslâm’ı din edinen bir insan için, hayatta her şeyden daha önemli
olan, inancın gereğini, yani ubûdiyet görevini yerine getirmektir. Çünkü
özgür bir hayata doğmanın tabiî sonucu ve insan olarak yaratılmanın asıl
amacı, Allah’a ibâdettir.609 Allah’a ibâdet de en genel anlamda, İslâm’a göre
yaşamaktır.610
Bu âyette geçen abd kelimesi,611 insanı niteler ve onun Allah’la ilişkisini
ifade eder. Bu yüzden abd ve abîd gibi kelimeleri, köle olarak mânâlandırmak
doğru değildir. Çünkü böyle bir mânâlandırma, ibâdet ilişkisiyle kölelik
ilişkisininin birbirine karışmasına neden olmakta; İslâm hakkındaki
yanlış görüşlere de zemin hazırlamaktadır. Kölelikte, efendi ile köle arasında,
ahlâkî, özgür ve gönüllü bir ilişki söz konusu değildir.
Oysa ibâdet, insandan Allah’a doğru yönelen aklî, ahlâkî, özgür ve gönüllü
bir ilişkidir. Bunun için ibâdet, “insanın, Allah’a duyduğu derin saygı,
sevgi ve bağlılığını” dile getiren temel kavramlardan biridir.
607 Müslim, Münâfikun 38
608 Tirmizî, Tefsir 96/2
609 Bk. 51/Zâriyât, 56; 2/Bakara, 21 vb.
610 Bk. 28/Kasas, 85; 15/Hıcr, 99 vb.
611 Abd kelimesi, sözlükte “boyun eğmek, itaat etmek, tevâzu göstermek ve kulluk etmek” gibi anlamlar
taşıyan “a-b-d” kökünün türemiş şeklidir. İbâdet de aynı kökten gelir (bk. Lisânu’l Arab, 3/270-278).
• 252 •
Ahmed Kalkan
Sallâ kelimesi612 ise, duâ, rahmet ve bereket gibi anlamlara gelir. Bu fiilin
masdarı, salâttır.613 Salât kelimesinin Türkçedeki karşılığı da “namaz”dır.
Namaz, İslâm’daki düzenli ibâdetlerden (ibâdât-ı mersûmeden) biridir. Namaz,
hem insana iyi bir kişilik kazandırır, hem de sosyal hayatı İslâm’a göre
şekillendirme fonksiyonu görür. Bu işlevinden dolayı namaz, dinin direği
sayılmış, İslâm’ın da şiarı ve izhârı olmuştur.
Peygamberliğin ilk yıllarında inen bu âyetlerde namazdan söz edilmesi,
namazın o günkü Arap toplumunca bilinen ibâdetlerden biri olduğunu;
hatta bir kısım inançlı insanların, bu geleneksel ibâdeti uyguladıklarını
gösterir. Buna ilâveten, yine peygamberliğin ilk yıllarında inen ve bu konuyla
ilgili olan diğer âyetlerde, namazın ne olduğu üzerinde durulmadığı;
ancak namaz kılanların övüldüğü,614 namaz kılmayıp bu konuda ihmalkâr
davrananların da kınandıkları görülür.615
Bu tespitler, namazın öteden beri var olan ve o bölgede bilinen bir ibâdet
olduğunu kanıtlar. Ayrıca Kur’an, Mekke halkının namaz uygulamasının
olduğunu; ancak onların çoğunun bu ibâdeti, bir çeşit eğlence ve oyuna
çevirdiklerini bildirir.616
Şu halde namaz, öteden beri var olan,617 vahye muhâtap olmuş önceki
toplumlardan Araplara geçen618 ve o bölgede bilinen bir ibâdetti. Ancak
müşrik Araplar, bu ibâdetin rûhunu kaybetmişler ve ona şirk karıştırmışlardı.
Bu yüzden namazın özü yitirilmiş, sadece şekli kalmıştı. Çünkü onlar,
namazda Allah’la beraber çeşitli tanrıların adını anıyorlar, böylece Allah’a
ibâdetten ziyade o putlara tapmış oluyorlardı.619 İşte Kur’an vahyinin
Peygamber’e (s.a.s.) gönderilmesiyle birlikte, hak dinin direği olan namaz
ibâdetine yeniden ağırlık verilmeye başlanmış, onun doğru ve son şekli
612 Sallâ fiilinin “s-l-v” veya “s-l-e” kökünden türemiş olabileceği belirtilir (bk. Lisânu’l Arab, 14/464-469;
el-Müfredât, s. 491).
613 Bk. İbn Manzûr, Lisânu’l Arab, 14/464
614 Bk. 27/Neml, 1-4; 70/Meâric, 19-25 vb.
615 Bk. 107/Mâûn, 4-5; 75/Kıyâme, 31-32 vb.
616 Bk. 8/Enfâl, 35
617 Bk. 19/Meryem, 31, 35 vb.
618 Bk. 87/A’lâ, 14-19
619 Bk. 39/Zümer, 3
• 253 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Peygamber’e öğretilmiş,620 Müslümanlar da bu ibâdeti devamlı ve düzenli
olarak yerine getirmişlerdir.621
Hiç kuşkusuz, peygamberlik dönemi boyunca namaz ibâdetinde bazı
gelişme ve değişmeler olmuştur. Hadis kitaplarında yer alan bilgilere göre,
beş vakit namaz, önceleri ikişer rekât olarak farz kılınmış; hicretten sonra
ise, sabah ve akşam namazı hâriç diğerleri ikamet halinde dörde çıkarılmış,
yolculuk durumunda da eski hali üzere iki rekât olarak bırakılmıştır.
Nitekim bir rivâyette belirtildiğine göre namaz farz kılındığı vakit, Cebrâil,
Peygamber’e (s.a.s.) gelip abdestin ve namazın şekillerini öğretmiş, ona beş
vakit namazı kıldırmıştır.622 Ancak, bu rivâyette, namazın ne zaman farz
olduğu belirtilmemiştir. Beş vakit namazın Miraç Gecesi farz kılındığını
bildiren hadisler varsa da623 miracın kesin tarihi sâbit değildir. Daha da
önemlisi, namazla ilgili âyetlerden büyük bir bölümünün, İsrâ ve Miraç
Olayı’ndan önce inmiş olmasıdır.624
Bütün bu deliller ve tarihî bilgiler birlikte değerlendirildiğinde, namazın
çok öncelerden ve peygamberliğin başından beri uygulanan bir ibâdet
olduğu sonucuna varılır. İslâmî gelenekte, beş vakit namazın İsrâ ve Miraç
Gecesinde farz kılındığı,625 İsrâ ve Mirac’ın da hicretten yaklaşık altı ay
kadar önce ve Recep ayının yirmi yedinci gecesinde vukû bulduğu kabul
edilir.626
Kur’an, namazın bütün mü’minler üzerine bir vecîbe olduğunu açıkça
bildirir.627 Ancak namaz vakitlerine ve bu ibâdetle ilgili temel bilgilere işaret
etmekle yetinir. Namazla ilgili ayrıntıları insanlara Peygamber (s.a.s.) öğretmiştir.
Bu yüzden, namazın ayrıntıları konusunda gerçek başvuru kaynağını
Hz. Peygamber’in uygulamaları oluşturmaktadır.
620 Bk. Ahmed ez-Zebidî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, 2/278-279
621 Hz. Muhammed’in, peygamber olmadan önceki günlerde uzlete çekilip ibâdet etmesine “günahtan
kaçınma” anlamına gelen tehannus veya “putperestlikten uzaklaşıp tek Allah’a bağlanma mânâsına gelen
tahannuf denir (bk. Sahih-i Buhârî, s. 24-25). Bunun için tehannus, namazın İslâm’dan önceki şekli kabul
edilebilir (bk. Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 140).
622 Bk. Ebû Dâvud, Tahâre 51, Salât 2; Riyâzu’s Sâlihîn, II/280-281
623 Bk. Ahmed ez-Zebidî, Riyâzu’s Sâlihîn, II/261-280
624 Bk. 96/Alâk, 10; 87/A’lâ, 14-15; 35/Fâtır, 18, 29; 27/Nemnl, 2, 3; 50/Kaf, 39-40; 20/Tâhâ, 130 vb.
625 Bk. Büyük İslâm Tarihi, I/246
626 Bk. Büyük İslâm Tarihi, I/235
627 Bk. 4/Nisâ, 103
• 254 •
Ahmed Kalkan
Bu âyetler, insanları, namaz gibi herhangi bir dinî vecîbeyi yerine getirmekten
alıkoymaya çalışan kimsenin, “azgın insan” statüsüne gireceği mesajını
vermektedir. Bu mesajı çok iyi algılayan Hz. Ali, namazgâhta bayram
namazından önce namaz kılan bazı kişileri görünce: “Ben Allah elçisi’nin
böyle yaptığını hiç görmedim” der. Yanındakiler: “Öyleyse niçin onları
bundan men etmiyorsun?” derler. Hz. Ali: “Baksana namaz kılan bir kulu
engellemeye kalkışana!”628 anlamındaki âyetlerin tehdidi altına girmekten
korktuğum için men etmiyorum”629 cevabını verir.
Hemen belirtelim ki bu rivâyette, namazın kendisine engel olmak değil;
namazla ilgili yanlış bir uygulamaya karşı çıkmak gerektiğinden söz edilir.
Eğer bu rivâyet doğru ise, bundan çıkarılacak sonuç şudur: İslâm’la ilgili
yanlış bir uygulamayı düzeltmeye çalışırken dinin aslına karşı çıkıyormuş
gibi bir intibâ/izlenim uyandırmamak, bu gibi konularda daha duyarlı ve
temkinli davranmak gerekir.630
Ebû Cehil, Allah’ın kulu ve rasulü olan Muhammed’i (s.a.s.) Kâbe’de namazdan
ve ibâdetten alıkoymak istiyor, ona işkence ve eziyet ediyor. (Ebû
Cehil Allah’ın koruması sonucu Rasûlullah’a eziyet edemedi. Ateşten bir
hendek, korkunç bir varlık ve kanatlar görerek korkup kaçtı.)
“Kul”dan kasıt, öncelikle Rasûlullah’tır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde
Rasûlullah’tan bu şekilde söz edilmiştir. Meselâ İsrâ sûresinde, “Eksikliklerden
uzaktır. O ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini
bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü.”631 buyurulmuştur. Kehf sûresinde
şu şekilde ifade edilmiştir: “O Allah’a hamdolsun ki, kuluna Kitab’ı
indirdi.”632 Cin sûresinde ise şöyledir: “Allah’ın kulu kalkıp O’na yalvarınca
üzerine üşüştüler.”633 Bundan anlaşılıyor ki, bu ifade özel bir üsluptur. Ve
Allah (c.c.), Kitabında Rasûlullah için kullanmıştır. Ayrıca bu âyetten şu da
anlaşılıyor; Allah (c.c.) Rasûlullah’a risalet verdikten sonra namaz kılmasını
öğretti. Namaz kılmanın şekli hakkında Kur’an’ın hiç bir yerinde açıklama
628 96/Alâk, 9-10
629 Bk. Fahreddin Râzî, et-Tefsîru’l Kebir, 32/21
630 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s. 25-27
631 17/İsrâ, 1
632 18/Kehf, 1
633 72/Cin, 19
• 255 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
yoktur. Dolayısıyla bu da Rasûlullah’a, Kur’an’da yazılı olan vahyin dışında
bazı tâlimatlar verildiğinin de işaretidir.634
Salât
Her ne hikmetse Kur’an’ın en çok vurgu yaptığı ve bir müslümanın tüm
hayatını kuşatan temel bir ibâdet olan “salât” Türkçemize “namaz” olarak
Farsça çevirisiyle geçmiş. Oysa ibâdet deyince akla “salât” gelir. Salât Türkçede
sadece ölünün arkasından verilen “salâ” ve cenaze namazının kılındığı
“musallâ” taşı ile sınırlı bir kullanıma sahip kalmış.
Hac, Zekât, kelime-i şahâdet kelimeleri orijinallerini korumuşlar ama
salât ve savm yerini Farsça karşılığı “namaz” ve “oruc”a terk etmiş.
“Salât” kavram olarak “namazdan çok daha kapsamlıdır. Bunun için ha
“namaz” olmuş ha “salât” ne fark eder diyemiyoruz. “Namazı” daha sembolik
ve sınırlı bir ritüel olarak görüyoruz. “Salât” ise hem duayı, hem desteği
hem de ibâdeti içine alan bir kelimedir. Rahmet, bereket anlamları da vardır.
“Salavatullahi aleyhim” dediğiniz de “Allah’ın rahmet ve bereketi üzerlerine
olsun” demiş oluruz. “Salât” çift yönlüdür. Sadece insan rabbine salât
etmez. Rabbi de ona salât eder.
“Allahumme salli alâ Muhammed” duâlarını okurken “Allahım Muhammed’e
salât et (ona rahmet et, onu bağışla ve onu destekle) demiş oluyoruz.
Parantez içinde yazdığımız (s.a.s.) de “Sallallâhu Aleyhi ve Sellem”in
kısaltmasıdır. Anlamı da Allah ona rahmet etsin ve bereketler ihsan etsin
demektir. Kur’ân-ı Kerimde salât kelimesi tüm türevleriyle birlikte 99 kez
geçmektedir.635 Yüce Rabbimizin en çok vurgu yaptığı ibâdet salâttır. Salât
dinin direğidir. Salât, kulun Rabbiyle iletişim hattıdır. Salât kuldan Rabbine
634 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yay., 7/175
635 Namaz Anlamındaki Salât (Sallâ) Kelimesi ve Türevlerini Geçtiği Âyet-i Kerimeler (Toplam 99 Yerde;
es-Salât 67 Yerde): 2/Bakara, 3, 43, 45, 83, 110, 125, 153, 157, 177, 238, 238, 277; 3/Âl-i İmrân, 39; 4/Nisâ,
43, 77, 101, 102, 102, 102, 103, 103, 142, 162; 5/Mâide, 6, 12, 55, 58, 91, 106; 6/En’âm, 72, 92, 162; 7/A’râf,
170; 8/enfâl, 3, 35; 9/Tevbe, 5, 11, 18, 54, 71, 84, 99, 103, 103; 10/Yûnus, 87; 11/Hûd, 87, 114; 13/Ra’d, 22;
14/İbrâhim, 31, 37, 40; 17/isrâ, 78, 110; 19/Meryem, 31, 55, 59; 20/Tâhâ, 14, 132; 21/Enbiyâ, 73; 22/Hacc,
35, 40, 41, 78; 23/Mü’minûn, 2, 9; 24/Nûr, 37, 41, 56, 58, 58; 27/Neml, 3; 29/Ankebût, 45, 45; 30/Rûm, 31;
31/Lokman, 4, 17; 33/Ahzâb, 33, 43, 56, 56; 35/Fâtır, 18, 29; 42/Şûrâ, 38; 58/Mücâdele, 13; 62/Cum’a, 9,
10; 70/Meâric, 22, 23, 34; 73/Müzzemmil, 20; 74/Müddessir, 43; 75/Kıyâme, 31; 87/A’lâ, 15; 96/Alak, 10;
98/Beyyine, 5; 107/Mâun, 4, 5; 108/Kevser, 2. (Yukarıdaki âyetlerdeki salât kelimesi, birkaç yerde namaz
dışında anlamda kullanılır. Duâ anlamında: 9/Tevbe, 99, 103, 103. Rahmet anlamında: 2/Bakara, 157;
Allah’ın rahmeti, meleklerin duâsı anlamında: 33/Ahzâb, 43, 56; Rasûlullah’a salevat getirmek, duâ etmek:
33/Ahzâb, 56; Havra veya namaz: 22/Hacc, 40)
• 256 •
Ahmed Kalkan
dua ve niyaz; Rabbinden kuluna, rahmet, bereket ve inâyettir. Peygamberimiz
döneminde “ben Müslüman oldum.” diyen herkes bu iddiasını öncelikle
kelime-i tevhid ve salâtla izhar ederdi. Onun döneminde münâfıklar da
dâhil olmak üzere namaz kılmayan tek bir Müslüman bile yoktu.
Âyet-i kerime salâtın belirleyici özelliğini şu ifadelerle ortaya koyuyor:
“Salâtı ikame edin ve müşriklerden olmayın.”636; “Sizi cehenneme sevk eden
nedir? Musallînden/namaz kılanlardan değildik.” 637
Neden salât bu derece önemli ve müslümanı gayr-i müslimden ayırt
edici bir özelliğe sahip?
İlk inen sûrede, Alâk Sûresinde baştan sona salât vurgusu yapılır. “Oku,
Yaratan Rabbinin adıyla!” diye başlayan sûre Allah’ın insana eşsiz bağışlarından,
ama insanın Allah’a isyanından bahseder. Sonra insanı iki gruba
ayırır. Birisi salât eden ve takvayı emreden kuldur. Diğeri bunun karşısına
dikilen ve “Gördün mü engelleyeni kulu namaz kılarken…” uyarısına muhatap
olan, Allah’ın kendisini görmekte olduğunu düşünmeyen, kendi güç ve
kuvvetine güvenip isyan eden, kısaca Allah ile irtibatını koparmış bir kişidir.
Allah bu şımarık ve nankör kula “zebânîleri” adres gösterir. Elçisine ise:
“O azgın ve nanköre itaat etme, secde et ve yaklaş!”638 der. İşte salât, Allah’a
secde etmenin ve yaklaşmanın sembolüdür.
Günümüze geldiğimiz zaman, salât kelimesi Müslümanların lügatinde
yok, namaz ise ne anlama geldiği bilinmeden okunan dua ve âyetlerle kılınan
sembolik ve şekilsel tekrarlara sıkıştırılmış bir ibâdet. %99’u Müslüman
kabul edilen bir ülkenin %30’unun bile beş vakit kılmadığı bir ibâdet.
Oysa salât, daha dar anlamıyla namaz insanlığın başlangıcından beri
tüm peygamberlerin hatırlattığı ve insanları davet ettiği İlâhî iletişim hattı
idi. “İşte onlar, Âdem’in ve Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelen,
Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden ve İbrahim’in, İsrail’in ve
doğru yolu gösterip, seçtiğimiz kimselerin soyundandır. Onlara Rahmân’ın
âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Sonra onların ar-
636 30/Rûm, 31
637 74/Müddessir, 42-43
638 96/Alâk, 19
• 257 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
dından namazı bırakan ve arzularına uyan bir nesil geldi. Bunlar da hüsrâna
uğrayacaklardır.” 639
Gördüğümüz gibi Yüce Rabbimiz namazı bırakan bir nesli hüsrâna uğrayacaklar
olarak uyarıyor.
Bu toplum içinde öyle birileri çıkabiliyor ki halkın gözünün içine baka
baka: “Okulda öğrencilere namaz kıldırıyorlar, ya da kılınmasına göz yumuyorlar!”;
“Yok mu buna bir dur diyecek, hadlerini bildirecek, namaz yerine
onlara bale öğretecek birileri…” diye bas bas bağırıyorlar.
Kur’an’ın ifadesiyle “Salât” insanları ahlâksızlıklardan ve kötülüklerden
alıkor. “Sana vahyolunan kitabı oku! Namazı kıl. Çünkü namaz, ahlâksızlıktan
ve kötülükten alıkor. Elbette Allah’ın zikri/kitabı en büyüktür. Allah,
yaptıklarınızı bilir.” 640
Öğrencilerin ahlâklı ve temiz olmasını içlerine sindiremeyen hâinler,
Allah’ın her emrine karşı gelmeyi ve savaş açmayı kendilerine ilke edinmişlerdir.
Yoksa örnek gösterilmesi gereken davranışları bir günah gibi ne diye
zumlayıp dursunlar?!641
Bilelim ki namazı engelleyen herkes ve her şey tâğuttur. Takvâyı engelleyen,
Allah kullarının müttakî bir hayat yaşamalarına mâni olan, Allah
kullarının Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşamalarını engelleyen, Allah’ın
yasalarını uygulamak isteyen, Allah’ın istediği gibi giyinmek, Allah’ın istediği
gibi okumak isteyen Allah kullarına yasaklar koyan herkes tâğuttur.
Bakıyoruz bugün Allah kullarının namazlarını neler engelliyor? Kimler
engelliyor? Müslümanların namazını çek, senet derdi engelliyor, dükkân,
tezgâh engelliyor, çok kazanma derdi engelliyor, müşteri engelliyor, diploma,
doktora derdi engelliyor, meslek engelliyor, oyun engelliyor, televizyon
engelliyor, müdür engelliyor, âmir engelliyor, patron engelliyor, baba engelliyor,
ana engelliyor, arkadaş engelliyor, engelliyor, engelliyor… Bilelim
ki bunların hepsi tâğuuttur. Kimileri Ebû Cehil gibi bizzat kendi elleriyle
engeller, kimileri iş programını, ders programını namaz vaktine denk getirerek
engeller. Kimileri kendilerine kulluğu Allah’a kulluğa denk tutarak
639 19/Meryem, 58-59
640 29/Ankebût, 45
641 Şaban Piriş, Gördün mü Engelleyeni Öğrencileri Namaz Kılmaktan? Haber Vaktim, 2008-01-28
• 258 •
Ahmed Kalkan
“vazife kutsaldır, görev ânında namazı terk etseniz de fark etmez, bu iş de
ibâdettir” diyerek kendilerine hizmet adına engeller. Namazdan söz etmeyen,
namaz eğitimi vermeyen ders proğramı da, çocuklarını namaz konusunda
bilgilendirmeyen ebeveyn de bilelim ki tâğuttur bu âyeti kerimeye
göre. 642
“Salât” kelimesi, Arapçada genellikle “duâ” mânâsına kullanılır. Ayrıca
“sallâ” fiili, “salveynini hareket ettirdi” manasına gelir ki; -rükû ve sücudda
yaptığımız gibi- beli bükmek sûretiyle salveyn denilen oylukların başındaki
iki tümsek kemiği hareket ettirmek demek olur. Salât kelimesinin “salâ”
kökünden türediği, bunun da “patlama”, “parlama” ve “tutuşma” anlamına
geldiği şeklinde bir başka görüş daha vardır. Salât kelimesi Kur’an’da doksan
dokuz yerde geçer.
Terim anlamda “salât”; İslâm dininin temel rükünlerinden biri olan,
Allah tarafından emredilip Rasûlullah tarafından ayrıntılı olarak ve fiilen
gösterilen namaz ibâdetinin adı olarak kullanılır.
Namaz; fiilî bir duâ ve niyaz, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Allah’ın huzurunda
huşû ve hudû dolu bir boyun eğiş ve Allah’ın düşmanlarına karşı
nefret dolu bir kıyam ve başkaldırıdır. Allah’ı tekbir ederken tâğut’u tekfir
etmek, Rabbimiz’in “â’lâ” (yüce) ve “azim” (büyük) ismini eğilerek ve yere
kapanarak tekrar etmek sûretiyle O’na bağlılığımızı ifâde ederken, kendisinden
korkulmasını ve emrine râm olunmasını isteyen sahte ilâhlara karşı
savaş ilân etmek için konulmuş İlâhî bir farîzadır. Allah’tan başka ilâh olmadığını,
büyüklük sıfatının yalnızca O’na ait olduğunu, hamd, şükür ve
övgünün sadece O’na yapılacağını, ibâdet edilmeye ve yardım dilenmeye
lâyık yegâne ilâhın âlemlerin meliki ve mâliki Allah olduğunu ilân eden bir
savaş bildirisidir namaz. Mihrab’da -harb meydanında- okunan bir bildiri
ve bir patlamadır namaz. Tüm tâğîlere (Allah’a isyan edip haddi aşanlara),
cebbar (zorba) ve müstekbir (böbürlenen)lere, şeytana ve azgınlaşan nefsimizin
hevâsına, kalplere vesvese veren Hannâs’a karşı amansız bir patlama
ve nefret ilânı. Bir ahd ü misak. Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğimize,
itaatte bulunmayacağımıza, O’ndan başka hiç kimseden yardım dilemeyeceğimize,
Allah’ın hakkını gasbeden, O’na kafa tutan fâcir (isyancı) ve zorbaları
alaşağı edip terk edeceğimize dair Allah’la yapılan İlâhî bir sözleşme.
642 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 20, s. 50-51
• 259 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Namaz, Allah adına yapılan bir kıyâm, hudû dolu bir rükû, tezellül dolu
bir secde... Allah için kıyâm! Küfrün ve şirkin her türlüsüne, tapınmanın ve
bağlılıkların her çeşidine, nefsin ve şeytanın tüm istek ve arzularına karşı
Allah adına kıyâm! Karşılarında saygıyla el-pençe divan durulmasını isteyen
yeryüzünün hâkim ve müstekbirlerine karşı kıyâm! Sonra... Kahhâr ve
Cebbâr olan Rabbül-âlemin’in huzurunda huşû ve tevazû hisleriyle dolu bir
baş eğiş; rükû’... O’nun büyüklüğü, azameti ve yüceliği karşısında haşyetle
yere kapanıp hamd ile tesbih ve tenzih etmek; secde...
Kalbî bir yöneliş ve şuurlu bir hatırlama; tezekkür... Günahlarından ve
isyanlarından dolayı kesin bir pişmanlık duyuş; tevbe ve istiğfar... Yalvarmak,
yakarmak, samimiyetle ve iç çekerek duâ etmek...
Namaz, bunlardan biri değil; hepsi... Tekbir, ta’zim, zikir, tesbih, tahmid,
istiğfar, tevbe, tazarru, teevvüh, inâbe, ihbât, kunut, huşû, tevazû, temekkün,
tenâdüm ve duâ... Bütün bunlar, namazın bir parçası, özelliği veya
ögesi.
İslâm, insanın yalnızca Allah’a kulluk etmek için yaratıldığını beyan
eder ve onu Allah’ın varlığını ve birliğini tanımaya çağırır. Kur’an’ın tevhid’den
sonra ikinci çağrısı namazdır. Çünkü namaz; dinin direği ve olmazsa
olmaz kuralıdır. Namaz; imanla küfür arasında bir perdedir ve amellerin
en faziletlisidir. Namaz; cennetin anahtarı; mü’minin mi’racı ve alâmet-i
fârikasıdır.
Bu yüzdendir ki; “namazı ikame edin” emri, Kur’an-ı Kerim’de en sık
tekrarlanan emirlerdendir. Kur’an, sadece bu ifâde ile değil; “Allah’ı tekbir
edin”, “O’nu hamd ile tesbih edin”, “O’na duâ edin”, “O’nun için kıyâm edin”,
“rükû edin”, “secde edin” gibi ifâdelerle de sürekli namazı emreder ve hatırlatır.
Zira namazda; duâ, zikir, hamd, tesbih, tekbir, tevbe, istiğfar gibi
kalbî ve lisanî ibâdetler bulunduğu gibi; kıyâm, rükû, sücûd ve kuûd gibi
fiilî ibâdetler de yer alır.
Namaz; iftitah tekbirinden selâm’a kadar bir dizi bedenî, fikrî, lisanî ve
kalbî ibâdet seramonisi olup tüm ibâdetlerden ögeler taşıyan bir sentezdir:
Namaz öncesinde yapılan hazırlıklar, namaz eylemi ile doğrudan alâkalı
olup, namazın hakkıyla edâ edilebilmesine ortam hazırlar. Eğer bu hazırlıklar
eksik ve şuursuz olursa, namazın da eksik ve huşûdan yoksun olma
• 260 •
Ahmed Kalkan
tehlikesi vardır. Şu halde, namaza hazırlanan bir mü’min; abdest, örtünme,
kıble’ye yöneliş, tebettül ve niyet konularında oldukça titiz olmalıdır. Böylece
kılacağı namaz; tekbiriyle, başlangıç duâlarıyla, şeytandan Allah’a sığınıp
okumaya ve düşünmeye başlayacağı Kur’an âyetleriyle, tesbihiyle, tenzihiyle,
rükû ve secdeleriyle tam bir tevhid eylemi olacaktır. O, yalnızca Allah’ı
büyük tanıyacak, sadece O’na kulluk edip, sadece O’ndan yardım dileyecek,
yalnız ve yalnız O’nun karşısında el-pençe divan durup O’nun karşısında
eğilecek ve yere kapanacaktır. Bütün bunlar; iman ettiği tevhid akîdesinin
teoriden pratiğe aktarılmasından ibârettir.
Şuurla ve huşû ile kılınan böyle bir namazın, mü’min üzerinde elbette
çok önemli etkileri olacaktır. İşte bu namaz; mü’mini ruhen yüceltecek,
onu maddî ve manevî kir ve paslardan arındıracak, fahşâ ve münkerden
alıkoyacak, nefsin ve şeytanın esaretinden kurtaracak, kibir, gurur ve bencillikten
uzaklaştıracaktır. Namaz; mü’minin kalbini pekiştirir, ona kuvvet
ve metanet kazandırır. Namaz; ömür boyu tekrarlanan bir sabır eğitimidir.
Namaz; mü’mini gerçek özgürlüğüne kavuşturan bir rûhî inkılâptır.
Namaz sadece kişiyi değil; toplumu da baştan ayağa değiştiren, tevhide
doğru geliştiren bir ibâdettir. O ferdî bir inkılâp olduğu kadar sosyal bir
inkılâptır da. Günde beş kez cemaat namazlarıyla bir araya gelen dünyevî
ve maddî endişelerden uzaklaşarak aynı manevî atmosferi teneffüs eden
mü’minler topluluğu; sürekli birbiriyle yardımlaşarak, birbirinden güç ve
kuvvet alarak, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye ederek, hep iyiye doğru ilerleyerek
tevhidî çizgide bütünleşir. Camiler, mü’minlerin eğitim ve öğretimini,
birlik ve dayanışmasını, istişare ve organizasyonunu sağlayan mekânlardır.
İslâmî hayâtın mihveridir.
Ezanlar bir inkılâp çağrısı olarak algılandığı zaman, namazlar bir tevhid
eylemi olarak hakkıyla ikame edildiği zaman, cami ve cemaatler gerçek
fonksiyonunu icra ettiği zaman; işte o zaman İslâm ümmeti yeniden dirilecek,
mü’minler felâh bulacaktır.643
Namazlar dirilmedikçe, ölü canlara ruh üflenmeyecektir. Canlanmak
için, diriliş, uyanış ve ayağa kalkmak için namazı ikame etmek/ayakta tutmak
şarttır.
643 Geniş bilgi için bk. Abdullah Yıldız, Namaz Bir Tevhid Eylemi, Pınar Y.
• 261 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Gördün mü? Ya o, doğru yol üzerindeyse,” (96/Alâk, 11)
On birinci âyet, Allah’ın gösterdiği yolu izleyen insanın, doğru bir yaşayış
içinde olduğunu bildirir. Bu gerçek, âyette kullanılan hüdâ kelimesi
ile dile getirilir. Hüdâ kelimesi,644 “Allah’ın merhamete dayalı hidâyeti ve
insana âyetler gönderip onu doğru yola sevk etmesi” anlamına gelir. Çünkü
Allah, merhamete dayalı rehberliğini ifade etmek için hüdâ sözcüğünü
seçmiş,645 insanın kendi istek ve seçeneğiyle doğru yolu bulup hidâyete ermesini
de, aynı kökten gelen ihtidâ kelimesi ile dile getirmiştir.646
Allah, insana âyetleriyle doğru yolu gösterir. O’nun âyetlerini tasdik
edip iman eden ve gösterdiği yolu izleyen insan hidâyete erer. Allah’ın âyetlerini
yalanlayıp doğru istikamete yönelmeyen kimse de, Kur’an’la gösterilen
yoldan yoldan sapmış olur. Bunun için hüdâ kavramı, insan açısından
hayatî bir önem taşır.
Bu âyet, iman etmiş bir insanın, İslâm’ı ciddiye alıp onun ilke ve değerlerinden
tâviz vermeden yaşaması gerektiği mesajını verir. Ayrıca zor
şartlara rağmen, İslâm’ı yaşama ve yaşatma amacıyla sarf edilen çabaların,
Allah tarafından minnetle karşılanıp ödüllendirileceği müjdesini de içerir.
647 İslâm’ı ciddiye almak ve bireysel olarak yaşamak önemlidir; ama yeterli
değildir. Ayrıca onu hayata taşıyıp insanlar arası ilişkileri düzenleyen
dinamik ve sosyal bir nizam haline getirmek de gerekir. Çünkü Peygamber
(s.a.s.) sadece duyurucu değil, aynı zamanda buyurucudur.648
“Hiç o hidâyet üzere midir diye geldi mi aklına?: Zımnen: Bir kez olsun
önyargısız bakmak aklına gelmedi mi?
Ey Ebû Cehil! Allah için namaz kılan ve yalnızca O’na ibâdet eden Muhammed’in
doğru yolda olmadığına inandığın için ona işkence etmek istiyorsun.
Peki ya o kul, doğru yolu bulmuş ise o zaman senin halin ne olur?
Muhammed’in getirdiklerini iyi düşün! Nefsine uyma!
644 Hüdâ kelimesi, sözlükte irşâd etmek ve yol göstermek gibi anlamlara gelen “h-d-y” kökünün türemiş
şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, 15/353-360).
645 Bk. 92/Leyl, 12; 53/Necm, 23; 39/Zümer, 23; 20/Tâhâ, 123 vb.
646 Bk. 10/Yûnus, 108; 17/İsrâ, 15; 20/Tâhâ, 135 vb.
647 Bk. 76/İnsan, 22
648 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s. 27
• 262 •
Ahmed Kalkan
Taberî diyor ki: “Söyle bakalım şâyet, namaz kılması engellenen Muhammed,
Rabbine namaz kılarken doğru yol üzere ise veya kendisini namazdan
engelleyene, Allah’tan korkmasını ve azabından çekinmesini emrediyor
ise, Muhammed’in namaz kılmasına engel olmaya çalışan Ebû Cehil
de Muhammed’e gönderilen gerçeği yalanlıyor ve ona sırt çevirip onu
tasdik etmiyorsa durum ne olacaktır?”649 Söyle bakalım, o kul ya doğru yolda
giden, Allah’ın hidâyetine tabi olan, hayatını Allah’tan gelen vahiyle düzenleyen
veya Allah’a karşı gelmekten sakınmayı buyuran bir kimse ise.650
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Baksana. Yani bak, gör,
düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? “Ya o kul doğru yolda olur, yahut
kötülüklerden sakınmayı emrederse”. Bu şart cümlesi olduğu için cevabı
hazfedilmiştir. Emera, kâne fiillerindeki gizli zamirler “abd=(kul)a da, yasaklayana
da ait olabilir. Ve ona göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur.
Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur
ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: “Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu
alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidâyet, doğruluk, hak üzere gitse yahut
onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takvâ ile Allah’tan korkup
fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah’ın iyi,
kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?”
Zamir yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun
olarak kula yönelik olup mânâ şu olur: “Ey o okumakla emredilip de namaz
kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün
ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hak ve hidâyet üzere
gitse yahut namazdan alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse
ne iyi olurdu. O hâlâ Allah’ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?”651
“Yahut takvâyı emrettiyse?” (96/Alâk, 12)
Eğer o kul insanları Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çağıran
biri ise o zaman halin ne olur bir düşünsene!?
Bir düşün bakalım ne dersin şu namaz kılan ve onun namaz kılmasını
engellemek için karşısına dikilen kimse, doğru yolu izleseler ya da takvâyı
emretseler, fena mı olur. Sonra o kul kendisi doğru yolu izleyip takvâyı em-
649 İbn Cerir et-Taberi, Tefsir, Hisar Y., 9/173
650 Ali Küçük, Alâk Sûresi Tefsiri.
651 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Yayınları: 9/330-331
• 263 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
rederek insanlara kötülüğü yasak etse fena mı olur? Bir de yaptığı çirkin işe
daha da çirkinini eklerse ne dersin?652
İşte bu yüzden on ikinci âyette, İslâm’ı, hayatın sosyal ve dinamik nizamı
haline getirmenin, en kısa formülü verilir. Bu formülün merkezî elemanlarını
emera ve takvâ kelimeleri oluşturur. Âyetteki emera sözcüğü,653
daha çok “her alanda etkili ve yetkili olan kişi veya otorite”yi ifade eder. Bunun
için ulu’l emr terkibi, öncelikle “iktidar ve yönetim/kamu işlerini yönetenler”
anlamına gelir. O zaman bu âyet, İslâmî etkinliğin, bireysel alanla
sınırlı kalmayıp ayrıca sosyal alanı da kapsadığına işaret eder.
İslâm, Mekke döneminde devlet olarak değil; din olarak vardı. Peygamber
(s.a.s.) de bu dönemde, dinin hükümlerini tebliğ eden bir elçiydi; henüz
bağımsız bir toplumun devlet yöneticisi konumuna gelmemişti. Ama Hz.
Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği, sadece ahlâkî ve uhrevî bir içerikle
sınırlı değildi; onun misyonu bir o kadar da dünyevî, hukukî, askerî ve siyasiydi.
Nitekim, İslâm’ın doğuş sürecinin, daha sonra egemen bir devlet
haline geliş süreci olarak tamamlanmış olması, değinilen tespiti doğrulamaktadır.
Kur’an’ın nüzul sırasına göre ilk kez bu âyette yer alan takvâ kelimesi654
her ne kadar sözlükte “korkmak, sakınmak, bir tehlikeden veya zarardan bir
şey aracılığı ile korunmak” gibi anlamlara gelse de,655 Kur’an’da bu kelime,
“sıradan bir korku”yu belirtmek için değil; “Allah’a karşı sorumluluk bilinci
içinde olmayı ve O’na derin bir saygı duyma”yı ifade etmek için kullanılır.
Kur’an vahyinin ilk yıllarında inen âyetlerde, takvâ kelimesinin daha çok
müşriklere karşı Allah’ın âhiretteki azâbından korkmaları ve çekinmeleri
bağlamında kullanıldığı,656 fakat daha sonra inen âyetlerde bu kelimenin
652 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
653 Emera fiili, sözlükte “buyurma, yaratma, çoğalma, bir şeyin yapılmasını isteme, iş ve durum” gibi
anlamlar taşıyan “e-m-r” kökünün türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab, 4/26-34). “E-m-r” kökünün
kullanıldığı âyetler incelendiğinde bu sözcüğün, ayrıca şu anlamlara geldiği de görülür: danışma ve fikir
belirtme (bk. 3/Âl-i İmrân, 154; 7/A’râf, 110); Tedbir/işi sıkı tutma (bk. 9/Tevbe, 50); Sorumluluk (bk. 65/
Talâk, 9); Otorite (bk. 4/Nisâ, 59, 83);Bölünme, çekişme ve tartışma (bk. 23/Mü’minûn, 53; 20/Tâhâ, 62;
azap (bk. 11/Hûd, 43, 44, 82); Hüküm (bk. 65/Talâk, 5); Ölüm (bk. 57/Hadîd, 14); Kıyâmet (bk. 16/Nahl,
1); Takdîr ve kazâ (bk. 10/Yûnus, 3; 13/Ra’d, 2).
654 Takvâ kelimesi, sözlükte “korkmak, sakınmak, koruyup himaye etmek” gibi anlamlar taşıyan “v-k-y” (bk.
Lisânu’l Arab,, 15/401-402) veya “güç ve kuvvet” anlamlarına gelen “k-v-y” (bk. İnsanlık ve Sevgi Dini, s.
14) kökünün türemiş şeklidir.
655 Bk. Râğıb el-İsfehanî, Müfredât, s. 881
656 Bk. 96/Alâk12; 91/Şems, 8; 92/Leyl, 5; 53/Necm, 32 vb.
• 264 •
Ahmed Kalkan
anlam sahasının giderek genişlediği ve sonunda takvâ kavramına, “Allah’a
saygı duymak, sahih inanç ve sâlih amelle O’nun azâbından korunmak” anlamının
yüklendiği görülür.657
Çünkü, Kur’an’da ibâdetlerin rûhu, yapılan işlerin asıl cevheri ve bütün
İslâmî hükümlerin tek gâyesi olarak geçen kavram, takvâdır.658 Bunun için
Kur’an’da takvâ, herhangi bir tehlikeden değil, Allah’ın azâbından ve insanı
bu azâba sürükleyecek “günahlardan sakınma” anlamına gelir. Öyleyse
takvâ, helâlden sakınmak değil, haramdan ve haram olma şüphesi taşıyan
şeylerden uzak durmaktır. Allah’ın mubah saydığı ve insanlara helâl kıldığı
şeyleri ter etmenin bir erdem olmadığı, bu tür davranışların takvâ sayılamayacağı,
Kur’an ve Sünnette açıkça belirtilmiştir.659
Kur’an’da takvâ ile ilgili âyetler incelendiğinde, onun: “Ebedî azaptan
korunmak için Allah’a şeksiz olarak inanmak ve şirkten sakınmak”;660 “büyük
günahları işlemekten, küçük günahlarda da ısrar etmekten sakınıp
farzları yerine getirmek”;661 “kalbi Hak’tan alıkoyacak her şeyden uzaklaşmak,
tam bir samimiyetle Allah’a bağlanmak”662 gibi üç mertebesinin olduğu
görülür. Takvâ, başarı ve kurtuluş vesilesi,663 Allah katında makbul
insan olma mazhariyeti664 ve İslâm’da üstünlük ölçüsüdür.665 O, dinin canı,
dindarlığın rûhu, Kur’an’ın rehberliğinin gâyesi, bütün ahlâkî tâlimlerin de
özüdür. Zira takvâ, câhiliye gibi saygısızlığı, küstahlığı ve barbarlığı değil,
aksine ağır başlılığı ve uygarlığı ifade eden bir güzellik ve kibarlık erdemidir.
666 İslâm’ı, Allah’ın istediği, Elçisinin gösterdiği ölçüler içinde yaşamaktır.
Eğer takvâdan maksat bu olmasaydı, takvâ bir kemâl ve kurtuluş yolu
sayılmazdı. İnsanın, sürekli Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde hareket
etmesi, sahih takvâ göstergesidir. Allah, hiçbir muttakî eylemi geçersiz kılmayacak,
tam aksine büyük bir minnet ve ödülle karşılayacak; gelecek de,
Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselerin olacaktır.667
657 Bk. 7/A’râf, 26; 2/Bakara, 197, 237; 48/Feth, 26; 9/Tevbe, 108-109 vb.
658 Bk. 5/Mâide, 93; 16/Nahl, 90
659 Bk. 5/Mâide, 87; Zebidî, S. Buhârî Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, 11/253
660 Bk. 48/Feth, 26
661 Bk. 5/Mâide, 93; 7/A’râf, 16
662 Bk. 3/Âl-i İmrân, 102
663 Bk. 7/A’râf, 128; 11/Hûd, 49 vb.
664 Bk. 5/Mâide, 27; 16/Nahl, 128
665 Bk. 49/Hucurât, 13
666 Bk. 2/Bakara, 189, 206; 48/Feth, 26
667 Bk. 7/A’râf, 128; 11/Hûd, 49; 20/Tâhâ, 132 vb.; Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s.
• 265 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa?” Yahut da, çağırmakta:
Buradaki emr’in “buyruk ve tâlimat” anlamına gelmediği açıktır; zira sahibi
âmir makamında değildir. Emr, tıpkı el-emr bi’l-ma’rûf’taki gibi bir öneri ve
dâvet ifade eder. Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa?: Yani, ibâdeti
engelleyen, hidâyeti engellemiş ve sorumsuzluğa çağırmış olur.
Takvâ: Kök mânâsı, “biri diğerine zarar veren iki şey arasına engel koyarak
zarar göreni zarar verenden korumak” demektir. “İtteka bi-terasihî/
kalkanıyla kendini korudu, sakındı” denilir. Bir sahâbî savaşın en şiddetli
ânında Allah Rasûlü’nün ardına sığınarak korunduklarını “ittekaynâ
bi-Rasûlillâh” cümlesiyle dile getirir. Hz. Peygamber takvâyı şöyle açıklar:
“Birbirinize haset etmeyin! Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara
sokmak için bir malı methedip fiyatını arttırma yarışına kalkışmayın!
Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize yüzçevirip arka dönmeyin! Sizden bazılarınız
diğer bazılarınız üzerine alış-verişe girişmesin! Ey Allah’ın kulları,
kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana
zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımsız bırakmaz.
Onu hor ve hakir görmez. Takvâ işte budur/buradadır.” Rasûlullah:
“Takvâ işte buradadır” sözünü üç defa tekrarladı ve her seferinde eliyle göğsünü
gösterdi.668 Bu hadis ekonomik, sosyal, ahlâkî, itikadî ve siyasal her
alanda tavsiyeler içermektedir. Nebî, bunların tümünü takvâ başlığı altında
ele alabilmektedir. Bu da bizi “insanı sorumlu hareket etmeye götüren sorumluluk
bilinci” tarifine ulaştırır.669
“Gördün mü, ya şu diğeri (Ebû Cehil) yalanlıyor ve yüz çeviriyorsa?”
(96/Alâk, 13)
On üçüncü âyet, inkâra tutkun, kibir ve inatla dolu bir mizacın, İslâm’a
karşı takındığı kaba ve ham tavrı dile getirir. İnkârcı ve inatçı insanın bu
tipik tavrı, âyette yer alan iki temel kavramla açıklanır. Bunlardan ilki kezzebe
kelimesidir.670
28-29
668 Müslim, Birr 32
669 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Y., s. 1263
670 Kezzebe fiili, sözlükte “yalanlamak” anlamına gelen “k-z-b” kökünün türemiş şeklidir (bk. Lisânu’l Arab,
I/704-711).
• 266 •
Ahmed Kalkan
Bu sözcük, yalanladı, gerçek olan bir sözün veya haberin, gerçek olmadığını
söyledi gibi anlamlara gelir.671
Yalan, “asılsız, gerçeğe uymayan ve başkalarını kandırmak için söylenen
sözdür.” Hak önünde hisle davranmak, halkı kandırmak ve haksızlığı
hak diye göstermektir. İkincisi ise, “Haktan, hakikatten yüz çevirdi ve uzaklaştı”
anlamına gelen tevellâ kelimesidir.672
İnkârın nüvesi ve en tipi tezâhürü, tekzipte yani hakkı yalanlamada görülür.
Çünkü tekzip, Allah’ın âyetlerini ve nimetlerini, Peygamber’in (s.a.s.)
getirdiği haberleri yalanlamak; vahye yalanla müdâhale etmek, bütün ahlâkî
ve hukukî kuralları yok saymaktır. Tekzibin altında yatan asıl illet ise
kibirdir. Kibirli insan, iyi ile kötüyü ayırt edemez, Allah’ın lutfettiği nimetleri
ve takvâ sahibi bir mü’minin îfâ ettiği iyi hizmetleri göremez; yaptığı
kötü işler için de Allah’tan bağış dileyemez. O, kör bir saplantı içinde kalıp
sayısız felâketlere sebebiyet verir.
Bu âyette, İslâm inancına ve insana karşı girişilen özel saldırganlığa;
inkâr ve şirk zihniyetinin, İslâm’a önyargılı yaklaştığına işaret edilir. Ayrıca
hâkim güçlerin her asırda İslâm’a karşı duydukları kinin, çağların beşiğinde
sürüp gideceğine de dikkat çekilir. İnsanın dünyadaki tavrının, Hakk’a ve
halka husûmet değil, ahlâkî dürüstlük ve doğruluk içinde hayatını idâme
ettirmek olması gerektiği mesajı verilir.673
“O, Allah’ın gerçekten her şeyi görmekte olduğunu bilmiyor mu?” (96/
Alâk, 14)
On dördüncü âyet, insanın her an Allah’ın gözetimi altında olduğunu
bildirir. Kur’an’da Allah’ın herkesi görüp her şeyi gözetimi altında bulundurduğunu
belirtmek için kullanılan kavramlardan biri de bu âyette yer
alan yerâ fiilidir. Bu sözcük; “görür ve bilir” anlamına gelir;674 Kur’an’da da
çeşitli sîgalarda Allah’a nisbet edilir.675 Allah; kör, sağır ve âciz değildir. O,
671 Bk. M. İsmail İbrahim, Mu’cemu’l Elfâzı ve’l A’lâmi’l Kur’âniyye, s. 449
672 Tevellâ fiili, sözlükte “yüz çevirmek ve geri dönmek” gibi anlamlar taşıyan “v-l-y” kökünün türemiş
şeklidir (Bk. El-Kamusu’l Muhît, s. 1209).
673 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s. 29
674 Kur’an’da yer alan ve Allah’ın her şeyi gördüğünü belirten diğer kelimeler: Basîr (bk. 25/Furkan, 29),
nezara (bk. 7/A’râf, 129), ayn ve a’yundür (bk. 20/Tâhâ, 33; 52/Tûr, 48).
675 Bk. 96/Alâk, 14; 20/Tâhâ, 46; 26/Şuarâ, 118 vb.
• 267 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
insanları görür, sözlerini işitir, ne maksatla ve nasıl iş yaptıklarını da bilir.
Çünkü değişmezlik ve erişilmezlik vasfının tek sahibi Allah’tır.
Kur’an, kendi vahyediliş düzeni içinde ele alınıp incelendiği zaman,
onun insan ve hayat gerçeğini dikkate aldığı görülür. O, inkârcı insanın
hiç kimsenin kendisini görmediği varsayımı içinde hareket ettiğini bildirerek676
gerçekçi bir tespitte bulunur. İnkârcı insan, kimseye karşı sorumlu
olmadığını sanır, sahip olduğu sınırlı bilgi, geçici servet ve yalancı şöhret
gibi sebeplerle üstünlük vehmine kapılır. Boş gururundan dolayı da kendi
vehmine ters düşen bütün hakikatleri inkâr eder.677 İşte bundan dolayı,
Kur’an’ın nüzul sırası itibarıyla Allah isminin ilk olarak geçtiği bu âyette,
insana öncelikle O’nun gözetimi altında olduğu gerçeği bildirilir. Bu âyette
yer alan Allah ismi, vahiy dilinin en yüksek mânâlı kelimesidir.
Genel kabule göre Allah ismi, herhangi bir kökten türemiş değildir. Allah’ın
yüce zâtına ait özel ismidir. Bunun için O’ndan başka hiçbir varlığa
Allah ismi verilmez. “…Hiç, ismi O’nunla birlikte anılmaya değer bir başkasını
tanıyor musun?”678 anlamındaki âyet, Allah adını taşıyan başka bir
varlık olmadığını; “Hiçbir şey O’na benzemez.”679 meâlindeki âyet de, O’nun
benzeri hiçbir varlığın bulunmadığını bildirir. Allah benzersizdir; hiçbir
şey O’na benzemez ve O’nunla mukayese edilemez.680
Allah isminin, dil yönünden kendine özgü başka özellikleri de vardır.
Bunlardan en önemlisi, Allah isminin ikil/tensiye ve çoğul/cemî şeklinin
olmayışıdır. Yüce Yaratıcı’nın tek olduğunu ifade ettiği için bu ismin, hep
tekil/müfret şekli kullanılmıştır.
Allah, vahiy dilinin en yüksek mânâlı tek ismidir. O, varlık ve oluşun
tamamına hâkimdir. Kur’an O’nu, aşkınlık, yakınlık ve yetkinlik ifade eden
kavramlarla tanıtır.681 Bunun için Allah, Kur’an’ın anlattığı ve tanıttığı gibidir.
676 Bk. 90/Beled, 7
677 Bk. 96/Alâk, 6-7; 40/Mü’min, 82-83
678 19/Meryem, 65
679 42/Şûrâ, 11
680 Bk. 112/İhlâs, 4
681 Bk. 43/Zuhruf, 84-85; 50/Kaf, 16; 2/Bakara, 186 vb.
• 268 •
Ahmed Kalkan
Kur’an’ın temel amacı, insana, her şeyin merkezinde Allah düşüncesinin
yer aldığı bir dünya görüşü kazandırıp onu tevhid inancına ve muktedir
ulûhiyet anlayışına ulaştırmaktır. Bunu için Kur’an, daha işin başında insana,
Allah’ın her şeyi gördüğü gerçeğini hatırlatmıştır. Çünkü İslâm inancının,
yaşanan bir realite olarak insan hayatına girmesi, insanın öncelikle bu
gerçeği kavramasına ve onun gereğini yerine getirmesine bağlıdır. Peygamber’in
(s.a.s.), Kur’an’ın lafzına ve rûhuna sâdık kalarak ihsân, Allah’ı görüyormuş
gibi O’na ibâdet etmendir; her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da
O, seni görür.”682 anlamında tanımlanması, değinilen tespitin doğruluğunu
ortaya koymaktadır. Bilgiler, akla ve vahye uygun davranışlarla gündelik
hayata aktarabilirse, insana faydalı olur. Bu da bilgi değerinin, doğru inanç
ve iyi işlerle bütünleşmesi sonucu gerçekleşebilir. Zaten, hakikat bilgisine
dayalı yüksek seviyede bir fikir geleneği de ancak böyle oluşur.
Sonuç olarak bu âyet, görme vasfından mahrum olmanın, muktedir
ulûhiyet anlayışına gölge düşüreceğine işaret eder; Kur’an’ı, tefekkürün;
İslâm’ı da hayatın dışında tutanların, kurtuluşa ve kemâle eremeyecekleri
mesajını verir.683
“Ama (ey muhâtap!) Baksana şu engel olmaya kalkışana,
İbâdete kalkan bir kula!
(Ve sen, ey ibâdete engel olan!) Hiç o hidâyet üzere midir diye geldi mi
aklına?
Yahut da, çağırmakta mıdır diye sorumluluğa?
Düşündün mü hiç: Eğer o hakikati yalanlasa ve sırt dönmüş olsa Allah’a,
Kendisini bilmez mi ki, Allah görür mutlaka.” (96/Alâk, 9-14)
“Namaza/ibâdete kalkan bir kula!” Bir insanı meşgul ederek ibâdetten
alıkoymak da bu kapsama girer. Burada namaza engel olmaktan amaç, dinin
sosyal hayata görünür kılınmasına engel olmaktır. Bununla amaçlanan
sosyal hayatı Allah’tan koparmaktır. Allah’tan kopmuş bir sosyal hayat an-
682 Bk. Ahmed ez-Zibidî, Riyâzu’s Sâlihîn, I/58
683 Fahrettin Yıldız, Tefsir Notları 1, basılmamış çalışma, s. 30-31
• 269 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
lam ve ahlâktan da kopmuş olacaktır. Hangi çağda yaşanırsa yaşansın, bunun
adı “Ebû Cehillik”tir.684
“Gördün mü? Ya yalanlayıp yüz çevirdiyse” (96/Alâk, 13)
Muhammed’i (s.a.s.) ve getirdiği Kur’an ve sünneti yalanlayan, imandan
yüz çeviren kimselerin yaptıklarını gördünüz mü? Duydunuz mu?
İşte burada da daha önceki bölümün sonundaki gibi üstü kapalı tehdit
gelmektedir:685
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Gördün mü?” Bunda da
iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna göre şöyle demek
olur: “Baksana yahut gördün ya ey Muhammed! Sen doğru olduğun, hakkı
söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor, inanmıyor ve
(öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine gidiyorsa iyi
mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle demek
olur: “Baksana, ey o kulu namazdan alıkoyan azgın! Eğer o kul senin yasaklamanı
dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse iyi
mi olur?”686
“Allah’ın gördüğünü bilmiyor mu?” (96/Alâk, 14)
Ebû Cehil ve onun gibi olanlar bilmiyorlar mı ki Allah onların yaptıklarından
haberdardır, onları mutlaka hesaba çekecektir.
Taberî diyor ki: “Muhammed’i namaz kılarak Rabbine ibâdet etmekten
engelleyen Ebû Cehil, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmiyor mu? Onun
kıskıvrak yakalamasından ve cezalandırmasından korkmaz mı?”687
Öyle anlaşılıyor ki, burada her insaflı insan muhâtap kabul edilmiştir.
Onlara şöyle sorulmaktadır: Allah’a ibâdet eden kullara engel olan o kişinin
hareketini gördünüz mü? İnsanları Allah’tan korkutan, onların kötü işlerine
engel olmaya çalışan kulun doğru yolda olmadığını ne biliyorsun? Bu
kişi Hak’kı yalanlayarak ona karşı koymakta ve onu yalanlamaktadır. Bu ne
biçim bir harekettir? Bu kul (Rasûlullah) iyi işler yapmaktadır. Diğeri ise
684 M. İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Y., s. 1279
685 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
686 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 9/331
687 İbn Cerir et-Taberi-Tefsir, Hisar Yayınları: 9/173
• 270 •
Ahmed Kalkan
Hakkı yalanlayarak yüz çevirmektedir. Burada zâlimin zulmünü ve mazlumun
mazlûmiyetini Allah’ın gördüğü belirtilerek şu sonuca varılmıştır:
Zâlim cezalandırılacak ve zulme uğrayana da yardım edilecektir.688
Allah onu yalanlamasını ve doğru yoldan yüz çevirmesini görmektedir.
Doğru yolu izleyen, takvâyı emreden mü’min kulun namaz kılmasını
engellerken onu görmektedir. Görüyor ve bu görmenin elbette bir neticesi
vardır. Bu,sert ve şiddetli bir ifade ile tam zamanında yapılmış bir tehdiddir.
689
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Allah’ın her şeyi mutlaka
gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan Allah mutlaka doğruyu
da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline
göre cezasını verir. Bu “e lem ya’lem” ifadesinin zamiri de “E raeyte” hitabının
karşılığına ait olarak bir bakıma “Abd”e bir bakıma da yasaklayana
işaret eder. Hitap, yasaklayana olduğu durumda zamir, “Abd”e işaret ederek
istifham-ı inkârî (olumsuz soru) olarak: “O kul Allah’ın her şeyi gördüğünü
bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın!” demek olur. Hitap, peygambere
olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret edip istifham-ı takdirî
(cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: “O azgın hâlâ bilmedi mi?
Hâlâ bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de hepsini görüp duruyor
ey Muhammed!” demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi ifade eder.
“Keşşaf ’ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak câiz olsa bile
sözün başlangıç cümlesi olması daha uygundur.690
Baksana! Şu namaz kıldığı zaman, (Allah’ın) kulunu engelleyene…
Ne dersin? Ya o (namaz kılan) kul, gerçekten dosdoğru yolda ise veya
takvâyı, Allah’a karşı hata etmekten sakınmayı emrediyorsa?
Ne dersin? Ya da bu (adam), hakkı yalanlıyor ve ona sırtını dönüyorsa?
O (adam, yaptıklarını) Allah’ın gördüğünü hiç bilmiyor mu? (96/Alâk,
9-14)
688 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yayınları: 7/176
689 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
690 Zemahşeri, Keşşaf: 4/271; Elmalılı M. Hamdi Yazır, a.g.e., 9/331
• 271 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Hal böyleyken şimdi: “Sen, namaz kılan kulu bundan men edeni gördün
mü?”
Sen şu namaz kılan bir kulu bundan engellemeye çalışanı, namaza engel
koyanı, namazdan nehy edeni gördün mü? Bir baksana şu Allah kulunun
namazına engel olmaya çalışıp, onunla namaz arasına barikatlar koymaya
sa’y edene. Bu âyetler de Ebû Cehil ve onun gibi kıyâmete kadar namaz
kılanı engellemeye soyunan, dini yalanlayıp ondan yüz çeviren tâğutları
anlatır.
“Söyle bakalım, ya o kul doğru yolda giden veya Allah’a karşı gelmekten
sakınmayı buyuran bir kimse ise.”
Söyle bakalım, o kul ya doğru yolda giden, Allah’ın hidâyetine tâbi olan,
hayatını Allah’tan gelen vahiyle düzenleyen veya Allah’a karşı gelmekten
sakınmayı buyuran bir kimse ise. Yani o kul Allah’ın koruması altına giren,
Allah’la yol bulan, hayatını Allah’a sorarak yaşayan birisiyse. Takvâyı yaşayan,
takvâyı emreden birisiyse. Böyle hayatını Allah adına yaşayan, Allah’ın
istediği şekilde yaşayan bir kulu namazdan engellemeye çalışanı gördün
mü?
“Gördün mü bu adam yalanlayıp yüz çeviren bir kimse ise.”
Allah’ı, Allah’ın dinini, Allah’ın hayat programını, Allah’tan gelen
âyetleri yalanlayan, yalan sayan, yok farz eden ve de O’ndan yüz çeviren,
O’nunla ilgilenmeyen, O’ndan habersiz bir hayat yaşayan kişiyi görmedin
mi? Kendisini, kendi bilgisini, kendi hevâ ve heveslerini putlaştırıp o istikamette
kendisine bir hayat programı çizerek burnunun doğrultusuna gideni.
“Onu namaz kılmaktan men eden, bunu yaparken Allah’ın her şeyi
görmekte olduğunu bilmez mi?”
Allah kulunu namazdan engelleyen bu ahmak bilmiyor mu ki, Allah
her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun
yolcuları, şu namaz kılanı nehy edene, şu namazla bedensel bir kulluk
icrâ eden kişiye engeller koymaya çalışarak onu namazdan, Allah’a kulluktan
alıkoymaya çalışan şu alçağa bir baksana! Bir baksanıza! Görmüyor
musunuz bu namaz düşmanını? Tanımıyor musunuz onu? Anlayamadınız
mı onları? Ne dersin bu konuda? Ne düşünüyorsunuz bu hususta? Ya o hi•
272 •
Ahmed Kalkan
dâyette ise! Ya o kişi gerçekten imanının gereği olarak kılıyorsa bu namazı!
Ne biliyorsunuz, ya gerçekten Allah için yaşıyorsa bu adam hayatını? Be
alçak Ebû Cehil! Be alçak Ebû Cehil yolunun yolcuları! Be alçak tâğut ve
benzerleri! Sizler bunu engelliyorsunuz ama hiç düşünmüyor musunuz? O
takvâyı emretmiyor mu? O takvâyı yaşamıyor mu? O, imanından dolayı
namaz kılmıyor mu? O, imanının gereği olarak örtünmüyor mu? Nasıl ve
ne hakla engelliyorsunuz onu?
Namaz kılan, Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışan, Allah’a kulluğunun
gereğini yerine getirmek üzere başını örten, takvâ gereği bir kılık-kıyafete
bürünen Müslümanı, “yok efendim bu takvâ gereği örtünmüyor, Müslümanlık
gereği örtünmüyor. Siyasal bir düşünceyle örtünüyor, siyasal bir
simge olarak örtünüyor” diye mahkûm etmeye ne hakkınız var? Nereden
biliyorsunuz onun takvâ gereği, Allah’a kulluk gereği olarak bunları yapmadığını?
Haydi, öyle kolaysa siz de örtünsenize! İnanmayan birisinin bunları
yapması mümkün mü? Bunu bilmiyor musunuz?
Burada namazı engelleyenler anlatılıyor. Namazı engelleyenlerin Ebû
Cehil olduğu, tâğut olduğu anlatılıyor. Bilelim ki namazı engelleyen herkes
ve her şey tâğuttur. Takvâyı engelleyen, Allah kullarının Allah’ın istediği
gibi bir hayat yaşamalarını engelleyen, Allah kullarını, Allah’ın, Kitabında
istediği bir hayatı yaşamaktan engelleyen, Allah’ın yasalarını uygulamak
isteyen, Allah’ın istediği gibi giyinmek, Allah’ın istediği gibi okumak isteyen
kimselere yasaklar koyan herkes tâğuttur.
Peki, kim engeller namazı? Ne engeller namazı? Bakıyoruz bugün Allah
kullarının namazlarını neler engelliyor? Kimler engelliyor?
Müslümanların namazını çek, senet, borç derdi engelliyor. Dükkân,
tezgâh engelliyor. Çok kazanma derdi, müşteri engelliyor, diploma, doktora
derdi, meslek, oyun, televizyon, müdür, âmir, patron, baba, ana, arkadaş
engelliyor. Bilelim ki bunların hepsi tâğuttur. Namazı engelleyen herkes ve
her şey tâğuttur. Kimileri Ebû Cehil gibi bizzat kendi elleriyle engeller;
kimileri iş programını, ders programını namaz vaktine denk getirerek
engeller. Kimileri kendilerine kulluğu Allah’a kulluğa denk tutarak, “vazife
(askerlik, eğitim vb.) kutsaldır, göreviniz için iş ânında namazı terk
etseniz de fark etmez” diyerek kendilerine hizmet adına engeller.
• 273 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Herhangi bir programın namaz vaktine denk getirilerek namazın engellenmesi
de tâğutluktur. Namaz vaktine denk getirilen ve Müslümanların
namazlarını engelleyen her program tâğuttur. Eğitim, namaz vaktine denk
getirilir. Aslında namazlar, hayatın yapı taşlarıdır. Hayatı Allah namazla
doldurup belirlemiş. Namazla belirlenen hayat içinde uykuya yemeğe,
okuyup yazmaya, gerekli tüm şeylere zaman ayırmamıza izin veriyor. Ama
bütün bunlar namaza göre ayarlanacak. Yani önce namaz, sonra namazdan
arta kalan zamanda da bunlar yapılacak. Çünkü yaratılış amacımız namaz
ve benzeri ibâdetlerdir, Allah’a kulluktur.691
Biz bu dünyaya seçim ve geçim için değil; imtihan için geldik. Kulluk
yapmak için yaratıldık. Hayatımız hep namazdaki gibi Allah’ın koyduğu
kurallara göre değerlenmeli. Her ânımızı namazdaki gibi kulluk bilinciyle
geçirmeliyiz. Namazdan, ibâdet arta kalan zamanlarımızı meşrû dünyevî işlere
ayırmalıyız. O işleri yaparken de namazdaki bilinci oralara taşımalıyız.
Namaz aralarını namazdan aldığımız mesajla doldurmalıyız. Namazı kılıp
namazdan kurtulmak değil; namazla kurtulmak şiarımız olmalı. Tahsildara
vergi verir gibi değil; Allah’la diyaloga geçer gibi kılmalıyız namazlarımızı.
Başka neler engeller namazı? Tefrikalar, dedikodular engeller. Gıybetler,
oyunlar, eğlenceler engeller. Meselâ öyle bir eğitim sistemi uygulanıyor
ki, baştan sona namaza karşı, vahyi reddeden bir anlayış(sızlık).. Bu eğitim
sisteminden geçen çocuklar tevhidin, namazın adını bile duymuyorlar. Onlara
namaz eğitimi vermek, onlara namazı anlatmak şöyle dursun, namazın
kokusunu bile hissettirmezler. Namaz kılanlar alaya alınır, engellenir,
ama sonra da “Namazı biz serbest bıraktık, onu engelleyen mi var?” derler.
Hem namaz eğitimi vermez, imansız, kitapsız, namazsız insan yetiştirirler,
hem de arkasından “isterseniz kılın, sizi bundan engelleyen mi var?” derler.
“Namaz kılan var da biz onlara kim karışıyor?” derler. Peki, nasıl kılsın bu
çocuk namazı? Niye kılsın? Hem insanları putperest yapmaya çalışacaksınız,
müşrik vatandaş yetiştireceksiniz, dini doğru tanıtmayacak, namazı
benimsetmeyeceksiniz, imana ve namaza giden tüm yolları tıkayacaksınız,
hem de kişinin namaz kılmasını bekleyeceksiniz; olacak şey midir bu?
691 Bk. 51/Zâriyât, 56
• 274 •
Ahmed Kalkan
Meselâ sen evde çocuklarının namazına engel oluyor ve sabah namazına
kaldırmıyorsan veya onlara namazı öğretmeyerek, namaz eğitimi vermeyerek
engelliyorsan, namazın önündeki engelleri kaldırmıyorsan, bu
durumda çocuk namazsız olur elbette. İşte namazın önündeki engelleri
kaldırmayan, çocuklarını namaz konusunda bilgilendirip yönlendirmeyen
ebeveyn de bilsin ki, bu âyet-i kerimeye göre tâğuttur. Allah diyor ki: “Ama
bundan vazgeçmezse, andolsun ki, onu perçeminden, yalancı ve günahkâr
perçeminden cehenneme sürükleriz. O zaman, kafadarlarını çağırsın, Biz de
zebânîleri çağıracağız. Ey doğru yolda olan! Sakın ona uyma; sen secde et,
Rabbine yaklaş.” 692
Böyle yapanlar, böyle yaşayanlar, bu şekilde namaza engel olanlar, namaz
kılanları, Allah’a kul olmaya çalışanları engellemeye çalışanlar eğer
buna bir son vermezlerse, eğer bu tavırlarından vazgeçip Allah’la savaşmayı
bırakmazlarsa, mü’minlerin namazlarını engellemeye devam ederlerse, bu
Ebû Cehiller, bu çağdaş tâğutlar Müslümanları takvâyı ve namazı uygulamaktan
alıkoymayı sürdürecek olurlarsa, andolsun ki Biz onu ve onun
gibileri alınlarından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı, o günahkâr perçemlerinden
tutup yerden yere vuracak ve rezil rüsvay edeceğiz onları. Onlar
o zaman tüm güçlerini, tüm dostlarını, tüm avenelerini, tüm bakanlarını,
dekanlarını, tüm askerlerini çağırsalar da Biz yapacağımızı yaparız. Onlar
yandaşlarını çağırsınlar, biz de Zebânîlerimizi çağırırız.
Aslında namaz; Allah Teâlâ’yı övme, tesbih etme, O’na yakarma, O’nun
hakkı olan ibâdeti edâ etme, O’ndan rahmet ve hidâyet istemedir. İslâm’ın
emrettiği namaz en mükemmel unsurlardan oluşmuştur. Zira namaz müslümana,
vücut ve elbise temizliği ile Allah’ın huzuruna çıkmak için hazırlanılmasını
zorunlu tutar. Sonra (müşlüman) “Allahu Ekber” sözüyle sırf
Allah için her şeyden sıyrılarak namaza giriş yapar. Öyle ki bu söz başkalarından
özgür/bağımsız olmak, yücelik, kudret ve kuvvetin sadece Allah’a
ait olduğunu ifade etmek anlamına gelmektedir. İnsan; kıyam, rükû, secde,
oturuş gibi namazın rükûnlarından herhangi birini yaparken bu cümleyi
tekrar eder. Her rekâtın başında, hamd’in âlemlerin Rabbi Allah’a ait olduğunu
beiirten, sadece kendisine boyun eğip ibâdet etme, rahmet, hidâyet ve
yardımı yalnız O’ndan istemeyi öğreten Fâtiha sûresini okur. Her rekâtta,
Allah’ın büyük ve yüce ismini tesbih ederek rükû ve secde eder.
692 96/Alâk, 15-19
• 275 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Kur’an namaza çok büyük önem vermiş, onu iman ve takvânın ayrılmaz
unsurlarından kabul etmiştir. “Namazlarında huşû sahibi olup Allah’a
saygılı olan mü’minler felâha, umdukları hayra, kurtuluşa erişmiştir.”693
Kur’an, namazı; hastalık, cihad ve savaş durumunda bile olunsa; her şart
ve durumda, belli vakitlerde edâ edilmesi zorunlu bir görev ve farz olarak
nitelemiştir.
Birçok âyette; ahlâkî, rûhî ve sosyal açıdan namazın ulaştırdığı büyük
sonuçlara dikkat çekilmiştir. Şu âyetlerde olduğu gibi:
“Ey iman edenler, sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin, muhakkak
ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” 694
“O Kitab’da sana vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü
ve iğrenç şeylerden men eder. Elbette Allah’ı anmak (zikir, namaz ve Kur’an),
en büyüktür (en önemli ibâdettir). Allah ne yaptığınızı bilir.” 695
Allah, Peygamber’e (s.a.s.), başına gelen sıkıntılara karşı, namaz vesilesiyle
mücadele etmesini emretmiştir. Şu an konumuzu teşkil eden Alâk
sûresindeki son âyet de bu türdendir. Zira âyet, Peygamber’in (ve tüm
mü’minlerin) “engelleyici azgına” boyun eğmemesini, Allah’a secde edip
O’na yaklaşmasını emretmiştir ki, bu emredilen şeylerde güven ve gönül
huzuru bulunabilir ancak.
Kuşku yok ki iman, zikir ve huşû ile kılınan namaz; namaz dosdoğru
kılanın ancak Allah’ı ve O’nun azametini düşünmesini sağlar. Sonuçta
O’nun nefsi her lürlü korku ve endişeden kurtulur, gönül huzuru ve mânevî
kuvvet hisseder. Böylece namazı ikame edenin gözünde dünyanın bütün
büyük işleri değersizleşir. Allah’tan başka büyük, güçlü, kendisine zarar
veya fayda verecek bir kimseyi görmez. Sonra; içi ve dışı, sözü ve pratiği
çeliştiğinde nifak ve yalana bulaşmaktan hayâ eder. An be an Allah’ın huzurunda
durmak için hazırlandığında; Kur’an’ın belirttiği gibi çirkin işlerden
(fahşâ) ve kötülüklerden (münker) uzak durur,696 hırs ve cimrilik huylarından
temizlenir,697 gerçek anlamda saygıdeğer, erdemli niteliklerle süslenir.
693 23/Mü'm'inun, 1-2
694 2/Bakara, 153
695 29/Ankebût, 45
696 29/Ankebût, 45
697 70/Meâric 19, 34
• 276 •
Ahmed Kalkan
Buna göre şöyle denilmesi uygun düşmektedir: Sahibini çirkin ve yasak
işlerden alıkoymayan; O’nu erdemli ahlâkla süsleyip sâlih amel işlemeye
yöneltmeyen namaz sahih/sağlıklı olamaz. Bu durumu, Peygamber’den
(s.a.s.) rivâyet edilen birçok hadis ifade etmektedir: “Kimin namazı, kendisini
çirkin ve yasak işlerden alıkoymuyorsa onun namazı yoktur.”
“Kimin namazı, kendisini çirkin ve yasak işlerden alıkoymuyorsa namaz,
onun ancak Allah’tan uzaklığını arttırır.”
“Namaza itaat etmeyenin namazı yoktur. Namaza itaat etmek ise; namazın
kişiyi çirkin ve yasak işlerden alıkoymasıdır.” 698
“O, Allah’ın gerçekten her şeyi görmekte olduğunu bilmiyor mu?” (96/
Alâk, 14)
Allah’ın Görmesi
Bu âyetteki ifadenin ilk kez geçmesi dolayısıyla diyoruz ki; Kur’an görme
ve işitme eylemlerinin Allah’a nispet edildiği birçok âyeti içermekledir.
Bu eylemlerin nasıllığı konusunda ve buna benzer hususlarda en doğru
görüş, ilk İslâmî dönemin (ashâbın ve sonraki iki neslin) görüşüdür. Bu
görüş; (Allah’a nispet edilen eylemlerin) niteliği/keyfiyeti hakkında derine
dalmayıp, bu konu etrafında tartışma ve cedele girmemek; yaratmış olduğu
varlıklara benzemekten Yüce Allah’ı tenzih etmek ve Şûra 11. âyette yer
alan “Hiç bir şey O’nun gibi değildir” âyetine dikkat çimektir. Kastedilenin
böyle olması itibarıyla Aziz ve Celil Allah, (kendisini) sonsuz ilim, herşeyi
kuşatma, her şeye güç yetirme, evren ve evrenin içerisindeki varlıklara tam
hükümranlık, orada tam tasarruf etme ve benzeri bütün kemal sıfatlarıyla
vasıflanmıştır. Şûra sûresinde belirtileri ayetleri düşünen/inceleyen bir
kimse bu açıklamanın kuvvetli bir biçimde desteklendiğini görecektir:
“…O’na benzer hiç bir şey yoktur. O İşitendir, görendir. Göklerin ve yerin
anahtarları O’nundıır. Dilediğine rızkı açar ve kısar, O her şeyi bilendir.” 699
698 İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., 1/24-28
699 42/Şûrâ, 11-12; İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-hadis, Ekin Y., 1/28-29
• 277 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
- 15-19. Âyetler -
ِنيَةَ  دَِيه سَنَدْعُ الزَّ بَ  صِيَةٍ كَذَِبةٍ خَاطِئَةٍ فَلْيَدْعُ نَ  لنَّاصِيَةِ نَ  عَا بِ لْ ينْتَهِ لنَسْفَ ¹ كََّ لئِ نْ
بْ» كََّ لاَ تطِعْهُ وَا جْ سُدْ وَاقْتَ ِ
كََّ : hayır, hayır ¹ ينْتَهِ لْ لئِ نْ : eğer o, son vermeyecek olursa لنَسْفَعَا : elbette,
tutup sürükleyeceğiz لنَّاصِيَةِ بِ : alnından صِيَةٍ  كَذَِبةٍ نَ : alnından yalancı خَاطِئَةٍ
: ve günahkâr فَلْيَدْعُ : o halde çağırsın دَِيه نَ : derneğini سَنَدْعُ : Biz de
çağırıveririz ِنيَةَ  الزَّ بَ : zebânîleri كََّ : hayır, hayır لاَ تطِعْهُ : ona itaat etme
وَا جْ سُدْ : secde et بِْ» وَاق تَْ ve yaklaş
“Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden) yakalarız
(cehenneme sürükleriz).
O yalancı ve günahkâr alından.
O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.
Biz de zebânîleri çağıracağız.
Hayır, hayır; ona uyup itaat etme! (Allah’a) Secde et ve (yalnızca O’na)
yaklaş!” (96/Alâk, 15-19)
“Perçeminden yakalayacağız” sözü mecâzî bir ifade olup “Onu tutup
cehenneme atacağız, yüzünü kara çıkaracağız, yüzünü damgalayacağız, alçaltacağız”
gibi değişik şekillerde açıklanmıştır.700 Kendini kendine yeterli
gördüğü için azgınlık eden ve Allah’ın kullarının ibâdet etmelerine, dinin
emirlerini yerine getirmelerine engel olan kişinin, imtihan gereği bir süre
veya dünya hayatı boyunca serbest bırakılsa da sonunda bir gün gelip yakasına
yapışılacağı, hak ettiği cezayı göreceği bildirilmektedir.
Âyette bu cezanın dünyada mı yoksa âhirette mi verileceğine dair bir
açıklama yapılmadığına göre her ikisini de kapsadığı düşünülebilir. Nitekim
Ebû Cehil ve benzerleri müslümanlar karşısındaki yenilgileri ve tüke-
700 Bk. Fahreddin Râzî, 32/23
• 278 •
Ahmed Kalkan
nişleriyle bu dünyada cezalarını görmüşlerdir; ayrıca âhirette de cezalandırılacakları
birçok âyette haber verilmektedir. 701 “Onu alnından (perçeminden)
yakalarız.” Bu âyette geçen “nesfean” kelimesinin kökü olan sefaa’nın
şiddetli bir şekilde çekmek ve vurmak anlamına geldiği de söylenmiştir ki,
mutlaka onun yüzüne, alnına vuracağız (tokatlayacağız), demektir. Yani yakalanacağı
vakit aynı zamanda ona vurulacak, sonra da cehenneme doğru
çekilip sürüklenecektir.702 “Lenesfe’an” kelimesinin mânâsı andolsun, Biz
onun perçemini yakalarız, onu zelil ederiz demektir. Bazıları “Biz Kıyâmet
Günü’nde onu yakasından tutar, başını ayaklarıyla beraber bağlar, onu kütük
haline getirip cehenneme atarız demektir” demiştir. Nitekim bir âyette:
“Mücrimler simalarından tanınır da alnının saçlarından ve ayaklarından
yakalanırlar”703 denilmiştir.
Alın, azgın ve kibirli bir insanın yukarı diktiği en yüksek ve şerefli organıdır.
Başın yukardan en ön tarafına nâsıye denir ki yakalayıp yere çarpmaya
elverişli olan organ bu organdır, bu kısımdır. Belki o anda, akrabalarından
ve arkadaşlarından kendisine kuvvet ve güç katan kimseleri imdadına
çağırmak bu kişinin aklından geçebilir. “O zaman gitsin de taraftarlarını çağırsın.
Biz ise evet biz Zebânîleri çağıracağız.” Katı ve şiddetli zebânîleri çağıracağız.
O halde savaşın sonucu bellidir. O alnındaki perçeminden tutulup
yere çarpılan günahkârlar, yalancılar kendi askerlerini, meclisini, siyasi ve
ekonomik güçlerinin hepsini yardımına çağırsa bile fayda vermez. “Meclis,
kongre, parlamento, kurultay, taraftar” diye çevirebileceğimiz “nâdî” kelimesi
“bir konuda istişare etmek üzere toplanmak” anlamına gelen “nedve”
kökünden türemiş olup mecliste, kurultayda bir araya gelen heyeti ifade
eder. Câhiliye döneminde Mekke’de bu tür toplantıların yapıldığı yere “Dâru’n-
nedve” denilirdi. “Zebânîler” diye çevirdiğimiz “zebânîye” kelimesi ise
“itmek, savmak” anlamına gelen “zeben” kelimesinden türemiş çoğul bir
isim olup azap meleklerini ifade eder. Dinî terim olarak, iri yapılı, katı, sert
melekler anlamında kullanılmaktadır. Gerçi “melek” denilince, zarif, yumuşak,
merhametli, güvenli ve nuranî olan varlık akla gelir. Ancak unutmamak
gerekir ki, melekler aldıkları emirleri, yüklendikleri programları
aynen uygularlar ve hiçbir sûretle Cenâb-ı Hakk’a isyan etmezler. O bakımdan
Cehennem’de görevlendirilen meleklere yükletilen program ve verilen
701 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin
Gümüş, Kur’an Yolu, V/599
702 İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Y., 19/224-225.
703 55/Rahmân, 41
• 279 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
görevler daha değişik bir anlam arzetmekte ve onlara başka görünümler
vermektedir.704 “Ey iman edenler! Kendinizi ve ehlinizi/ailenizi, yakıtı insanlar
ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın
kendilerine emrettiğine karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler
vardır.” 705
Rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) İbrahim’in (a.s.) makamında namaz
kılarken Ebû Cehil “Ben sana namaz kılma demedim mi!” diyerek onu tehdit
edip engellemek istemiş, Hz. Peygamber de ona sert bir şekilde karşılık
vermiş ve onu kovmuştu. Belki de Rasûlullah’ın Ebû Cehil’in boğazından
tutup “Vay başına geleceklere” dediği olay budur. Ebû Cehil ise, “Sen beni
ne ile tehdit ediyorsun? Vallahi ben bu vadide adamları en çok olan kimseyim”
demiş, bunun üzerine bu âyetler inmiştir.706 Allah Teâlâ, “O hemen
meclisini, taraftarlarını çağırsın, Biz de zebânîleri çağıracağız” buyurarak
Hz. Peygamber’e meydan okuyan Ebû Cehil’in aczini ortaya koymuştur.
Nitekim Ebû Cehil bu âyetleri dinlediği halde kötü niyetini gerçekleştirme
yönünde herhangi bir teşebbüste bulunmaya cesaret edememiştir. 19. âyette
tekrarlanan “Hayır!” anlamındaki “kellâ” edatı da, o azgın insanın, Hz.
Peygamber’e kötülük etmek üzere taraftarlarını çağırmaya asla cesaret edemeyeceğini
gösterir. Burada Rasûlullah’a, böyle azgın, Allah ve peygamber
tanımaz kimseye boyun eğmemesi, namaz kılmaya ve secde ermeye devam
ederek Allah’a yakınlaşma gayretlerini sürdürmesi emredilmiştir. Şüphe
yok ki Allah’a yaklaşmak, O’nun emirlerine itaat etmekle ve bu itaatin en
anlamlı ifadesi olan secde ile mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, “Kulun
rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu andır” buyurmuştur. 707
Kaynaklarda, Alâk sûresinin 6-19. âyetlerinin, Ebû Cehil’in veya diğer
müşrik liderlerin, Peygamber’in (s.a.s.) namazına engel olmak istemesi
üzerine indiği rivâyet edilse de708 bu âyetlerin muhtevâsı ve mesajı, herhangi
bir tarihsel olay ve zamanla sınırlı değildir. Tam aksine, her asırda görülen,
İslâm’ın toplumsal hayatta söz sahibi olmasına ve sosyal hayatı şekillendirme
fonksiyonuna karşı koyma teşebbülerinin bütünü için geçerlidir.
704 Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Y., 13/6908
705 66/Tahrîm, 6
706 Bk. Kurtubî, 19/127
707 Müslim, Salât 215; Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez,
Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, TDV Yay., V/560
708 Bk. Taberî, Câmiu’l Beyan, 30/163 vd.; İbn Kesir, Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, 7/327-328; Kurtubî, el-Câmiu li
Ahkâmi’l Kur’an, 20/123
• 280 •
Ahmed Kalkan
“Kellâ/hayır.” Engelleyene yönelik kınamadır. “Eğer” yaptığı veya üzerinde
bulunduğu küfürden “vazgeçmezse, andolsun ki onu perçeminden tutup”
ateşe “sürükleyeceğiz.” Bununla yapılmak istenen kahr ve azap çeşitleri
ile horlamadır. “O yalancı, günahkâr perçeminden!” Bu ifadeyle perçemin
sahibi kastedilmiştir.
“Biz de” ateşe sürüklemeleri için “zebânîleri çağıracağız.” Zebânîler güçlü,
şiddetli, sert meleklerdir. İbn Abbas: “Meclisini çağıracak olsa zebânîler
alenen onları yakalayacaktı.” Ey Muhammed! Namazı terketme konusunda
“ona boyun eğme.” Sen tâatinde sâbit ol. “Secde et.” Secdene devam et, Allah
için namaz kıl. “Yaklaş.” Tâat ile Rabbine yaklaş.
“Hayır, hayır! Eğer vazgeçmezse, derhal onu alnından (perçeminden)
yakalarız (cehenneme sürükleriz).” (96/Alâk, 15)
Hayır, hayır; Muhammed (s.a.s.) namaz kılarsa onun ensesine ayağını
basacağı tehdidini savuran bu bedbaht adam, kesinlikle bunu yapamayacaktır.
Buna gücü asla yetmeyecektir. Bu yüzden Rasûlullah’ı tehdit etmekten
vazgeçsin! Aksi takdirde onu perçeminden, alnından tutar, şiddet ve
sertlikle cehenneme fırlatırız.
Taberî diyor ki: “Hayır, Ebû Cehil, iddia ettiği gibi Muhammed’i (s.a.s.)
yakalayıp boynuna basamayacak ve buna gücü yetmeyecektir. Yemin olsun
ki, eğer Ebû Cehil, Muhammed’e karşı yaptığı bu davranışlardan vazgeçmezse
Biz, mutlaka onu perçeminden yakalayacağız, zelîl edeceğiz. Yüzünü
karartacağız ve cehenneme sürükleyeceğiz. Böylece Biz, yalancı bir insanın
perçeminden ve günahkâr bir insanın alnından yakalamış ve ona haksızlık
etmemiş olacağız.”709 Diğer kavle göre perçemden yakalanması, o adamın
Bedir’deki sonucuna işarettir. Bu âyet, o suçlu kişi, tekrar Allah’ın kulunu
namazdan menettiği takdirde müslümanların, Bedir günü onu perçeminden
tutup ölüme sürükleyeceklerini ifâde etmektedir.710 Ebû Cehil, Rasûlullah’a
(s.a.s.) düşmanlıktan hiç geri durmadı. Bu öyle bir seviyeye ulaştı
ki, Allah onu yalancı alnından tutup Bedir çölüne çekti. O da Kureyş’i yardımına
çağırdı. Allah (c.c.) da, Müslümanlara yardım etti. Onları Bedir’e
çağırdı. Böylece Ebû Cehil ve emsalinden şedid intikamını aldı. Ebû Cehil
709 İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Hisar Y., 9/174
710 Hak Dini Kur'ân Dili, 8/5958
• 281 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
yaman bir şekilde can verdi. Bu haber, Kur’an’ın mûcize olduğunu, Rasûlullah’ın
hak bir peygamber olduğunu göstermeye yetmez mi?
İşte böyle yakalarız. Tehdid şiddetli ve ses tonu ile anlamını canlandıran
bir sözcükle yapılmaktadır. Âyet metninde geçen “saf ’” (le-nesfean)
sözcüğü şiddetle yakalamak demektir.711
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Hayır” o azgının durumunu
reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun
zannettiği gibi değil, sakın Lein, lâm yemin için hazırlık yapma içindir.
Yani ulûhiyet şânına yemin olsun, celâlim hakkı için eğer “O azgın vazgeçmezse”,
o kendini zengin görmekle tuğyândan/azgınlıktan, o yasaklamadan
vazgeçip akıllanmazsa “sürükleriz”; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş
nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin
bitişmez.
Sef ’: Şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz
elbet o nâsıyeyi (perçemi) yahut perçemi ile. Nâsiye: Bilindiği gibi alındaki
saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön
tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir.
Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cânî bir nâsıyeyi. Bu bedelin
nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de
âyetin kapsamına almak içindir. “Kâzibetin hâtıetin: Yalancı, günahkâr” ile
vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel
olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek
perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır.
Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.“712
“O yalancı ve günahkâr alından.” (96/Alâk, 16)
Bu perçemin, alnın sahibi yalancı ve günahkâr olup suçu çoktur. Bile
bile günah işleyen, azgın, sapık, fâsık, fâcir, zâlim, müşrik, kâfir bir kimsedir.
Gerçekten bu yakalayıp yere çarpma ânıdır. Belki o anda, akrabalarından
ve arkadaşlarından kendisine kuvvet ve güç katan kimseleri imdadına
çağırmak bu kişinin aklından geçebilir.713
711 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
712 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 9/331
713 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an
• 282 •
Ahmed Kalkan
“O, hemen gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın.” (96/Alâk,
17)
O azgın adam, kendisini kurtarmaları için derneğinde, klübünde, meclisinde
bulunanları, taraftarlarını, yardımcılarını, avenesini çağırsın bakalım!
Girişte açıkladığımız gibi, Ebû Cehil’in tehdidine karşı Rasûlullah onu
terslediğinde şöyle demişti: “Ey Muhammed! Sen kime güvenerek beni
korkutuyorsun? Tanrıya yemin ederim ki, burada en fazla yardımcısı olan
benim.” Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: “O himaye edicilerini çağırsın.”
714
“O vakit o, taraftarlarını çağırsın.”
Nâdi: Halkın danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere
toplanmaları mânâsına nedve’den gelir. Nitekim İslâm’dan önce Mekke’de
Kureyşin toplandığı parlamento binasına “Darü’n-nedve” denilirdi. Nadi
orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel,
kongre, parlamento terimleri gibidir. Yeni Türkçe’de bu gibi büyük toplantılara
eski bir terim ile kurultay denilmesi yaygın olduğu için “kurultayını
çağırsın” diye tercüme edilmesi zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî’de
rivâyet olunduğu üzere Ebû Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin
olduğunu söylediğinden dolayı da bu âyetle ona işaret edilmiştir.715
Buradaki Mûcize
“Felyed’u nâdiyeh (Adamlarını, taraftarlarını çağırsın)” ifadesinin başındaki
fâ ve bu meydan okuma, âyetin ifade ettiği hususun bir mûcize olduğunu
gösterir. Çünkü bu, o kâfiri, meclisini ve kavmini dâvet hususunda
tahrik etmektedir. O kâfir her ne zaman bunu yapmaya yeltense, mutlaka
Allah’ın, zebânîleri dâvet işi de gerçekleşecekti. Binâenaleyh o buna cesaret
edemeyince, bu, Kur’an’ın mûcizesinin zuhur ettiğine delâlet eder.716
“Biz de zebânîleri çağıracağız.” (96/Alâk, 18)
714 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 7/176
715 Tirmizi, Tefsir 96/2; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 9/331-332
716 Fahruddin Er-Râzi, a.g.e., 23/274
• 283 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Biz de cehennemde görevli, acımasız, güçlü bekçileri, zebânî denilen
melekleri çağıracağız! O zaman onun hali ne olacak?
Rasûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki: “Şâyet Ebû Cehil ayağı ile boynuma
basmaya girişecek olsaydı zebânîler onu açıkça yakalayacaklardı.”717 Buradaki
“zebânîye” kelimesi Katâde’nin açıklamasına göre Arap dilinde “polis”
için de kullanılır. “zeban”ın asıl manası, “iten kimse”dir. Padişahların yanında
görevli olan zebanlar, padişah bir kimseye darıldığında onu iterek dışarı
çıkarırlardı; bu nedenle anlamı şudur: O kendini himaye edenleri çağırsın,
Biz de kendi polislerimizi, (yani azap eden meleklerimizi) Onun yardımcıları
ile hesaplaşsın diye çağırırız.”718
Ebû Cehiller, çağdaş tâğutlar takvâyı ve namazı ikame etmekten müslümanları
alıkoyma işini sürdürecek olurlarsa andolsun ki Biz onu ve onun
gibileri alınlarından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı, o günahkâr perçemlerinden
tutup yerden yere vuracak ve rezil rüsvay edeceğiz onları. Onlar
o zaman tüm güçlerini, tüm dostlarını, tüm avanelerini, tüm bakanlarını,
dekanlarını, tüm askerlerini çağırsalar da Biz yapacağımızı yaparız. Onlar
yandaşlarını çağırsınlar biz de Zebânîlerimizi çağırırız. 719
Biz ise katı ve şiddetli zebânîleri çağıracağız. O halde savaşın sonucu
bellidir. Bu korkunç ve yukarda canlandırılan âkıbetin ışığı altında sûre itaatkâr
mü’mini imanında ve itaatinde ısrarlı olmaya ve onlardan ayrılmayıp
dayanmaya çağırarak son buluyor.720
“Hayır, hayır; ona uyup itaat etme! (Allah’a) Secde et ve (yalnızca
O’na) yaklaş!” (96/Alâk, 19)
Hayır, hayır; durum namaz kılarak Rabbine ibâdet eden Muhammed’i
ibâdetten engelleyen Ebû Cehil’in iddia ettiği gibi değildir. O halde ey Muhammed!
Sakın o azılı kâfirin ‘Namazı terket!’ sözüne ve genel olarak Allah’ın
emirlerine aykırı hükümlere itaat etme! Seni hiçbir örneğe ihtiyaç
duymaksızın yoktan var eden ve öldükten sonra da hesaba çekmek için
tekrar diriltmeye kadir olan Rabb’ine ibâdet et, O’na hiçbir şeyi şirk koşma!
717 Buhârî, Tefsir 96/4
718 Mevdudi-Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 7/176
719 Ali Küçük, Besâiru’l Kur’an, c. 20, s. 52
720 Seyyid Kutub, Fizilâli’l-Kur’an.
• 284 •
Ahmed Kalkan
Yalnızca Allah rızâsı için namaz kıl, secde et, Allah’ın izni ve ismiyle oku ve
O’nun rızâsını elde etmeye vesile olacak amellerle O’na yaklaşmaya çalış!
Zira Biz senin yanında olduğumuz müddetçe Ebû Cehil sana hiçbir zarar
veremeyecektir.
“Secde”den kasıt, namazdır. Yani “Ey Nebi! Korkma, namaz kılmaya devam
et ve bu vâsıtayla Rabb’ine yaklaş.721
Sakın, İslâm çağrısını ve namazı engelleyen şu azgına boyun eğme.
Rabbine secde et; O’na itaatlerle ve ibâdetlerle yaklaş. Bu azgın ve engelleyen
kişiyi bırak. Onu zebânîlere bırak. Bazı sahih rivâyetlerde ilk bölümü
dışında bu sûrenin Ebû Cehil hakkında indiği belirtilir. Ama sûrenin ifade
ettiği anlamın genel olduğu da bir gerçektir. Sûre itaat eden, ibâdet eden
ve Allah’a çağıran her mü’mini ve azgın, namazı kılmayı engelleyen, itaat
edeni tehdid eden, kuvvet ve zor kullanarak böbürlenen her zâlimi kapsar.
Yüce Allah’ın son emri de şudur: “Hayır, hayır; ona uyup itaat etme! (Allah’a)
Secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!”722
İşte sûrenin bölümleri böylece birbiri ile âhenk içinde oluyor ve her
bölümün bıraktığı etkiler birbirini tamamlıyor.723
Vahyi okumayıp kulluktan yüz çevirenler, Allah’a isyan edip azgınlaşan
tâğîler ve tâğutlar, Ebû Cehil’in izinden giderek namaza engel olanlar,
Allah’a ibâdet edip kul olmaya çalışanları engellemeye kalkışanlar, eğer bu
tavırlarından vazgeçip Allah’la savaşa bir son vermezlerse, mü’minlerin namazlarını
engellemeye devam ederlerse, Müslümanları takvâdan, ibâdetlerden
ve namaz kılmaktan alıkoyma işini sürdürecek olurlarsa andolsun
ki Biz onu ve onun gibileri alınlarından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı, o
günahkâr perçemlerinden tutup yerden yere vuracak ve rezil rüsvay edeceğiz
onları. Onlar o zaman tüm güçlerini, tüm dostlarını, tüm avanelerini,
tüm bakanlarını, dekanlarını, tüm askerlerini çağırsalar da Biz yapacağımızı
yaparız. Onlar yandaşlarını çağırsınlar, Biz de Zebânîlerimizi çağırırız.
Ey peygamberim ve ey Peygamber yolunun yolcuları! Sakın ha sen
böylelerine itaat etme! Ey mü’minler sakın ha bu isyankâr tâğî ve tâğutlara
uymayın! Bunlara itaat etmeyin! Bunları dinlemeyin! Bunların emirlerine
721 Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Y., 7/176
722 96/Alâk, 19
723 Seyyid Kutub, Fizilâli’l Kur’an
• 285 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
itaat etmeyin, yasalarını uygulamayın! Zaten namazı engelleyene asla itaat
edilmez. Namazı engelleyene itaat, bu âyet gereği haramdır.724
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır diyor ki: “Sakın. Sakındırma üzerine
sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin gören, yalancı, cinâyetkâr,
namazdan alıkoyan azgını dinleme! Rabbine itaat ederek okumakta
ve okutmakta sebat eyle ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku
ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile namaz ile ve yakınlığa sebep olan
diğer ibâdet ve kulluk ile kulluk ederek Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste
belirtildiği üzere “Akrabu mâ yekûnu’l-abdu ilâ Rabbihî ve huve sâcidun =
Kulun Rabbine en yakın olabileceği durum secde halidir.”725 Bir kudsi hadiste
de “Kul Bana nâfile ibâdetlerle devamlı yaklaşır…”726 buyurulmuştur. Burada
secdenin yukarıdaki namaz karinesi (ipucu) ile namaz mânâsına olması
da ihtimal dâhilinde ise de gerçek mânâsı üzere özellikle kendi mânâsında
olması daha açıktır. Çünkü “yaklaş”, namaz ve insanı Allah’a yaklaştıran
diğer ibâdet çeşitlerini kapsar. Secdenin ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince
önemini açıkça ifade eder. Çünkü secde bütün yakınlığın esası olan
boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel şeklidir. Toprağa secde kulluğun
ve zilletin nihâyetidir. Allah için de izzetin sonsuzluğu vardır. Kendi
benliğinden, kibirden uzaklaştıkça cennetine yakın olursun. Buhârî ve
Müslim’de sâbit olduğu üzere Peygamber (s.a.s.) de bu sûreyi okuduğunda
tilâvet secdesi yapmıştır.727 Biz de okuyalım; Allah’ın izni ve ismiyle, neyi ve
nasıl okumak gerekiyorsa. Allahu ekber deyip secdeye kapanalım ve Allah’a
yavaş yavaş yaklaşmay çalışalım. Nihâyet en son dönüş O’nadır.”728
“Yaklaş” İfadesi Hakkında
Böylece, Cenâb-ı Hak sanki o kâfirin öfkesinin artsın diye, Hz. Peygamber’e
(s.a.s.) Kendi rızâsı için secde etmesini emretmiştir. Bu mânâya
göre bu ifade, “... onunla, kâfirleri öfkelendirmek için...”729 âyeti gibi olmuş
olur. Öfkenin artmasını gerektiren sebep şudur: Kâfirler, Hz. Peygamber’in
(s.a.s.) namaz kılmasına mâni olmak istiyorlardı. Böylece, Hz. Muhammed’i
(s.a.s.) secde ederken görmeleri durumunda ise, kin ve öfkeleri doruk
noktaya çıkıyordu.730
724 Ali Küçük, Besairu’l Kur’an, c. 20, s. 52-53
725 Müslim, Salât 215; Nesâî, Tatbik 78; Mevâkît 35; Tirmizî, Deavat 118; Ahmed bin Hanbel, Müsned 2/421
726 Buhari, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 6/256
727 İbn Mâce, İkamet 70, 71
728 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y., 9/333
729 48/Fetih, 29
730 Fahruddin Er-Râzi, a.g.e., 23/275
• 286 •
Ahmed Kalkan
Bâtılı Savunan Zâlime Uyulmaz
“Sakın ona uyma. Secde et ve yaklaş!”
Kişi küfürle şartlanıp bâtıl ile beyni yıkanınca, Hakk’ı red ve inkâr onda
ön yargı haline gelir. Hakk’a kulluk edenlere saldırmak onun işi ve sanatı
olur. Her vesileyle hakiki dindarlara çatma, onları küçümseme öylesinin
zevkini okşayan bir eğlence sayılır. Ama her şeye rağmen “hak”, hak olduğu
için dimdik ayakta durmaya devam eder; bazan incelse bile asla kırılmaz.
Bâtıl her defasında hakkın sağlam duvarına çarpıp yere serilir. İşte bu tabii
sonuç zâlim münkirleri büsbütün çileden çıkarır ve başka çare bulamayınca
da daha çok saldırıda bulunma ihtiyacını duyarlar.
Böylece hak ile bâtıl mücadelesi sürüp gider; sonunda zafer gerçek mücâhid
mü’minlerden yana tecelli eder. O bakımdan günün makûs şartlarına
bakıp zaaf göstermek veya ümitsizliğe kapılmak Hakk’ın yardımından
uzaklaşmaktan başka bir semere vermez. Hidâyete ermenin, iman nimetine
kavuşmanın büyük bir lutuf olduğunu idrâk ederek, bâtılı savunan zorbalara
karşı dayanma gücünü ortaya koymak ve Allah’a karşı kulluk görevini
yerine getirme gayretini taşımak zaferin parlak müjdesidir. Rasûlullah
(s.a.s.) Efendimiz’e bu yolda emir verilirken, bu emir aynı zamanda Onun
ümmetinin her ferdine yönelik bulunuyor. Bunun için Cenâb-ı Hak sûrenin
sonunda Hz. Peygambere (s.a.s.) ve Onun sâlih ümmetine üç emirle
seslenmektedir:
1- Sakın inkârcı nanköre uymayın,
2- Namaz kılmaya devam edin,
3- Her vesileyle Hakk’a yakınlık sağlamaya çalışın.
Bu üç emir birbirini tamamlamakta, biri diğeriyle gaye ve hikmetini
bulmaktadır. Öyle ki, inkârcı nanköre, bâtılı savunan zorba sapığa uyan
kimsenin artık namaz ve ibâdeti, onu Hakk’a yaklaştırmaz. Öylesinin hiçbir
iyiliği kabule lâyık görülmez. Zira iman doğrultusunda namaz kılmayan,
tâğî ve tâğutlara itaat eden kimse Hakk’a yakın olamaz.731
731 Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Y., 13/6910
• 287 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Nüzul Sebebi: Ebû Cehil ve İbn Mes’ûd
Buradaki “sef ’” (sürükleme) ile, bu kâfirin âhirette cehenneme sürükleneceği
kastedileceği gibi, dünyadaki sürüklenişi de kastedilmiş olabilir.
Rivâyet olunduğuna göre, Rahmân Sûresi nâzil olunca, Hz. Peygamber
(s.a.s.), ashabına, “Sizden kim bu sûreyi, Kureyş’in ileri gelenlerine okuyacak?”
dedi. Kureyş’in işkencesinden korktukları için ashab, buna cesaret
edemeyip, ağırdan aldılar. Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) kalkıp;
“Ey Allah’ın Rasûlü, ben (okurum)” dedi. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.)
onu oturttu. Aynı şeyi tekrar sordu, yine İbn Mes’ûd (r.a.) kalktı. Bu iş, sonunda
Hz. Peygamber (s.a.s.), yine İbn Mes’ûd’a müsaade edinceye kadar
tekrarlandı. Hâlbuki Hz. Peygamber (s.a.s.) güçsüz ve cüssesiz olduğu için,
bu işi ondan başkasının yapmasını istiyordu. Böylece İbn Mes’ûd (r.a.), Kureyş’in
ileri gelenlerinin yanına vardı. Onları Kâ’be’nin etrafında toplanmış
olarak buldu ve bu sûreyi okumaya başladı. Bunun üzerine Ebû Cehil kalktı,
onu dövdü ve kulağını yarıp kanattı. İbn Mes’ûd (r.a.) gözleri yaşlı bir
vaziyette, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanına döndü. Hz. Peygamber (s.a.s.)
onu bu vaziyette görünce, kalbi rikkate geldi ve başını kederli bir biçimde
önüne eğdi. O sırada Cebrâil (a.s.) gülerek ve müjdeli bir şekilde çıka geldi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ey Cibril, İbn Mes’ûd ağlarken sen
gülüyorsun” deyince, Cebrâil (a.s.): “İleride bunun sebebini anlayacaksın”
dedi. Müslümanlar Bedir günü gâlip gelince, İbn Mes’ûd (r.a.), mücâhidler
arasında kendisinin de bir payı olsun diye, bir şeyler araştırıyor, ölüler arasında
dolaşıyordu. Birden Ebû Cehil’i, baygın ve hırlar bir vaziyette önünde
buldu. İbn Mes’ûd (r.a.) yine de, Ebû Cehil’in gücünün, kuvvetinin yerinde
olabileceğinden, dolayısıyla kendisine zarar vereceğinden enşidelendi de,
uzaktan mızrağını Ebû Cehil’in burnu üzerine koyup, dürttü. Belki de Hak
Teâlâ’nın, “Onun hortumu (burnu) üzerine damga basacağız” 732 âyetiyle
kasdettiği damga bu idi.
Ebû Cehil’in güçsüz olduğunu ve kalkamayacağını anlayınca, usta bir
biçimde üzerine çullandı, göğsünün üstüne oturdu. Ebû Cehil, gözlerini
açıp onu görünce, “Ey küçük çoban, yemin olsun ki sen sarp/yüce bir yere
çıktın” dedi. İbn Mes’ûd da (r.a.), “İslâm üste çıkar, üsttedir; onun üstü-
732 68/Kalem, 16
• 288 •
Ahmed Kalkan
ne çıkılmaz”733 dedi. Ebû Cehil: “Arkadaşına (Muhammed’e) şunu ulaştır:
Hayatımda, ondan daha çok buğzettiğim/öfkelendiğim hiç kimse yoktur.
Şu öldüğüm anda da yine en çok öfkelendiğim odur” dedi. Rivâyet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s.) onun böyle dediğini duyunca: “Benim
Firavun’um Mûsâ’nın Firavun’undan daha zorba. Çünkü onun Firavun’u
(ölürken/boğulurken) “iman ettim” dediği halde, benimki, isyânını artırdı”
buyurmuştur. Ebû Cehil daha sonra İbn Mes’ûd’a (r.a.), “Başımı kendi
kılıcımla kes. Çünkü bu daha keskin ve bilenmiştir” dedi. İbn Mes’ûd
(r.a.) onun başını kesince, taşıyamadı. O, Kur’ân okuyunca İbn Mes’ûd’un
(r.a.) kulağını yarmıştı. Böylece kulak kulağa bir kısaslaşma olacaktı. Hak
Teâlâ’nın, “Perçeminden tutup sürükleriz” buyurarak haber verdiği tehdidin
gerçekleşmesi için... Böylece onun başı, ön tarafından sürüklenmiştir. Çünkü
İbn Mes’ûd (r.a.), onun başını taşıyamayınca, kulaklarını deldi, oralardan
ip taktı ve onu sürükleyerek Hz. Peygmber’e (s.a.s.) götürdü. İşte tam
bu sırada Cebrâil (a.s.), Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında gülüyor ve “Ey
Muhammed, kulağa karşılık kulak... Fakat burada, kulağın yanısıra bir de
baş var” diyordu. Bütün bunlar, Hak Teâlâ’nın “perçeminden tutup sürükleriz”
ifadesinin mânâsıdır.734
Nerdesin Ey Güzel İsyan? “Hayır, hayır; ona uyup itaat etme!” (96/
Alâk, 19)
İnsanımız, çok yönlü savaşın kurbanı olarak bilinçsizleştiriliyor, güzel
duygulardan arındırılıyor, tepkisiz ve dâvâsız hale getiriliyor. Kendisiyle
ilgili oynanan oyunu anlamasın diye başka oyunlarla avutulup uyutuluyor.
Top kafalı, müzik tutkunu, tv. tiryakisi, şans oyunları denen çeşitli kumarların
esiri, paramparça “para”lanmak için koşturan bir makine haline
getiriliyor. Hüsrandır, kaostur, zulümdür bu; esas kriz budur. İnsanımızın
kimliksizleştirilmesi, inançsızlaştırılması ve buna seyirci kalınarak zulme
dolaylı da olsa destek verilmesinden daha büyük kriz olamaz. Müslüman
olduğunu iddiâ eden insan, yaratılış gâyesini unutmuş; kime, niçin ve nasıl
itaat veya isyan etmesi gerektiğini düşünemeyecek hale gelmişse tabii, her
şey ters yüz olacak, bireysel günahlar fesâda, fesât fitneye, fitne toplumun
dünya huzurunu ve âhiret saâdetini kemirmeye başlayacaktır.
733 Kenzû'l-Ummal, 1/246
734 Fahruddin Er-Râzi, a.g.e., 23/271-272
• 289 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Lâ”sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; itaat ve olumlu anlamda
isyanı olmayan, Allah’a isyan edenlere ve âsîlerin düzenine uygun bir
din dayatılıyor. Her şeyle, özellikle egemen tüm güçlerle, onların ilâh ve
rab anlayışlarıyla uzlaşan, Allah’ın hor gördüklerini hoş görmek için bin
dereden su getiren, tepkisiz, laik müslümanlık (!) hâkim kılınmak isteniyor.
Allah’a inanan, ama tâğuta itaatten ayrılmayan, Allah’a inanan ve
isyankârların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, altısı içinden
altısı dışından bir din, her çeşit bâtılı reddeden tevhid dininin yerine geçirilmek
isteniyor.
Günümüzde şirkin her çeşidinin yaygın olduğunu görüyoruz. Müslüman
mahallede pazarlanan bin bir çeşit şirk içinde, çok yaygın olmasından
ötürü, belki en önemli örneklerinden biri itaat ve isyan konusuyla ilgili
şirktir. Müslümanların sırât-ı müstakim’i şaşırıp yanlış işaretlerle mecburi
istikamet diye gösterilen cehennem yolu üzerinde “dur!” diye ellerini makas
gibi açanlar çıkmadıkça ve yoldaki işaretleri doğrusuyla değiştirme
çabasına yeterli sayıda insan girmedikçe, uçurumlara yuvarlananlara ağıt
yakacaklar bile kalmayacaktır.
İtaat ve isyan bir bütündür. Yani, Allah’a itaat eden, O’na isyandan da
kaçar. Hem itaat hem isyan birlikte barınamaz; beraber bulunurlarsa isyan
öne çıkmış olur. Bazı insanlar, övülürken, “kumarı yok, içkisi yok, kötü alışkanlıkları
yok” diye bazı isyan türü davranışlarının olmadığı, o yüzden iyi
insan olduğu vurgulanır. Bu “yok”ların yanında, nelerin “var” olup olmadığı
önemsenmez. Ancak, Allah’a itaat olarak tüm emirlere uyup uymadığı
değerlendirilince, onun isyankâr olup olmadığı açığa çıkacaktır. Yani, itaatsizlik
de bir isyandır. Allah’a tam itaat etmeyen biri, isyan içinde demektir,
isterse bazı isyan türünden kötü alışkanlıkları olmasın.
Yine, Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmemizi
istemediği ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz. Biri varsa,
öteki yok demektir. Tâğutu reddetmeden Allah’a imanın geçerli olmadığı735
gibi, tâğuta isyan olmadan, tâğuta kayıtsız şartsız itaatle birlikte Allah’a itaat
de gerçekleşmez. Kayıtsız şartsız itaat edilecek mercî olarak kişi neyi tercih
ediyorsa, ilâh olarak onu kabulleniyor demektir.
735 2/Bakara, 256; 16/Nahl, 36
• 290 •
Ahmed Kalkan
İtaat, imanın test edilmesidir. Allah’ı tek ilâh kabul eden kimse, O’na
kulluğunu, O’na kayıtsız şartsız itaat etme zorunluluğu duyarak gösterecektir.
İtaat olmadan cennet yoktur.736 Allah ve Peygamber, mü’minleri kurtaracak,
onlara hayat verecek şeylere çağırmaktadır. Bu dâvete icabet etmektir
itaat. “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman,
Allah’a ve Rasûlü’ne icâbet edin.” 737
Allah’a itaati terk eden isyankâr ve kendine zulüm/yazık edenlere dünyevî
cezalardan biri, kendileri gibilerin onları yönetmesidir. “Zâlimlerin bir
kısmını, bir kısmının başına geçiririz.”738 İnsanlar bozuldukları, Allah’a âsi
oldukları zaman, onların kötüleri başlarına getirilir: “Nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.”
739
Hz. Ömer’in, “ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaatten ayrılırsam, ne yaparsınız?”
diye sorduğunda, cemaatten herhangi bir genç, ayağa kalkıp “Allah’a
ve Rasûlüne azıcık muhâfet etsen, itaatten kıl kadar ayrılsan, seni kılıçlarımızla
düzeltiriz!” diye cevaplaması, Hz. Ömer’in de bu cevaba şükretmesi,
örnek alınma gereği duyulmadan, sadece tarihî bir vaka olarak değerlendirilemez.
İnsanların insanlara haksız hükmü, tahakkümü doğurur. İnsanların
Allah’a itaati ise adâlet, huzur ve saâdeti neticelendirir. Şu bunalım çağını
saâdet asrıyla barıştırıp bağdaştırmak, saâdeti bu asra taşımak, asr-ı saâdeti
güncelleştirmek için bundan başka çözüm yoktur. Bilindiği gibi, Hz. Ebu
Bekir, halife seçildikten sonra yaptığı konuşmada şunları söyledi: “... Allah’a
ve Rasülüne itaat ettiğim sürece bana itaat edin. Allah’a âsi olursam, bana
itaatiniz gerekmez!”
Olumlu anlamda isyan, gerekli şekilde ve gereken yerlere gösterildiğinde
cihad farîzasını içerir. Küçüğüyle büyüğüyle, silâhlısı ve silâhsızıyla, dış
düşmanlara, iç düşmanlara, şeytana veya nefse karşı olanıyla, kâfire veya
münâfığa, yani her çeşidiyle cihad, bir isyandır. Dinin müsâade etmediği
durumlardaki isyan ise, fesattır, fitnedir, anarşi ve terördür. İsyanın gerektiği
yerleri tespit, İslâm’a göre farklı; câhiliyyeye göre farklı olduğundan, nice
cihad eylemi, câhiliyye bakış açısına göre isyan, ayaklanma, terör ve funda-
736 4/Nisâ, 14
737 8/Enfâl, 24
738 6/En’âm, 129
739 Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/126-127
• 291 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
mentalizm yaftası yiyebilmektedir. Müslümana göre de, namaz kılmayan
veya tesettüre uymayan, ya da içki içen birisi Allah’a isyankâr, yani fesatçı,
anarşist bir kimse kabul edilir.
“İsyan”ın sözlük anlamı, bir şeyi asa (değnek/sopa) ile engellemek demektir.
Bu kelime zamanla, her türlü karşı çıkma, itaatsizlik etme, karşı
koyma anlamlarını kazanmıştır. Hz. Mûsâ’nın değneğinin adı da “asâ” idi.
Yani “isyan” kelimesinin kökü olan kelime. Hz. Mûsâ’nın asası hem bilinen
değnek idi, hem de o günün tâğutu Firavun’a karşı O’nun haklı isyânını
sembolize ediyordu. Allah’a ve O’nun peygamberine itaat etmeyip isyanla
damgalanan Firavun’a740 isyan, Mûsâ’nın (a.s.) mûcizesi olmaktadır. Hz.
Mûsâ’nın asâ mûcizesi, aynı zamanda, zâlim ve âsilere karşı kıyâmı, onlara
sopa göstermeyi, isyanı da içermektedir.
Bilindiği gibi, Mûsâ (a.s.) Firavun’un tanrılığına ve saltanatına isyan etmişti.
Çünkü Firavun, yoldan çıkmış ve tanrılık iddiasına kalkışmıştı. Bir
zulüm düzeni kurmuş ve o düzen ile insanlara haksız yere hükmediyordu.
Hz. Mûsâ ise Allah’tan aldığı emirle ona karşı gelmiş, ona itaat etmemişti.
İşte Hz. Mûsâ’nın elindeki asâ, zâlim yönetici Fir’avn’a isyanın sembolüydü.
Şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde edin”741 emrine karşı gelerek ilk isyan
eden oldu. Yani Allah’a karşı geldi, itaat etmedi. O yüzden olumsuz anlamda
isyanın pîri/duayeni şeytandır. Hz. Mûsâ’nın isyanı ise müspet ve güzel
bir isyandı. Demek ki isyan kavramı hem olumlu bir mânâya, hem de
olumsuz bir anlama gelebilir. İsyan kavramının özünde hem yapma ve hem
de yıkma anlayışı vardır. Günahkârlar ve isyankârlar yıkmak için, Allah’a
ve O’nun ilkelerine karşı çıkarlar ve yıkıcı olurlar. Peygamberler ve onların
izinden giden mü’minler, kötülüklere ve Allah’a itaatsizlik eden zâlimlere
itaat etmezler, onlara ve onların zulüm dizenlerine karşı çıkarlar ve müfsitlerin
yıktıklarını yapmaya çalışırlar; onların isyanları ıslah içindir, yapıcı
isyandır. İnsanların yapmaya devam ettikleri yanlış âdetlere, mevcut yönetimlerin
uyguladıkları yanlış ilkelere karşı çıkmamak, isyan etmemek,
korkaklıktır, zillettir, teslimiyetçiliktir. Ortada olan kötülükleri ve yanlışları
kabul edip ses çıkarmamak, ilerlemeyi, olgunlaştırmayı durdurur. Peygamberlerin
en temel özelliklerinden birini ve birincisini tevhid mesajını tebliğ
ve onu hâkim kılma mücadelesi oluşturmaktadır.
740 bk.10/Yûnus, 91; 79/Nâziât, 21
741 2/Bakara, 34
• 292 •
Ahmed Kalkan
Kelime-i tevhid, “lâ” ile, yani isyanla başlar. Tüm sahte ilâhlara, tâğuta
isyan söz konusudur tevhid mesajında. Yani, Allah’a isyan edenlere
isyan. Bütün peygamberler bu anlamda kutsal isyan ateşini tutuşturan
isyan önderleridir. Firavun da Hz. Mûsa da isyan eden âsi idiler. Hz. Mûsa,
esas isyan edene karşı şanlı bir isyan içindeydi, inkılâpçı bir ruh ve mûcizevî
özellik taşıyordu; Firavun’un isyanı ise sonu helâkle biten, zararı
hem kendine hem çevresine bulaştıran olumsuz bir isyandı.
Hz. Mûsâ ve asasından, Firavun’a isyandan söz açılmışken, kocası Firavun’a
değil de Allah’a itaat eden Âsiye Hanım’ı hatırlamamak eksiklik olur.
Âsiye, “isyan eden kadın” demektir. O, Allah’a itaat etmeyen birisine kocası
da olsa, devlet başkanı da olsa isyan ediyor, âsiye oluyor. “Allah, iman
edenlere de Firavun’un karısını misal gösterdi. O, ‘Rabbim! Bana katında,
cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun işinde çalışmaktan koru ve beni
zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti.” 742
Âsiye annemiz, Firavun’a isyan edip Allah’a ve peygamberi Mûsâ’ya iman
ederek itaat ettiği için, bunun bedelini ödemiştir. Ellerinden ve ayaklarından
kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak ona işkence edilmiştir.
İman edip Allah’ı itaat edilecek tek mercî kabul ettiği için işkencelere mâruz
kalan Âsiye, Kur’an’da mü’minlere iman ve kararlılık örneği olarak zikredilmiştir.
Hadislerde de Âsiye’den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem’le
birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.743 İsyan
edilmesi gerekenlere, sırf bedel ödemenin dünyevî zorluklarından dolayı
itaatte kusur etmeyenin, Âsiye gibi zâlim ve tâğutlara isyan edemeyenin ne
kadar erkek olduğu, ne kadar inançlı olduğu takdir edilebilir.
Kur’an’ın bildirdiğine göre itaat, Allah’tan gelecek rahmet ve merhametin
vesilesi olduğu gibi,744 cennetin 745 ve inkârcılara karşı kazanılacak zaferin
de anahtarıdır. Allah’a ve Rasûlü’ne isyan da, dünyevî zarar ve ziyanların
sebebi olduğu gibi, esas olarak da sonu pişmanlıkla 746 ve cehennemle747
sonuçlanan âdiliktir.748 Allah’a ve Rasûlüne itaatten yüz çevirmek, mü’min-
742 66/Tahrim, 11
743 Bk. Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
744 3/Âl-i İmrân, 132
745 4/Nisâ, 13
746 25/Furkan, 27-29; 33/Ahzâb, 66
747 4/Nisâ, 14, 115
748 11/Hûd, 59
• 293 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
lik iddasına ters düşer.749 Kalabalığa, çoğunluğa itaat de Allah’ın yolundan
sapmayı sonuçlandıran bir tehlikedir.750
İtaat Edilmesi Gereken Kimseler: Kur’an’da itaat edilmesi gerekenler;
Allah, peygamberler ve müslüman ülü’l emr olarak belirlenir.751
İtaat Edilmesi Yasak Olan Kimseler: Kur’an’da itaat edilmesi yasak olan
kimseler sayılarak mü’minlerin kimlere isyan etmeleri, en azından sivil itaatsizlik
yapmaları gerektiği belirtilir. Bunlar: Kâfirler,752 ehl-i kitap,753
münâfıklar,754 kendisini Allah yolundan uzaklaştıran ve saptıran liderler
ve büyükler,755 şeytan ve şeytanın dostları,756 günahkârlar ve nankörler,
757 yalancılar,758 ahlâksızlar,759 gâfiller, zikirden (ibâdetlerden, Allah’ı
hatırlayıp anmaktan ve Kur’an’dan) gaflette olanlar,760 namaza engel olanlar,
761 aşırılar, israfçı ve fesatçılar,762 şirke zorlayan ana-baba,763 halk, insanların
çoğu(nluğu) ve zan,764 insanların ve bilmeyenlerin hevâları/kötü
arzu ve istekleri,765 Allah’a ve Rasûlüne isyânı (haram olan bir şeyi) emreden
kim olursa olsun, o kimselerdir: “Allah’a isyan konusunda yaratılmışlara
itaat edilmez.” 766 “Ma’siyet (Allah’a isyan, haram ve günah) konusunda
kullara itaat edilmez. İtaat, ancak mârufadır (meşrû ve iyi olanadır).”767
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. İnsanımıza abdesti
bozan şeyler kadar olsun imanı bozan şeyler anlatılamadığı, anlatılmasını
izin verilmediği için, tersine her çeşit günah ve isyan için, bunlar imanı
bozmaz, diye, bunlar olmadan da müslümanlık olur diyerek “Allah’ın af-
749 24/Nûr, 47
750 6/En’âm, 116
751 4/Nisâ, 59
752 25/Furkan, 52; 3/Âl-i İmrân, 149
753 3/Âl-i İmrân, 100
754 33/Ahzâb, 1
755 33/Ahzâb, 64-68
756 6/En’âm, 121
757 76/İnsan, 24
758 68/Kalem, 8-9
759 68/Kalem, 10-14
760 18/Kehf, 28
761 96/Alak, 19
762 26/Şuarâ, 151-152
763 29/Ankebut, 8; 31/Lokman, 14-15
764 6/En’âm, 116; 49/Hucurât, 7; 6/En’âm, 116, 148; 10/Yûnus, 35-36, 66
765 5/Mâide, 49-50; 45/Câsiye, 18
766 Müslim, İmâre 38
767 Buhârî, Cihad 107, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre 39; İbn Mâce, Cihad 40
• 294 •
Ahmed Kalkan
fına güvendirerek kandıran kimselerin”768 aldattığı insanımızın mü’mine
benzeyen ne kadar vasfı kaldı değerlendirilmez. Olayın iman boyutu, kabul
ve itaat sözü olan “illâ Allah”tan önce gelmesi gereken red ve isyan sözü “lâ
ilâhe” ile ilgili tevhid penceresinden bakışla bir ufuk turu yaparak çağdaş
yaşam değerlendirilmelidir. Kayıtsız şartsız itaat edilen Allah ise, kişi, yüce
mertebe olan “Allah’ın kulu” olmayı tercih etmiş; O’na isyan edenlere itaatı
tercih edince de, “emir kulu”, “kapı kulu” olmayı, yani iki dünyada rezillik
ve zilleti seçmiş olur.
Tevhidî çevre içinde, toplumun ve yönetimin Allah’a itaati şiar edindiği
yerde mü’mine yakışan “işittik ve itaat ettik” demek olduğu gibi; şirkin
ve Hakka isyanın hâkim olduğu yönetim ve çevre şartlarında mü’mine
yakışan “ne işittik, ne de itaat ettik”, yani “dinlemiyoruz, itaat etmiyoruz!”
demek, kutsal isyanı öne çıkarmaktır. İslâm’ın hâkim olduğu yerdeki müslümanın
temel tavrı ile İslâm’ın mahkûm olduğu konumdaki tavrı elbette
aynı değildir. Bunu Âsiye ismi ile örneklendirebiliriz: Peygambermiz, câhiliyye
döneminde müşrik babaları tarafından çocuklarına verilmiş olan,
mânâsı şirki çağrıştıran isimleri; anlamı kötü ve ahlâksızlığı hatırlatan adları
değiştirirdi.769 Bu kabilden olmak üzere “isyankâr, isyan eden kadın”
anlamına geldiği için “Âsiye” ismini değiştirmiştir. Yeni müslüman olmuş
bir kadının ismi Âsiye idi. Rasûlullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi
ve ona: “Sen Cemile’sin” dedi.770 Ama aynı Rasûl, Kur’an’da ismi belirtilmeyen
“Firavun’un hanımı”nın “Âsiye” olduğunu bildirmiş ve ondan
övgüyle söz etmiştir.771 Bundan şöyle bir çıkarım yapmak herhalde yanlış
olmaz: İslâm’ın hâkim olduğu, yönetimin ve çevrenin Allah’a itaat edenlerden
teşekkül ettiği ortamda Âsiye/isyankâr olmak büyük bir yanlıştır. Ama
Firavunların hâkim olduğu ve Allah’a itaat etmeyenlerin egemen olduğu
ortamlarda Âsiye/isyankâr olmak; dünyevî açıdan riskli olsa da en temel,
kurtuluş için en emin tavır, Rasûluullah’ın övgüsüne mazhar olan en doğru
yoldur.
Müslüman; ıslah adına, tebliğ adına dininden ve dâvâsından her çeşit
tâvizi verebilen, Allah’ın hor gördüklerini hoş gören, “gelene ağam, gidene
paşam” diyen, tepkisiz, buğzsuz, nefretsiz, dolayısıyla kişiliksiz insan değil-
768 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5; 57/Hadîd, 14
769 Bk. Buhâri, Edeb 108; Ebû Dâvud, Edeb 62; İbn Mâce, Edeb 32
770 Ahmed bin Hanbel, Müsned II/18; Dârimî, Sünen, İsti’zân 62
771 Buhâri, Enbiyâ 32, 46; Müslim, Fezâilu's-sahâbe 70
• 295 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
dir. Düşünmeyen, hakkı yaşamayan bir çevrede, mü’min boyun eğen, sesini
çıkarmayan, tepki göstermeyen, silik bir şahsiyet olamaz. “Münkerler”
etrafını kuşattığından, en azından kendini kurtarmak, bulaşıcı mikroplara
karşı mücadele ederek koruyucu hekimlik tedbirlerini almak, yani “nehy-i
anilmünker” yapmak mecbûriyetindedir. Tevhid eri olabilmek için; Allah’ın
dışında politik, medyatik, sosyal, sanatsal, sportif, maddî, fikrî, nefsî... alanlardaki
tüm ilâhları reddetmek, putların ve putçuluğun her tezâhürüne,
endâdın her görüntüsüne, fanatikliğin her çeşidine tavır almak olmazsa
olmaz bir zarûrettir. Muvahhid olmak, mü’mince yaşamak ve müslümanca
ölmek için tâğutlara, zorbalara, ilâhlık taslayan şahıs, ilke ve kurallara, kısacası
Allah’a itaat etmeyenlere “lâ” isyan bayrağını çekmek şarttır. Bu tavır
takınılmadan, izzet ve onurunu korumak da, mü’min kalıp mü’min ölmek
de mümkün değildir.772 Trafik ışığı olarak kırmızı lâmba konusunda itaatsizliğin
cezası değerlendirilir de, Allah’ın koyduğu helâl-haram hududuna
itaatsizlik, her iki dünyada cezasız mı kalır dersiniz?
İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre isyan
edemeyen müslüman, en azından itaatsizlik yapmalıdır. Zâlim otoritelere
karşı sivil tepki ve sivil itaatsizliğin en güzel destanlarını peygamberler
yazmıştır. Nemrutlara itaat etmeyip putlarını kıran İbrahim, Firavunlara
başkaldıran Mûsâ, câhiliyye şirkine karşı en şanlı direniş, en anlamlı tepki
ve en güzel savaş sayfalarını yazan Hz. Muhammed (salevâtullahi ve selâmuhû
aleyhim ecmaîn)...
Yeşilciler, çevreciler, hayvan severler, sendikalar, spor fanatikleri...
kadar bile tepkilerini dillendiremeyen dâvâ adamları(!); sayıları kırkı bulur
bulmaz sivil itaatsizlik ve tepkilerini sokağa taşıran, sloganlar atarak,
tevhidi gülle gibi meydanlara savurarak kutsal isyana giden yolu açanları
sadece tarihte yaşanıp bir daha tekrarlanamayacak masal gibi değerlendirirler.
Onların çoğu, zenginliğin ihtiraslı rüyalarının mahmurluğu içinde
dünyevîleşme çarkında veya hor gördüğü müslümanları bırakıp müşriklere
hoşgörüler dağıtmakta, bazıları da tâğutları, kâfirleri darıltmamaya
özen göstermekte, hatta kimse inanmasa da büyük putları sahiplendiğini
ilân etmede veya etliye sütlüye karışmadan gününü gün edip, suya sabuna
karışmadan temizlik(!) peşinde... Allah’a iman edip tâğuta kulluk yapmak,
küfre dolaylı da olsa hizmet etmek, Allah’a itaat etmeyene muhâlefet bile
772 2/Bakara, 256
• 296 •
Ahmed Kalkan
yapamadan ot gibi yaşayıp gitmek, her konumdaki ve her zihniyetteki âmire
itaat edip emir kulu olmak, bütün bunlar Allah’a hakkıyla kul olmak isteyen
bir müslümandan, cehennem kadar uzak olması gereken hususlardır.
İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, üstad
Mevdûdî, belki bazılarımızın biraz abartılı ve karikatürize edilmiş bulabileceği
bir örnekleme ile ibâdet-itaat ilişkisini ve bu dengenin kayboluşunu
şöyle açıklar:
“Önce ibâdet’in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra
cevap verin: Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp
daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle
hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, ‘git şu şu işleri yap’ diyor; köle
bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar
ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, ‘git falan yanlışlıkları
düzelt’ diye tâlimat veriyor; ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin
önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi ‘hırsızın elini bu kötü işten
kes’ diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin
söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve ‘hırsızın
elini bu işten kes’ emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine
gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden
bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız Allah bilir! Allah’ın kullarından
böyle davrananların kendilerini Allah’a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine
şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir, kaç kere
Kur’an’daki İlâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını
bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik
bir tesbih alır ve Allah’ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur’an
okurlar! Onları bu halde gördüğünüz zaman; ‘ne kadar müttakî, ne kadar
dindar adamlar’ dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek
anlamını bilmemek yatar.773
Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu
kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına
sebep olur. Her tarafından küfrün her çeşidiyle her şekilde kuşatılan günümüzün
müslümanı, müslüman kalmak ve müslüman ölmek için ateşten
gömlek giymeye hazır olmalıdır. “Müslüman” ismini benimsemek, ciddî ve
773 Ebu’l Hasan Ali Nedvî, İslâm’ın Siyasi Yorumu, s. 77 (Mevdûdi’nin Fundamentals Of İslam adlı eserinden
naklen)
• 297 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
büyük bir iddiadır. Bu iddianın isbatı, tüm iç ve dış zorluklara rağmen, itaat
ve isyan sınavlarını başarmaktır. Cennetin bedeli itaat; cehennemin sebebi
isyandır. Allah’ın emirlerini öğrenir öğrenmez “dinledik ve itaat ettik”
deyip hemen eyleme geçen; Allah’ın itaati yasakladığı ilke, görüş, kural ve
kişilere karşı da “ne dinliyoruz, ne de itaat ediyoruz!” deyip sözünün eri
olan cihad erlerine selâm olsun. İsyanınız kâfirlere, zâlimlere ve hevânıza;
itaatiniz Rabbinize olsun!
Secde ve Secde ile Allah’a Yaklaşma
“(Allah’a) Secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!” (96/Alâk, 19)
‘Secde’ sözlükte, eğilme ve boyun büküş demektir. Bu anlamda secde,
Allah’ın önünde eğilme ve O’na karşı kulluk yapmak demektir ki insanları,
hayvanları ve cansızları kuşatır. ‘Secde’, bir anlamda üstün bir varlığın
önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek
üzere, saygıdan eğilmek, yere kapanmaktır. Özel anlamıyla secde; en önemli
ibâdet olan namazı tamamlayan, alnı, elleri, dizleri ve ayakları yere koymak
şeklindeki hareket ve namazdan bir rükündür (olmazsa olmaz şartıdır).
Allah’ın huzurunda yere kapanış demek olan secde, Allah’a memnuniyetini
ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yapılan bir ibâdettir. Secde
kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 92 yerde geçer. Secde yapana ‘sâcid’,
çok secde yapana ise ‘süccâd’ denir. Üzerinde secde yapılıp namaz kılanan
kumaş veya küçük halıya ‘seccâde’, secde yapılıp (topluca) namaz kılınan
binaya “mescid”, secde organlarına da mesced adı verilir. Secde yapma olayına
da ‘sücûd’ denilir. Sücûd aynı zamanda çok secde yapan anlamına da
gelmektedir.774
İbâdet Anlamıyla Secde
Secde, son derece tevazu (hürmet) ile alçalıp baş eğmektir ki, ‘kibr’in
karşıtıdır. İslâmî manada, alnı yere koymak şeklindeki Allah’ı ta’zimin (büyüklemenin)
ve Allah’a itaat etmenin en yüksek göstergesidir. Her çeşit
secdede ibâdet, boyun büküş, tezellül (kendini aşağı görme) ifadesi vardır.
Bunun için İslâm’a göre Allah’tan başkasına secde edilemez; bu küfürdür.
Kendisine secde edilmeye lâyık Allah’tan başka hiçbir şey yoktur. Yücel-
774 2/Bakara, 125; 22/Hacc; 26
• 298 •
Ahmed Kalkan
tilmeye, tâzimde bulunulmaya lâyık yegâne makam Allah’tır. Allah’tan
başkasına secde edenler o secde ettikleri şeyi ilâhlaştırmış ve Allah’a şirk
koşmuş olurlar.
Kul, ister Allah’ın huzurunda isterse bir başkasının huzurunda yere kapansın;
onun bu durumu bir itaat ve önünde yere kapandığı şeye mutlak
bir bağlılıktır. Secde eden kimin karşısında secdeye kapanıyorsa, o makama
karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en büyük tanıyor, ona en büyük sevgiyi
besliyor demektir. Bu saygı ve tâzim, ister korkudan kaynaklansın, istersse
derin bir hayranlık duygusundan, durum değişmez. Çünkü insanın kendini
en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü durum, secde halidir. Öyle ki kişi,
secdede kendini bir hiç olarak görür (kendini zelil sayar), ama karşısında
secdeye kapandığı makamı ise en büyük tanır. Bir makamı veya şahsı yüceltmenin,
secdeden daha ileri ve daha aşırı bir biçimi düşünülemez. Bu
bakımdan tarihte ve günümüzde yaşayan bütün müstekbir zorbalar, insanların
kendi huzurlarında ve makamlarının huzurunda secde etmelerini,
o makamlar karşısında boyun bükmelerini istemişlerdir. İnsanların
kendi huzurlarında eğilmelerinden vahşî bir zevk almışlardır. Firavunlar
ve çağdaş takipçileri, insanların saygıyla karşılarında eğilmelerini isteyerek
mâbud haline gelmişlerdir. Yeryüzünde azıp haddi aşan, kendilerini tanrı
makamında gören bütün tâğutlar aynı karakteri taşırlar. Kendileri Yüce Yaratıcı’nın
huzurunda secde etmekten yan çizerler; ama aynı zorbalar insanları
kendi huzurlarında eğilmeye zorlarlar. Peşinden gittikleri liderleri iblis
de Allah’ın emrine karşı gelerek secde etmekten kaçınmıştı.
Kur’an’da Secde“Secde et ve (Rabb’ine) yaklaş!” 775
“Ey iman edenler, rükû edin ve secde edin!” 776
“...Rükû eden, secde eden mü’minleri müjdele!” 777
“Gecenin bir bölümünde O’na secde et!” 778
775 96/Alak, 19
776 22/Hacc, 77
777 9/Tevbe, 112
778 76/İnsan, 26
• 299 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
“Onlar ki, gecelerini Rabb’lerine secde ederek ve kıyam ederek geçirirler.”
779 “Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor.” 780
“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez Allah’a secde ederler. Gökler
de sabah ve akşam (uzayıp kısalarak) Allah’a secde etmektedir.” 781
“Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek
ve Allah’a secde ederek sağa sola döner. Göklerde bulunanlar, yerdeki
canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.” 782
“Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur’an okunduğu
zaman secde etmiyorlar.” 783
“Secde hali, kulun Rabbine en yakın olduğu andır. İşte orada çok duâ
ediniz.” 784
“Kulun, Rabbine en yakın olduğu an secdede bulunduğu andır.” 785
Secde, aynı zamanda, Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu
kanunlara itaat etmek, Allah’ın rabliğine teslim olmak demektir.
Kâinattaki bütün varlıklar isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde ederler:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar,
hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini görüyor musun?”786;
“Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a
secde ederler. Sabah akşam onların gölgeleri de (O’na secde ederler).” 787
779 25/Furkan, 64
780 22/Hacc, 18
781 13/Ra'd, 15
782 16/Nahl, 48-49
783 84/İnşikak, 21
784 Ebû Dâvud, c. 2, s. 33; Riyâzü's-Sâlihîn, c. 3, s. 82
785 Müslim, Salât 215. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez,
Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, TDV Yay., V/560
786 22/Hacc, 18
787 13/Ra’d, 15
• 300 •
Ahmed Kalkan
Tilâvet Secdesi
Tilâvet; okuma, özellikle Kur’an okuma anlamına gelir. Kur’an’daki bir
secde âyetini okuyan veya dinleyen müslümanın yapması gereken secdeye
denilir. Kur’an-ı Kerim’de 14 yerde secde âyeti bulunmaktadır. Mushaflarda,
secde âyeti bulunan sayfaların kenarına bunu belirten özel bir işaret
konulmuştur. Kur’an’daki bu secde âyetleri şunlardır: 7/A’râf, 206; 13/Ra’d,
15; 16/Nahl, (49-) 50; 17/İsrâ, (107-)109; 19/Meryem, 58; 22/Hacc, 18; 25/
Furkan, 60; 27/Neml, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 24; 41/Fussılet, (37-)38; 53/
Necm, 62; 84/İnşikak, 21; 96/Alak 19) Hanefilere göre tilâvet secdesi vâcib;
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise sünnettir. “Âdemoğlu secde âyetini okuyup
secde edince, şeytan ağlar ve ‘vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle
emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum,
ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir’
diyerek oradan kaçar.” 788
Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin yüce yaratıcının
karşısında boyun bükmekten ve secdeetmekten kaçındıkları anlatılmakta,
bir kısmında ise mü’min muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır.
Secde âyetlerinin bu içeriği göz önünde bulundurulursa, bu
âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek
hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek
anlamına gelmektedir. Bu bakımdan tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek
için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir.
Secdenin Önemi
Secde, namazın en önemli hareketidir. Secde; ibâdetin, kulluk tavrının
özü ve esasıdır. Kur’an-ı Kerim, çeşitli âyetlerde secde edenleri övmektedir.
789 Peygamber’e uyan ve O’nun Allah katından dini benimseyip
yaşayan sahabelerin ve mü’minlerin yüzlerinde secde izleri vardır. Onların
mü’min oldukları neredeyse alınlarındaki secde izinden belli olur. “Onları
rükûa varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rızâ isterler. Yüzlerinde
secdelerin izinden nişanları vardır.” 790
788 Müslim, İman 35
789 9/Tevbe, 112; 7/A’râf, 120; 26/Şuarâ, 219
790 48/Fetih, 29
• 301 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Allah’a her yerde secde edilebilmekle birlikte, secde/ibâdet için özel yapılar
da söz konusudur. Bu konuyla ilgili âyette, secdenin/ibâdetin sadece
Allah’a yapılması vurgulanmaktadır: “Mescidler (yahut mescedler; secdeler
veya secde âzâları) yalnızca Allah’ ındır. Öyleyse Allah ile beraber başka bir
şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin!”791 ‘Mescid’, secde edilen yer demektir. Bu
anlamda bütün yeryüzü bir mesciddir. Çünkü yeryüzünün her tarafında
Allah’a secde edilmektedir. Ancak mescid denilince, genellikle cemaat halinde
topluca namaz kılınan yerler, şimdiki câmiler, namazgâhlar akla gelir.
Bu âyette792 geçen ‘mescid’in çoğulu mesâcid kelimesini ‘mesâced’ şeklinde
okuyanlar da bulunmaktadır. ‘Mesâced’, ‘mesced’in çoğuludur ve anlamı
secde yerleri demektir. Dolaysıyla âyeti şöyle de anlamak mümkündür:
Secdeler ve secde yerleri, yani alın, burun, eller, dizler ve ayaklar Allah’a
aittir. Onları yaratan O’dur. Öyleyse O’nun yarattığı uzuvları (organları)
O’ndan başkasına secde ettirmeyin, yalnızca O’na secde edin.
İbn Abbas’tan rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) buyurdu
ki: “Yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum. Bunlar, alın, -eli ile
burnuna işaret etti-, iki el, iki diz ve iki ayak (ucudur).”793 Allah’ın yarattığı
organlar O’na şükretmek ve O’na itaat etmek O’na secde etmek yolunda
kullanılmalıdır. Secde, kulun şükrünün en yüksek makamıdır. Kul secde ile
itaatın, saygının, ilâhî sevginin, huşû’nun en yücesine çıkar. Kulun Rabbine
en yakın olduğu hal, secde halidir. Kişi, secdesi ile Rabbinin katında derece
kazanır. Secde edenler, Allah’ı hakkıyla ta’zim ederler.
Yüce Allah’ın yarattığı bu vücut organları, yine Allah’ın yarattığı âciz
yaratıkları tâzim etmek için kullanılamaz. Bu, Yaratıcı’ya karşı nankörlük
ve küfür demek olur. Allah’tan başkasının huzurunda saygıyla divan durulamayacağı
gibi, kula kulluk etmek için rükû ve secdeyi hatırlatan, çağdaş
tapınmalar, reveranslarda da bulunulamaz. Bu tür davranışlar, eşref-i
mahlûkat için bir züldür, alçalmadır. Şurasının altını çizmek gerekiyor ki
âlemlerin Rabbi Allah’a samimiyetle secde edenler, Allah’ın dışında hiç bir
varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmezler. Başlarını dik
tutarlar, haysiyet ve şereflerine sahip olurlar. İnsanlık onurlarını âciz, güçsüz
ve zorba karakterli varlıkların önünde beş paralık etmezler.
791 72/Cinn, 18
792 72/Cinn, 18
793 Müslim, Salât 231, Hadis no: 491, 1/355; Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 891, 1/235; S. Buhâri, Tecrid-i Sarih
Terc., 3/847-848
• 302 •
Ahmed Kalkan
Allah’a gerçek anlamda ve gereği gibi secde eden kul, kula kul olmaktan
kurtulur. Mü’min, en şerefli organı olan yüzünü, insanların üzerinde gezinip
tepindikleri toprağa sürerek, kendisini işte o topraktan yaratan Yaratıcı’nın
karşısında ne kadar basit ve âciz olduğunu hatırlar. Mü’min, yalnız
yaratıcısı Allah’ın huzurunda kendisini zelil hisseder.
Allah’ın karşısında secde etmeyenler, ancak ‘kibirli’, ‘burnu havada’ olan
kimselerdir. Onlar Allah’a secde etmeyi gururlarına yediremezler, ama her
türlü çıkarın, dünyalık makamların ve zorba yönetimlerin önünde eğilirler,
aşağı bir seviyeye düşerler. Küçücük bir menfaat için ya da az bir çıkar veya
maaş uğruna üstlerine süklüm-püklüm olurlar. Allah’ın kendisine secde
emrinden kaçınanlar, kula kulluk için emre âmâdedirler. Bunlar, halk deyimiyle
“emir kulu”dur; âmirleri kim olursa olsun, hazırola geçmeye, boyun
eğmeye, kulluk göstermeye (secdeye) hazırdırlar.
Rabbimiz, kendisine secde etmeye yanaşmayanları çeşitli şekillerde
rezil ve rüsvay eder, burunlarını sürter, onlara hiç bir izzet ve şeref vermez.
İnsanların huzurlarında secdeye kapanmalarını veya secde eder gibi
eğilmelerini isteyen sultanların veya onlar gibi davranananların bu haline
Allah (c.c.) gazap eder.
Allah’ın önünde eğilmeyen insan, gönlündeki putları deviremez, küfrün
belini kıramaz. Secdeden kaçınan insanın yoldaşı, secdeden kaçınanların
ilki olan şeytandır.
Secdede asıl olan, kalbin bütün ilgilerden arınarak Allah’a yönelmesi,
samimi bir teveccüh ile O’na bağlılığını ve itaatini arzetmesidir. Secdesi çok
olanlar, yani sâcidîn ve ‘süccâd’ olanlar, yeryüzünü tertemiz mescid haline
getirenler, Rablerinin katında yüceldikçe yücelirler. Allah, kendisi için
tevâzu gösterenleri, başını secdeye koyanları aziz kılar, yükseltir. Sadece
Allah’ın huzurunda eğilip O’na secde edenler, bir anlamda ‘mirac’a çıkarlar.
Zaten namaz mü’minin miracı değil midir?
‘Rükû’su ve ‘secde’si uzun tutulan namazlar daha faziletlidir. Bu iki makamda
yapılan zikirler, edilen duâlar ve kunutlar kabul edilmeye daha yakındır.
Bundan dolayı mü’minler secdede çok duâ ederler ve Allah’ı çokça
tesbih ederler. 794
794 Hüseyin K. Ece, İslâm'ın Temel Kavramları, s 582 vd.
• 303 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Secdenin Düşündürdükleri ve Bazı Hikmetleri
Tüm manevî/kalbî hastalıkların kaynağı kibirdir/büyüklenmedir. Büyüklenenlerin
ilki şeytandır. Allah’ın emrine isyan edip secde etmeyerek
ilk günahı şeytan, büyüklenme günahıyla işlemiştir. Allah’ın secde/ibâdet
emrine uymayarak şeytanın yolundan gidenler de onun işini meslek edinerek
büyüklenirler. Bu nedenledir ki, her namazda Allah’ın “en büyük”
olduğunu tekrarlar ve secde ile gösteririz. Demek ki, gün ve gece boyunca
büyüklenme ve eğilimleri ve tavırları ile yüzyüzeyiz. Namaz kılan bir
müslüman da yüzlerce defa Allah’ın en büyüklüğünü kalbiyle tasdik, diliyle
ikrar ve secdesiyle isbat etmiş olur. Namaz kılan bir müslüman, “Allahu
ekber” dediği, Allah’ın huzurunda bel büküp (rükû) yere burnunu sürttüğü
(secde) halde, hâlâ gurur, kibir/büyüklenme eğilimleri varsa, ne söylediğini
ve ne yaptığını bilmiyor demektir.
Yeryüzündeki fesâdın kökünde “tekbir” ve “secde” şuurundan uzaklık,
yani büyüklenme vardır. Mü’min, benlik ve kibir hastalıklarını Allahu ekber
kılıcıyla keser, secde zaferine kavuşur. Günde 40 rekât namaz kılan bir
mü’min, 80 defa secde yapma şerefine kavuşur. Alnını her gün 80 defa yerlere
eğerek nefsini ve benliğini kırar; Allah’ın dışında büyük kabul edilmeye,
önünde eğilmeye lâyık kimse olmadığının bilincini ispatlar. Bu secdelerle
mü’min, “ene rabbukümu’l-a’lâ”795 diyen Firavunlara meydan okuyup
“Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ” der. Günün her ânında ve davranışında “lâ”yı yaşamış,
şimdi de secdede “illâ”nın en yakınına ulaşmış, hakkal yakîn olarak
sadece Allah’ı ilâh olarak tanımanın hazzına ermiştir. Kibirliliğin göstergesi
olan “burnu havada olma”yı secde ile “burnunu yere sürterek” kırmış olur.
O yüzden secde, kişiyi şeytanlaştıran kibir ve gurura karşı en güzel, en etkin
tedavi yöntemidir.796
Allah’ın büyüklüğü karşısında bir hiç olduğumuzu vurgulamak için
secde halinde küçülür, küçülür, küçülebildiğimiz en küçük hali alır ve O
tek büyüğün, en büyüğün huzurunda yerlere kapanırız. O’nu büyükleyerek
ve yücelterek, O’na yakın olabilmek için O’nun kuluna en yakın olduğu an
olan secdelere tekrar tekrar varıyoruz. O’nun yüceliği karşısında küçülüp
kıvrılıyor, tıpkı kapı halkası gibi yusyuvarlak olarak O’nun rahmet kapısını
“Senin şânın ne yücedir Rabbim” diyerek çalıyoruz. “Buyur kulum, di-
795 79/Nâziât, 24
796 İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, Bengisu Y. s. 26
• 304 •
Ahmed Kalkan
lediğini iste kulum” diyerek huzuruna, kulluğuna kulunu kabul etmek ise
ancak Ekber olana, O’nun merhametine yaraşır.797 O, sadece kendi huzurunda
küçülenleri, başkalarının yanında, eşyanın, maddenin, tüm fânilerin
ve âcizlerin yanında aziz kılacak, küçültmeyecek olandır. O, kendini büyük
görüp secde etmeyen şeytanları sâğırînden kılan/alçaltan ve Kendine secde
edenleri yeryüzünde halife ve efendi kılandır.
Ağaçlar secde etmektedirler.798 Ağaçlar ve bitkiler, namazdaki secde
gibi devamlı olarak secdede duruyorlar. Çünkü ağaçların ağızlarına benzeyen
kökleri devamlı şekilde yerden su ve besin alırlar. Cisimlerin gölgeleri
Allah’a özel bir teslimiyet ve ibâdet tarzı olarak her gün nasıl uzayıp kısalıyorsa799
ibâdet eden insan da namazda kıyam, rükû, secde ve ka’de yaparken
uzanıp kısalır. Müslümanların cemaat halindeki ibâdetlerde yaptıkları gibi,
sürü halinde uçan kuşlar da Allah’a ibâdet ederler: “Göklerde ve yerde bulunanlarla
dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez
misin? Herbiri kendi salâtını (duâsını) ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah,
onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.” 800
Bilindiği gibi, Firavun, Hz. Musa’ya inanmayan ve ilâhlık taslayan zâlim
bir yöneticidir. İsrailoğullarını kendine kul-köle yapıp onları ezip sömüren
ve açıkça “ben sizin en büyük rabbinizim”801 deyip halkını kendine secde
ettirip taptıran Firavun, iman edenleri imha için ordusuyla takip ettiği Hz.
Mûsâ ve kavmi için mûcize olarak açılan Kızıldeniz’de ölüm ânında Allah’a
iman etti ve secdeye kapandı. Bu iman, yeis/ümidsizlik halinde yapıldığı
için kabul edilmedi. “Biz İsrail oğullarını denizden geçirdik. Ama Fir’avn ve
askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere arkalarından onlara yetişti. Nihâyet
(denizde) boğulma haline gelince, ‘Gerçekten İsrail oğullarının inandığı ilâhtan
başka ilâh olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!’
dedi. ‘Şimdi mi (iman ettin)? Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan
olmuştun. (Ey Fir’avn!) Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün
senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sâhilde) bir tepeye atacağız.’ İşte, insanlardan
birçoğu hakikaten âyetlerimizden gâfildirler.” 802
797 Ali Akpınar, Namaz Duaları ve Sureleri, Suffe Y. s. 67
798 bk. 22/Hacc, 18
799 16/Nahl, 48; 13/Ra'd, 15
800 24/Nur, 41
801 79/Nâziât, 24
802 10/Yûnus, 90-92
• 305 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Londra Brıtısh Museum’da Fir’avn’a ait olduğu büyük bir ihtimalle bilinen
bir ceset sergilenmektedir. Mısır’da firavunların cesetleri mumyalanmak
suretiyle muhâfaza edilmekte idi. Âyetten denizde boğulan Firavun’un
cesedinin mumyalanmadan, bir mûcize eseri korunmuş olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim 1980’li yıllarda Cebelein mevkiinde, Kızıldeniz sahilindeki
kumların altından mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış bir ceset
bulunmuştur. British Museum’da muhâfaza edilen bu cesedin en az 3000
yıllık olduğu tespit edilmiştir. Resimlerinden de belli olduğu ve bizzat benim
müzede gördüğüm şekilde bu ceset secde eder vaziyettedir. Secde halindeki
bu durum, âyette ölürken iman etmesiyle anlatılıyor. Hayatı, halkına
zulümle ve Allah’a isyanla geçen, Allah’a secde etmediği yetmiyormuş gibi,
“ben sizin en yüce rabbinizim” diyerek803 vatandaşlarını kendisine secde
ettirmekten hayâ etmeyen Firavun’a Allah, öyle bir diz çöktürüp secde ettiriyor
ki, binlerce senedir secdeden kalkmayan başı, sürtülen burnu, diğer
Firavunlara ve insan şeytanlarına ibret olsun! Ölüm ânındaki bu imanın
ve secdenin ahirette onu kurtarmayacağı âyetteki ifadeden anlaşılmaktadır.
Ancak, mumyalanmadığı ve benzeri işlemlerden geçmediği halde, Allah’ın
hikmeti gereği ve insanlara ibret olması için üç bin yıldan fazla zamandan
beri çürümeyen, bozulmayan ve tüm organları, hatta saçları bile yerinde
olan cesedin Allahu a’lem, canlı gibi kalması secde halinde ölmesinin bir
sonucu olabilir. Yani, secde ancak ölüm ânında yapıldığı için âhirette kurtarmasa
bile, Firavun gibi birinin canlı gibi sapasağlam kalmasına sebep
olmuş olabilir. Secde sayesinde ve secde ederken öldüğü için bedeni çürümemiş
olabilir. Tabii ki en doğrusunu Allah bilir.
Ölüm ânında ve kabul edilmeyen bir secdenin Firavun gibi birisine
canlı görünümü vermesi yanında, kabul olan ve Firavunlaşmayan kimsenin
secdesi, kim bilir insanı nasıl canlı tutacaktır? Allah’a secde eden mü’min,
çok şerefli bir hayata secdesi sayesinde hak kazanacak, Allah’ın nice yardımına
muhatap olacaktır. Dünyada canlandırdığı gibi, secdenin, ölümden
sonra da sayılamayacak faydaları olacaktır.
“Karanlıklar, ışıklar, gölgeler sussun ki Allah’ım
Bütün dünyayı inletsin benim secdem, benim âhım!” 804
803 79/Nâziât, 24
804 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat
• 306 •
Ahmed Kalkan
Secdenin Sağlık Açısından Faydaları
İbâdetler, sadece Allah için yapılır. Yapılmasının yegâne sebebi, Allah’a
itaat, O’na şükür ve O’nun rızasını kazanmaktır. O yüzden dünyevî
bir amaçtan dolayı yapılan bir ibâdet, “ibâdet” olmaktan çıkarak “kabahat”
olur. Ama her ibâdetin dünyevî faydaları, hikmetleri, extra olarak dünyada
kula kazandırdıkları vardır. Zekâtın sosyal faydaları, orucun beden ve
sıhhat için yararları gibi her ibâdetin bilebildiğimiz veya bilemediğimiz
nice faydaları da vardır. Namaz ve secdenin sağlığımız açısından faydaları
da küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ama tekrar hatırlatalım ki, secdeyi ve
namazı dünyevî faydalarından dolayı değil; sadece Allah rızası için yerine
getirirsek ibâdet etmiş oluruz.
Bu anlayış içinde, tesbit edilebilediği kadarıyla secdenin insan vücuduna
bazı faydalarını saymaya çalışalım: İlk olarak, namazı sırf bir beden eğitimi
hareketi gibi gören yanlış ve eksik anlayışa cevap olarak bir doktorun
beyanlarına göz atalım:
“Namazın herhangi bir jimnastik ve beden eğitimi hareketinden farklı
ve üstün beş farkı vardır.
1- Beş vakit namazda 40 rekât ve 80 secde var. Her gün kaç jimnastikçi
bu kadar hareket yapar?
2- Sportif hareket yapanlar, hızlı hareketler yaptıklarından kalplerini
ve bedenlerini yorarlar, kalıpları ve kalpleri yorgun düşer. Namaz ise yavaş
yavaş kılınır; kalp yorulmaz.
3- Namaz, günün beş ayrı vaktinde kılınır. Günün muhtelif saatlerinde
namaz kılındığından insanı gün boyu devamlı dinç tutar, aktif ve aksiyoner
yapar. Kaç jimnastikçi günde beş defa ayrı ayrı zamanlarda kültürfizik ve
beden eğitimi hareketi yapar? Ve namaz, yolculukta bile terkedilmez; düzenli
olarak her gün bu hareketler mutlaka yapılır, vücudun zindeliği sağlanır.
Spor yapanlar, en çok günün belirli zamanında vücutlarını düzenli
hareket ettirirler. Günün diğer zamanlarına sporu yayamadıkları için vücutlarında
kalori toplanmasının, yağlanmanın önüne tam geçemezler.
4- Namaz, ömrümüzün sonuna kadar farzdır. Ömrünün sonuna kadar
kaç jimnastikçi düzenli olarak hareketlerini sürdürür?
• 307 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
5- Namaz için abdest almak şarttır. Bazı durumlarda boy abdesti de
gerekir veya en azından Cuma namazı için şiddetle tavsiye edilir. Hâlbuki
jimnastik için böyle bir mecburiyet yoktur.
İnsan hayatında kanın yeri büyüktür; vücudun her tarafına dağılması
hayatî önem arzeder. Kalp, kanı vücudun en ücrâ yerlerine kadar ulaştırmak
üzere pompalar. Kalbin bu işi yapabilmesi için daimî olarak dinç
olması gerekir. Bir de bu kan gönderme işinde kalbe yardımcı olunabilmesi
için, şahsın birtakım hareketler yapması, bedenin dinç kalması için,
o hücrelerin kan ile iyice sulanması veya kanlanması gerekmektedir. Nasıl,
bir bahçıvanın sebzelerin iyice yetişmesi için bahçeyi her zaman sulaması
gerekirse, dokulardaki kan dolaşımı, yani hücrelerin iyice kanla sulanması,
daha doğrusu hücrelerin iyi kanlanması gerekmektedir.
Bunu bir misalle daha iyi açıklayabiliriz: Namaz kılıp secde etmeyen,
bütün gün bir sopa gibi gezinen ya da masa başında koltuğunda oturan
bir insanın kalbinden başına doğru pompalanan kan ile namaz kılan ve
günde başını 80 defa yere koyan bir kimsenin başına gelecek kan miktarı
muhakkak ki aynı değildir. Günde, secdelerle başı 80 defa kanla pompalanan
bir kimsenin saçlı derisi de 80 defa kanla yıkanıyor demektir. Beynin
üzerindeki beyin zarları, yani meninksler de namaz kılan şahıslarda, kılmayanlara
nazaran günde seksen defa daha fazla kanlanıyor demektir. Bu
zarların üzerindeki dönüş deveranına ait sinuslardaki kan da namaz kılıp
secde edenlerde 80 defa daha fazla olarak deverana iştirak ediyor demektir.
Hâfıza ve şahsiyet ile ilgili frontal lop, yani beynin ön lobu, namaz kılıp
secde edenlerde namaz kılmayanlara nazaran 80 defa daha fazla kanlanıyor
demektir. O yüzden hâfıza ve şahsiyet bozukluklarına namaz sâyesinde
secde edenlerde çok daha az miktarda rastlanır. Bu insanlar, bunamaya
pek uğramazlar. Bir insanın beyni günde secdeler sayesinde 80 defa kanla
yıkanırsa, o insan ne erken ve ne de geç bunamaya yakalanır. Bunun için
secdeli/namazlı ihtiyarlarda hemen hiç bunama görülmemektedir. Çok yaşamadığı
halde yataklara düşüp küçük ve büyük abdestlerini tutamayanlar
ve çoğunlukla bunama özellikleri gösterenler, namaz kılmayan kimselerdir.
İnsan ayakta iken beyne giden ve beyin için iyi bir besleyici olan glikoz
miktarının % 25, rükû halinde % 40, secde halinde ise % 75 oranında olduğu
bilinmektedir.
• 308 •
Ahmed Kalkan
Diğer taraftan, insanın iradeli hareketlerini, yürüyüşünü temin eden
merkezler, parietel lopdadır. Günde 80 defa secdeye gidildiği için, bu parietal
loblar, 80 defa kanla iyice yıkanıyor demektir. Görme, işitme, duyma,
koklama ve tatma merkezleri ociipital, yani arka lobda olduğu için namaz
kılanlarda kılmayanlara nazaran günde 80 defa fazla kanla besleniyor
demektir. Muvâzeneyi/dengeyi temin eden beyinciğin ve kafa çiftlerinin
çıktığı beyin kökünün günde 80 defa kanlanması ve daha doğrusu beslenmesinin
ne kadar kıymetli bir şey olduğunu anlamak için doktor olmak
gerekmez. Buna şöyle bir misal de verebiliriz: Eczane raflarında senelerce
duran bir ilacın tesir tarzı ile, aynı ilacı 80 defa çalkaladığımız zaman o ilacın
yaptığı etki şekli aynı değildir. Hareket eden ve çalkalanan ilaç, mutlaka
daha iyi karışır, homojen olur ve mutlaka daha iyi tesir eder.
Yine, secdeler sayesinde mü’minin gözleri, 80 defa yere eğildiklerinden
daha kuvvetli kan deveranına sahip olur. Göz içi tansiyonunda artma olmaz
ve ön kameradaki sıvının devamlı değişmesi temin edilmiş olur. Glokom ve
buna benzer vahim göz hastalıklarına namaz kılıp secde edenlerde daha az
görülmesi bu yüzdendir. Kulakların yine iyi kanlanması, frontal, etmoidal,
sfenoidal ve maxiller sinüslerin ifrazatlarını daha kolay boşaltmaları hep
bu günde 80 defa secde eden insanlarda daha iyi olmakta ve sinüzitlerin
meydana gelmesine büyük ölçüde engel olmaktadır.”805
Rükû ve secdeler, bütün organları canlandıran kan dolaşımı için en iyi
bir usûldür. Onun için namaz, sindirimi takviye edici ve iştah açıcıdır. Rükû,
sırt ve mide kaslarını takviye eder, aynı zamanda midenin cidarı üzerinde
meydana gelen yağları giderir. Secde ise, baldır ve uyluk kaslarını, bağırsak
faaliyetleri ile mide cidarını takviye ettiği gibi, kanın, vücudun her tarafına
ulaşmasını da temin eder. Yine secde, kasların za’fiyeti ile bezlerin hareketli
olmasından meydana gelen mide ülseri gibi hastalıklardan korur. Namazda
kol, bacak ve kafa hareket eder, bu hareketler ise, bütün kaslara, eklemlere
ve kemiklere ulaşır. Namaz, vücudun üst tarafındaki kanı indirme etkisi
gösterir. Bu sebepten, yüksek tansiyondan şikâyetçi hastalar, namazı tam
olarak kılarlarsa açıkça faydasını göroürler. Secde ve namaz, sinir sistemine
rahatlatıcı bir tesir yapar, kalp atışlarını takviye eder, dolaşım aksaklıklarını
giderir, buhranı söndürür ve stresten uzaklaştırır. Morali ve siniri bozulanlar
ve bu yüzden uykusuzluk çekenler için secdeye kapanıp namaz kılmak,
805 Dr. Timuçin Altuğ'un makalesi, naklen: Psikolojik ve Sıhhî Açıdan İbadet, Abdullah Aymaz, Çağlayan
A.Ş. Y., s. 1-5
• 309 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
yerinde bir tedavidir.806 Ruha ve sinirlere rahatlık, huzur, sükûnet ve güven
vermekte en önemli ilaç budur. “Biliniz ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle
sükûnet bulur, mutmain olur.” 807
Secde edip Allah’ın en büyük olduğunu kendine ve her şeye ilân eden
kimsenin gözünde ve kalbinde başka bir büyük olamaz. Bazıları parayı,
otomobili, kadını, dünyevî makamı/koltuğu, apartmanları, kendini, çocuklarını...
büyük görür, giderek bunları veya bunlardan birini tutku halinde
fanatik şekilde sever. Mü’minin gözünde ve gönlünde ise büyütülmeye, büyüklüğünü
kabul etmeye değer tek varlık vardır; Allah. “İnsanlardan bazısı,
Allah’tan başkasını Allah’a endâd (eşler ve benzerler) edinir de onları, Allah’ı
sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler (onların Allah’ı
sevmesi her şeyden, her sevgiden daha fazladır).” 808
Secde, meleklerin severek yaptıkları bir ibâdet; secdeden kaçınmak,
şeytanların lânetlenmesine sebep bir isyandır. Yükselip meleklerle beraber
olmak isteyenler secde merdivenine tırmanmalı; secdeden kaçanlar, bunun
“hubût”, yani iniş, düşüş ve alçalma olduğunu bilmelidir. Secde, Rabb’e yaklaşmak;
secdeden kaçınmak ise, sonunda lânet olan çıkmaz yola girmektir.
Secdeden kaçanlar şeytanlaşıp en aşağılara alçalıp yuvarlanırken; mü’min,
secde füzesiyle fezâları aşıp yükselir.
Ne mutlu sadece Allah’ın önünde eğilip secde eden ve bu davranışıyla
insan ve cin şeytanlarını kahredenlere... Yazıklar olsun tâğutlar önünde basit
çıkar için yaltaklanıp iki büklüm olanlara!
Selâm olsun secdelerini artıranlara; gündüz işlerini, gece uykularını Allah
için bölüp secde izlerini alınlarına nurla nakşedenlere! Secde üssünden
kalkan füzeyle göklerin en yükseğine, “mirac”a doğru kanatlananlara selâm
olsun!..
806 A.g.e., s. 84-85
807 13/Ra'd, 28
808 2/Bakara, 165
• 310 •
Ahmed Kalkan
İlk Vahyin Geldiği “Zaman”
Aylardan Ramazan; Kur’an ayı, on bir ayın sultanı… Gecelerden Kadir
Gecesi; bin aydan, yani seksen üç yıldan hayırlı gece. Ramazan ayının
değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmakta.
Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre,809
Kur’an’ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan
daha hayırlı olacaktır. Kur’an’a uygun şekilde ihyâ edilen her gün ve gece
Kadir Gecesi… Kur’an’ı ve hükümlerini önemsemeyen, ya da başka şeyleri
Kur’an’a tercih eden, Kur’an’a ters ilke ve yaşama biçimlerini reddetmeyen
kimseler için, yani Kur’an’sız, Kitapsız yaşayanlar için Ramazan da
yok, bayram da... Kur’an kendisine inmemiş gibi Kitapsız şekilde yaşayan
insanlar, Kur’an’dan yararlanamadığı gibi, Ramazan’dan da nasip alamazlar,
Kadir Gecesinden de.
Kur’an’ı, indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak
itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve
siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi
gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, biz de bin insandan hayırlı olacağız;
böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan üstün. Yoksa, rahmet çeşmesinin
büyüklüğü, ondan yararlanmasını bilmeyen, susuzluğunu gidermek
için su kabını veya ağzını çeşmenin altına yerleştir(e)meyen kimseler için
hiçbir şey ifade etmiyor. Çeşme, bin dört yüz yıldır akmakta. Bu güne kadar
onun hayat veren lezzetli suyunu içenleri suladığı, nimetlendirip dirilttiği
gibi, hâlâ canlandıran rahmet suyunu sunmaya devam etmekte. Ama biz,
kabımızı o çeşmenin altına tutmuyor, çeşmeden yararlanmayı bilmiyorsak
suç elbette çeşmenin değil; bizim. Karanlıklarda yaşayan insan çeşmenin
yolunu unutmuş olabilir, ama çeşmenin suyundan az da olsa tatmış
olanların yapmaları gereken büyük görevleri var… Hele o çeşmenin yanı
başındaki yangınları fark eden itfaiyeci (dâvet ve tebliğci) görevini yapmıyorsa,
karanlıktan yararlanarak yangını çıkaran ve değişik araçlarıyla yangını
körükleyenler kadar, o da suçlu değil mi? Kendilerini ve toplumlarını
değiştirmek isteyenlere Kur’an yardıma hazır; referansları, örnekleri ortada.
Değişim ve dönüşüm projelerini, kendisine yöneleceklere sunmaya, yol
göstermeye, yollarını aydınlatmaya hazır beklemekte…
809 97/Kadr, 3
• 311 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
İlk Vahyin Geldiği “Mekân”
Hirâ aslında, Mekke’nin üç mil kuzeydoğusunda bir dağın adı. İlk vahyin
geldiği mekân oluşu sebebiyle bu dağa “Cebelü’n-nûr (Nur Dağı)” adı
uygun görülmüş. O dağda, iki kişinin içine zor sığacağı, kafa eğilmeden
sığılmayacak küçücük bir mağara; Hira mağarası. Hira: Arayış demek. Arayışa
çıkan bir düşünen insana ev sahipliği yapıyor. Mekke şehrine hâkim,
oraya kuşbakışı bakılacak bir yer, Hira mağarası; Vahiy öncesi ve vahiy
sonrası kısa bir müddet Peygamber’e sığınak… Hirâ Dağı; dağda su olmadığından
çıplak, yanık kayalar halinde; üzerinde hemen hemen hiç nebat
ve ağaç yok. Ama hiçbir dağın kendisinde uzun süre müsafir edemediği
aziz misafiri ağırlayan bir dağ ve saraylardan kıymetli küçücük kulübe gibi
mağara. Mağara; İbrâhim’in (a.s.) yuvası, Ashâb-ı Kehf ’in sığınağı... Hira,
vahye şâhit, Sevr, mukaddes hicretin durağı ve korunağı. Kehf, ashâb-ı kehfe
adını veren mağara...
Muhammedu’l-Emîn’in 35’inden sonra, bu dağı ve bu dağda yalnızlığı
sevmeye başlaması… Günlerce ibâdet için kaldığı mekân. Tefekkür, daha
doğrusu tahannüs şeklinde günlerce ibâdete çekilmesi.810
İlk Vahyin Kendisine İndiği “Zât”
Çevresindeki insanların değerlendirmesine göre herhangi bir ayrıcalıklı
durumu olmayan sıradan biri. Büyüdükçe ahlâkıyla öne çıkıyor, “el-
Emîn” isim-sıfatını hak ediyor. Putlara tapmıyor, çirkin fiillere hiç yaklaşmıyor.
Ticaretle uğraşıyor, kırk yaşına doğru sık sık câhiliyye toplumundan
uzaklaşıp câhiliyye toplumunu terk eden, bu putperest ve azgın toplumun
nasıl kurtulacağını düşünen arayış için Arayışa/Hira’ya uğrayan bir güzel
insan… Yaş 35 ve sonrası: Emîn/güvenilir Muhammed artık sık sık Mekke’nin
şirk, ahlâksızlık, haksızlık ve zulümle dolu havasından sıyrılıyor; sık
sık Hira Dağı’ndaki bu mağaraya gidip uzlete çekiliyor. Hira Mağarası’nda
kendisini Allah’a vererek O’nun varlığını, birliğini, kudret ve azametini;
insanların aczini ve Allah’a olan ihtiyaçlarını, ama buna karşılık onların
isyanını, ahlâksızlık ve sapıklıklarını tefekkür ederek Cenâb-ı Hakk’a ubû-
810 Âişe annemiz, bu olayı anlatırken "tahanus" kelimesini kullanmıştır. İmam Zührî bunu "taabbüd"
olarak açıklamıştır. Bu, Rasûlullah'ın edâ ettiği bir çeşit ibâdetti. Çünkü Allah (c.c.) ona henüz nasıl
ibâdet edeceğini öğretmemişti. Rasûlullah (s.a.s.) evden yiyecek ve içeceğini alarak mağarada birkaç
gün geçirirdi. Sonra yine eve döner ve eşi Hatice'ye yiyecek ve içecek hazırlatarak ibâdet için mağaraya
dönerdi. Böyle bir günde Rasûlullah bu mağarada iken birden bire vahye muhâtap oldu.
• 312 •
Ahmed Kalkan
diyette bulunuyor. Yaş 40, olgunluk yaşı: Allah’a kullukta bulunup tefekkürle
meşgul olduğu anlardan birinde kendisine inen ilk vahiy. Muhammedu’l-
Emîn olarak mağaraya giren zât, artık Rasûlullah olarak mağaradan
çıkıyor.
Vahyin ne olduğunu bilmeden kendisine gelmesinin şaşkınlığı ve belirsizliğinin
giderilmesi için eşi Hadice, Rasûlullah’ı yanına alarak amcasının
oğlu Varaka bin Nevfel’e gittiler. Varaka, cahiliye döneminde Hristiyan olmuştu.
İbranice ve Arapça olarak İncil yazıyor, okuyordu. Çok yaşlı olduğundan
gözleri görmüyordu. Hatice ona şöyle dedi: “Ağabeyciğim! Yeğenini
biraz dinler misin?” Varaka Rasûlullah’a sordu ve Rasûlullah olanları
anlattı. Varaka: “Bu aynı Namustur (Vahiy getiren melek; Cebrâil). Allah,
onu Mûsâ’ya da göndermişti. Keşke senin nübüvvet zamanında genç olabilseydim.
Keşke kavminin, seni yurdundan çıkaracağı zamana kadar yaşayabilseydim.”
Rasûlullah sordu: “Onlar beni buradan kovacaklar mı?” Varaka:
“Evet, senin getirdiğini getiren bir şahsa insanların düşman olmadığı bir
zaman yoktur. Eğer senin döneminde yaşarsam bütün gücümle sana yardım
ederim.” dedi. Ancak çok geçmeden öldü.811
Bu rivâyetten açıkça anlaşılıyor ki vahiy gelmeden hemen önce bile
Rasûlullah’ın düşüncesinde Peygamber olacağına, nübüvveti beklediğine
dair bir şey yoktu. Nebîliğe tâlip olmak ve onu beklemek bir yana, peygamberliğin,
vahyin ne olduğunu bile bilmiyordu. “İşte böylece sana da emrimizle
Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz
onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur
kıldık.”812 Vahyin nüzulü ve melekle karşılaşması bir kişinin hiç beklemediği
halde büyük bir olayla karşılaşması ve onun etkisi altında kalması gibi bir
şeydi. Bu nedenle, İslâm’a dâveti başlattığında Mekkeliler Rasûlullah’a her
türlü itirazı yönelttikleri halde, hiç kimse “Biz böyle şeyi Muhammed’den
(s.a.s.) bekliyorduk, çünkü o bunun planlarını yapıyordu” diyememiştir.
Nüzul ve Mü’minlerin Ortak Kaderi
Nüzul, Arapların misafirlerine hazırladıkları sofraya verdikleri addır.
Dolayısıyla Yüce Yaratıcı, Kitabı indirerek (inzâl ederek) kendi katından
insana her türlü istifade edebileceği İâhî bir sofra bahsetmiştir; gök sofrası.
811 Buhârî, Tefsir 96/1
812 42/Şûrâ, 52
• 313 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
O halde insana düşen bu sofradan gereğince beslenerek hayatını idame ettirmesidir.
Bu ise ancak insanın ne ile muhatap olduğunu anlaması ve ona
uygun davranmasıyla mümkündür.
Varaka Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Allah’ın elçisi olduğunu ve kavminin
onu yurdundan sürüp çıkaracağı günlere erişebildiği takdirde ona destek
olup bu uğurda savaşacağını söylediğinde Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu bir
türlü anlayamamıştı. Neden kavmi onu yurdundan sürüp çıkaracaktı? Ancak
ne var ki, şimdi dahi Hz. Muhammed (s.a.s.)’in örnekliğini kendi hayatına
taşımaya çalışan gönül dostları daha işin başlangıcında yakınlarının
tepkileriyle karşılaştıklarında kaçınılmaz olarak ortak bir kaderi paylaşıyorlar.
Zira bu sünnetullah dediğimiz Allah’ın değişmez yolu ve yasasıdır
ki, Allah’ın İlâhî mesajlarını tebliğ ile görevli olan bütün peygamberler
yalanlanmış, kendilerine düşmanca davranılmış ve çoğunlukla hepsi yurtlarından
çıkmak zorunda kalmışlardır. Zira Allah’ın emir ve yasaklarını
içeren İlâhî mesajlar yozlaşan toplumsal ve idarî yapının (sistem) ıslahını
ya da ilgasını da beraberinde zorunlu kıldığı için câhiliyye toplumlarına
egemen olan hâkim sınıf ve toplumun bu sınıfa tabi olan kesimi tarafından
devamlı surette düşmanlıkla karşılanmıştır.813 Dolayısıyla vahiy gerçek anlamıyla
hangi insanın hayatına girerse girsin; kaçınılmaz olarak, öncekilerin
başına gelenler tekrar tekrar tecrübe edilecektir.814
Alâk Sûresi Işığında
Hayatın Allah İçin Olması
Hayatın Allah için olması demek, tüm yaşayışımızı Allah’ı râzı edecek
şekilde tanzim etmek demektir. Adama bilinci demektir; dâvâ adamına
özgü yaşamak, dâvetçi/tebliğci olmak, lillâh (Allah için) ve fillâh (Allah yolunda)
yaşamak demektir. Her durumda, her oturumda, her konumda, her
işte, her zamanda ve her yerde Allah’ı akıldan çıkarmamak, her yaptığı işle
Allah arasında bağ ve bağlantı kurmaktır.
813 Subhi es Salih, Mebâhis fîi Ulûmi’l Kur’an; Semih Ebu Muğulî, Fil-l Kur’ân min Külli Lisan
814 “(Ey iman edenler!) Yoksa siz, sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza
gelmeksizin Cennete kolayca girivereceğinizi mi zannettiniz? Zira onlar, kendilerine dokunan yoksulluk
ve sıkıntılarla öyle sarsılmışlardı ki, sonunda peygamberler ve beraberindeki mü’minler: ‘Allah’ın yardımı
ne zaman gelecek?’ diyorlardı. Şunu iyi bilin ki; şüphesiz Allah’ın yardımı çok yakındır.” (2/Bakara, 214)
• 314 •
Ahmed Kalkan
İnsanların yaratılış gayelerinin Allah’a kulluk, yani Allah için yaşamaları
olduğunu belirten Kur’an (51/Zâriyât, 56), baştan sona hayatın nasıl
Allah için olabileceği sorusunun cevabını vermektedir. Örnek olarak nüzul
yönüyle ilk âyetleri verebiliriz. İlk inen sûre olan Alâk sûresinde hayatın
nasıl inşâ edilip Allah’a tahsis edilebileceğiyle ilgili önemli veriler görebiliriz.
Şöyle ki;
1- Yüce Yaratıcı’yı gereği gibi idrâk etmek ve her şeyin tek gerçek sahibi
olarak hayatın merkezine oturtmak (kulluk bilinci), Allah’ın insanı zaaftan
kuvvete çevirmesindeki hikmetin beyanı ve diğer mahlûkattan ayırt edilmesi
için ona “oku” diye emrettiğini unutmamak gerekir. Öncelikle okumalıyız.
Her işe ve özellikle okumaya besmele çekerek başlamalıyız (Alâk
Sûresi, 1. âyet).
2- Okuyacağız; Neyi?: İnsan, kâinat ve vahy adlı kitapları; birbirleriyle
tefsir ederek. Nasıl?: Bi’smi Rabbike: Rabbinin ismi ve izniyle. Tâğutlardan
değil, O’ndan izin alarak, O’nun ismini anarak, O’nun yardımını isteyerek,
O’nun istediklerine uymak için. Besmele ile: Aynı zamanda: “İsim” kelimesi;
ad, ad vermek anlamına geldiği gibi, -bi harf-i cerri ile de- (b’ismi)
yüceltmek, yükseltmek anlamına gelmektedir. Nitekim gökyüzü anlamında
“semâ” kelimesi aynı kökten gelmektedir. O yüzden, “bismillâh”ın veya
“bismi Rabbike”nin anlamı, “Allah’ı (Rabbini) yücelterek” şeklinde de anlaşılabilir
(1. âyet).
3- Okumak; O’nun ismi ile, O’nun izin verdiklerini, O’nun rızâsını kazanmak
için. Öncelikle Kur’an’ı hayatın kitabı olarak algılayarak, anlamak
ve yaşamak maksadıyla okumak ve toplumu mânevî-ahlâkî ilkeler doğrultusunda
Kur’an’a çağırmak; aynı zamanda bu konuda gereken organizasyonların
yapılması (vahyin zihnî ve sosyal inşâsı) dâvâ adamı mü’minlerin
görevidir (1. âyet).
4- Okumanın ve ilmin ilk temeli Allah’ı tanımaktır. Bu, İslâm’ın ilk temeli
olduğu gibi, ilmin de esasıdır. İlmin esas kaynağı vahiydir. Kur’anî mesajın
«Oku» emriyle başlaması, vahyin ve İslâm’ın okumaya ve ilme verdiği
önemi en güzel bir şekilde yansıtmaktadır. Ayrıca bilimin ve dünya nimetlerinin
insanı hak yoldan ve Allah’a tam anlamıyla bir kul olmaktan alıkoyması
muhtemel olduğu için, bunun ancak Allah’a ibâdet ile tamamlanacağı
• 315 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
ve ilim ile ibâdetin birbirlerinden ayrılmaz unsurlar olduğu da sûrenin ilk
ve son âyetleri arasındaki insicâmdan anlaşılmaktadır (1. âyet).
5- “Oku” emri önemli bir emir. Her hayrı içeren kapsamlı bir ifade.
İmandan da ibâdetlerden de önce okumamız gerekiyor. Çünkü ilim, imandan
da ibâdetlerden de önce gelir. Kişi, bilmeden neye nasıl inanacak ve
ibâdetini nasıl yerine getirecektir? Kâfirlerden ayrışmamız daha ilk âyetin
ilk kelimesinden sonra ortaya çıkıyor: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla (besmele
ile).” Kâfirler, müşrikler de okurlar. Ama farkımız biz Allah’ı hatırlayarak
O’nun ismiyle ve O’nun izniyle okuruz. Allah’a yaklaşmak için okuruz.
Onlarsa öyle bir ihtiyaç hissetmezler. Sadece kendileri besmelesiz değildir;
eğittiklerini de besmelesiz yapmaya çalışmakta, besmeleyi meclislerinde,
mahkemelerinde, okullarında yasaklamaktadırlar. Onların besmelesi tâğutun
adıyladır. İlk âyette kâfirler ve müşriklerle, müslümanlar arasında
besmele simgesiyle bir ayrışma istendiği sezilmekte, sûrenin devamında bu
berâet/ayrışma pekiştirilmekte, son âyette zirveye çıkarılarak onlara itaat
yasaklanmakta ve isyan emredilmektedir (1. âyet).
6- Yalnız başına “Oku” hitabı değilse bile; “Yaratan Rabbinin adıyla
oku!” emri, mü’minlerle kâfirler arasında bir ayrışma sağlıyor. Mü’min-kâfir
ayrılıyor, saflar netleşiyor. Demek diğer insanlar da okuyor; ama Kur’an’ı
değil, Allah’ın; vahiy başta olmak üzere okunmasını istediğini istediği gibi
okumayı değil; şeytan vahiylerini, parayı, faydasız bilgileri, televizyon kanallarını,
eğlenceyi okuyorlar, insanların canına okuyorlar; gecenin son
üçte birinde değil, ilk üçte birinde okuyorlar. İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki
okuma açısından da fark… Önemli olan okumak değil; Allah’ın
râzı olacağı şeyleri, O’nun râzı olacağı gibi okumaktır (1. âyet).
7- İlk inen âyette Allah’ın “Rab” isminin vurgulanması, O’nun yarattığı
kullarını eğitip yetiştirdiği, ihtiyaçları olan her ne ise onları ihsan ettiğini
değerlendirmemiz gerekmektedir. Nice sıfatlarından “yaratma” sıfatının
zikredilmesi de; ancak yaratmaya kadir olanın Rab olabileceğini ve kendi
yaratılmamızdan başlayarak tefekkür etmemizi işaretle vurguluyor (1.
âyet).
8- “Alâk’tan, aşılanmış, asılı, yapışkan bir hücreden yaratılmak”: İslâmî
hareketin de ilk aşamada dışarıdan kimsenin fark edemediği güvenli bir
yere yapışması, oraya sağlamca tutunması ve belirli bir büyümeye ulaşınca•
316 •
Ahmed Kalkan
ya kadar o gizliliği sürdürmesine işaret kabul edebiliriz. Hücre faaliyetine
benzer cemaat çalışması, dâru’l-erkam gayreti… Üç karanlıkla örtülü, dıştan
gelecek olumsuz etkilere karşı korunaklı bir yer. Kendisi gibi olanlarla
neticeye ulaşmak için, hayırda yarış içinde olması, Aynen 300 milyon
spermin yumurtayı döllemek için şampiyonluk yarışı gibi. Toprak altındaki
tohum gibi… Bir buğday başağını düşünelim: Evimize ekmek olarak gelip
bize enerji vermesi için hangi aşamalardan geçmiştir? Bir tohumun toprağa
düşmesi, yere gömülmesi, çiğnenmesi, karanlık yer altı zindanlarında
uzunca çile çekmesi... Yarılıp/yaralanıp ikiye bölünmesi, ölmesi lâzımdır;
ölme yok olma değil; daha güzel bir hayata dirilme olduğundan değişmesi,
başak olması gerekir. Sonra küçücük buğday başağı, yumuşacık taze bir ot
şeklinde olmasına rağmen sert toprağı deler, zindan hayatı biter ve yeryüzüne
çıkar. O yumuşak cüssesi ile soğuğa, yakıcı sıcağa, şiddetli rüzgârlara
ve daha nice zorluklara göğüs gerer. Eğilse de direnir, kırılmaz. Yazın kavurucu
sıcağında olgunlaşır, artık bir buğday gitmiş, yerine 70’den 700’e kadar
çoğalan buğday başağı olmuştur. Bu aşamalardan geçen buğday dânesi, bir
ölür, yüz dirilir.815 Şehidler de başak gibidir, bir ölür, bin dirilir. Canlı şehid
kabul edebileceğimiz tevhid ve şehâdet erleri de ölümden korkmadığını
gösteren çabalarla Allah yolunda ölmeyi göze alarak aynı berekete sebep
olurlar (2. âyet).
9- Alâk kelimesinin bir anlamı da alâka, ilgi, sevgi. İslâmî faâliyetlerde
gayret ve çabanın, sevginin yeri çok önemlidir. İslâmî çalışmanın da anası
sevgidir. Sevgi ananın enerjisinden, sütünden beslenir. Sevgiyle, dayanışmayla
büyür. O sevginin, alâkanın, ilginin çocuğudur (2. âyet).
10- İnsanın ana rahminde asalak misali çok küçük canlı olarak spermadan,
yapışkan hücreden yaratıldığına dikkat çekiliyor. Oku emrinden sonra
gelen insanın alaktan yaratıldığını belirten bu ifadeler, okumaya insanın
yaratılışını araştırarak başlanması ve insan adlı kitabın da mutlaka okunması
gerektiğine işaret ediyor (2. âyet).
11- İnsanın bir damla hakir sudan, alâktan yaratıldığına vurgu yapılarak
gurura kapılmaması istenmektedir. İnsanın aslı, hakir bir su ve onun
embriyona dönmüş şeklidir. Okumayıp vahye teslim olmayan, kendini
müstağnî görerek tuğyân edip azgınlaşan insanların kibirlenip gurura ka-
815 48/Fetih, 29
• 317 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
pılması ne kadar tuhaftır? İnsan, yaratılışındaki hakir suyu ve bunca acziyetini
görüp bildiği halde, nasıl olur da kendini yüceltir ve Rabbine karşı
müstağnî tavırlar takınarak kulluktan kaçınır? (2. âyet)
12- Allah’ın insanı alâktan yaratması, “alâk” kelimesinin diğer anlamı
olan sevgi ve ilgiden yaratılması demektir. Allah’ın kendisini çok sevdiğini
ve rahmet sıfatlarının, lütuf ve ikramının üzerinde bolca görüldüğü bir vâkıadır.
Bizi çok seven Allah’ı bizim de sevmemiz ve bizi O’na yaklaştıracak
ibâdet ve itaate dört elle sarılmalıyız (2. âyet).
13- Sonsuz kerem sahibi Yüce Yaratıcı’nın bizlere bahşettiği nimetlerin
devamlı hatırlanması, insanların aynı yerden geldiğini, bir damla hakir
sudan yaratıldığını unutmayarak yaratılış ve insan olma yönünden diğer
insanlarla eşitlik inancına sahip olmak, ırkçılığın her türlüsüne tavır almak
gerekir (3. âyet).
14- Okuma iki çeşittir. Birisi metlüv âyetlerin okunması, yani okunan,
kulağa hitap eden işitsel âyetler, Kur’an’ın âyetleri; ikincisi meşhûd âyetlerin
okunması. Meşhûd, yani müşâhede edilen, görülen, göze hitap eden görsel
dediğimiz ay gibi, güneş gibi, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, semâ, arz gibi âyetler
olmak üzere Rabbimizin iki tür âyeti vardır. İnsan da âyetler mecmuâsı
olduğu ve enfüsünde bulunan âyetlere (41/Fussılet, 53) vurgu yapıldığı
için, ayrı ele alırsak; birbiriyle tefsir edilerek Allah’ın ismi ve izniyle okunması
istenen üç kitabın olduğu; bunların hem gözlem yaparak ve hem de
yazılı bir metinden veya yazı olmasa da okunması, tefekkür edilip hayırlı
neticeler çıkartılması istenmektedir. Bu sûrenin birinci ve üçüncü âyetlerinde
“oku” emrinin tekrarı, bu ayrı âyetlerin ayrı ayrı okunması anlamına
da gelebilir. Demek ki, başta Kur’an olmak üzere okunması gereken kitapları
hayatımız boyunca ve günün her zaman diliminde okumamız isteniyor.
Kur’an’ı da her zaman, ama özellikle gece,816 ağır ağır, tane tane,817 anlayarak,
818 düşünerek,819 dersler çıkararak,820 yaşama gâyesiyle821 ve öğrendiklerimizi
paylaşma822 arzusuyla okumamız emrediliyor (3. âyet).
816 73/Müzzemmil, 2-6, 20
817 73/Müzzemmil, 4
818 Bk. 12/Yûsuf, 2
819 Bk. 38/Sâd, 29
820 Bk.54/Kamer, 17, 22, 32, 40
821 Bk.7/A’râf, 3
822 Bk. 51/Zâriyât, 55
• 318 •
Ahmed Kalkan
15- Allah, sonsuz kerem sahibidir, cömertliğinin sonu yoktur. İlmi insanın
hizmetine vermekte son derece cömertliğini sergiledi. İnsanoğluna
fıtrat olarak, yaratışında öğrenme ve hakkı bulma kabiliyeti verdi. Ama
bunlar bilgisayarlara yerleştirilen hazır bilgi çipleri gibi algılanmamalı; bilgi
levhaları ya da paket programların zihne yerleştirilmesi şeklinde değil; ilim
elde edecek, vahyi anlayacak kapasite ve yeteneği verdi. Ayrıca, “kalem”-
le vurgulandığı şekilde ilim araçlarını ihsan etti. Ve insana, o araçlardan
yararlanacak özellikler verdi. Yine bir lütuf olarak görme, işitme, akletme
(beyin) ve duyumsama (kalp) yolu ile bilgiye ulaşma nimeti vermiştir. Yarattığı
insanın nefsine takvâ ve fücur olarak iki farklı özelliği, yani kötülük
ve iyilik yapma kabiliyetini de ilham edip veren823 Allah, sonsuz rahmetiyle
insanın takvâ yolunu bulması için “vahiy” göndermiştir. Vahyin hidâyeti,
rehberliği olmadan hakka, ilme, doğru bilgiye ulaşılamayacaktır (3-5.âyet).
16- İlâhî eğitim ve öğretim aracı olan kalemin ve meşrû her türlü ilim
aracının gereği gibi kullanılması; buna bağlı olarak âlim ve aydın kadrolar
yetiştirilmesi, kalem gibi araçlarla ilmin üretilmesi ve başkalarına ulaştırılması,
ihmal edilemeyecek görevlerimizdendir (4-5. âyet).
17- Allah Tealâ’nın, vahiy ilimlerini bilmede, sosyal bilimlerin insanlar
arasında yayılmasında, müsbet ilimler aracılığıyla insan ve kâinat adlı
kitapların vahyin tefsiri ve Allah’ın yarattıklarının tefekkürünün aracı olan
okuma ve yazma öğrenilmesini de (işaret yoluyla) emretmektedir. Çünkü
okuma-yazma; bilimlerin, kültürlerin, edebiyat ve sanatların ilerlemesinde,
uygarlık ve medeniyetlerin gelişmesinde, dinin doğru öğrenilip öğretilmesinde
esas teşkil etmektedir (4-5. âyet).
18- Allah Tealâ’nın cehâlet karanlığından ilim aydınlığına çıkarmak
için, insana bilmediğini öğretmesi, O’nun keremi ve fazlındandır. Onu ilimle
şerefli ve onurlu yapmıştır. İnsanlığın babası Âdem de meleklere onunla
üstün gelmiş ilim sahibi olmasıyla yeryüzünün halifesi vasfını kazanmıştır.
İlmin kaydedilmesi, daha sonraki nesillere intikali yazı ve kalem ile olduğundan,
yazının fayda ve faziletleri çoktur. Öyle ki Allah, yazı ve talimi
insana ihsan ederken Zâtını nihâyetsiz kerem sahibi olmakla methetmiştir.
“Rabbin nihâyetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemi (yazı yazmayı) öğretendir.”
Yani Allah, insana kalem vâsıtasıyla bilmediklerini, ilimleri öğretti. Ya da,
823 91/Şems, 8
• 319 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
kalemle ona yazıyı öğretti. Rasûlullah’ın (s.a.s.) ümmî olup da sonradan
Allah tarafından öğretilmesi, ümmî (okuma-yazma bilmeyen) Araplar arasında
mûcizesinin isbâtı için daha elverişli ve hücceti için de daha güçlü
olmuştur (4-5. âyet).
19- Allah katında değer, mal ve mevki ile değil, takvâ iledir. Allah,
ibâdetlerini yerine getiren ve emirlerine uyan sâlih insanlara değer verir.
Müslümanların, kendilerini müstağnî görüp tuğyân ederek azgınlaşmaması;
yeryüzünde sahiplik iddiası ile değil, emanetçi sorumluluğu ile hareket
etmesi icap etmektedir. Özellikle okumayan ve kendini beğenmiş insanların
Allah’ın kendisine ikrâm edip verdiği nimetleri inkâr etmesi; servet
ve taraftar çokluğu ile veya Meclisten kendisine destek gelecek umuduyla
azgınlaşarak nimetlere nankörlük yapması; böylece azgınlaşması sözkonusudur.
Çünkü Allah, insandaki basit bir mizacı haber vermiştir: Kendisini
müstağnî ve çok zengin görürse şımarık, kibirli ve azgın birisi olur. Okumak
ve ilim sahibi olmak farzdır. Okumayınca insan azar. Kendisini Allah’a
muhtaç hissetmeyip İlâhî hayat sistemi dışında kalan kişi azgınlaşır ve O’na
âsi olur (6-7. âyet).
20- Sûrenin ilk âyetleri ilmin övgüsüne, ikinci bölüm âyetleri de malın
yergisine delâlet ediyor. Dine teşvik ve kişiyi Allah’tan uzaklaştıran dünyadan,
maldan uzak durmak için bu yeterlidir (6-7. âyet).
21- Bu nedenle de Allah, dönüş ve varılacak yerin kendisine olduğunu,
her insanın malını nereden toplayıp nereye harcadığından hesaba çekileceğini
haber vererek vahyi okumayıp azgınlaşan kimseleri tehdit edip azgınlığını
dizginlemesi ve sorumsuzluğunu durdurması için öğüt vermiştir.
O’ndan geldiğimiz gibi, son dönüş yine Allah’a olacaktır. O yüzden Allah’a
dönüp O’na hesap verileceğinin bilinci içerisinde davranmak gerekmektedir
(8. âyet).
22- Hakkı savunup yaşayan kimselerin karşısında mutlaka bâtıl adına
mücadele eden kimseler olacaktır. Gerçek anlamda ibâdet yapana engel
olmak isteyenler çıkacaktır. Bu insanoğlunun tarihinden kıyâmete kadar
ortaya çıkan ve çıkacak olan İlâhî bir kuraldır; Hak-bâtıl mücâdelesi. Kulları
namazdan ve onun gibi İlâhî emirleri uygulamaktan alıkoymaya çalışan
tâğîler ve tâğutlar çıkacaktır. Bu kimseleri ve onların düzenlerini görmek
zorundayız (9-10).
• 320 •
Ahmed Kalkan
23- Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları diliyle
ve hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden bâtıl
taraftarlarının varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu
mücâdelenin Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı
mücâdele olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların
cezasının Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara
kesinlikle itaat etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma istenmektedir.
Tâğut ve zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ
olduğu vurgulanmaktadır. Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak
arasında yine ciddi bir bağ olduğu, bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu
anlaşılmaktadır (9-10, 19).
24- Dine, ibâdete engel olup yasaklama getirenlerin; din hürriyetine,
müslümanca yaşayışa, dinin kurallarını uygulamaya mâni olanların maddeci
şaşkınlar ve azgın tâğî veya tâğutlar olduğu belirtilerek o gibilerin cehennemde
cezasını çekeceği vurgulanıyor (11-12. âyet).
25- Namaz kılan, Allah’a ibâdet eden kul, bunu hidâyet çizgisi içinde,
dosdoğru yol olduğu bilinciyle yapar. Ve sadece kendisi güzel şekilde yaşamakla
yetinmez; çevresine takvâyı emreder. Takvâ; her şeyden önce şirkten
sakınmadır ve Allah’a isyandan kaçınmadır (11-12. âyet).
26- Rasûlullah’tan “kul” vasfı ile bahsediliyor. Peygamberimiz’in peygamberliğinden
bile öncelikli ve önemli konumu Allah’a “kul” olma bilinci
ve gerektiği gibi kulluk yapmasıdır. Şehâdet kelimesinde de biz öncelikle
onun Allah’ın kulu olduğuna şehâdet etmekteyiz. Kul, ancak kendi cinsinden
kulu örnek alabilir. Biz de “o kul”u örnek alıp okursak kurtuluşa yönelmiş
oluruz (11-12. âyet).
27- Kıldığımız namazların, yaptığımız ibâdetlerin hayata müdâhale etmesi,
bizi ve toplumu fahşâ ve münkerden alıkoyacak şuurda olması gerekiyor.
Fesatçı kâfirler, namaz kılan mü’minlerin toplumsal ve siyasal hayata
müdâhale etmesi durumunda bizim namazımıza ve müslümanca yaşayışımıza
müdâhale edecekler. Buna hazır olmalı ve bu şuurla ibâdetlerimizi
onların tepkilerine rağmen hayat boyunca sürdürmeliyiz (11-12. âyet).
28- Namaza, ibâdetlere düşman olan kimseler Hakkı (Kur’an’ı, İslâm’ı)
yalanlıyor ve ona sırtını dönüyor demektir. Onun doğruyu (hidâyeti) araş•
321 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
tırma ve bulduğunda ona uyup teslim olma gibi bir düşüncesi yoktur. O,
azgınlığın sonucu bu davranışlarda bulunmaktadır (13. âyet).
29- Allah’ın kendisini devamlı gördüğünü, O’na hesap vereceğini düşünse
bunu yapabilir mi insan? İnsan, ihsân bilincinde olur ve devamlı
Rabbinin kendini gördüğünü bilirse O’na itaat edene engele olabilir, kendisi
bu kadar isyan içinde bulunabilir mi? (14. âyet)
30- Gerçek anlamda ibâdet eden kimsenin düşmanlarına karşı Allah
devreye girmekte, maddî yönden zayıf/güçsüz ve sayı olarak az olanlara
Allah yardım edecektir. İnsan, davranışlarının sonucunu unutmamalı;
yaptığının yanına kâr kalacağını sanmamalıdır. Bu dünyanın bir de sonu,
âhiret hayatı vardır. Orada İslâm’a ve Müslümanlara tavır alanlar şiddetle
cezalandırılacaktır (15-16. âyet).
31- İnsanın gücü Allah’ın gücüyle karşılaştırılabilir mi hiç? Allah dilemeden
kâfirler tümüyle meclislerini, taraftarlarını toplasalar; yasalarıyla,
ilkeleriyle, düzenleriyle ortaya çıksalar Allah’a karşı ve Allah’ın yardım edeceği
şahsa karşı ne yapabilirler ki! Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe
bir kimseye en küçük bir fayda veya zarar veremezler. Allah’ın dışında gerçek
anlamda güç ve kuvvet yoktur. Kim Allah’a sahip o neden mahrum, kim
Allah’tan mahrum o neye sahip? (17-18. âyet)
32- Tâğîlere ve tâğutlara itaat edilmez. Allah’a itaat eden kul, Allah’a
isyan edene itaat edemez. Allah’a isyan edene isyan edilir. Onlardan korkulmamalı,
onlara tâviz verilmemelidir (19. âyet).
33- Zâlimlere, isyankârlara, tâğutlara değil, Allah’a yakın olmak, O’na
yaklaşmak önemlidir. Allah’a da ancak ibâdetle, namaz ve secde ile yaklaşılır.
Öyleyse isyankârlardan uzaklaşmak ve Allah’a yaklaşmak gerekmektedir.
Yalnızca Yüce Yaratıcı’nın önünde tevâzu ile eğilerek O’nun emir ve
yasakları karşısında boyun bükmek (secde) ve ibâdetlerle O’na yaklaşmak
emredilmiştir. Her türlü baskı ve sıkıntıdan, ümitsizlik ve stresten kurtulmak
için secdeye kapanmalıdır (19. âyet).
• 322 •
Ahmed Kalkan
Nüzûl Ortamı ve Biz
Alâk sûresi, yani ilk vahiy, Peygamberimiz’in câhiliyye toplumundan
uzaklaşması sonucunda indi. Biz de gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesini
istiyorsak, biz de içinde bulunduğumuz câhiliyyeden inanç, yaşayış
tarzı ve dünya görüşü yönüyle ayrılmalıyız. Mânevî hicret içinde olmalıyız.
Câhiliyyeden, câhilce zihniyetten arınmadan vahye muhâtap olmanın, onu
kuşanmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz.
Meleğin “oku” emrine karşı mâzerete yer olmadığı onun kanatlarıyla sıkılarak
gösteriliyor. Okumamaya mâzeret bulan sıkılacaktır, sıkıştırılacaktır;
tekrar tekrar iç sıkıntısına muhâtap olacaktır; ta okumayı kabulleninceye
kadar. Okumanın ve İlâhî emre uymanın önemine dikkat çekilmekte, bu
konuda mâzeretin kabul edilmeyeceği, okuma bilmememizin bile mâzeret
olmayacağına işaret edilmektedir bu sûrenin iniş sürecinde.
Bu kısa sûrede özet şekilde İslâm’ın inanç sistemi (tevhid) vardır, âhiret
vurgusu vardır, ibâdet vardır, farzlar ve haramlar, yani fıkıh vardır, cihad
vardır, takvâ vardır, ahlâk vardır. Daha ilk sûrede İslâm dini özetlenmiştir.
Bu kısa sûre, “nereden geldik824, nereye gidiyoruz825 ve ne durumda olmalı,
ne yapmalıyız?”826 gibi en önemli insanlık soru ve sorunlarına cevap
vermektedir. Hayatın merkezine Rab olan Allah’ı, tevhidi yerleştirmektedir.
Rabbin ismi ve izniyle O’nun istediklerini O’nun istediği gibi ve O’nun
rızâsı için okumamız icap ettiğini öğretmekten bu sûre, kime itaat edip
kime isyan etmemiz gerektiğini, namaz düşmanlarına boyun eğmememiz
gerektiğini bize bildirmekte, okumayan ve kendini müstağnî gören kimsenin
nasıl azgınlaşıp tuğyan edeceğini ve imkânı varsa tâğutlaşacağını haber
vermektedir.
Alâk sûresi, içeriği itibarıyla insanın kendisini vahiy doğrultusunda yeniden
yapılandırması ve dolayısıyla hayatın yeniden inşâ edilmesi açısından
da temel teşkil etmektedir.
824 Yaratan Rabbimiz’in bizi alâktan yarattığı, O’ndan geldiğimiz: Bk. 96/Alâk, 2
825 Dönüşün ancak Rabbimize olduğu: Bk. 96/Alâk, 8
826 Okumak, namazı ikame etmek, hidâyet üzere ve takvâ sahibi olup onu başkalarına da emretmek,
müşriklere itaat etmeyip Allah’a secde edip namaza devam etmek: Bk. 96/Alâk, 1, 10, 11, 12, 19
• 323 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bu sûrede Rab sıfatıyla bizi terbiye ediyor Cenâb-ı Hak. Eğitiyor, okumamızı,
Yaratanımızı tanıyıp O’na ibâdet etmemizi emrediyor. Bizi bu şekilde
yetiştiriyor.
“Oku” Emri Aktif Bir Hareket Çağrısıdır!
Alâk sûresinden anlıyoruz ki, vahyin ilk mesajından itibaren insanlar,
sorumluluğa ve mücâdeleye dâvet edilmektedir. “Yaratan Rabbin adıyla
okumak”, O’nun rızâsını ve memnuniyetini gözeten bir hayat tarzını ve
mücâdeleyi biçimlendirmeyi gerekli kılar. Bu, her zaman ve mekânda, her
işte Allah’ın (c.c.) ismini yüceltecek şekilde yaşamaktır. Ancak, unutulmamalıdır
ki, Allah’ın adı sadece sözle değil; esas olarak şirke, zulme, ifsâda,
tuğyâna ve istikbâra karşı verilecek tevhid mücâdelesi ile yüceltilir. Bu
sebeple, Yaratan Rabbin adıyla okuma; aynı zamanda ilâhlık iddiasındaki
her beşere, her çeşit beşerî sisteme ve onun akîdesini oluşturan beşerî ideolojilere
meydan okuma sorumluluğunu da beraberinde getirir. O yüzden
“Oku” emri aktif bir hareket çağrısıdır.
“İnsan; inancına, kimliğine ve hayatının her alanına referans noktası
olarak vahyi almakla sorumludur. Dolayısıyla ‘Yaratan Rabbin adıyla okumak’
demek; kişinin kendisini bir alâktan yaratan Rabbine karşı sorumluluk
bilincini kuşanması, O’na itaat etmesi, her zaman ve mekânda egemenliğin
yalnızca O’na ait olduğuna iman etmesi, bu imanını sadece dili ile değil her
davranışı ile seslendirmesi, vahyin mesajını Rabbinin adını yüceltmek için
hayata taşıması demektir. Şâyet insanların vahyin mesajıyla buluşmasını ve
yalnızca Allah’a kulluk etmesini engelleyen faktörler varsa onları aradan
çıkarmak, ortadan kaldırmak demektir. Hakikatin üstünü örtmeye kalkışanlara
karşı çıkmak, onlara meydan okumak ve onlarla kesintisiz bir mücâdeleye
girişmektir. Bu da, elbette tevhid mücâdelesidir. Görüldüğü gibi
Yüce Yaratıcı, daha ilk âyetlerinden itibaren hem kulları arasından seçtiği
elçisine hem de tüm insanlara hayata doğrudan müdâhale eden bir okuma
biçiminin sorumluluğunu yüklemektedir. Bu durumda, Allah’ın kayıtsız
şartsız egemenliğine şirk koşan tüm düzenlere ve o düzenlerde kendi egemenliğini
ilân eden tüm sahte ilâhlara karşı açıktan yapılmayan her okuma
biçimi eksik kalacaktır.”
• 324 •
Ahmed Kalkan
Alâk Sûresi’nde Dikkat Çeken Hususlar
Tekrarlar
Sûrede tekrar edilen kelimeler: “İkra’/oku”827; “haleka/yarattı”828; “Rabbuke/
Rabbin”829, “alleme/öğretti”830; “el-insân/insan” 831; “kellâ/hayır, hayır!”
832; “e raeyte/gördün mü?”833; “lem ya’lem/bilmiyor”834; “nâsıyeh”835
Kur’an’da gereksiz bir tekrar olmadığı dikkate alınınca, bu ifadelerin tekrarlanmasında
olaya dikkat çekmek ve farklı yönlerini gündeme getirmek gibi
gerekçelerden dolayı tekrar gibi gözüken hususlara dikkatimizi yoğunlaştırmamız
gerekmektedir.
Tilâvet Secdesi
Alâk sûresinin son (19.) âyeti secde âyetidir, bu âyeti okuyan veya dinleyen
kişilerin tilâvet secdesi yapmasır gerekir. Tilâvet; okuma, özellikle
Kur’an okuma anlamına gelir. Kur’an’daki bir secde âyetini okuyan veya
dinleyen müslümanın yapması gereken secdeye tilâvet secdesi denilir. Fıkıh
kitaplarında tilâvet secdesi, hadis kitaplarında sücûdu’l-Kur’an başlığıyla
incelenen tilâvet secdesi, ilk defa Mekke’de yapılmaya başlanmıştır.
Buhârî’nin bu konuda şöyle bir rivâyeti vardır: İbn Mes’ud şöyle demiştir:
“Kendisinde secde bulunan ilk sûre “ven-Necmi” sûresidir. Nebiyy-i
Ekrem (s.a.s.) (Mekke’de iken ve’n-Necmi sûresini okuyup bu sûrenin sonunda)
secdeye vardı. Beraber olanlar da (Mü’min ve müşrik} hepsi secdeye
vardılar. Bir (ihtiyar) herif varmadı ki, o da bir avuç (çakıl veya) toprak
alıp alnına götürdü ve “bu kadarı bana yeter” dedi. İşte o kimseyi -ki, bu kişi
Ümeyye bin Halef ’dir- sonra Bedir ‘de kâfir olarak öldürülmüş gördüm.”836
Bu hadisten de anlaşılacağı gibi tilâvet secdesinin sübûtiyyeti, Mekke’ye kadar
dayanmaktadır.
827 96/Alak, 1 ve 3
828 96/Alak, 1 ve 2
829 96/Alak, 1, 3 ve 8
830 96/Alak, 4 ve 5
831 96/Alak, 5 ve 6
832 96/Alâk, 6, 15 ve 19
833 96/Alâk, 9 ve 11
834 96/alâk, 5 ve 14
835 96/Alak, 15 ve 16
836 Buharî. Tefsiru'l Kur'an, 4/ 1-2
• 325 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Tilâvet secdesinin bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashabı tarafından
yapıldığını açık şekilde anlatan birçok hadis vardır. Bunların içinde İbn
Ömer’in rivâyetini buraya alıyoruz: Abdullah İbn Ömer’den (r.a.): “Nebiyy-
i Ekrem (s.a.s.), içinde secde âyeti bulunan sûreyi bize okuyup ‘secde
edin’ buyururdu. Biz de ona uyarak secde ederdik. O kadar (kalabalık ve
sıkışık bir halde secde ederdik) ki bazılarımız alnını koyacak yer bulamazdı.”
837
Secde âyetlerinden birinde “Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar. Kendilerine
Kur’an okunduğunda secde etmiyorlar?!”838 buyrularak secde-iman
ilişkisi Allah Teâlâ tarafından tescil edilmiştir.
Kurân-ı Kerim’de Tilâvet Secdesi
Yapılması Gereken Yerler
Mushaf ’larda secde emri bulunan âyetlere sayfa kenarında bir sembol
ile işaret edilmiştir. Bazı Mushaflarda secde kelimesinin üstüne veya
altına çizgi çizilerek gösterilmiştir. Kur’an’da 14 yerde secdeye işaret edilmiştir.
Kur’an’daki bu secde âyetleri şunlardır: 7/A’râf, 206; 13/Ra’d, 15; 16/
Nahl, (49-) 50; 17/İsrâ, (107-)109; 19/Meryem, 58; 22/Hacc, 18; 25/Furkan,
60; 27/Neml, 25; 32/Secde, 15; 38/Sâd, 24; 41/Fussılet, (37-)38; 53/Necm,
62; 84/İnşikak, 21; 96/Alak 19). Hanefilere göre tilâvet secdesi vâcib; Şâfiî,
Mâlikî ve Hanbelîlere göre ise sünnettir. “Âdemoğlu secde âyetini okuyup
secde edince, şeytan ağlar ve ‘vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle
emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle
emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir’
diyerek oradan kaçar.”839
Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin Yüce Yaratıcı’nın
karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta,
bir kısmında ise mü’min muhâtaplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır.
Secde âyetlerinin bu içeriği göz önünde bulundurulursa, bu
âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek
hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhâlefet etmek
anlamına gelmektedir. Bu bakımdan tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek
837 Buharî, Sücüdu'l-Kur'an, Bab 12; Tecrid-i Sarih, III/362
838 84/İnşikak, 21
839 Müslim, İman 35
• 326 •
Ahmed Kalkan
için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir.
Alâk sûresinin son kelimesi “Vakterib”dir. “Karube” kökünden emir
olan bu kelime, “yaklaş” manasını taşımaktadır. Emir, bünyesinde, zorluk
ve talebi barındıran “ifteale” bâbından alınmıştır. Mânâ, “Allah’a yaklaşmak
için çalış!” şeklindedir.840 Secde emrinin hemen arkasından “yaklaş” ifadesinin
gelmesi gâyet yerindedir. Kişi secde ettikçe, ibâdet ettikçe Allah’ına
yaklaşacaktır. “Kişinin Rabbine en yakın olduğu an secdedir. Bundan dolayı
duâyı çoğaltın.” 841
İslâmî Hareket ve Dâvet Açısından Sûre
Tedricîlik/Aşama Yöntemi
Kur’an 23 yıllık bir İslâmî hareket süresince hem bu hareketin programını
oluşturmuş, hem de hareketin itici gücünü, tahlilini, eğitimini ve
gelişimini ortaya koymuştur. Nüzul sırasına göre inen âyet ve/veya sûreler,
İslâmî hareketin merhalelerini ve yönelimini tanımladığı gibi, hareketteki
önemli sapma ya da yozlaşma noktalarını da adım adım tespit etmiştir.
Bu durum, elbette salt Hz. Peygamber’in hayatıyla sınırlı değildir. Kur’an’da
anlatılan tüm elçi ya da sâlih önderlerin hayatında benzer ve farklı yanlar
dile getirilerek bir tedric (aşamalılık) çerçevesinde ortak bir tarihsel ve
toplumsal örgü ortaya konmuştur. Kur’an’da, zorluklar ve zorlu kimseler
karşısında sabır,842 yumuşak söz söyleme,843 güzel öğüt ve güzel tartışma,844
sataşmalara aldırış etmeme,845 savunma ve dayanışma,846 hicret,847 kuvvet
hazırlama,848 savaş izni,849 saldıranlara karşılık verme,850 fitne kalmayıncaya
kadar savaş851 gibi hükümler Yüce Rasûl’ün uygulamalarıyla somutlaşan İslâmî
mücadele sürecinin tedrîcî merhalelerini yansıtmaktadır.
840 İbn Aşur, 30/453
841 Ebû Dâvud, e's-Salât, Hadis no: 875
842 73/Müzzemmil, 10
843 20/Tâhâ, 44
844 16/Nahl, 125
845 7/A’râf, 199
846 42/Şûrâ, 39
847 16/Nahl, 41
848 8/Enfâl, 60
849 22/Hacc, 39
850 2/Bakara, 190
851 8/Enfal, 39
• 327 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Bir bütün olarak Kur’an önümüzdedir ve âyetlerin nüzul seyri adım
adım büyüyen ve gelişen bir hareketi kuşbakışı olarak görme imkânını bize
sunmaktadır. Ancak, bir bütün halinde önümüzde duran Kur’an’ın, hayata
birdenbire ve bütün hükümleriyle egemen olması için, aşama aşama, adım
adım büyüyen ve gelişen bir zeminde pratize edilmesi gerekir. Toplumsal
bir dönüşümün bağlı olduğu yasalar vardır. Bu yasalar diğer fıtrî yasalarla
benzerlik gösterir. Örneğin evrendeki her varlığın adım adım, aşama aşama
bir gelişim projesi vardır. Evrenin yaratılışı bile altı günde (devir ya da
aşama) gerçekleşmiştir.852 Evrende neye bakarsak bakalım, bu İlâhî kanunu
görürüz. Her bitkinin bir tohumdan ya da çekirdekten olgunlaşıp son aşamasına
kadar merhaleli bir gelişim seyri vardır. Hareketin de çekirdekten
başlayıp tüm toplum ya da toplumlara yayılan ya da onları kuşatan bir seyre
sahip olduğu muhakkaktır. Ancak tamamlanmış dinin853 tüm bilgisine
sahip olmamız bu dinin egemen oluşunun merhaleliğine uymaya asla engel
değildir. Âyetlere bir hareket süreci içinde ve tedrîcî bir tarzda bakmak
hareket fıkhı açısından çok önemlidir. İslâmî hareket Hz. Peygamber ile
sonuçlanıp bitmiş ve bir daha ortaya çıkmayacak tarihî bir çaba değildir. Bu
hareket, aynı doğrultuda devamlı yükselen bir tarih sürecine de sahip değildir.
İslâmî hareketin tarihî süreci, sürekli değişimlerin, iniş ve çıkışların,
yükselme ve düşüşlerin gözlendiği dalgasal, değişimci ve tedrîcîdir. Böyle
bir hareketin aşamaları; hedefine, dengeli ve birbirini izleyen adımlara duyduğu
ihtiyaca göre belirlenmelidir. Burada tedrîcîlik, konuma uygun bir
hareket fıkhının geliştirilmesini de öngörmektedir.
Vahyin şahitliğini üstlenme noktasında yeterlilik düzeyine ulaşılmadan,
erkenden ve aceleci adımlarla kitlelere ulaşma çabası yanlıştır. Daha henüz
kendisini oluşturamadan kitleleri oluşturmaya çalışmak, ölü doğumlara yol açmaktadır.
Bunun en yaygın pratiği olarak yaşamaktayız ki, şahitliği üstlenecek
öncü bir kadro aşaması kâmilen tamamlanmadan, dernek, vakıf, radyo, TV.
yoluyla kitlelere açılma şeklinde ortaya çıkılmaktadır. Erken kurumsallaşma
çabası, doğal olarak kitleleri hedeflediğinden, kitlenin rengini alma riski ile
karşı karşıyadır. Bu durum, hemen her zaman yaşana gelen bir olgudur. Zira
erken oluşturulan kurumsal yapılar, resmî otoriteyi de kitleler gibi dikkate
almak durumunda kalmaktadır. Haliyle kadroyu önceleme yerine, kurumu
önceleme ya da kurumu koruma refleksi içinde taviz üzerine tavizler
852 57/Hadîd, 4
853 5/Mâide, 3
• 328 •
Ahmed Kalkan
verilmekte, sonuçta vahyin ilkeli şahitliğini yapma görevini temsil eden bir
kadro yerine, manipüle edilmiş, saptırılmış ya da uysallaştırılmış insanlar
kümesi ortaya çıkmaktadır. Böylesi kümelenmiş yapılar da programsız,
altyapısız hayır-hasenat çalışmalarından öteye gidemeyen, pasifize edilmiş
gruplar halinde kalmaya maalesef mahkûm olmaktadır. Zamanla kitlelerin
rengini alan bu yapılar da maalesef kimlik yozlaşması içinde irâdî ve ahlâkî
zaafları beraberinde getiren, âtıl, yılgın ve tembel birer insan kümeleri haline
dönüşmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’i nüzul sırasına göre okumanın gerekliliğini, alternatif
bir okuma biçimi olmaktan öte İlâhî bir öngörü olarak kabul etmemiz icap
etmektedir. Müzzemmil sûresinin ilk âyetleri bu hakikati vurgulamaktadır.
Okuma biçimi, hayata aktarma yönteminden ayrılamayacağı için bu
yöntem, pratiklerimiz içinde çok önemlidir. Kur’an’daki bu tedrîcîlik, yaratılmış
bütün varlıklar âlemi için de geçerlidir. Yeryüzünde de gökyüzünde
de bunu görmek mümkündür. Kur’an, kâinat ve insan arasında hemen her
yönden bir uyum vardır. Bu üçlünün her birinde de tedrîcîlik gözlenmektedir.
Ana rahminden başlayarak yaşlılığa kadar süren insan hayatı, tedrîcen
oluşup gelişmektedir. Aynı tedrîcîlik bir bitkinin yetişmesinde de görülmektedir.
Gün, ay ve mevsimlerin oluşum süreci, kâinattaki tedrîcîlik için
ilk akla gelen örneklerdir. Tedrîcîlik bize bir bütünlük içerisinde parçalara,
bölüm ve fasıllara nasıl bakacağımızı gösterecektir. Bir bütünlük içerisinde
insan hayatının evrelerini dikkate alıp tedrîcîliği gözlemleyebiliriz. Altı aylık
bir bebeğin alacağı gıda ile altı yaşındaki bir çocuğun yiyeceği gıda farklı
olacağından tedrîcîlik, hayatın hemen her safhasında söz konusudur.
Tedrîcen indirilen Kur’an, toplumun yapısını ve şartlarını dikkate alarak
nâzil olmuştur. Güzîde ashâbı bir bitki gibi yetiştiren854 Kur’an, bu tedrîc
yöntemiyle hayata müdâhale etmiştir. Bitkinin çürümüş ve kokuşmuş
olması, onun gelişim seyrindeki yöntem ve sürecin eksikliği ya da yanlışlığıyla
değil; çevre şartlarının olumsuzluğuyla ilişkilidir.
İnsan dışındaki bütün varlıklar/yaratıklar âlemi bu tedrîcîliği “Allah’ın
emri” gereği mutlak şekilde ve kayıtsız şartsız yerine getirmektedir. İnsanoğlu
ise, irâde sahibi olduğu ve bu özelliğiyle sürekli imtihan edildiğinden
854 48/Fetih, 29
• 329 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
kendisi ve çevresi için bu tedrîcîği uygulaması, irâdesini doğru kullanmasıyla
ilgilidir.
Bir sünnetullahın tecellisi olarak vuku bulan tedrîcîlik, dünya üzerinde
insanın irâdesiyle paralellik arz etmektedir. Tedrîcîliği dikkate almayan
bir bahçıvan irâdesini yanlış kullanarak filiz aşamasındaki bir fideye kovalarca
su boşaltırsa, ne kadar iyi niyetli olursa olsun o fide çürüyecektir.
Bu, fidenin ihtiyaç duyduğu şeylerde ve büyümesinde tedrîcîliğini dikkate
almamanın sonucudur. İnsan olarak bizim de başımıza gelen birçok çürümüşlük,
bozulmuşluk, bizim İlâhî yasaları dikkate almamamızdan kaynaklanmaktadır.
A’lâ sûresinin ilk âyetleri bu tedrîci açıklamakta ve örneklendirmektedir.
Özetle, öncü kadronun oluşum aşaması esnasında kitleselleşme pratiklerinin
yanlış ve saptırıcı olduğunu vurgulamak istiyoruz. Öncü kadro,
sarsılmaz, dayanıklı bir şekilde oluştuktan sonra kitleselleşme pratiklerine
yönelmekte elbette bir sakınca yoktur. Zira kadro tamamlanmıştır, ilkelidir,
artık onu ne egemen sistem ne de kitleler değiştirebilir. Ancak, bugüne
kadar gördüğümüz nice çalışmalarda, aceleci bazı kimseler, yürüyüşün bu
doğal yapısına müdahale ederek veya ettirilerek, oluşmamışı oluşmuş gibi
kabul ederek, kitleleri kazanma sevdası peşine düşmektedir.
Bağımsızlık ve Gizlilik
Bağımsız bir kimlik, İslâmî bir yürüyüşe aradığı “öz gücünü” verecektir.
Bağımsız kimlik, daha doğrusu sadece Allah’a bağımlılık; yürüyüşün kendi
iç mânevî donanımlarıyla ayakta kalması, kendi varlığını gayr-i meşrû
hiçbir güce dayandırmaması anlamına gelmektedir. Ancak kendi özgücüne
dayanan yürüyüşler, uzun soluklu ve kalıcı olmayı başarabilirler. Zira gücünü
İslâm’dan, Kur’an’dan ve bağımsız karakterinden almayan her çıkış, ya
yalnızlığa mahkûm olacak ya da kendi dışındaki câhiliyenin rengini alacaktır.
Bağımsızlık, İslâmî yürüyüşe “evrensel İslâmî çaba”nın bir parçası
olduğunu unutturmamalıdır. Onun kendi bağımsızlığı, ümmetin bağımsızlığı
içindir. Bağımsız olmak, ümmet içindeki başka İslâmî kıpırdanışlara
“sağır”, “kör” ya da “dilsiz” olma hakkını vermemelidir. Bu anlamda ümmet
içindeki tüm kardeşleriyle yakınlık gibi ilişkilere ağırlık verilmelidir. Bunun
için de kardeşlik temelinde diyalog yolunu seçer. Kör ve sağır olma müşriklere
mahsus özelliklerdir. Bu diyalogu imkânlar oranında giderek geliştirir.
• 330 •
Ahmed Kalkan
Bunu ahlâkî bir sorumluluk olarak görür. Bağımsızlık, egemen sistemin
sınırları içindeki var olma çabasının yol açtığı önemli bir ilkedir. Hiçbir
egemen sistem, kendi kontrolü dışında bir var oluş çabasına göz yummaz.
İslâmî anlamdaki varlık çabasına, kendi ilkelerini zedelemediği sürece izin
verir, onu denetlemek ve denetim altında tutmak ister. Dolayısıyla resmî
otoritenin izni dâhilindeki çabalar, ta baştan İslâmî kimliğin öngördüğü
izzetli ve dik duruşa aykırıdır. Kur’an’da anlatılan hiçbir elçi bu anlamda
kendi toplumlarında yürürlükteki sistemden ve onun putperest karakterinden
medet ummamış, ondan destek beklememiştir. Bu, tevhidî varoluşun
temel karakterine de tamamen aykırıdır. Zira karşı olduğu tâğutî sistemin
dayanaklarına sarılarak var olma çabası, o ilgili tâğutun kendinde göreceği
haklılığa ve onurlu ve üstün görünme tavrına gerekçe olur; bu durum ise
mü’minler açısından zül bir durumdur. Zillet yoluyla izzete kavuşulamayacağı
kesin bir kaidedir. Tevhidî duruşun özünde, kaynağı vahiy olmayan
tüm yapılanmalardan berî olma olgusu yatar. Tanımayıp reddetmesi gerektiği855
güçlerden yardım dilenmek, daha baştan mücadeleyi kaybetmek ve
zillet yolunu seçmektir. Burada Hz. Yusuf ile ilgili tartışmalara işaret etmek
yerinde olur. Bağımsızlık bütün peygamberlerin karakteri olduğu gibi Hz.
Yusuf ’un da karakteridir. Hz. Yusuf tam bağımsız bir iktidar yetkisi devralmıştır.
856 Hz. Yusuf ’un iktidarı devralışı, şartlı ya da tavizleşme temelinde
olmamıştır. Ne kralın ilke ve inkılâplarına uyacağına dair söz vermiş, ne de
kralın kanunlarıyla hükmetmiştir.
Yüce Peygamber’in hareketinin temel karakteristik vasfı da bağımsızlıktır.
Yüce Peygamber, oligarşik Mekke yönetiminin bir parçası olmayı hiç
düşünmemiş; adı Dâru’l Erkam olan bağımsız bir kurum kurmuştur. Yüce
Peygamber’e sunulan dünyevî câzip tekliflerin geri çevrilmesi de, O’nun bağımsız
olma vasfının bir ürünü olarak algılanmalıdır. Mücadele ettiği Mekke
câhiliyesi veya onun kurumlarıyla güç edinme ya da mevki kazanma
istek ve arzusu, Yüce Peygamber’in örnek yolunda asla görülmez. İşte en
önemli Peygamberî Sünnet de budur. Kendi varlığını başkalarının güdümünde
arayanlar, hiçbir şekilde başarılı olamazlar.
Dernekler, vakıflar, sendikalar gibi resmî kuruluşlar, İslâmî hareketin
merkezîliğini oluşturamaz. Bu tip kuruluşların kısmen de olsa etkin ya da
yararlı olduğu kabul edilse bile, davetçi kadronun bağımsız imajına cid-
855 2/Bakara 256
856 12/Yusuf, 54, 57
• 331 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
di anlamda zarar vermektedir. Tevhidî sözün etkin gücü, bağımsız olmayı
gerektirdiğinden, bu tip legal kuruluşlara sırtını dayamak ta baştan izzetli
duruş kimliğiyle bağdaşmamaktadır. Zira böylesi kurumlar, resmî otoritenin
verdiği izin ve yetkilerle işlerlik kazanmaktadır. Resmî otorite ile bir
tür hukukî ilişki de kurulmakta, karşılıklı sözleşme zemininde ilgili egemen
otoritenin sınırlarına aykırı hareket edilmeyeceğine dair zımnen de
olsa söz verilmektedir. Resmî otorite, tam yetkiyle, bu tip kuruluşları kendi
varoluş ilkelerine uygun olup olmadığı noktasında sürekli denetlemektedir.
Bu tip legal görünümlerin bir diğer handikapı da, ümmet oluşturma
bilincini ihyâ etmekten ziyade, gruplaşma güdüsünü harekete geçirmekte,
bütünleyici ve kuşatıcı olmaktan öte; parçacılığa daha fazla güç katmaya
prim vermektedir.
Alâk sûresi, yani ilk vahiy, Peygamberimiz’in câhiliyye toplumundan
uzaklaşması sonucunda indi. Biz de gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesini
istiyorsak, biz de içinde bulunduğumuz câhiliyyeden inanç, yaşayış
tarzı ve dünya görüşü yönüyle ayrılmalıyız. Mânevî hicret içinde olmalıyız.
Câhiliyyeden, câhilce zihniyetten arınmadan vahye muhâtap olmanın, onu
kuşanmanın mümkün olmadığını bilmeliyiz.
Meleğin “oku” emrine karşı mâzerete yer olmadığı onun kanatlarıyla sıkılarak
gösteriliyor. Okumamaya mâzeret bulan sıkılacaktır, sıkıştırılacaktır;
tekrar tekrar iç sıkıntısına muhâtap olacaktır; ta okumayı kabulleninceye
kadar. Okumanın ve İlâhî emre uymanın önemine dikkat çekilmekte, bu
konuda mâzeretin kabul edilmeyeceği, okuma bilmememizin bile mâzeret
olmayacağına işaret edilmektedir bu sûrenin iniş sürecinde.
Bu kısa sûrede özet şekilde İslâm’ın inanç sistemi (tevhid) vardır, âhiret
vurgusu vardır, ibâdet vardır, farzlar ve haramlar, yani fıkıh vardır, cihad
vardır, takvâ vardır, ahlâk vardır. Daha ilk sûrede İslâm dini özetlenmiştir.
Bu kısa sûre, “nereden geldik857, nereye gidiyoruz858 ve ne durumda olmalı,
ne yapmalıyız?”859 gibi en önemli insanlık soru ve sorunlarına cevap
vermektedir. Hayatın merkezine Rab olan Allah’ı, tevhidi yerleştirmektedir.
Rabbin ismi ve izniyle O’nun istediklerini O’nun istediği gibi ve O’nun
857 Yaratan Rabbimiz’in bizi alâktan yarattığı, O’ndan geldiğimiz: Bk. 96/Alâk, 2
858 Dönüşün ancak Rabbimize olduğu: Bk. 96/Alâk, 8
859 Okumak, namazı ikame etmek, hidâyet üzere ve takvâ sahibi olup onu başkalarına da emretmek,
müşriklere itaat etmeyip Allah’a secde edip namaza devam etmek: Bk. 96/Alâk, 1, 10, 11, 12, 19
• 332 •
Ahmed Kalkan
rızâsı için okumamız icap ettiğini öğretmekten bu sûre, kime itaat edip
kime isyan etmemiz gerektiğini, namaz düşmanlarına boyun eğmememiz
gerektiğini bize bildirmekte, okumayan ve kendini müstağnî gören kimsenin
nasıl azgınlaşıp tuğyan edeceğini ve imkânı varsa tâğutlaşacağını haber
vermektedir.
Alâk sûresi, içeriği itibarıyla insanın kendisini vahiy doğrultusunda yeniden
yapılandırması ve dolayısıyla hayatın yeniden inşâ edilmesi açısından
da temel teşkil etmektedir. Bu sûrede Rab sıfatıyla bizi terbiye ediyor
Cenâb-ı Hak. Eğitiyor, okumamızı, Yaratanımızı tanıyıp O’na ibâdet etmemizi
emrediyor. Bizi bu şekilde yetiştiriyor.
Vahiy, Hayata Müdâhaledir!
Evet, vahy, hayata her yönden İlâhî bir müdâhaledir. Allah’ın her yaptığımıza
karışma hakkının ilânıdır. “Müslümanların imanları vahiyden
besleniyorsa, o halde amelleri de doğrudan hayata müdâhale etmelidir.
Bireyselleşen, sosyal ve siyasal hayata karışmayan, beşerî sistemlerin egemenliğini
rahatsız etmeyen, istikbar ve istiğnâ sahiplerinin huzurunu kaçırmayan
okuma biçimleri; ilk mesajlardan itibaren yüklenen sorumluluğu
terk etmektir. Oysaki mü’min kişi, dini egemen kılmaya çalışma husûsunda
peygamberlerin vârisidir. Bu hususta onun yol göstericisi de Kur’an’dır.
O halde Kur’an’ı insanlara ve hayata okumanın anlamı; azgınlık, bozgunculuk
ve fesatçılık yapanlarla, takvâ ve ıslah bilinciyle mücâdele etmektir.
Bunun anlamı, vahiyle insanlar arasına giren, kendi egemenliklerini zorbalıkla
dayatan, beşerî düzen ve ideolojilerini din gibi sunan güçlerin devrilmesidir…
Çünkü hangi imkâna, zenginliğe ve güce sahip olursa olsun,
meşrûiyetinin referansı vahiy olmayan her iktidar Müslümanlar için gayr-i
meşrûdur. Azgın ve zâlim olan, ifsâd eden ve hakikatin üstünü örten her
türlü iktidar biçimine karşı çıkmak ise meşrû bir tavırdır. Âhiret günü ise,
bu iktidar mücadelesinin asıl kazananları ve kaybedenleri arasındaki nihâî
hesabın görüleceği gündür.
“Yaratan Rab” tamlamasında “Rab” ifadesinin tekilliğiyle tevhid inancına
gönderme yapılmıştır. İnsana “alâk”tan yaratıldığının hatırlatılmasıyla
da bir bakıma şu mesajların verildiğini değerlendirmek mümkündür: “İnsanlar
yaratılmışlardır ve bunu gerçekleştiren Yüce Allah’tır. Dolayısıyla
yaratma gücüne sahip tek bir yüce otoritenin varlığının kabulü, kanun ve
• 333 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
hüküm koyma yetkisinin, yani egemenliğin de O’na ait olduğunu kabul etmeyi
gerekli kılar. Çünkü yaratmaya güç yetiren emretmeye de güç yetirir
demektir. “…İyi bilin ki, yaratma ve emir (yönetme) O’nundur. Âlemlerin
Rabbi Allah, ne uludur!”860 Yaratan kim ise, ülûhiyet onun hakkıdır; kulluk
da ona yapılır. Yaratıcı Allah olduğuna göre, ibâdete lâyık olan da O’dur.
“Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O’na döndürüleceksiniz.”
861 “Rabbiniz Allah işte budur. O’ndan başka tanrı yoktur. (O) her
şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.”862 Bu gerçeği kabul
etmemek, O’nun otoritesini tanımamak müstağnîliktir, istikbardır, küfür
ve zulümdür…
İnsanın alâktan yaratılması, aynı zamanda herkesin varoluş kökenine
de yapılan bir göndermedir. İnsanlar varoluş kökenlerini öğrendiklerinde
yüce egemenliği; yaratma ve emretme yetkisine sahip tek merciye verip,
O’na tam anlamıyla teslim oldukları zaman İslâm akîdesi üzerinde olurlar.
Tevhidin özü de bu noktada ortaya çıkar.
“Oku! Rabb’in çok cömerttir. Kalemi öğretti. İnsana bilmediğini öğretti”
âyetleriyle ilmin kaynağına değinilmiştir.
Vahyin Güncel Çağrışımları
Yaşadığımız ülkenin egemenleri, efsaneleştirdikleri tarih anlayışlarıyla
bugünkü varlığımızı kendilerine borçlu olduğumuzu söyleyip dururlar. Bu
bir bakıma ‘Sizi biz var ettik’ demektir. Yani Allah’ın yaratıcılığına ortaklık
koşmak, rablik iddiasında bulunmaktır. Bu iddiayı kabul etmemiz, kendi
otoritelerine sorgusuz sualsiz boyun eğmemiz ve beşerî düzenlerine kul olmamız
istenmektedir. Resmî ideolojileri olan Kemalizm’e teslim olmamız
beklenmektedir. Bunu gerçekleştirmedikleri noktada ise, egemenler ‘öğreten’
vasfını kendi tekellerine alarak, okullarda çocuklarımızı düzenlerine
uygun biçimde eğitmeye çalışmaktadırlar. Çünkü onların kabul ettikleri
tek okuma biçimi ‘Kemalizm’in adına, Atatürk adına okuma’dır. Üstelik
Rabbimiz insanlara tercih hakkı tanırken, çağdaş egemen yapı, insanların
bu hakkını da gasp etmektedir. Kur’an eğitiminin yasaklanması bu yüzdendir.
Başörtüsünün yasaklanması, vahyin hayatla buluşmasının engellenme-
860 7/A'râf, 54
861 36/Yâsin, 22
862 6/En'âm, 102
• 334 •
Ahmed Kalkan
si de yine bu yüzdendir. O halde bizim ‘Yaratan Rabbimiz adına okumamız’,
mevcut sistemin egemenlerini huzursuz etmek zorundadır... Düzenlerinin,
beşerî ideolojilerinin ve iktidar iddialarının hepsinin sahte olduğu deşifre
edilmelidir… Bu durumda, tarafımızı Allah’tan yana seçerek tevhidî bir
mücadeleyi sürdürmek, en güncel sorumluluğumuz olmalıdır.863
1: “Oku, yaratan Rabbinin adıyla (Besmele ile).”
“Oku” emri önemli bir emir. Her hayrı içeren kapsamlı bir ifade. İmandan
da ibâdetlerden de önce okumamız gerekiyor. Çünkü ilim, imandan da
ibâdetlerden de önce gelir. Kişi, bilmeden neye nasıl inanacak ve ibâdetini
nasıl yerine getirecektir?
Kâfirlerden ayrışmamız daha ilk âyetin ilk kelimesinden sonra ortaya
çıkıyor: “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla (besmele ile).” Kâfirler, müşrikler de
okurlar. Ama farkımız biz Allah’ı hatırlayarak O’nun ismiyle ve O’nun izniyle
okuruz. Allah’a yaklaşmak için okuruz. Onlarsa öyle bir ihtiyaç hissetmezler.
Sadece kendileri besmelesiz değildir; eğittiklerini de besmelesiz
yapmaya çalışmakta, besmeleyi meclislerinde, mahkemelerinde, okullarında
yasaklamaktadırlar. Onların besmelesi tâğutun adıyladır. Firavun’un
ilâhlığını kabul etmiş sihirbazların sözleri gibi; “bi-izzet-i Firavun = Firavun’un
ismine, onun şerefine”864 dedikleri gibi, “filanın şerefine”, “filan adına”,
“devlet nâmına”, “düzenin verdiği yetkiyle” gibi ifadelerle ve ilâh gibi
sevdikleri tâğutun ismini sık sık anarak başlarlar önlerindeki metni okumaya
ve halkın canına okumaya. İlk âyette kâfirlerle, müşrikler arasında
besmele ile bir ayrışma istendiği sezilmekte, sûrenin devamında bu berâet/
ayrışma pekiştirilmekte, son âyette zirveye çıkarılarak onlara itaat yasaklanmakta
ve isyan emredilmektedir.
Allah’ın istediği şekilde okuyup gereğini yapanlara, insanları diliyle ve
hâliyle Allah’a dâvet edenlere (okuyanlara) karşı mücâdele eden bâtıl taraftarlarının
varlığının kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır. Aslında bu mücâdelenin
Allah’a, O’nun vahyine karşı, O’na yapılan ibâdetlere karşı mücâdele
olduğunun bilinmesi ve bile bile bu tâğutî mücadeleyi yapanların
cezasının Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. O zâlimlere, tâğî ve tâğutlara
kesinlikle itaat etmemek emredilmekte, secde ile Allah’a yakınlaşma isten-
863 Beytullah E. Önce
864 26/Şuarâ, 44
• 335 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
mektedir. Tâğut ve zâlimlere itaatsizlik ile secde arasında kopmaz bir bağ
olduğu vurgulanmaktadır. Allah’a yaklaşmak ile zâlimlerden uzaklaşmak
arasında yine ciddi bir bağ olduğu, bunların birbirinden kopmaz bütün olduğu
anlaşılmaktadır.
Okuma iki çeşittir. Birisi metlüv âyetlerin okunması, yani okunan, kulağa
hitap eden işitsel âyetler, Kur’an’ın âyetleri; ikincisi meşhûd âyetlerin
okunması. Meşhûd, yani müşâhede edilen, görülen, göze hitap eden görsel
dediğimiz ay gibi, güneş gibi, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, semâ, arz gibi
âyetler olmak üzere Rabbimizin iki tür âyeti vardır. İnsan da âyetler mecmuâsı
olduğu ve enfüsünde865 bulunan âyetlere vurgu yapıldığı için, ayrı
ele alırsak; birbiriyle tefsir edilerek Allah’ın ismi ve izniyle okunması istenen
üç kitabın olduğu; bunların hem gözlem yaparak ve hem de yazılı bir
metinden veya yazı olmasa da okunması, tefekkür edilip hayırlı neticeler
çıkartılması istenmektedir. Bu sûrenin birinci ve üçüncü âyetlerinde “oku”
emrinin tekrarı, bu ayrı âyetlerin ayrı ayrı okunması anlamına da gelebilir.
Demek ki, başta Kur’an olmak üzere okunması gereken kitapları hayatımız
boyunca ve günün her zaman diliminde okumamız isteniyor. Kur’an’ı da
her zaman, ama özellikle gece,866 ağır ağır, tane tane,867 anlayarak,868 düşünerek,
869 dersler çıkararak,870 yaşama gâyesiyle871 ve öğrendiklerimizi paylaşma872
arzusuyla okumamız emrediliyor.
Yalnız başına “Oku” hitabı değilse bile; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!”
emri, mü’minlerle kâfirler arasında bir ayrışma sağlıyor. Mü’min-kâfir ayrılıyor,
saflar netleşiyor. Demek diğer insanlar da okuyor; ama Kur’an’ı değil,
Allah’ın; vahiy başta olmak üzere okunmasını istediğini istediği gibi oku-
865 “İnsanlara ufuklarda ve kendi neufislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’an’ın) hak/gerçek
olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?” (41/Fussılet, 53). Âyetteki
“ufuklar” kelimesinden insanı çevreleyen dış âlemi, “kendi nefisleri” ifadesinden de insanın kendi
biyolojik ve rûhî yapısını anlamak mümkündür. Buna göre âyetin mânâsı, “Biz insana gerek kendi maddî
ve rûhî yapısında bulunan ve Bizim varlığımızı ve gücümüzün mükemmelliğini ispatlayan âyetleri/
delilleri göstereceğiz.” Bu Kur’an âyetinde, “ufuklar” ifadesi ile kâinatın okunması gereken bir âyetler
topluluğu, yani kitap olduğu belirtilirken; yine insanların “kendi nefisleri” ifadesinden de insanın da
okunması gereken âyetler topluluğu, yani İlâhî bir kitap olduğu belirtilmektedir.
866 73/Müzzemmil, 2-6, 20
867 73/Müzzemmil, 4
868 Bk. 12/Yûsuf, 2
869 Bk. 38/Sâd, 29
870 Bk.54/Kamer, 17, 22, 32, 40
871 Bk.7/A’râf, 3
872 Bk. 51/Zâriyât, 55
• 336 •
Ahmed Kalkan
mayı değil; şeytan vahiylerini, parayı, faydasız bilgileri, televizyon kanallarını,
eğlenceyi okuyorlar, insanların canına okuyorlar; gecenin son üçte birinde
değil, ilk üçte birinde okuyorlar. İşte mü’minlerle kâfirler arasındaki
okuma açısından da fark… Önemli olan okumak değil; Allah’ın râzı olacağı
şeyleri, O’nun râzı olacağı gibi okumaktır.
Evet, Kur’an daha ilk âyetleriyle safları netleştiriyor. Çünkü Kur’an’ın bir
özelliği “fasl” (kesin şekilde ayırıcı) olmasıdır. “Şüphesiz o (Kur’an), (doğru
ile yanlış olanı) kesin hatlarıyla ayırıcı bir sözdür.” 873 Kur’an, “furkan”dır.
Hakla bâtılı ayırt edendir. “Âlemlere uyarıcı olması için kuluna Hakk’ı, Bâtıldan
ayırma ölçüsünü indiren Allah’ın şânı ne yücedir!” 874
* * *
873 86/Târık, 13
874 25/Furkan, 1
• 337 •
İlk Sûreler ve İslamî Hareket
Al â k Sûre s i Te f s i r i
Alâk Sûresi İle İlgili Sınav Soruları
(Cevaplanması gereken toplam 50 soru bulunmaktadır. Her soru, 100
üzerinden 2 puandır. 3 Yanlış, 1 doğruyu götürür.)
1) Peygamber Efendimiz’e, ilk vahyedilen âyetler hangi sûrede yer almaktadır
ve bu ilk inzâl olunan âyetler bu sûrenin kaçıncı âyetleridir?
a- Fâtiha, 1-7 b- Müddessir, 1-5 c- Alâk, 1-5 d- Alâk, 1-15
2) Kur’an’a göre, insanın önüne okunmak üzere konan 3 temel kitap vardır.
Bu üç kitabın belirli pasaj ve parçalarını Kur’an, “âyet” olarak belirtmektedir.
Kur’an; diğer iki kitabın gereğince okunup değerlendirilmesini
kolaylaştıran bir nurdur. Nedir bu 3 kitap?
a- Kur’an, Hukuk, Nutuk
c- Zebur, Tevrat, İncil
b- Kur’an, Kâinat, Anayasa
d- Kur’an, İnsan, Evren
3) Tedrîcîlik ne demektir?
a- Acele olarak, birden bire, geciktirmeden
b- Ezelden ebede, bütün zaman dilimlerini kapsayan süreç
c- Derece derece, azar azar, yavaş yavaş, basamak basamak ilerleme
d- Bu günün işini yarına bırakmayıp ertelemeden, şimdi, hemen
4) Kur’an’a göre ilim, hakkı/gerçeği idrâk etmektir ve vahiyle özdeşleşmiştir.
Buna göre, ilmin sınıflandırılması konusunda aşağıdaki seçeneklerde
belirtilen tasniflerin hangisi en doğrudur?
a- Naklî ilimler - aklî ilimler
b- Dünyevî ilimler - uhrevî ilimler
c- Dinî ilimler - din dışı ilimler
d- Müsbet ilimler - menfî ilimler
5) “İlim” konusunda aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- İnsanın şirkten sakınıp tevhid şuuruyla yaşaması için gerekli ilimler
edinmesi, hak ile bâtılı, helâl ile haramı ayırt edecek kadar bilgi
öğrenmesi, içinde bulunduğu durumları ve yapması gereken her çeşit
ibâdetle ilgili bilgiler edinmesi farzdır.
b- Tâif tebliğinden sonra Rasulullah oradaki müşrikler konusunda
şöyle demişti: “Onlar bilmiyorlar.” O yüzden her kötülüğün, küfür ve
şirkin baş sebebi, cehâlet/bilgisizliktir.
c- İlim, kadın-erkek her insana farz olduğundan çocuklarımızı bulunduğumuz
yerdeki okullara göndermeli ve en üst seviyede öğretim
veren üniversitelere kadar her ne pahasına olursa olsun okutmalıyız.
d- İlim, iman etmeyi, müslümanca yaşamayı gerektirir. İlim, amel etmek
için öğrenilir. İlmi gizlemek câiz değildir.
6) Bilindiği gibi, okuma yazma emri, mü’minleri ilme teşvik eder.
Yine bilmekteyiz ki, günümüzde eğitim kurumlarında öğretilen bilimle
Kur’an’ın övdüğü ilim aynı değildir. Bilim kırıntılarının “ilim” haline gelmesi
için yapılması gerekenler konusunda aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a- Bilgilerin doğruluğunun vahiyle sağlamasının yapılması
b- Bilgilerin bilimsel esaslara uygun olup müspet ilim tanımına girmesi
c- Bilgilerin anlaşılıp hazmedilmesi ve özümsenmesi
d- Bilgilerin pratikte faydalı hale gelmesi ve uygulanması
7) “Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irâde buyuran,
sevdiğini sevmediğini, mü’mini kâfiri ayırt etmeyerek bütün varlıklara
sayısız nimetler ihsan buyuran” Allah’ın bu özelliklerine ne isim verilir?
a- Rahmân b- Rab c- Rahîm d- Mâlik
8) Besmelenin dinî hükmü nedir? Yani, bir işe başlarken besmele çekmek,
dinin hangi hükmüne girer?
a- Farz b- Vâcip c- Sünnet d- Yapılan işe göre değişir
9) İnsan yaratılışının bir merhalesini ifâde eden, döllenmiş yumurta
(hücre, embriyo) anlamına gelen kelime, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Nutfe b- Meni c- Alâk d- Mudğa
10) Besmele ile ilgili olarak aşağıdaki ifâdelerden hangisi yanlıştır?
a- İlk inen âyet, besmele ile okumayı emretmektedir.
b- Besmele Kur’an âyetidir. Neml sûresindeki âyette besmele geçmektedir.
c- Kur’an’da bir sûre (Tevbe sûresi) besmeleyle başlamaz. Diğer sûreler
besmele ile başlar.
d- Hayvan keserken “bismillâhirrahmanirrahim” denilmesi gerekir.
11) Besmele’nin tam doğru anlamı nedir?
a- Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla.
b- Rahmân, Rahîm Allah’ın adıyla.
c- Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlıyorum.
d- Çokça merhamet eden Tanrı’nın adıyla okuyorum.
12) Kur’an’da “Allah” lafzından sonra en çok geçen Allah’ın ismi hangisidir?
a- Rab b- Rahmân c- İlâh d- Rahîm
13) Besmele, eski ümmetlerin de bildikleri ve kullandıkları bir ifâdedir.
Kur’ân-ı Kerim bu konuda Hz. Muhammed (s.a.s.)’den önce iki peygamberin
besmelesini örnek veriyor. Bu peygamberler kimlerdir?
a- Hz. Nuh ve Hz. Süleyman
b- Hz. Âdem ve Hz. Süleyman
c- Hz. Âdem ve Hz. İbrâhim
d- Hz. Nuh ve Hz. Mûsâ
14) İslâm’dan önce müşrik Araplar, işlerine başlarken besmele yerine
ne söylerlerdi?
a- Bismikellahümme
c- bismi’l Lât ve’l Uzzâ
b- Bismillâh
d- bismi’l Hubel ve’l Menat
15) Yaratma ile ilgili olarak aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a- Kulların fiillerini de Allah yaratmıştır. Kul, bir eylemi yaratmaz;
yapar.
b- Gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek davranış ve maneviyat/
ruhî (fıtrat) bakımından Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmıştır.
c- Allah, semâya ve arza “ol” demiş; onlar da hemen oluvermiş, yani
yaratılma hemen tamamlanmıştır.
d- Allah, görülen varlıkları olduğu gibi, görülmeyenleri, soyut nesneleri,
ölümü, hayatı ve bilmediğimiz nice şeyleri de yaratmıştır.
16) Halk (yaratma) kavramıyla ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi
tümüyle doğrudur?
a- Halk (yaratma), bir şeyi varken yok etmek ve yoktan var etmek,
cansız bir şeye can vermek, canlıdaki ruhu almak demektir.
b- Türkçede yaratmak anlamına gelen halk kelimesi, Allah’ın dışında
hiç kimsenin icadı ve sanatı için mecaz anlamında bile olsa kullanılamaz;
kullanılırsa Allah’ın yaratıcılığı inkâr edildiği için insan küfre
girer.
c- Halk, bir şeyden başka bir şey icad etmek, yapmak anlamına da
gelir. Bu anlamda ve mecaz olarak insan için kullanılabilir; ama yaratıcılıktaki
kutsallığı ve kudreti basite almaya yol açtığı için kullanılmaması
tavsiye edilir.
d- Müşrikler, yeri-göğü yaratan, canlı-cansız her şeyi yoktan var eden
Allah’a inanmadıkları için, insanın yaptığı basit şeylere “filan kimse
şunu yarattı” gibi sözler sarfetmekten çekinmezler.
17) Kur’an’da müşrikler tarafından Allah’tan başka rab kabul edilen
veya böyle küstahça bir iddiada bulunan kimselerden bahsedilmektedir.
Seçeneklerden hangisi bu anlamda Kur’an’da geçmez?
a- Ebû Cehil b- Fir’avn c- Râhipler d- Hz. İsa
18) “Besmele ile başlanmayan her iş ...........” Bu hadis-i şerifteki boş
bırakılan yere ne gelmelidir?
a- Yarım ve eksiktir.
c- Günah ve yanlıştır.
b- Şeytan işidir.
d- Bereketsiz ve güdüktür.
19) “Varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî
ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her
şeye sahip olan” anlamına gelen Allah’ın ismi, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Allah b- Rahman c- Rab d- Din gününün sahibi
20) Yaratma ile ilgili aşağıdaki yargılardan hangisi tümüyle doğrudur?
a- Yaratma, âlemlerin; semâ, arz ve içindekilerin yaratılmasıyla tamamlanmış,
bitmiştir.
b- Şerleri, kötülükleri, zarar veren şeyleri Allah yaratmaz; onlar şeytanın
yarattığı eserlerdir.
c- Allah, insanı topraktan, melekleri ve cinleri nurdan yaratmıştır.
d- Yaratma, Allah’ın işidir. Yaratıcılık O’ndan ayrılmaz bir vasıftır. O
devamlı ve tekerrür halinde yaratır.
21) Alâk kelimesinin anlamı olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a- Alâka, ilgi, sevgi
b- Yapışkan
c- İnsanın yaratıldığı toprak
d- Meni içindeki sperm, döllenmiş
22) “İnsan”la ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Müşrikler, beşer olmayan melek veya meleğe benzer bir peygamber
istiyorlardı. Günümüzdeki bazı insanlar da dâvetçi/hocaları, hatta
hacca gidenleri beşer olarak görmek istememekte; onların dünya işleriyle,
ticaretle ilgilenmesine olumsuz bakmaktadır.
b- Yüzlerce seneden bugüne batılılar, içlerindeki inançsız insanların
uydurdukları dinler olan materyalizm, kapitalizm, komünizm, scientizm
ve determinizmin etkisiyle insanı ruhtan ibaret varlık kabul edip,
onun maddî yönünü inkâr etmişlerdir.
c- İnsanın âciz ve zayıf olarak yaratılması da insan için aslında bir nimettir.
İnsan böylece insanlarla ve Rabbıyla ünsiyet içinde yaşamanın
tadını almaktadır. Âcizlik, kişiyi sosyalleşmeye ve birbirlerine yardımcı
olmaya itmekte; zayıflık da, Allah’a kulluğa/ibadete, dolayısıyla
O’nunla ünsiyete sebebiyet vermektedir.
d- İnsanın maddî gereksinimlerini öne çıkarıp, ruhî/manevî ihtiyaçlarını
ihmal etmesi, hayvanlaşması, hatta dört ayaklılardan daha aşağıya
düşmesi demektir. Bunun yanında manevî/ruhî gıdaları aşırı şekilde
alıp diğer yönü ihmal etmesi de nefsine zulümdür.
23) “İnsan”la ilgili olarak aşağıdaki lügat ve ıstılah tanımlarından hangisi
kısmen de olsa yanlıştır?
a- “İnsan” sözcüğü, üns kelimesinden türemiştir. Üns, yakınlık ve ünsiyet
demektir. İnsan, bir yandan diğer insanlarla bir arada yaşama
durumundadır, o yüzden bu yakınlığı; bir yandan da daima Allah’a
ihtiyacı vardır, bütün varlıkların üstünde Allah’a yakınlığı ifade için
insan denmiştir.
b- “İnsan” kelimesinin, nesy = unutmak fiilinden geldiği söylenir. Bu
durumda insan unutkan demektir. Kur’an’da insandan (Adem) söz
edilirken “Adem’e ahit verdik de unuttu.” buyurulur.
c- İnsan, beden ve ruhtan oluşan, düşünen, şuurlu, iman ve ilim sahibi
ibadet eden bir varlıktır. Halife olarak yaratılan, üstün, yapıcı yeteneklere
sahip, organik ve biyolojik yapı bakımından bazı ihtiyaçları/
zayıflıkları ve bazı ahlakî zaafları olan bir yaratıktır.
d- İnsan, İslam dışı kültürlerde tek yönüyle değerlendirilse de, aslında
iki yönlü bir varlıktır: Ademiyet ve beşeriyet. Ademiyet, insanın adam
olması demektir, yani insanın dış yapısını, toprak yönünü, fizikî özelliklerini
ifade eder. Beşeriyet tarafı ise, insanın halifeliği, ruh yapısı,
manevî tarafı, melekî yönüdür.
24) Seçeneklerden hangisi, Allah’tan başkasını rab kabul etme şirki
anlamına gelmez?
a- Yatırlara kurban kesmek, onlara duâ etmek.
b- Din adamlarının helâl kıldığını helâl kabul etmek.
c- Namaz, oruç gibi ibâdetleri terk etmek.
d- Önderleri, din büyüklerini sevmede ve onlara bağlanmada aşırı git
mek.
25) Mâlum olanın olduğu hal üzere bilinmesine, bir şeyin hakikatini/
gerçeğini idrâk etmeye ne denir?
a- vahy b- ilim c- hilâfet d- istiz’âf
26) Allah, insana takvâyı da fücuru da ilham etmiştir. Ama Allah’ın
merhamet yönünün ağır basmasından dolayı, insanın hayra meyletmesi
için, onu hidâyete kılavuzluk edecek unsurlarla takviye etmiştir. Aşağıdakilerden
hangisi bu unsurlardan biri değildir?
a- Fıtrat (İslâm’a yatkınlık)
c- İstiğnâ (kendini yeterli gör
mek)
b- Peygamber ve kitap (vahy)
d- Akıl ve vicdan (doğruya ve
güzele meyil)
27) “Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ......... , kesin bilgi demektir. Onun
için ilmi, yani hakka hakikate dayanan ilâhî nur olan Allah’ın verdiği bilgiyi
kabullenmeyen insana profesör bile olsa ......... , bunların en meşhurlarına
.......... , böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de .......... denir.”
İlimle ilgili yukarıdaki ifadede boş bırakılan yerlere seçeneklerden
sırasıyla hangisi gelmelidir?
a- bilgi - bilgisiz - zır câhil - bilgisiz toplum
b- din - kâfir - Firavun - tâğut
c- ilim - câhil - Ebu Cehil - câhiliyye
d- İslâm - câhil - İblis – şirk
28) Alâk sûresi 6-7. âyetlerde şöyle bahsediliyor: “Hayır, gerçekten insan
ölçüsüz derecede tuğyân/azgınlık eder, haddini aşar. Kendi kendine
yettiğini sandığında, kendini müstağnî gördüğünde.” Bu âyette azgınlığın
sebeplerinden biri olarak kendini Allah karşısında zengin saymak gösteriliyor.
İnsanların zenginlik sandığı mal-mülk konusuyla ilgili aşağıdaki
yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Kur’an’a göre mal ve mülkün sahibi Allah’tır; insan sadece emânetçidir.
b- Mal, bir fitne/imtihan olduğundan, malını müdâfaa için öldürülen
kimse, büyük günah üzere ölmüş sayılır.
c- Allah, malı-mülkü dilediğine verir, dilediğinden de alır.
d- Ölmüş (murdar) hayvan eti, bozuk gıdalar, zehirli maddeler gibi
insanların yararlanamayacağı şeyler mal sayılmaz.
29) İnsanın azgınlığına yol açan en temel husus, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Namaz kılmaması
b- Boş şeylerle uğraşması
c- Çok malının olması
d- Kendini muhtaç olmayacak kadar yetkin ve yeterli görmesi
30) Kur’ân-ı Kerim’de; yalancı, günahkâr perçeminden yakalanıp ateşe
sürükleneceği söylenen kişi, hangi davranışı sebebiyle bu cezaya çarptırılacaktır?
a- Namaz kılan kişiye yasak koyması
b- Yoksullara yardım etmemesi
c- Tartıda hile yapması
d- Yeminini yerine getirmemesi
31) Namaz secdesi dışında başka secdeler de vardır. Seçeneklerden
hangisi, dinimizdeki secde çeşitlerinden biri değildir?
a- Sabır secdesi
b- Şükür secdesi
c- Sehiv secdesi
d- Tilâvet secdesi
32) “O, insanları ve toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
gönderilmiştir. Bir adı da Nur’dur. Onun hâkim olmadığı yerler zulumâtla
(karanlıklar ve zulümlerle) kaplıdır.” Bu özellikler, aşağıdakilerden hangisine
aittir?
a- Peygamberler b- Hz. Muhammed (s.a.s.)
c- Hidâyet d- Kur’an
33) İsyan ve itaatle ilgili aşağıdaki hükümlerden hangisi yanlıştır?
a- İsyan, kıyam, ayaklanma, savaş ayrı şeylerdir; itaatsizlik ayrı. Küfre
isyan edemeyen müslümanlar, en azından itaatsizlik yapmalıdır.
b- Allah’a itaatle birlikte Allah’ın itaat için izin vermediği, itaat etmeyi
yasakladığı ilke ve şahıslara itaat, birbiriyle bağdaşmaz; biri varsa öteki
yok demektir.
c- Allah’a ve Rasûlü’ne sadece itaat yeterli olmaz; bu itaatin kalben hiç
sıkıntı ve şüphe duyulmadan gönüllü olarak yapılması da şarttır. Aksini
Kur’an imansızlık olarak değerlendirir.
d- Ülü’l-emr konumunda olan büyüklere, cemaat yöneticilerine, liderlere
ve devlet yetkililerine mutlak itaat gereklidir.
34) Kur’ân-ı Kerim, Allah’a ve Rasûlü’ne mutlak itaati emrettiği gibi;
Allah ve Rasûlüne mâsiyet emretmeyen mü’minlerden olan ülü’l emre
(yetkili kişiye) de itaati emretmektedir. Yine, Kitabımız bazı kimselere de
itaat edilmesini yasaklamaktadır. Seçeneklerin hangisi, kendilerine itaatin
yasaklandığı bu sınıflardan değildir?
a- Bazı günahlar işleyen ana babalara, büyüklerin kendilerinden küçük
olanlara, âlimlerin kendilerinden ilim yönüyle daha düşük olanlara
b- Kâfirlere, ehl-i kitaba, münâfıklara, kendisini Allah yolundan saptırmak
isteyen liderlere ve büyüklere
c- Şeytana, şeytanın dostlarına, günahkârlara ve nankörlere, yalancılara,
ahlâksızlara, namaza engel olanlara
d- Şirke zorlayan ana babaya, halkın çoğunluğuna, insanların ve bilmeyenlerin
hevâlarına/ kötü arzu ve isteklerine
35) Hem süs, hem de her türlü etkiden koruyucu olarak dış ve içe giyilen
parçaları da bulunan bir örtü ve elbise olarak Kur’an’da “Ve .........
elbisesi, işte o hayırdır.” (A’râf sûresi, 26. âyet) şeklinde tanımlanan, “fücur”
un zıddı olan, yukarıdaki âyette boş bırakılan yere gelmesi gereken
kavram nedir?
a- Hamd b- Takvâ c- Hidâyet d- Tâğî
36) “Takvânın bir anlamı da haşyet, yani ta’zim ve saygıdan ileri gelen
korkmaktır. Bu korku, kulun Rabbiyle arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur.
O yakacak diye değil; O sevmeyecek diye korkmaktır takva.” Bu ifadelerden
yola çıkarak Allah sevgisi ve Allah korkusu hakkında aşağıdaki
yargılardan hangisi yanlıştır?
a- O’nu hem sevmeli, hem de O’ndan korkmalıyız.
b- Ümit ve korku arası yaşamalıyız.
c- Allah, korkulmaya değil; sadece sevilmeye lâyıktır.
d- O’nu sevme yönümüz ağır basmalı, O’ndan korkarken bile sevgiyi
öne çıkartmalıyız.
37) Lügat anlamlarından bazıları duâ, patlama, parlama, tutuşma olan
fiilî bir dua ve niyaz, eyleme dönüşmüş bir tevhid, Allah’ın huzurunda boyun
eğiş ve Allah düşmanlarına karşı nefret dolu bir kıyam ve başkaldırı
özelliğini taşıyan ve tevhidden sonra ilk emir olan Kur’anî kavram nedir?
a- Cihad b- İbadet c- Salât d- İstiâne
38) Sözlükte, “eğilme ve boyun büküş” demektir. Özel anlamda namazın
bir rüknü olan, genel anlamda ise melekleri, insanları, hayvanları
ve cansızları da kuşatan, “üstün bir varlığın önünde saygıyla eğilme”ye
Kur’an terimi olarak ne denir?
a- Tesbih b- Namaz c- İbâdet d- Secde
39) Namaz konusunda aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Namaz, insanı fahşâ ve münkerden (kötü ve iğrenç şeylerden) vazgeçirir.
b- Namaz, insanın işinin rast gitmesini, dünya işlerinde kişinin rahatlamasını
ve başarısını sağlar.
c- Namaz, gönülleri ferahlatan, ruhları aydınlatan bir şifa kaynağıdır.
d- Namaz; dua, tevbe, zikir, şükür, tesbih gibi ögeleriyle mü’mini mânen
eğiten ve olgunlaştıran bir ibadettir.
40) Dünyadaki en büyük devrim, onun eseridir. O, gerçek anlamda,
bir çağı kapatıp yepyeni bir çağ açmıştır. Cahiliyye, onunla kovulmuş,
mutluluk çağı onunla başlamıştır. Tarihin şahit olduğu en muhteşem topluluk,
onun sayesinde oluşmuştur. Tüm mucizeler içinde de baş sırayı o
alır. Bu özelliklere sahip olan şey, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Din b- Kur’an c- Hz. Muhammed (s.a.s.) d- Allah’ın halifesi
41) Secde konusunda aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a- Firavun, hayatı boyunca asla Allah’a inanmamış ve hiç secde etmemiş;
‘ben sizin en üstün ilâhınızım’ diyerek başka insanları kendine
secde ettirmiştir.
b- Şeytan, secde emrini yerine getirmemiştir. Şeytanlaşan insanlara da
secde çok zor geldiğinden yerine getirmezler.
c- Meleklerin Âdem’e secdesi, insana yapılan secde değildir. Âdem,
kıble ve mihrab durumundaydı. Ya da bu konuda “secde”, lügat anlamıyla
kullanılan sembolik ve mecazî bir secdedir; yeryüzü halifesine
boyun eğip itaat etme, onu saygıyla selâmlama anlamındadır.
d- Mânevî hastalıkların başı kibirdir. Şeytan secde etmeyerek ilk günahı,
büyüklendiğinden dolayı işledi. Secde ederek mü’minler Allah’a
karşı büyüklenmeyip âciz olduklarını belirtirler ve Allah’ı en büyük
kabul ettiklerini O’na secde ederek isbat ederler.
42) Göklerde ve yerde olanların hepsinin, güneş, ay, yıldızlar, dağlar
ve ağaçların Allah’a secde ettikleri Hacc sûresi 18. âyette belirtiliyor. Bu
secdeye ne ad verilir?
a- Teshirî secde: İster-istemez yapılan zorunlu secde; Allah’a itaatlerini
belirttikleri davranış.
b- Teklifî secde: Allah’ın onları mükellef kılmasından dolayı yaptıkları
secde; çünkü onlar da kulluk yapmak için yaratılmışlardır.
c- Tekfirî secde: Allah’ın secde emrine uymayan İblis’i tekfir edip lânetlemek
için Allah’a yapılan secde.
d- Temsilî secde: İnsanların Allah’a yaptıkları secdenin bir benzeri, aynısı
ve misli olan secde.
43) Tuğyânın (ve küfrün) temel sebeplerinden biri olan “istiğnâ” ne
demektir?
a- Büyüklük taslayarak insanlara zulmetmek, haksızlıkla hükmetmek;
Büyüklüklenip kibirlenerek yeryüzünde fesat ve fitne çıkarmak, müstekbirlik
b- Kendini her yönden zengin kabul edip, kimseye muhtaç olmadığı
anlayışına sahip olarak kibir ve gurur içinde bulunmak
c- Ayartma, azdırma, baştan çıkarma, fesat, ara bozma, karışıklık ve
dinsizlik
d- Fesat çıkarmak, bozmak, faydalanılan bir şeyin bozulması, insanların
inanç ve yaşayışını doğrudan saptırmak
44) Kelime anlamı korumak, korunmak, sakınmaktır. Kavram olarak,
kuvvetli bir himâyeye girerek korunmak, haramları terk edip şüpheli şeyleri
bırakmak suretiyle nefsi günahlardan korumak anlamında kullanılır.
Tanımı yapılan bu kavram, aşağıdakilerden hangisidir?
a- Takvâ b- İnfak c- Hidâyet d- Gayb
45) Lügat anlamı, taşkınlık, azgınlık, sınırı aşmak olan “isyan ve günahta
sınır tanımayacak ölçüde ileri gitme”ye ne denilir?
a- inzar b- fesad c- tuğyan d- ifsad
46) Alâk sûresi, 8. âyette “Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.” buyrularak
âhiret bilinci verilmektedir. Âhiretle ilgili olarak aşağıdaki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a- Âhiret inancı, hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde de mevcuttur.
b- Reenkarnasyon, Hindu dininden geçen, ruhların, insan ölünce başka
bedenlere geçeceğine inanılan, temelde de âhireti ve yeniden dirilişi
inkâr anlayışıdır.
c- Dünya ayrı, âhiret ayrıdır. Din ve âhiret işleriyle dünya işlerini birbirine
karıştırmamak gerekir.
d- Kur’an’da âhirete sadece inanmak yeterli görülmemekte, ona kesin
bilgi, şuur ve şehâdet, yani yakînî iman istenmektedir.
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
“Yaratan ………. adıyla (………. ile) oku! O, insanı bir alâktan ……….
. Oku (ve öğren)! Rabbin ekremdir/en ………. . O, ………. (yazmayı) öğretendir.
……… bilmediklerini ……… .”
47) Alâk Sûresinin ilk beş âyetinin meali olan yukarıdaki ifadelerde
boş bırakılan yerlere, seçeneklerden sırasıyla hangi kelimeler gelmelidir?
a- Rabbinin; Allah; varetti; zengindir; size; meleklere; öğretir
b- Rabbinin; besmele; yarattı; cömerttir; kalemle; insana; öğretendir
c- Allah’ın; Kur’an; oluşturdu; affedicidir; okumayla; herkese; gösterir
d- Rabbimizin; istiâze; yarattı; bağışlayandır; yazı; yarattıklarına; vahyeder
“Hayır, (eğer okunması gerekeni gerektiği gibi okumazsa) gerçekten
………. ölçüsüz derecede ………. /azgınlık eder, ………. aşar. Kendi kendine
yettiğini ………., kendini ………. gördüğünde. Şüphesiz ………. ancak
Rabbinedir. Gördün mü o ………. Bir kulu ……….?”
48) Alâk sûresinin 6-10 âyetinin meali olan yukarıdaki ifâdelerde boş
bırakılan yerlere sırasıyla, seçeneklerden hangisi gelmelidir?
a- İnsanlar; isyankârdır; haddini; düşünür; müstağnî; iman; nehyedeni;
ibâdetten
b- İnsan; tâğutluk; sınırı; savunur; istiğnâ; sınav; zâlimi; kovanı
c- Zenginler; tuğyân; ölçüyü; düşündüğünde; yönetici; gidiş; yasaklayanı;
hayırdan
d- İnsan; tuğyân; haddini; sandığında; müstağnî; dönüş; yasaklayanı;
namazdan
“Gördün mü, ya o (kul, Peygamber) doğru ………. üzerinde ise Ya da
………. emrediyorsa? ………. mü, ya şu ………. (Ebû Cehil) ………. ve
yüz çeviriyorsa? O, ………. gerçekten her şeyi ………. olduğunu ……….
mu?”
49) Alâk sûresinin 11-14 âyetinin meali olan yukarıdaki ifâdelerde boş
bırakılan yerlere sırasıyla, seçeneklerden hangisi gelmelidir?
a- Yol; takvâyı; gördün; diğeri; yalanlıyor; Allah’ın; görmekte; bilmiyor
b- Din; ma’rûfu; gördün; kâfiri; inanmıyor; Peygamber’in; sevmiş;
görmüyor
c- Çizgi; hayrı; öldü; tâğutu; yalanlıyor; Rabbinin; bilmiş; görmüyor
d- Yol; İslâm’ı; gördün; düşmanı; sevmiyor; kendisinin; yanlış; görmüyor
“Hayır, hayır! Eğer ………., derhal onu ………. (perçeminden) yakalarız
(cehenneme sürükleriz). O ………. ve günahkâr alından. O, hemen
gidip ………. (kendi taraftarlarını) ………. . Biz de ………. çağıracağız.
Hayır, hayır; ona uyup ………. etme! (Allah’a) ………. et ve (yalnızca O’na)
yaklaş!”
50) Alâk sûresinin 15-19 âyetinin meali olan yukarıdaki ifâdelerde boş
bırakılan yerlere sırasıyla, seçeneklerden hangisi gelmelidir?
a- Vazgeçmezse; saçlarından; kâfir; zebânîlerini; getirsin; askerlerimizi;
küfr; secde
b- Ölünce; yakasından; isyankâr; kâfirleri; kışkırtsın; Müslümanları;
isyan; ibâdet
c- Vazgeçmezse; alnından; yalancı; meclisini; çağırsın; zebânîleri; itaat;
secde
d- İnanmazsa; burnundan; inançsız; kavmini; çağırsın; ordumuzu;
inkâr; kulluk
Alâk Sûresi İle İlgili Sınavın Cevap Anahtarı
1 C 11 B 21 C 31 A 41 A
2 D 12 A 22 B 32 D 42 A
3 C 13 A 23 D 33 D 43 B
4 A 14 C 24 C 34 A 44 A
5 C 15 C 25 B 35 B 45 C
6 B 16 C 26 C 36 C 46 C
7 A 17 A 27 C 37 C 47 B
8 D 18 D 28 B 38 D 48 D
9 C 19 C 29 D 39 B 49 A
10 D 20 D 30 A 40 B 50 C
Son Söz
Eğer bu kitabı gerçekten okuyup mesajını anladıysanız, inşâAllah Kur’an’a daha
fazla yaklaşmışsınızdır. Bu okuduğunuz kitapta varsa güzellikler Kur’an’ın güzellikleridir.
Hatalar ise, tümüyle yazarın hatalarıdır. “O halde boş kaldığında
yine kalk yorul! / Ve ancak Rabbinden ümid et, hep O’na doğrul!” (İnşirah
7-8). Kur’an’la yakınlaşmayı fırsat bilerek hemen elinize Allah’ın Kitabı’nı alıp
baştan sona kadar mealiyle (ve gerektiği zaman tefsiriyle) okumaya başlamalısınız.
Daha önce okuduysanız, yine yeniden ve sürekli okumalısınız. Anlayarak,
yaşayışınızla ve güncel hayatla bağlantı kurup O’nun gösterdiği istikamet
doğrultusunda her şeyi gözden geçirerek Kur’an’a yönelmeniz, bu okuyup bitirdiğiniz
kitabın yazılış amacına hizmet etmiş olacaktır.
Haydi Kur’an’a; Elimize, gönlümüze ve yaşantımıza almak ve bir daha bırakmamak
için…





 
Okunma 4835 kez Son değişiklik Pazartesi, 25 Ocak 2021 05:42

Ortam