Cumartesi, 06 Şubat 2021 12:51

ALLAH (C. C.)

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

ALLAH (C. C.)
• Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti
• Allah’ın Sıfatları
• Allah’a İnanmak
• “Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
• Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak
• Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a İman ve O’nun Bazı İsim ve Sıfatları
• Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Bazıları
• Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi
• Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri (Esmâu’l-Husnâ)
• Allah Lafzı Yerine “Tanrı” Kavramı
• Allah Teâlâ’nın Birliği
• Allah Sevgisi
• Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
• Allah’ı İnkar Etmede Önemli Olan Üç Etken
• Allah’sız Bir Dünyayı Kimler İster?
• Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
• Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri
• Yegâne Yaratıcı Allah’ı İnkâr Edenleri Düşünmeye Dâvet
• Allah’ı İnkâra Dayalı Felsefî Akımlar
• Allah Nerede?
• Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?
• Allah Lafzıyla Yapılan Kavram ve Deyimler Sözlüğü
• Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
• Elfâz-ı Küfür ve Allah Lafzı
• Allah’la İlgili Yakışıksız Sözler
“Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, Hayy ve Kayyûmdur. Kendisini ne uyku yakalar, ne de uyuklama. Semâvât ve arzda bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.” 1994
1994] 2/Bakara, 255
- 532 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Lafzı; Anlam ve Mâhiyeti
Allah; Kâinatın ve kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratıcısı, koruyucusu olan tek varlık, ibâdet edilmeye lâyık tek Rab, Mevlâ, Hüdâ’ya ait özel isimdir. Allah; En yüce varlık olarak inanılan, bütün kemâl sıfatları şahsında bulunduran ve her türlü noksan sıfatlardan uzak olan gerçek Ma’buddur. Varlığı zorunlu olan tek yaratıcıya ait yüce bir isim. Bu isimle çağrılan bir başka varlık olmamıştır, olmayacaktır da.
Allah ismi, ifâde ettiği İlâhî mânâsıyla yalnız Allah’a aittir ve hiçbir kelime bu ismin anlamını ve muhtevâsını ifâde gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz.1995 İsmin, ait olduğu yaratıcı, bir olduğundan, ikili ve çoğulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varlıkların isimleri çoğul yapılabilir. Cinsleri olmayanın ismi de çoğul yapılamaz. Lisanımızda “şehirler” denilir ancak yine bir şehir olan fakat bir ikincisi olmayan İstanbul için “İstanbullar” denilerek çoğul yapılamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah Teâlâ’nın ayrı ayrı isimleri olabilir. Türkçe’de Tanrı, Farsça’da Hudâ, İngilizce’de God, Fransızca’da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler “Allah” gibi özel isim değildir. İlâh, rab, ma’bud gibi cins isimdirler. Arapça’da ilâhın çoğuluna “âlihe”, Rabbin çoğuluna “erbâb” denildiği gibi Farsça’da Hudâ’nın çoğulu da “hudâyân” ve lisanımızda da “tanrılar”, rablar, ilâhlar, ma’budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma’bud -Allah- için kullanıldığı gibi, Allah’ın dışında gerçek olmayan bir nice ma’bud kabul edilen şeyler için de kullanıla gelmiştir. Eski Türklerde gök tanrısı, yer tanrısı; Yunanlılar’da güzellik tanrıçası, bereket tanrısı, vs olduğu gibi. Hâlbuki “Allahlar” denilmemiş ve denilemez. Mânâsındaki birlik ve özel isim olması nedeniyle Allah ne tanrı kelimesiyle ne de bir başka kelimeyle tercüme edilebilir.
İlâh, Diyö, God, Tanrı gibi tercümeler Allah lafzı yerine kullanıldığında; İslâm’ın temel ilkesi olan “Lâ ilâhe illâllah” tevhid kelimesi, meselâ Fransızca’ya tercüme edildiği zaman “Diyö’den başka Diyö yok” Türkçe’ye aktarılmasında “İlâhtan başka ilâh yoktur.” denir. O zaman da Allah kelimesi “ilâh” kelimesiyle tercüme edilmiş olur. Bu da yanlış bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid “tanrı” kelimesiyle Türkçe’ye çevrildiğinde aynı çarpıklık ve yanlışlık ortaya çıkar. “Allah” kelimesinin kökenini araştıran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuşlarsa da en kuvvetli görüş; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanıldığı ve has bir isim olduğudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçüğünden en büyüğüne kadar canlıları yaratan, onlara hayat ve rızık veren, öldüren-dirilten, dilediğini dilediği şekilde idare ve tasarrufu altında bulunduran, varlığı bir başka etkenle değil, kendinden olan, her şeyi bilen, gören, işiten, yarattıklarında en ufak bir çarpıklık ve dengesizlik bulunmayan, her şeye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, şükredilmeye gerçek lâyık, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varlıkların, güneşin, ayın, gök ve yer cisimlerinin itirazsız itaat ettiği, boyun eğdiği, ismini ululadığı, ibâdet edilmeye lâyık Hak mabud. Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için mabudtur. Onun İlâh oluşu, ibâdete lâyık oluşu, bir başka sebepten değil; kendi
1995] 19/Meryem, 65
ALLAH (C. C.)
- 533 -
‘zat’ının yüceliğindendir. insanlar zaman zaman putlara, ateşe, güneşe, yıldızlara, millî kahramanlara veya hakkında korku ve ümit besledikleri herhangi bir şeye tapınmışlar; bu hâlleriyle de onları ilâh ve mabud edinmişler, bilâhare bunlardan cayarak, onları tanımaz ve tapınmaz olmuşlardır. O zaman da daha evvel mabudlaştırdıkları varlıkların mabudluk vasıfları yok olur. Hülâsa Allah’ın dışındakiler ancak insanların mabudlaştırmalarıyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beşer ona inansa da, inanmasa da; ibâdet etse de etmese de o, zatıyla Allah olduğu için ibâdete lâyıktır. Beşerin inkârı onu Allah olmaktan uzaklaştıramaz.
İnsanlık tarihi incelendiği zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapınma meyli; dolayısıyla bir dini inanca eğilim vardır. Batılı dinler tarihi yazarlarının bir çoğuna göre bu duygunun var oluşu çeşitli arizî sebeplere bağlanmış ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlerine göre tamamen fıtrî ve doğuştandır. İlk insan olan Hz. Âdem’in yaratılışından önce Allah ile melekler arasında cereyan eden konuşmayı1996 ve bu konuşmada Âdem’in -insanın- yeryüzünde halife olarak yaratılması hususunu düşündüğümüzde de anlarız ki; insan yaratılmadan evvel, onun mayasına Allah’a halife olacak özellikler verilmiştir. Bu da bize Allah’a bağlılığın ve din duygusunun fıtrî olduğunu bildirir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Her doğan insan, (İslâm) fıtrat(ı) üzere doğar, onu Mecûsi, Hristiyan veya Yahûdi yapan ana ve babasıdır.” 1997 hadisi ve “Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide olduğunuz zaman (ı düşünün): Gemiler içinde bulunanları hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını, (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dini yalnız Allah’a halis kılarak Ona yalvarmağa başlarlar. And olsun eğer bizi bu (felâket) den kurtarırsan, şükredenlerden olacağız. (derler).”1998 âyeti de keza Allah inancının -her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksın- insan ruhunun derinliklerinde var olduğunu ispat etmektedir.
Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl da olsa bir dine, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi, yıldızları kutsal sayanlar dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden, merhamet eden bir varlığın mevcûdiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesîle edinmişlerdir. “Biz, bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 1999 derler. Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayrı, birbirlerini tanımayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, din fikrinin umumî, Allah inancının da fıtrî olduğunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve yaratmaya kadir olan bir Allah’a inanmak, ergenlik çağına gelen akıllı her insana farzdır. İlâhî dinlerin kesintiye uğradığı dönemlerde yaşayan insanlar bile, akılları ile Allah’ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah’a îmanla mükelleftirler.
Akıl ile Allah’ın bilinebileceğine, birçok âyet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olanı, Hz. İbrahim’in daha çocukluk dönemlerinde iken
1996] 2/Bakara, 30
1997] Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17
1998] 10/Yûnus, 23
1999] 39/Zümer, 3
- 534 -
KUR’AN KAVRAMLARI
parlaklıklarına bakarak yıldızı, ayı, güneşi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunların batmaları, ile zamanla yok olan şeylerin Rabb olmayacaklarını idrâk etmesi ve neticede gerçeği görerek “...Ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben O’na şirk/ortak koşanlardan değilim.”2000 âyetidir. Mâturîdiyye mezhebine göre Allah’a iman, insan fıtratının icabıdır. Zira her insan evrendeki bu muazzam varlıklara bakarak bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. “Akıl ve nazar ‘marifetullah’da kâfidir” derler. “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın varlığında şüphe mi vardır?”2001 âyetini delil gösterirler. Eş’ariye imamları ise “akıl ve nazar ‘marifetullah’da kâfi değildir” derler ve “Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz.”2002 âyetini delîl gösterirler. Netice olarak, semâvât ve arzın yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün dışındaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akıllının kabul edebileceği gibi, Allah’ın varlığını ispat eden delîller vardır. 2003
Allah’ın zâtı üzerinde düşünmek haramdır. Onun zatını idrak etmek aklen mümkün değildir. Çünkü Allah’ın hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir şey O’na denk değildir.2004 Gözler Onu idrak edemez.2005 Çünkü aklın ulaşabildiği ve kavrayabildiği şeyler ancak madde cinsinden olan şeylerdir. Allah ise madde değildir. Duyu organlarımızla tespitini yaptığımız ve hâlen yapamadığımız eşyanın tümü noksanlıklardan uzak olan bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır. Yaratılan ise yaratıcısının ne parçası, ne de benzeridir. Allah’ın varlığına inanmak, her müslümanın ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. İslâm ıstılâhına göre inanmak ise Allah’ın varlığına, birliğine, yani, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve inanılması gereken diğer hususlara (Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. İnanan insana mü’min, inanmayana ise kâfir denir. Akıl sahibi olan her insanın, Allah’ın varlığına inanması gerekir. Allah’ın varlığına inanmak, insan fıtratının icabıdır. Allah’ın varoluşu vaciptir, zarûrîdir.
Varlıklar vücud bakımından üç türlüdür:
a) Vâcibu’l-Vücûd: Varlığı mutlak gerekli olan, olmaması mümkün olmayan varlık. Bu da sadece Allah Teâlâ’dır.
b) Mümkinu’l-Vücûd: Varlığı mümkün olan, yani, varolması da, olmaması da mümkün olan varlıklardır ki Allah’ın dışında tüm yaratıklar böyledir .
c) Mümteniu’l-Vücûd: Varlığı mümkün olmayan. Allah’ın eşi ve benzerinin olması gibi. Allah’ın eşi ve benzerinin olması mümkün değildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliğinden) Allah’tır. Kur’an’da Allah hakkında vârid olan birçok vasıflar onun bir cisim olduğunun delili değil, ancak ona ait mecâzî vasıflamalardır.2006 Bu sıfatlarla Allah’ı cisimlendirme veya
2000] 6/En’âm, 79
2001] 14/İbrâhim, 10
2002] 17/İsrâ, 15
2003] 2/Bakara, 164
2004] 112/İhlâs, 1-5
2005] 6/En’âm, 103
2006] Bk. 5/Mâide, 69; 38/Sâd, 75; 39/Zümer, 67; 54/Kamer, 14; 2/Bakara, 109, 274; 6/En’âm, 52; 18/Kehf, 27. âyetler
ALLAH (C. C.)
- 535 -
bir başka varlığa benzetme sözkonusu değildir.
Bütün yaratıkların ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. O rahmân ve rahîmdir. 2007 Üç yüz altmış putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müşrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhı olduğu gerçeğini duyunca hayret etmişler, “Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasıl yetişir.” demişlerdi. Müşriklerin maddeci görüşlerini reddedip Allah’ın tek yaratıcı olduğuna, varlığının isbatına delil olacak birçok âyetlerden biri de şudur: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde ta, sıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) delîller vardır. “ 2008
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir yaratıcısı olduğuna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanması için o konuda ispat edici deliller aranır. Allah’ın varlığı hakkında da bilgimizin kesinlik kazanması için birçok deliller vardır.
Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
A) Aklî deliller
1-Hudûs (sonradan varolma) delilleriyle Allah’ın varlığını ispat. Bu âlem, yok iken sonradan var olmuştur. O halde, başlangıcı olmayan bir var ediciye muhtaçtır. Varlığı ve yokluğu kendinden olmayan bu âlemin, varlığını yokluğuna tercih eden bir mucide ihtiyacı vardır. O mucidin de varlığının kendinden olması; Vâcibu’l-vücud olması gerekir. Bir başka yaratıcıya muhtaç olmadan varlığı kendinden olan tek varlık ise Allah Teâlâ’dır. bu halde bu âlem vâcibu’l vücud olan bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratılması esasına dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli şöyle açıklarlar: Bu âlem, sûretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmuştur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da yüce Allah’tır. Bu âlemin sonradan yaratıldığı gözlem ve aklî delillerle ispat edilmiştir. Söyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmiştir. Ârâz, cisimlere ârız olan hareket, sükûn, ictima (birleşme), iftirâk (ayrılma) hâlleridir. Bu hâllere “ekvân-ı erbaa (dört oluş) denir. Ekvân-ı erbaa, cisimlere değişik hâl ve şekiller veren sıfatlardır. Bu sıfatların hepsi sonradan varolmuştur. Sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık hâllerinin oluştuğu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarının, yani sonradan yaratıldıklarının delilidir. Hâdis olmasaydılar, vacip (varlığı kendinden) olmaları gerekirdi. Vacip olsaydılar bu defa da, zıdlarının gelmesiyle yok olmamaları gerekirdi. Hâlbuki zıdları gelince yok oluyorlar. O halde vacip değil, hâdistirler. Hâdis oldukları sabit olan ârâzlar, kendileriyle birleştikleri cevherlerin de hâdis olduklarının delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratılmıştır.
2007] 2/Bakara, 163
2008] 2/Bakara, 164
- 536 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Her hadisin de bir muhdise ihtiyacı vardır. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varlığı zatının icabı, yani Vâcibu’l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ’dır.
Bu âlemi yaratan varlık; Vâcibu’l Vücud değilse Mümkiniu’l-Vücud’tur. Yani vücudu sonradan yaratılmıştır. O hâlde o da, varlığında başka bir yaratıcıya muhtaçtır. Şâyet o yaratıcı da bu mucit gibi başka bir yaratıcıya muhtaç ise; yaratıcılar zincirinin böylece sonsuzluğa doğru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batıldır, mümkün değildir. Varlığı farzedilen bu yaratıcılar silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan mükemmel, varlığı zâtının gereği olan bir yaratıcıya dayanması şarttır. Bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allah’tır.
b) İhtirâ (İcat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmiştir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardır. O da Allah’tır. Âlemde gördüğümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmuştur. Her birinin varlığının bir başlangıcı vardır. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akıl gibi hâller icat olunuyor. İlliyet kanununa göre her icat olunan şeye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akıl gibi durumlar kendiliğinden var olmazlar. Mutlaka bir yaratıcıya muhtaçtırlar. O da, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, her şeyi bilen ve her şeye güç yetiren Allah ‘tır
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçaları bir araya getirilmiş olan) bir varlıktır. Terkip olunan her varlık, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtır. Terkip olunan varlık, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip bulunan varlık yok iken, daha sonra parçalarının birleştirilmesiyle sonradan yaratılmıştır. Her sonradan yaratılan gibi o da bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu yaratıcı, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaratıcıların teselsülü gerekir. Teselsül ise bâtıldır. O hâlde bu yaratıcı, varlığında başkasına muhtaç olmayan ezelî bir varlıktır. O da, Vâcibu’l-Vücud olan Allah’tır.
2-İmkân Delîli
a) Bu âlem, varlığı da, yokluğu da mümkün olan bir varlıktır. Her mümkün, varlığını yokluğuna tercih eden bir kuvvete muhtaçtır. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O kuvvet de bu âlemin dışında, vücudu zatından olan bir varlıktır. O da Allah’tır.
b) Hakîkatta bir mevcut vardır. Bu mevcut, ya varlığı zatındandır ya da varlığı ve yokluğu mümkün olandır. Varlığı zatından ise; bu özelliğe sahip olan yalnız Allah’tır. Bu mevcut, varlığı mümkün olan ise; mümkün olan varlığın mevcûdiyeti zatının icabı olmadığından, var olabilmesi için, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe-yaratıcıya ihtiyaç vardır. O yaratıcı-tercih eden ise Allah’tır.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olması ilmen ispat edilmiştir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî olduğunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin... Bu hareketler silsilesi sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanması zarûrîdir. O da her şeyin yaratıcısı olan Allah’tır.
ALLAH (C. C.)
- 537 -
3- İbdâ’ ve İllet-i Gâiyye Delîli
İçinde bulunduğumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildiğini görürüz. Gökyüzü, güneş, ay, hülâsa canlı-cansız her varlık bir amaç için yaratılmıştır. Âlemde varolan hiçbir eşya faydasız, maksatsız ve boş yere yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en değerli varlık olan insan, rastgele vücuda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. Her azasıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. İnsanın yaratılışı güzel ve mükemmel olduğu gibi, yaratılış gayesi de Allah’ı bilmek, tanımak ve O’na ibâdet etmektir. İnsanın olduğu gibi, canlı-cansız her mevcudun da varlığının bir gayesi, hikmet ve faydası vardır. İşte âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunları icat edip yaratan bir yaratıcının varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâcibu’l-Vücud olan Yüce Allah’tır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu delîli dile getiren birçok âyet vardır. 2009
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akıl sahibi, Allah’ın kendisine lûtfettiği aklı kullanarak esere bakıp müessiri, binaya bakıp bânîsini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir. Bunun için Allah, Kur’an’ın birçok yerinde, zatının varlığına delil olabilecek eserlere bakmalarını, onun üzerinde düşünmelerini, akletmelerini istemektedir. Aklı delillere ilâveten Allah’ın varlığını isbat eden naklî delillere de kısaca göz atalım.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastımız, Allah’ın varlığını dile getiren ve üzerinde düşünmemizi isteyen Kur’an âyetleridir. Sayıca bir hayli kabarık olan bu âyetlerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz:
1- “Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer kazık kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık, uykunuzu dinlenme vakti kıldık, geceyi bir örtü yaptık, gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık, üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik, parlak ışık veren güneşi varettik, taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş-dolaş bahçeler yetiştirmek için yoğunlaşmış bulutlardan bol yağmur indirdik.” 2010
2- “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.” 2011
3- “Allah’ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay’a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.” 2012
4- “Şimdi gördünüz mü attığınız meniyi? Siz mi onu yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmiş değildir. (Size
2009] 2/Bakara, 22; 78/Nebe’, 6-16, ...
2010] 78/Nebe’, 6-16
2011] 2/Bakara, 164
2012] 71/Nûh, 15-18
- 538 -
KUR’AN KAVRAMLARI
böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir biçimde yaratalım. Andolsun, ilk yaratmayı bildiniz, (bunu) düşünüp ibret almanız gerekmez mi? Ektiğinizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık, hayret ederdiniz. ‘biz borçlandık, doğrusu biz yoksun bırakıldık! (derdiniz). İçtiğiniz suya baktınız mı? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardık. , Şükretmeniz gerekmez mi? Çaktığınız ateşi gördünüz mü? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık. Öyleyse Ulu Rabb’inin adını yücelt.” 2013
5- “Yer ve gökleri yaratan Allah Teâlâ’nın varlığında şüphe edilir mi?” 2014
6- “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka “Allah” derler, “Hamd Allah’a lâyıktır” de. Hayır, onların çoğu bilmiyorlar.” 2015
7- “Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah’ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. işte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” 2016
Allah Teâlâ’nın Sıfatları
İslâm’da iman esaslarının ilk ve en mühim şartı Allah’a imandır. Allah’a iman ise; yalnız Allah’ın mücerret zat-ı İlâhîsine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o yüce varlığın zatı hakkında vaâip olan “Kemâl sıfatlarıyla”, yüce zâtına vasfedilmesi mümkün olmayan “noksan sıfatlar”a ve zat-ı İlâhîsi hakkında inanılması câiz olan sıfatlara toptan ve tafsilatlı olarak inanmakla olur. Allah’ın sıfatları; zâtî ve sübûtî sıfatlar olarak iki bölümde ele alınır.
Allah’a iman etmek için Allah’ı bilmek lâzımdır. Fakat Allah’ın zâtı ve mâhiyeti bilinemez. İnsanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. Allah ancak isimleri, sıfatları ve fiilleri (yaratmak, rızık vermek gibi) ile bilinir. O halde Allah’a iman O’nda bulunması ve bulunmaması gereken sıfatları ve O’na mahsus isimleri bilmek ve inanmaktır. Allah Teâlâ’ya doğru olarak inanmak ve yüce varlığını iyi tanıyabilmek için O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmek gerekir.
Meşhur sınıflamaya göre Allah Teâlâ’nın 14 tane sıfatı vardır. Bunlardan 6 tanesi zati, 8 tanesi ise subuti sıfatlarıdır. Zati sıfatlar sadece ve sadece Allah Teâlâ’da bulunan, O’nun haricinde hiç bir varlıkta bulunmayan sıfatlardır. Ama subuti sıfatları ise, Allah’tan başka bazı varlıklarda da sınırlı bir şekilde bulunabilen sıfatlardır.
a) Zâtî Sıfatlar (Sıfat-ı Selbiyye)
Allah Teâlâ’nın zâtî sıfatları 6 tanedir.
1- Vücut: Var olmak demektir. Bütün bu kâinatı yaratan ve düzenleyen Allah vardır. Bu sıfat, Allah’ın var olduğunu ifade eder. Allah vardır ve en büyük varlık O’dur. O’nun varlığı, her şeyin varlığından daha belirgindir. Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı. Kâinatın varlığı O’nun varlığına en büyük şahittir. Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Hiçbir şey ne kendi kendine var
2013] 56/Vâkıa, 58-74
2014] 14/İbrâhim, 10
2015] 31/Lokman, 25
2016] 30/Rûm, 30
ALLAH (C. C.)
- 539 -
olabilir, ne de yok olabilir. Hâlbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır. En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir .
Allah’ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; İlâhî vücudu, zatının gereğidir. Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah’a “Vâcibu’l Vücud” denmiştir. Allah’ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir. Allah’ın İlâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah’ın var olduğuna inanmaktır. O’nun varlığına inanmamızı gerektiren akli ve naklî delilleri yukarıda izah ettik.
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir. Allah’ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür.
2- Kıdem: Allah’ın varlığının öncesinin olmamasıdır. Yani, önceden yok iken sonradan yaratılmış değildir. Her yaratılan şeyin muhakkak evveli vardır. Allah Teâlâ tek yaratıcı olduğundan O’nun evveli yoktur. Allah Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “O ilktir (kendinden önce hiçbir varlık yoktur.), sondur (kendinden sonra bir varlık yoktur, her şey yok olurken O kalacaktır.), O zâhirdir, bâtındır.” 2017
Allah Teâlâ, varlığı, zâtının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah’ın var olmadığı bir zaman düşünülemez. Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu. Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır. Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır. Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Hâlbuki Allah’ın vücudu, zatının icabıdır. Yani varlığı kendindendir. Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir. Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir.
Kıdem sıfatının zıddı “Hudûs -sonradan var olma-” sıfatıdır. Allah kadîm olduğu için O’nun hâdis olması aklen mümkün değildir.
3- Beka: Allah’ın varlığının sonu olmaması demekıir. Allah Teâlâ ebedidir. O’nun ne geçmişte ne gelecekte var olmadığı ve var olmayacağı bir zaman düşünülemez. Tek yaratıcı olan Allah’tan başka bütün her şey yok olmaya mahkumdur ve yok olacaktır.
Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur. O daima vardır. Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve ezelî; hem de bâkî ve ebedîdir. “O, evvel ve ahirdir.”2018; “Kâinattaki her şey fânîdir/yok olucudur. Celâl ve İkram sahibi olan Rabb’imin zâtı bâkî’dir, ebedî’dir.”2019 Bu âyet-i kerimeler, Allah’ın bâkî olduğunun delilleridir. Allah’ın
2017] 57/Hadid, 3
2018] 57/Hadîd, 3
2019] 55/Rahmân, 27
- 540 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah’ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez. Zira vacibü’ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır. Varlığını devam ettirememe âcizliktir. Âcizlik ise noksanlıktır. Allah noksanlıktan münezzehtir. O’nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bâkîdir, varlığının sonu yoktur.
Beka’nın zıddı “fenâ (bir sonu olmak)”dır. Allah’ın fânî olması ise aklen muhaldir.
4- Vahdâniyet: Bir olmak demektir. Allah zatında, sıfatlarında ve fiilerinde eşi, dengi ve benzeri olmayan birdir. Allah Teâlâ mutlak birdir. Bir kağıdı veya tebeşiri ikiye, üçe, dörde veya daha fazla parçaya bölebilirsiniz. Alahü Teâlâ iki veya daha fazla olması düşünülemeyen birdir. Hıristiyanlar Allah’ın; kutsal ruh, oğul, ve babadan meydana geldiği inancı yüzünden sapıtmışlar ve şirke düşmüşlerdir.
Allah Teâlâ sıfatlarında da birdir. Allah’tan başka hiçbir varlık sıfatlarında bir değildir. Mutlaka bir veya bir kaç sıfatıyla diğer varlıklarla ortak durumdadır. Mesela, güneş ve ay bir tanedir. Fakat onlar gibi parlak ve yuvarlak başka gök cisimleri vardır ve onlara benziyordur. Allah Teâlâ böyle değildir, O’nun sıfatları öyle birdir ki, aynı sıfatların başka bir varlıkta bulunmasına imkan yoktur.
Allah, fiilleri itibariyle de birdir. Meselâ, yaratmak Allah’ın fiillerindendir. O’ndan başka hiç bir varlığın, bir şeyi yoktan var etmesi düşünülemez.
Allah’ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan “birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak”, Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır. Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur. Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini “Allah’ın birliği” sıfatı oluşturur. Bu inanca “Tevhîd Akîdesi” denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir. En son ve en mükemmel din olan İslâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb’ıdır. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O’dur. O’nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur. Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir şey O’nun eşi ve benzeri olamamıştır. Bu inanç ile İslâmiyet insanları Allah’ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş. Allah’ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibâdeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah’tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir. Böylece İslâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akidesiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek “beşer ırkında birlik” fikrini telkin etmiştir. Her müslüman Allah’ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah’tan başkasına ibâdet etmemekle, ibâdetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibâdetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır.
Allah’ın birliğine delil olan âyetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
ALLAH (C. C.)
- 541 -
a) “De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey varlığını ve varlığının devamını O’na borçludur. Her şey O’na muhtaçtır. O, hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O’dur. Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbirşey O’nun dengi olmamıştır.” 2020
b) “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” 2021
c) “Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?” 2022
d) “O’nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi.” 2023
e) “Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu.” 2024
Allah, zâtında, ilâhlığında, mâbud ve yaratıcı oluşunda birdir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah’ın varlığına imkân yoktur. Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah’tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu. Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da âciz-güçsüz olurdu. Âciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardır ve birdir.
5- Muhâlefetü’n li’l-Havâdis: Sonradan var olanlara benzememek demektir. Allah (c.c.) sonradan var olanlara, yani yaratılmış varlıklardan hiçbirine, hiçbir yönden benzemez. İnsanın aklına geldiği, düşüncesinin ulaşabildiği her şeyden Allah mutlak sûrette başkadır. İnsan aklı Allah’ın zatının mahiyetini anlayamaz. Bu yüzden insanlar bu konuda düşünmekten men olunmuşlardır. “O’na benzer hiçbir şey yoktur.” 2025
Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez. Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir. Sınırlı olan aklımızla Allah’ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayalımizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen İlâhî bir varlıktır. Hayalımizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır. Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır. Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez. Allah kendi zatını “O’nun benzeri yoktur. O, her şeyi işitendir, görendir.”2026 âyetiyle vasıflandırmıştır. Peygamberimiz de (s.a.s.), “Allah aklına gelen her şeyden başkadır.” buyurmuştur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu. Kadim ve bakî olan bir
2020] 112/İhlâs, 1-4
2021] 109/Kâfirûn, 1-6
2022] 35/Fâtır, 3
2023] 23/Mü’minûn, 91
2024] 21/Enbiyâ, 22
2025] 42/Şûrâ, 11
2026] 42/Şûrâ, 11
- 542 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varlık ise hâdis olamaz. Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz. Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü’n li’l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır. Bu sıfat aynı zamanda, Allah’ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder.2027 âyetlerinde geçen “Allah’ın eli”, “Allah’ın yüzü”, ‘’Allah’ın arşı istiva-istilâ etmesi” gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah’ın başka varlıklara benzediğinin delili değildir. Bu kelimelerin hepsi mecâzî anlamdadır. Allah’ın eli: Allah’ın kudreti; Allah’ın yüzü: Allah’ın zatı mânâsında kullanılmıştır.
6- Kıyâm Bi-nefsihî: Allah’ın varlığı ve varlığının devamlı olması kendindendir. Allah Teâlâ, var olması ve varlığını devam ettirmesi için hiç bir şeye muhtaç değildir. Allah, İhlas Sûresinde de belirttiği gibi Samed’dir, yani bütün varlıklar O’na muhtaçtır, O hiç bir şeye muhtaç değildir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah şöyle buyurmaktadır:“Allah elbette bütün âlemlerden ganî ve müstağnîdir.” 2028; “Ey insanlar! Siz, Allah’a muhtaçsınız. Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır.” 2029
Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır. Bu sıfatın zıddı olan “mutlak ihtiyaç” Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır. Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır. Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir. Buna mukabil Allah’ın varlığı kendi zatı’nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir. Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür. Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez. Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O’da Allah’tır. Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır. Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz.
b) Subûtî Sıfatlar
Allah Teâlâ’nın subûtî sıfatları 8 tanedir.
1- Hayat: Allah’ın canlı, diri, yani hayat sahibi olması demektir. O devamlı olarak diridir, ölümsüzdür. Sonsuza kadar diri olarak kalacaktır. Allah, canlı olarak hayatta kalması için, yaratılmış varlıklar gibi bazı şeylere muhtaç değildir.
“Allah hayat sahibidir.”2030; “Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)’a güvenip dayan.”2031 âyeti ve benzeri âyetler Allah’ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder. Bu sıfat, Allah’ın zâtına vacip olan sıfatlardandır. Fakat Allah hakkında vacip olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O’nun diri olmasıyla mümkündür. Hayatın zıddı ölümdür. Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır. Bir
2027] 48/Fetih, 10; 55/Rahmân, 27; 20/Tâhâ, 5
2028] 29/Ankebût, 6
2029] 35/Fâtır, 15
2030] 3/Âl-i İmrân, 2
2031] 25/Furkan, 58
ALLAH (C. C.)
- 543 -
varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. İlim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah’ın diri olması zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez. Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah ise noksanlıklardan uzaktır. O hâlde Allah’ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir. Bu sıfat, ancak Allah’ta ezelî ve ebedîdir.
2- İlim: Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki her şeyi en küçük ayrıntısına kadar bilmesidir. Allah, olmuşu olacağı, açığı gizliyi, kalplerden geçenleri, her şeyi ezeli ilmiyle bilir. İlim, vâkıaya uygun olan kesin bilgidir. Hükemâya göre ilim, bir şeyin zihinde şekillenmesidir. İlmin karşıtı cehâlettir.
İlim iki kısma ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah’ın zatîna aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur.2032 Allah’ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah’ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah’ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir. 2033
Gazâlî şöyle demektedir: “Allah, mâlûmâtın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Kâinatta zerre kadar bir şey dahi onun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede, kara taşın üzerine, siyah karıncanın kımıldamasını da bilir, ondan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yanî kadîm ve ezelî ilmiyle bilir.” 2034
Kur’an’da şöyle buyurulur: “Sözünü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki o, sînelerin özünü bilir. Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”2035 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu âyetin tefsirinde böyle der: “Allah’ın Latîf isminde iki tefsir vardır. Bunlardan birisi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Bu âyetten şunu da anlıyoruz ki, yaratan Allah (c.c.) yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin künhünü kalplerde saklı olan her şeyi bilen O’dur. Mükelleflerden sâdır olan gizli-açık, iyi-fenâ her söz ve fiil O’na nisbetle eşittir, onları bilir. 2036
Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah’ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah’ın ilminin önüne cehalet geçmemiştir. O’nun ilmine unutma bulaşmaz, O, hiç bir zaman ve mekanla kayıtlı değildir. Küll ve cüz’ü bilmedeki ilmi aynıdır. Küll’ü nasıl biliyorsa, cüz’ü de aynen öyle bilmektedir. Kâinattaki nizam, sağlamlık ve ahenk O’nun ilminin şümûlüne (genişliğine) apaçık bir delildir. 2037
2032] Cürcani, et-Ta’rîfât
2033] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, 22-23
2034] Gazâlî, İhyâ, l, 124
2035] 67/Mülk, 13-14
2036] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 5222
2037] Seyyid Sâbık, el-Akaid el-İslâmiyye, 67
- 544 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın ilminden hiç bir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O’nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur’an’ın birçok âyetinde zikredilmektedir. Bu âyetlerden bir kaçının meali şöyledir: “Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz.”2038; “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır. O’nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. Yani levh-i mahfuzda veya Allah’ın ilmindedir.”2039; “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur, beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur, bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir.” 2040
Allah’ın ilmini ispat etmek için bir delile ihtiyaç yoktur. Âlemdeki nizam, hikmet sahibi bir bileni iktizâ eder. İlim sıfatının kâinata taalluku vardır. O’nun ilmi, varlığı câiz olana ve mümkün olana taalluk ettiği gibi, müstahîl (imkânsız) olana da taalluk eder. Hiç bir şey ilim sıfatının taallukundan hâriç olamaz. ilmin taalluku vukûa tâbidir. Yani ilim tasavvuru vakıa ve gayrı vakıa şâmildir. İlim sıfatı, irâdeden başkadır. Makdûrâtın muhassısı (tahsis edicisi) değildir. Malum asıldır; ilim, malumatın süreti ve hikayesidir. Bir şeyin sûret ve hikâyesi o şeyin fer’idir (bölümüdür). İlim, mâlumdan mukaddem (önde) olursa, ona ilm-i fiilî denir. Cenâb-ı Hakk’ın masnûâta (sonradan ortaya çıkmış şeylere) ait ilm-i İlâhîsi, ilm-i fiilîdir. İlim sıfatı, vücut gibi mütekâmil bir sıfattır. Vâcibin varlığı için gereklidir. Cenâb-ı Hakk, zâtı ve sıfat-ı barı gibi vacibleri, şerîk-i barı gibi mümtenîleri -mevcut olsun veya olmasın bilir. Madum olan şeylerin mevcut olacak (varlık alemine çıkacak) ve mevcut olmayacak (varlık alemine çıkmayacak) kısımlarını tam ayrıntılarıyla bilir. Madumlar sonsuz olduğuna göre Allah’ın ilmi de sonsuzdur. Malumat müteceddit (yenilenen) oldukça ilm-i İlâhînin de taalluku yenilenir. Böylelikle eşyanın cüziyatı (ayrıntıları) da Allah’ın ilmi kapsamına girer. Aynaya yansıyan şekil ve sûretlerin değişmesi, aynının değişmiş olduğu anlamına gelmediği gibi, Allah’ın ilminin taalluku, O’nun gerçek bir sıfatı olan ilminin de değişmiş olmasını gerektirmez. Binaenaleyh Allah’ın ilminin taalluku ezelîdir. O’nun ilmi zatından başka bir şeye muhtaç değildir. 2041
3- Semî’: Allah’ın her şeyi iştmesidir. Allah kulağa ihtiyaç duymadan her şeyi işitir. O’nun duymayacağı hiç bir ses, hiç bir fısıltı yoktur. İnsanların duyamadıkları, ama gerçekte var olan tüm sesleri duyar.
İster gizlensin ister açıkça söylensin, gizliyi, fısıltıyı bile işiten anlamına gelen es-Semi’ ismi âyet-i kerimelerde tek başına bulunmayıp birçok âyette2042 görüldüğü gibi daha çok Karîb, Basîr ve Alîm isimleriyle birlikte getirilmiştir.
Semi’, bazen duâların kabulü mânâsına “Semiu’d-duâ’” (duâyı tam anlamıyla
2038] 10/Yûnus, 61
2039] 6/En’âm, 59
2040] 59/Mücâdele, 7
2041] İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, 105-107; D. Ali Türkmen, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İlim Maddesi
2042] 34/Sebe’, 50; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 17/İsrâ, 1
ALLAH (C. C.)
- 545 -
duyan, işiten) anlamına gelir. Meselâ; bazı âyetlerde2043 Hz. İbrahim ve Hz. Zekeriyya peygamberlerin duâalarında gördüğümüz “duâları çok işiten, yani çok kabul eden” mânâsındaki “semiu’d-duâ’” bunu göstermektedir. 2044
Semi’, Cenâb-ı Allah’ın sıfat-ı subûtiye veya sıfat-ı meani ve sıfat-ı zâtiyye de denen sıfatlarından biri olup, O’nun zâtının gereği, ezelden muttasıf olduğu ve O’ndan hiç ayrılmayacak olan sıfatlarındandır. Bu sıfat, ezelî ve ebedî olarak Allah ile kaim, nasslarla sabit, ancak O’nun ne aynı ne de gayrı diye kabul edilen hakiki sıfatlarından olup; selbi sıfatlar, yani, Allah’ta bir eksikliğin bulunmadığını ifade eden sıfatlar gibi O’nu noksanlıklardan tenzih eden itibâri bir mefhum değildir. 2045
Semi’ sıfatının ifade ettiği Cenâb-ı Allah’ın işitmesi, O’nun yarattıklarında olduğu gibi işitmek için bir organı, yani kulağı veya onun kısımlarından birini gerektirmez. Çünkü Allah bir cisim olmaktan münezzehtir. Allah’ın gizli-açık her şeyi işittiği, Kur’ân-ı Kerim’in âyetleriyle sabit olduğu gibi; Hz. Peygamberin hadislerinde de ifade buyurulmuştur. Nitekim bir hadiste; “Kendinize hâkim ve sahip olun. Siz, sağır ve gâib olana değil; işiten, gören ve çok yakında olan Allah’a duâ ediyorsunuz” buyurulmuştur. 2046
Allah Teâlâ’nın gizli-açık her şeyi işitmesini ifade eden semi’ (işitme) sıfatı, mahiyeti ve işleyişi bakımından insanlık tecrübesinin dışında bulunur. Çünkü, Allah’ın zatını ve mahiyetini kavramak bakımından da biz insanların durumu aynıdır. Bu konuda kullara ve bir insanlara düşen görev, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli münasebetlerle pek çok yerde zikredilmiş bulunan ve semi’ kelimesiyle ifade edilmiş olan bir sıfatı olarak Allahu Teâlâ’nın her şeyi işittiğine inanmaktır. Bu sebeple, bu sıfat İslâm din bilginlerince Allah’a sübûtu zarûrî bulunmuş ve isbatı için akıldan delil getirmeye bile gerek görülmemiştir. 2047
Allah’ın semi’ sıfatına sahip olduğu her ne kadar âyet ve hadislerle ispatlanıyor ve başka delile gerek duyulmuyorsa da, Kelam kitaplarında akıldan da deliller getirilmiştir. Nitekim, yarattıklarında bile işitmenin, işitmemeye göre bir kemal ve üstünlük taşıdığı bilinirken; en yüce kemal sahibi olan Allah Teâlâ için bu sıfatı kabul etmek gerektiği ortadadır. Başka yönden ilim bir kemâl sıfatıdır. İşitme ise ilmin şartı ve üstünlüğünü açıkça ortaya koyar. 2048
4- Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir. Allah Teâlâ küçük büyük, gizli açık, uzak yakın, her şeyi görür. Hiç bir şey O’na gizli kalmaz. Basar; Işık, renk, şekil, miktar ve her türlü davranışın, güzellik ve yanlışlıkların idrâk edildiği duyudur. Kur’ân-ı Kerîm’de görmek anlamına gelen Basîr sözcüğü 36 âyette geçmektedir. Âyetlerin çoğunda 2049 basîr sözcüğü, a-m-l’ fiili ile birlikte “Allah yaptıklarınızı görür”, “Allah onların yaptıklarını görüyor.” biçiminde değişik şekillerde geçmektedir.
2043] 14/İbrâhim, 39 ve 3/Âl-i İmrân, 38
2044] Metin Yurdagür, Allah’ın sıfatları, İstanbul 1984, s. 86
2045] İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelam, II, İstanbul 1339-1343, s. 104, 111-112
2046] Buhari, el-Camiu’s-Sahih, İstanbul 1315, VIII, 168
2047] Seyyid Şerif Cürcânî, Şerhul Mevâkıf, II, s. 359, Fahreddin er-Razî, Kelâma Giriş (el-Muhassal), Terc., Hüseyin Atay, Ankara 1978, s: 165
2048] Necip Taylan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Semî’ Maddesi
2049] 2/Bakara, 96, 110, 233, 237; 3/Âl-i İmrân, 156, 163; 5/Mâide, 71; 8/Enfâl, 39; 34/Sebe’, 11; 41/Fussılet, 40; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbun, 2
- 546 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bazı âyetlerde2050 basîr sözcüğü, kul anlamına gelen İbâd sözcüğü ile birlikte “Allah kullarını görür, görmektedir“biçiminde geçmektedir. Bazı âyetlerde ise2051 basîr sözcüğü, işitmek anlamına gelen semi sözcüğü ile birlikte geçmektedir. Birkısım âyetlerde2052 basîr kelimesi, kör anlamına gelen a’mâ sözcüğüyle birlikte geçmektedir. Bir âyette de2053 basîr sözcüğü, kör anlamına gelen ‘a’mâ’ sözcüğü ve sağır anlamına gelen ‘esamm’ kelimesi ile birlikte geçmektedir. Mülk sûresinde2054 Allah’ın her şeyi’ gördüğü bildirilmekte, bazı âyetlerde2055 basîr kelimesi, haber alan veya haberdar olan anlamına gelen habîr sözcüğüyle birlikte geçmektedir.
Allah her şeyi görür. Onun görmesi her şeyi ve her tarafı kuşatır. Hiç bir şey onun görmesine engel olamaz. Hiç bir şey de onun görmesinden gizli kalamaz. Bazı şeyleri görüp, bazılarını görmemesi mümkün değildir. Gizlilik, kapalılık, aydınlık, karanlık onun için söz konusu değildir. Allah’ın görmesiyle, kulların görmesi arasında bir kıyas yapılamaz. Zira Allah’ın görmesi yaratıklarda olduğu gibi göz aracılığıyla değildir. Allah her türlü maddilikten uzaktır, mahluklara benzemekten münezzehtir. Allah’ın her şeyi görme sıfatına sahip olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ gizli ve açık herkesin ne yaptığını ve ne yapacağını görür, Mesafe, zaman ve karanlıklar Cenâb-ı Allah’ın görmesine asla engel değildir. 2056
5- İrâde: Dilemek demektir. Allah dilediğini yaratır, O’nun iradesi (dilemesi) dışında hiç bir şey olmaz. İrâde; İstemek, dilemek, meyletmek, arzulamak anlamına gelir. Kelâm ilminde Allah’ın bir sıfatı ve aynı zamanda insanın bir özeliği olarak ele alınmıştır.
Allah’ın sıfatı olarak irade; O’nu diğer sıfatlarıyla beraber tavsif eder. Allah nasıl her şeyin kusursuz ve mükemmeline sahipse ve her konuda mutlak kemâl O’na nisbet edilmek gerekiyorsa; irade hususunda da Allah mutlak irade sahibidir. Yani Allah’ın iradesini kısıtlayan, onu tehdit eden herhangi bir başka irâde sözkonusu olamaz. Öyleyse Allah’ın iradesi bütün yaratıklar üzerinde mutlak sûrette geçerlidir. “Rabbin şüphesiz irade ettiği şeyi kolaylıkla yapabilen ve yerine getirebilendir.” 2057 Bu konudaki diğer Kur’an âyetleri şöyledir: “Allah bir şeyi dilediği zaman, onun buyruğu sadece o şeye ‘ol’ demektir; o da hemen olur.”2058; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer.”2059; “Şüphe yok ki Allah dilediğine hükmeder.” 2060 Allah’ın irâdesi bütün yaratılmışlar, yani bütün varlıklar üzerinde geçerli ise, nasıl oluyor da insanın da bir irâdeye sahip olduğu söylenebiliyor? Bu noktada İslâm tarihinin çok erken dönemlerinden itibaren meydana gelen tartışmalar, iki-üç asır devam etmiş ve nihâyet hicrî asırdan itibaren belli bir kararlılık bulmuştur. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre; Allah mutlak irâde sahibidir. Bu irade fark gözet2050]
3/Âli İmrân, 15, 20; 40/Mü’min, 44
2051] 17/İsrâ, 1; 22/Hacc, 61, 75; 31/Lokman, 28; 40/Mü’min, 20, 56; 42/Şûrâ, 11; 58/Mücâdele, 1
2052] 6/En’âm, 50; 13/Ra’d 16; 35/Fâtır, 19; 40/Mü’min, 58
2053] 11/Hûd, 24
2054] 67/19. âyet
2055] 35/Fâtır, 31; 42/Şûrâ, 27
2056] Cemil Çiftçi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Basar Maddesi
2057] 11/Hûd, 107
2058] 36/Yâsin, 82
2059] 28/Kasas, 68
2060] 5/Mâide, 1
ALLAH (C. C.)
- 547 -
meksizin bütün varlıklar üzerinde egemendir. Ama insanın da dünyada imtihan edilebilmesi için belirli bir kudrete sahip olması gereklidir ki, yaptıklarından sorumlu tutulabilsin. Şu halde insan belirli bir fiili yapmaya niyetlendiği zaman İlâhî irâdenin kulun fiillerini halk etmesi esnasında İrâde-i Külliyeye katılır, yani onu kesb eder. İşte insan bu kesbi dolayısıyla sorumluluğu üzerine almaktadır. Bu sorumluluğu yüklenip iradesini kullanmaya da ihtiyar denilir.
İrâde-i Külliyye ve İrâde-i Cüz’iyye: İslâm akaidindeki belli başlı konulardan biri de irâde-i külliye meselesidir. Kavramın Kelâm ilmindeki ıstılahî anlamı; bütün yaratılmışların üzerinde tek ve mutlak bir irâdenin, yani Allah’ın iradesinin bulunduğudur. Bütün yaratıklar (ister canlı ister cansız olsun) bu İlâhî irâdeye boyun eğerler. İslâm akaidinde tevhid, bütün inanç sisteminin merkezidir. Her şey tek bir İlâhî kaynaktan vücut bulmuştur. Bütün kâinatın Allah karşısında pasif olduğu düşünülürse, her fiilin Allah tarafından “halk“edilmiş olması da tabiidir. Fakat insanoğlunun yaratılma hikmeti, onun bu dünyada bir imtihana tabi tutulması olduğu için, kullara da bir çeşit irade verilmiştir. İşte buna Kelâmda; İrâde-i Cüz’iyye“denilmektedir. Burada İslâm tarihinde, çokça tartışılmış bir konuya geliyoruz. İlk kelâm tartışmalarını başlatan Mu’tezile ekolü, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu savunmuş ve İlâhî iradenin (irade-i külliyye) insanı bu dünyadaki fiillerinde serbest bıraktığını söylemiştir (Mu’tezile’ye kaderiyye de denilmektedir). Buna karşılık bir diğer ekol olan Cebriyye, insanın hiçbir iradeye sahip bulunmadığını, onun bütün yapıp ettiklerinin irade-i külliyyeye ait olduğunu iddia etmektedir. Her ikisinden de ayrıları Ehl-i Sünnet akaidi ise, orta yolu tutarak şunları ileri sürmüştür. Her ne kadar Allah Teâlâ, bütün fiillerin yaratıcısı ise de, kullarını birtakım hükümler ve ödevlerle yükümlü tutmuş olduğundan. bunları yerine getirmeleri için onlara bir irade de bağışlamıştır. İnsan iyiyi de kötüyü de seçmekte serbesttir. Dilerse Allah’ın istemediği bir iş yapar; dilerse onun arzuladığı bir işi yapar. Şu kadar ki; ne zaman kendi iradesini bir fiili yapmaya yöneltirse o zaman Allahu Teâlâ o fiili yaratır. Bu durumda, o fiili Allah’ın kudreti yaratmıştır. Fakat, insanın iradesi de o fiili isteme sûretiyle fiile ortak olmuştur. İşte buna, yani irade-i cüz’iyyenin İlâhî fiile katılışına “kesb“denilir. Aksi takdirde, kişinin bu fiilde hiçbir katkısı olmaması (Cebriyenin görüşü), zulmü iktiza eder ki, bu Cenâb-ı Haka noksanlık izafe etmek mânâsına gelir. Mu’tezile’nin ileri sürdüğü ve fiillerini yalnız insanın yarattığı görüşü ise, İrade-i külliyye haricinde ona denk bir başka irade kabul etmek demektir ki, bu da şirk anlamına gelir. Şu halde Ehl-i sünnetin görüşü bu ikisinden de ayrılır. İnsan irade sahibidir; ama aynı zamanda daha küllî bir irade tarafından kuşatılmıştır. Bu sebeple yerine getirdiği filler, kendisinin seçmesi, Hak Teâlâ’nın halketmesi ve bu ikisinin neticesinde kulun bu halk edilen fiili kesb etmesi şeklinde vukû’ bulur.
Kur’ân-ı Kerîm’den anlaşıldığına göre; Allah’ın irâde sıfatı iki şekilde olur:
a- Tekvinî İrâde: Bir şeye taalluk edince hemen vuku bulur. Yukarıdaki âyetler bunun misalidir.
b- Teşriî irâde: Bu, Allah’ın muhabbet ve rızâsı demektir. Bu mânâda Allah’ın irade etmiş olduğu şeyin meydana gelmesi vacip değildir. “Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez.”2061 âyeti bu türdendir.
2061] 2/Bakara, 185
- 548 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Teâlâ, bu mânâdaki irâdesini İlâhî bir lutfu olarak kullarının iradesine bağlamıştır. Kul neyi dilerse Allah onu irâde edip kulun isteğine uygun olarak yaratır. Kul da yaptığı şeyleri kendi hür iradesiyle yaptığı için sorumlu olur. Allah Teâlâ, kulun isteğine ve çalışmasına göre hayra da irade eder, şerri de. Fakat hayrı rızâsı var iken; şerre rızâsı yoktur. 2062
6- Kudret: Gücü yetmek demektir. Allah’ın her yerde her şeyi yaratma güç ve kuvveti. Allah’ın gücü, dilediği her şeyi yapmaya yeter. Gerçek anlamda güç ve kuvvet, ancak, sadece Allah’a aittir. Kudret; Kuvvet, güç, tâkat anlamına gelir. Canlının irâde ile bir şeyi yapmaya ve yapmamaya muktedir olduğunu gösteren bir özellik. Allah’ın subûtî sıfatlarından biri. Allah’ın her şeyde etki ve tasarrufa kadir olması. Kudret bu manaya göre gücü yetmek demektir. Yaratıklarla ilgili olduğu zaman tesir eden ezeli bir sıfattır. Bunun anlamı şudur: Şüphesiz Allah Teâlâ ezeli ve ebedî olan hayatı ile yaşamaktadır ve kudret sıfatı ile her istediğini yapmaya muktedirdir. Kudret Allah’ın ezeli bir sıfatıdır ki mümkinâta taalluk ettiği zaman onlarda etki eder.2063 Allah’ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır.
Evren ve evrenin kapsadığı bütün canlı ve cansız varlıklar İlâhî kudretin eseridir. Allah, sonsuz kudretiyle bütün varlıkları yoktan var etmiştir. İlahî kudret evrenin her tarafını kuşatmıştır. İlahi kudreti hiçbir şey aciz bırakamaz, hiç bir şey onu engelleyemez. Kur’ân-ı Kerim İlâhî kudreti şöyle anlatır: “(Bütün) mülk(-ü tasarruf, İlâhî kudretinin) elinde bulunan (Allah)ın şânı ne yücedir. O, her şeye hakkıyle kadirdir.” 2064; “Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah Hakkın ta kendisidir. Ölüleri ancak O diriltiyor. O, şüphesiz her şeye hakkıyla kadirdir.” 2065
Allah’ın kudreti sınırsızdır. Beşerin kudreti ise sınırlıdır. Bütün beşeriyet bir araya gelse Allah’ın en basit yaratıklarından biri olan bir sineği yaratmaya kudreti yetmez. Sonsuz olan ilâhı kudret ile son derece sınırlı olan beşeri kudret arasındaki farkı Kur’an şöyle tasvir ediyor: “Ey insanlar, size bir örnek verildi. Şimdi onu dinleyin: Sizin, Allah’ı bırakıp da yaptığınız (putlar) hakikaten bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bunun için bir yere toplanmış olsalar bile.”2066 İlâhî kudretin eserleri hiç bir sınır tanımayan bir güce, bir enerjiye delâlet eder. İlahi kudret, insanın hayatıyla içiçedir. Ondan ayrılması asla düşünülemez. Öyleyse arzu edilen bir şeyi elde etmek veya arzu edilmeyen bir şeyden sakınmak için İlâhî kudretten başka hiç bir sığınak yoktur. Çünkü Allah’tan başka hiç bir varlık böyle bir sığınmaya sahip değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer Allah sana bir belâ dokundurursa onu kendisinden başka giderebilecek kimse yoktur. Eğer sana bir hayır da dokundurursa... İşte O, her şeye hakkıyla kadirdir. O, kullarının üstünde (eşsiz) kahr (galebe ve tasarruf) sahibidir. O, Yegane hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden hakkıyle haberdârdır.” 2067
Kur’an’ın ifadesine göre İlâhî kudret erkek ve dişinin yaradılışında tek etkendir. Öyleyse başka ilâhlara sığınmaya veya çocuk sahibi olmak için başkasının gücüne kudretine sığınmaya gerek yoktur. Kur’an şöyle der: “O, kimi dilerse ona
2062] Nureddin es-Sâbûnî, Maturidiyye Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, s. 105, 106; H. Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi, İrade Md.
2063] Taftazânî, Şerhu’l-Akaid, İstanbul 1304, s.89
2064] 67/Mülk, 1
2065] 22/Hacc, 6
2066] 22/Hacc, 73
2067] 6/En’âm, 17-18
ALLAH (C. C.)
- 549 -
kız (evlât)lar bağışlar, kimi dilerse ona erkek (evlât)lar lütfeder.” 2068
İlâhî kudret, milletlerin aziz veya zelil oluşlarında yegâne nüfuz ve etki sahibidir: “(Habibim) de ki: Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın; kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın; hayr, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kadirsin.”2069 Fertlerin ve toplumların hayatlarının var olmalarını devam ettiren ve etkileyen, yönlendiren yegâne etki, İlâhî kudrettir. 2070
7- Kelâm: Söylemek, konuşmak demektir. Allah’ın harften ve sesten münezzeh olarak konuşması. Allah Teâlâ dile ihtiyaç duymadan dilediğini söyler. Kelâm; Allah’ta bulunması zorunlu olan konuşma niteliğini belirtir. Allah bu sıfatı ile peygamberler aracılığıyla emir ve yasaklar koyar, haberler verir. Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.
Kur’an’da Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. “Mûsâ, tâyin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca...”2071; “De ki: “Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir.”2072; “Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse, onu yanma al ki, Allah’ın sözünü işitsin...”2073 ve “Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir.”2074 Bunlar, bu konudaki âyetlerden yalnızca birkaçıdır.
Kelâmcılara göre Allah’ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesinin zorunlu olduğu akıl yürütme yoluyla da kanıtlanabilir Kelam bir olgunluk, kemal niteliğidir. Bu nedenle Allah’ın Kelâm sıfatı ile nitelenmesi zorunludur. Allah bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik niteliğinden münezzehtir. Diri olan varlık konuşma niteliğine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle nitelenmesi gerekir. Oysa Allah tüm eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Tüm peygamberler Allah’ın kelâmını insanlara aktarmış, O’nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin elçilik görevi de ancak Allah’ın kelam sıfatı ile mümkündür. Allah’ın konuşma niteliğine sahip olmaması durumunda risalet görevinden de söz edilemez. peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri Allah kelamı Allah’ın konuşma niteliğine sahip olduğunun kanıtıdır.
Allah, peygamberlerle konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur’an’da şöyle belirtilir: “Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak) yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder.”2075 Allah’ın “perde arkasından” konuşması, Hz. Mûsâ (a.s) ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne aracılığı ile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrail) vasıtasıyla
2068] 42/Şûrâ, 50
2069] 3/Âl-i İmrân, 26
2070] Abdülbaki Turan, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Kudret Maddesi
2071] 7/A’râf, 143
2072] 18/Kehf, 109
2073] 9/Tevbe, 6
2074] 2/Bakara, 174
2075] 42/Şûrâ, 51
- 550 -
KUR’AN KAVRAMLARI
vahyetmesidir.
Kelâmullah ve Kelâm-ı Kadim deyimleri Kur’an’ı dile getirir. Allah’ın mütekellim (konuşan) ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunda tüm İslâm mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur’an’ın Kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş’ariye ile Mâturidiyye tarafından savunuldu.
Selef’e göre Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah’la kaimdir ve O’ndan ayrı değildir. Kur’an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur’an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah’ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikayesi değil, ibaresidir.
Selef’in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile’nin görüşleri yer alır. Mu’tezile’ye göre Kur’an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahluktur. Allah’ın konuşması, mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail’de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz’da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur’an’ın kadim (ezelî) olması, Allah’ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.
Eş’arî ve Mâturidî kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelâmı “nefsî” ve “lafzî” olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsî kelâm (kelâm-ı nefsî), Allah’ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezelî bir sıfattır. Lafzî kelâm (kelâm-ı lafzî) ise nefsi kelâma delâlet eden ses ve harflerden oluşan Kur’an’ın lafzıdır. Bu lafzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahluktur. Eş’arî ve Maturidîler nefsî kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş’arîlere göre nefsî kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsî kelâmın işitilemeyeceğini savunurlar. 2076
8- Tekvîn: Allah’ın yoktan var etmesi, yaratması. Her şeyi Allah yaratmıştır. Allah, yaratmak istediği şeye “ol” der ve hemen o şey oluverir. Tekvîn; Cenâb-ı Allah’ın, zâtıyla kaim, bilfiil yaratmak ve icat etmek şanından olan sübûtî ve hakiki sıfatlarından biridir. Allah Teâlâ bu sıfatıyla dilediği her mümkünü yokken varlık sahasına çıkarır. Tekvin ile murad edilen bir eserin vücuda gelmesine bilfiil müessir olan mebde-i tekvindir. Yoksa mükevvin (yaratıcı) ile mükevven (yaratılan) arasındaki ilişki değildir. Bu ilişki izafi bir durum olduğu için hâdistir. Tekvinin (yaratmanın) menşei ise bir eserin vücud bulmasında doğrudan doğruya müessir olan Allah’ın zatıyla kaim bir sıfattır. Tekvine, halk, îcâd ve te’sir de denilir.
Eş’arîlere göre yaratmanın mebde’ ve illeti kudret ve irade sıfatlarıdır. Onlara ise, madrubsuz (dövülensiz) darbın (dövmenin) husulü tasavvur olunamayacağı gibi mükevvensiz (yaratılansız) tekvin de düşünülemez. Tekvin kadim olsa mükevvenâtın da kıdemi lâzım gelir.
2076] Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Kelâm Maddesi
ALLAH (C. C.)
- 551 -
Yine Eş’arîlere göre, kudret sıfatının iki çeşit taalluk ve te’siri vardır: Ezelî ve layezâli (hâdis olan) taalluklar. Ezelî olan taalluk, mümkünatın fâilden (Allah’tan) sudûr etmesini salih ve sahih kılar ki, bilfıil sonsuzdur. Kudret sıfatının “taalluk-ı layezlisi” (hadis ve sonradan olan taalluku) ise ezelî irade sıfatının mümkünün varlık ve yokluğundan birini tercihine göre, hâdis olan taalukudur. İşte bu kudret sıfatının ikinci ve hâdis olan taallukuna tekvin derler. Bu tekvîn hâdistir, Allah’ın zatıyla kâim değildir. Allah’ın zatıyla kâim olan kudret ve iradedir. Allah Teâlâ’ya hâlık (yaratıcı) denilmesi, ayrıca O’na bu iki sıfatın dışında hakiki bir tekvin sıfatının isnâd edilmesini gerektirmez. Kudretin bu hâdis taalluku bilfiil sonlu, bilkuvve sonsuzdur.
Mutezile’ye göre, Allah’ın eşyayı yaratmada ayrıca hakiki bir tekvin sıfatına ihtiyacı yoktur. Dilediği her şeyi yaratmada O’nun zâtı kâfidir.
Matürîdlere göre tekvin, Allah’ın bütün âlemleri ve bunlarda bulunan her bir şeyi ve cüz’ü ezelde değil, ilim ve iradesine göre var olacakları vakitte yaratması demektir. Tekvin (yaratma) yaratılandan (mükevvenden) başkadır. Tekvin, ezelde ve ebedde Cenâb-ı Hakk’ın zatıyla kaim, zatından ayrılmayan ve bakî bir sıfattır. Mükevven (mahlûk) ise, tekvin sıfatının taallukunun hudûsüyle hâdistir.
Tekvin Sıfatının İsbatı
a) Allah Teâlâ’nın hâlık olduğu ve her şeyin mükevvini (yaratıcısı) bulunduğunda akıl ve nakil ittifak etmiştir. Esasen hâlik ve mükevvin kelimeleri halk ve tekvin masdarlarından türemiş ism-i fâillerdir. Muştak ( türemiş) kelimelerin manâlarının Zât-ı Bârî’ye sâbit olmasını gerektirir. Masdarı sabit olmadan, bundan türemiş olan ismin bir şey için sabit olmasının muhalliğinde (imtina’ında) akıl ve nakil müttefiktir. O halde tekvin Allah’ın zatına sâbit olup kudret sıfatından başka bir sıfattır.
b) Tekvin sıfatı; kudret, irade ve ilimden başkadır. Çünkü ilim ile ma’lumat münkeşif ve belli olur. Kudret ile mümkinin işlenip var edilmesi veya terk edilmesi sahih olur. Çünkü kudretin bütün makdûrata (yaratılacak şeylere) taalluku ezelidir ve her bir şeye nispeti eşittir. Kudret, makdûrun vücudunu gerektirmez, ancak, onun Hakk Teâlâ’dan sudûrunu sahih kılar. O halde kudretin taallukundan başka, icad ve yaratmada bilfiil müessir (etkileyici) bir sıfat lâzımdır. Bu sıfat da tekvindir. İrade sıfatıyla mümkün olan bir şeyin yaratılması veya terk olunması yönlerinden biri diğerine tercih edilir. İrade ile tercih edileni bilfiil yaratmada müessir olan tekvin sıfatıdır. Tekvin iradenin tercihine göre mümkünata taalluk edip onu icad ederek müessir olur. Tekvin makdûrattan ancak vücuda getirilecek şeylere taalluk eder ve makdûrun (vücuda getirilecek şeyin) vücudunu (varlığını) gerektirir.
c) Cenâb-ı Allah’ın ilim ve iradesine göre yarattığı şeylerin ve canlıların nizamlı, sanatlı, sağlam ve akıllara hayranlık verecek bir şekilde güzel yaratılması da tekvin sıfatıyla olur.
Tekvin, kudret ve irade gibi mümteni’âta (muhallere) taalluk etmez. Ancak câizâta (mümkinlere) taalluk eder. Mümkinâta taalluku Cenâb-ı Allah’ın irâde ve ihtiyarı ile olacağı için layezâlîdir (hâdistir).
Halk, icâd, ten’îm (nimetlendirme ve nimet verme), ta’zîb (azablandırma)
- 552 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ihyâ, imâte (öldürme), tasvir, terzîk gibi İlâhî fiillerin hepsinin mercii, Cenâb-ı Allah’ın tekvin sıfatıdır. Tekvin sıfatı bir tanedir. Eserlerinin çeşitli olmasıyla tekvin sıfatının bunlara taalluklarına çeşitli isimler verilir. Tasvir ve terzik gibi. Allah’ın bütün fiilleri ne kadar çeşitli olursa olsun, O’nun zatıyla kaim ve tek bir sıfat olan tekvin sıfatına racidir ve bu sıfatın taalukuyla husûle gelir. “O bir şey dilediği vakit, ancak O’nun emri buna ol demesidir ki, bu da hemen oluverir” 2077 âyeti, tekvin sıfatına ve fiillerinin de buna racî olduğuna delildir. 2078
Allah’a İnanmak
İslâm’da inanılması gereken esasların birincisi Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.
Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman edip kullukta bulunmaktır. “O göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun?” 2079
Mükellef olan herkese ilk önce farz olan Allah’a iman etmektir. Bu iman Allah’ın varlığına ve birliğine, O’ndan başka ilah olmadığına imandır.
Müslümanlar Allah’a Şöyle İnanır: Allah vardır ve birdir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Allah yaratıklardan hiç birisine benzemez. Allah’ın varlığı kendisindendir. O hiç bir şeye muhtaç değildir, bütün her şey ona muhtaçtır.
Allah daima diridir. Her şeyi bilir, görür, işitir, dilediğini yapar. Allah sonsuz kudret (güç) sahibidir, yaratıcıdır, dilediğini yoktan var eder.
Allah’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah’ın onu gördüğünü, duyduğunu ve cezalandıracağını bilir ve ona göre hareket eder.
İslâm’da inanılması gereken esasların ilki Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Allah inancı olmadan O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve diğer iman esaslarına inanmak mümkün olmaz. Bunların hepsi Allah inancına bağlıdır.
Akıl sahibi olup da ergenlik çağına gelmiş olan her insana düşen ilk görev, yaratıcısı olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na iman ve kulluk etmektir. “O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun adıyla anılan birini biliyor musun? 2080
“Allah” Kelimesinin İçerdiği Anlam
“Allah”, varlığı zaruri olan ve bütün övgülere layık bulunan zatın ismidir. “Allah’ın varlığının zaruri olması”, O’nun yokluğunun düşünülemeyeceği, var olması ve varlığını devam ettirmesi için kimseye muhtaç olmaması, O’nun
2077] 36/Yâsin, 82
2078] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Tekvin Maddesi
2079] 19/Meryem, 65
2080] 19/Meryem 65
ALLAH (C. C.)
- 553 -
kâinatın yaratıcısı olması demektir. “Bütün övgülere layık bulunması” ise, Allah Teâlâ’nın en güzel isim ve sıfatlara sahip olması anlamına gelir.
Allah, gerçek mâbudun ve tek yaratıcının özel ismidir. Bu kelimenin çoğulu yoktur. Başka dillere tercüme edilemez. Bu yüzden O’ndan başka hiç bir varlığa isim olarak verilemez. O’nun diğer isim ve sıfatları, yaratmış olduğu varlıklara (gerçek anlamda değil) mecazi anlamda verilebildiği halde, Allah ismi verilemez.
Meselâ, insanlar için şefkatli, merhametli, âlim, adil, hâlim gibi sıfatlar kullanıldığı halde, “Allah” ismi, hiç bir varlık için kullanılmaz, kullanılmamıştır da. Nitekim tanrılık iddiasında bulunan Fir’avn bile: “ben sizin rabbiniz değil miyim?” dediği halde, “ben sizin Allah’ınızım” dememiştir. Mekke’li müşrikler, Kâbe’deki putlarına birçok isim verdikleri halde, hiç birisine Allah ismi vermemişlerdir. Zaten müşriklere, “kâinatı kim yarattı?” diye sorulduğunda “Allah” cevabını vermektedirler.
Câhiliyye döneminde Araplar arasında “Allah” kavramı mevcuttu. Fakat Allah inancı sönük bir inançtı. Onların inancına göre de Allah, Kâbe’nin Rabbi, dünyanın yaratıcısı, yeryüzündeki her şeye hayat veren idi. Putlarına ise, kendilerini Allah’a yaklaştıracağı, Allah indinde kendilerine şefaatçı olacağı inancıyla tapınıyorlardı.
Câhiliyye Arapları, hayatları tehlikede olunca geçici bir tevhide başvuruyor, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na yalvarıyorlar, Allah onları tehlikeden kurtarınca tekrar eski putperest inancına geri dönüyorlardı.
Hristiyanların inancındaki Allah kavramı, Baba - oğul - kutsal ruh olmak üzere üç unsurdan meydana gelmekte idi. Yahudilerin inancındaki Allah kavramı ise, tek bir kavmin (İsrailoğullarının) tanrısıydı. Oysa Allah ne cahiliyye Araplarının, ne hristiyanların, ne de yahudilerin inandığı gibi değildir. Her şeyi yaratan, hiç kimseye muhtaç olmayan, herkesin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir toplumun özel tanrısı olmayıp, insanlar da dahil tüm kâinatın rabbi olan tek ilâhtır.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O, Rahman ve Rahim’dir. Ceza gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. (Ey Allah’ım,) Bize doğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiklerin kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” 2081
“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir.(Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olandır.) O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na eş ya da denk değildir.” 2082
“Allah” gerçek ilâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur’ân bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.
2081] 1/Fâtiha, 1-7
2082] 112/İhlâs, 1-4
- 554 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüce Allah’ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihâyet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlâk; nihâyet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Hâlbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkâr ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve “Allah” onun ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde her şeyden önce Hakk’ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O’nun zatı sınırlandırılamaz ve bu âlem O’nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanları unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz
ALLAH (C. C.)
- 555 -
ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah’ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur’ân, bize bu âyetleri, kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de “ez-Zikr”dir. Allah’ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasını arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O’nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle her şeyi kuşatan Allah’ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah’ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar “Allah’ı aradım da bulamadım.” derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar. Allah’ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir.
İşte “Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah’ın zatına delalet eden, yalnızca O’na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah’ın zatının ismi ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan mânâya, mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah’ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur. Mesela anadan doğma körler için “ülker” ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak
- 556 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir. Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah’ın isimleri tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hak’ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.
Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihâyet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur’ân da bize yüce Allah’ı önce isminin tecellisi ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur’ân’a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah’ın ismini bir zat ismi (özel isim) olarak alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu mânâyı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah’ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihâyet “Ey huzura eren nefis! Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)”2083 dâveti gelecek, yüce Allah’ın ziyafetinde sonsuza dek O’nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. “O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar.” 2084
“Allah” zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah’ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: “O zat-ı vâcibü’l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisine toplamıştır.” Sadece “zat-ı vacibu’l-vücûd” demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan “vacibu’l-vücûd”un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.
2083] 89/Fecr, 27-30
2084] 75/Kıyâmet, 22-23
ALLAH (C. C.)
- 557 -
Bunun bir özeti de “Hakkıyla ma’bûd = Hakiki ilâh, gerçek Tanrı” mânâsıdır. Arapça’da bu mânâ belli ve bilinen tanrı demek olan “el-İlâh” özel ismi ile özetlenmiştir. “Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı” veya “Hâlik-ı Küll = Her şeyin yaratıcısı” mânâsı ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah’ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan “Allah” yüce ismi ile Allah’tan başka hiçbir ilâh anılmamıştır. “Sen O’nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” 2085 âyetinde de görüldüğü gibi, O’nun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması câizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah’ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslâm’a göre câizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri “Allah” gibi birer özel isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Hudâ, Rab demek olmayıp da “Hud’ay” kelimesinin kısaltılmışı ve “vâcibu’l-vücûd = mutlak var olan” demek olsa yine özel isim değildir. Arapça’da “ilâh”ın çoğulunda (âlihe); “rabb”in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça’da “hudâ”nın çoğulunda “hudâyân” ve dilimizde tanrılar, ma’bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Hâlbuki “Allahlar” denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin “Ebûssuudlar, İbni Kemaller” denildiği bir gerçek ise de; Allah’ın birliğine delalet eden “Allah” yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Hâlbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da “Tanrı” denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah’a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki “Tanrı” cins ismi “Allah” özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı “Allah ismi” “Tanrı adı” ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine “Allah” adıyla başlamış, “Tanrı adı” dememiştir ve o bahrin sonunda “Birdir Allah, andan artık tanrı yok” diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca “diyö” kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde “Diyöden başka diyö yok.” diyorlar ki “İlâhtan başka ilâh yok.” demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de “Yalnız diyö, diyödür.” yani “yalnız ilâh ilâhtır.” diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde “diyö” demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen “diyö” ancak “ilâh” kelimesinin tercemesi olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. “Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür.” demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Hâlbuki diyen öyle demiyor;
2085] 19/Meryem, 65
- 558 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Allah’tan başka Tanrı yoktur.” diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca’da “diyö”nun özel isim olabilmesi Allah’ın, Hz. İsa’nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar “diyö” kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta “Allah” dediği zaman bu terceme diliyle “diyö”yu söylüyor.
Tefsirciler, “Allah” özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gâyeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:
İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibâdete layık olan Allah’ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça’da kullanma açısından “Allah” yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği asrında bütün Araplar’ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur’ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler.”2086, Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Hâlbuki Kur’ân’dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim’den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça’ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça’ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak sûrette Arapça’dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça’da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı “İsrâil, Cebrâil, Mîkâil” kelimeleri gibi İbrânice’den Arapça’ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.
İkincisi; Arap dilinin aslında, Arapça olmayan bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım özel incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün olur.
Bu açıdan bakılınca “Allah” yüce isminin, o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz. Bir görüşe göre, başındaki “el” en-Necm, el-ayyuk vs. gibi kelimeden ayrılması câiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman “Vallah, Billâh, İsmullah, Kaalellah” vs. gibi yerlerde söylenişte veya hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe göre de “el” belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde “yâ Allah” diye hemze sâbit kalabiliyor ve bir de “Yâ eyyühe’l-kerim” gibi çağırma edatı ile çağırılan isim arasında gibi ayıran
2086] 39/Zümer, 38
ALLAH (C. C.)
- 559 -
bir kelime eklemeye gerek kalmıyor. Hâlbuki “el” belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.
Eğer “el” belirleme edatı ise kelime herhalde başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah’a isim olarak verilmesi ikinci bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur. Belirleme edatı “el” kalkınca da “lâh” kalır. Gerçekten Arapça’da “lâh” ismi vardır. Ve Basralı âlimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler. “Lâh” gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan “ilâh” anlamına da bir isimdir ve bundan “lâhüm”, “lâhümme” denilir. Bir Arap şairi: “Ebû Rebâh’ın bir yemini gibi, Allah’ım onu büyükler işitir.” demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz’in dedesi Abdülmuttalib Fil vak’asında Kâbe kapısının halkasına yapışarak; “Ey Allah’ım! Kul kendi evini korur, Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine galip gelmesin!” diye Allah’a yalvarmıştı. 2087
Şu halde “lâh” isminin başına “el” getirilerek “Allah” denilmiş ve özel isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha ileri giderek Arapça “lâh” isminin Süryânice olduğu söylenen “lâha” isminden Arapça’laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebû Yezid “lâh” Arapça olmayan bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar “lâha” derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek “Allah” demişler, bunun gibi “lâhüm” ile ilgili olarak İbrânice’de “elûhim” vardır. Fakat tarih açısından Arapça’daki “lâh” mı öncedir, yoksa Süryanice’deki “lâha” mı öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine mutlak sûrette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha önce bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça’daki kullanılışında hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra “lâh, lâhüm” her ne kadar Arapça dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile “Allah” “el” takısı “lâh” ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağırma) halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun içindir ki, birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin “lâh”dan değil, “ilâh” cins ismi ile eş anlamlı olan “el-ilâh”dan nakledilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve “el” belirleme edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da “en-Necmü, Es-Sa’ku” gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan dolayı, aslına göre başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde kullanıldığına işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir. “İlâh” kelimesi de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibâdet mânâsı ile veyahut serbest olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak “me’luh” yani kendisine ibâdet edilen yahut akılların hayret ettiği yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru veren yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, “mabud” (kendisine tapılan)’da bu mânâların hepsi var gibidir. “Allah” da ise gerçekten bu mânâların hepsi vardır. Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu incelemeyi kabul etmişlerdir. Buna göre “lâh” kelimesinin de aslı “ilâh”dır; (nâs) ve (ünâs) kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep “âlihe” deniliyor ki, Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını gösteren delillerdendir.
2087] Bk. Fîl Sûresi Tefsiri
- 560 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Özetle dilde bu iki incelemeye göre Allah’ın ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi Arapça’dır. Bu arada bazılarının zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça’ya nakledildikten sonra sırf Arapça’dır.
Nahiv âlimi tefsirci Endülüslü Ebû Hayyan diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; “ Allah “ yüce ismi hemen söylenmiş bir sözdür ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında yüce Allah’ın özel ismidir . İmam Fahreddin Râzî de “Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi yüce Allah’ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir. İmam Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul âlimleri ve İslâm hukukçularının hepsi bu görüştedirler.” diyor. Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile birleşmesi bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir. Bundan dolayı “el” belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için çoğunlukla bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin getirilmemiştir. Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha fazladır. Fakat “yâ” ile “el” belirleme edatları bir araya gelmedikleri ve bundan dolayı “yennecmü” vs. denilemeyip (Yâ eyyühennecmü), yâ hâze’l-Harisü, yâ eyyühennâsü gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin yerinde kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah’tan başka hiç kimse için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı “en-Necmü, en-nâsü ve’l-ünâsü” cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu özelliğin tercih edilmesi gerekmiştir.
Özetle “Allah” ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça’ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren özel bir isim olarak kullanılmıştır. Ve yüce Allah’ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi “Allah” ismi de öyledir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık) vasfından değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan alınmıştır. Allah, ibâdet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için kendisine ibâdet edilir. Onun “Allah”lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar, kahramanlara, zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh, mabud (kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur, o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini kaybederler. Hâlbuki insanlar, ister Allah’ı mabud tanısın, ister mabud tanımasınlar, O bizzat mabuddur. O’na her şey ibâdet ve kulluk borçludur. Hatta O’nu inkâr edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar. Araştırma mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins isimlerinden önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifade ettiği benzeme yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel ismin bir cins isminden veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.
Üçüncüsü: Denilebilir ki, yukarıda açıklanan kullanma tarzından, “Allah” yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir dilden alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah’ın isimlerinin birden çok olmasının câiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor ki İbranice’de “iyl” Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile “İsrail” Allah’ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki, hemzenin hazf edilmesi ile “isrâl” ve yâ’ya çevirilmesi ile “İsrayil” şeklinde de okunur. Diğer taraftan Süryanice’de “lâha”, Arapça’da “lâh” da varmış.
ALLAH (C. C.)
- 561 -
Bundan dolayı Arapça’da bu iki ismin birleştirilmesi ile “illah” terkibinden “Allah” özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; “Allah” ilâh meâlini hatırlatır ve “ilâhü’l-âlihe” (ilâhların) mâbudların Allah’ı mânâsını ifade eder.
Fakat böyle bir mantık ilişkisi, gerçeğin böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize bildirirdi. Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı gayri munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü Ba’lebek, İsrail, Cebrâil, İbrâhim, İsmâil ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri munsarifdirler. Hâlbuki “ “ ismi mureb ve munsariftir. İkincisi, hemzenin hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna uygun değildir. Çünkü Arapça’da “il” hemzenin kesri ile okuna geldiği halde “Allah”da hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu “îl” “ilâh” mânâsınadır. Çünkü “il-i” diye müzaf (tamlanan) oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan alınmış olsaydı “il lâh” diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı? Kısacası, Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar altında belirlemek mümkün değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber! 2088
Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak
Ma’rifetullah: Allah’ı bilme, tanıma, O’nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma demektir. Ma’rifetullah, iki kelimeden meydana gelen bir tamlamadır. Bunlar “ma’rifet” ve “Allah” kelimeleridir. Ma’rifet; lügatta, herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkta yapılmış olan şey, bilme, biliş, vâsıta, hoşa gitmeyen şey, tuhaflık mânâlarına gelmektedir. Bununla birlikte, ma’rifet, Allah’ı O’nun isimlerini ve sıfatlarını, kudret ve irâdesinin geçerliliğini bilmek, alçak gönüllü olmak mânâsını ifâde ettiği gibi, bilginler arasında ilim anlamına da gelmektedir ki onlara göre, her ilim bir ma’rifettir, her ma’rifet de bir ilimdir. Allah’ı âlim (bilen) herkes âriftir, her ârif de âlimdir. 2089
Genel olarak bu mânâlara gelmekte olan “ma’rifet”, Allah lâfzı ile bir tamlama oluşturduğunda, yani “ma’rifetullah” denildiğinde ise “Allah’ın vücûd/varlık ve vahdâniyetinin bilinmesi” mânâsına gelmektedir. Ma’rifetullah, aslında, kişinin Allah’ı hakkıyla tanıması, bilmesi ve buna göre O’na bağlanması anlamında kullanılmaktadır. Zira, kişi, Allah’ı hakkıyla tanırsa, O’nun emir ve yasaklarına bağlanır. Ma’rifetullah bilgisinde şu üç nokta yer almaktadır:
1. İzzet ve Celâl sahibi olan Allah’ı ve O’nun birliğini bilmek, ulu olan ve her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunan zâtından teşbihi red etmek ve uzaklaştırmak;
2. Allah’ın sıfatlarını ve bu sıfatların hükümlerini bilmek,
3. Allah’ın fiillerini ve bu fiillerin hikmetlerini kavramak. 2090
Cüneyd-i Bağdâdî’ye ma’rifet ile ilgili bir soru sorulduğunda şöyle cevap verir: “Ma’rifetten ve bunu elde etmenin sebeplerinden sordu. Ma’rifet, gerek havasdan, gerek avamdan olsun bir tek ma’rifettir. Çünkü onunla bilinen şey
2088] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Y. s. 39-49
2089] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 427
2090] Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, İstanbul 1982, s. 92
- 562 -
KUR’AN KAVRAMLARI
birdir. Fakat bunun başlangıcı ve yükseği vardır. Havas, yükseğindedir. Gerçi tam gâyesine ve sonuna varamaz. Zira ârifler katında ma’rûfun sonu yoktur. Düşüncenin yetişmediği, akılların kapsayamadığı, zihinlerin algılayamadığı, görmenin keyfiyetine eremediği zâtı ma’rifet nasıl kapsar? Yaratıkları içinde O’nu en iyi bilenler, O’nun azametini idrâkten yahut zâtını keşfetmekten âciz olduklarını en çok ikrar ederler. Çünkü benzeri olmayanı idrâkten âciz olduklarını bilirler. Zira O, kadimdir, mâsivâsı ile muhdestir. Zira O, kavîdir, kuvvetini bir kuvvet verenden almamıştır. Hâlbuki O’ndan gayrı her kavî, O’nun kuvvetiyle kavîdir. Zira O, öğretmensiz âlimdir ve kendisinden başka bir kimseden bir fayda almamıştır. Her şeyi başkasından öğrenmekle değil, kendi ilmiyle bilir. O’ndan başka her âlimin ilmi O’ndan gelir. Tesbih ve tenzih, bidâyetsiz evvel olan, nihâyetsiz bâki olan kendinden başkasının bu vasfa hakkı olmadığı ve bu vasıfların kendinden başkasına yaraşmadığı Allah’a olsun”
Kur’ân-ı Kerim’de; “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.”2091 âyeti, ma’rifetullah bilgisine işaret ettiği rivâyet edilmektedir. Nitekim Ebû Ubeyde’nin, bu âyeti “Allah’ı hakkıyla tanıyamadılar, bilemediler” şeklinde açıkladığını görmekteyiz. 2092
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a İman ve O’nun Bazı İsim ve Sıfatları
“Âlemlerin Rabb’ı (terbiye edip yetiştiricisi) Allah’a hamd olsun.” 2093
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz, umulur ki böylece korunmuş olursunuz. O Rab ki yeri sizin için bir zemin, göğü de tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden size bir rızık çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah’a endâd/ortaklar koşmayın.” 2094
“Gerçek şu ki, göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmişlerdir.” 2095
“Rabbi ona ‘İslâm ol’ demişti. ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi.” 2096
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde, elbette düşünen bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine dâir) birçok deliller vardır.” 2097
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri ilah olarak benimseyenler ve onları Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” 2098
2091] 6/En’âm, 91
2092] el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrût 1965, VII, 37). (Ömer Dumlu, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2093] 1/Fâtiha, 1
2094] 2/Bakara, 21-22
2095] 2/Bakara, 116
2096] 2/Bakara, 131
2097] 2/Bakara, 164
2098] 2/Bakara, 165
ALLAH (C. C.)
- 563 -
“Kullarım sana Beni sorduğu vakit de ki: “Ben her halde yakınım. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” 2099
“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” 2100
“Allah, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, Hayy ve Kayyûmdur. Kendisini ne uyku yakalar ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında hiçbir kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir (O’na hiçbir şey gizli kalmaz). O’nun dilemesi hâriç, insanlar O’nun ilminde8n hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü (tahtı) gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O, yücedir, büyüktür.” 2101
“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklık ve eğrilikten ayırt edilmiştir. Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” 2102
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” 2103
“(Rasûlüm!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir. De ki: ‘Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” 2104
“Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.” 2105
“Allah’tan başka ilâh yoktur.” 2106
“De ki: Ey kitap ehli, Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a kulluk yapıp ibâdet edelim (O’nun emrine itaat edelim). O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz, diğerini Allah’tan başka rablar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız deyin.” 2107
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (şöyle dua ederler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azâbından koru.” 2108
“Kendisi hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk/ortak koştuklarından dolayı küfredenlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınma yerleri ateştir. Zâlimlerin
2099] 2/Bakara, 186
2100] 2/Bakara, 170; Benzer âyetler için Bk. 5/Mâide, 104; 43/Zuhruf, 22-24; 7/A’râf, 28
2101] 2/Bakara, 255
2102] 2/Bakara, 256
2103] 3/Âl-i imran, 6
2104] 3/Al-i İmrân, 31-32
2105] 3/Âl-i İmran, 48
2106] 3/Âl-i İmrân, 62
2107] 3/Âl-i İmrân, 64
2108] 3/Âl-i imran: 90-91
- 564 -
KUR’AN KAVRAMLARI
konaklama yeri ne kötüdür!” 2109
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azâbından koru.” 2110
“Bunlar Allah’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah’a ve Peygamberine karşı isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” 2111
“Allah sizin düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Velî (gerçek bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” 2112
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün (onların tâlimâtına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 2113
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır.” 2114
“Onlar (müşrikler), O’nu bırakıp yalnızca birtakım dişilere tapar, onlardan yardım isterler. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar.” 2115
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” 2116
“Yoksa câhiliyye hükmünü mü istiyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren (hüküm koyan) kim olabilir?” 2117
“Andolsun, ‘Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih’in dediği (şudur:) ‘Ey İsrâiloğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibâdet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur. Andolsun, ‘Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkâr edenlere mutlaka (acı) bir azab dokunacaktır.” 2118
“De ki: ‘Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah’tan başkasını mı velî/dost edineceğim?’ De ki: ‘Bana müslüman olanların ilki olmam emrolundu.’ Ve ‘sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma!’ (denildi).” 2119
2109] 3/Âl-i İmrân, 151
2110] 3/Âl-i İmran, 191
2111] 4/Nisâ, 13-14
2112] 4/Nisâ, 45
2113] 4/Nisâ, 59
2114] 4/Nisâ, 116
2115] 4/Nisâ, 117
2116] 5/Mâide, 44
2117] 5/Mâide, 50
2118] 5/Mâide, 72-73
2119] 6/En’âm, 14
ALLAH (C. C.)
- 565 -
“O ancak tek bir ilâhtır. ‘Doğrusu ben O’na ortak koşmanızdan mâsumum’ de.” 2120
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz olan Allah’a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’ demelerinden başka bir fitneleri olmadı. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve düzmekte oldukları da kendilerinden kaybolup uzaklaştı.” 2121
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 2122
“Şüphesiz Allah tohum ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size vasıfları anlatılan o zat Allah’tır. O halde (ona imandan) nasıl çevriliyorsunuz?” 2123
“O gökten suyu indirendir. İşte biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki ondan birbiri üzerine binmiş taneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” 2124
“İşte, Rabbiniz Allah budur. O’ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratandır. O her şeye vekildir. Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O latiftir, -her şeyden- haberdardır.” 2125
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka rab mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” 2126
“O her şeyin yaratıcısıdır.” 2127
“...Doğrusu, şeytanlar, sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara itaat ederseniz, şüphesiz siz müşrik olursunuz.” 2128
“De ki, namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir şeriki/ortağı yoktur.” 2129
“De ki, Allah her şeyin Rabbi iken, ondan başka bir rab mi arayayım?” 2130
“Rabbinizdan size indirilen Kitab’a uyun. O’ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” 2131
“...Dikkat edin, yaratmak da emretmek/hükmetmek de O’na mahsustur. Âlemlerin
2120] 6/En’âm, 19
2121] 6/En’âm, 22-23
2122] 6/En’âm, 82
2123] 6/En’âm, 95
2124] 6/En’âm, 99
2125] 6/En’âm, 102 - 103
2126] 6/En’âm, 164
2127] 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 39/Zümer, 62
2128] 6/En’âm, 121
2129] 6/En’âm, 163-164
2130] 6/En’âm, 164
2131] 7/A’râf, 3
- 566 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Rabbi Allah ne yücedir!” 2132
“(Nuh): Ey kavmim! Allah’a ibâdet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur, dedi.” 2133
“Kıyâmet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbimiz olduğuna) şâhit olduk’ dediler.” 2134
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” 2135
“De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2136
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” 2137
“Allah’ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek ve yararları dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve ‘Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir’ derler. De ki: ‘Siz, Allah’a, göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk koştuklarınızdan uzak ve yücedir.” 2138
“De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Yaratma) işini kim düzenleyip yönetiyor? “Allah” diyecekler. O halde O’nun azâbından korunmuyor musunuz? İşte gerçek Rabbiniz Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (haktan sapıklığa) çevriliyorsunuz?” 2139
“De ki: Göklerde ve yerde neler var. Bakın (da ibret alın.)” 2140
“Onların çoğu Allah’a, şirk koşmadan iman etmezler.” 2141
“Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa kahredici olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın taktığı (birtakım anlamsız) isimlerden başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur; ancak insanların çoğu bilmezler.” 2142
2132] 7/A’râf, 54
2133] 7/A’râf, 59
2134] 7/A’râf, 172
2135] 7/A’râf, 180
2136] 9/Tevbe, 24
2137] 9/Tevbe, 31
2138] 10/Yûnus, 18
2139] 10/Yûnus, 31-32
2140] 10/Yûnus, 101
2141] 10/Yûnus, 106
2142] 12/Yûsuf, 39-40
ALLAH (C. C.)
- 567 -
“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez (Allah’a) secde ederler.” 2143
“Biz her ümmete/kavme: ‘Allah’a ibâdet edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur’ (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.” 2144
“Allah dedi ki: ‘İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun.’ Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) yalnız O’nundur. Böyleyken, Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” 2145
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O’na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman, içinizden bir grup derhal Rablerina ortak koşarlar.” 2146
“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylanın yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Orada insanlar için bir şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” 2147
“Rabb’in, yalnız kendisine kulluk etmenizi... emretti.” 2148
“Kâfirler Beni bırakıp da kullarımı evliyâ/dostlar edineceklerini mi sandılar? Biz cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” 2149
“De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.” 2150
“O, göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin rabbidir. O’na kulluk et ve O’na kullukta sabret. Hiç O’nun (Allah’ın) adıyla anılan birini biliyor musun? 2151
“Göklerde ve yerde bulunan her şey, Rahman’a kul olarak gelecektir.” 2152
“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım… Benden başka ilâh yoktur; şu halde bana ibâdet et…” 2153
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı yerlerin ve gökler(in nizamı, dengesi) bozulurdu. Demek ki arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” 2154
“O’nu bırakıp ilâhlar mı edindiler? De ki: ‘Kesin delilinizi getirin, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları.’ Hayır, onların çoğu gerçeği bilmez de yüz çevirirler.” 2155
2143] 13/Ra’d, 15
2144] 16/Nahl, 36
2145] 16/Nahl, 51-52
2146] 16/Nahl, 53-54
2147] 16/Nahl, 68-69
2148] 17/İsrâ, 23
2149] 18/Kehf, 102
2150] 18/Kehf, 110
2151] 19/Meryem 65
2152] 19/Meryem, 93
2153] 20/Tâhâ, 14
2154] 21/Enbiyâ, 22
2155] 21/Enbiyâ, 24
- 568 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.” 2156
“Ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben de sizin Rabbinizim. O halde gereği gibi ibâdet edin.” 2157
“...Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının. Kendisine şirk/ortak koşmaksızın Allah’ın hanifleri (O’nun birliğini kabul eden mü’minler olun). Kim Allah’a ortak koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürükleyip atmış gibidir.” 2158
“Kezâ Hak yalnız Allah’tır. O’nu bırakıp ibâdet ettikleri ise bâtılın ta kendisidir. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.” 2159
“Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, azizdir.” 2160
“Andolsun ki biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. -Yapıp- Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” 2161
“Allah her canlı şeyi sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yapar. Çünkü Allah her şey kadirdir.” 2162
“(Münâfıklar,) ‘Allah’a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik’ diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar mü’min değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıkları zaman, hemen onlardan bir grup yüz çevirir.” 2163
“Gördün mü o kendi hevâsını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” 2164
“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay vareden Allah yüceler yücesidir.” 2165
“Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz bunlarda birer nişane vardır; ama çoğu iman etmezler.” 2166
“Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin Rabbi (benim dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O’dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O’dur.
2156] 21/Enbiyâ, 25
2157] 21/Enbiyâ, 92
2158] 22/Hacc, 30-31
2159] 22/Hacc, 62
2160] 22/Hacc, 74
2161] 23/Mü’minûn, 12-14
2162] 24/Nûr, 45
2163] 24/Nûr, 47-48
2164] 25/Furkan, 43
2165] 25/Furkan, 61
2166] 26/Şuarâ, 7-8
ALLAH (C. C.)
- 569 -
Rabbim, bana hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni salihler (zümresin)e kat.” 2167
“Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.” 2168
“De ki: Hamdolsun Allah’a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı yoksa O’na koştukları ortakları mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilah mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah’ın yanında başka ilahlar var öyle mi? Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Onlar mı hayırlı) yoksa kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz? (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurunun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir tanrı var öyle mi? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (Onlar mı hayırlı) yoksa önce yaratan; sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delilinizi getirin haydi.” 2169
“Allah ile birlikte başka bir ilâh edinip ona tapınarak yalvarma. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur.O’nun vechinden (zâtından) başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” 2170
“(İbrahim onlara) dedi ki: ‘Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah’ı bırakıp birtakım putlar (tanrılar) edindiniz...” 2171
“Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir? diye sorarsan, şüphesiz Allah’tır derler.” 2172
“Gönülden katıksız bağlılar olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın.” 2173
“Allah ve Rasûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık iman etmiş bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” 2174
“Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” 2175
“(Allah) geceyi gündüzün içine katar, gündüzü de gecenin içine katar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka (yalvarıp) çağırdıklarınız ise, bir
2167] 26/Şuarâ, 77-83
2168] 26/Şuarâ, 213
2169] 27/Neml, 59-64
2170] 28/Kasas, 88
2171] 29/Ankebût, 25
2172] 29/Ankebût, 61
2173] 30/Rûm, 31
2174] 33/Ahzâb, 36
2175] 35/Fâtır, 3
- 570 -
KUR’AN KAVRAMLARI
çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.” 2176
“Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte bir ibret âyetidir. Çünkü Biz onu yağmurla dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar kaynattık. Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yemeleri için (Bu nimetleri verdik). Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, insanoğlunun kendi varlığından ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ederim. Gece de onlar için bir ibret âyetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar karanlıklara gömülürler. Güneş kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz ve âlim olan Allah’ın takdiridir. Ay için bir takım menziller tayin ettik. Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” 2177
“Yardım görürler umuduyla, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hâlbuki onların (o sahte tanrıların, taptıkları putların) kendilerine yardım etmeye asla güçleri yetmez. Bilâkis onlar, bu mâbutlar için yardıma hazır askerlerdir.” 2178
“O’nun işi bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece ol demektir. Ve o şey derhal oluverir. Ve siz elbette sadece O’na döndürüleceksiniz.” 2179
“Gerçek, sizin ilâhınız hakikaten bir’dir.” 2180
“Biz yakın göğü, bir süslü yıldızlarla süsledik.” 2181
“İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: ‘Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür. Tanrıları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, tuhaf bir şey!’ Onlardan mele’ (ileri gelen bir grup, egemen güçler): ‘Yürüyün, ilâhlarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, içi boş bir uydurmadan başka bir şey değildir.” 2182
“O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidır. Daima üstündür, çok bağışlayandır.” 2183
“Allah’ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki: Biz bunlara ancak bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.” 2184
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Ey Muhammed!) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” 2185
“De ki: ‘Ey câhiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Ey Muhammed! And olsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur.
2176] 35/Fâtır, 13
2177] 36/Yâsin, 33-40
2178] 36/Yâsin, 74-75
2179] 36/Yâsin, 82-83
2180] 37/Sâffât, 4
2181] 37/Sâffât, 6
2182] 38/Sâd, 4-7
2183] 38/Sâd, 66
2184] 39/Zümer, 3
2185] 39/Zümer, 17-18
ALLAH (C. C.)
- 571 -
And olsun, eğer Allah’a ortak koşarsan amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsrana uğrayanlardan olursun. Hayır, yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol. Onlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Hâlbuki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun eliyle dürülüp bükülecektir. O, müşriklerin ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir.” 2186
“Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” 2187
“O, ilktir, sondur, zâirdir, bâtındır. O her şeyi bilendir.” 2188
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek, Allah’a aittir.” 2189
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” 2190
“Yoksa onların birtakım şirk koştukları ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşrî ettiler (bir şeriat/dinî kural kıldılar)? Eğer o fasıl kelimesi (azâbı erteleme sözü) olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilir (işleri bitirilir)di. Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” 2191
“Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları; ‘Atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız’ derlerdi.” 2192
“O gökte de ilâhtır, yerde de ilâhtır.” 2193
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır.” 2194
“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz? Rızkınızda, size vadedilen şeylerde semadadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad sizin konuşmanız gibi kesin ve gerektir.” 2195
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir.” 2196
“O, öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. Gaybı ve şehâdeti (görülmeyeni ve görüleni) bilendir. O, rahmân ve rahîmdir (merhamet eden ve bağışlayandır). O, öyle bir Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mâlik ve sahiptir, münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, puta tapanların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” 2197
2186] 39/Zümer, 64-67
2187] 41/Fussılet, 37
2188] 41/Fussılet, 54
2189] 42/Şûrâ, 10
2190] 42/Şûrâ, 11
2191] 42/Şûrâ, 21
2192] 43/Zuhruf, 23
2193] 43/Zuhruf, 84
2194] 45/Câsiye, 3
2195] 51/Zâriyât, 20-23
2196] 56/Vâkıa, 75-76
2197] 59/Haşr, 22-24
- 572 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman olan Allah’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” 2198
“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar öyle mi? Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” 2199
“Ondan sonra yerküreyi (geord şeklinde) yuvarlattı.” 2200
“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” 2201
“De ki; O Allah bir’dir. O Allah samed’dir (Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey Kendisine muhtaç olan; her şeyin kaynağı ve yaratıcısıdır). Hiç kimseyi doğurmamıştır. Hiç kimse O’nu doğurmamıştır. O’na benzeyen hiçbir şey de yoktur.” 2202
Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Bazıları
“Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.” 2203
“Mü’minler, Allah indindeki ukubeti/azapları bilselerdi, hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden/ cennetinden ümit kesmezdi.” 2204
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) da şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.” 2205
“Sizden kimse nefsini hakîr görmesin.” ‘Ey Allah’ın rasûlü, kişi nefsini nasıl hakîr görür?’ “Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hak kıyâmet günü kendisine sorar: ‘Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?’ O kul cevap verir: ‘Halk korkusu!’ Allah o zaman şöyle der: ‘Asıl Benden korkman gerekirdi.” 2206
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 2207
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah’ın yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
2198] 67/Mülk, 19
2199] 75/Kıyâme, 3-4
2200] 79/Nâziât, 30
2201] 95/Tîn, 8
2202] 112/İhlâs, 1-4
2203] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128
2204] Müslim, Tevbe 23 hadis no: 2755; Tirmizî, Deavât 108, hadis no: 3536; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 355
2205] Tirmizî, Cenâiz 11, hadis no: 983; İbn Mâce, Zühd 31, hadis no: 4261; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 351
2206] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349
2207] İbn Mâce, hadis no: 4205
ALLAH (C. C.)
- 573 -
“Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.”2208 Adiy: “Yâ Rasûlallah, hıristiyanlar din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki” dedi. Rasûlullah şöyle buyurdu: “Onlara haramı helâl, helâlı da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?” Adiy: “Evet” dedi. Efendimiz buyurdu ki: “İşte bu, onlara ibâdettir.” 2209
“Sizin hakkınızda en çok korktuğum küçük şirktir.” ‘Küçük şirk nedir ey Allah’ın elçisi?’ diye sordular. “Riyâdır. Allah Teâlâ, kıyâmet günü insanların amellerinin karşılıklarını verdiği zaman riyâkârlara: ‘Dünyada kendilerine gösteriş yapmakta olduklarınıza gidin. Bakın bakalım, onların yanında bir karşılık bulacak mısınız?’ buyurur.” 2210
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 2211
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2212
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 2213
“Onlar (Allah’ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” 2214
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah’tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah’a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder.” 2215
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celalım adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 2216
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 2217
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 2218
“Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ‘Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği, Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Kim Beni kendi nefsinde zikrederse (içinden geçirirse), Ben de onu kendi nefsimde zikrederim (içimden geçiririm). Kim Beni kalabalıkta, bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, ondan daha hayırlı bir cemaat içinde
2208] 9/Tevbe, 31
2209] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an 10, hadis no: 3292; Tirmizî şerhi Tuhfetu’l-Ahvezî, hadis no: 5093
2210] Tirmizî, Hudûd 24, hadis no: 1457, 4/58; Müsned, Ahmed bin Hanbel
2211] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
2212] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2213] Tirmizî, Zühd 64
2214] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
2215] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
2216] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
2217] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
2218] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
- 574 -
KUR’AN KAVRAMLARI
zikrederim. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın (adım) yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” 2219
“İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” 2220
“Allah’ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olan kimse, kalbi katı olandır.” 2221
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere otururlarsa, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekîne (huzur, feyiz) iner ve Allah onları yanındakilere (meleklere) zikreder.” 2222
“Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse, ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah’ı zikretmezse, Allah’tan ona bir noksanlık vardır.”2223 Hadis, Tirmizî’de şu şekilde gelmiştir: “Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah’ı zikretmez ve peygamberlere salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) Dilerse onlara azab eder; dilerse mağfiret eder.” 2224
“Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; ancak Allah Teâlâ’yı zikir ve zikrullah’a yardımcı olanlarla âlimler ve ilim öğrenenler hâriç.”2225 Bu hadis, farklı şekillerde de rivâyet edilmiştir: “Dünya mel’undur, Allah için olanlar hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker ve zikrullah hâriç.”, “Dünya mel’undur, içindekiler de mel’undur; Allah’ın rızâsı için yapılanlar hâriç.” 2226
“Kim akşamdan temizlik üzere (abdestli olarak) zikredip uyursa (uyku bastırıncaya kadar Allah’ı zikrederse) ve geceleyin de uyanıp Allah’tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse, Allah Teâlâ, istediğini mutlaka ona verir.” 2227
“Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini ‘aradığınıza gelin’ diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semâsına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: ‘Kullarım ne diyorlar?’ ‘Seni tesbih ediyorlar, Sana tekbir okuyorlar, Sana tahmîd (el-hamdü lillâh) okuyorlar. Sana ta’zim (temcid) ediyorlar’ derler. Rab Teâlâ sormaya devam eder: ‘Onlar Beni gördüler mi?’ ‘Hayır!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ ‘Eğer Seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta’zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı’ derler. Allah tekrar sorar:
2219] Buhârî, Tevhid 15, 35, 50; Müslim, Zikir 2, hadis no: 2675, 4/2061, Tevbe 1; Tirmizî, Deavât 142, hadis no: 3598
2220] Buhârî, Deavât 66; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, hadis no: 779
2221] Tirmizî, Zühd, 62
2222] Müslim, Zikir 25, 30, hadis no: 2689, 2700, 4/2069; Tirmizî, Deavât 7, hadis no: 3375
2223] Ebû Dâvud, Edeb 31, 107, hadis no: 4856, 5059; Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377
2224] Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377
2225] Tirmizî, Zühd 14, hadis no: 2323; İbn Mâce, Zühd 3, hadis no: 4112
2226] K. Sitte Terc. 7/238-239
2227] Ebû Dâvud, Edeb 105, hadis no: 5042; Tirmizî, Deavât 100, hadis no: 3525
ALLAH (C. C.)
- 575 -
‘Onlar ne istiyorlar?’ ‘Senden cennet istiyorlar.’ ‘Cenneti gördüler mi?’ der. ‘Hayır Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer görselerdi, derler, ‘cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.’ Allah Teâlâ sormaya devam eder: ‘Neden istiâze ediyorlar (sığınıyorlar)?’ ‘Cehennemden istiâze ediyorlar’ derler. ‘Onu gördüler mi?’ der. ‘Hayır Rabbimiz, görmediler!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı’ derler. Bunun üzerine Rab Teâlâ şunu söyler: ‘Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!” Rasûlullah (s.a.s.) sözüne devamla şunu anlattı: “Onlardan bir melek der ki: ‘Bunların arasında falanca günahkâr kul da var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturuverdi.’ Allah Teâlâ; ‘Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki, onlarla oturanlar da onlar sâyesinde bedbaht olmazlar’ buyurur.” 2228
“Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmam, bana İsmâil’in oğullarından dört tanesini âzâd etmemden daha sevimli gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batışına kadar oturmam dört kişi âzâd etmemden daha sevimli gelir.”2229 (Burada, Allah’ı zikirden maksat, her çeşit zikir olabilir: Kur’an tilâveti, tesbih, tehlil, tahmid, salevât, ilimle meşgul olmak, tefsir, hadis gibi şer’î ilimlerin öğrenilmesidir. 2230
“Abdest imanın yarısıdır. Elhamdu lillâh mizanı (amel terazisini) doldurur; sübhânallahi ve’lhamdü lillâh arz ve semâ arasını doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır; Kur’an ise, lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes sabahleyin kalkar, nefsini (Allah’a veya şeytana) satar; kimisi kurtarır, kimisi de helâk eder.”2231 Hadisin Tirmizî’de gelen başka bir vechi şöyledir: “Tesbih (Subhânallah) mîzânın yarısıdır; elhamdü lillâh mîzan doldurur; tekbir ise gökle yer arasını doldurur. Oruç sabrın yarısıdır; temizlik imanın yarısıdır.”
“Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?” buyurdu. ‘Evet’ dediler. “Allah’ı zikir” dedi. 2232
Muaz bin Cebel, Allah’ın Rasûlünden duyduğu son sözün şu olduğunu anlatıyor: ‘Allah’a hangi amel daha hoş gelir?’ dedim. “Dilin, Allah’ı zikirle ıslanmış olarak ölmen” buyurdu. 2233
“Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilâsı da Allah’ı zikretmektir. İnsanı Allah’ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır.” ‘Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?’ dediler. “Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi” dedi. 2234
“Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Onları kim ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever.”2235 Diğer rivâyet şöyledir: “Gerçekten Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Bir müstesnâ yüz isim! Bunları kim sayarsa cennete girer.” 2236
2228] Buhârî, Deavât 66; Müslim, Zikr 25, hadis no: 2689; Tirmizî, Deavât 140, hadis no: 3595
2229] Ebû Dâvud, İlm 13, hadis no: 3667
2230] K. Sitte, c. 6, s. 520
2231] Müslim, Tahâret 1, hadis no: 223; Tirmizî, Deavât 91, hadis no: 3512; Nesâî, Zekât 1)
2232] Tirmizî, Deavât 6
2233] et-Terğîb 2/395, Taberânî’den
2234] Buhârî, Deavât 5
2235] Müslim, Zikir 5, hadis no: 2677
2236] Müslim, Zikir 6, hadis no: 2677
- 576 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber’ demem, benim için güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevgilidir.” 2237
“Bir kimse günde yüz defa, ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu, ve hüve alâ külli şey’in kadîr (Allah’tan başka ilâh yoktur. O’nun şerîki/ortağı yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O her şeye kaadirdir)’ derse, o kimse için on köle (âzât etme) dengi sevap olur. Ve kendisine yüz hasene yazılır; yüz günahı da silinir. O gün, akşamlayıncaya kadar şeytandan muhâfaza olur. Onun yaptığından daha faziletli bir işi kimse yapamaz. Meğer ki, onun yaptığından fazla yapsın. Ve bir kimse günde yüz kere ‘Sübhânallahi ve bihamdihî (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim)’ derse; günahları denizin köpüğü kadar bile olsa sâkıt olur.” 2238
“İki kelime vardır ki, dile hafif, mîzanda ağır, Allah’a makbuldürler. (Bunlar:) ‘Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhânallahi’l-azîm (Allah’ı hamdiyle birlikte tenzih ederim. Yüce Allah’ı tenzih ederim)’ (kelimeleridir).” 2239
“Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllahu vallahu ekber (Allah’ı tenzih ederim, hamd Allah’a mahsustur ve Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah her şeyden büyüktür)’ demem, benim için, üzerine güneş doğan her şeyden daha makbuldür.” 2240
Mus’ab bin Sa’d (r.a.) anlatıyor: Bana babam rivâyet etti. (Dedi ki: ‘Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanındaydık. “Biriniz her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu: “Yüz kere tesbih eder (Sübhânallah der) ve kendisine bin sevap yazılır. Yahut üzerinden bin günah indirilir” buyurdu. 2241
“Bir kimse her namazın sonunda Allah’a otuz üç defa tesbih, otuz üç defa hamd eder, otuz üç defa da tekbirde bulunursa, bunların toplamı doksan dokuz eder. Yüzün tamamında da: ‘Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu ve hüve alâ külli şey’in kadîr’ derse, günahları denizin köpüğü kadar bile olsa (yine) affolunur.” 2242
“Allah Teâlâ, kendi yolunda cihada çıkan kimseye, ‘onu sadece Benim yolumda cihad, Bana iman, Benim Rasûllerimi tasdik yola çıkarmıştır’ buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gâzi olursa mânevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyâmet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed’in canını kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim; onlar kendileri de bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim.” 2243
2237] Müslim, Zikir 10
2238] Müslim, Zikir, 28, hadis no: 2691
2239] Müslim, Zikir 31, hadis no: 2694
2240] Müslim, Zikir 32, hadis no: 2695
2241] Müslim, Zikir 37, hadis no: 2698; Buhârî Deavât, Bed’ul-Halk; Tirmizî Deavât; İbn Mâce, Sevâbu’t-Tesbîh
2242] Müslim, Mesâcid, 146, hadis no: 597
2243] Müslim, İmâre 103; Buhârî, Cihad 7 (Hadisin bir bölümü); Nesâî, İman 24
ALLAH (C. C.)
- 577 -
“Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyâmet gününde yarasından kan akarak Allah’ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi; koku ise misk kokusudur.” 2244
“Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyâmet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah’ın huzuruna gelir. Kanının rengi zâferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir.” 2245
“Cennet kapıları, şüphesiz kılıçların gölgeleri altındadır.” Rasûlullah’ın bu sözünü duyan bir mücâhid, kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı. 2246
“Kim Allah’ın adını, hükmünü yüceltmek, her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o Allah yolundadır.” 2247
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu’l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.” 2248
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?” diye sorunca: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 2249 buyurmuştur.
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” 2250
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2251
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev!” der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler).” 2252
“Kişi, Allah ve Rasûlünü, o ikisi dışında kalan her şeyden daha çok sevmedikçe imanın tadını bulamaz.” 2253
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” 2254
“...Allah sizin sûret ve kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar...” 2255
“(Ancak) Allah için seven, Allah için buğz eden/nefret duyan, Allah için veren ve Allah
2244] Buhârî, Cihad 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad21; Nesâî, Cihad 27
2245] Ebû Dâvud, Cihad 40; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 21; Nesâî, Cihad 25
2246] Müslim, İmâre 146; Tirmizî, Fezâilu’l-Cihad 23
2247] Buhârî, İlim 45, 1/42, Cihad 15, 4/24; Müslim, İmâre 149-150, hadis no: 1904, 3/1512; İbn Mâce, Cihad 13, hadis no: 2783, 1/931; Ahmed bin Hanbel, 4/392, 397, 402, 405, 417
2248] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
2249] Ahmed bin Hanbel, IV/11
2250] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
2251] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2252] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi’r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
2253] Buhârî, İman 9; Müslim, İman 67; Tirmizî, İman 10
2254] Ebû Dâvud, 3, hadis no: 4599
2255] Buhârî, Nikâh 45, Edeb 57, 58, Ferâiz 2; Müslim, Birr 28-34; Ebû Dâvud, Edeb 40; Tirmizî, Birr 18
- 578 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için sıkılık yapıp vermezlik yapan kişi imanını kemâle erdirmiş, olgunlaştırmıştır.” 2256
“Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.” 2257
Ebû Rezîn el-Akîl, kendisine: “Ey Allah’ın elçisi, iman nedir?” diye sorunca, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle cevap vermiştir: “Allah ve Rasûlünün, sana, her şeyden daha sevgili olmasıdır.” 2258
“Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” 2259
“İnnallahe cemîlun yuhıbbu’l-cemâl -Allah güzeldir, güzeli sever-.” 2260
“İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” 2261
“Allah bir kulu sevince, Cebrâil’i çağırıp: ‘Ben falanı sevdim, sen de sev!” der. Cebrâil de onu sever. Sonra onun için yer (halkın)da kabul konulur (insanlar da onu severler).” 2262
“Allah, bir kulu sevdiğinde, o kulu meleklere de insanlara da sevdirir. Bir kula buğzedince de meleklere ve insanlara da o kula karşı buğzettirir.” 2263
“Kim Allah için tevâzu ederse Allah onu yükseltir. Kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim Allah’ı çok zikreder/anarsa, Allah onu sever.” 2264
“Kulum Bana, en çok, farz ibâdetlerle yaklaşır. Kulum, nâfile ibâdetlerle de Bana yaklaşmağa devam eder. O kadar yaklaşır ki onun işiten kulağı Ben olurum, Benimle işitir. Gören gözü Ben olurum, o Benimle görür. Tutan eli Ben olurum, o Benimle tutar. Yürüdüğü ayağı Ben olurum, o Benimle yürür.” 2265
“Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Bu kul Allah’tan bir şey dilese dileği kabul edilir. Allah’a sığındığında da Allah onu korur. Allah, velîsine düşman olan kimselere harb ilân eder.” 2266
“Onlar (Allah’ın velîleri) öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” 2267
“Kim, insanların kızması pahasına Allah’ı dost edinmekle O’nu râzı ederse Allah o kimseyi insanların nazarında yüceltir. Kim de Allah’ın gadabına rağmen insanları râzı
2256] Et-Tâc, c. 5, s. 78
2257] Tirmizî, Deavât 72, 73
2258] Ahmed bin Hanbel, IV/11
2259] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
2260] Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10; Ahmed bin Hanbel, IV/133, 134, 151
2261] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
2262] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Edeb 41, Tevhid 33; Müslim, Birr 157; Tirmizî, Tefsîru Sûre 19; Muvattâ, Şi’r 15; Ahmed bin Hanbel, II/267, 341, 413
2263] Buhârî, Tevhid 33, Edeb 41; Müslim, Birr 157
2264] İbn Mâce, Zühd 16
2265] Buhârî, Rikak 38; Ahmed bin Hanbel, VI/256
2266] Buhârî, Rekaik 38; İbn Mâce, Fiten 16
2267] Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495
ALLAH (C. C.)
- 579 -
ederse, artık onu Allah’ın azâbından hiçbir şekilde kurtarmak mümkün olmaz.” 2268
“Aziz ve celil olan Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle diyecek; ‘Benim celalım adına birbirlerini sevenler nerede? Gölgemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı şu günde onları gölgemde gölgelendireyim.” 2269
“Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Benim celalım adına birbirini sevenler var ya! Onlar için orada öyle minberler vardır ki, peygamberler ve şehidler bile onlara gıpta ederler.” 2270
“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberlerdir, ne şehidlerdir. Üstelik kıyâmet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler ve şehidler onlara gıpta ederler.” Orada bulunanlar sordu: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, onlar kimdir, bize haber verir misin?’ “Onlar, aralarında kan bağı ve dünya menfaati için birbirlerine bağlı olmadıkları halde, Allah’ın nûru (Kur’an) adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim ki, kesinlikle onların yüzleri nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. Halk korkarken onlar korkmazlar; insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” Ardından da şu âyeti okudu: “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine/dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2271
“İnsanlar ‘Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun rasûlüdür’ deyinceye kadar kendileriyle savaşmaya emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak dinî cezalar müstesna; iç yüzlerinin muhasebesi ise Allah’a aittir.” 2272
Abdullah bin Mes’ûd dedi ki: “Rasûlullah (s.a.s.) bize karşı yaptığı bir konuşmasında dedi ki: “Kendisinden başka ilâh olmayan (Allah) hakkı için söylüyorum: Allah’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına, benim de Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet eden bir kimsenin kanı ancak şu üç şeyden biri dolayısıyla helâl olur: İslâm’ı terkedip İslâm cemaatinden ayrılan, evli olduğu halde zinâ eden ve birisini öldürdüğü için (kısas cezâsı olarak) öldürülmesi gereken.” 2273
“…Her kim ‘Lâ ilâhe illâllah’ der ve Allah’tan başka tapınılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına haksız yere dokunmak haram olur. Hesabı Allah’a kalmıştır.” 2274
“Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehâdet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır.” 2275
Ebû Zer (r.a.)’in rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) bana gelerek; ‘Ümmetinden kim Allah’a herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölürse cennete girer müjdesini verdi.” Ben, (hayretle) zina ve hırsızlık yapsa da mı? diye sordum. “Evet, hırsızlık etse de, zina yapsa da” cevabını verdi. Ben tekrar: ‘Yani hırsızlık etse, zina yapsa da ha?’ dedim. “Evet, bunları yapsa da (Cennete girecektir)” buyurdu. Ben aynı soruyu dördüncü defa sorunca; “Ebû Zerr’in burnu kırılsa
2268] Tirmizî, Zühd 64
2269] Müslim, Birr 37, hadis no: 2566
2270] Tirmizî, Zühd 53, hadis no: 2391; Kütüb-i Sitte Terc. 10/139
2271] 10/Yûnus, 62; Ebû Dâvud, Büyû’ 78, hadis no: 3527; Kütüb-i Sitte Terc. 10/142
2272] Buhâri, Cihad 102, İman 17; Müslim, İman 8; Ebû Dâvud, Cihad 104; Tirmizî, Tefsir 78; Nesâî, Zekât 3; İbn Mâce, Fiten 1; Dârimî, Siyer 10
2273] Müslim, Kasâme 25-26; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Nesâî, Tahrîmu’d-Dem’ 5, 14; İbn Mâce, Hudûd 1
2274] Müslim, İman 35, hadis no: 21, 1/52
2275] Buhârî, İlim, 49
- 580 -
KUR’AN KAVRAMLARI
(patlasa) da Cennete girecektir” buyurdu. 2276
“Allah’a inanıp, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet’e girmiştir. Allah’a inanıp da, O’na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir.” 2277
“Ümmetimle ilgili olarak korktuklarımın en korkutucusu Allah’a şirk/ortak koşmalarıdır. Dikkat edin; ben size ‘onlar aya, güneşe ve puta tapacaklar’ demiyorum. Fakat onlar (hâkimiyet hakkını bazı fertlerde, zümrelerde meclis ve toplumlarda görecekler), Allah’tan başkasının emirlerine ve arzularına göre iş yapacaklardır.” 2278
Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi
Kur’ân âyetlerinin ve Hz. Peygamberden rivâyet edilen bir kısım hadislerin delaletiyle Yüce Allah’ın kıyamet günü mü’minler tarafından görülmesi meselesi. Birçok konuda olduğu gibi, meseleye farklı boyutlarda bakılmasının bir sonucu olarak, bu konuda da İslâm ekolleri arasında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazı bilginler ve ekoller rü’yetin mümkün olamayacağını ileri sürerek, Allah’ın görülmesi inancına İslâm dışı bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da mümkün olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce Allah’a cisim isnad etme yolunu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu devam ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah’ın âhirette mü’minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin bilinemeyeceğini kabul etmiştir.
“Rü’yet” kelimesi, Arapça’da (ra-e-ye)kökünden gelen bir mastardır. Bu kelimeye ise, sözlüklerde çeşitli anlamlar verilmektedir. Bunlar arasında görmek, bakmak, inanmak, bilmek, sanmak, sonunu düşünmek, tefekkür etmek, planlamak ve rüya görmek anlamları sayılabilir. Bu fiilin bu kadar çeşitli anlamlara gelmesi, elbette Arapça’daki kurallara bağlı olarak bazı hal ve durumlara göre olacaktır ve öyle de olmaktadır. Bu anlamlar fiilin beraberinde kullanıldığı harfi cerlere göre söz konusu olmaktadır ki, bunun Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli örnekleri mevcuttur. Bu kadar geniş bir anlam grubu ifade etmesine rağmen, bu fiilin anlamının genelde görmek olarak ele alındığı görülmektedir. Bu da, fiilin genel yapısının bu minval üzere olduğunun bir göstergesidir.
Terminolojik olarak, bir başka ifadeyle ıstılah bakımından rü’yet denilince, İslâmî literatürde: Yüce Allah’ın mü’minler tarafından Cennet’te görülmesi meselesi akla gelmektedir. Bu mesele Kelam ilminde üzerinde en çok tartışılan konulardan birisi haline gelmiştir. Bazı Kelam kitapları, bu konuyu Allah’ın zatına ait bir mesele olarak kabul edip onu Allah’ın zatı ile ilgili meseleler başlığında incelemişler,2279 bazıları ise Allah hakkında câiz olan ve olmayan hususlar bahsinde ele almışlardır. 2280
Rü’yet meselesi genel olarak iki noktada ele alınmaktadır. Birincisi, rüyetin, dünyada cevazı meselesi: İkincisi ise, rüyetin âhirette vücûbu meselesidir. Bunlardan birincisine, daha çok bir takım aklî izahlar delil olarak kullanılmakta
2276] Müslim, İman 153-154, hadis no: 94, 1/94-95; Tirmizî, İman 18, hadis no: 2644, 5/27; Buhârî, Tevhid 33; K. Sitte, 2/205
2277] Müslim, İmân, 152
2278] İbn Mâce, hadis no: 4205
2279] Gazali, el-İktisad fil-İtikad, s. 41-48
2280] Âmidî, Gâyetül-Meramı fî İlmi’l Kelâm, s. 159-179
ALLAH (C. C.)
- 581 -
olup, Kur’ân’dan ise, el-A’raf sûresi,143. âyet delil olarak getirilmektedir. İkincisi, yani âhirette vücûbu hususuna ise, hem Kur’ân’dan hem de hadislerden birçok delil ileri sürülmektedir. Ancak burada özellikle bu konuya has bir durum vardır ki, o da hem rü’yetin imkanını hem de mümkün olmayacağını ileri sürenlerce aynı âyetlerin delil olarak kullanılmış olmasıdır. Söz konusu olan nokta, sözü geçen âyetlerin çeşitli yönlerden tevil edilmesi ve farklı şekillerde anlaşılmasıdır. Bu da bize İslâm dininde esas olan meseleler ile, esasa dahil olmayan meselelerdeki farklılığı ortaya koymaktadır. Zira, rü’yet meselesinde, imkanını veya mümkün olmadığını ileri sürenlerden hiç birisi, İslâm dinine göre, tekfir edilemez. Çünkü bu konu dinin özünden telakki edilmeyen bir husus olup, yorum ve anlayışa, temel kabul edilen prensiplere göre farklı anlaşılabilen meselelerdendir. Bu bakımdan her iki grup da aynı âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Eğer böyle değil de, İslâmın temel meselelerden birisi olmuş olsaydı, bu derece bir serbestlik ve hoş görünün olması düşünülemez ve aynı âyetlerin her iki grup tarafından kullanılması mümkün olamazdı.
Rü’yetin Dünyadaki Cevazı; Bu hususta daha çok aklî delillerin kullanıldığını biliyoruz. Bunlara göre: Rü’yetullah aklen câizdir. Akıl, arızî sebeplerden uzak olarak, kendi halinde bırakılırsa, rü’yetin imkansızlığına değil, imkanına, yani olabileceğine hükmeder. Çünkü görülme özelliği, var olan şeylerin ortak özelliklerindendir. İnsan fıtrî olarak da arzu ettiği, hem de iştiyakla arzu ettiği yüce yaratıcısını görmek ister ve bunun arzusuyla hayatını sürdürür. Öyle ise isbat zarureti görülebilir iddiası için değil; görülmez iddiası için söz konusu olur. Öte yandan Yüce Allah’ın görülüp görülmeyeceğinin tartışılması da bir bakıma O’nun görülmesinin bir başka yönden ispatına esas teşkil etmektedir.
Rü’yetin aklen cevazı ile ilgili olarak “vücûd delili” ismi verilen bir başka delil vardır ki, bunu şöyle açıklamak mümkündür: İnsan, kâinattaki varlıkları göz ile görmekte ve aradaki farkları yine göz ile ayırd etmektedir. Mesela insan ile at, beyaz ile siyah göz ile farkedilmektedir. Buradan şu noktaya gelinebilir: Rü’yetin sıhhati için ortak bir illet lazımdır ki; bu da ya vücûd ya hudûs ya da imkan olmalıdır. Bir dördüncü illeti düşünemeyiz. Bu ortak illet olmadan; cevher, cevher olduğu için, araz da araz olduğu için görülür diye bir sonuca ulaşamayız. Zira muhtelif illetler ile rü’yetin sıhhati ortaya konulamaz.
Bu üç illetten hangisinin ortak illet olabileceğine gelince; İnce hudus illetini ele alırsak; hudus, öncesinin sonsuz yokluk olmasının kabul edilmesine rağmen yine de vücûddan ibarettir. Âdem, yani yokluk da, illetten bir cüz olamaz. Hem de hudus, yokluktan varlığa geçiştir, oluştur. Yani varlığa geçişte yine varlığa, bir başka ifadeyle vücuda muhtaçtır. Dolayısıyla söz konusu ortak illet, hudûs olamaz.
İmkâna gelince; imkanın varlığa da, yokluğa da şumûlü vardır. Yokluk ise görülemez. Yokluğa, yani görülmemeye şümulü olan imkanın ise ortak illet olması düşünülemez. Zira, imkanda yokluğun ve varlığın eşit derecede bulunması söz konusudur.
Hudûs ve imkânın her ikisinde de yokluğun düşünülmesi söz konusudur. Yokluğun ise görülemeyeceği açıkça bilindiğine göre, ne hudûs ne de imkan ortak illet olamaz.
- 582 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Geriye, vücûd illeti kalmaktadır ki, duyular aleminde görme hadisesinin mümkün oluşu başka şeyden değil, doğrudan doğruya sadece “var olmak”tan doğmuştur. Yüce Allah da, var olduğuna ve bunda şüphe söz konusu olmadığına göre, Yüce Allah görülecektir. O’nun görülmesi mümkündür. Öte yandan var olan şey hakkında onun görülüp görülmeyeceği tartışması yapılır. Olmayan şey hakkında bu yapılmaz. Eğer tartışma yapılıyorsa bu bir bakıma o şeyin görülme özelliğine delalet eder. 2281
Burada şunu da söylemek yerinde olacaktır: Burada esas tartışma konusu olan husus, Yüce Allah’ın görülebilme imkanıdır. Yani O’nun, görülme özelliğine sahip olması meselesidir. Yoksa bu dünyada ve dünyevi gözle mutlaka görüleceği iddiası değildir. Tartışma dünyada câiziyyet konusu üzerinedir; yoksa âhiretteki vucubiyyet konusu üzerine değildir. Bu noktanın özellikle belirtilmesi ve bilinmesi gereklidir.
Rü’yetin dünyadaki cevazı ile ilgili olarak delil getirilen el-A’râf sûresindeki âyeti ele alalım: Bu âyet, Hz. Mûsâ’nın Yüce Allah’tan rüyet talebinde bulunması hususunu ifade etmektedir ki, âyetin metni şöyledir: “Mûsâ, tayin ettiğimiz zaman için gelip de, Rabbi onunla konuştuğu zaman, dedi ki; “Rabbim bana (kendini) göster, sana bakayım”. Allah, (ona şöyle) dedi; “Beni göremezsin, fakat (şu) dağa bak; eğer yerinde durursa beni göreceksin.” Rabbi dağa tecelli edince, onu un ufak etti. Mûsâ da baygın düştü. Kendine geldiği zaman şöyle dedi; “Ya Rabbi! Seni tenzih ederim, sana tevbe ederim; ben mü’minlerin ilkiyim.” 2282
Bu âyet, rü’yetin ispatı ve nefyi yani mümkün olup olmayacağı açısından iki yönde ele alınmaktadır.
Birinci Yön: Hz. Mûsâ’nın, rü’yet isteğinde bulunması ve bu konudaki tartışmaları kapsamaktadır. Hz. Mûsâ’nın Yüce Allah’tan, O’nu görmeyi istemesi, O’nun görülebileceğine delildir. Zira açıkça “Rabbim bana kendini göster. Sana bakayım” demiştir. Eğer, rüyet mümkün olmasaydı, Hz. Mûsâ, mümkün olmayan ve Allah üzerine câiz bulunmayan bir şeyi istemek durumuna düşmüş olurdu ki, Allah için mümkün olmayan bir şeyi istemek, bir peygamber için doğru olmayan bir harekettir.
Burada Hz. Mûsâ’nın bu isteğini aynı zamanda iki ihtimal dahilinde düşünmek mümkündür; 1. İhtimal: Hz. Mûsânın, Yüce Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olması ihtimalidir ki, bu ihtimal, Hz. Mûsâ’nın bir peygamber olması ve tevhid konusunda cahil olmasının imkansız bulunması hasebiyle son derece zayıf bir ihtimaldir. 2. İhtimal: Hz. Mûsâ’nın, rü’yetin mümkün olup olmadığını bilerek böyle bir istekte bulunmuş olmasıdır. Bu da iki şekilde mümkün olabilir:
a) Hz. Mûsâ, rü’yetin mümkün olmadığını bildiği halde böyle bir istekte bulunmuştur, denilebilir ki; bunu söylemek biraz önce sözü edildiği gibi bir peygamber için düşünülemez. Öte yandan Kur’ân’da Allah’ın kanunlarına aykırı isteklerde bulunan bazı peygamberlerin Allah tarafından nasıl serzenişe maruz bırakıldıklarını gösteren âyetler vardır. Mesela, Hz. Nuh’un tufana kapılan
2281] Bu delilin geniş tartışması için Bk. Sırrı Paşa, Nakdul-Kelam fî Akaidil-İslâm, İstanbul 1324, s. 147 vd.
2282] 7/A’râf, 143
ALLAH (C. C.)
- 583 -
oğlunu kurtarmak istemesi ile, Hz. Âdem ile Havva’nın yasak ağacın meyvelerini yemek istemeleri üzerine Yüce Allah’ın onlara ikazda bulunup dikkatlerini çekmesi ve serzenişte bulunması bu hususa örnek teşkil eder. Burada yani Hz. Mûsâ’nın isteğinde ise, böyle bir durum söz konusu değildir. Zira, Hz. Mûsâ’nın rüyet isteği karşısında, Yüce Allah, Hz. Mûsâ’ya itab etmemiş, Hz. Nuh’a dediği gibi “Böyle bir şeyi benden isteme! Sana öğüt veriyorum, Cahillerden olma” dememiştir.
b) Hz. Mûsâ rü’yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuştur. Zira biraz evvel sözü geçtiği üzere, Yüce Allah Hz. Mûsâ’ya Hz. Nuh ve Hz. Âdem’e olduğu şekilde cevaplandırmayıp onlara olduğu gibi bir itabla karşılık vermemiştir. Bu da bize Hz. Mûsâ’nın rü’yetin mümkün olduğunu bilerek böyle bir istekte bulunmuş olduğu kanaatını oluşturur ki; bu taleb, rü’yetin imkanı ile ilgili önemli bir delildir.
İkinci Yön: Rü’yetin, dağın istikrarına taalluk edilmesi hususu ve bununla ilgili tartışmaları içine almaktadır. Yüce Allah biraz önce sözü geçtiği üzere, Hz. Nuh hadisesinde olduğu gibi Hz. Mûsâ’yı bu isteğinden dolayı suçlamamış ve “Beni göremeyeceksin fakat şu dağa bak. Eğer yerinde durursa beni görürsün” demiştir. İşte bu ifade tarzı bir diğer yönden rü’yet için delil teşkil eder.
Şimdi bu ifade üzerinde durursak; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği cevap dikkat çekicidir. Şöyle ki; eğer Allah Teâlâ’nın görülmesi muhal olsaydı, Arap lugatine göre, “Seni göreyim” isteğine karşılık verilmesi gereken cevap, kısaca, “Ben görünmem” olurdu. Veya da “Benim görünmem câiz ve mümkün değildir”, “Benim için câiz olmayan şeyi nasıl taleb ediyorsun?”, ya da, görünmeyen bir şeyin haberi için kullanıldığı üzere “Ben görünücü değilim” cevabı verilebilirdi. O halde, buradan anlaşılmıştır ki, buradaki nefy, işin bizzat kendisinde değil, bilakis talebin ve bu işi isteyenin halindeki noksanlıktadır. İsteyenin halinin nefyi söz konusudur.2283 Nitekim, Yüce Allah, dağa tecelli ettiği zaman dağ bile o haliyle tahammül edememiş ve paramparça olmuştur.
Rü’yet, genel anlamda nefyedilmiş olsaydı, böyle cevap verilmezdi. Zira, elinde bir taş tutan kimseye, birisi, “Şu taşı ver de yiyeyim” dese, buna verilecek cevap, “Bu taş yenmez”dir. Yoksa, burada dağın istikrarına taalluk edildiği gibi, “bu taşı filan kimse yerse, sen de yersin” veya “bu taşı yeme” olmazdı. Çünkü, taş zaten yenilmez.
Rü’yetin dağın istikrarına taalluk edilmesi de, bir başka yönden rü’yetin ispatı için bir delil olmaktadır. Şöyle ki; dağın yerinde durması, mümkün olan bir iştir ve nitekim dağa tecelli edilmeden öncede dağ yerinde duruyordu. Dağın yerinde durması da durmaması da mümkündür. Bu konuda bir mantık kuralı vardır ki, o da “Olması mümkün ve câiz olan şeye taalluk edilen her iş her şey mümkündür”. İşte burada da mümkün olan bir işe taalluk söz konusudur. Böyle olmayıp da mümkün olmayan bir işe, mesela, “Balık kavağa çıkarsa bu iş olur” gibi veya Kur’ân’da bir başka yerde geçtiği üzere. “Deve iğnenin deliğinden geçerse bu iş olur” gibi2284 bir taalluk olmuş olsaydı, o zaman durum farklı olabilirdi. Burada ise, mümkün ve câiz olan bir şeye taalluk edilmiştir. O halde bu iş, yani
2283] Cevheretü’t-Tevhid, s. 186; Ruhul-Beyân, III, 232-33
2284] 7/A’râf, 40
- 584 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rü’yet mümkün ve câizdir.
Burada sayılan ve benzeri açıklamalarla, rü’yetin dünyada câiz olabileceği kanaatına varılmıştır. Burada unutulmaması gereken önemli nokta rü’yet ile ilgili tartışmanın câiziyyet noktasında olduğu, yani işin mümkün olup olmaması meselesidir. Yoksa bu hâlimizle mutlak sûrette görüleceği iddiası değildir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için çok kuvvetli kesin deliller olması gerekir ki; yukarıda görüleceği üzere, ileri sürülen âyetlerle ilgili istidlal farklı izahlara dayanmakta olup, aynı âyet her iki farklı görüşte olanlar tarafından kullanılmaktadır. Ulaşılan netice farklı izahlara göre şekil kazanmaktadır.
Rü’yetin Âhiretteki Vücûbu: Rü’yetin âhiretteki vücûbu ile ilgili olarak bazı âyetler delil olarak kullanılmaktadır. Burada özellikle âhiretteki vücûbiyyetin söz konusu edilmesi, bu âyetlerde, âhiret halinden ve Cennet’ten söz edilmesinden dolayıdır: Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: “O gün yüzler vardır, Rablerine bakıp parıldayan.” 2285
Rü’yetin âhirette vücûbu ile ilgili olarak, Ehl-i Sünnet nazarında en kuvvetli delillerden birisi bu âyettir. Âyetin öncesine dikkatle bakıldığında; âyetin içinde bulunduğu sûrenin isminin bile, âhiret ahvalinden bahsedildiğine işaret ettiği görülecektir. Zira, sûrenin ismi “Kıyame sûresi”dir. Sûrenin başında kıyamet ahvalinden bahsedilmekte ve bu âyetten bir iki âyet öncesine kadar, müşriklerin acıklı hallerinden söz edilirken, sıra mü’minlere gelmekte ve Cennet ahvaline geçilmekte; o arada da, rü’yet ile ilgili bu âyetin zikri geçmekte ve o gün mü’minlerin büyük bir neşe ve sürur içinde oldukları ifade edilmektedir. Dolayısıyla açık ve net bir şekilde rü’yetin vukuu ifade edilmektedir.
Âyet üzerindeki tartışma ve mütalaalara gelince; özetle şunları söylemek mümkündür: Rü’yetin câiz olmadığını ileri sürenlerce -ki, bunların öncülüğünü Mutezile fırkası yapmaktadır- bu âyette geçen “nazar” kelimesinin, görmek anlamında değil, “bekleme” anlamında alınması gerektiğini, bunun Kur’ân’da birçok örneklerinin bulunduğunu söylemektedirler.
Ehl-i Sünnet ise, “nazar” kelimesinin Kur’ân’da sadece beklemek değil, daha birçok anlamlarda kullanıldığını; bunlar arasında ummak, şefkat etmek, ibret almak, düşünmek, hüküm vermek gibi anlamların bulunduğunu da söylemektedir. Ancak, bu âyette zikri geçen “nazar” kelimesinin bir özelliği bulunduğunu zira burada bu kelimeyle birlikte, aynı cümle içinde hem (ilâ) harfi cerinin bulunduğunu, hem de insan yüzü anlamına gelen (ve-ce-he) kelimesinin bir arada bulunduğunu, bunun ise, bütün dilcilerin ittifakıyla, mutlaka (ra-e-ye) yani “görmek” anlamına geldiğini ifade etmektedir ki, bu gerçekten ittifakla kabul edilen bir husustur. Bu ittifaktan dolayıdır ki, rü’yetin nefyini avunan Mûtezile fırkası burada zikri geçen (ilâ) harfi cerinin, harfi cer olmayıp, “nimet” anlamında bir kelime olduğunu ifade etmiştir. Zira, onlar da bu ittifakın olduğunda hem fikirdirler. Öte yandan mantıkî bütünlük açısından da, gerek beklemek ve gerekse şefkat göstermek gibi anlamların burada kullanılması mümkün değildir. Zira Cennet bir bekleme yeri değil, mükafatların verildiği nimet yeridir. Ayrıca, beklemekte bir bıkkınlık ve sıkıntı vardır. Oysa Cennet’te böyle şeylerin olması düşünülemez bile. İbaredeki kullanılış açısından da, şefkat anlamının olması
2285] 75/Kıyâme, 22-23
ALLAH (C. C.)
- 585 -
mümkün değildir. Zira, ibarenin akışına göre kulların Yüce Allah’a şefkat göstermesi gerekir, gibi bir anlam çıkmış olacaktır ki; bu, düşünülmesi bile mümkün olmayan bir ihtimaldir.
Netice itibarıyla, bu âyetin delâletiyle, rü’yet, âhirette vacibtir ve mü’minler Yüce Allah’ı keyfiyeti belli olmayacak bir şekilde göreceklerdir. Keyfiyeti belli olmayacak şekilde diyoruz; zira âhiret aleminde söz konusu olacak şeyler hakkında keyfiyet belirtmek, şekli ve durumu şöyle veya böyle olacaktır demek mümkün değildir. Sevgili Peygamberimiz, Cennet ile ilgili bir sözlerinde “Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler vardır” buyurmuşlardır. Şu ana kadar gözlerin görmeyip, kulakların işitmediği bir şey hakkında her hangi bir tavsifde, vasıflandırmada bulunmak doğru değildir. Yapılan zannî bir tahminden öteye geçmez.
Rü’yetin mümkün olup olmadığı hususunda kullanılan bir başka âyet ise el-Enâm sûresindeki âyettir: “Gözler O’nu idrâk edemez. O bütün gözleri idrâk eder.”2286 Bu âyet-i kerime de diğer âyetler gibi hem ehl-i Sünnet hem de Mutezile tarafından kuvvetli bir delil olarak ileri sürülmüştür. Tartışma esas itibariyle daha çok, âyette geçen “idrak” kelimesinin değişik manalara gelmesinden kaynaklanmaktadır. Şöyle ki; idrak, mahdut olan bir şeyi ihata etmek, demektir. Mahdut ise, hududu ve nihâyeti olan bir şeydir ki, idrak o hududla vukû bulur. Renk, tad, zevk ve koku gibi şeyler de böyledir. Her birinin kendine has yönü ve hududû vardır. Onları idrak etmek, ancak bununla mümkün olabilmektedir. Kısacası idrak, bir şeyin hududunu; rü’yet ise, genelde görmektir. Buradan anlaşılıyor ki, idrak ile rü’yet aynı şey değildir. İdrak hususi, rü’yet ise umumidir.
Fahreddin Razi, idrak ile rü’yet ilişkisi ve farkını şöyle izah etmektedir; Rü’yet ikiye ayrılır: Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sınırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrak ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü’yet ile aralarında bir fark olmayabilir. İkincisi ise; hududsuz ve nihâyetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrak edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü’yetin bazen idrakle birlikte, bazen de idrakten ayrı olarak meydana geldiğini söylemek mümkündür.
Şimdi her iki halde de “rü’yet” kelimesinin kullanılması mümkün olsa ve mesela “falan şeyi gördüm” denilmek sûretiyle, hem mücerred rü’yet, hem de idrakle birlikte rü’yet kastedilmiş olsa bile; idrak kelimesinin kullanılması ve mesela, “falan şeyi idrak ettim” denilmesi, idrak etmeksizin mücerred rü’yetin kastedilmiş olduğuna delalet etmez.
Bundan da anlıyoruz ki; rü’yet genel, idrak ise özeldir. Bu bakımdan özel olan bir şeyin ispatı, genel olanın ispatını gerektirmiş olsa da özel olanın olumsuz kılınması, genel olanın olumsuz olmasını gerektirmez. Her idrak rü’yettir, fakat her rü’yet idrak değildir.
Bu açıklamalar ışığında sözü geçen âyete bakacak olursak; Yüce Allah bu âyette id’raki nefyetmiş olsa bile, onun nefyi, rü’yetin nefyini gerektirmez. Bu âyette Yüce Allah, kendisinin yön ve hududu olmadığını, bu bakımdan da gözlerin O’nu görse bile idrak edemeyeceğini bildirmiştir. Görmek idrak, etmek demek değildir. Zira, idrak etseydik, Yüce Allah sınırlı bir varlık olmuş olurdu ki, bu
2286] 6/En’âm, 103
- 586 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Yüce Allah için düşünülemez. O, hududu ve sınırı olmayan, düşündüklerimizin de ötesinde olandır. Bu duruma göre, âyetin mânâsı şöyle ifade edilebilir: “Gözler Allah Teâlâ’nın hakikatını ihata edemezler. O ise bütün gözleri görür ve ihata eder”.
Âyetin delil olarak ele alındığı bir başka yön de; Yüce Allah’ın burada kendisini methetmesi yönüdür. Bu konuda hemen hemen bir ittifak söz konusudur. Şâyet, rü’yet mümkün olmasaydı, tıpkı, görülmesi imkansız olduğu işin, görülmemesi övgü konusu olmayan “yokluk” gibi, “Gözler O’nu idrak edemez” sözüyle bir medh söz konusu olamazdı. Bir şeyin görülmesi mümkün olur da, büyüklükte tek ve eşsiz olduğu için, şartlar müsait olmadığı için görülmez ise, o zaman bir medh söz konusu olur. Yoksa şâyet görülmesi mümkün değil ise nasıl bir medh söz konusu olacaktır? Zaten görülmesi o anlayışa göre mümkün değildir.
Bu âyette O’nun görülür olduğu ortaya konulmuş, fakat aynı zamanda O’nu görecek olan gözlerin de, bu dünya hali ile görmekten aciz olduklarına işaret edilmiştir. Gözleri, kendisini görmekten aciz bırakan da kendisidir. İşte, medhe ve övgüye layık olan da bu noktadır. Buna göre, gözlerin O’nu görmekten aciz kalması, O’nun görülmez olmasını gerektirmez. Fakat O’nun görülür olduğu halde, gözlerin O’nu görmemesi, kudret ve azametine layık bir iftihar ve öğünme vesilesi olur. Gözleri bu haliyle görmekten aciz bırakan O’dur. Fakat dilediği anda, onları acizlikten kurtaracak ve onlara görme gücünü verecek olan yine kendisi olacaktır ki; bu, âhirette vukû bulacaktır. Mü’minler için de en büyük nimet mesabesinde olacaktır.
Rü’yet ile ilgili olarak delil getirilen diğer bir âyet de Yûus sûresindeki âyettir: “İyi davrananlar için Cennet ve nimetleri ve (bir de) ziyâde vardır.”2287 Bu âyetin rü’yete delaleti, âyetin içinde yer alan “ziyade” kelimesinin “Allah’a nazar etmek” şeklinde tefsir edilmesi dolayısıyladır. Bu tefsir Hz. Peygambere ve bazı sahabelere varan isnadlarla kuvvet kazanmıştır. Ubeyy b. Kâ’b’a varan bir isnada göre, Hz. Peygambere “ziyâde” kelimesinin mânâsı sorulduğunda, Hz. Peygamber “Rahman’ın yüzüne nazardır” diye cevap vermiştir.
Ehl-i Sünnet âlimleri bu ve benzeri isnadlara dayanarak bu âyeti rü’yete delil olarak kabul etmektedirler. Âyet üzerindeki etimolojik yorumlara gelince; bunları da şöyle özetlemek mümkündür: Âyette geçen “el-Hüsnâ” kelimesi, harf-i tarif almış müfred bir kelimedir, yani marifedir. Bu bakımdan bir önceki âyette geçmiş olan bir isme delâlet etmiş olmalıdır. Önceki âyetle beraber bu âyetin meali ise şöyledir; Allah, Dâru’s-Selâm’a çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir. İyi davrananlar için hüsnâ ve bir de ziyâde vardır. “
Allah’ın insanları dâvet ettiği yer, Dâru’s-Selâm, yani Cennettir. Binaenaleyh iyi davrananlar için ve güzel amel sahipleri için Cennet vardır. Nitekim, gelen haberlerden “hüsnâ” kelimesi Cennet ile tefsir edilmiştir. Bu sabit olunca, insana Cennetle birlikte verilecek olan “ziyade”nin Cennetten ayrı bir şey olması gerekir. Çünkü, insana verilen Cennet, içindeki bütün nimetleriyle birlikte verilir. Ziyâde ise, bunların dışında bunlardan ayrı bir şeydir. Aksi halde, eğer Mutezile’nin dediği gibi burada ziyadeden maksat Cennet olmuş olsaydı, iki ayrı kelime ile aynı şeyin verileceği bildirilmiş olurdu ki, bu da lüzumsuz bir
2287] 10/Yûnus, 26
ALLAH (C. C.)
- 587 -
tekrardan ibaret olurdu.
“Ziyâde”nin Cennet nimetlerinden ayrı bir şey olması hususunda Fâhrettin Razi’nin güzel bir açıklaması vardır: “Üzerine ilâve olunan şey, belirli bir miktar ile tayin edildiği zaman “ziyâde”nin o şeyin cinsinden olması gerekir. Fakat belirli bir miktar ile tayin olunmamışsa, “ziyâde”nin ondan başka bir şey olması gerekir. Meselâ, bir kimse, “Sana on kilo buğday ve bir de ziyâde verdim” derse, bu ziyadenin buğday cinsinden olduğu anlaşılır. Fakat miktar tayin etmeksizin “Sana buğday ve bir de ziyâde verdim” derse, buradaki “ziyâde” buğdaydan farklı bir şey olması gerekir ve öyledir.” 2288
İşte burada da, “Cennet ve bir de ziyâde” ifadesi vardır. Öyle ise, söz konusu olan nimetin, Cennetten farklı bir şey olması gerekir ki, o da rüyettir. Diğer bir delil el-Mutaffifîn sûresinin âyetidir: “Hayır, onlar o gün muhakkak ki, Rablerinden mahcub kalırlar.” 2289
Bu âyet de Ehl-i Sünnete göre, rü’yete delalet eder. Örtmek ve menetmek mânâsına gelen “hicab” kelimesi, âyette ba’sı ve hesap gününü inkâr eden kimseleri tehdit etmek ve onlara korku vermek için zikredilmiştir. Kâfirler için tehdit ve korku vasıtası olarak zikredilen bir şeyin, mü’minler hakkında söz konusu olması düşünülemez. Bu bakımdan kâfirler kıyamet günü Rabblarını görmekten alıkonulacaklar. Fakat mü’minler O’nu göreceklerdir.
Ehl-i Sünnet ve Mutezile, âyette geçen “mahcub” kelimesinin “memnü” mânâsına geldiğini kabul etmekte, fakat, hangi hususta mahcub oldukları hususunda ayrılmaktadırlar. Bir kimsenin bir başkasının yanına girip, onu görmesine engel olunmasının “hicab” kelimesi ile ifade edildiğini kabul etmiş görünse bile, Mutezile, burada aynı manayı ifade eden âyeti, tecsim ve teşbihe götürür endişesiyle kabul etmemekte, âyetin mânâsını; “Kâfirler Allah’ın rahmet ve sevabından uzak kalacaklardır” şeklinde anlamaktadır. Zira Mutezile’ye göre, rü’yet, göz bebeğini bir yöne çevirmek olarak anlaşılmaktadır. Bunun için de, yani göz bebeğinin bir yöne çevrilmesi için de o şeyin cisim olması gerekir. Öyle ise; Yüce Allah’ın görülebilmesi için cisim olması gerekir. O halde O, görülmez.
Ehl-i Sünnet ise, “kesin bir delil olmaksızın âyetin zahirini terketmek ve ondan uzaklaşmak mümkün değildir” prensibinden hareketle, burada da manayı rü’yete hamlederek rü’yetin vukûuna delil getiriyor. Zira Ehl-i Sünnet âlimleri de Yüce Allah’ın cisim olmadığı hususunda müttefik oldukları gibi, bu hususta her iki grupta da bir şüphe söz konusu değildir. Ancak, Ehl-i Sünnet âlimleri burada “bir şeyin görülüp görülmemesinin mümkün olması, O’nun cisim olup olmamasına bağlı değildir görüşündedirler. Nitekim, renkler de cisim ve cevher olmadıkları halde görülürler. Görülmesi câiz olmayan şey, yalnız “ma’dum”dur. Allah Teâlâ ise mevcud olduğuna göre, kendi nefsini bize göstermesi imkansız değildir.
Burada önemli bir noktaya gelinmiştir, o da; Ehl-i Sünnetin bu hususa özellikle önem vermiş olmasıdır. Zira ay’ı görmemiz, bizim irÂdemizin dışındadır. Biz istesek te istemesek de onu görürüz. Tıpkı, görmek ve bakmak arasındaki fark konusunda görmenin irade dışında da mümkün olması gibi... Rü’yeti yaratmaya yani Yüce Allah’ın kendisini göstermesine bir engel yoktur. Onu Yüce Allah
2288] er-Razi, Tefsir-i Kebir, IV, 333
2289] 83/Mutaffifîn, 15
- 588 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratmaktadır; isterse görme fiilini yaratabilir. Zira burada konu vucubiyyet değil, câiziyyet safhasındadır. Biz, görülmez demekle O’na bir engel getirmek hakkına sahip değiliz. Öte yarıdan O’nun görülmez oluşu, bir nevi noksanlık olarak telakki edilmektedir.
Netice itibarıyla, İslâm akaidinde önemli bir yer tutan “rü’yetullah” meselesi, temelde Yüce Allah’ın teşbih ve tecsimi kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira gerek Ehl-i Sünnet “Yüce Allah görülür” derken ve gerekse Mu’tezile “O görülmez” derken, her ikisinin de taşıdıkları ortak bir kaygı ve korku vardır ki; o da acaba görülür veya görülmez dersek, O’nu teşbih ve tecsime düşürmek gibi, akaid esaslarına göre sakıncalı olan bir konuma düşebilir miyiz korkusu ve kaygısıdır. Bir başka ifadeyle her ikisinin de düşünce yapılarının temelinde, iyi niyet ve Yüce Allah’ın azameti ve yüceliğine her hangi bir leke düşürmeme düşüncesi yatmaktadır. Bu itibarla bu konuda yapılan tartışma ve ileri sürülen görüşleri, kendi içerisinde ve bütünlüğüne göre değerlendirmeli ve öyle görmelidir.
Öte yandan bu mesele, esas itibariyle de, İslâm Akaidinde temel hususlar, dinin özü ve esası olarak kabul edilen Tevhid, Nübüvvet ve Mead prensiplerinin esasından olmadığı gibi; bunlara aykırılık teşkil eden hususlardan da değildir. Bir mesele eğer bu üç meselenin esasına dahil olmayan bir mesele ise, bunlar üzerinde farklı düşünmekte hiç bir mahzur olmadığı gibi; bunlar üzerinde düşünmek meselenin hikmetini anlamak bakımından teşvik bile edilmiştir, denilebilir. Zira, Kur’ân bu konuda oldukça serbest ve geniş bir tablo sergilemekte olup, bir bakıma bu gibi hususları “eşyanın hakikatını anlama” teşviki çerçevesinde bile ele almaktadır. Önemli olan düşünce çerçevesinin Kur’ân ve Hz. Peygamberin sünneti çerçevesinde olmasıdır. 2290
Allah Teâlâ’nın Güzel İsimleri (Esmâu’l-Husnâ)
Kur’an, marifetullah (Allah’ı tanıma) bilgisini Allah’ın isim ve sıfatları yoluyla vermektedir. Kur’an’da yüz civarında isim ve sıfat bulunmaktadır.
Bu isim ve sıfatların birçoğu müşrik ve münkirlerin Allah (c.c.) hakkındaki düşüncelerini reddetmek için zikredilmiştir. Birçoğunda da Allah, kendi kendisini tanıtmaktadır. “Nasıl bir Allah?” sorusu, Kur’an’da zikredilen “esmaü’l Hüsna ve sıfatların bildirdiği ve tanıttığı Allah” şeklinde cevaplandırılabilir.
Hadîs-i şerifte2291 zikri geçen 99 isim şunlardır: Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, el-Kuddûs, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri’, el-Mûsâvvir, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, er-Râfi, el-Muiz, el-Müzill, el-Basîr, es-Semi’, el-Hakem, el-Adl, el-Lâtîf, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Gafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafîz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celîl, el-Kerîm, er-Rakîb, el-Mücîb, el-Vâsi’, el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Veliyy, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Mübdî, el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kâdir, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müteâlî, el-Berr, et-Tevvâb, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muksit, el-Câmi’, el-Ganiyy, el-Muğni, el-Mâni’,
2290] Abdurrahim Güzel, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ru’yetullah Maddesi
2291] Sünenü’t-Tirmizî, Deavât 83, hadis no: 3507
ALLAH (C. C.)
- 589 -
ed-Dârr, en-Nâfi’, en-Nûr, el-Hâdi, el-Bedî’, el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.
Tirmizi’nin Ebû Hureyre’den rivâyetine göre o şöyle demiştir: ‘Allah’ın Rasûlü (s.a..v.) dedi ki: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları bellerse Cennete girer.” 2292
Buhârî, Müslim ve başkaları, hadisin sadece baş tarafını rivâyet eder, isimleri ayrı ayrı sıralamazlar. 2293
Âlimlerin ittifakıyla isimler 99’a münhasır değildir. Kur’ân-ı Kerim’de isim sigası halinde bulunduğu halde, Tirmizi’nin yukarıda saydığımız meşhur listesinde görülmeyen vasıflar 27 adettir:
Yukarıdaki listenin dışında, Kur’an’daki Diğer İsimler:
er-Rabb, el-İlâh, el-Muhıyt, el-Kadîr, el-Kâfî, eş-Şâkir, el-Hakîm, el-Kaahir, el-Mevlâ, en-Nasıyr, el-Hâlık, el-Melik, el-Kefîl, el-Hallâk, el-Ekrem, el-A’lâ, el-Mübîn, el-Hafî, el-Karîb, el-Ehad, Ğâfiru’z-Zenb, Şedîdu’l-ıkaab, Fâtıru’s-semâvâti ve’l-ard, Rafîu’d-derecât, Ğâlib alâ emrih, Kaaim alâ külli nefs, Hayrun Hâfızan
“Esmâü’l-Hüsnâ (En güzel isimler) Allah’ındır. O’nu o isimlerle çağırın (adlandırın). O’nun isimleri konusunda ilhâd’a (eğriliğe) sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”2294 Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili bu âyette geçen “eğriliğe sapanlar” diye tercüme olunan “yulhıdûn”, genel olarak Allah’a isim ve vasıf vermekte kayıtsız, lâubali kimseleri ifade eder. İlhâd: Allah’ı, Kendisini isimlendirmediği, hakkında ne Kur’an ne de sünnette nass gelmemiş olan bir isimle adlandırmaktır. 2295
Allah Lafzı Yerine “Tanrı” Kavramı
Türkçe’de Allah anlamında kullanılan Tanrı kelimesi, “gökyüzü” ve “şafak” mânâlarına gelen “tan”dan türemiştir. Orta asya Türk boylarında daha çok “gökyüzü” anlamında kullanılmıştır. Çağatayca’da Tengri, Yakutça’da Tangora, Tanara, Altaylarda Teneri, Sümerce’de Tingir, Dingir Akadca’da İlu, Oğuzca’da Çalap, Çelep, Kazanlar’da Tengri (Tanrı), Teri vb. şekillerinde yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Tanrı kelimesini şöyle açıklamıştır: “Tengri, yüce Tanrı mânâsına gelir. Kâfirler göğe Tengri derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ, ulu bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye Tengri, hakîm kişiye de Tengriken derler.” 2296
Maniheizm’de Tengri veya Tengriken terimleri, Tanrı mânâsına gelmekte, yine bu dinle günahların itirafı için Tengrim sözü kullanılmaktadır. Bazı araştırmalara göre bu terim, özellikle Turfan metinlerinde hükümdar kızları ve zevcelerini ifade ederken, ayni kelimeden türediği kabul edilen Tengriçi terimi de râhip karşılığında kullanılmıştır. Kumanca Tengrilik “İlâhî”; Uygurca Tengrilik, “dindar”; Moğolca Tengri ise “Tanrı” anlamının karşılığıdır.
Günümüz Ortaasya’sında yaşayan Türk dillerinde Tengri kelimesi “Tanrı” ve “gök” manalarını ifade etmektedir. Türkiye Türkçesinde Tanrı kelimesi yalnız
2292] Hadisin devamında, yukarıda sayıp Türkçe anlamlarını verdiğimiz 99 ismi sayar. Sünenü’t-Tirmizi, Deavât 83, Hadis no: 3507
2293] Bk. Buhârî, Şurût 18; Müslim, Zikr 5, hadis no: 5, 6
2294] 7/A’râf, 180
2295] Esmâü’l-Hüsnâ ile ilgili geniş bilgi için bk. Esmâü’l Hüsnâ Kavramı.
2296] Divan-ı Lügâti’t-Türk, (çev. Besim Atalay) Ankara 1941, 111, 376
- 590 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah karşılığında kullanılmıştır. Orhun Âbideleri’nde Tengri kelimesi daima İlâhî bir kudreti ifade eder. O’nun iradesiyle iktidara gelen hükümdar, Tengri gibi, Tengri doğumlu ve Tengri tarafından yaratılmıştır. Türk halkını koruyan, düşmana galip gelmesini sağlayan hep Tengri’dir. Bazı kaynaklarda O’nun Türk Tengrisi olarak zikredildiği görülmektedir. 2297
Şamanizm’e göre en kudretli Tanrı, Tengere Kayra Kan’dır. Göğü, insanı, iyi-kötü ruhları ve yeri o yaratmıştır. Tengere Kayra Kan’ın tam karşılığı “Gök Tanrı”dır. İslâmiyet’i kabul etmezden önceki Orta Asya Türk boylarına göre gök 17 kattır. Gök-Tanrı’ların yardımını dilemek ancak ecdadın ruhlarıyla mümkündür. Tengri inancı hem gök, hem de gökte hüküm süren ruh manalarını içine almaktadır. Türklerin İslâmiyet’ten önce kabul ettikleri dinlerdeki Tengri kelimesi, hemen daima bu dinlerin en yüksek varlıklarını ifade için kullanılmış, “gök” mânâsı ikinci plânda kalmıştır.
Şark Türkçe’sinin hâkim olduğu İslâmî metinlerde, Allah, Mevlâ, İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimler Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazan Tengri kelimesi “Teâlâ” olarak geçer.2298 Eski Türkçe’de Tengri, kâinatta bulunan her şeyi yarattığına ve koruduğuna inanılan en yüce varlıktır. Oğuzlar Allah fikri ve inancına sahip olmuşlar ve bunu Tanrı adıyla ifade etmişlerdir. Türklerin Tanrı anlayışı İslâm’ın Allah anlayışıyla hemen hemen aynı olmuştur.
İnsanüstü bir kudret ve kuvvet olan Tanrı mefhumunun umumi bir tarifini yapmak oldukça zordur. Bundan dolayı insanlar, hatta hayvan ve bitkiler de tanrı sayılmıştır. Eski Yunan ve Roma’da ölümlü kadınlarla birleşerek çocuk yapan tanrıların erkek veya dişi oluşu, o toplumların pederşâhi veya mâderşâhi aile yapılarıyla ilgilidir.2299 Eski dinlerde genellikle, göklerin tanrısı, suların tanrısı ve karaların tanrısı olmak üzere üç büyük tanrı tasavvuru daima mevcut olmuştur.
Tanrı kelimesinin etrafında bazı kavramlar oluşmuştur. Tevrat’daki Evâmir-i Aşere (On Emir), Yahudilik ve Hıristiyanlık için Tanrı buyrukları olarak kabul edilmiştir. Bilindiği kadarıyla Tevrat’ın getirdiği Tanrı kavramı, bu mefhumun ilk evrensel nitelikte olanıdır. Halen elde bulunan Yahudilik mukaddes kitaplarının Yahvist metinlerinde daha çok millî-insanı tarzda Tanrı anlayışı hâkimdir.
Hz. Mûsâ kanunları, Pagan sanatının tanrıları insan şeklinde tasvir etmesini yasaklamış, Hristiyanlığın ilk yıllarında bu yasağa titizlikle uyulmuştur. Teslis’in birinci unsuru Peder ile üçüncü unsuru Ruhu’l-Kudüs’ün temsili şekilde tasvirleri, Hz. İsa’nın da insan şeklinde tasvir edilmesine zemin hazırlamıştır. Zamanla daha da gelişen bu tasvir sanatı, başka yüce varlıkların da simgelenmesine yol açmıştır. Nitekim bu simge hadisesi Hz. İsa’nın Vaftizi ile Uruc’unda da (Göğe Yükseltilmede) görülmektedir.
19. Yüzyılın Batılı sanatçılarından çoğu Tanrıyı yaşlı bir adam, Haç’ını taşıyan bir papa veya imparator, şimşek çaktıran jüpiter şeklinde tasvir etmişlerdir.
Tek tanrılı dinlerde bir tek Tanrı (Allah) olmasına rağmen çok tanrılı dinlerde,
2297] Muharrem Ergin, Orhun bideleri, İstanbul 1970
2298] V.F. Büchner, İ.A XI, 707
2299] Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stutgart 1963, s. 197
ALLAH (C. C.)
- 591 -
hemen her kudret ve kuvvet için bir tanrı (İlâh) vardır. Müslümanlıktan önce Araplar putlara taparlarken, bunlardan en yüce saydıklarına Allah adını vermişler, öteki tanrılara da “ilâh” (Aramca, alaha) demişlerdir.
Tanrı kelimesi, Türk Atasözlerinde aynen Allah karşılığında kullanılmıştır. “Büyüklük Tanrıya yakışır”, “Tanrı rızkını kuluyla birlikte yaratır” vb. atasözlerimizden sadece birkaç örnektir. Günümüz Türkiye’sinde yaşayan Türklerle, bugün hudutlarımız dışında kalan ülkelerde yaşayan Türkler de Allah ve Tanrı kelimelerini aynı kavramı ifade etmek için bir arada kullanmaktadırlar.
Hal böyle olmakla beraber Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanılamayacağı, Allah mefhumunun tam karşılığının bulunmadığı vb. öteden beri ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlara göre, Tanrı Allah demek değildir. Tanrı eski putların adıdır. Allah kelimesi, İslâm’ın tavsif ettiği özel bir isimdir ve hiç bir put için kullanılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, Tanrı, Allah mânâsını ifade edemez. Bunun aksini savunanlar da olmuştur. Bu görüşte olanlar, Müslümanlığı kabulden itibaren Türklerin Tanrı kelimesini Allah mânâsında kullandıklarını, yüzlerce yıldan beri yazılan tefsir, hadis ve çeşitli dinî eserlerde hep Tanrı kelimesinin Allah karşılığında kullanıldığını ileri sürmektedirler. Onlara göre Yunus Emre, Mevlit yazarı Süleyman Çelebi vb. Türk şairleri eserlerinde hep Allah kelimesi karşılığında Tanrı kelimesini kullanmışlardır.
Tanrı kelimesine karşı oluş, biraz da zorla Türkçe okutulduğu dönemde Ezan’daki Allah kelimesinin Tanrı olarak değiştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiyeli Müslümanların hem Allah, hem de Tanrı kelimelerini aynı mânâda ve bir arada kullandıkları bilinmektedir. Cumhuriyet dönemi Kur’an mütercimlerinden merhum H. Basri Çantay, “Lâ ilâhe illâllah” cümlesini “Allah’dan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme etmiştir. Görüldüğü gibi merhum mütercim burada Allah karşılığında Tanrı kelimesini kullanmıştır. Bu tür misalleri çoğaltmak mümkündür. İstiklâl Marşı şairi M. Âkif de “Demek almayacak Tanrı selâmını bile” mısraında Allah yerine Tanrı kelimesini kullanmıştır. Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir. 2300
Allah ismi ile Allah’tan başka hiçbir mâbud anılmamıştır ve O’nun benzeri de yoktur. Tanrı ve Hüdâ isimleri Allah gibi özel bir isim değil aksine ilâh, rab, mâbud gibi umumi bir isimdir. Arapça’da “ilâh”ın çoğuluna “âlihe”, “rab”ın çoğuluna “erbâb”, Farsça “Hüda” çoğuluna da “Hüdâyân” denilir. Ancak Allah’ın çoğuluna “Allahlar” denildiği ne işitilmiş, ne görülmüştür.2301 Hiçbir dil başka dildeki kelime ve terimleri tam olarak karşılayamadığı gibi, kendine has anlamları olan Allah kavramının da tam karşılığını bir başka dilde bulmak mümkün değildir. Bu bakımdan zaruret olmadıkça Allah mefhumu karşılığında yine ve yalnız Allah kelimesini kullanmalıdır. 2302
Allah Teâlâ’nın Birliği
Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın varlığını belirten pekçok âyet-i kerime olmakla beraber, O’nun birliğinden bahseden âyetler, varlığını ifade eden âyetlerden daha çoktur. Allah Teâlâ’nın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke’de
2300] Hikmet Tanyu, İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986, s. 188
2301] Elmalılı, Hak Dini, Kuran Dili, 1, 24
2302] Osman Cilacı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 110-111
- 592 -
KUR’AN KAVRAMLARI
inen âyetler, şirki reddedip tevhidi emreder. Bu âyetlerin bir kısmı Allah Teâlâ’nın ilahlık vasfına yakışmayan yaratılmışlık, acizlik ve eksiklik ifade eden özelikleri reddetmek sûretiyle O’nu tenzih eder. Bir kısmı da O’nun kâinatın yaratıcısı, nimet vericisi, tek sahibi ve hâkimi olduğunu belirtir.
Meselâ; Kur’an’da “Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”2303 buyurularak şirk reddedilirken; diğer bir sûrede: “De ki: O Allah birdir. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Kendisi baba da değildir oğul da değildir.”2304 buyurularak tevhid en özlü biçimde vurgulanmaktadır.
Ebû Cehil gibi en azılı müşrikler, hatta şeytan bile Allah’ı inkâr edememiş, O’nu yaratıcı, tabiata hükmedici olarak kabul etmeye kendilerini mecbur hissetmişlerdi. Ama, Allah’a sadece inanmak yeterli değildir. O’na hiç bir şeyi, hiç bir şekilde şirk koşmamak şarttır.
İnsanlar tarih boyunca Allah’ın varlığını doğrudan inkâr yerine ya müşrikler gibi O’na ortak koşarak şirke düşmüşler, ya da laiklik anlayışıyla O’nun bazı sıfat ve fiillerini inkâr ederek küfre düşmüşlerdir. Bu iki inkâr, iki şirk çeşidi arasındaki benzerlik ve farkları şöyle ifade etmek mümkündür:
Müşrikler Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, rızık vericiliğini kabul ettikleri halde, vahdaniyyetini inkâr ediyorlar, O’na putları ortak koşuyorlardı. Laiklik ise, Allah’ın rabbaniyetini inkâr ederek O’nu dünya hayatına, insanın gündelik yaşamına, toplumların yönetimi demeye gelen siyasete karıştırmak istememektir. Özetle, şirk vahdaniyyeti; laiklik rabbaniyyeti inkâr etmektir.
Şirk, Allah’ın zatında O’na ortaklar koşmakken; laiklik de Allah’ın sıfatlarında O’na ortaklar koşmak ve O’nun olan teşrî, terbiye etme, hüküm koyma yetkilerini yaratandan alıp yaratılanlara devretmektir.
Şirkle laikliğin bu uygulamaları neticede aynı kapıya çıkıyordu: Heva ve heveslere uygun bir hayat sürmek; canları çekince çiğnedikleri, ya da değiştirdikleri, kurallarını kendilerinin belirlediği bir hayat...
Şirk de laiklik gibi hakkı ikiye paylaştırıp Allah’ın hakkını Allah’a, “Sezar”ları olan tağutlarının hakkını da putlarına vermektir.
“Allah’ın birliği” konusu, Akaid’in temel ve en önemli konusudur. Akaid ilmine bu yüzden Tevhid ilmi de denir. (Tevhid, birlemek, Allah’ı bir kabul etmek demektir. Yani, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz olduğunu bilmek ve öylece inanmaktır.) İslâm Dini’ndeki tüm hükümlerin bir noktada Allah’ın birlenmesine (tevhide) dayandığı için, İslâm’a Tevhid dini; müslümanlara da muvahhid denilir.
Günümüzde Allah’ı sözde bir olarak kabul eden nice insanlar, hakimiyet ve mutlak otorite konusuna gelince Allah’a ortaklar koşmaktadırlar. Allah’a ait bazı vasıfları başkalarına veren, başka şeyleri Allah’ı sever gibi seven, başkasından Allah’dan korkar gibi korkanlar Allah’ı gerçekten birlemiş olmazlar. Allah’ı kanunlarına, idarelerine, işlerine... karıştırmak istemeyenler tevhid eri vasfını
2303] 3/Âl-i İmran, 48
2304] 112/İhlâs, 1-4
ALLAH (C. C.)
- 593 -
kaybedip müşrik vasfını kazanırlar. “Onların çoğu, Allah’a, şirk koşmaksızın iman etmezler.” 2305
Allah’ın varlık ve birliğini kabul etmenin, fert ve toplum hayatının her alanında ortaya çıkması zorunlu olan birtakım sonuçları vardır. Bir olan Allah’a iman etmek: Sadece O’nun hakimiyetini kabul etmek, mutlak itaat edilecek otorite olarak O’nu tanımak, O’na ve emirlerine boyun eğmektir. Bir olan Allah’a iman; Allah’ın öngördüğü nizama aykırı olan her şeye karşı bir inkılap hareketidir; bir başkaldırıdır. Allah’dan başka ilahları reddettiğimiz, Allah’ı birlediğimiz yaşantımızın tüm boyutlarında kendini göstermelidir. Allah’a iman, çevreyi etkilemeyen, gayr-ı İslâmî vakıayı kabullenen kuru ve edilgen yahut etkisiz bir iddia olamaz. Bir olan Allah’a iman etmenin zorunlu gereği; Allah’ın nizamını hayatına, düşünce ve inançlarına, ferdi, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlâkî ve teabbudî (ibâdetle ilgili) bütün ilişkilerine hâkim kılmaya çalışmaktır.
Allah Sevgisi
Muhabbetullah, yani Allah sevgisi; nefsin, zât ve sıfatlarıyla mükemmel olan Allah’a meyletmesidir. Sevginin meydana gelmesinde ön şart, sevilen varlığın tanınmasıdır. Allah’ın künhünü (nitelik ve niceliğini) akıl ile idrâk mümkün değil ise de, zâtının kendini vasıflandırdığı kadarıyla da olsa O’nu tanımak, O’na inanmayı ve sevmeyi gerektirir. İslâm düşünürü İmam Gazâlî, kişiyi Allah sevgisine götüren beş sebepten bahseder:
a) İnsan kendi varlığını, varlığının kemâlini ve devamını sever; yokluğunu, kemâlinin azlığını ise sevmez, ondan nefret eder. Bu durum, insanı Allah’ı sevmeye götürür. Çünkü kendisini ve Rabbini bilen, varlığının devam ve kemâlinin kendinden değil; Allah’tan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, kemâl sıfatlarını yaratmakla kendisini olgunluğa ulaştıran ve güzelliğe ulaşma sebeplerini yaratan, bu sebepleri kullanmaya hidâyet eden Allah’tır. Yoksa, insanın kendi başına ne varlığı, ne de devam ve kemâli olabilir. Varlıklar arasında kendi kendine var olan yalnız Allah’tır. O’ndan başka her şey, O’nun kuvvet ve kudretiyle vardır. Başkasından meydana gelen kendi zâtını seven bir ârif, onu meydana getireni ve (inanıyorsa) kendini yoktan var edip yaşatan ve bizâtihî kaim olup başkalarını da yaşatanı elbette sever. O’nu sevmemesi, kendine ve Rabbine olan cehâletinden ileri gelir. Muhabbet, mârifetin meyvesidir, onun için mârifetten sonra gelir. Mârifet (Allah’ı tanıma) olmazsa muhabbet de olmaz. Mârifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur. Bunun için Hasan-ı Basrî: “Rabbini bilen O’nu sever; dünyayı bilen ondan nefret eder” demiştir.
b) İnsan, malını koruyan, kendisiyle güzel bir şekilde tatlı tatlı konuşan, kendisine yardımda bulunan, düşmanlarına karşı savunan, kendisine, ailesine, çoluk-çocuğuna iyilik yapan ve ihsanda bulunanı sever. Bu sevgi, Allah’ı sevmeyi gerektirir. Çünkü bütün bu iyilikleri kendisine yapan ve yaptıran Allah’tır. Bunlara ilâveten insanlara her çeşit nimetleri veren yine Allah’tır. “Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız, sayıp bitiremezsiniz.”2306 Çok kere Allah’ın nimetileri bir insan kanalıyla diğerine intikal eder. Nimetin gerçek sahibi ise Allah’tır. Ayrıca iyilik eden adamı, iyilik olarak kullanılan malı yaratan, o maldaki tasarrufun
2305] 12/Yusuf, 106
2306] 16/Nahl, 18
- 594 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kudret ve irâdesini o adama nasip eden, kişiyi nimet verene karşı sevdiren, O’nu da diğerine karşı meylettiren muhakkak ki yine Allah’tır. Allah’ın bu sebepleri onda yaratması ve malını ona vermesinin kendi hakkında hayırlı olmasını bildirmekle onu bu işi yapmaya mecbur etmiş ve adamın da muhâlefet etme imkânı kalmamıştır. Demek ki; asıl ihsanda bulunan, onu bu işe mecbur edendir. Onun eli ise ihsânı yapmakta bir vâsıtadır. Demek ki; kişinin kendisine iyilik edeni sevmesi, o adamı iyiliğe muvaffak kılan Allah’ı sevmeyi gerektirir.
c) İnsan, yapılan iyilikten şahsî bir faydası olmazsa bile iyiliği yapanı sever, yapmayandan nefret eder. Kendisi ile ilgili olmasa bile adâleti ve insanlara merhamet ve yumuşaklıkla muâmele etmesiyle tanınan bir idâreci insanların sevgisini kazanırken, bunun zıddına zulmü ve acımasızlığıyla tanınan bir yönetici de nefret kazanır. Bu, ihsanda bulunan kimseyi sırf ihsanı yüzünden sevmektir. Bu sevgi, ihsandan bir fayda görmeyende de görülür. Bu üçüncü sebep de yalnız Allah’ı sevmeyi gerektirir. Zira O, kendi fazlından, önce bütün mahlûkatı yarattı. Onların zarûrî ihtiyaçları olan organlarını tamamladığı gibi, zarûrî olmadığı halde ihtiyaç olduğu sanılan sebepleri yaratmakla onları nimet ve refaha kavuşturdu. Sonra ihtiyaçlarından fazla olan birtakım süs ve ziynetlerle onları güzelleştirdi. İnsan hayatı için zarûrî olmayan gerek fizikî güzellikleri ve gerekse tabiatta olan dış güzellikleri yaratan Allah, bu yönüyle de sevilmeye en lâyık olandır.
d) Sevmenin dördüncü sebebi, bir fayda ummak için değil; yalnız güzelliğinden ve kemâlinden ötürüdür. Allah zât ve sıfatları itibarıyla güzeldir. Çirkinlik, bir noksanlıktır. Noksanlık Allah’a yakışmaz. Allah’ın her sıfatı kemâl noktasındadır. Âlim, bilgili, kudretli, cömert insan; şahsî menfaati olmasa bile diğer insanlar tarafından sevilir. Kişileri sevdiren, onlardaki bu güzel sıfatlardır. Oysa sevgi sebebi olan bu sıfatlar, Allah’ın aynı kemâl sıfatlarıyla mukayese dahi edilebilecek olgunlukta değildir. Hâlbuki bu sıfatları da insana bahşeden yine Allah’tır. Eksik güzelliklerle sevilmeye hak kazanan bir varlığa mukabil Allah’ın daha çok sevilmesi gerekir. Çünkü Allah herkesten daha çok âlim, daha kudretli, daha cömerttir. Eşi, benzeri, ortağı, dengi yoktur. Ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yoktan var eden, varlığında başkasına muhtaç olmayan, fazl, celâl, cemâl, kudret ve kemâl sahibidir. Şâyet ilminden dolayı bir âlimin, kudretinden dolayı bir kaadirin, olgunluğundan dolayı bir kâmilin, bağışlayıcılığından dolayı bir bağışlayanın, ihsanından dolayı bir varlığın sevilmesi gerekiyorsa bütün bu sıfatlar en kâmil derecede Allah’ta vardır. Dolayısıyla bu yönü itibarıyla da en çok sevilmeye lâyık olan yine Allah’tır.
e) İki kişi arasındaki münâsebet ve benzerlik, sevginin sebebidir. Aynı cinsler birbirleriyle münâsebet kurarlar. Bu münâsebet zamanla sevgiye dönüşür. Her ne kadar cins, şekil ve sûret sözkonusu değilse de, kul ile Allah arasında gizli bir münâsebet vardır. İnsanın, Allah’ın güzel vasıflarıyla vasıflanması emredilir: “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanın” gibi. Bu ahlâk da ilim, iyilik, ihsan, lütuf, hayırda bulunmak, insanlara merhametli olmak, onlara öğüt verip doğru yola getirmek, bâtıldan uzaklaştırmak ve benzeri dinî faziletlerdir. Allah ile kul arasında, anlaşılması güç olan özel münâsebetler de vardır. “Ona şekil verip rûhumdan üflediğimde...”2307 Bu üstün münâsebetten dolayı melekler bile insana secde etmekle emrolunmuşlardır. Yine insan, özel münâsebet neticesi, yeryüzünde
2307] 15/Hıcr, 29
ALLAH (C. C.)
- 595 -
halîfe2308 olarak yaratılmıştır. Bu tür münâsebetler de insanın Allah’ı sevmesini gerektiren sebeplerdir. Bütün bunların dışında kul Allah’ı, O’ndan gelecek bir nimet karşılığı değil; O yalnızca Allah olduğu için sevmelidir. O’nu sevmenin ilk alâmeti O’na inanmak ve kayıtsız şartsız emirlerine itaat etmektir. “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana (Hz. Muhammed’e) uyun ki Allah da sizi sevsin...”2309 Bu âyet, Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin şartı olarak Hz. Peygamber’e mutlak itaati öngörüyor.
Hz. Muhammed’e (s.a.s.) itaat, esasta onu elçi olarak gönderen Allah’a itaattir. Ona isyan ise Allah’a isyandır. İsyan ile sevgi bir arada bulunamaz. Allah’ı sevmek, diğer varlıkları sevmemeyi gerektirmez. Ancak, yaratılanı yaratan gibi, yaratanı da yaratılan gibi sevmek küfürdür. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı Allah gibi, Allah’ı sever gibi sevdiklerinden küfre girmişlerdir. “İnsanlardan bazıları, Allah’tan başkasını Allah’a endâd/denk tanrılar edinir de onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır...” 2310
Allah’ı sevmenin ve Allah tarafından sevilmenin özelliği; O’na iman, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek, iman ve İslâm’ından dolayı kınayıcının kınamasından korkmamaktır.2311 Hiç kimsenin sevgisi Allah sevgisinden daha ileri olamaz: “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” 2312
Allah’ı sevmek, zamanla O’nun tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah’ın sevdiği kullar ise âhiretin korku ve üzüntüsünden kurtulmuş olur. “İyi bil ki Allah’ın dostlarına/sevdiklerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” 2313 Kul, sevgisiyle Allah’a itaat eder, farz ibâdetlerin yanında nâfile ibâdetlerle de Allah’a mânevî yakınlık kazanmaya çalışır. Nihâyet İlâhî lütuf ile Allah’ın sevgisine lâyık olur. Eşyaya benzemekten münezzeh olan Allah bir kulunu sevdimi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Yani kul, Allah’ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir, tutmasını istediği şeyi tutar... Daha açık ifadeyle Allah sevdiği kuluna daima râzı olduğu işleri yapmayı nasip eder.
Allah sevgisinin, diğer mahlûkatı sevmeye engel olmadığını söylemiştik. Ana, baba, eş, evlât, dünya ve dünya nimetleri de sevilir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinden daha üstün olmamalıdır. Sevgi, insanı sevdiğine bağlar. Ondan ayrılmak ise en büyük ıstırap kaynağıdır. Aşırı derecede dünyayı seven ve ona bağlanan insan, bir gün ondan ayrılacağını düşündükçe kahrolur. Allah’a ve âhirete inanmayan ve hayat olarak sadece dünya hayatını kabul eden kâfir için, ölüm en büyük felâkettir. Ölümü inkâr, Allah’ı ve âhireti inkâr kadar kolay değildir.
Kâfir için sevdiklerinden ayrılma ve ıstırap kaynağı olan ölüm, mü’min için
2308] 2/Bakara, 30
2309] 3/Âl-i İmrân, 31
2310] 2/Bakara, 165
2311] 5/Mâide, 54
2312] 9/Tevbe, 24
2313] 10/Yûnus, 62
- 596 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sevdiğine kavuşma ânıdır. İman; sadece mârifet ile olmaz, sevgi de gerekir. Sevgi; imanı olgunlaştırır. Allah’ı ve Rasûlullah’ı her şeyden daha çok sevmek, mü’minin imanının kemâlini gösterir. “Nefsim hâriç, seni her şeyden daha çok seviyorum ya Rasûlallah!” diyen Hz. Ömer’e, Peygamberimiz (s.a.s.): “Beni nefsinden/kendinden de çok sevmedikçe kâmil mü’min olamazsın, ey Ömer!” demişti. Hz. Ömer de: “Seni kendimden de çok seviyorum ey Allah’ın Rasûlü” deyince Peygamber Efendimiz “Şimdi oldu ey Ömer!” buyurmuştu.
Yukarıda işaret edildiği gibi Peygamber’i sevmek, insanlığının ötesinde, Allah’ın elçisi olduğu içindir, yani Allah onu sevdiği içindir. Yine, cihada çıkacak olan İslâm askerlerine maddî yardımda bulunmak üzere her şeyini bağışlayan Hz. Ebû Bekir’e Peygamberimiz: “Geride ailene ne bıraktın?” diye sorunca, “Allah ve Rasûlünün sevgisini bıraktım, ey Allah’ın Rasûlü” diyerek imanın sevgi ile doruk noktaya çıktığının numûnesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle duâ etmiştir: “Allah’ım, Seni sevmeyi ve Seni seveni sevmeyi ve Senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasip et ve Senin sevgini bana kendimden, âilemden ve (sıcak ve harâretli günde) soğuk sudan bana daha sevimli kıl.” 2314
Allah’ın Varlığına İcmâlî Birkaç Delil
Varın isbatı yokun isbatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle isbât edebiliriz. Hâlbuki yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu isbat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman isbat edilemez...
İki isbat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatta ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez. Bir sarayın kapılarından 999’u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delîllerden birkaçı:
1- İmkân Delîli: Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsâvidir. Varolduğu gibi, olmayabilir de. Varolurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah’tır (c.c.).
2- Hudûs Delîli: Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen her şey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak’alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır;
2314] Tirmizî, Deavât 72, 73; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 120-121
ALLAH (C. C.)
- 597 -
illetsiz ma’lûl, sebepsiz netice ve san’atkârsız san’at mümkün değildir. Sebebler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah’tır (c.c.).
3- Hayat Delîli: Hayat şeffaf bir muammâ!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc’e delalet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve ilân eder. O, muammâ oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: “Beni var edip yaratan ancak Allah’tır (c.c.).” der.
4- İntizâm Delîli: Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım’a delâlet eder ki, O da ancak Allah’tır (c.c.).
5- San’at Delîli: Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san’at göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük san’at değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Hâlbuki, zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san’at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (c.c.) olursa, o zaman her şey değişir ve zıtlar biraraya gelir!
6- Hikmet Ve Gâye Delîli: Her varlıkta kendine mahsus bir gâye, bir maksad, bir fayda ve bir netice ta’kip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gâyesizlik, ma’nâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Hâlbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi ta’kip edilebilsin.. öyle ise, Kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah’a (c.c.) isnad etmekle ma’kul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat-Merhamet Ve Rızık Delîli: Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkca isbât ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, her şeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta
- 598 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ve isbât etmektedir.
8- Yardımlaşma Delîli: Biribirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor ve bu imdâda koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vâcib-ül Vücud bir Zât’ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...
9- Temizlik Delîli: İnsandan arza, arzdan semânın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delîl olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât (c.c.)’ı anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zât-ı Mukaddes’i göstermektedir.
10- Sîmâlar Delîli: Esasen bütün mâhlûkata teşmili mümkün iken, mes’eleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki sîmâsını ele alarak mevzûya yaklaşmış olalım:
Herhangi bir insanın sîması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat’iyen benzememektedir. Bu kâide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve her şeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hak’ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, sîmâda yer alan uzuvları başka sîmâlardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak sûrette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle techiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sînesinde kalb bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât’ı (c.c.) gösterir ve tanıttırır..
11- Sevk-i İlâhî Delîli: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda san’at hârikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen mâlumatla ve yaratılıştan gelen bir kâbiliyetle iş görüyorlar. Hâlbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu husûsiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât’tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
ALLAH (C. C.)
- 599 -
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu hârikulâdelik, ancak ve ancak Allah’ın (c.c.) bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantikî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır..
12- Rûh Ve Vicdân Delîli: Mâhiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk’ı bildiren delîllerdendir. Dünyada Emir Âlemi’ni temsil eden cevher rûhtur ve rûh, bu âleme ancak terakkî ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzûmuzun haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mâhiyeti noktasında hiçbir münâsebeti olmayan rûhun kendine mahsûs bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hak’ı ilân eden en mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rab’be dönüşler ve O’na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk’ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdân, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O’nunla irtibat halindedir. Zaten “Elest Bezmi” nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdân değil midir? İşte vicdân, bu şahitliğin hakkına riâyet zarûret ve mecbûriyetinin sevkiyle “Allah” demektedir...
13- Fıtrat Ve Tarih Delîli: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzûh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı te’min eden yapıları itibâriyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men’eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât’tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah’tır (c.c.).
Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hattâ gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir ma’nevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât’la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât’tır. Ve O da Allah’tır (c.c.).
14- Duygular Delîli: İnsan, binlerce duyguyla techiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak’ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, dâima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakiki ma’nâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdî edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiç biri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Hâlbuki, bunun varlığı bir vâkıa’dır, inkârı da kâbil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. Ve, ebedî hayatı da yine O verecektir.
- 600 -
KUR’AN KAVRAMLARI
15- İttifak Delîli: On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ ortada bir ittifak hâdisesi var. Hâlbuki, bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce Peygamber, yüzbinlerce evliya ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, “Allah vardır” hakikatidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?
16- Kur’ân Delîli: Kur’ân-ı Kerim’in Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hak’ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dâir yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzû ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, mes’elenin isbât yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsûs dilleriyle “Allah vardır” derler.
17- Peygamberler Delîli: Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihân Serveri (sav)’nin peygamberliğini isbât eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hak’ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zirâ Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid, yani Allah’ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini isbât eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hak’ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini isbât eden delillerin serdi, şu andaki mevzûmuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arzedelim ki, bir peygamberin hak nebî olduğunu ifâde eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hattâ daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir. 2315
Allah’ı İnkâr Etmede Önemli Olan Üç Etken
a) Kibir ve inat: Kibir büyüklük taslamaktır. İnsanın rabbine karşı kendini yeterli görmesi, O’na karşı gelmesidir. Kibir, insanı Rabbine ibâdet etmekten alıkoyar. Ayrıca insanlara karşı kendini üstün görmenin, hased etmenin (çekememezliğin), kötülük yapmak için başvurulan hilelerin arkasında hep kibir duygusu yatmaktadır. Kibir, insanı Allah sevgisinden alıkoyduğu gibi, diğer insanları Allah için sevmekten de alıkor. Ayrıca insanın kalbinin mühürlenmesine sebebiyet verir. Kalbi mühürlenen insan da ebedi cehennemliklerden olur. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Âyetlerimizi yalanlayıp, onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.”2316 buyrulmaktadır.
İnat da, Allah’ın varlığını bildikleri halde, kibirlerinden veya makam, şöhret gibi dünyevi çıkarlarından dolayı, bazı insanların bile bile inkâr etmeleridir. Bu durumdaki insanlar, Kur’an tabiriyle “mele’ ” , “mütref” ve “müstekbir” dirler. Yani, yaşadıkları toplumda genellikle yönetici ya da maddi güç sahibidirler. Maalesef bu insanların bir kısmı, Allah önünde diğer insanlarla aynı konumda olmayı içlerine sindirememekte, bu yüzden Allah’a inanmamaktadırlar. Bu husus, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Eğer biz onlara melekleri indirsek,
2315] F. Gülen, İnancın Gölgesinde 1
2316] 7/A’râf, 36
ALLAH (C. C.)
- 601 -
ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi karşılarına toplasaydık, Allah dilemedikçe, yine de inanmazlardı; fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar.” 2317; “Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde, haksızlık ve büyüklenmelerinden ötürü onlar bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” 2318
b) Cehâlet: Allah’ı inkâr eden ateistin biri arkadaşına “Allah nerede?” diye sormuş. Arkadaşı ise bu soruya şu ibretli cevabı vermiş: “Allah senin gözlerinin önündeki cehalet perdesinin arkasındadır.”
Her çağda bazı insanlar, Allah’ı bilme ve O’na gereği gibi inanma hususunda hataya düşmüşler, cehaletlerinden dolayı Allah’ı inkâr etmişlerdir. Burada cehalet kelimesinden okuma yazma bilmemek anlaşılmamalıdır. Geçmişte Allah’ı inkâr eden bilgili insanlar olduğu gibi, bu gün de az sayıda da olsa kendilerine doktor, doçent, profesör ünvanlarıyla hitap edilen bazı insanlar bile Allah’ı inkâr edebilmektedirler. Sahip oldukları bilgiler dolayısıyla belli önyargılar taşıyan bu insanlar, âyetlere bu önyargılarıyla baktıklarından âyetlerin sahibini (Allah’ı) görememektedirler. Demek ki cehalet, insanın sahip olduğu yanlış ve eksik bilgiden de kaynaklanabilir. Bilgiden kaynaklanan cehaleti gidermek, bilgisizlikten kaynaklanan cehaleti gidermekten daha zordur. Asıl cahil olanlar, esas bilinmesi gerekeni, yani Allah’ı gereği gibi bilmeyen ve O’na hakkıyla iman etmeyenlerdir. Bu husus, Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşmalı veya bize bir âyet gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de onların söylediklerinin tıpkısını söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. İnanan kimseler için âyetleri açıkladık.” 2319
c) Tâğutların ifsadı: Egemenliklerini sürdüren tağutların, insanları kandırarak sömürmek için, onları Allah’ı tanıyıp O’na kul olmaktan çıkararak; kendilerine kul ve köle yapmak nedeniyle, halkı ifsad edip kandırmaları, ezip sömürdükleri insanlara kendi akıllarını kullanmaya ve fıtratlarının sesini dinlemeye engeller koymalarıdır.
Kur’ân-ı Kerimbu konuda çeşitli örnekler verir. Bu örneklerden birinde şöyle buyrulur: “Yemin olsun, Biz Mûsâ’yı mucizelerimizle ve açık bir delil ile, Fir’avn’a, Hâmân’a ve Karun’a gönderdik. Onlar (Mûsâ için) “bu bir sihirbaz, bir yalancı!” dediler. Bunun üzerine Mûsâ, onlara, tarafımızdan hakkı getirince, “onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün de, karılarını sağ bırakın!” dediler. Ama kâfirlerin hilesi, ancak yok olmaya mahkumdur. Fir’avn, “bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim. O Rabbine duâ etsin. Çünkü ben, onun, sizin dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkararacağından (anarşistlik yapacağından) korkuyorum.” dedi. Mûsâ da, “ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de sizin de Rabbimiz olan Allah’a sığındım” dedi.” 2320
Hayata Müdâhale Etmeyen Bir İlâh Anlayışını Kimler İster?
Allah’ın varlığını inkâr eden hiç bir dünya görüşü ve ideolojisi yoktur ki, O’nun yerine uyduruk bir tanrı koymamış olsun. Bu nedenledir ki mutlak inkâr neredeyse imkansız gibidir. Ve yine bu sebeple Kur’an mutlak münkiri adam
2317] 6/En’âm, 111
2318] 27/Neml, 14 ; Ayrıca Bk. 15/Hicr 14-15; 6/En’âm 7, 63, 64
2319] 2/Bakara, 118
2320] 40/Mü’min, 23-27
- 602 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yerine dahi koymaz ve en çok şirki muhatap alır. Allah’ın varlığını inkâr edip O’nun yerine ilkel müşriklerin yaptığı gibi insandan da aşağı olan maddeyi yerleştiren materyalizm bu anlamda mutlak inkâr ve dinsizlik değil, en pespaye cinsinden bir şirktir. Daha doğrusu, Kur’an’ın üzerine gittiği ilkel şirkin çağdaş ve geliştirilmiş şeklidir.
Şuurlu, akıllı ve ruhlu bir varlık olan insanın kaynağına maddeyi yerleştiren materyalizm (maddecilik) Allah’ın yaratma kudretini maddeye hasretmiş olmaktadır. Yani Allah’ı inkâr edeyim derken maddeyi ilahlaştırmıştır. Şu durumda materyalizm adı verilen bu ilhad (inkâr ve dinsizlik) felsefesi de sanıldığı gibi mutlak inkâr değil; Allah’ı inkâr edeyim derken insandan daha bayağı olan maddeyi tanrılaştıran çağdaş bir şirk; onu savunanlar da çağdaş müşriklerdir.
Materyalizmi, bu yeni moda Allah’sızlığı himaye eden ve kabul eden insanların kalitesine bakınca, insan Allah’sız bir dünyayı kimlerin, niçin arzuladıklarını daha iyi anlıyor.
Evet, Allah’sız bir dünyayı kimler, niçin ister? Bu soruya doğru cevap bulabilmemiz için Allah’ın koyduğu yasalara, emir ve yasaklara, özetle Allah’ın nizamına bakmak gerekir.
Allah her türlü zulmü, kula kulluğu, zinayı, içkiyi, fuhşu, kumarı, hırsızlığı, hayasızlığı, sefahati, heva ve hevesi tanrı edinmeyi, adâletsizliği, cehaleti, kibri, hasedi, kötü zannı, dedikoduyu, asabiyeti, laf taşımayı yasaklıyor ve hoşlanmıyor. Adâleti, iyliği, sabrı, çalışmayı, ilmi, fazileti, infakı, zekatı, namazı, orucu, haccı, düşkünlere vermeyi, zayıfları gözetmeyi, yetime iyi davranmayı, dilenciyi azarlamamayı, yoksulu doyurmayı, ahde vefâ göstermeyi, emanete sadakati, boş konuşmamayı, ana-babaya ihsan ile muameleyi, kadınlara iyi davranmayı, insanları sabırla dinleyip sözün en güzeline tabi olmayı ve daha birçok şeyi emir ve tavsiye ediyor.
Allah emirlerine uyanları ödüllendireceğini, karşı gelenleri hakimi kendisinin olduğu, hiçbir şeyin gizli kalmadığı, iltimas ve rüşvetin geçmediği, hiç kimseye haksız-lığın yapılmadığı adil bir mahkemede yargılayıp cezalandıracağını söylüyor.
Şimdi sormak gerek: Böyle bir Allah’ı kimler istemez? Ya da yukarıdaki biçimiyle: Allah’sız bir dünyayı isteyenler kimlerdir?
Zâlimlerdir... Namussuzlardır... Ahlâksızlardır... Soygunculardır... Kısaca suçlulardır... Çünkü hiçbir suçlu muhakeme edilmeyi istemez. Zâlimler adâleti, katiller mahkemeyi, soyguncular yargılanmayı sevmezler.
Elbette faziletsizler, fazilete çağıran Allah’a düşman olacaklardır. Sorumsuzca bir hayat sürmek isteyenler Allah’sız bir dünyanın özlemiyle yanıp kavrulacaklardır.
Materyalistlerden “dinsiz” olduklarını söyleyecek kadar “dürüst” olanlar, inkâr ettikleri Mutlak Varlığın yerine başka şeyleri koyarak “dinsizim” dedikleri halde, yalancı konumuna düşüyorlar. Gördüğümüz bütün bu varlıkların nasıl ve kim tarafından yaratıldığı sorununu biraz kurcaladığınızda, sözkonusu laik “ate”lerin biraz önce inkâr ettikleri Allah’ın yerine alelacele bir tanrı peydahlama telaşına düştüklerini göreceksiniz. O takıp takıştırdıkları, yakıp yakıştırdıkları
ALLAH (C. C.)
- 603 -
“cici” tanrı, en az inkârları kadar ciddi “tesadüf tanrısı”dır. 2321
Allah İnancı Olmayan Toplum Modelinin Zararları
Allah Kuran’da insanları belli bir fıtrat (yaratılış) üzerine yarattığını “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.” 2322 âyetiyle bildirmiştir. İnsanların bu fıtratı Allah’a kul olma ve Allah’a güven üzerine kuruludur. İnsan sınırsız istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip olmadığı için, doğal olarak Allah’a bağlanmaya, yönelmeye muhtaçtır.
Eğer insan bu fıtrata uygun olarak yaşarsa, gerçek güvene, huzura, mutluluğa ve kurtuluşa ulaşır. Bu fıtratı reddedip, Allah’tan yüz çevirdiğinde ise, sıkıntı, korku, endişe ve azap dolu bir hayat sürer.
İnsanlar için geçerli olan bu kural, toplumlar için de geçerlidir. Eğer bir toplum, Allah’a iman eden insanlardan oluşuyorsa; adil, huzurlu, mutlu ve akıllı bir toplum olur. Kuşkusuz bunun tersi de geçerlidir. Eğer bir toplum Allah’tan bihaberse, o toplumun düzeni de temelden bozuk, çürük ve ilkeldir.
Allah’tan yüz çevirmiş olan toplumlar incelendiğinde bu kolaylıkla görülür. Dinsiz düşüncenin doğurduğu en önemli sonuçlardan biri, her şeyden önce ahlâk kavramının yok edilmesi ve tamamen dejenere olmuş toplumların meydana gelmesidir. Dini ve ahlâki sınırları çiğneyen ve yalnızca insan isteklerinin tatminine dayanan bu kültür, aslında gerçek anlamda bir zulüm sistemidir. Böyle bir sistemde cinsel sapkınlıktan uyuşturucuya kadar her türlü dejenerasyon teşvik görür. İnsan sevgisinden uzak, egoist, cahil, düşünemeyen ve aklını kullanamayan toplumlar oluşur.
Yalnızca kendi isteklerini tatmin etmek için yaşayan insanlardan oluşan bir toplumda huzur, sevgi ve barışın oluşması elbette mümkün değildir. İnsan ilişkileri çıkara dayalıdır. Müthiş bir güvensizlik ortamı mevcuttur. İnsanın samimi, dürüst, güvenilir, güzel ahlâklı olması için hiçbir sebep olmadığı gibi, sahtekarlık yapmaması, yalan söylememesi, arkadan vurmaması için de bir engel yoktur. Çünkü bu toplumların insanları, Allah’ı “arkalarında unutuluvermiş birşey”2323 olarak kabul etmişlerdir, dolayısıyla da Allah korkusunu bilmeyen kişilerdir. Üstelik bu kişiler Allah’ın gücünü takdir edemedikleri için kıyametten ve hesap gününden de habersizdirler. Cehennem ise onlar için sadece din kitaplarında anlatılan bir kavram olmaktan öteye geçmez. Hiçbiri ölümden sonra Allah’ın huzuruna çıkıp dünya hayatında işledikleri her suçun hesabını vereceklerini ve bunun sonucu olarak da ebedi bir cehennem hayatı yaşayabileceklerini düşünmezler. Veya düşünseler bile, “Bu onların ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.”2324 âyetiyle bildirildiği gibi “günahlarının cezasını çekip” cennete gireceklerini zannederler. Tüm bunların bir sonucu olarak da dünyadaki yaşamlarını mümkün olduğunca istek ve tutkularını tatmin etmeye çalışarak geçirirler.
2321] M. İslâmoğlu, İman Risalesi
2322] Rum Sûresi, 30
2323] 11/Hûd, 92
2324] 3/Â-li İmran Sûresi, 24
- 604 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Hal böyle olunca da, doğal olarak bugün pek çok toplumda yaşanan ahlâki dejenerasyon ve manevi çöküntü ortaya çıkar. Kendi mantıklarına göre şöyle düşünürler; “Mâdem dünyaya bir kere geldim, 50-60 yıl yaşayıp ölüp gideceğim, o halde hayatın tadını çıkarayım.” Bu çürük mantık temeli üzerine kurulan düşünce sisteminde ise her türlü adâletsizlik, fuhuş, hırsızlık, cinâyet, ahlâksızlık ortaya çıkabilir. Her türlü suç işlenebilir, adam öldürülebilir, dolandırıcılık yapılabilir. Zira her birey kendi istek ve tutkularını tatmin etmekten başka birşey düşünmeyecektir. Her kim olursa olsun -ailesi, arkadaşları da dahil- onun için ikinci derecede önem taşır. Toplumun diğer fertlerinin ise hiçbir önemi yoktur.
Nitekim geniş çaplı menfaat ve çıkar ilişkileri üzerine kurulu olan toplum yapısında, insanların birbirlerine duydukları güvensizlik, hem toplumsal hem de bireysel huzurun oluşamamasına; bu insanların birbirleri hakkında sürekli şüpheci, endişeli ve kararsız bir ruh hali içinde yaşamalarına sebep olur. Böyle bir toplum içinde kimin, ne zaman ve ne şekilde sahtekarlık yapacağı belli olmadığından şahıslar, ruhen büyük bir korku ve endişe içerisindedirler. Karşılıklı yaşanan güvensizlik ve şüphe, hayatlarını büyük bir mutsuzluk içinde sürdürmelerine sebep olmaktadır. Her türlü ahlâki değerin gözardı edildiği bu toplumda, Allah korkusu olmadığından kişilerin, aile kurumuna, namus ve iffet gibi kavramlara bakış açısı da son derece ürkütücü bir görünümdedir.
Ayrıca bu tür toplumlarda kişiler arasında saygı ve sevgiye dayalı bir hayat da mevcut değildir. Toplum bireylerinin birbirlerine saygı göstermelerinin hiçbir gerekliliği yoktur. Karşılarındaki insana değer veren bir tavır sergilemeleri için ancak bir çıkarlarının olması gerekir. Üstelik böyle bir tavır göstermek için kendi cahiliye mantıklarına göre haklıdırlar da. Zira hayatları boyunca, hayvandan evrimleşerek varoldukları, ruhlarının ölümle birlikte yokolacağı gibi telkinler alırlar. Maymun soyundan gelme, toprağın altında çürüyüp gidecek ve belki de bir daha görmeyecekleri bir bedene ise doğal olarak saygı göstermeyi anlamsız görürler. Kendi bozuk mantıklarına göre, “nasılsa karşılarındaki insan da kendileri de ölüp toprağın altına girecek, beden olarak çürüyüp gidecek ve ruh olarak da tamamen yok olacaklardır; o halde neden diğer insanlara iyilik yapmak, fedakar olmak gibi zahmetlere katlansınlar ki...” Evet, gerçekten de Allah dolayısıyla da âhiret inancı olmayan her insanın bilinçaltında bu fikirler yatar. Bu sebeplerle de Allah inancı olmayan toplumlarda asla huzur, mutluluk, güven ortamı oluşamaz.
Tüm bu söylediklerimizin amacı, “Allah inancı olmadığı durumlarda toplumda dejenerasyon olur, o halde Allah inancı olmalıdır” gibi bir mantık kurmak değildir elbette. Allah inancı olmalıdır, çünkü Allah vardır ve O’nu inkâr eden O’na karşı büyük bir suç işlemiş olur. Allah inancının olmadığı durumda toplumların çürüdüğüne işaret etmekteki mantığımız ise, bu toplumların temelden yanlış bir bakış açısına sahip olduklarını vurgulamaktır. Yanlış bakış açıları, kötü sonuçlar doğurur. Allah’ın inkâr gibi en büyük yanlışı yapan bir toplum da, en kötü sonuçlarla karşılaşır. Bu sonuçlar, o toplumun ne denli büyük bir yanılgı içinde olduğunun göstergesi oldukları için önemlidirler.
Bu tür toplumların ortak özelliği, kitlevi bir aldanış içinde olmalarıdır. “Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp saptırırlar...” 2325 âyetinden de anlaşıldığı gibi, toplumun bireylerinin pek çoğunun aynı
2325] 6/En’âm, 116
ALLAH (C. C.)
- 605 -
yapıda olması, bir tür “sürü” psikolojisi yaratır ve zaten var olan inkârı daha da kuvvetlendirir. Allah’tan ve âhiretten habersiz olan bu tür toplumları Allah Kuran’da “cahiliye” toplumu olarak tanımlar. Çünkü toplumun üyeleri her ne kadar fizik, tarih, biyoloji ya da benzeri bir bilimle ilgileniyor olsalar da, Allah’ın gücünü ve büyüklüğünü tanıyabilecek akıl ve vicdana sahip değildirler. Ve bu anlamda cahildirler.
Cahiliye toplumunun bireyleri, Allah’a bağlı olmadıklarından dolayı O’nun yolundan farklı yollara saparlar. Aynı kendileri gibi aciz birer kul olan insanlara tabi olur, o insanları örnek alır, o insanların düşüncelerini mutlak doğru olarak kabul ederler. Ve sonuçta cahiliye topluluğu gittikçe kendi kendini körleştiren, kendi kendini akıl ve vicdandan koparan kapalı bir sistem oluşturur. Başta da belirttiğimiz gibi bu sistemin en belirgin özelliği, bu insanların dinsizlik telkinleri doğrultusunda hareket etmesidir.
Allah Kuran’dan böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu çarpıcı bir benzetmeyle anlatır: “Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden bir topluluğa hidâyet vermez.” 2326
Ancak bu arada unutulmaması gereken bir nokta vardır; her toplum, her insan cahiliye sisteminin bu telkinlerinden, yaşam şeklinden ve felsefesinden kurtulma fırsatına sahiptir. Zira Allah onlara, kendilerini uyaran, kendilerine Allah’ın ve âhiretin varlığını, hayatlarının gerçek anlamını bildiren elçiler ve elçileriyle beraber insanların vicdanen sordukları her soruya cevap veren hak kitaplar gönderir. Bu, Allah’ın başından beri süregelen bir kanunudur. Nitekim günümüzde de doğru yolu gösteren, karanlıktan aydınlığa çıkaran hak kitap olarak Kuran, tüm insanların rehberidir. Ancak bundan sonra insanlar tercihlerine göre karşılık göreceklerdir. Nitekim o kitabı insanlara getiren elçi, şu çağrıyı yapmıştır: “De ki: Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidâyet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidâyet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” 2327
Allah’ı Düşündüren Kâinat Âyetleri
Allah’ın varlığı, fiil ve sıfatları ile apaçık iken; zatı ile gizlidir. Zatı duyularla ve akılla idrak edilemez. Bununla birlikte Allah’ın varlığı akıl ile bulunabilir.
Öncelikle şu soruyu sorarak konumuza girelim: Acaba insanın Allah’ın varlığına inanması için, O’nun varlığını akılla ispat etmeye gerek var mı? Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır. Veya şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Allah’ın varlığını aklen ve ilmen ispat etmek mümkün müdür? Hayır mümkün değildir. Çünkü ispatı istenen varlık aklı aşmaktadır.
Allah’ın varlığını gösteren akli deliller gaflet içindeki insanları uyandırmak içindir. Geçmişten günümüze kadar Allah’ın varlığını, çok az insan dışında,
2326] 9/Tevbe, 109
2327] 10/Yunus, 108
- 606 -
KUR’AN KAVRAMLARI
toplum olarak inkâr eden olmamıştır.
Allah’ın varlığına ve birliğine, görülen, işitilen ve bilinen her şey şahidlik etmekte-dir. İnsan bir damla su iken, ana rahmindeki oluşumu ve aşamaları, dünyaya gelişi, bebeklik ve çocukluk dönemi, gençlik, ihtiyarlık ve nihâyet ölümü, düşünen insan için Allah’ın varlığına en kesin delillerdir. Çevresindeki tüm varlıklara ibret gözüyle bakan, olayların gerisindeki gerçeği düşünen insan için, Allah’ın varlığı apaçıktır
İnsan, etrafına bakıp kâinatı incelediğinde mükemmel bir düzen ve ahengin olduğuna şahit olmaktadır. Güneş, ay, gezegenler ve diğer tüm gök cisimleri birbirlerine çarpmadan kendi yörüngelerinde hareket etmektedir. Dünyamız da hem kendi çevresinde hem de güneşin çevresinde dönmektedir. Dünya bu dönüş esnasında güneşe bulunduğu yerden çok az bir mesafe yaklaşsa alevler içinde kalır; tersine çok az bir mesafe uzaklaşsa buz kesilip donardı.
Havada direnç kuvveti olmasa, yağmur taneleri yeryüzüne bir mermi gibi inerdi. Suyun kaldırma kuvveti olmasa, denizlerde gemiler ve insanlar yüzemezdi. Yeryüzünde dağlar olmasa dünyamız sürekli sarsıntı geçirirdi.
Dünyanın da içinde bulunduğu gezegenlerin uzaya fırlayıp savrulmasını engelle-yen, yer çekim kuvveti adı verilen İlâhî bir kanundur.
En küçüğünden en büyüğüne tüm hayvanlar, bitkiler, ırmaklar, nehirler, denizler, okyanuslar, dağlar yeryüzünü bir vitrin gibi süslemekte, aynı zamanda yaratılışları icabı, Allah’a teslim olup tesbih etmekte ve insana hizmet etmektedirler.
İnsan büyük alem olan kâinattan, küçük alem olan kendisine bakıp incelediğinde şunlara şahit olur: Saçlarımızdan ayak parmaklarımıza kadar vucudumuzun şekli, boyun, parmak, el, kol, diz, ayak gibi organlar kendilerinden beklenen görevleri yapabilecek şekilde düzenlenmiştir.
Kalbimizin çalışması, gözümüzün görmesi, kulağımızın işitmesi, derimizin hissetmesi, kanın vücutta dolaşması, yiyeceklerin sindirilmesi, zararlı atıkların vücuttan dışarı atılması ve diğer tüm organlarımızın çalışması önceden programlandığı şekilde aksamadan belirli bir düzen içinde devam etmektedir. Vücudumuzdaki herhangi bir organ rahatsızlandığında diğer tüm organlar bu rahatsızlığı hissederler.
Bütün bu düzen ve ahenk kendi kendine olmayıp, üstün özelliklere sahip tabiat üstü bir varlık tarafından yaratılmıştır. Biz müslümanlar bu yüce varlığa ALLAH (c.c.) diyoruz.
Görüldüğü gibi Allah’ın varlığı meselesinde izlenen metod “eserden müessire geçiş” metodudur. Yani resimden ressama, şiirden şaire, Selimiye camiinden Mimar Sinan’a geçiş metodu. Burada resim eser; ressam müessir, şiir eser; şair müessir, cami eser; camii yapan müessirdir. İşte canlı cansız tüm kâinat ve içindeki varlıklar Allah’ın eseridir.
Kur’an, Allah’ın her bir eserine “âyet” diyor. Âyet yol kenarındaki trafik işaretleri gibidir. Bu işaretler sürücünün hedefine ulaşmasında ona yardımcı olduğu gibi gerçek akıl sahipleri de Allah’ın âyetlerine bakarak O’na ulaşır.
ALLAH (C. C.)
- 607 -
Allah Teâlâ kendi varlığını gerek Kur’an âyetleriyle, gerek kâinat âyetleriyle her an göstermektedir. Bu yüzden tabiattaki her olay basit birer hadise olmaktan çıkmakta, dikkatimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedirler. Nasıl ki, yol üzerindeki trafik levhaları dikkatimizi kendilerine değil de, gideceğimiz yöne çekerse; kâinat olayları da dikkatlerimizi kendilerine değil; olayların gerisindeki gerçeğe çekmektedir. Bu gerçek, Allah’ın varlığı, birliği ve kudretidir.
Bu anlamda kâinattaki her olay da, insanın kendisi de, Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine işaret eden âyetlerdir. Burada sözlü âyet olan vahiy (Kur’an) ile, sözsüz âyet olan kâinat âyetleri arasında fark yoktur. Her ikisi de Allah’ın eseridir.
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın varlığıyla ilgili olan âyetlerde, O’nun hak olduğunu isbat eden delillerin, hem kâinatta, hem de insanın kendi varlığında olduğu ifade edilmektedir:
“Biz onlara ufuklarda ve kendilerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, O (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?”2328; “Kesin inanacak olanlar için yeryüzünde ve kendi canlarınızda (Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren) nice deliller vardır. Görmüyor musunuz? 2329Kur’ân-ı Kerim Allah’ın varlığını, insanlar tarafından doğal kabul edilmesi gereken bir konu olarak görmektedir. Bu yüzden konuyla ilgili âyetler genellikle soru şeklinde veya hayret bildiren uyarı ve kınama biçimindedir.
Allah’ı bulmanın, O’nu kabul edip O’na inanmanın bozulmamış akıl için mecburiyet olduğu açık bir hakikattir. Sağlam bir akıl, yaratıcı, yoktan var edici, tabiat olaylarını yönlendirici, âleme nizam verici bir zatı, yani Allah’ı kabul etmek zorundadır. Akıl, zaruri olarak Allah’ın varlığına inanmak durumundadır. Ancak çok az sayıda da olsa bazı insanlar, Allah’ı inkâr edebilmekte, O’na hiç inanmamaktadır. Bu tipteki anormal insan(!)lara uzun uzadıya Allah’ın varlığını isbat etmeye çalışmak gereksiz, hatta yanlıştır. Bu insanlara karşı tavrımız müdafa değil; hücum olmalı, bunlara: “öyleyse insanlar, varlıklar, bütün evren nasıl meydana geldi? Kendisinde can bile bulunmayan doğa veya tesadüf denilen şey hiç yaratıcı olabilir mi?...” gibi sorular sormalı, Allah’ın var olmadığını onların isbatlaması istenmelidir. Görülecektir ki bir şeyin yokluğu isbat edilemez. Hele Allah’ın -hâşâ- var olmadığı hiç mi hiç isbat edilemez. İnsan sadece kendini kandırır.
Yegâne Yaratıcı olan Allah’ı İnkâr Edenleri Düşünmeye Dâvet
Bu Şiiri Kim Yazdı?
Bir şiir... Özü, ulvi fikirler ve zarif duygularla örülü. Sözü, edebî sanatlarla bezeli. Her harf, her kelime ve her mısra olması gerektiği yerde. Hemen sorarız: Kim yazdı bu şiiri?
İşte bir cevap: Harfler yazdı, zira eser onlardan meydana gelmiş. Bu harfler,
2328] 41/Fussılet, 37
2329] 51/Zâriyât, 20-21
- 608 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tesadüfen bir araya gelip, şiir oldular. Yazan başkası olsaydı, eserin içinde görünürdü. Görünmüyor, demek ki yok.
Sıra ikinci cevapta: Bu şiiri akılsız, şuursuz, edebiyattan ve sanattan habersiz harflerin yazması mümkün değil. Aklımıza ve duygularımıza hitap eden bu ulvî manalar harflerde yoktur. Harfleri de, şiiri de yazan bir şair vardır. Kâğıdın içinde bulunmaması inkârına delil olamaz. Kâğıt ve harf cinsinden değildir ki, orada görünsün.
Bütün yaratıklar, şu insan, şu menekşe, şu kelebek de birer şiir gibi. Şiiri harflerin yazması ne kadar imkânsızsa, şu insan denilen sanat şaheserini de atomların yapması o kadar akıldan uzak. Atomlar, harflerden daha âlim ve daha sanatkâr değiller. Her şiirin bir şairi olduğu gibi, şu süslü ve mânalı eserlerin de bir yaratıcısı var.
Yaradan, her sene, zaman ve zemin sayfasına sayısız eserler yazıyor, sonra da siliyor. Her varlık, cisimlenmiş mânalı bir kelime. Hâl diliyle, sanatkârını, yaratıcısını anlatıyor. Rabbine medihler ve şükürler ediyor.
Şair ve yazar, manayı esas alıp, ona göre şiirler ve yazılar yazdıkları gibi, Allah da, mâhiyetleri ve ruhları bir model olarak yaratıp, onlara uygun bedenleri tanzim ediyor. Canlıların, kabiliyetleriyle bedenleri arasındaki âhengin sırrı burada.
Fabrika
Dünya da bir fabrika.
Hammaddesi ise, su ve toprak.
Bütün bitkiler, hayvanlar ve insanlar onun ürünleri.
Hepsi de sanatlı ve hikmetli.
Ne fabrika ürünü tanıyor, ne de ürün fabrikayı.
Zira, her ikisi de akılsız ve şuursuz.
Basit bir saatın bile ustası var.
En küçük makina bile kendi kendine yapılamıyor.
Dünya fabrikasının tesadüfen oluştuğunu söylemek mümkün mü?
Her fabrika gibi onun da elbet bir ustası olmalı.
O, bu fabrikayı kurmuş ve işletiyor.
Her parçası yerli yerinde ve görevini aksatmadan yapıyor.
Fabrika içinde fabrikalar...
Ağaç bir fabrika, meyve üretiyor.
Hayvan da bir fabrika, et ve süt üretiyor.
insan ise, fabrikaların en mükemmeli.
Neler üretmiyor ki?
ALLAH (C. C.)
- 609 -
Üstelik kendisinin ve başkalarının farkında.
Bakıyor, anlıyor, düşünüyor...
Fikirler üretiyor.
Ustasını tanıyor.
Ve isterse, iman edebiliyor!
Tasvir
Her tür, göz alıcı renklerle bezenmiş, gönül yakıcı nakışlarla süslenmiş. Her varlığın bir sûreti var. Hepsi de “tasvir,” yani “sûretlendirme” fiilini gösteriyor. Gülün görüntüsünü tuvale aktaran ressamı baş tacı edip, gülü yaratanı tanımamak hangi akıl iledir?! Kopyasına hayran olup, aslını güzellik duygusundan mahrum unsurlara vermek gerçeğe ihânet olmaz mı?
Yeryüzü tablosunda devamlı tazelenen hârika sûretler gösterir ki, yoktan sûretler yaratan bir “Mûsâvvir” var. Atomlar ise, kudret fırçasının boyası hükmünde. Atomları, organların sınırında durdurup, hududu aştırmayan zat, Allah’tan başkası olamaz. Aksi hâlde, her canlı ve her organ için maddî bir kalıp gerekirdi. İlâhî ilim kabul edilmezse, oyuncak bebek kalıplarına benzer milyarlarca kalıbın kullanılması zarurîdir. Sonra, o kalıplar için de başka kalıplar gerekir ve bu zincir uzar gider.
Böyle bir çözüm yolu, ancak masallarda görülür. Oysa biz hakikat peşindeyiz. Her yaratığa bir miktar tayin eden, atomları bir düzen içerisinde çalıştıran ancak İlâhî ilim olabilir ki, biz bu tür ilme “kader” diyoruz. Atom, kader çizgisini asla aşamaz. Çünkü, “emir kulu”dur.
Allah’ı İnkâra Dayalı Felsefî Akımlar
a) Ateizm; Allah Tanımazlık
Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adına “ateizm” denir. Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.
Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm’in kökleri de Eski Yunan’a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. “Gölge etme başka ihsan istemem” sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist’lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.
Rönesans’tan sonra Batı’da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük
- 610 -
KUR’AN KAVRAMLARI
katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.
Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm’i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm’e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach’ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı’nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı’yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm’i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, “Tanrı’nın Ölümü” adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.
Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm’e bir başka boyut kazandırmıştır.
20. yüzyıldaysa, ateizm’i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı’nın inkârına gitmektedirler.
Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm’i andıran görüşler, açıkça “tanrı yoktur” demeyip de “bilinemez” “tartışılması bilimsel değildir” türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.
İslâm literatüründe, dehriyye diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve İslâm sonrasındaki Dehriyyun...
Kur’ân-ı Kerîm’de: “Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.’ Hâlbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar.” 2330 haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.
Felsefî anlamdaki İslâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen “her şeyi değiştiren ve her şeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, İlâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır” temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig’in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah’ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.
Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm’de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah’ı
2330] 45/Câsiye, 24
ALLAH (C. C.)
- 611 -
açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah’ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır. 2331
b) Darwinizm
Darwiniz: Darvincilik; yani, “bütün canlılar evrim sonucu oluşmuştur, bugünkü durum doğal bir ayıklanmanın sonucudur, insan da bu süreçte maymun türünün evrimiyle ortaya çıkmıştır,” tezini ileri süren kuram.
Darvinizme, bir felsefî akım denilemez. Teori, maddeci felsefeler tarafından ısrarla savunulduğu için, felsefî bir nitelik kazanmıştır. Maddeciler, hayatı ve türleri evrimle açıklamaya çalışırlar. Maddecilikle evrimcilik bir tende iki can gibidirler. Oysa, evrim teorisi ortaya atıldıktan sonra köprünün altından çok sular aktı. Bu fikrin imkânsızlığını sağlam delillerle ispat eden nice incelemeler yapıldı, kitaplar yazıldı. Biz, konunun ayrıntılarını bu tür eserlere bırakıp, sadece bazı esaslara işaret edeceğiz:
“Bilim”, elimizden tutup, bizi evvel zamanlara götürüyor ve diyor ki: “Dünyamız güneşten kopan bir ateş parçasıydı. Ne toprağı vardı, ne suyu. Bitkilerin, hayvanların ve insanların sözü bile edilmiyordu. Çünkü hayat yoktu. Canlı varlıklar sonradan ortaya çıktı da, yeryüzü şenlendi...” Pastör, deneylerle ispat etti ki, canlıların, kendi hâline bırakılan cansızlardan oluşması imkânsızdır. Öyleyse canlılar, bir dış müdâhale ile yaratıldılar. Işığı veren ışıklı olduğu gibi, hayatı yaratan da elbette diridir ve hayat vermeye muktedirdir.
Ceylan, koyun, gül, akasya, güvercin, balina, at, bezelye, insan... Yüzbinlerce tür. Hepsi sonradan var oldu. Darvin, türlerin birbirinden oluştuğunu iddia eder. Güya, cansız maddelerden tesadüfen tek hücreli canlılar ortaya çıkmış. Sonra tesadüfen karmaşık yapılı canlılar meydana gelmiş. insan da yine tesadüfen maymundan dönüşmüş. Yani biz, tesadüfen var olmuşuz ve tesadüfen yaşıyormuşuz!
Darvin, örnek de veriyor. Kıravatlı güvercinlerle kalın boyunlu güvercinler eşleştirilirse ara tipler elde edilirmiş. Şu hâlde, mevcut türlerden yeni türlerin elde edilmesi mümkünmüş. Ne büyük delil! Düşünmüyor ki, güvercin kalın boyunlu da olsa, kıravatlı da olsa güvercindir ve aynı türe mensuptur. Irklar arasındaki ıslah çalışmaları, türler için geçerli değildir.
Biyoloji ilminin temel taşlarından biri olan bilim adamı Mendel, yaptığı deneyler sonucunda şu gerçeği ortaya koydu: Bir türün, başka bir türü meydana getirmesi imkânsızdır. iki ayrı türün birleşmesiyle ortaya çıkan canlının nesli devam etmez. Bunun en güzel örneği, eşekle atın ortak ürünü olan katırdır. Katırda üreme özelliği yoktur. Mendel, görüşlerini ispat etti ve tesbitleri biyolojinin temel kanunları hâlini aldı.
Evrimciler, çevrenin tesiriyle türlerin değiştiğini, yeni türlerin oluştuğunu söylediler. Onlara cevap verildi: Çevrenin etkisiyle olan değişmeler kalıcı değildir. Daha sonraki nesillere geçmez. İşte ispatı: Müslümanlar, asırlardır sünnet oluyorlar, ama bebekler hep sünnetsiz doğuyor. Deneyler de yapıldı. Farelerin kuyrukları kesildi. Kuyruksuz fareler eşleştirildi. Yeni doğan yavruların kuyruklu olduğu görüldü. Aynı deney defalarca tekrarlandı, fakat sonuç değişmedi.
2331] Zübeyr Yetik, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 175
- 612 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Darvinciler, maymunla insan arasında bir “geçit formu” bulmak için de çok uğraştılar. Nice mağaralar kazıp, bataklıklar karıştırdılar, ama nâfile. Her defasında elleri ümitsizce yanlarına düştü. Bütün araştırmalar teorilerinin aksini gösteriyordu. Tek çare kalmıştı: Sahtekârlık! Onu da yaptılar. Maymun kemikleriyle insan kemiklerini birbirine ustaca tutturup, işte “ara tip” dediler. Lâkin mumları yatsıya kadar bile yanmadı. “Bilimsel” sahtekârlıkları kısa zamanda anlaşıldı, maskeleri düşürüldü. Nihâyet, fen mahkemesi Darvinizmin idamına ve evrim teorisinin iptâline karar verdi.
Sonuç: Her türün bir “evvel babası” vardır. Türler, şimdi nasılsalar ilk yaratılışlarında da öyleydiler. Uzun zamanda evrim geçirerek değil, bir anda yaratıldılar. İnsan, maymundan bozma bir ucûbe değildir. Hz. Âdem (a.s.), hem mükemmel bir insandı, hem de bir peygamber.
Bütün varlıklar ilmi, irâdesi ve kudreti sonsuz olan Allah’ın eserleridirler. Kâinatı düzenli ve mükemmel bir saray gibi yaratan Allah, canlıları da şimdiki özellikleriyle bir anda yaratmaya muktedirdir. Gözümüzün önünde buğday kadar çam çekirdeğinden çam ağacını yaratan kudret, âciz değildir.
Bu hakikatlere rağmen evrim teorisi hâlâ gündemde. İlmî inceleme konusu olmaktan çıkıp, felsefî bir boyut kazandı. Allah’a kul olmak istemeyenlerin sığınağı oldu. İlmî hiçbir değeri kalmayan bir teorinin inatla savunulmasının sebebi budur. Darvinizm, “bilimsel” kılıklı bir felsefedir, ateist bir safsatadır.
c) Naturalizm
Naturalizm: Tabîiyye, doğacılık demektir. Her alanda her meseleyi tabiattaki kanunlarla açıklamaya çalışan, her olayı doğa yasalarına indirgeyen felsefî görüştür.
Allahtan kaçanlar “tabiat”a sığındılar. Padişaha isyan edip, cellâttan yardım uman suçlunun mantığı. Tabiat da, yaratılanların toplamından ibâret büyük bir eser. Ustayı inkâr için, esere usta demek izahın değil, kaçışın ifâdesidir. Güneşe, suya ve toprağa tapanlara “ilkel” diyenler, varlıkların yaratılışını güneşe, suya ve toprağa vermekle aynı inancı paylaşmıyorlar mı? Natüralizm, putperestliğin yeni adıdır.
İnkâr cephesinde yeni bir şey yok. İsimler değişti, ama mantık çizgisi aynı kaldı. Ne iniş var, ne çıkış. Yükselişi yok ki, alçalışı da olsun. İddiasının dayanağı tek kelimeden ibâret: “Yok”.
Yok’larla bina kurulmaz. Bin tane yok, bir var’ı tartamaz. “Yok” kelimesi inançsızın kimliğidir, kendi boşluğunu belgeler. Reklâm, en çok güvendikleri araç. “Bilim adına” sürekli tekrarlanan yalan, zamanla doğrunun yerini alabilir. Eğer o yer, gerçeklerle doldurulmamışsa.
Mantığın temel kanunları ışığında düşünen akıl diyor ki, her eserin bir ustası vardır. Hiçbir eser kendi kendini yapamaz. Kitap yazarını, masa marangozunu, resim de ressamını gösterir. Ustayı, eserin içinde aramak ise, boşuna gayret. Bir yazı okuduğumuzda, “Bu harfler mürekkeple yazılmış. Mürekkebin tabiatında ise, yazı olmak özelliği var” diyerek, yazarı inkâr edebilir miyiz? Tablodaki resime hayran olup, “Resim olmak boyaların tabiatındandır. Bu eserin ressamı yok” diyebilir miyiz? “Apartman, kumun, çakılın, demirin ve tahtanın tabiatı gereği
ALLAH (C. C.)
- 613 -
var olmuştur. Mimarı yoktur” dersek bize kim inanır? Yahut, o apartmanın projesini görüp, “işte mimar budur” diyerek kimi aldatabiliriz?
Kâinat ve içindeki her eser de bir binaya, bir resme veya bir kitaba benzer. “Bunların yaratılması eşyanın tabiatı gereğidir” diyen adam, câhilliğini ilân etmiş olur. Binanın yapılması için nasıl projeyi çizen ve yapıyı kuran bir mimar gerekiyorsa, kâinattaki eserlerin de bir ölçü ve kanun ile yaratılması için bir Yaradana ihtiyaç vardır.
Kâinattaki her varlık da sanatlı bir eser. İnsan tâkatini aşan bir ilim, irâde ve kudretle yaratılmış. Ölçü, düzen ve güzellik diliyle sanatkârını ilân ediyor. Bu sesi kim susturabilir? Kâinat, yaratılanların bütünü. Demek kendisi de yaratılmış. Tabiat ise kâinattakilerin toplamı. Daha net bir anlatımla, tabiat, bir bakıma, kâinatın ikinci adı. Şu hâlde, “kâinatı ve içindekileri tabiat yarattı” demekle, “kâinat kendi kendini yarattı” demek arasında ne fark var?
Bir mühendis düşünelim. Bu zat, mükemmel bir proje hazırladı ve uzaktan kumandayla çalışan bir fabrika yaptı. O hârika fabrikaya ilimden ve teknikten nasibini almamış vahşi bir adam girdi. Baktı ki, makineler ve tezgâhlar büyük bir intizamla çalışıyor. Çevresini araştırdı, mühendisi göremedi. “Bu makineler kendi kendine kurulmuş. Çalıştıranı da yok” diye düşündü. Sonra duvarda asılı bir levha gördü. Oraya karmaşık bazı rakamlar ve yazılar yazılmış, muğlak şemalar çizilmişti. “İşte fabrikayı kuran ve çalıştıran bunlardır” dedi, câhilliğini gösterdi.
Tabiatçı, misaldeki adama benzer. Kâinat da mükemmel bir fabrikadır. Hayret uyandıran bir âhenk ve nizam ile çalışıyor. Her iş, belli bir kanuna göre yapılıyor. Böyle bir sisteme, serseri tesadüf parmak karıştırabilir mi? Gel gör ki, Yaradanı tanımayan kişi, kâinatın işleyiş kanunlarını yaratıcı zannediyor. Bir de akıllı geçinmese!
Tabiattaki kanunlar itibarîdir. Hâriçte vücutları yoktur. Varlıkları, maddenin varlığıyla devam eder. Kendi başına varlığını devam ettiremeyen bu mücerret mefhumlardan ne beklenebilir? Canlılar yokken “üreme kanunu” da yoktu. Şu hâlde, üreme kanununun canlıları yarattığını söylemek mümkün değil. Canlıları ilim ve hikmetle yaratan kim ise, hayat kanunlarını koyan da odur. Bu kanunlar, düşünen insanı, inkâra değil, imana götürür. Çünkü, kanun varsa, o kanunu koyan bir de hâkim vardır. Hiçbir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz. Kanunlar mücerret olup, birer isimden ibârettir. Uygulayıcı bir hâkim olmadıkça, herhangi bir tesirleri olamaz. Suçluyu yakalayıp, gereken cezayı veren bir kanun nerde görülmüş? Bir ülkenin kanunları bulunsa, fakat bunları yerinde ve zamanında uygulayacak hâkimleri olmasa, o kanunlar neye yarar? Kâinat da büyük bir ülke. Onu yaratan Zat, kanunlar da koymuş. Tatbiki ise, yine Ona ait.
Yaratıcı yerine Tabiat fikrini kabul edenlerin, konuyu derinliğine düşündüğünü sanmıyorum. Sığ bir düşünce, imkânsızı mümkün gösterebilir. Yoksa, meseleyi akıl terazisiyle tartan herkes, tabiatın yaratıcı değil, eser olduğunu bilir. Allah’ın sanatlı bir eseri olan tabiatı yaratıcı sanmak, tek kelimeyle ilkelliktir. Böylelerin, kendilerine “ilerici” ve “çağdaş” demeleri gerçeği değiştirmez. “Kara” olana “ak” demekle ne değişir ki!?
Tabiat Nedir?
- 614 -
KUR’AN KAVRAMLARI
“Tabiat, bir varlığın temel ve değişmez özelliğidir,” diyorlar. Elma, ağacının tabiatı gereği ortaya çıkıyormuş. Kuzu da, koyunun tabiatından dolayı kuzu olmuş... Öyle mi?
Fizik söylüyor: Kâinat bir zamanlar gaz hâlindeydi. “Gaz hâli” onun tabiatıydı. Tabiat, değişmez ve temel özellik olduğuna göre, bu hâlin sonsuza kadar devamı gerekmez miydi? Peki, ateş hâline niçin geldi? Dünya bir ateş kütlesiydi. Bu hâl de onun tabiatıydı. Bu özellik ebediyyen devam etmeli değil miydi? Şu hâlde toprak, hava ve su gibi zıt tabiatlar nasıl ortaya çıktı? Toprağın, suyun ve havanın tabiatıyla, bitkinin, hayvanın ve insanın tabiatı aynı mı? Ayrıysa bitkiler, hayvanlar ve insanlar nasıl meydana geldi?
“Tabiat üstü mutlak bir kudret” kabul edilmedikçe, bütün sorular boşlukta asılı kalmaya mahkûm. Noksandan mükemmele doğru uzayıp giden varlık zincirini izah etmenin tek yolu, sonsuz ilim ve kudret sahibi Yaradanı tanımaktan geçiyor. Her usta, eserinden daha mükemmeldir. Soba ile sobacı, bina ile mimar örneklerini hatırlayalım. Canlıların, cansızlardan daha üstün olduğu da bir gerçek. Şu hâlde, noksan özellikte cansızlar, mükemmel canlıları nasıl yaratır?
Toprağa düşen tohum, dört varlıkla karşılaşır: toprak, hava, su ve ısı. Bunların hepsi de olabileceğince câhil, kör, sağır ve âcizdir. Ne tohumu tanırlar, ne de kendilerini. Tohum da cahillikte onlardan geri kalmaz. Oysa, o tohumdan fışkıran bitki, akıl gözünü kamaştıracak kadar mükemmel bir eserdir. Adı geçen dört unsurun sahip olmadığı bir ölçü, şekil, tad, koku ve renk ile yaratılıyor. Üstelik bu bitkinin milyarlarcası aynı anda, birbirine karıştırılmadan, eksiksiz, kusursuz yapılıyor. Tabiatçılar bunu nasıl açıklayacaklar?
Tabiat kanunları ise, kendi başlarına bir iş yapamazlar. Kâinattaki hârika faâliyetlerin arkasında, Allahın güzel isimleri vardır. Güneş ışığının her yeri aydınlatması gibi bunlar da kâinatı kuşatmıştır. Tabiat ise, “tesir eden mutlak güç” değil, “tesir altında kalan âciz bir eserdir.” Dışarıdan gelen sonsuz bir irâdeye boyun eğmekle şekilleniyor, çeşitleniyor ve yeni yaratılışlara sahne oluyor.
Tabiat (Doğa) Yaratıcı Olabilir mi? Tabiat (doğa): Yaratılmış olan her şey, maddi âlem ve maddi âlemin özellikleri, onda işleyen kanun ve düzendir. Materyalistlere göre, yaratılış olayı tabiat tarafından meydana gelmektedir. Oysa ki tabiat denilen şu varlık âlemi, yaratan değil; yaratılandır.
Tüm ilmî veriler, tarafsız olarak evrenin bir başlangıcı olup sonradan var olduğunu ortaya koymaktadır. Sonradan var olan bir şey, kendi kendini yaratamayacağı gibi, hiç bir şey de yaratamaz. Öyleyse tabiatın (varlık âleminin) bir ilk yaratıcıya ve bir muharrike (hareket ettirene) ihtiyacı vardır. O da ezeli, ebedi ve bir olan Allah (c.c.)’dır.
Akıl, idrak, ilim ve irfan sahibi olan insan yokluktan, hiç yoktan bir toplu iğne, bir sinek yaratamadığı halde; akıl ve idrakı olmayan “tabiat” kendi kendini veya herhangi bir şeyi nasıl yaratabilir? Bunu iddia edenler, düşünme kabiliyetini yitiren, beyni gözleri üzerine inmiş bakar körlerdir.
Vahye değil de materyalizm dinine inanan kimseler, bütün bu muazzam nizam ve intizamı ve bunca varlıkların yaratılışını tesadüfle veya doğayla açıklamaya çalışmaktadırlar. Bu durumda, bunlar dinsiz (mülhid) olamazlar; bunlar
ALLAH (C. C.)
- 615 -
tam bir “müşrik”; yaptıkları da “şirk”dir. Çünkü inkâr ettikleri Allah’ın sıfatlarını (en önce yaratma sıfatını) O’ndan alıp, “tesadüf” veya “doğa” adını verdikleri bir tanrıya vermiş oluyorlar. Kendilerine yanlış olarak , “dinsiz” denen bu “çok dinli” , “çok tanrılı” kimseler, ellerinde tuttukları medya aracılığıyla dinlerinden edip sürüleştirdikleri yığınları ifsad edip kandırmaya çalışmaktadırlar. “Doğa öyle yaratmış” , “tabiat ananın lütfu” , “burcunuz...” , “yıldızınız...” , “astroloğunuz diyor ki...” gibi ifade ve başlıkları altında reklamını yaptıkları hurafelerin, çağdaş üfürükçülerin ve falcıların peşine takmayı ihmal etmiyorlar. Dünyanın güneşten kopup içinde canlıların oluşmasını, insanın ortaya çıkışını tesadüfe bağlamaya çalışıyorlar.
Çağdaş dünyada değişiklik olsun diye ortaya atılan felsefe ve dünya görüşlerinin, ahlâk ve erdem açısından en tahripkâr olanı, hiç kuşkusuz dinsizliktir, ateizmdir. Bu tavrın yaygınlaşmasında en büyük pay, elbette düzenin ve egemen güçlerindir.
Bu inkâr hastalığının pençesine düşenler dahi, eğer tamamıyla öldürüp yok edememişlerse vicdanlarının ta derinliklerinde Allah’ın varlığını hissederler. Bu his, Allah’ın da hidâyetiyle kimi zaman kişinin varlığını kuşatarak hayatının tamamına hakim olur. Kimi zaman da bir felaket, bir korku sırasında geçici olarak ortaya çıkar. Gerçek şu ki, olmayan bir şey hissedilmez. Sonlu ve yaratılmış olan insan zihni, sonsuz ve yaratılmamış bir varlığı icad edemez. Bizi koruyan kim ise var eden de odur. Varlığımız, Allah’ın varlığının en kesin delilidir.
Her şeylerini Allah’a borçlu olan ve buna rağmen ihanetin zirvesine çıkıp O’nu inkâr eden Allah’sız materyalistlere sormalı: Allah’sız bir dünyada faziletli olmanın, kurallı yaşamanın, dürüst davranmanın, yani özetle ahlâklı olmanın sebebi ne? Allah ve âhirette ödül yoksa, bütün bu zahmetlere insan niçin katlansın?
Allah’ın, âhiretin, hesabın, sorgunun, sualin olmadığı bir hayat namuslulara, ahlâklılara, dürüstlere, hakkı hukuku gözetenlere, erdemlilere bir cehennem; namussuzlara, hırsızlara, canilere, ahlâksızlara bir cennet olurdu. Öylesi bir dünyada insanları erdemli ve ahlâklı yaşamanın gerekliliğine nasıl ikna edecektiniz ve onlar neden ikna olsunlar? Olmuyorlar zaten. Allah’ı hayatına, siyasetine, devletine, okuluna karıştırmak istemeyen laiklerin, materyalistlerin yaşantıları bunun en açık delili değil midir?
İnsanlık tarihi Allah’ını, dinini, imanını kaybedenlerin şeref, ahlâk, fazilet, birlik, dirlik, özetle insanı insan yapan her şeylerini kaybettiklerinin örnekleriyle doludur. Yine tarih, gerçek anlamıyla iman edenlerin kahramanlıklarını, her konudaki erdem ve faziletlerini gıptayla hatırlamakta ve hatırlatmaktadır.
d- Panteizm
Panteizm, vücûdiyye, kamutanrıcılık demektir. Evrenle tanrıyı bir ve aynı şey kabul eden felsefî görüş. İnce mânâlarla dolu, bütün parçaları birbiriyle uyumlu, gâyet değerli bir kitaba iki adam bakıyorlar. Bunlardan biri şöyle düşünüyor: “Bu kitabın yazarını göremiyorum, nerede olduğunu bilmiyorum, ama varlığına inanıyorum. Üstelik yazar, kitap cinsinden de olamaz.” Öbür adam ise şu kanaate varıyor: “Bu hârika eserin yazarı, kitabın içindedir, harflerin, kelimelerin, satırların, mürekkep zerrelerinin arasındadır yahut kitabın kendisi aynı zamanda
- 616 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yazardır veya içindeki mânâlar bütünü, bu kitabı yazmıştır.”
Kâinat da, burada sözü edilen kitaba benzer. İçinde bulunan büyük küçük her varlık mânâlı birer kelime gibidir. Nasıl her kitabın bir yazarı varsa, kâinatın da bir ustası vardır. Kâinat ve içindekiler vehim ve hayal değillerdir. Ancak, Allah Teâlâ’nın yaratmasıyla var olmuşlardır ve yine O’nun bekasıyla varlıklarını devam ettirmektedirler. İlâhî isimler kâinatta tecelli eder, görünür, bu tecellî kesilirse kâinat yok olur.
“Yazar kitabın içindedir” diyen adamın kanaati “panteizm”e misaldir. Uydurma dilde “kamutanrıcılık” diye adlandırılan bu felsefeye göre, kâinatın yaratıcısı kâinattan ayrı bir varlık değildir, “tanrı, evrende içkindir.” Yaratıcıyı kâinatın dışında aramak boşunadır. Yaratılanların toplamı aynı zamanda ilâhın ta kendisidir veya “tanrı” varlıkların bünyesine “sızmıştır”. Her varlık “evrende içkin” olan “tanrının” bir parçasıdır. “Tanrı” her an değişmekte, kendi kendini yenilemekte ve zamanla birlikte tazelenmektedir.
Bir bakıma, bu felsefede kâinat namına Allah inkâr edilmektedir. Yazarı kitabın içinde sanan ve kitap adına yazarı inkâr eden adamla panteistin ne farkı var ? Bu felsefe bir safsatadan ibârettir. Bu hükmü nasıl mı veriyoruz ? Çünkü, kâinat sınırlıdır, Allah’ın isimleri ve sıfatları ise, sonsuzdur. Bütün varlıklar “hâdis”tir, yani “sonradan yaratılmış”tır. Allah ise, ezelîdir, varlığının başlangıcı yoktur. Kâinatta güzel, çirkin, iyi, kötü, noksan, mükemmel... bir aradadır. Allah ise, mutlak kemâl, cemâl ve celâl sahibidir, yani sınırsız, eksiksiz ve noksansız güzeldir, mükemmeldir, büyüktür.
Kâinat ve kâinatı oluşturan varlıklar, mükemmelleşmek için devamlı değişir, bozulur, başkalaşır, dağılır, toparlanır, ayrılır, birleşir. Allah ise, vâhiddir, ehaddir, ferddir, sonsuz mükemmel olduğu için değişmeye, başkalaşmaya, dağılmaya ve yeniden yapılanmaya muhtaç değildir. Yaratılmış varlıklar, zamanın etkisi altındadır, Allah ise, zamana mahkûm değildir. Çünkü, zamanı yaratan da Odur. Kâinatı teşkil eden her varlık âcizdir, fakirdir, muhtaçtır. Allah ise, Sameddir, yani her varlık O’na muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Varlıklar şu veya bu şekilde doğarlar ve ölürler, Yaradanın ise, hayatı dâimî ve bakidir. O, doğmamış ve doğurmamıştır.
Varlıklar ilimden, irâdeden ve şuurî bir kudretten mahrumdurlar, bu özellikleriyle sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi yaratıcıyı teşkil edemezler. Allah, maddî bir varlık değildir. Maddî olmayanın mekânı da yoktur. Kezâ, bölünmek ve parçalara ayrılmak maddenin özellikleridir. Şekil, boyut, renk, ağırlık ve benzeri vasıflar da, yine maddenin ve maddî varlıkların özellikleridir. Bütün varlıklar “mümkin”dir, yani olması ve olmaması eşit iken, var olmasını dileyen bir başka varlığa muhtaçtır. Allah ise, “vâcib varlık”tır. Varlığı zarurîdir, kendindendir, ezelîdir. Mümkin varlıklar, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için o vâcip varlığa muhtaçtırlar. Allah, “muhâlefetün lilhavadis,” yani sonradan yaratılanlara benzemezlik özelliğiyle “mümkin” varlıklara hiçbir yönden benzemeyendir. Tasavvur edilememesi de bu sebepledir.
Panteistin hâli, sanatlı bir câminin hârika mimarisine hayran olup, “Mimar bu caminin içindedir, cami ayrı mimar ayrı değildir, ikisi aynıdır, biri diğerini içine almıştır, bu ikisi esasen tek varlıktır,” diyen adama benzer. Panteizm de bir
ALLAH (C. C.)
- 617 -
nevi putçuluktur, ancak burada taştan ve ağaçtan yapılmış küçük bir put yerine, varlıkların toplamı olan “kâinat” öne çıkartılmış, bu devâsâ kütlenin azameti karşısında baş eğilmiştir.
(Bu bâtıl felsefe, tasavvuf etkisiyle bazı müslüman geçinenlere de sirâyet etmiştir. “Lâ mevcûde illâ hû” -O’ndan, yani Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur; her şey O’dur- veya “Ene’l-Hak” -Ben Hakk’ım, yani Tanrı’yım- anlayışları, bu felsefî yaklaşımdan çok farklı görüşler değildir.)
İslâmî imanın özü ise, Allah kâinatı yaratandır. O, yarattıklarına benzemez. Varlıklarla alâkası “yaratıcılık”tır. Her şey Onun eseridir. Her usta gibi, O da eserinin içinde olamaz. “Heme Ost” değil, “Heme Ezost”tur, yani “her şey O” değil, “her şey Ondan”dır.
e- Pozitivizm
(Müsbet bilimcilik, laboratuvarla isbatlanan bilimselcilik) Pozitivizm: İspatiyye, olguculuk. Varlıkları müşahade edilebilir olanlardan ibaret sayan ve bilgi alanını olgularla sınırlayan felsefi görüş.
Bilim alanında önemli gelişmeler olurken, felsefî bir akım ortaya çıktı: Pozitivizm. Bu cereyan daha önceki devirlerde de vardı, fakat cılız, sönük ve sessizdi. Bizim tefekkür dünyamızda “isbâtiyyecilik” diye tanınırdı. Fennin çocukluk dönemlerinde bir hırsız gibi dağlarda gezen bu görüş, şimdi okullara girdi, aramızda dolaşıyor.
“Fizik, kimya, biyoloji gibi ilimlerin deneylerle ispatladığı fikirlerden başka şeye inanmayınız” diyen yarı aydınlar türedi. “Fennin gösterdiği ışıklı yolda yürüyünüz” diyen istismarcılar var. Nihâyet, sayıları az da olsa, inanmak için laboratuvarların kapılarını gözetleyen taklitçiler ortaya çıktı. İşin en acı tarafı da, bu kimselerin, fen ilimleri adına dini inkâra cür’et etmeleridir. Çünkü dinin kaynağı vahiydir ve İlâhî meseleler laboratuvara girmez.
Her şeyden önce şu sorulara cevap arayalım: Fennin konusu nedir? Pozitif ilimlerin sınırı nerede başlar, nerede biter? Şüphesiz, fen ilimlerinin konusu maddedir. Fizik, cisimleri ve varlıklar arasındaki münasebetleri inceler. Kimya, eşyanın iç yüzünü keşfe çalışır. Biyoloji, canlılar dünyasını aydınlatır. Astronomi ise, uzayı ve uzaydaki cisimleri tetkik eder. Tıp ilminin sahası insan bedenidir. Diğer pozitif ilimler de yine maddenin daha başka yönlerini anlamaya çalışır. Maddenin bittiği yerde metafizik, yani fizik ötesi dünya başlar ki, o zaman fen adamı, bu değişik âlemin eşiğinde durmaya mecburdur. Dış duyularımızla algılanamayan bu âlemin de kendine has uzmanları vardır. Bu sahada söz onlara düşer.
Peki bir fen adamı mânevî konulara dâir hükümler verirse ne olur? İşte o zaman haddini aşar ve mantığın kırbacıyla kendi alanına kovalanır. Nasıl, bir mühendisin sözü tıp alanında kâle alınmazsa, nasıl, bir ressamın fikri astronomide ölçü kabul edilmezse, öyle de bir fizikçinin veya doktorun görüşü dinî konularda muteber değildir. Kiraz ağacından süt sağılamıyacağı gibi, koyundan da kiraz üretmesi beklenemez. Ümit eden mahrum kalır. Denizde yaşayan ve şehirleri göremeyen balıklar, belediye kanunlarını ve görgü kaidelerini inkâra yeltenemezler. Gördüklerine inanan ve tecrübesine güvenen kişilerin de bu balıklardan
- 618 -
KUR’AN KAVRAMLARI
pek farkı yoktur.
Esasen, fen alanında çalışanlar olmayanı var etmiyorlar. Yaptıkları mevcudu keşfetmekten ibarettir. Yer çekimi Newton’dan önce de vardı. Sular Arşimet’ten önce de cisimleri kaldırıyordu. Galile doğmadan evvel de dünya dönüyordu ve yuvarlaktı. Vücut makinesi tıp ilmi yokken de çalışıyordu.
Pozitif ilimlerin yaptığı, madde dünyasını ve bu dünyanın kanunlarını anlamaya çalışmaktan ve yaratılan eserlere isimler takmaktan ibarettir, dersek hiç de mübalâğa etmiş olmayız. Bu keşifleri yapanlara “mucit” adı veriliyor ki, yanlıştır. Mucit, olmayanı var eden demektir. Fen adamlarının yaptığı ise, keşiftir. Bundan dolayı “kâşif”diye isimlendirilmeleri daha doğrudur.
“İspat edilmeyen, deneylerle doğruluğu anlaşılmayan teorilere inanılmaz,” sözü maddî sahaya münhasır kalırsa doğru olabilir. Nitekim, insanların maymundan geldiği fikri ispatlanamamış ve bir teori olarak kalmıştır. Fakat mezkur hüküm, dini de içine alacak kadar geniş bir mânâda kullanılırsa yanlıştır ve reddedilmeye mahkûmdur.
Fen ilimleri, insanı, İlâhî hakikatlârın inkârına değil, kabulüne götürür. Çünkü, mantık bize her eserin bir ustasının olduğunu söyler, dumanın ateşe delil olması gibi. Fenlerin tetkik ettiği kâinat da bir eserdir. Bundan dolayı, onun da sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi bir ustasının olması zarurîdir.
Bilimlerin Dilinden
İslâm, hiçbir zaman, hiçbir meselede bilime ters düşmemiş, bilâkis onu teşvik etmiştir. Dinî kaynaklar bunun güzel örnekleriyle doludur. Allahın iki kitabı vardır: Biri Kuranı Kerimdir ki, “kelâm” sıfatından gelir, diğeri kâinattır ve “kudret” sıfatının eseridir.
İlim adamları, dine inansalar da, inanmasalar da kâinat kitabını okumakta ve Yaradanın eserlerini tefsir etmektedirler. Efendilerini tanımadan çalışan ve iş gören köleler gibi! Her bilim dalı, kendine has bir dil ile mütemadiyen Allah’tan bahsediyor. Meselâ, botanik ilmi, bize bir ağacın özelliklerini anlatır. Ağacın topraktaki gıdaları nasıl aldığını, yapraklara kadar nasıl taşıdığını, meyvelerin nasıl meydana geldiğini, büyümenin ne şekilde olduğunu gösterir. Böylece, karşımıza hücrelerden oluşan, kökü, gövdesi, dalı, yaprağı, çiçeği ve meyvesiyle mükemmel bir makine çıkar. Üstelik de canlıdır.
Şimdi insafla düşünelim: Bu harika makineyi akılsız, şuursuz, ilimden, iradeden ve kudretten mahrum basit bir toprak nasıl yaratır? Bitki âlimlerinin, dev laboratuvarlarda bile bir tek yaprağını yapamadıkları ilmî bir gerçekken, ağaç, başka bir ifadeyle odun, o harikulâde çiçekleri ve meyveleri nasıl yapar? Her bir ağaç o mûcizevî yaratılışıyla isimleri ve sıfatları sonsuz bir zatı ispat etmez mi?
Kezâ zooloji ilmi, aklımıza bir hayvanın iç dünyasının kapılarını açtı. Her hayvanın harikulâde birer fabrika olduğunu anladık. Zehirli sinek bal yapıyor. Elsiz böcek ipek dokuyor, dilsiz koyun süt üretiyor. İlim gösterdi ki, basit bir saman ve sudan, lâtif bir gıda olan sütü yapmak o akılsız koyunun işi değildir. Koyun, arı, ipek böceği ve benzeri bütün hayvanlar, ressamın fırçası, yazarın kalemi, marangozun çekici gibi birer âlettirler. Yaratmak fiilinin fâili ise, şüphesiz bu kâinatın da ustası olan Rabbimizdir.
ALLAH (C. C.)
- 619 -
Astronomi ilminin penceresinden bakarak, dünyanın uzaydaki hâlini gördük. Güneşin etrafında mermi hızıyla uçan dev bir tayyare. Kanatsız, motorsuz, pilotsuz, gürültüsüz ve olabildiğince büyük. Üstündeki yolcular ise gâyet rahat seyahat etmekteler. Çoğu zaman uçtuklarının bile farkında değiller. Bir yandan da dünya, kendi ekseni etrafında dönüyor. Geceler, gündüzler ve mevsimler bu iki dönüşün ürünü. Güneşe yaklaşsak tehlike, uzaklaşsak tehlike. Güneşin çevresinde uçan sadece dünya da değil, diğer gezegenler de var. Onlardan birisiyle çarpışması işten bile değil. Fakat hiçbir aksaklık olmuyor, her şey yolunda gidiyor. Bu düzen milyonlarca seneden beri hiç bozulmuyor.
Astronomi okuyan herkesin düşünmesi ve şu soruları kendi kendine sorması gerekmez mi: Bu hassas dengeyi kim kurdu? Dünyayı yaşanacak hâle kim getirdi. Pilotları da bulunduğu hâlde bazı uçakların çarpıştığı bir gerçekken, bu dev cisimleri çarptırmadan döndüren ve uçuran hangi ilim ve kudrettir?
Hele, yaratıklar içinde biri var ki, o başlı başına bir mûcizedir. Adına insan derler. Düşünür, hayâl eder, araştırır, anlar, sever, acır, nefret eder... Binlerce kabiliyetle donatılmıştır. Daha da önemlisi kendi varlığının şuurundadır. Kâinat onun idrakiyle ışıklanır. Bu muhteşem canlının ruh, kalp, akıl ve hayâl gibi manevî cihazları bir yana, maddî yapısı da bir sanat şaheseridir. Gözün en güzeli, elin en kullanışlısı, saçın en lâtifi, dilin en tatlısı, endamın en mevzunu, boyun en mutedili, uzatmaya ne hacet, her şeyin en iyisi ona verilmiştir.
Tıp ilmiyle anlaşıldı ki, vücudunun dışı gibi, içi de harikalar harikası. Tonlarca kan pompalayan kalbi, yemekleri kolayca sindiren midesi, kan temizleme makinesi olan akciğerleri, kilometrelerce uzunluktaki damarları, daha bilmem nesi ve nesiyle gerçek bir şâheser. Heykel, heykeltıraşını göstersin de, tıp ilmiyle mükemmelliği anlaşılan insan vücudu ustasını tanıtmasın, mümkün mü?
Misalleri çoğaltmak mümkün, ama “ârif olana bir işaret kâfidir” deyip, kısa kesiyoruz.
Bak ve Düşün!
Müsbet ilimlerin zirveye doğru tırmandığı bir asırdayız. Günümüz insanı nakille yetinmiyor, aklî izahlar da istiyor. Kimi insanlarca, “bilim,” dinden ayrı bir değerler manzumesi gibi gösteriliyor, küfre ve inkâra delil olarak kullanılmaya çalışılıyor. Bugün inkâr, cehâletten değil, fenden ve felsefeden geliyor.
Bu sebeple biz, pozitivist ve materyalist eğitimden geçirilmiş günümüz insanına, onun anladığı lisanla İlâhî hakikatları anlatmaya çalışıyoruz. Bu, belâgattır, yani muhâtabın hâline uygun söz söyleme sanatıdır. Bilim diye adlandırılan kâinatla ilgili fenlerin inkâra değil, imana delil olduğunu gösteriyoruz ki, hakikat de budur. Zira her fen, kendine has bir dille Allah’tan bahsediyor, yaratıcıyı tanıttırıyor.
Kur’an, bize, “f’anzur!” yani “nazar et, bak!” emrini veriyor, biz de, âyetin hatırlattığı İlâhî sanat eserlerine bakıyoruz. Kur’an bize, “hiç düşünmez misiniz?” diye soruyor, düşünmemizi istiyor. Biz de tefekkür ediyor, aklımızı kullanıyoruz. Efendimiz, “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibâdetten üstündür” buyuruyor. Bu küllî ibâdeti yapabilmek de gerekir. Bu tavrın, dini reddeden ve “bilim”i putlaştıran pozitivizmle alâkası yoktur.
- 620 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu konuda unutulmaması gereken esas şudur: Vahiy esas, akıl vâsıtadır. İslâmiyet efendi, fenler köledir. Hüdâ hâkim, dehâ mahkûmdur. Müsbet ilimleri esas kabul edip, İslâm’ı onlara râm etmekten Allah’a sığınırız. Felsefe, yaratıcıyı unutur, kâinattan kâinat nâmına bahseder. Müslüman ise, her konuda rehberi olan Kuran gibi, kâinattan Allah adına bahseder, varlık aynalarında tecelli eden İlâhî isimleri gösterir.
Biz, fen ilimleri, şu kâinat kitabını incelemekle dine hizmet eder, bir müslüman fen bilimlerine bu gözle bakar. Bir harf kâtipsiz olamayacağı gibi, şu kâinat kitabı da ustasız ve müellifsiz olamaz. Kur’ân-ı Kerim de Rabbimizin kitabıdır, kâinat da. Her biri, diğerini tefsir eder ve açıklar. Her fen, kendine mahsus bir dil ile bize Rabbimizi tanıtır. Müslüman, müsbet ilmi reddetmez, ebedî bir gâye vermekle onu mârifet hâline getirir. İmana râm olan ilim, nûr olur.
İlimler
Bize göre, ilim bir bütündür ve “Âlim” isminden kaynaklanır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, hem fennin konusu olan kâinattan, hem de bugün bazılarının yanlış olarak “din ilmi” dediği, “naklî ilimler” dediğimiz meselelerden bahsettiği hâlde, konularını iki ayrı ilmin isimleri altında toplamamıştır. Fen ilmi, din ilmi gibi ayırımlar sun’îdir. İnsanın, bütünü kucaklayamayışından dolayı ilim, iki ana bölüme ayrılmış, her bölüm de kendi içinde bölümlenmiştir.
Ancak, bu ayrımı bir kötü niyet ürünü olarak ısrarla yapan, bilimle din arasında hiçbir alâka yokmuş gibi davrananlar da var. Bilim adına kâinata sahip çıkıp, inananları ve imanı maddî âlemin dışına sürgün etmeye çalışan bu kafayı da unutmuyoruz. Ona şunu söylüyoruz: “Maddî, mânevî bütün âlemler Rabbimizindir. Bilim adına incelediğin şu görünen âleme de Allah hükmeder. Senin yanlış olarak tabiat kanunları dediğin şeyler, aslında, Onun kevnî kanunlarıdır. Sen, yeni bir kanun koymuyor, sadece yürürlükteki kanunları görüp, onlara isimler veriyorsun.”
Ortada kabul edilmiş bir “durum” var, ilimler, “fen ilmi ve din ilmi” diye ikiye ayrılmış. Bu yapay ayırmayı, daha doğru bir şekilde şöyle ifadelendirmek gerekir: Aklî ilimler ve naklî ilimler. Aklî ilimler (fen bilgileri), şu “kâinat fabrikası”nın nasıl çalıştığını açıklar. Naklî ilimler ise, kim tarafından ve niçin kurulduğunun cevabını verir. “Niçin?” suali karşısında fen, sağır ve dilsizdir. Ancak bu zâhirî ayrılık, dinin, “nasıl” sorusuna cevap vermediği mânâsına gelmez.
Kur’ân-ı Kerim, kâinatın işleyiş kanunları hakkında önemli açıklamalar yapmış, kıymetli ip uçları vermiştir. Ayrıntılara girmeyişi onun bir fen kitabı olmayışındandır. “imtihan sırrı”na aykırı düşmeyecek şekilde bütün fen bilimlerinin özü bildirilmiştir. Her ilmî gelişmenin, bazı âyetleri daha iyi anlamamıza yardımcı olması da bu sırdan ileri gelmektedir.
Fen ilimlerini iman gözüyle okumayı öğrenenler, hem “nasıl”ın, hem de “niçin”in cevabını almakla tam bilgiye ve gerçek marifete ulaşacaklardır. Vicdanın ışığı naklî ilimler, aklın nuru medeniyet fenleri, yani aklî ilimlerdir. Hakikat, ikisinin kaynaşmasıyla tecelli eder. Ayrıldıkları zaman, sadece naklî ilimleri okuyanlarda “taassub” yalnız fen tahsil edenlerde ise “hile ve şüphe” meydana gelir.
ALLAH (C. C.)
- 621 -
Vicdanı İlâhî mizanlarla ayarlanmamış bir kimsenin elinde fen, dehşetli bir silâh olabilir, nitekim oluyor da.
f- İdealizm
İftikârîye, düşüncecilik. “Varlık, düşüncenin ürünü, ya da düşüncenin kendisidir” tezini savunan felsefelerin genel adı.
Pencereden baktığımızda gözümüze ilişen şu nesneler gerçek mi, hayal mi? İşte bir elma ağacı! Baharda çiçekleniyor, yapraklanıyor, yazın meyveler veriyor, biz bu meyveleri yiyoruz. Sonbaharda ölüp ilkbaharda diriliyor, rüzgarla sallanan dallarına kuşlar konup kalkıyor. Bu ağaç yalnız benim gözlerimde ve zihnimde mi var? Çiçekler, yapraklar, meyveler, esen rüzgarlar, cıvıldaşan kuşlar birer vehimden mi ibâret? Topluca söylersek, acaba benim dışımda var sandığım şeyler, gerçekten var mı?
Garip sorular sorduğumun farkındayım, fakat daha da garip olanı şu ki, bu soruyu birçok felsefeci de kendi kendine sormuş, “Nesneler bizim içimizde vardır, onlar zihnimizin meyveleridir, biz var sanıyoruz, ama gerçekte onlar yoktur,” diye cevap vermişler. Sonra bu görüş bir felsefe hâline gelmiş. İşte “idealizm” ruh adına maddeyi, düşünce adına dışımızdaki varlıkları reddeden bu felsefî akımın adıdır.
İdealizmin tipik temsilcisi Berkeley, “Duyularımızla algıladığımız nesneler, fikirlerden başka bir şey değildir ve fikirler ise bizim ruhumuzun dışında var olamazlar,” diyor. Gerçi bütün idealist düşünürlerin tıpatıp aynı fikirleri paylaştığı söylenemez, fakat ayrıldıkları noktaların önemli olduğunu da söyleyemeyiz.
İdealistlerin yanıldıkları nokta, “özel dünya” ile “genel dünya”yı birbirine karıştırmaları, ya da bunları aynı şey saymalarıdır. Oysa genel dünya ile özel dünyalar biçimce birbirinin aynıdır, ama hükümleri ve kanunları birbirinden bütünüyle farklıdır.
Herkesin, şu umumî dünyadan ayrı bir de hususî dünyası vardır. Onun rengi, şekli, güzelliği, iyiliği insanın ruh hâline göredir. Üzgün ve ümitsiz bir kişi, kâinatı bir matem yeri gibi görür. Oysa, neşeli bir insan için, bu dünya bir bayram yeridir. Benim özel dünyamın bir dış gerçekliği yoktur, o benim içimdedir ve ancak benimle vardır, ama benim ölümümle o âlem yıkılır. Özel dünyanın yıkılması genel dünyanın da yıkılması demek değildir. Ağacı gösteren bir ayna kırılmakla o ağacın aynadaki görüntüsü silinir, ama ağaç var olmaya devam eder.
Berkeley, fikirlerini açıklarken, nesnelerdeki özelliklerin herkese göre değiştiğini söyler ve buradan yola çıkarak “şey”lerin gerçekliğini reddeder. Oysa, varlıklardaki özelliklerin “göreli,” başka bir deyişle “izafî” olması, onların gerçekte var olmadıkları anlamına gelmez. Bir taşın ağır mı, hafif mi olduğu konusunda aynı kanaati paylaşmayabiliriz, birimiz ağır, diğerimiz hafif demiş olabiliriz. izlenimlerimiz aynı da olsa, ayrı da olsa “taşın varlığını” dile getirir.
Aynaların farklılığı, nasıl görüntülerin de farklılığını sonuç veriyorsa ve nasıl bu farklılık sebebiyle aynanın karşısındaki manzara inkâr edilemiyorsa, birer ayna görevi yapan zihinlerimiz de nesneleri değişik biçimde idrak ediyor diye, “bizim dışımızda yokturlar” diyemeyiz. İdealizmin, “varlıklar benim zihnimin ürünüdür” temel cümlesinden yola çıkarsak,”dış âlemde var sanılan her şeyi
- 622 -
KUR’AN KAVRAMLARI
benim zihnim yaratıyor,” noktasına varırız. Bu düşünce, bizi, iki önemli yanlışa sürükler. Biri, eli ermez gücü yetmez bir canlı olan insanı tanrılaştırmak. İkincisi, İlâhî isimlerin nesnelerdeki tecellilerini perdelemek.
Oysa yaratıklar, aynalar gibi, Rabbimizin “güzel isimler”ini gösterir, tanıttırır ve sevdirirler. Eser inkâr edilirse ustayı kim hatırlar! Gerçekte var olmayan bir insanın, gerçekte var olmayan bir elmayı yediğini varsayan bir kimse, sonsuz merhametiyle insanları yaratan, yeryüzünü onlara bir nimet sofrası yapan, Rahman, Rahim, Kerim, Vedud... gibi pekçok ismin sahibi Rabbini tanıyamaz, bilemez, sevemez.
Özel dünya ile genel dünyayı birbirine karıştırmanın, aralarındaki temel farkı görememenin bir başka türlüsü, idealizmi bir felsefe olarak benimsemeyenlerde de var. Bir his yanılmasından dolayı özel dünyasını genel dünya gibi ölümsüz sanan ve dış dünyanın gerçeklik, kararlılık ve sarsılmazlık özelliklerine bakarak, ona yalnız biçimce benzeyen kendi dünyasını da metin, sürekli ve değişmez sanma yanılgısı. Bu galat, insanın kendi ölümünü düşünmemesi ve yalnız dünyanın yıkılmasına nazar etmesi türünden bir “gaflet”i netice veriyor.
İslâm Felsefesi mi? Materyalistler, felsefeleri üç temel kategoride incelerler: “idealizm, materyalizm ve bilinemezcilik.“Sonra bütün dinleri idealizmin içinde sayar, onu çürütmekle dinleri de çürüttüklerini söylerler.
Biz, bu sınıflandırmanın hem yanlış, hem de kötü niyet ürünü olduğu kanaatindeyiz. “Özünü yitirmiş dinler“e ve “beşerî düşünceler“demek olan felsefelere hiçbir biçimde benzemeyen İslâm ayrı bir kategoride ele alınmalı. “Materyalizmin zıddı idealizmdir, materyalizm dinlerin karşı kutbundadır, şu hâlde İslâm’la idealizm aynı şeydir“şeklinde özetlenebilecek akıl yürütmenin hiçbir hakikatı yoktur.
Gerçi idealizmde “tanrı inancı” vardır, bu yüzden de onu, materyalizm gibi tamamen inkârcı bir felsefeyle bir tutamayız, ama biliriz ki, sonuçta o bir “felsefe”dir ve İslâmiyet’le ilgisi yoktur. Kur’ân-ı Kerimde güzel isimleri ve benzersiz sıfatlarıyla tanıtılan Allah Tealâ ile, bu filozofların sınırlı zihinlerinin ürünü olan bir ilâhın aynı varlık olmadığı açıktır.
İslâmiyet’in kâinata bakış açısı hiçbir felsefeyle kıyaslanamayacak derecede “özgün”dür. Her meselede olduğu gibi “varlık” konusunda da İslâm, “ifrat” ve “tefrit”i terketmiş, “vasat”ı, yani “müstakim yolu” göstermiştir. Madde vardır, nesneler vardır, dış âlemde görünenler bir hayal, bir vehim değildir, ancak bu var oluş “kendiliğinden” değildir, Allah’ın yaratmasıyladır.
Allah “vâcib” varlıktır, ezelîdir, ebedîdir, varlığı kendindendir, bir başkasının etkisiyle var olmamıştır. Nesneler, şeyler ise “mümkin” varlıklardır, Allahın yaratmasıyla var olmuşlardır, ama hayal ve vehim değillerdir. Gerçi varlıkları “vacib” varlığa oranla “zayıf bir zıll” ve “kararsız bir gölgedir, “ fakat yine de dış âlemdeki gerçeklikleri göz ardı edilemez.
Varlıkların zaman ırmağında devamı ve mekân deryasında sebatı “Kayyum” isminin tecellisiyledir. Her “şey” bir “eser”dir, ustasının “güzel isimler”ine ayna olmuştur. Bir kitap nasıl yazarının ilmini gösterirse, kâinat kitabı da yaratıcısını göstermektedir. Bu bakış açısının, maddeyi tanrılaştıran materyalizme ve
ALLAH (C. C.)
- 623 -
“dışımızdaki nesnel dünya bizim fantezimizdir” diyen idealizme benzemediği olabildiğince açık değil mi ?
g- Reenkarnasyon
Reenkarnasyon; Eskilerin Tenâsuh dediği, ruh göçü demektir. Ruhun, ölümden sonra başka bir bedene göç ettiğine inananların görüşüdür.
Çoğumuz, Firavunların, yani ilâhlık iddiasında bulunan Mısır hükümdarlarının cesetlerini mumyalattıklarını duymuşuzdur, ama bunu niçin yaptıklarını bilenimiz pek azdır. Yine çoğumuz, firavunların mücevherler ve kıymetli ev eşyalarıyla gömüldüğünü biliriz de, sebebini pek bilmeyiz.
Meğer Firavunlar da kendilerine göre bir inancı varmış. Bu inanca göre, ruhlar, ölüm sonucu bedenlerinden ayrılınca başka bir bedene girerlermiş. Bu yeni beden, bir bitkiye veya bir hayvana da ait olabilirmiş. Söz gelişi, bir firavun ruhu, birçok bitki, hayvan ve insanı dolaştıktan sonra, gelir, eski cesedini bulurmuş. İşte bu noktada bir tedbir almak gerekiyormuş: Cesetleri koruma altına almak. Öyle ya, ruh, çürümüş cesedi ne yapsın! Firavunlar düşünmüşler, “bilimsel gerçekler ışığında” bir çâre bulmuşlar: Cesetleri mumyalatmak! “Biraz pörsümüş de olsa, beden bedendir ve hiç yoktan iyidir,” demişler. Ceset mumyalatma işi, başlı başına bir “bilim ve sanat dalı” hâline gelmiş. Koca koca Firavunlar, yeniden dirildikleri zaman fakir, parasız ve eşyasız mı kalsınlar! İşte, altınlarını ve kıymetli eşyalarını da beraber gömmelerinin sebebi bu fukaralıktan korkmalarıymış.
Bunları niçin mi anlatıyoruz? Batıdan aşırılan kelimelerle allanıp pullanarak çağdaşlık maskesi altında ortaya konan “reenkarnasyon” safsatasının tarihini bir nebze de olsa göstermek için. Yalnız, “çağdaş”ların bir farkları var ki, cesetlerini mumyalatıp, dolarları ve eşyalarıyla gömmeyi akıl edemiyorlar. Kimbilir, belki de daha iyi bir yol bulmuşlardır, ama”meslek sırrı” diye kimseye söylemiyorlar!
Bundan böyle günlük hayatınızda daha dikkatli davranın. Meselâ, ağacı küçümseyip de bir “günaydın” bile demeden geçmeyin, içinde bir şövalye olabilir. Kestiğiniz dananın Şekspir olmadığını nerden biliyorsunuz? Ya kapınızın önünde havlayan köpek Volter ise. Bir salatalığı ısırırken Jan Jak Russo’nun boynunu koparıyor olabilirsiniz. Bence Lenin bir yılan olmuştur, Darvin de bir maymun.
Hemen her asırda beş on tane bulunan ve büyük makamları işgal ettikleri için düşünülünce hemen hatıra geliveren din düşmanlarını göz önüne getirin. Hepsinde birer firavun edası yok mu? Bu özellikte kişiler, çağımızda daha çok görüldü ve görülüyor. Bana öyle geliyor ki, eski devirlerde ölen firavunlar, cesetlerine dönmeye başladılar bile!
Biz, dünyadaki bütün insanların birer ruhu olduğunu sanıyoruz değil mi? işte büyük bir hata daha! Reenkarnasyon fikrine göre milyarlarca insan pekâlâ ruhsuz yaşayabilir! Ne demek bu? Şu demek: Başlangıçta dünya nüfusu gâyet az idi. İslâma göre, bir anne ve bir babadan ibaretti. Din dışı bilime göre de durum bundan pek farklı değil. Dünya nüfusu ise, katlanarak çoğaldı ve beş milyara ulaştı. Eğer ölen insanın ruhu, yeni bir bedene girerek yaşamaya devam ediyorsa, bugün milyarlarca insanın ruhsuz olması gerekmiyor mu?
Ruhlar bedenlerinden ayrıldıkları zaman şuurlu mudur, şuursuz mu? Şuursuz iseler, ikinci bedenlerini nasıl buluyor ve giriyorlar? Şuurluysalar niçin bir
- 624 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hayvanın veya bir fakirin bedenine girsinler! Hepsi zengin aileleri istiyor da önce davranan mı hak kazanıyor acaba? Kura çekiyor olmasınlar! Bedenlerinden ayrıldıkları zaman, elbise sipariş eder gibi annelerden beden mi istiyorlar yoksa? Belki de onları sıraya koyan bir ağabeyleri vardır!
Reenkarnasyon, bir fantezi olmak itibariyle hayli ilgi çekici. Canı sıkılan ve zaman geçirmek isteyen kişi, çevresindeki insanlara bakarak, onların öldükten sonra hangi hayvanın bedenine yakışacağını hayal ederek saatler geçirebilir. Hayvanları incelemek sûretiyle de, onların içindeki ruhun ne tip bir şahısa ait olduğunu tahmin etmeye çalışarak eğlenmek de mümkün.
Fakat ilgi bu noktada kalmaz da, ciddi boyutlara ulaşırsa, işte o zaman tehlikeli. Çünkü, bu kanaati yaymaya çalışanların eserleri İslâmî imana aykırı fikirlerle dolu. Özellikle kabir âlemi, âhiret, cennet ve cehennem konusunda dalalete gidiyor, hem sapıtıyor, hem de saptırıyorlar.
Bu akımın mensupları, İslâmiyet’in ter ü taze iman esaslarını değil, nefislerine hoş gelen felsefî “ilke”leri benimsiyorlar. “Ruhun bedenden bedene geçerek dünyada dolaşması fikri,” bu ilkelerden sadece bir tanesi. “Bu geçişleri kim düzenliyor?” diye sorulursa,”tanrı” diyorlar. Kendilerine has hayalî bir tanrı!
Bu ve buna benzer “ilke”lerle, en son ve en mükemmel din olan İslâmın aynı şey olmadığı gün gibi ortada değil mi? Şu hârika âleme bakarak “Bunun bir yaratıcısı olmalı,” diye düşünmek hiç de zor değil. Getirdiği nur ile yaşamaya devam eden Şanlı Nebiyi tasdik etmek de kolay. Kuranı Kerim ise, mûcizeli özellikleriyle, karşı koyanlara meydan okumaya devam ediyor. İslâm’ın getirdikleri bu kadar mâkul olduğu hâlde, insanları “ruhçuluk” ve onun bir uzantısı olan “reenkarnasyon” vehmine sürükleyen sebep ne?
Bu sapma, karmaşık bir ruh hâlinden kaynaklanıyor ve “mesuliyetten kaçma duygusu” ile “ölüm korkusu” arasında biçimleniyor. İslâmî iman, ibâdet ve takvâ ister. İnandım, demekle iş bitmiyor,”amel” de gerek. “Nefsi gemlemekle bağlamak” ise, günah tiryakileri için pek zor. işte bu noktada başka bir gerçek dikiliyor karşılarına: Ölümle yok olmak korkusu...
Sonsuza kadar yaşamak arzusu insanın en derin ve kuvvetli duygusudur. Yok olacağını sanan kişinin ölüme doğru attığı her adım bin azap, bin işkence, bin bunalım, bin kaygı, bin korku... demektir. Bu durumda, insanı, hem ibâdetten kurtaracak, hem de ruhun devamı vehmini vererek yok olmak korkusunu kısmen de olsa perdeleyecek bir çare bulmak gerek. İşte reenkarnasyon inancı! Hakikat olmasa da teselli ediyor ya, şimdilik yeter. Nefislerine esir olan akılları ve kalbleri böyle bir yalana inanmaya hazırdır onların.
İnsan kendini kolay aldatır!
h- Hedonizm
Lezzetîye, hazcılık, lezzetçilik. “Hayatın gayesi hazdır, iyi demek haz demektir, bilgilerimiz duygularımızla aldıklarımızdan ibarettir” tezini savunan felsefe.
Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. İman, âhiret, ibâdet, helâl, haram, ölüm gibi size mes’ûliyetinizi hatırlatacak ve zevklerinizi
ALLAH (C. C.)
- 625 -
kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız.
“İç bâde, güzel sev, var ise akl-ü şuûrun / Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umûrun.” Bu bir hayat felsefesidir ve adına “hedonizm” derler. Dilimizde, “hazcılık” diye ifade edilebilir. Bu felsefe, Nedim’in “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan,” mısrâsıyla özetlenebilir.
Konuyu “kapsam” açısından ele aldığımızda görüyoruz ki, hazcılık, toplumda kısmî bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Sağlıklı ve varlıklı bir “mutlu azınlık” felsefesi olmaktan ileriye gidemiyor. Oysa toplumun çoğunluğunu çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musîbete uğrayanlar teşkil eder. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin.
Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara “ye, iç, eğlen, keyfine bak,” demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, âhirette kavuşacağını düşünüp ümit ederek teselli bulabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradanına duâ etmekle huzura kavuşur. Beli bükülmüş, fani zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedî bir âleme gitmek için vâsıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilirler.
“İnsanlar bir vücudun âzâlarıdır.” Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da, fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle olumla mânâda ilgilenmelerine bağlıdır. Akıl, kalp ve vicdan sahibi her insan, diğer hemcinslerine merhamet eder, etmelidir de. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insanî özelliklerini kaybedenlerdir.
Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece, keyif için yaşayanlara insan mı denir?
Zevk nedir? Zevk, vâsıtadır. Ferdî hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde ve içeceklerde lezzet olmasaydı, yiyemez, içemez ve zarurî ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Kezâ, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilir ve tükenirdi. Hâlbuki biz, iman ve ibâdet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz.
Yanlış olan, vâsıtayı gâye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler. Zevk ve lezzetin yaratılmasının bir hikmeti de şudur: Biz, bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükâfat yeri değildir. Her padişah gibi, şu dünya mülkünün mâliki olan Allahın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşrû dairede kalmamız isteniyor. Hür bir irâdeyle yaratılmışız. Helâl çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.
Hazcılığın sonu “pesimizm” yani karamsarlık felsefesidir. Çünkü, “devam etmeyen şeyde lezzet yoktur.” Dünya nimetlerinin ve kendisinin fâni olduğunu
- 626 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bilen insanın mesut olması mümkün mü? Aklı uyuşturan maddelerin sefâhet toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddî hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olmadıklarının en açık belirtilerinden biridir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin?!
Sözün kısası, “Hakiki zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç ve hayattaki saâdet, yalnız imandadır ve iman hakikatlari dâiresinde bulunur.”
Hazcılar, çalışmayı sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakârlık etmeyi gerektirir. Şu hâlde zevk için harcanacak parayı nereden temin edecekler? Şüphesiz saf ve mâsum insanların sırtından. Bu sebeple, toplumda zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalır.
Bir yanda gayrimeşrû kazancı meslek edinenler, öte yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zâlim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası olup çıkar gayr-i İslâmî düzenlerde.
Zevk gâye olalı, aile müessesesi de zayıfladı. Çünkü, toplumun çekirdeği olan aile, ancak fedâkârlıklarla ayakta durabilir. Kadını, “yasak zevklerin aracı” kabul eden zihniyet, “şefkat kahramanı ana”yı tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır, doğmadan öldürülmeli. Yaşasın nüfus plânlaması!
Şahsî arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahet döşeğine rahat için yatanlar, fedakârlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mânâ için yaşayıp, dâvâ için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.
Hayatın gâyesini zevk zannedenlerin beyinleri midelerine inmiştir. Maddî zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayâl etmekle geçer.
Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tad vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esâret kapısı açılmaya başlar.
Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, mânen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için maddeci dış odaklar ve onların içerideki yardımcıları, zevki ve hazzı gâye olarak gösteriyorlar!
Batılı bazı psikologlar, nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabiî, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymış gibi kabul etmek ve psikolojik izahları bu yanlış kabule dayandırmak oluyor.
İşte tavsiyeleri: “Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin.” Bu fikirler kabul de görüyor. Günahlar, ilmî kisvelere bürünerek meşrûlaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan “bilimsel sapıklar” ve
ALLAH (C. C.)
- 627 -
“aydın zâlimler” çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.
Hâlbuki, ruh ayrı, nefis ayrı mahlûklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mizaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lûgatinde “doymak” kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankârdır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir.
Nihâyet öyle bir raddeye gelir ki, insana, “hayatın gayesi zevktir,” hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlâkı da bunun için sevmez. Çünkü bunlar, insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibâdet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah’a isyanın nankörlük olduğunu söyler.
Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, hakiki ilimle olgunlaşır, ibâdetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur.
Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Bu sebeple, sadece maddî zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevî cihazlarını midesine ve cinsî isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir?
Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi hiç? Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
Allah’ı tanımayan, âhireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fâni olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inanan insanlardır.
Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedî saadet yeri olan âhirette verebilir. Şu hâlde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek mânâsızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa, o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır. İşte, inanan insanın nimetlerden aldığı lezzet de buna benzer.
İnsanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa belâ olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhûl tehlikelerle doludur. Ölümü her şeyin sonu sanan için, mâzi bir yoklar ülkesidir. İstikbâl ise, kendisini de, sevdiklerini de yutacak bir ejderha ağzıdır. Allaha teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lâkin iç dünyası acılarla cehenneme dönmüştür.
- 628 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Oysa, inanan kişi için, ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nurlu âhiret âlemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allahın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimîdir.
Eğer insan bu dünyada ebediyyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümle hayatın kavgasına şâhit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenlere bürünüyorlar. Masmavi göklerde serâzat uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. “Elif” gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, “dal” gibi eğilmişler. Zevk cilâsıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terkediyorlar.
Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu hâlde, hâkimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir istediği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır.
Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sâir sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrâil, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahime olunca, kabir gülistana döner.
Niçin Yaşıyoruz? “Çoklukta birlik” diye tarif edilen âhengin en mükemmeli, kâinatta. Her yaratık, kendine düşen vazifeyi eksiksiz yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvîsi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlarsa insanların emrinde.
Her mahlûkun bir gâyesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu hâlde, bu nasıl bir gâye olmalı?
Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelâmında. Bütün İlâhî kitaplar, aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki: Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Rabbinizi tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedî bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O’nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri aldatıcı seraba benzer. Fâni lezzetlerin câzibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. isyan ve küfür, nankörlüktür.
Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmeli. Kendisini yediren, içiren istirahatini temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam, nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah’ı bilmeyen kulun hâli bu misâle benzer.
Seyrettiğim bir “bilim-kurgu” filmi, bana “Allah’a kul olmak,” gerçeğini çok iyi anlatmıştı: Zengin bir adam, robot üretmek için büyük bir fabrika kuruyor, milyarlarca lira para sarfediyor. Gayesi, onları bazı mühim işlerde çalıştırmak. Robotlar yapılıyor. Her nasılsa, kumanda cihazları bozuluyor, onlar da isyan ediyorlar. İş yapmadıkları gibi zarar da veriyorlar. Başıboş ve serserice yaşamak
ALLAH (C. C.)
- 629 -
hevesine kapılıyorlar. O zât, robotları feci bir şekilde tahrip ediyor ve fabrikayı da dağıtıyor.
O gelişmiş cihazları, biz insanlara benzetiyorum. Kâinat fabrikası bizim için kuruldu. Canlı cansız bütün yaratıklar bize hizmet ediyor. İbâdet gibi yüce bir gâye için yaratılmışız. Nimetler, lezzetler ve zevklerle de imtihan olunuyoruz. Bir hesap gününün bulunmadığını, ölümün yokluk olduğunu düşünmek son derece yersiz. Çünkü, nice hikmetlerle yaratılan şu kâinat, boş yere çalışmış olur ki, bu durum abeslerin en büyüğüdür.
Şu hâlde, âhiret kurulacak, hesap günü gelecek, asîler ceza, inananlar da mükâfat görecekler. Kendi rahatı için başkalarını vasıta yapanlar, er geç azaba dûçar olacaklar.
Beşer ve İnsan: Derece derece yükselen varlık merdiveninin tepe noktasında biz insanlar bulunuyoruz. Bizi, en yakın varlık komşumuz olan hayvandan ayıran en önemli farkımız, kendimizin, çevremizdekilerin, dünyanın ve zamanın farkında oluşumuz. Bir ışık gibi hali, geçmişi ve geleceği aydınlatan şuurumuz... Nasıl ve niçin, diye soran, öğrenen, öğrendikleriyle yetinmeyen, sürekli anlam arayışlarıyla hayatını zenginleştiren aklımız...
Hayvanların kendi aralarında önemli sayılabilecek bir derece ve kademe farkından söz etmek mümkün değilken, insanların birbirinden farkı o kadar büyük ki, tasviri bile imkansız görünüyor. Bir güvercin hemen yanıbaşındaki bir başka güvercinden pek de farklı değil, ama iki insan karakter, ahlâk, bilgi, şuur ve zeka bakımından tamamen farklı.
İnsanın hayvandan ayrıldığı noktayı esas alarak nereye varabiliriz? Her şeyden önce şu tesbiti yapabiliriz: Biz, ancak nasıl ve niçin, diye sordukça, bilgimizi artırdıkça, şuurumuzu geliştirdikçe insanlık merdiveninin daha yukarıdaki basamaklarına tırmanabiliriz. Bunun adı düşünmektir, akıl yürütmektir, incelemektir, araştırmaktır ve daha özel bir tabir kullanırsak, “tefekkür” etmektir. insan düşündükçe insanlaşır, şuuru uyandıkça yükselir ve hayvaniyetten uzaklaşır.
Bu bağlamda daha esaslı bir tesbit de yapabiliriz: “insanlık” kazanılır, o bir gayretin sonucudur, ancak arayanların bulabildiği bir değerdir. Ekzistansiyalist felsefecilerin bu hakikatın bir ucunu yakaladıklarını sanıyorum. Onlar, “bütün varlıkların özü biçimiyle birlikle var olur, ama insanda biçim özden önce gelir, birer nüve halinde bulunan insanlık cevheri sonradan kazanılır,” demekle mühim bir gerçeği dile getiriyorlar. Bebek, dünyaya geldiği zaman sadece “beşer”dir, zamanla, bilgi ve terbiye ile, emek ve gayret sonucu “insan” olur. Beşer kalıptır, insan muhtevâ.
Kitaplıktaki Kedi: Bilim adamları ve felsefeciler de inceler, araştırır ve düşünürler, fakat onlar, sınırlı bir anlam dünyasının dışına asla çıkamazlar. Zaman zaman o sınıra kadar geldikleri olur, ama ne yazık ki, daha ötesine bir türlü geçemez, gerçeklerin köklerine inemezler. Bu soyut fikri şu örnekle biraz açıklayabileceğimi sanıyorum:
Büyük bir binanın içinde yaşayan ve bütün varlıkları o binadakilerden ibaret sanan bir adam düşünelim. Bu adam gâyet zeki, akıllı ve şuurlu biri olsun ve durmaksızın “nasıl ve niçin” diye sorsun, bütün gayretiyle incelemeler ve
- 630 -
KUR’AN KAVRAMLARI
araştırmalar yapsın. Bütün bu gayretlerinin sonunda varabileceği nokta, binanın varlık sınırı olacak, o adam içerideki bütün eşyaları tanıdığı, bildiği, her noktayı iyice tanımladığı halde asla dış alemi bilemeyecek, hatta bir dış alemin olduğundan bile habersiz yaşayacaktır. Bilgisi ne kadar fazla olursa olsun, dış alemin varlığından haberi olana, o alemin önemli özelliklerini sığ bir biçimde de olsa bilen birine göre son derece eksik ve kusurlu bir bilgiye sahip olabilecektir.
O adam, insafla düşünüp, varlıkların sadece bu binadakilerden ibaret olamayacağı hakikatını sezerse bir derece ilerleme kaydeder, ama yine de bilgisi noksan olur. Çünkü, sınır ötesi hakkındaki malumatı sadece zan ve tahminden ibaret olacaktır.
Fakat ne zaman ki, biri çıkar, o binanın bir yerinden pencereler açarsa, içeriye güneşin nuru girerse ve bu nur onun aklını da nurlandırırsa, o zeki adam birdenbire uyanıp, gerçeği kavrayabilir, en azından kendi bildiği dünyanın dışında başka bir dünyanın da bulunduğunu anlar. O aydınlık, o nur adamın uyanışına vesile olabilir. İşte, şu görünen âlem o bina gibidir.
Vahiy nurundan nasibi olmayan ve sadece kendi aklına güvenerek sorularına cevap arayan bilim ve fikir adamlarının misali, o binadaki zeki adama benzer. Günümüzün bilim adamları ve filozofları ne kadar malumat sahibi olurlarsa olsunlar, marifetleri şu görünen alemle sınırlı kalmaya mahkûmdur.
William James de buna benzer sözler söylüyor. Pragmatizmin ünlü filozofu, bu alemin sırrını mücerret akılla çözmek isterken aczini anlar, insanın bu derin sırları kendi başına asla çözemeyeceğini itiraf eder. Evrende insan kütüphanedeki kedi gibidir, der. James bu gerçeği kavrar kavramasına ya, daha ileriye gidip de vahiy nurundan istifadeye yanaşmaz, eşikten öteye atlayamayanlardan biri olur ve öylece kilitlenir kalır.
i- Rasyonalizm
Rasyonalizm; Akliyye, akılcılık, usçuluk demektir. Bilgilerimizin sadece akıldan geldiğini söyleyen ve metafizik verileri kabul etmeyen felsefedir.
Çok şikâyetler dinlediğimiz halde, bugüne kadar “midem bana yetmiyor” diye şikâyet edeni duymamışızdır. El, ayak, göz, kulak ve benzeri uzuvlarımız için de aynı hâl söz konusu. Bir sakatlık olmadıkça, bize bahşedilen organlarımız ihtiyaca kâfi.
Akıl da kendinden bekleneni yapacak seviyede. Herkesin kendi aklını beğenmesi de gösteriyor ki, akıllar ruhlara uygun. Böyle olması bir nimettir şüphesiz. Aksi hâlde huzursuzluk sebebi olurdu, insan da acı çekerdi. Cihazlarımızın bir özelliği daha var: Yapabilecekleri vazife sınırlı. Meselâ, göz belli bir mesafedeki cisimleri net olarak görebilir. Kulak, muayyen sınırlar dahilindeki sesleri işitebilir. Kolun kaldıracağı yük mahduttur. Diğerlerini de bunlara kıyas etmek mümkün.
Maddî uzuvlarımızdaki bu âcizlik manevî cihazlarımız için de geçerli. Duygularımız birer terazidir. Tartabilecekleri ağırlık çizgisi aşıldı mı hata ederler. Meselâ, muhayyile yetmiş tane futbol topunu aynı anda, bir arada hayal edemez. Akıl da bir terazi. Onunla mânâları tartar, hakikatları görmeye çalışırız. Anlamlar kapasiteyi aşıyorsa, akıl ya hiç vazife yapamaz veya yanılır. Hakikatler uzak, ince, derin ve yüksek ise, akıl gözü görmez olur. Bozulması, hassâsiyetini
ALLAH (C. C.)
- 631 -
kaybetmesi de mümkün. İşte, aklın bu aczi sebebiyle “nakil” ihsan edilmiş, hakikatler ve hakikatlere götüren yollar gösterilmiştir. Vahiy nurudur ki, karanlık mânâ dünyasını aydınlatır ve uzağı yakın eder.
Göz için ışık neyse, akıl içinde vahiy odur. Bunu bir misalle açalım: Karanlık ve büyük bir salonun orta yerine bir fil koyalım. Hayatında fil görmemiş ve filin nasıl bir varlık olduğunu işitmemiş bir grup insanı salona birer birer gönderelim. Onlardan, fili bize tanıtmalarını isteyelim. Salona girdiklerinde yapabilecekleri tek şey, fili el yordamıyla tanımaya çalışmak olacaktır. Biri, filin bacağını tutup, “fil bir sütundur” diyecek. Diğeri, hortumuna sarılacak, “fil, bir borudur” diye iddia edecek. Bir başkası, dişine yapışacak, “fil, uzunca bir sopadır” hükmünü verecek... Bunlar, dokundukları kısmın fil olduğuna kuvvetle inanacak, başkalarının sözlerine ise itibar etmeyeceklerdir. İçlerinde file dokunma fırsatını bulamayanlar da bulunacak elbet.
Yanlız “kafa yordamıyla” yürüyen felsefeciler de misaldeki adamlara benzemiyorlar mı? Dünya da bir salon. Akıl gözünün görmesi ise sınırlı. İlahî nur ile aydınlanmayan akıl âciz ve çaresiz. Filozof, hakikatin bir yönünü yakalıyor, “buldum” diyor, eline geçenin “mutlak hakikat” olduğuna inanıyor ve başka felsefecileri reddediyor. Evet, hemen hemen her filozof, kendinden öncekilere muhâlefelet ederek yola çıkar. Her konuda aynı kanaati paylaşan iki filozof yok gibidir. Küçük hakikat kırıntıları üstünde bile büyük kavgalar olmaktadır. Gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan fikirler ileri sürenlerin haddi hesabı yok.
Peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler ise, hakikatlere Kur’ân’ın nûruyla bakarlar. Vahiy ışığının aydınlığında mutlak hakikati tamamen görürler. Birbirini red değil, tasdik ederler. Bütün peygamberlerin aynı noktaya parmak basmalarının sebebi budur. Çünkü, onlar aynı yolun yolcusudurlar. O yol ise, yolcularını doğrudan doğruya hakikata götürmüştür. Âlim olmayan bir mü’min, akıllı bir filozoftan ziyade hakikati tanıyabilir. Çünkü, imanın nuruyla bakar, hakkı görenlere itimat eder, hakikat yolunda yürüyenlerin ardı sıra gider.
Ne Akılla Olur, Ne de Akılsız! İslâm, vahiy dinidir. Temeli, âyet ve hadîstir. Ama, bu hakikat onun akıl dışı olduğu mânâsına gelmez. Naklî olan aklî değildir, diye bir hüküm verilemez. İslâm, hem aklîdir, hem naklîdir.
İslâm’ın her meselesi makuldür, ama akıl tek başına ona yetişemez. Kendi gayretiyle mutlak hakikati kavrayamaz. İşte bu yüzden vahiy nuruna ihtiyacı vardır. Gereken izahlar yapıldığı zaman, nakille bize gelen her meselenin, aynı zamanda ne kadar makul olduğu anlaşılır. Dinin bu niteliğinden dolayı olsa gerek, bazıları “İslâm akıl dinidir” derler. Ancak, bu hükmün yanlış anlaşılabilen bir yönü de yok değil. Vahiy kaynaklarına mürâcaat etmeksizin, aklıyla ortaya koyduğu bazı değerleri İslâma mal eden insanlar olabiliyor. “Neye dayanarak bu hükme varıyorsun?” diye sorduğunuz zaman da, “Ben aklımla bu noktaya ulaştım. Mâdem İslâm akıl dinidir, şu halde aklıma uyan bu hüküm de dinin içinde yer alabilir” mealinde bir cevapla karşılaşabiliyorsunuz. Burada önemli iki hata yapıyor.
Birincisi, kendi aklına uyanı, bütün akıllara uyuyormuş gibi genelleştirmesi. Oysa, onun mâkul diye ortaya koyduğuna, başka birileri “hayır” diyebilir, hatta daha ileri gidip aksini de ispat edebilirler. İkinci hatası, dinin temel
- 632 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaynaklarından hareket etmemesi, İlâhî hükümlerin delâletiyle yürümemesi ve ulaştığı neticelerin temel kaynaklarla uyumunu göstermemesi.
Kısacası, bu tür kimseler, kendi mülâhazalarını din diye kabul etme ve ettirme meylindedirler. Oysa, böyle bir tavır olsa olsa felsefe olur, ama asla din olamaz. Hatta, mücerret aklıyla isabetli bir hükme de varsa, usûl hatasından dolayı dikkate alınmamaya mahkûmdur.
Din, müstakim sırattır, dosdoğru yoldur, kıldan ince kılıçtan keskindir. Her meselesi, en hassas terazilerle ölçülen elmaslar gibi kıymetlidir. Kaba, hoyrat ve nobran bir tavra tahammülü yoktur. Onunla ilgili hükümler verecek zevatın, kalp ameliyatı yapan bir operatör kadar mâhir ve hassas olması elzemdir.
Ancak, bu incelik, bizi korkutup tefekkürden vazgeçirmemeli. Çünkü, vahyin gösterdiği yoldan yürümek ve açtığı pencereden bakmak bizi dalâlet uçurumlarına yuvarlanmaktan kurtaracaktır. Ancak şu şartla ki, reyimizi vahye tâbi kılalım, dini, heveslerimize uydurmaya çalışmayalım! Akıl da öbür duygular gibi sınırlıdır. Her akıl her meseleyi anlayamaz. Anlamak izâfîdir, ferde göre değişir. Bir kimsenin, dinin bir meselesine itiraz edip, “Ben burada anlatılanı akla aykırı buluyorum” demesi, o meselenin hakikaten akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Çünkü, onun aklı diğer bütün akıllar için bir ölçü olmaktan uzaktır. Birinin akıl dışı bulduğuna, bir başkası, “gâyet mâkul” diyebilir. İdrak seviyesi kişiye göre değişir. Şu halde, insaflı bir muhatap, dinin bir meselesini akla muhalif gibi görüyorsa, hemen hüküm vermek yerine, makul bir izahının olup olmadığını araştırmalıdır. “Benim idrâk edemediğimi hiç kimse idrâk edemez” demek boş bir gurur alâmetidir.
İslâm’da aklın yeri o kadar önemlidir ki, akılca normal olmayanlar, yükümlülük konusunda sorumlu tutulmamışlardır. Bu sebeple olacak, “Aklı olmayanın dini yoktur” denmiştir. İnsan yalnız akıldan mı ibârettir? Asla! İnsan, aklıyla anlar, ama kalbiyle iman eder veya etmez. Eğer insanın ruh manzarasında merkezî bir nakış aranıyorsa, bu, akıl değil, kalptir. Kalp bir kumandan gibi emri altındaki duyguların tümünü kullanarak önündeki meseleye yönelir ve topyekûn bir idrâk ile “evet” veya “hayır” der, inanır veya inanmaz, sever ya da sevmez. Adına “sezgi” veya “hads” veya başka şey, her ne dersek diyelim, bu yüksek idrâk, kişinin kabullerine ve redlerine zemin oluşturur.
Şâyet bütün akıllar “metre” gibi aynı olsaydı, bu akıllarla verilen hükümler de tıpatıp birbirinin aynısı olacaktı. Keza, akıl tek ölçü olsa ve inanıp inanmamanın, kabul veya reddetmenin tek miyarı olsaydı, aynı sözlere, delillere ve hitaplara muhatap olan şahısların aynı hükme varmaları gerekirdi. Topyekûn hepsi bir meseleyi kabul veya reddedeceklerdi. Oysa, durum bunun tamamen aksinedir.
Bu da gösteriyor ki, iman sadece aklın kabul veya reddine münhasır olmayan, insanın yüksek bir idrake menşe olan latifeler manzumesinin tercihiyle kalbe doğan bir nurdur. Akıl, önüne konan dini detayların tamamını anlamasa da özünü kavrayabilir ve tasdikte tereddüt etmez. Kalbin emrindeki latifelerden biridir, fakat irade gibi o da mesuliyetin temel faktörlerinden biri olması sebebiyle olabildiğince önemlidir.
Dinin meselelerini incelerken, bir meselede akıl ile nakil birbirine uymazsa, akıl esas alınır, nakil tevil olunur, yoruma tabi tutulur. Kesin kuraldır bu. Ancak,
ALLAH (C. C.)
- 633 -
bu akıl müctehid aklı olmalıdır. Dinî konularda deneyimli, olgun, ergin, bilgin bir akıl... “Müteşâbih” denilen bazı âyet ve hadîsler vardır ki, dış anlamına bakılınca akla aykırı görünebilir, ama üzerinde düşünülürse lafzın derununda yatan ulvi mânâlar farkedilir. Bu tür âyet ve hadîslerde, imtihan sırrına uygun olması ve bir anlam zenginliği oluşturması için bazı edebî sanatlar kullanılmıştır.
Din, akıl da dahil olmak üzere, bütün iç varlığımız kullanılarak bir bütün halinde kabul edildikten sonra, onun ayrıntılarını ve hükümlerinin hikmetlerini incelemek bir erdemdir. Bu merhalede, her hükmün hikmetini ve anlamını, akıl hemen anlayamayabilir. Bu durumda kişilerin tepkileri aynı olmayacaktır. Biri, “Ben anlayamıyorum, ama mutlaka makul bir izahı vardır, sorup öğreneyim” derken, bir başkası, “Ben anlayamıyorum, bu hüküm bana anlamsız veya hikmetsiz geliyor, demekki gerçekten anlamsız ve hikmetsizdir, şu halde hemen reddetmeliyim” noktasına varabilir. İşte bu da imtihanın bir sonucudur.
Ahlâk meselesi... Tevâzu kazandırıyor, kibir kaybettiriyor.
Allah Nerede?
“Allah nerede?” diye soran olursa, bilsin ki, öncelikle, bu soruyu sorarken yanlış bir noktadan yola çıkmaktadır. “Nerede?” sorusu bir mekân’ı, yani yer’i hatıra getirir. Mekân ise, maddî varlıklar için söz konusudur. “Allah nerede?” sorusu, “Allah da diğer varlıklar gibidir, onların bir mekânı vardır, şu hâlde Allah’ın da bir mekânı olmalı” diye yanlış şekilde akıl yürütmenin ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddî varlık gibi düşünürsek, daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz.
İnsanın hayaline gelen her ne olursa olsun, o, Allah değildir. Çünkü, insan her şeyi gibi aklı da, hayali de sınırlı. Sınırlı olan sınırsızı içine alamaz. İnsan ancak yaradılanları tasavvur edebilir. Allah ise, yarattıklarına benzemez. Bütün varlıklar sonradan var edilmiştir. Oysa Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yoktur. Bir hadîste, Allah vardı ve beraberinde başka şey yoktu, deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekân... Maddî ve cismanî olmayan için yer tasavvuru anlamsızdır.
“Allah kâinatın içinde mi ?” Elbette ki “hayır!” Her yaratılan gibi kâinat da sınırlıdır, sonludur. Allah ise tek sınırsız varlık. Ustayı eserin içinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın içinde olamaz.
“Şu hâlde Allah sınırın ötesinde bir yerde olmalı...” “Hayır. Allah ne kâinatın içindedir, ne de sınırın ötesinde bir yerde...” “Ama bu nasıl olabilir?! Bir türlü anlayamıyorum. Hem Allah var diyorsun, hem de ne kâinatın içinde, ne de dışında olmadığını söylüyorsun!”
“Evet, öyle. Çünkü, içinde veya dışında tâbirleri maddeler, cisimler, yer tutanlar, bir mekânı olanlar için söz konusudur. Hâlbuki, Allah ne maddedir, ne cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekânda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekânda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekânı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor, mekândan münezzeh olan Allah’ın da bir mekânı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple, kâinatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kâinatın içinde veya dışında olmak yaratılanlar için
- 634 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söz konusudur. “Nerede?” diye sorulduğu zaman, daha suali sorarken, Allah’ın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkmak, Allah’ı hiç tanımamaktır. Allah mekândan münezzeh olmakla beraber, isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani görünümleriyle her yerdedir. Akıl, Onun zâtını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. İsimlerini, sıfatlarını ve faâliyetini kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir.”
“Nasıl bilecek?” “Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. Her eser, sanatkârını gösterir. Kâinat da bir büyük eserdir ve o da ustasının şâhididir. Çevremizde gördüğümüz her varlık ölçülü, düzenli ve süslü hâliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim... Şu hâlde biz, bu eserlere bakarak Onun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar düşünebiliriz, ama zâtını, asla..!”
“Zâtının düşünülmesinin yasak oluşu bir dogma değil mi ?” “Ne münâsebet! Terazisine, tartı kapasitesinin üzerinde bir yük yüklemeye çalışan bir adama, “sakın yapma, bu terazi bu kadar sıkleti/ağırlığı çekmez” demek ona iyilik etmektir. Kavranması mümkün olmayanı düşünmek, imkânsızın peşinden koşmaktır. Akıl bir mahluktur, Hâlıkını ihâta edemez. Her organımız gibi aklımız da sınırlıdır. Ondan yapamayacağını istemek, ona zulmetmektir. Sonsuz olan, Bir’e sığar mı hiç?! Eğer Rabbimiz, zâtını da anlamamızı bizden isteseydi, bu, altından kalkılamaz bir teklif olurdu. Allah, sonsuz merhameti sebebiyle bize kaldıramayacağımız yükü yüklememiştir. Akıl da sınırlı; sınırlı olduğu için de âciz. Aklın her şeyi kuşatamayacağını anlamak da yine mâkul bir davranıştır. Nasıl göz her varlığı göremiyor, kulak her sesi işitemiyorsa, akıl da her şeyi kavrayamaz. Akıllı insan, akla kaldıramayacağı yükü yüklemez. İmkânsızın peşinden koşmak da bir tür akılsızlıktır. 2332
Tesadüf Nedir? Bu Kâinat, Tesadüf Eseri Olarak Oluşabilir mi?
Tesadüf teorisi, hesap kurallarının hiç biriyle uyuşmayan nizamsız, şuursuz, kendi kendine, rastgele bir olayın meydana gelmesidir. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “O’nun (Allah’ın) yanında her şey bir mikdar (ölçü) iledir.”2333; “Biz her şeyi bir kadere (bir ölçü, bir plan ve bir düzene) göre yarattık.”2334; “...Şüphesiz Allah her şey için bir ölçü yaratmıştır.” 2335
Atom sisteminden güneş sistemine kadar uzay boşluğundaki tüm sayısız yıldız ve galaksilerde bulunan ince ve hassas nizam, atmosferdeki gazların belli bir oranda bulunuşları, insanlarla bitki ve hayvan arasındaki şaşmayan gaz alış verişi, özetle, değil ayrıntılarını bir bir dile getirmek; fihristini vermekten aciz kaldığımız şu evrende yürürlükte olan baş döndürücü olaylar ve bu olaylara yön veren eşsiz nizam kendi kendine var olup devam edebilir mi? Evet, insanları hayrete düşüren bu şaşmaz düzen, ince plan ve hassas nizam, acaba “tesadüf” denilen şuursuz, hiç bir hesap kuralına tabi olmayan bir rastlantı eseri mi? Yoksa ilmi, kudreti bütün kâinatı kuşatan ezeli, ebedi, her şeye kadir bir yaratıcı
2332] Ömer Sevinçgül, Felsefî Kavramlar
2333] 13/Ra’d, 8
2334] 54/Kamer, 49
2335] 65/Talâk, 3
ALLAH (C. C.)
- 635 -
tarafından mı yaratılmıştır?
Tesadüf teorisinin tutarsızlığını şöyle bir örnekle açıklayalım: “Yeryüzünün çeşitli bitkilerinden ve eczanenin raflarında bulunan şişelerin içindeki ilaçlardan, eczacı tarafından hassas terazi, ince hesap ve ölçülerle bir macun, yani bir ilaç hazırlanıyor. Bir birine katılan ilaçların oranları az bir miktar değiştiği takdirde umulan etkinin tam tersi görülecektir. Şimdi bir deprem sonucunda, raflar üzerinden düşüp kırılan şişelerden akıp bir araya toplanarak biri birine karışan ilaçların, eczacı tarafından belirli oranda terkip edilen macunu, aynı ölçüde meydana getirmesi mümkün mü? Akılla bunu kabul etmek mümkün değildir. Öyle ise, ince bir hesap, hassas bir ölçü, şaşmaz bir düzenle yaratılmış şu kâinat kör ve şuursuz bir tesadüf eseri değil; her şeye kadir, âlim, muktedir olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
Aritmetik bir gerçektir: İnsanın cebine koyduğu 1’den 10’ a kadar numaralı 10 adet markayı cebinden sırasıyla çekebilme ihtimali on milyarda birdir. Bu kadar basit bir işlemde dahi, bir eksiğiyle on milyar yanılma payı olan tesaadüf tanrısı, acaba nasıl oldu da, nizam ve intizamı zerreden kürreye akıllara durgunluk veren bu evreni bunca muazzam bir düzen içine sokabildi?
İşin ilginci, evrenin çok muazzam bir plan dahilinde saat gibi tıkır tıkır işleyişini, bu evren içinde bir özge evren olan insanın fiziki ve fizikötesi boyutlarının da en az evren kadar ince hesaplar çerçevesinde yaratılıp yaşatılışını tesadüfle açıklayan materyalistler, değil şuursuz madde eliyle; şuurlu insan eliyle dahi bir sineğin yapılamadığını, yapılamayacağını görüp “tesadüf tanrılarını” neden yardıma çağırmazlar?
“Ey insanlar! Size bir misal verildi; Şimdi onu dinleyin: Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız, o maksatla hepsi bir araya gelseler bile, bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu da geri alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” 2336
Allah Lafzı ve Günlük Hayatta Şiar Olarak Kullanım Alanları
İşe Başlamadan Önce..................................İNŞAALLAH
İşe Başlarken............................................... BİSMİLLÂH
Besmeleden Sonra ve İşi Sonlandırınca…..ELHAMDU LİLLÂH
Şaşırırsak......................................................ALLAH ALLAH
Kendimize Güvenirsek................................EVVELALLAH
Azmedersek.................................................ALİMALLAH
İşten Vazgeçersek........................................EYVALLAH
Sonuna Kadar Gitmek İstersek...................YA ALLAH
Taahhüt Edersek..........................................VALLAH BİLLÂH
Canımızı Sıkarlarsa......................................FESUBHÂNALLAH
2336] 22/Hacc, 73
- 636 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Daha da sıkarlarsa.......................................HASBÜNALLAH
Pes Edersek..................................................İLLÂLLAH
İşe Coşku ve Heyecanla Sarılınca................ALLAH, ALLAH, ALLAH
İşi Başarıyla Bitirince...................................MÂŞÂALLAH
Eğer İşi Başaramazsak.................................HAY ALLAH...
MÂNEVÎ VE VÜCUT SAĞLIĞIMIZ İÇİN ........ŞÜKÜR ALLAH diyelim.
Günlük hayatta sekülerleşmeye direnen Allah’la bağını devamlı güçlü tutmak isteyen bir mü’minin her vesileyle Allah lafzıyla ilgili şiarları vardır. Bunları hatırlatalım:
Allah Allah!
Allah’ım!
Mâşâallah
İnşâallah
Estağfirullah
Fe-sübhânallah
El-hamdü lillâh
Vallahi
Billâhi
Tallahi
Hasbünallah
Maazallah
Hafazanallah
Neûzü billâh
Bi-iznillâh
Fî sebîlillâh
Îlâ-yı kelimetullah
Yâ Allah
Allah acılarını göstermesin
Allah açlıkla terbiye etmesin
Allah adama ya akıl verir ya devlet
Allah adamı
Allah affedicidir / Allah affeder
Allah affetsin
ALLAH (C. C.)
- 637 -
Allah akıl fikir versin
Allah analı babalı büyütsün
Allah aratmasın (bu günlerimizi)
Allah artırsın
Allah aşkına!
Allah Allah demeyince işler olmaz
Allah az verip azdırmasın, çok verip gezdirmesin
Allah’a bir can borcum var
Allah’a duâ ettim
Allah’a emanet ol
Allah’a havâle ettim
Allah’a hesap vermek
Allah’a hicret etmek
Allah’a ısmarladık
Allah’a ibâdet
Allah’a isyan etme
Allah’a inanmak /iman
Allah’a karşı nankör
Allah’a kulluk / Allah’a kul olmak
Allah’a kurban adamak / olmak
Allah’a ortak olmak
Allah’a ortak koşmak
Allah’a sığındım
Allah’a şükür
Allah’a tevekkül etmek
Allah’a yalvar
Allah’a yemin etme
Allah bağışlasın
Allah bana, ben sana
Allah be!
Allah belânı vermesin
Allah (bin) bereket versin
- 638 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah beterinden saklasın
Allah bir (yemin olarak)
Allah bir dediğinden gayri (filan kimsenin) sözüne inanılmaz
Allah bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar
Allah bir karıncasından bile geçmez.
Allah büyüktür
Allah bilir
Allah bilir ama kul da sezer
Allah bilir ya
Allah bildiği gibi yapsın
Allah bile kulunun karasını yüzüne vurmamış
Allah bir kapı açar
Allah bir dediğini iki etmesin
Allah bir peygamber hak, pekmez kara yoğurt ak
Allah bir yastıkta kocatsın
Allah boyunu devir(me)sin
Allah bugünümüzü aratmasın
Allah büyük(tür)
Allah’ı hatırlamak
Allah’ı var...
Allah’ıma hamdolsun
Allah’ım Sen ne büyüksün!
Allah’ım, ne olur!
Allah’ım, yâ Rabbim!
Allah’ın âciz kulu
Allah’ın adâleti
Allah’ın adıyla
Allah’ın arzı geniştir
Allah’ın âyetleri
Allah’ın azâbı
Allah’ın belâsı
Allah belânı ver(me)sin
ALLAH (C. C.)
- 639 -
Allah’ın bereketi
Allah’ın birliği
Allah’ın bildiğini kuldan saklamak
Allah’ın birliği kuldan saklanmaz
Allah’ın boyası
Allah’ın buyruğu
Allah’ın cezası
Allah cezanı ver(me)sin
Allah’ından bul
Allah’ın dediği olur
Allah’ın dini
Allah’ın düşmanı
Allah’ın emri
Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle
Allah’ın eli cemaat üzerinedir
Allah’ın elçisi
Allah’ın emânetini teslim etti
Allah’ın Evi
Allah’ın emriyle
Allah’ın gadabı
Allah’ın gücüne gitmesin
Allah’ın günü bitmedi
Allah’ın güzel isimleri (Esmâü’l-Hüsnâ)
Allah’ın haram ve helâlleri
Allah’ın hakkı
Allah’ın hâkimiyeti
Allah’ın halifesi
Allah’ın hesabı
Allah hidâyet versin
Allah’ın hikmeti
Allah’ın hikmetinden suâl olunmaz
Allah’ın hükmü
- 640 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’ın hudûdu / hudutları
Allah’ın ihsânı
Allah’ın inâyeti ile
Allah’ın intikamı
Allah’ın ipine sarılmak
Allah’ın işi
Allah’ın işine bak
Allah’ın işine karışılmaz
Allah’ın izniyle
Allah’ın kendisinden râzı olduğu kul
Allah’ın kitabı
Allah’ın kudreti
Allah’ın kudret eli
Allah’ın lâneti
Allah’ın lutfu
Allah’ın murâdı
Allah’ın nimetleri
Allah’ın nûru
Allah’ın ondurmadığını kim ondurur
Allah’ın ondurmadığını kul ondurmaz
Allah’ın öldürmediğini kimse öldüremez
Allah’ın rahmeti
Allah’ın sevgili kulu
Allah’ın sevmediğini kul da sevmez
Allah’ın sonsuz rahmeti
Allah’ın sillesi
Allah’ın takdiri
Allah’ın tokadı
Allah’ın verdiği canı Allah alır
Allah’ın yardımıyla
Allah’ın yolu
Allah’ın yoluna dâvet
ALLAH (C. C.)
- 641 -
Allah’ına kurban
Allah’ını seversen
Allah’ını seven tutmasın
Allah’ından bul
Allah canımı alsın!
Allah canını almasın!
Allah cezanı ver(me)sin!
Allah dağına göre kar verir
Allah dağına göre kış verir
Allah deldiği boğazı aç koymaz
Allah derim
Allah dert verip derman aratmasın
Allah deveye kanat verseydi damı taşı dağıtırdı
Allah dilerse
Allah dilemezse hiçbir şey olmaz
Allah diyen aldanmaz
Allah diyen açıkta kalmaz
Allah diyen mahrum kalmaz
Allah doğruların yardımcısıdır
Allah dokuzda verdiği ömrü sekizde almaz
Allah dostu
Allah dört gözden etmesin
Allah düşmana fırsat vermesin
Allah düşmanıma vermesin
Allah düşürmesin
Allah ecir sabır versin
Allah ecrini versin
Allah esirgesin
Allah etmesin
Allah eksik etmesin
Allah eksikliğini göstermesin
Allah emek yemez
- 642 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah emeklerini boşa çıkarmasın
Allah Eyüp Peygamber sabrı versin
Allah gecinden versin
Allah gönlüne göre versin
Allah göstermesin
Allah gözünü kör etmesin
Allah güç kuvvet versin
Allah gümüş kapıyı kapa(tı)rsa, altın kapıyı açar.
Allah hakkı için
Allah Halil İbrâhim bereketi versin
Allah hastalığı vermiş, tedâvisini de
Allah her şeyi görüyor
Allah hayrını versin
Allah hayırlar göstersin
Allah hayırlara tebdil etsin
Allah hayıra çıkarsın
Allah hayırlı kazançlar versin
Allah hayırlı ömürler versin
Allah hidâyet versin
Allah huzur versin
Allah ıslah etsin
Allah için (doğru söyle)
Allah iki cihanda aziz etsin
Allah iki gözümü önüme akıtsın ki
Allah ile kul arasına girilmez
Allah ilham etti
Allah ilmi dileyene, malı dilediğine verir
Allah imdat eylesin top çeken beygirlere
Allah imhal eder ama ihmal etmez
Allah imtihan ediyor
Allah inandırsın
Allah insana bir ağız iki kulak vermiş, bir söyleyip iki dinlemek için
ALLAH (C. C.)
- 643 -
Allah işini rastgetirsin
Allah iyiliğini versin
Allah izin verirse
Allah kabul ederse / etsin
Allah kâhiret(me)sin
Allah kapılara baktırmasın
Allah kardeşi kardeş yaratmış, kesesini ayrı yaratmış
Allah kavuştursun
Allah kaza belâ vermesin
Allah kefil
Allah kelâmı
Allah kerim
Allah kerimdir, keremin kuyusu derindir
Allah (başka) keder vermesin
Allah kolaylığını verir
Allah kolaylık versin
Allah korusun
Allah kuluna nefesi sayıyla vermiş
Allah kulundan vazgeçmez
Allah kulunu darda komaz
Allah, kulunun karasını yüzüne vurmaz
Allah, kulunun götüreceği kadar verir
Allah kuru iftiradan saklasın
Allah kurtarsın
Allah lâyığını versin
Allah manda şifası versin
Allah mesut etsin
Allah muhâfaza
Allah muhtaç etmesin
Allah muhannete muhtaç etmesin
Allah mübârek etsin
Allah mü’min kulunun duâsını geri çevirmez
- 644 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah müstahakını versin
Allah nâmerde muhtaç etmesin
Allah nazardan saklasın
Allah ne derse o olur
Allah ne murâdın varsa versin
Allah ne verdiyse
Allah ne verirse hayırlısını versin
Allah neyi kısmet ederse
Allah ona mal versin de başını kaşıyacak tırnak vermesin
Allah ömür verirse / versin
Allah övmüş de yaratmış
Allah rahatlık versin
Allah rahmet etsin
Allah râzı olsun
Allah rızâsı için
Allah, rızâsından ayırmasın
Allah, rızkın kefilidir
Allah sabır versin
Allah sabırlı kulunu sever
Allah sağ gözü sol göze muhtaç etmesin
Allah sağlık, âfiyet versin
Allah saklasın
Allah sâlih evlât versin
Allah selâmet versin
Allah seni inandırsın
Allah seni dünya boş kalmasın diye yaratmamış
Allah sevdiğine kavuştursun
Allah son gürlüğü versin
Allah sonunu hayır etsin
Allah sözü
Allah (rûhunu) şâd eylesin
Allah şâhidim
ALLAH (C. C.)
- 645 -
Allah şifâ versin
Allah taksimi
Allah taksiratını affeylesin
Allah tamamına erdirsin
Allah taşına toprağına bereket versin
Allah tuttuğunu altın etsin
Allah uçamayan kuşa alçacık dal verir
Allah unutturmasın
Allah utandırmasın
Allah uzun ömür(ler) versin
Allah üçün beşin arkasını kesmesin
Allah var / Allah’ı var
Allah vekil
Allah vere de
Allah verdi, Allah aldı
Allah verince kimin oğlu demez
Allah verirse / versin
Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir
Allah vergisi
Allah verdim derse
Allah yapısı
Allah yaratmış
Allah yardımcın olsun
Allah yar ve yardımcımız olsun
Allah yar olduktan sonra kılıcın ağaç olsa yine keser
Allah yardım ederse kuluna, her iş girer yoluna
Allah (çok) yatırmasın
Allah yazdı ise bozsun
Allah yolu
Allah yurt yoksulluğu göstermesin
Allah, yürü yâ kulum demiş
Allah’la alış-veriş
- 646 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah’tan dilerim ki
Allah’tan gelene ne denir
Allah’tan hayır iste hayır bulasın
Allah’tan iste
Allah’tan ki!
Allah’tan kork
Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan
Allah’tan korkmayandan korkulur
Allah’tan başka kimseden korkum yok
Allah’tan ümit kesilmez
Allah’tan yazılmış, başa gelecek
Allah kâhiret(me)sin
Allah kalpleri çevirir
Allah kerim
Allah kısmet ederse
Allah korudu
Allah korkusu
Allah mesut etsin
Allah müstahakkını versin
Allah özene bezene yaratmış
Allah sabredenlerle beraberdir
Allah sevgisi
Allah söyletiyor
Allahu a’lem
Allahu a’lemu bis-savâb
Allah yalanı (yalancıları) sevmez
Allah yardım eder
Allah yolunu açık etsin
Allah yolunda
Allah yolunda infak / cihad
Allah, yüzünden nurunu almış
Allah zulmü (zâlimleri) sevmez
ALLAH (C. C.)
- 647 -
Âdetullah
Âlemlerin Rabbi Allah
Âlimallah
Aman Allah’ım!
Aziz Allah
Ben affetsem, Allah affetmez
Benimle Allah arasında
Beytullah
Bırak Allah aşkına
Bırak Allah’ını seversen
Bir ben bilirim, bir de Allah
Bugün Allah için ne yaptın?
Canı veren Allah
Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et
Dilinden Allah lafzı düşmez
Din gününün sahibi Allah
Ehlullah
Er-rızku alâllah
Evvel Allah
Eyvallah
Garip kuşun yuvasını Allah yapar
Hay Allah
Hayırdır inşâallah
Hayırlısı Allah’tan
Hayret vallahi
Her Allah’ın günü
Her işin başı Allah
Her şey Allah’tan
Hey Allah’ım!
Hikmetin başı, Allah korkusu
Hüküm Allah’ın
Kelâmullah
- 648 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kendini Allah’a adamış/vermiş
Kul affetmedikçe Allah affetmez
Kulla Allah arasında
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Marifetullah
Muhabbetullah
Mülk Allah’ındır
Önce Allah, sonra sen
Rızâen lillâh
Rızık Allah’tan
Söz bir, Allah bir
Sünnetullah
Tedbir kuldan, takdir Allah’tan
Ver Allah ver
Veren de Allah
Yemin billâh
Bazı isimler:
Abdullah
Atâullah
Âyetullah
Beytullah
Cârullah
Cündullah
Emânullah
Emetullah
Emrullah
Fazlullah
Fethullah
Habîbullah
Hamîdullah
Hayrullah
Hizbullah
ALLAH (C. C.)
- 649 -
Huccetullah
Lutfullah
Nimetullah
Nurullah
Rahmetullah
Ruhullah
Sadullah
Seyfullah
Sıbğatullah
Şükrullah
Ubeydullah
Bütün bu ifâdeler, egemen güçler tarafından dayatılan seküler/laik anlayışa rağmen, deyim,atasözü, halk duâsı ve çeşitli vesilelerle sık sık tekrarlanan şiar şeklinde ortaya dökülen halkın gönlünde gömülü (küllenmiş ve gizlenmiş olan) inancın izleri olarak, halkın Hak’tan hâlâ kop(arıla)madığının göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Allah Lafzıyla Yapılan Kavram ve Deyimler Sözlüğü
Allahım! Yalnız Senden yardım diler, yalnız Sana kulluk ederiz. Seni sığınak, barınak, tutamak bilir “yâ Allah” deriz. Şeytandan Sana sığınır “e’ûzu billâh” deriz. Her işe Seninle başlar “bismillâh” deriz. Nimet verdiğinde gönülden şükrederiz. Versen de alsan da “el-hamdu lillâh” deriz. Hayran kaldığımızda “mâşâAllah”, pişman olduğumuzda “estağfirullah” deriz. Sevindiğimizde “Allahu ekber”, üzüldüğümüzde “innâ lillâh...” deriz. Bir işi arzu ettiğimizde “inşâAllah”, bir işi başardığımızda “bi-iznillâh” deriz. Güçlük karşısında “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, söz verdiğimizde “vallah ve billâh” deriz. 2337
Kur’anî kavramlar, dinî ıstılah ve tâbirler de İslâmî şiarların korunması açısından çok önemlidir. Bunların içinde Allah lafzı önemli bir yekün tutar. İçinde Allah lafzı olan bu kavram ve deyimlerin önemlilerini sayıp anlamlarını açıklamaya çalışalım: (Önemleri ve içindeki detayların günümüz insanınca öğrenilmesinin zarûreti yönünden bazılarının kısa, bazılarının uzunca açıklanacağı bu deyimler şunlardır: Âdetullah, Allah’a şükür, Allahu a’lem, Allahu a’lemu bis-savâb, Allahu Ekber, Allahumme, Allah râzı olsun (radıyallahu anh -r.a.-), Allâmu’l-Guyûb, Âyetullah, Azîz Allah, Bârakâllah, Beytullah, Bi-iznillâh, Bismillâh, Cemâlullah, Cündullah, Elestü bi-Rabbiküm (Elest Bezmi), El-hamdü lillâh, El-Hukmü lillâh, El-Iyâzu billâh, El-Mülkü lillâh, E’r-rızku alâllah, Estağfirullah, Esteıyzü billâh, Eûzü billâh, Evliyâullah, Eyyâmullah, Fenâ fillâh, Fî Sebîlillâh, Habîbullah, Hablullah, Hafezanallah, Hasbünallah, Haşyetullah, Hizbullah, Huccetullah, Hudûdullah, Hukukullah, İlâh, İlâhî Kanun (Kanun-i İlâhî), Îlâ-yı Kelimetullah, İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, İnşâallah, İsbât-ı Vâcib, İsm-i A’zam, İstivâ, Kelâmullah,
2337] M.İslâmoğlu, Allah, s. 149
- 650 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Kelîmullah, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, Lâ ilâhe illâllah, Lillâh (li-rızâillâh), Maâzallah, Mâşâallah, Ma’rifetullah, Nebiyyullah, Neûzü billâh, Rabbi’l-Âlemîn, Rahmetullahi aleyh, Rasûlullah, Rızâen lillâh, Ru’yetullah, Sallâllahu aleyhi ve sellem (s.a.s.), Sebîlullah, Sıbğatullah, Sıfat-ı İlâhiyye, Sünnetullah, Tekabbelallah, Vâcibu’l-Vücûd, Vahdet-i Vücud, Veliyyullah, Yedullah, Zikrullah
Âdetullah: Allah’ın kanunu, sünneti demektir. Âdet, geri dönmek mânâsına olan Avd’dan isimdir. Aslı avdettir. Aynı zamanda âdet; İsti’mâlin eş anlamlısıdır. Âdet, Kur’ân-ı Kerim’de “Sünnet“lâfzı ile teblîğ buyurulmuş ve müfessirler tarafından düstûr, kanun diye izah edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in Ahzâb, Fâtır, Fetih gibi birçok sûrelerinde âdet, hep sünnet lâfzıyla tabir buyurulup, bütün bunlarda Allah’ın âdetlerinden, kanunlarından söz edilmiş ve Âdetullah’ın değişmesinin mümkün olmadığı bildirilmiştir. Âdetullah ile ilgili âyetlerin çoğunda, bilhassa geçmiş ümmetlerin müşriklerine, dünyevî ve uhrevî cezâ tâyininde cârî bulunan İlâhî kanun tebliğ edilmiştir. 2338
Âdet; selim tabiatlarda makbul olup, devamlı yapılan işlerde insanların içinde istikrar bulmuş hususlardan ibârettir. İlâhî âdetler, kevnî ve İlâhî sünnetlerdir. Tabiat kanunları Âdetullahtır. Kevnî sünnetler, Allah’ın genel hikmeti gereği değişmez.2339 Şu kadar ki bazı kere özel tercih hikmeti gereği Cenâb-ı Allah sebebi veya tesiri yok eder. Sebepsiz veya alışılmamış sebeplerle dilediğini yaratır; böylece âdât-ı İlâhiyye hâricinde hârikulâde olaylar yaratır. Kevnî sünnetlerin veya tabiat kanunlarının koyucusu olan mutlak yaratıcı, hârikulâdeye has olan birtakım kanunlar koymaktadır. İşte o kanunlara göre, bazen insanlar aracılığıyla birtakım harikulâde olaylar meydana gelebilir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Âdetullah’ı ve hikmetlerini zikrederek Müslümanlara, daha önce bilmedikleri her şeyin varlığını bildirdi ve kendisinin yaratıklar üzerinde kanunları olduğunu haber verdi. Bu gerçekten hareketle, bu sünnetleri bir ibret ve nasihat olmak üzere en güzel bir şekilde “Allah’ın Sünnetleri İlmi” diye bir ilim dalında toplayıp incelemek mümkündür. Bilindiği üzere Allah Teâlâ, bazı âyetlerde kanunlarını açıkça göstermiştir. Bazen sebebi bir âyette, onun sonucunu da diğer bir âyette zikretmiştir. O, geçmiş milletlerin haberlerini zikrederken genellikle âdetini zımnen göstermiştir. Âdetullah’ı izah eden âyetlerden bazısı şunlardır: “Biz bir Rasûl göndermedikçe, hiçbir kimseye azap edecek değiliz.”2340; “Allah, bir topluma verdiği nimeti, onlar kendilerinin (iyi) hâlini (fenalığa) çevirmedikçe bozmaz.” 2341
Bunlardan başka, Allah’ın, peygamberlerini fertlere değil, toplumlara gönderdiğini, 2342 cihada icâbet etmeyen bir kavmin yerine başka bir kavmi getireceğini,2343 servetin sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmaması için zekât ve sadakaların yanı sıra, ganimetlerden fakirlere daha fazla pay
2338] bk. 8/Enfâl, 38; 27/İsrâ, 76-77; 35/Fâtır, 42-43
2339] 48/Fetih, 23
2340] 17/İsrâ, 15
2341] 13/Ra’d, 11
2342] 11/Hûd, 25
2343] 9/Tevbe, 38-39
ALLAH (C. C.)
- 651 -
verilmesini2344 belirten âyetler Âdetullah’ı ifâde eden hükümlerdir. 2345
Allah’a şükür: Nimete nâil olduğumuz zaman bu deyimi kullanmaya özen göstermek gerekir. “Allah’a şükür” demek, bir nimete ulaştığımızda nimeti veren Allah’ı hatırlayıp O’na teşekkür etmek demektir.
Allahu a’lem: Allah daha iyi bilir demektir. A’lem; En iyi bilen, en bilgili demektir. (Bk. Allahu a’lemu bi’s-savâb)
Allahu a’lemu bi’s-savâb: Doğrusunu (en doğrusunu) ancak Allah bilir anlamındadır. Bazı âyet ve hadisler hakkında yapılan te’vil (yorum) ve tercümelerden, ihtilâflı konularda tercih edilen görüş belirtildikten ya da fetvâlardan sonra edeben söylenir.
Allahu Ekber: Allah en büyüktür, en ulu zâttır anlamına gelir. Hayret ifadesi olarak da kullanılan dinî şiarların en önemlilerinden biridir.
Allahumme: Ey Allah’ım demektir. Daha çok duâ cümlelerinin başında kullanılır. Allah’a yapılan hitap ifadesidir.
Allah râzı olsun (radıyallahu anh -r.a.-): İyiliğini gördüğümüz müslümanlara, mutlaka bu ifade şekliyle mukabelede bulunmalıyız. Teşekkür veya sağol gibi ifadeler, soyut beşerî memnûniyeti ifâde eden ve dinî havası ve duâ özelliği olmayan deyimlerdir. Rızâ kelimesinin İslâm’da o kadar derin ve büyük mânâsı vardır ki, onun yerini tutabilecek ikinci bir kelime yoktur. Sahâbelerin isimleri anıldığı zaman, “Allah ondan râzı olsun” anlamında “radıyallahu anh” (r.a.) demek, dinî bir gelenek haline gelmiştir. Bunu ihmal etmemek gerekir.
Allâmu’l-Guyûb: Gaybleri en iyi bilen demektir. Yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır. Allah’ın sonsuz ilmini ifâde eden bu terkibin tam olarak anlaşılabilmesi için, onu meydana getiren “Allâm” ve “Guyûb” kelimelerinin açıklanması gerekir.
“Allâm”; A-li-me (bildi) fiilinden türemiş, mübâlâğa ifâde eden bir isim olup; “en çok bilen, her şeyi hakkıyla bilen” demektir. Bu isim Allah’a mahsus bir sıfattır, mahlûklara verilemez. Bir kimseye, bilgin mânâsında âlim demek câizdir. Üstün, çok bilen mânâsında “allâme” denmesi de mümkündür. Hatta Allah için kullanılan “alîm” ismi, Allah’ın herhangi bir ilim öğrettiği kimseye -yalnızca öğrettiği ilimle ilgili olarak- verilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf (a.s.)’ın Melike şöyle dediğini görmekteyiz: “Beni yerin hazineleri üzerine görevlendir. Çünkü ben, hem çok iyi bir koruyucu hem de çok iyi bilen (alîm)im, dedi.” 2346
Hz. Yusuf (a.s.), Allah’ın kendisine öğrettiği ilimleri çok iyi bilmesi, rüyaları tevil etmesi ve Allah’ın izniyle gaybtan haber vermesiyle de “alîm” idi. 2347
Ancak, Allah’tan başkasına “allâm” demek câiz değildir. Zira bu kelimenin ifâde ettiği mânâ “her şeyi en iyi bilen”dir. Buradaki “her şey”in içine insan aklının alamayacağı veya yalnızca Allah’ın bildirmesiyle bilebileceği gayb ve gaybe
2344] 59/Haşr, 7
2345] Bk. Sünnetullah maddesi, İlâhî Kanun maddesi; Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ans.
2346] 12/Yusuf, 55
2347] el-Ezherî, “Tehzîbü’l-Luğa”, Mısır 1964, A-l-m maddesi
- 652 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ait haberler de girer. “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka bilen yoktur. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.”2348; “Gaybı bilen (Allah), kendisine ait gayba kimseyi muttali’ kılmaz.”2349 Buna göre, ilmi çok az, bilmediklerinin sayısı bildiklerinden çok daha fazla olan insana “allâm” denilmesi düşünülemez.
“Guyûb” kelimesi de “gayb” kelimesinin çoğuludur. “Gayb”; içinde ne olduğu bilinmeyen her yer ve arkasında ne olduğu bilinmeyen her mevkîdir. Zihinlerde mevcut olsa da göze görünmeyen nesneler de “gayb” sayılır. “Gaybdan bir ses duydum” demek, “görmediğim bir yerden ses duydum” demektir. Başka bir ifâdeyle “gayb”; “His ve ilimde veya mevcudiyette hazır olmayandır.” 2350
O halde, bir kimsenin, duvar arkasında ne olduğunu bilmediği şey onun için gaybdir, ama bunu bilen için gayb sayılmaz. Birinin zihninden geçenler sahibi için gayb olmasa da başkaları için gaybdır. Beş duyu ile bilinmeyen ve akılların da idrâk edemediği, ancak peygamberlerin haber vermesiyle bilinen gayb; delili bulunan ve muttakîlerin iman ettiği gaybdır. Kur’an’da: “O kimseler ki, gayba iman ederler.”2351 âyetinde geçen gayb bu çeşit gayb olur, inkârı küfürdür. 2352
Allah Teâlâ ve sıfatları, meleklerin ve cinlerin varlığı, Cennet ve Cehennem vb. konular bu tür gaybdandır. Bir de kıyâmetin ne zaman kopacağı, ölümden sonra dirilmenin mâhiyeti vb. gibi delili bulunmayan, yalnızca Allah’ın bildiği ve hiçbir kimseyi muttalî kılmadığı gaybler vardır. “Gaybın anahtarları O ‘nun yanındadır. Onları ancak O bilir.” 2353
Buna göre “Allâmü’l-guyûb” şöyle tarif edilebilir: “Bütün gaybları en iyi bilen”. Gerek önceden vuku bulmuş olsun, gerek şu anda vuku bulmakta olsun ve gerekse vukuu devam etmekte olsun; ezelden ebede kadar meydana gelmiş ve gelecek her şeyi en iyi bilendir. Bu, O’nun ilim sıfatının gereğidir: “O, görüleni de, görülmeyeni de (gaybı da) bilen yücelerin yücesidir.”2354; “De ki; “Allâmü’l-guyûb olan Rabbim, batılı hak ile ortadan kaldırır.” 2355
Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin dışında hiç bir şey yoktur: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak o bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitaptadır- ancak O bilir.”2356 Geçmişte olanları bildiği gibi gelecekte olanları da bilir. Küll’ü bildiği kadar cüz’ü de bilir: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara; beni ve annemi Allah’tan başka ilâhlar edinin, dedin?! deyince: ‘Hâşâ, hak olmayanı söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, içinde olanı bilirsin, ben Sende olanı bilmem. Şüphesiz “Allâmü’l-guyûb” Sensin’ der.” 2357
Şu anda kullarının neler yaptıklarını, münâfıkların mü’minler aleyhindeki
2348] 27/Neml, 65
2349] 72/Cinn, 26
2350] Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, Gayb maddesi; el-Ezherî, a.g.e. A-L-M maddesi
2351] 2/Bakara, 3
2352] Râgıb el-Isfahânî, a.g.e., Gayb maddesi
2353] 6/En’âm, 9
2354] 13/Ra’d, 9
2355] 34/Sebe’, 48
2356] 6/En’âm, 59
2357] 5/Mâide, 116
ALLAH (C. C.)
- 653 -
plânlarını bilir, onların bu düzenlerini suya düşürür: “Münâfıklar; Allah’ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini, O’nun “Allâmü’l-guyûb” olduğunu bilmiyorlar mı?”2358; “De ki; “Allâmü’l-guyûb” olan Rabbim, batıl hak ile ortadan kaldırır.” 2359
Peygamber (s.a.s.), istihârede bulunurken şöyle duâ ederdi: “Allah’ım! Senin ilminle Senden hayır diliyorum; Senin kudretinle Senden güç ve kudret istiyorum. Ve Senin büyük fazl u kereminden istiyorum. Çünkü Senin her şeye gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem ve Sen ‘Allâmü’l-Guyûb’sun.” 2360
Her şey O’nun ilm-i ezelîsinde bir tertîp üzere mevcuttur, oluşlar bu tertîbe göredir. Şüphesiz bu O’nun sonsuz ilminin bir neticesidir. O’nun bu ilmi, ezelden ebede doğru değişmeden devam edip gider. 2361
Âyetullah: Allah’ın âyeti, Allah’ın varlığına, birliğine ve yüceliğine delil olan şey anlamına gelir. Âyet; İz, işaret, belirti, eser, nişan, alâmet, mûcize anlamlarına gelir. Âyet; Daha çok Kur’an cümlelerine denilir. Kur’an’da ise âyet; daha çok mûcize ve işaret, alâmet ve Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden şey anlamında kullanılır.
Bârakâllah: “Allah mübârek etsin” anlamına gelir. Güzel bir şeyden dolayı bir kimseyi tebrik etmek, Allah’ın o şeyi hayırlara vesile kılmasını, bereketlendirip mübârek etmesini dilemek için kullanılır.
Beytullah: “Allah’ın evi” demektir. Beyt; Ev, hâne, mesken, konut anlamındadır. Beytu’l-Harâm da denilen Beytullah ise; Mekândan münezzeh olan Allah’ın evi anlamında mecâz olarak Kâ’be için kullanılır. Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Allah, Beytü’l-Harâm’ı (Kâ’be’yi, o saygıdeğer evi), insanlar için (hayat ve güvenin) durağı, insanların belini doğrultmaya sebep, kıyâm yeri yaptı...” 2362
Bi-iznillâh: Allah’ın izniyle demektir. Önemli bir işi yaptığımızı (veya yapabileceğimizi) anlatırken, “Allah’ın izniyle yaptım” demek gerekir. Bu deyim, övünmenin, nefsin gurura kapılmasının engellenmesi açısından önemlidir; tabii ki, anlamı düşünülüp değerlendirilirse.
Bismillâh: “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle” anlamına gelen “Bismillâhirrahmânirrahim” cümlesi. Bu cümleyi söylemeye “besmele” veya “besmele çekmek” denir. Her mubah şeye besmeleyle başlamak sünnettir. Besmelesiz başlanılan işlerin sonu hayırlı olmaz. Kur’an’da besmelesiz kesilen hayvanın etinden yemek yasaklanmıştır. 2363
Cemâlullah: Alah’ın cemâli ve rahmeti. Cemâl; lügatte güzel olmak, güzel şekil ve sûret demektir. Ayrıca, herkesin bildiği renk güzelliği ve yumuşaklık anlamına geldiği gibi, her uzvun mizaç ve yaratılışına uygun olan hüküm üzerine olması mânâsına da gelir. Cemâlullah; cemâl-i hakiki, cemâl-i mutlak, cemâli hak ve cemâl-i ahadiyet şeklinde de ifâde edilir.
2358] 9/Tevbe, 78
2359] 34/Sebe’, 48
2360] Buhârî, Teheccüd, 25
2361] Halid Erboğa, Şâmil İslâm Ans.
2362] 5/Mâide, 97
2363] 6/En’âm, 121
- 654 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Cemâl, iç ve dış güzelliğinin adıdır. Allah hakkında kullanıldığında; O’ nun rahmeti, lütfu ve bereketi ile tecelli etmesi; merhameti, bağışlayıcı olması düşünülür. Cemâl, Allah’ın hoşnutluğu ve lütfu yahut bunlarla ilgili sıfatlardır. Bir bakımdan Cenâb-ı Allah’ın zâtına, sıfatlarına ve güzel isimlerine; özellikle lütuf, rızâ, rahmet, nimet, ilim, afv ve ihsanla ilgili sıfatlarına cemâl adı verilir. Allah’ın vahdâniyetine iman edip, güzelliğine gönlünü bağlayan mü’minler Cennet’te Allah’ın cemâlini doyasıya seyredeceklerdir. “Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. (Onlar) Rablerine bakacaklar (O’nu göreceklerdi).”2364 âyetleriyle, “Güzel amel edenlere daha güzel mükâfat (Cennet), bir de fazlası vardır.”2365 âyeti, cemâlullah’ın doya doya seyredileceğine delildir.
Ayrıca, cemâlullah, iki ayrı şekilde ifâde edilmiştir. Birincisi, isim ve sıfatların mânâları olmak üzere mânevîdir. Bu, Hakk’ın kendisini şuhûd etmesine mahsustur. İkincisi, Çeşitleri ve bölümleri ile beraber mahlûkat âlemi olan bu mutlak âlemdir. 2366
Cemâlullah’a kavuşma; Allah’ın emir ve yasaklarına tam anlamıyla uyarak tevhîd akidesine sarılmakla mümkündür. Allah’ın cemâli; celâlinden sonra gelir. Onun için mü’min kullar, Allah’ın muhabbetini kalplerine yerleştirmekle nefislerini kötülüklerden arındırır ve Allah sevgisi dışında kalan her şeyi kalplerinden uzaklaştırırlar. İşte o zaman cemâlullah’a kavuşmaları mümkün olur. Allah cemâlini, sevenlerine ihsan eder. Görüldüğü üzere cemâlullah’a kavuşma; tevhidi kavramak ve Allah dışında her şeye hayır diyebilenlerin hakkıdır. Ehl-i Sünnet akidesine göre; mü’minler cemâlullah’ı Cennet’te göreceklerdir. 2367
Cündullah: Allah’ın askeri, Allah’ın ordusu demektir. Cünd; Asker demektir. Kelimenin çoğulu cünûd, daha çok kullanılır. Kur’an’da şöyle ifade edilir: “Göklerin ve yerin cünûdu (askerleri, bütün orduları) Allah’ındır. Allah Azîzdir (her şeye gâliptir), Hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).” 2368
Elestü bi-Rabbiküm (Elest Bezmi): “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” anlamına gelir. Allah, kullarıylla ezelde yaptığı, kulların da bizzat şâhitlik ettikleri toplantıda yapılan İlâhî sözleşme hakkında kullanılan bir terimdir. Allah, kullarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, ve bütün kullar (ruhlar) da: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” karşılığını vermişlerdir. Kur’an’da, bu sözleşmenin, kıyâmet gününde insanların “bizim bundan haberimiz yoktu!” şeklinde bahane ileri sürmelerine engel olmak için yapıldığı belirtilmektedir. 2369
El-hamdü lillâh: Bir sıkıntıdan kurtulduğumuz zaman ve Allah’ın bir lutfuna nâil olduğumuz vakit, hâlimizi, nasıl olduğumuzu soranlara karşı, bu ifâdeyi olduğu gibi veya “Allah’a hamdolsun” ya da sadece “hamdolsun” şeklinde söylemek.
El-Hukmü lillâh: “Hüküm Allah’ındır” anlamına gelir. Hüküm: karar, kanun, yasa, kuvvet, hâkimlik, âmirlik, kumanda, nüfuz, tartışılmaz dinî kaide
2364] 75/Kıyâme, 23-24
2365] 10/Yûnus, 26
2366] el-Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, 234-235
2367] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi
2368] 48/Fetih, 7
2369] 7/A’râf, 172
ALLAH (C. C.)
- 655 -
mânâlarına gelir. Lillâhi kelimesi “hüküm”le birlikte ele alınırsa hükmün Allah’a âit olduğunu ifâde eder. Hüküm, hâkimiyyet, yönetim başkasına değil, ancak Allah’a aittir. Kur’an bu gerçeği önemine binâen birçok âyette dile getirerek tüm insanları ve özellikle de hüküm verme yetkisini elinde bulunduran ve saltanatın gerçek sahibi olduğunu iddiâ edenleri uyarmıştır. Neden, hüküm insanlara değil de, Allah’a aittir?
Âlemde varlık ya yaratandır; ya yaratılan. Yaratmak, bir şeyi yokluktan vücuda getirmektir. Varlığı vücuda getirmek için o vücuttan önce var olmak gerekir. Âlemde her eşyanın varlığının bir başlangıcı vardır. Her varlık, kendi varlığının yokluğunda var olan yaratıcı bir güce muhtaçtır ki var olsun. O yaratıcı gücün de, bir eseri vücuda getiren sanatkârın sanat dâhîliğine sahip olması gibi, yaratıcının da dâhî, âlim, kudretli, yarattığı eşyadan daha önce var olması icab eder. Sonsuzluk ifade eden bu özellikler ise âlemde var olan hiçbir şeyde sınırlı güce ve hayata sahip hiçbir insanda mevcut değildir. Her geçen gün gücü tükenen, dehâsı bir başka dehânın gölgesinde kalan, bilgisi ve ömrü zamanla sınırlı, sultanlığı bir başkasına miras kalan, âleme hükmettiğini sandığı bir zamanda mikroskopla dahi görülemeyecek derecede küçücük mikroplara mağlup olan, gönlünde yer eden maddeciklere meftun olan kâinatın en değerli varlığı insan, bu yetenekleriyle yaratıcı olamazken, insanın emrine verilen eşya elbette yaratıcı olamaz. “Rabbiniz Allah, işte budur. O’ndan başka ilâh yoktur. (O), her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin...” 2370
Her şeyin yaratıcısı olmak, onu nihâyete kadar en iyi terbiye ve idare etmeyi de gerekli kılar. Ancak, bu gereklilik, yaratıcının lütuf ve adâletinin neticesidir, yoksa O’na sorumluluk ve mecburiyet yüklemez. Kâinatın yaratılmasından bu güne eşyanın deverânında, sevk ve idâresinde, var ve yok oluşunda en ufak bir nizamsızlık, uyumsuzluk, dengesizlik ve anarşi görülmemiştir. Her gün güneş doğudan doğar, toprak ve dişiler analık görevini yapar, gece gündüzü takip eder, gündüz geceyi; semâ ve arz canlıların yaşamasına elverişliliğini sürdürür. “...O, yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk göremezsin. Gözü(nü) döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözü(nü) iki kez daha döndür (bak). Göz (aradığı bozukluğu bulamaz), hor, hakir ve bitkin, (bir bozukluk görmekten) ümidini kesmiş bir halde sana döner.” 2371
En küçük zerrelerden en büyük âleme kadar bütün cihan kendini yoktan (Âdem) vücuda getiren, bununla kalmayıp yok olacağı kıyâmete kadar muazzam bir âhenk içinde, verdiği emirlerle, sevk ve idâre eden çok yüce bir sanatkârın eseridir. “Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra (emri), Arş üzerinde hükümran oldu. (O), geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örter; güneşi, ayı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette (yaratan O’dur). İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah, ne uludur.” 2372
Âlemi en iyi şekilde idâre etmek ve idâre için gerekli emirleri vermek, onu en iyi tanıyan biri tarafından yapılabilir. Onu en iyi tanıyan da şüphesiz onu yaratandır ki, o da ALLAH’tır. Karnını doyurduğu işçisine emir verme yetkisini kendinde bulan insan, kendini yaratan ve doyuran Hâlıkına neden emir verme
2370] 6/En’âm, 102
2371] 67/Mülk, 3-4
2372] 7/A’râf, 54
- 656 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yetkisini tanımasın. Kaldı ki insanın verdiği emir, zaman zaman zulmü, sömürüyü, anarşiyi içerdiği halde, Allah’ın emri adâletin ta kendisidir. En âdil davrandığını sandığı bir zamanda bile insan, ya zaafından kaynaklanan hatalara düşer, ya bir grubun diğer bir grup üzerinde hâkimiyetini sağlar, ya da sınırlı bilgisiyle geleceğe yönelik değil, ancak içinde bulunduğu zamana göre hüküm verir ve her devirde emrindeki eksiklik bütün çıplaklığıyla eksikliğini ve yanlışlığını hissettirdiğinden emrini değiştirmek zorunda kalır. Oysa İlâhî ilim geçmiş ve geleceği kuşattığından (İlâhlığın gereği) O’nun verdiği emir tümüyle âdil, cihanşümul ve mükemmeldir. Ayrıca yaratma gücüne sahip olan Allah, kullarının emir vermedeki zaaflarını ve eksikliklerini bildiği için, dünya ve âhiret saâdetlerine teminat olarak emir verme yetkisini de kullarına değil, kendisine tahsis etmiştir.
Bu kâinatta “hüküm, yalnız Allah’ındır.”2373; ‘’Hüküm O’nundur.” 2374; ‘’Artık hüküm yüce ve büyük Allah’ındır.”2375; “Hüküm vermek Allah’a âittir.”2376; “Hüküm veren Allah’tır.” 2377; “Hüküm vermek yalnız Allah’a âittir.’’2378; “Doğrusu hüküm yalnız O’nundur.”2379 ve daha birçok âyette de belirtildiği gibi Allah’ındır. Yüce Allah’ın, insanları ve cinleri ancak kendisine kulluk etsinler diye yarattığını2380 ifâde ettiği âyet-i kerimeden insanın ve yaratılma gayesinin kulluk, yani emir alma ve emre itaat etme olduğunu öğreniyoruz. Aksine hareket eden insanın kendi yaradanını inkâr ve O’na isyan etmesi onu elîm bir azâba sürükler. Bu inkâr ve isyanı cümlesinden olarak, insan Allah’ın hükümlerinin yetersizliğini ileri sürse ve o yasaların peşine düşerek geri çevirmeye çalışsa dahi buna güç yetiremez. Çünkü, “Hüküm veren Allah ‘tır, O’nun hükmünün arkasına düşüp O’nu geri çevirecek yoktur.” 2381
O’nu hükmünden geri çevirecek insan bulunmadığı gibi, hükmüne ortak olacak, hükümleri beraber koyacak O’na eş bir varlık da yoktur. Çünkü “O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.”2382 Buna rağmen insan kendince Allah’ın hükümlerini yetersiz bulur, kâinatı kudret elinde bulunduran Yüce Mevlâ’ya ortak olmaya kalkar ve kendisi hükümler koyar. Kendi koyduğu hükümleri (yasaları) de zaman değiştikçe değiştirmek zorunda kalır. Hâlbuki “Allah, hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil mi(dir)?”2383 O’nun koyduğu hükümler kıyâmete kadar ebedî olarak kalıcıdır. Ve “O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”2384 Hem “İyice bilen bir toplum için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” 2385
Allah’ın hükümlerini bilmekle her şey bitiyor mu? “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan (verdiğin hükme gönül hoşluğu ile râzı olup) tam
2373] 12/Yûsuf, 40, 67
2374] 28/Kasas, 70, 88
2375] 40/Mü ‘min, 12
2376] 42/Şûrâ, 10
2377] 13/Ra’d, 41
2378] 6/En’âm, 57
2379] 6/En’âm, 62
2380] 51/Zâriyât, 56
2381] 13/Ra’d, 41
2382] 18/Kehf, 26
2383] 95Tîn, 8
2384] 10/Yûnus, 109; 7/A’râf, 87; 12/Yûsuf, 80
2385] 5/Mâide, 50
ALLAH (C. C.)
- 657 -
anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.”2386 Demek ki Rasûlullah ve O’nun izinden gidenlerin uyguladıkları Allah’ın hükmüne tam bir teslimiyetle uymak, mü’min olmak ve mü’min kalmak için şart oluyor.
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e ve onun şahsında mü’minlere şu ültimatomları vermiştir: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların, Allah’ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer dönerlerse bil ki Allah bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” 2387; “(Ey Rasûlüm), sana her ne vahyediliyorsa ona tâbi ol. Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”2388; “(Ey Rasûlüm), Biz sana Kitabı hak/gerçek ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm veresin. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma.”2389 ve “(Ey Rasûlüm) O halde Rabbinin hükmüne sabret ve onlardan hiçbir günahkâra yahut nanköre itaat etme.”2390; “İnkâr edenler sana gelip de başka hüküm verenler aradıkları zaman onlara de ki: ‘Allah, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiş iken ben Ondan başka bir hakem mi arayayım?’ Mü’minlere gelince, kendilerine Kitap verdiklerimiz o (Kur’an)’ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler; onun için hiç kuşkulananlardan olma.” 2391
Peygamberler Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmederler ve onlar haksızlık yapmazlar. Allah’ın hükmünde haksızlık yoktur, ama zâlimler kendilerine haksızlık yapılacağını zanneder ve korkarlar. Allah’ın onlara cevabı serttir. Allah şöyle buyurur: ‘’Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa, Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır onlar zâlimlerdir.” 2392
İnsanlar, İslâm fıtratı üzere doğmalarına rağmen yasayış biçimlerine göre mü’min, münâfık ve kâfir statüsüne tâbi olurlar. Allah’ın hükümleri sözkonusu olunca “Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman iman edenlerin sözü; ancak, ‘işittik ve itâat ettik’ demeleridir (Başka bir şey demeleri, itiraz etmeleri imanla bağdaşmaz). İşte umduklarına erenler bunlardır.’’2393 Ama bir zamanlar, “İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah, peygamberleri müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçekleri içinde taşıyan Kitap indirdi. Oysa kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (Kitap hakk)ında anlaşmazlığa düştü(ler). Bunun üzerine Allah kendi izniyle iman edenleri, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir.”2394 Peygamber (Hz. Şuayb) de bu konuda şunları söylüyordu: “Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir.” 2395
Yahûdilerin de; “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken,
2386] 4/Nisâ, 65
2387] 5/Mâide, 49
2388] 10/Yûnus, 109
2389] 4/Nisâ, 105
2390] 76/İnsan 24
2391] 6/En’âm, 114
2392] 24/Nûr, 50
2393] 24/Nûr, 51
2394] 2/Bakara, 213
2395] 7/A ‘râf, 87
- 658 -
KUR’AN KAVRAMLARI
seni nasıl hakem yapıyorlar da ondan sonra da dönüyorlar (verdiğin hükme râzı olmuyorlar)?! Onlar inanıcı değillerdir.”2396 âyetinden anlaşıldığı gibi Allah’ın hükmüne tâbi olmadıklarını görüyoruz. Diğer insanlara gelince “Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek gelirler.”2397 Benû Kurayza yahûdilerinden bir grubun, zinâ eden Hayber yahûdilerinden iki kişi hakkında hükmüne mürâcaat ettikleri Hz. Peygamber, Tevrat hükmünce onların taşlanması (recmedilmesi) gerekeceğini söylemişti. Yahûdiler, “Tevrat’ta böyle bir hüküm yoktur” dediler. Gerçeği bildikleri halde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) recmden başka cezâ vermesini istiyorlardı. Cenâb-ı Hak meseleye ışık tutan âyetinde şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen (münâfıklarla) yahûdilerden o küfür içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavim (Hayber yahûdileri) hesabına câsusluk edenler (Kureyza oğulları)dır. Kelimeleri, (Allah tarafından) yerlerine konulduktan sonra, bir tarafa atarlar, tahrif ederler (Zinâ eden evliler hakkında Tevrat’ta bulunan hükmü değiştirirler) ve ‘Eğer size şu (fetvâ) verilirse onu alın, şâyet o verilmezse onu kabul etmekten çekinin’ derler...’’ 2398
Göklerin ve yerin mülkünün, saltanatının Allah’a âit olduğunu2399 bilen ve mülk sahibinin kendi mülkünde hâkim olduğuna inanan mü’minler, ihtilâf ettikleri her problemin çözümünü Allah’a ve Rasûlüne götürürlerken,2400 Kur’an’a ve diğer İlâhî kitaplara inandıklarını iddiâ edenler ise; “tâğutların önünde muhâkeme olunmalarını isterler. Oysa onları tanımamakla emrolunmuşlardı...” 2401 İşin gerçeği; ayrılığa düşülen herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a aittir. 2402
Birkısım insanlar, Allah’ın hükümlerini sadece dilleriyle kabul ederler de gönülleriyle ve fiilleriyle kabul etmezler. Bunlar hakkında Allah’ın hükmü: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte kâfirler, zâlimler ve fâsıklar onlardır.”2403 İnsanlar Allah’ın indirdikleriyle hükmetseler de, hükmetmeseler de “O, kendisinden başka ilâh/tanrı olmayan Allah’tır. İlkte de, sonda da (dünyada da âhirette de) hamd O’na mahsustur.”2404; “Hüküm de O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” 2405
Dünyada iken O’nu inkâr edenler de, inkâr etmeyenler de, zâlimler de, mazlumlar da O’na döndürüldükten sonra “O gün mülk Allah’ındır. (O) onların aralarında hükmeder.”2406 Yüce Allah, insanı kâinattaki diğer yaratıklara üstün kıldığını anlatıyor: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”2407; “Andolsun Biz insanoğullarını şerefli kıldık...”2408; “Allah’ın göklerde olanları da yerde olanları da buyruğunuz altına
2396] 5/Mâide, 43
2397] 24/Nûr, 48, 49
2398] 5/Mâide, 41
2399] 5/Mâide, 40
2400] 4/Nisâ, 59
2401] 4/Nisâ, 60
2402] 42/Şûrâ, 10
2403] 5/Mâide, 44, 45, 47
2404] 28/Kasas, 70
2405] 28/Kasas, 88
2406] 22/Hacc, 56; 6/En’âm, 57, 62
2407] 95/Tîn, 4
2408] 17/İsrâ, 70
ALLAH (C. C.)
- 659 -
verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?”2409 Bir toplum, aklı gideren içkiyi; nesli soysuzlaştıran zinâyı; dini dejenere eden ve hiçe sayan hurâfe ve küfrü; canı ucuzlatan anarşi ve terörü (gerçek anarşi Allah’ın sistemine karşı gelmektir); malı yok eden kumar, rüşvet ve israfı meşrû görür, haklının değil; kuvvetlinin yanında yer alır, bunları da beşerî düzenlerin müsâmaha ve müsaadeleri gölgesinde yaparsa, hiçbir şeyin güvence ve teminatı sözkonusu olamaz. Beşerin insanca yasayabilmesi, adâletinden zerrece şüphe edilmeyen Allah’ın hükümlerine bağlı kalmakla mümkün olabilir. Çünkü O, “hükmedenlerin en iyi hükmedeni değil midir?” 2410
El-ıyâzu billâh: Allah’a sığınmak, “Allah’a sığınırım”, “Allah’a sığınırız” veya “Allah esirgesin” anlamında kullanılan bir terimdir. İnsan kızınca şeytan hemen onun nefsine hâkim olur. Çünkü, kızgınlık anında insan heyecana kapılmış, nefsinin hâkimiyetini elinden kaçırmış, dizginlerini kaybetmiştir. İşte bunun içindir ki Yüce Rabbimiz kızgınlığın yatışması ve şeytanı kendi yoluna sürmek için Allah’a sığınmayı ve O’ndan yardım dilemeyi emrediyor. “Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah’a sığın (fe’steız billâh); Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir.” 2411
El-ıyâzu billâh’tan, Allah’ın fâili mutlak oluşunu şuhûd etmek ve bu şuhûd ile huzura ermek maksadını anlamak mümkündür. Allah’a sığınmaktan bir diğer maksat, izin istemek ve kapıyı çalmaktır. Meliklerden birinin kapısına gelen bir kişi, ancak izin aldıktan sonra huzura erebilir. Kur’ân-ı Kerîm okumak isteyen bir kimse de Mevlâ’sına münâcaatla huzuruna girmek dilemektedir. O halde, insanın türlü türlü kötülük ve fuzûlî sözlerle kirlenen dilini temizlemesi gerekir ki, bu da ancak Allah’a sığınmakla mümkün olur. İrfan sahipleri, Allah’a sığınmanın mütekarribin’in (Allah’a yakınlık kazananların) yolu, Allah’tan korkanların dayanağı, günahkârların hoşnutluk umudu, helâka uğrayanların tevbesi ve sevenlerin sevinç kaynağı olduğunu söylerler.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Cebrâil tarafından ilk getirilen; “İstiâze” (Allah’a sığınma ifâdesi olan Eûzü) ile “Besmele” ve “İkra” sûresidir. İstiâzede bulunan kelimeler; fiiliyye, sıfatiyye ve zâtıyye olmak üzere üç tanedir. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu “Allah’ım, senin gadabından rızâna, ıkabından (cezâlandırmandan) affına ve Senden Sana sığınırım.”2412 hadisinde bunları görebiliriz.
Ayrıca, her türlü fitneden, küfürden, borçtan, kötü insanlardan, sihir ve sihirbazlardan, nefsin ve Deccal’ın şerrinden, Cehennem ateşinden, bunaklıktan, zulüm ve zâlimlerden, dünyevî âfetlerden, fakirlikten Allah’a sığınmak gerektiğini Hz. Peygamber (s.a.s.) birçok hadis-i şeriflerinde bildirmiştir. (Bk. Maâzallah maddesi) 2413
El-Mülkü lillâh: “Mülk Allah’ındır” anlamına gelir. “Mülk”: Üzerinde tasarruf hakkı bulunan şey, alınıp satılan şey anlamındadır. Varlık ve saltanat için
2409] 31/Lokman; 20; Yine, aynı konuyla ilgili bk. 13/Ra’d, 2; 22/Hacc, 65; 14/İbrâhim, 32, 33, 16/Nahl, 12, 14.
2410] 95/Tîn, 8; Cengiz Yağcı, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2411] 7/A’râf, 200
2412] Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Tirmizî, Daavât, 112
2413] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şamil İslâm Ans.
- 660 -
KUR’AN KAVRAMLARI
de kullanılır. Tüm varlıkları var edip yaratan Allah’tır. Her şey O’nun mülküdür. İnsanların bir mülke sahip olması, mecâzî ve geçicidir. “Mâlikü’l-Mülk”: Mülkün sahibi demektir. Mülkün esas sahibi Allah’tır. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.”2414 Gökle yer arasında bulunan şeyler de O’nundur.2415 “O’nun mülkte ortağı yoktur.”2416; “De ki: Mülkün gerçek sahibi (mâlikü’l-mülk) olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye kaadirsin.” 2417
E’r-rızku alâllah: “Rızk, Allah üzerinedir” anlamına gelir. Kullarının ihtiyacı olan rızkını kendi üzerine alan, yazan, rızka kefil olan, her canlıyı yaşatacak zarûrî rızık ve gıdâyı üzerine alan Allah’tır. Rızık: Kendisinden yararlanılan şey, Allah tarafından her canlı için ayrılmış ve takdir edilmiş olan nimet, yiyecek, içecek ve giyecekle ilgili maddeler. Canlıların yararlanması için Allah tarafından yaratılmış maddî ve mânevî her şey rızık sayılır. Rızık, bedenle ilgili (yiyecek, içecek vb.) olabileceği gibi; kalp ve ruh ile ilgili (mârifet, ilim vb.) de olabilir. Rızkı veren, rızkı yaratan, sebeplere bağlayan Allah’tır. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “Rezzâk”tır, yani rızık veren yalnız O’dur. “... Size göklerden ve yerden kim rızık veriyor? De ki: ‘Allah...”2418; “Şüphesiz Rezzâk, kuvvet sahibi, Metîn olan Allah’tır.”2419 Allah, dilediğine rızkı bol verir, dilediğine az: “Allah dilediğine rızkını bollaştırır da, daraltır da...”2420 Ancak, Allah, günahtan sakınan, Rabbinden korkan ve ateş azâbından kaçınan kulları için daha büyük bir rızık ve nimet hazırlamıştır, onları “ummadıkları yerden rızıklandırır.” 2421
Estağfirullah: “Allah’tan af ve bağışlanma isterim” anlamına gelen bir duâ cümlesidir. Kur’an’da ve hadislerde insanların istiğfâr etmeleri ısrarla söz edildiği için bu duâ cümlesi, müslümanların sıkça okudukları bir duâ olmuştur. Allah şöyle emrediyor: “Estağfirullah (‘Allah’tan af ve bağış dilerim’ de). Allah bağışlayıcı, merhamet edicidir.”2422; “Hâlâ, Allah’a tevbe edip O’ndan af dilemiyorlar (estağfirullah diyerek bağışlanma istemiyorlar) mı?” 2423
Esteıyzü billâh: Cümlenin tamamı: “Esteıyzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir. “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Eûzü billâh: Cümlenin tamamı: “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir. “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım” demektir. (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Evliyâullah: Allah’ın evliyâsı, velî kulları demektir. Kur’an’da “evliyâullah” tâbiri, üç âyette geçer. “İyi bilin ki, Allah’ın evliyâsına (dostlarına, velî kullarına) korku
2414] 3/Âl-i İmrân, 189
2415] 5/Mâide, 17; 20/Tâhâ, 6
2416] 17/İsrâ, 111
2417] 3/Âl-i İmrân, 26
2418] 34/Sebe’, 24
2419] 51/Zâriyât, 58
2420] 13/Ra’d, 26
2421] 65/Talâk, 3
2422] 4/Nisâ, 106
2423] 5/Mâide, 74
ALLAH (C. C.)
- 661 -
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar, iman edip de takvâ sahibi olan (Allah’tan sakınan) kimselerdir. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır...”2424; “Allah’tan başka dostlar edinenlere gelince, Allah onların üzerinde daima gözetleyicidir. Sen onlara vekil değilsin.”2425; “De ki: ‘Ey yahûdiler! Bütün insanları bir yana bırakarak yalnız kendinizin Allah’ın evliyâsı (dostları) olduğunuzu sanıyorsunuz, bu iddianızda samimi iseniz haydi ölümü temenni edin (bakalım).”2426 Bu âyetlerde görüldüğü gibi, “evliyâullah” özel bir sınıf değildir; iman edip takvâ sahibi olan bütün mü’minlerdir.2427 Tasavvuf anlayışında, bu Kur’an kavramı da yozlaştırılmış, özel birtakım ermişler, kerâmet gösterebilen şeyhler vb. anlamında kullanılmıştır.
Eyyâmullah: Allah’ın günleri demektir. Eyyâm; Günler anlamına gelir. Zaman anlamı yanında, güçlülük, sözü geçerlilik anlamı da vardır. Bu kavram, Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde geçer. Her iki âyette de, Allah’ın geçmişte ya da gelecekte toplumları cezâlandırdığı günler için kullanılır ve bunların hatırlanması ve hatırlatılması istenir. Bu âyetlerin mealleri şöyledir: “Andolsun ki Mûsâ’yı da, ‘kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara eyyâmullah’ı (Allah’ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini) hatırlat’ diye mûcizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda, çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır.”2428; “İman edenlere söyle: Allahın (cezâlandırma) günlerinin -eyyâmullah’ın- geleceğini beklemeyenleri bağışlasınlar. O günler, Allah’ın her toplumu, yaptığına göre cezâlandırması içindir.” 2429
Fenâ fillâh: Allah’ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tâbirdir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi mânâlarına gelir. Fenâ fillâh kavramı ve bunun içinin doldurulması, Kur’an’da, hadis-i şeriflerde ve ashâbın söz ve yaşayışlarında kesinlikle yer etmez. Peygamberimiz’den en az 250 yıl sonra ortaya çıkmış bir kavram ve anlayıştır. Panteist Yunan felsefesinden etkilendiği iddiâsı yaygındır. Kur’an ve Sünnetteki tevhid anlayışına ters düştüğü nice âlimler tarafından belirtilmiştir. Bu anlayış, Allah ile yaratıkların ayrı şeyler olmadığı inancına kapı açmıştır. Bu tavrı mutasavvıflar “Lâ mevcûde illâllah” (Allah’tan başka mevcut, yani varlık yoktur!) diyerek ortaya korlar. Her yaratıkta Yaratanın tecelli edip ortaya çıktığı, dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın olmadığı iddiâ edilir. İnsanın kendisi dâhil görünen her şeyin aslının olmadığı, her şeyin hayalden ibâret olduğu anlayışı, Harun Yahya tarafından da modernize edilip iddiâ edilmekte, tasavvufun bu yaklaşımı, günümüz tarikatlerinde de görülmektedir. Hâlbuki bu konu; tevhidle, Rab-kul ilişkisiyle bağdaşmaz. Akıl da nakil de bu görüşü tasvip etmez. Bu anlayış, Kur’an’a baştan sona terstir. Daha besmeleden sonra ilk âyette “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır.”2430 denilmekte, âlem ve Rab ikileminden söz edilmektedir.
Şimdi; tasavvuf ehli insanlara göre fenâ fillâhın tanımı ve savunmasını görelim:
Tasavvufta fenâ, Allah’ın zâtî hâriç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak
2424] 10/Yûnus, 62-64
2425] 42/Şûrâ, 6
2426] 62/Cum’a, 6
2427] 10/Yûnus, 63
2428] 14/İbrâhim, 5
2429] 45/Câsiye, 14
2430] 1/Fâtiha, 2
- 662 -
KUR’AN KAVRAMLARI
anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah’ın sıfatlarıyla yani Allah’ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah’a yönelip O’na teslim olunca “Ben onun gözü ve kulağı olurum...” meşhur hadis rivayetinde belirtildiği gibi olaylara Allah’ın nazarı ile bakmaya başlar.
Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir.2431 Tasavvufî anlayışta kullanılan Fenâ fillâh ve karşıtı olan Bekâ billâh kavramları ilk devre sûfilerinde görülmemektedir. Bunların ilk defa Ebû Said Harrâz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul edilir. Ebû Saîd Harrâz’a göre “Fenâ fillâh; kulun kulluğunu görmekten fâni olması, beka billâh ise; kulun Allah’ın huzurunda bâki ve var olmasıdır.”
Fenâ ve beka diye kısaltılarak kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar getirmişlerdir. “Kötü huy ve davranışlardan fâni, ilimle bakî olmak; gafletten fâni, zikirle bâkî olmaktır” gibi tarifler çok yaygındır. Fenâ’yı mahv, bekâ’yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür. Bu, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fâni) olacak. Ancak, azamet ve ikrâm sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.” 2432
Fenâ, mânevî bir haldir. Sürekli olup olmadığı tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici olduğu kabul edilmiştir. Bu hal, bir mânevî sarhoşluk ve kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem’i ile benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu kabul edilmektedir.
Fenâ hâli, beşerî sıfat ve özelliklerden sıyrılarak İlâhî vasıf ve özelliklere kavuşma olduğundan bu halde “Vasıfta birlik” gözetilmiş olup, zatî birlik iddiâ edilmemektedir.2433 Cüneyd Bağdâdı (297/910) Fenâ’yı üç kademede değerlendirir:
1) Amel ve ibâdetleri yerine getirmek için gayret etmek, nefse karşı çıkmak sûretiyle kötü sıfatlardan fânî olmak.
2) Tamamen Allah’a yönelerek, ibâdetlerden zevk alma duygusundan da fâni olmak,
3) Nihâyet, Allah’ı müşâhede etmenin farkına varmaktan da fâni olmak...
Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer. Buna Fenâü’l-Fenâ denir.
Cüneyd-i Bağdadî’ye göre fenâ fillah; “Allah’ın kulunu kendinde yok etmesidir. Fenâ fillâh makamları, üç sarhoşluk (manevî) mertebelerini kapsar. Bunlar, Tevhîd-i Ef’al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât’tır. Sâlik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat ve zatından ayrılır. Tasavvuftaki bu anlayışa göre insanın fiilleri ve sıfatlan Allah’ın fiil ve sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef’al ve Tevhîd-i Sıfat olur. Son mertebede de Allah’ın zat-ı ile birleşir ki buna da “Tevhîd-i Zat” denir. Bu mertebelere seyr-i sulûk adı verilir. Bu da fenâ fillah yani Allah’ta yok olma anlamında kullanılmaktadır. Şâyet kulun Allah’ın fiil ve sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa yani kulun Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanması anlamında kullanılıyorsa bu İslâm akidesine aykırı bir durum arz etmez. Ancak
2431] Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157
2432] 55/Rahmân, 26-27
2433] Tehânevî, a.g.e., II, 1158
ALLAH (C. C.)
- 663 -
kul bu mertebede ilâhı sıfatlarla muttasıf, Allah’ın sahip olduğu özelliklere sahip olur anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslâmî akide ile uyuşmaz. Kişiyi şirke sürükler. Ayrıca “Tevhîd-i Zat”tan kasıt sâlikin Allah’ın zâtı ile birleşmesi ve Allah ile sâlikin zatlarının bir ve aynı olması anlamında kullanılıyorsa bu Budizm’deki Nirvana’nın bir başka ifadesi olup şirktir. Zira İslâm’da buna dair Kur’ân ve sünnette bir delil yoktur. Bu tâbirlerin Hz. Peygamber, sahâbe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı ve bilinmediği gâyet açıktır.
Tehânevî, “Mecmaus-Sulûk” adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah’tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür. Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur. Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de “o” sanır ve “Hak benim” der. Varlık aleminde de Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır.2434 Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah’ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah’ın eşya ile ittihadı demek olup Allah’ın vahdâniyet ve muhâlefetun li’l-havâdis sıfatlarına aykırıdır; dolayısıyla şirktir. 2435
Fî Sebîlillâh: “Allah yolunda” anlamına gelir. Kendisine zekât verilmesi câiz olan bir sınıfı ifade eder. Bununla Allah yolunda cihad edenler kastedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, zekât verilecek sekiz sınıf bildirilirken; “Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin..., Allah yolunda (fî sebîlillâh) cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır.”2436 buyurulur. (Geniş bilgi için Bk. Sebîlullah)
Habîbullah: Allah’ın sevdiği, dostu demektir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında söylenir.
Hablullah: Allah’ın ipi, zimmeti anlamındadır. Hablullah tâbiri Kur’ân’da Allah’a izâfe edilerek yalnız bir yerde2437 geçmektedir. Habl; ip mânâsınadır. Aynı zamanda bu kelime Allah’a verilen söz, zimmet, güvenme, ağırlık, ulaşma, ulaştırma ve sebep anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber’e birtakım emirler vermekle, Ehl-i Kitaba karşı tavrını koymasını istemekte ve onlara cevap vermesini emir buyurmaktadır. Sonra Allah (c.c) mü’minleri ele almakta, onların ehl-i kitab’tan bir gruba uydukları takdirde tekrar küfre dönebilecekleri tehlikesine dikkat çekmektedir. Söz, ehli kitabı ve mü’minleri hedef almakta ve neticede, “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın.”2438 denilmektedir. Bu âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, “hablullah”tan kasıt; evvelemirde Kur’ân ve onun teklif ettiği din olan İslâm’dır. İnsanlar ancak Kur’ân’a ve İslâm’a sımsıkı sarıldıkları takdirde parçalanmaktan uzak durabilirler.
Dar bir yolda, bir patikada yürüyen kimsenin ayağının kaymasından korkulur. Ama o kişi, iki tarafı sâbitleştirilmiş bir ipe (bağa) tutunarak yürürse korkusuzca yoluna devam eder. İşte aynı şekilde Hakk’ın yolu (sırât-ı müstakîm) da çok ince bir yoldur. Birçokları o yolda yürürken kayabilirler. Hak yolda yürümek için de Allah’ın açıklamasına ve O’nun rehberliğine ihtiyaç vardır. Öyleyse
2434] Tehânevî, a.g.e., II 1158
2435] Hasan Fehmi Kumanlıoğlu, Şâmil İslâm Ansiklopedisi
2436] 9/Tevbe, 60
2437] 3/Âl-i İmrân, 103
2438] 3/Âl-i İmrân, 103
- 664 -
KUR’AN KAVRAMLARI
burada bağ (habl) kavramı, din yolunu tâkip ederek kendisiyle amaçlanan yere ulaşmamız imkânını bahşeden her şey için kullanılır. “Meğer ki Allah’ın ahdine ve mü’minlerin ahdine sığınmış olsunlar.”2439 âyetinde geçen “habl”, ahd (söz), bağ olarak tefsir edilmiştir. Çünkü ahd, bağ gibi amaçlanan yere giderken kişiden korkuyu gidermektedir. 2440
Buradaki (habl) kelimesi bazılarına göre Allah’ın insanlara gönderdiği din anlamına gelmektedir (Tefsîru’l-Celâleyn). Bundan başka, âyette “hablullah” ile kasdedilen şeyin Kur’ân-ı Kerîm olduğu birçok müfessir tarafından beyan edilmiştir. Bu müfessirler görüşlerine delil olarak şu hadîsleri zikrederler:
1- Zeyd b. Erkâm’dan gelen bir rivâyete göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Dikkat edin, ben sizin aranızda iki ağır yük bırakıyorum. Bunların biri Allah’ın kitâbdır. O, Allah’ın ipidir. Her kim ona tâbi olursa doğru yolda ve kim de onu terkederse dalâlette (sapıklıkta) olur.” 2441
2- Peygamberimiz (s.a.s.) Kur’ân hakkında; “Bu Kur’an hablullahtır, nurdur ve faydalı bir şifadır. Kendisine yapışanı korur; ona uyanı kurtuluşa götürür...” buyurmuştur. 2442
3- Diğer bir rivâyette de yine Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın ipi olduğu vurgulanarak şöyle denilmektedir: “Allah’ın kitâbı (Kur’ân) gökten yere uzatılmış bir iptir, yani hablullahtır.”2443 Zemahşerî, âyetin anlamını, “Allah’a güveniniz de ve O’ndan yardım isteğinizde bir olunuz, ayrılıp dağılmayınız” veya, “Allah’ın kullarına olan ahdine sarılmada bir olunuz ki, bu ahd iman ve tâattir” şeklinde tefsir eder. Veya Hz. Peygamber, “Kur’ân Allah’ın sağlam bir bağıdır” dediği için buradaki habl’den maksat “Allah’ın kitabıdır, yani Kur’an dır.” 2444
Üstad Mevdûdî de hablullah’ı, Allah tarafından belirlenen bir hayat tarzı olarak ele almakta ve onun sâyesinde insanların Allah’la olan ilişkilerinin sağlam olacağını ve aynı zamanda onları birbirine bağlayacağını açıklamaktadır. 2445
Hafezanallah: “Allah bizi korusun, muhâfaza etsin” demektir. Kötü bir ihtimalden uzak bulunmayı dilemek için söylenilir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de Hafîz veya Hâfız’dır. Koruyan, merhamet eden, gözeten anlamına gelir. Allah, gökleri, yeri ve arasındakileri muhâfaza eder ve onlar yıkılmazlar. Allah, dâima diri ve yaratıklarını koruyup yönetendir. Onları korumak, O’na ağır gelmez.2446 “İnsanın önünde, arkasında, kendisini Allah’ın emriyle gözetleyecek tâkipçi (melek)ler vardır, onu Allah’ın emriyle korurlar...” 2447 Kur’an’da Hâfız; koruyan, muhâfaza eden anlamıyla iki âyette geçer: “En iyi koruyan (Hâfız) Allah’tır ve O, merhametlilerin en merhametlisidir.”2448; “O zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik ve onun koruyucusu (hâfizûnu) da
2439] 3/Âl-i İmrân, 112
2440] Fahreddin er-Razî, Mefatihu’l-Gayb, 8/162
2441] Müslim, Fadâilü’l-Ashâb, 37
2442] Dârımî, Fezailü’l-Kur’an, I
2443] Ahmed bin Hanbel, II/17, 26
2444] Zemahşerî, Keşşâf, I, 191
2445] Mevdûdî, Tefhim’ul-Kur’an, I, 218; Dursun Ali Türkmen, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2446] 2/Bakara, 255
2447] 13/Ra’d, 11
2448] 12/Yûsuf, 64
ALLAH (C. C.)
- 665 -
elbette Biziz.” 2449
Hasbünallah: “Allah bize yeter, kâfidir” anlamına gelir. Müslümanların Allah’a güven ve teslimiyetini belirten bir sözdür. Müslüman halk arasında; öfkelenilecek durumlarda, öfkenin yatıştırılması için kullanılan bir deyim olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de, haklarında yapılan tehditlere ve fitneci haberlere karşılık tam bir teslimiyet içinde olan mü’minlerin tavrı hakkında şöyle buyrulur: “Onlar (o mü’minler) ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ deyince, bu söz onların imanlarını arttırdı ve ‘hasbünallah ve ni’me’l-vekîl (Allah bize yeter; O, ne güzel vekîldir) dediler.” 2450
Haşyetullah: Allah korkusu demektir. Haşyet; Korku, ürperti, endişe, hoşa gitmeyen bir durumla karşılaşma kaygısından dolayı kalbe yürüyen elem anlamına gelir. Haşyet; Daha çok Allah korkusu, âhirette azâba uğrama kaygısı anlamında kullanılır. Müslüman korku ile ümit arasında yaşar. Müslüman, yalnız Allah’tan korkar ve O’ndan bağış ve lütuf, merhamet ve nimet diler. Allah’ın bağışlamasını ümit ederken, O’nun azâbından, günah işlemekten, şirk ve isyan gibi pislik işlerle uğraşmaktan korkar, Allah’a sığınır.
Hizbullah: “Allah’ın taraftarları, Allah’ın grubu, Allah’ın erleri” anlamlarına gelir. Hizb: Bir kişinin görüşüne uyarak kendisiyle birlikte bulunan dost ve arkadaşları, belli bir görüş ya da unsur çevresinde oluşan topluluk, parti demektir. Kavim, kabîle gibi tarihsel ve toplumsal bir oluşumla ortaya çıkan topluluğa hizb denildiği gibi; bir kişi, inanç ya da düşünceye taraftarlıkla toplumdan ayrışan siyasî ve itikâdî topluluklara da hizb (hizip) adı verilir. Bu nedenle Kur’ân, tanımına uygun müslümanlar topluluğunu “hizbullah”, tâğut ve şeytanların peşinden giden insanları da “hizbüşşeytan” olarak adlandırır. Her hizib, kendi içinde sıkı bir dayanışma, yardımlaşma ve taraftarlık bilinciyle hareket ederken, diğer hiziblerle ilişkilerinin temelini sakınma, korunma ve düşmanlık duyguları belirler. Müfessirler, Kur’ân’daki Hizbullah kavramını “Şi’atullah (Allah’ın taraftarları)”, “Ensârullah (Allah’ın yardımcıları”, “Evliyaullah (Allah’ın dostları” ve “Cündullah (Allah’ın askerleri)” gibi deyimlerle karşılamaları, hizb’in bu temel özelliklerini yansıtma amacına yöneliktir.
Kur’ân, hizb kelimesini tekil biçimiyle yedi âyette 2451 dokuz defa; çoğul biçimiyle de dokuz âyette 2452 on defa kullanır. Bu kullanımların üçünde Allah’ın hizbi, partisi anlamında “Hizbullah”, ikisinde Şeytan’ın hizbi, partisi anlamında “Hizbüşşeytan” biçimindeki terkiplerle özel iki toplum dile getirilir. Diğer kullanımların birisinde kelime Hizbüşşeytan’ı belirtirken, geriye kalanlarda topluluk, kabile, parti gibi genel anlamları dile getirir.
Hizbullah’tan söz eden ilk âyet 2453, mü’minlerin niteliklerini sergileyen bir dizi âyet içinde yer alır. Buradan yola çıkarak Hizbullah’ın Kur’ân’ın tanımladığı mü’minler topluluğu olduğu söylenebilir. Fakat Hizbullah’ı tanımlayan asıl âyet, belirlenen niteliklerin siyasal ve toplumsal bir boyutunu ortaya koyması
2449] 15/Hıcr, 9
2450] 3/Âl-i İmrân, 173
2451] 5/Mâide, 56; 18/Kehf, 12; 23/Mü’minûn, 53; 30/Rûm, 32, 35/Fâtır, 6, 58/Mücâdele, 19, 22
2452] 11/Hûd, 17; 13/Ra’d, 36; 19/Meryem, 37; 33/Ahzâb, 20, 22; 38/Sâd, 11, 13; 40/Mü’min, 5, 30; 43/Zuhruf, 65
2453] 5/Mâide, 56
- 666 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bakımından ayrıca önemlidir. Çünkü, mü’minler toplumunun bir hizbi, hem de Allah’ın hizbi olarak tanımlanmasında asıl belirleyici olan imanın bu boyutudur. Âyet bu boyutu, “Allah’ı, O’nun Rasûlünü ve mü’minleri velî edinmek” biçiminde ifâde ediyor. Hizbullah deyiminin iki defa geçtiği başka bir âyette aynı boyutun diğer bir yönü delil getiriliyor. Bu da şu âyettir: “Babaları, kardeşleri, oğulları ya da kabîlesi de olsa, Allah’a ve Rasûlü’ne düşman olanları sevdikleri (meveddet duydukları) görülmemektedir.” 2454
Velî edinmek; dost tutmak, yardımlaşmak, otoritesine boyun eğmek, görev ve yetkilerini tanımak gibi anlamlan; meveddet ise sevgi üzerine kurulu bağları ve bunun sonucu olan velâyet ilişkilerini dile getirir. Buna göre Hizbullah, Allah’ın ve Rasûlü’nün otoritesine boyun eğen, İslâm’a teslim olan, içlerinden seçtikleri yöneticilere itaat eden, birbirleriyle yardımlaşan, dostluk ve dayanışma içinde bulunan; diğer yandan da en yakın akrabaları da olsa, İslâm düşmanlarını sevmeyen, onlarla işbirliği yapmayan, onlara yardımda bulunmayan mü’minler topluluğudur. Bu topluluk, velîlerinin yalnız Allah, Rasûlü ve mü’minler olduğunun2455 bilincinde bulunduğu kadar hıristiyan ve yahûdilerin,2456 İslâm’ı eğlence ve oyun edinenlerin2457 velî edinilmeyeceğinin, bunun “onlardan olmak” anlamına geleceğinin de bilincindedir. Mü’minlerin İslâm inancı çevresinde yeni, bütünüyle farklı bir toplum oluşturmalarını ve Bedir örneğinde görüldüğü gibi, gerektiğinde en yakınlarına karşı hiç tereddüt etmeden savaşmalarını mümkün kılan toplumsal bağlar, yakınlıklar kurmalarını sağlayan, bu bilinçtir. Allah, Hizbullah olarak adlandırdığı bu bilinç içindeki toplumun kalplerine imanı yazar ve onları kendisinden bir ruhla destekler. Bunlar, âhirette cennete konulur ve orada ebedî olarak kalırlar. Allah onlardan, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Başarıya ulaşacak hizib de yalnızca budur. 2458
Doğrudan Hizbüşşeytan deyimi kullanılmasa da Şeytan’ın hizbinden sözeden ilk âyet bir Mekkî sûrede yeralır. Bu âyette mü’minler, Şeytan’ın düşmanları olduğu ve onun, hizbini alevli ateşin halkından olmaya çağırdığı belirtilerek uyarılır.2459 Hizbüşşeytan deyiminin doğrudan iki defa kullanıldığı âyet ise Medenî bir sûrededir. Bu âyette Hizbüşşeytan’ı oluşturan insanların şeytan tarafından kuşatıldıkları, Allah’ı unuttukları ve üstün gelemeyecekleri ifâde edilir.2460 İlk âyette Hizbüşşeytan adlandırmasına gidilmemesine ve yalnızca mü’minlerin uyarılması ile yetinilmesine karşılık; ikinci âyette artık toplumsal bir olgu olarak ortada duran bir topluluktan, mü’minlerden ayn bir hizib oluşturan insanlardan sözedilir.
Hizbüşşeytan’ı belirleyen nitelikler, Hizbüşşeytan adlandırmasının yapıldığı âyetten önceki beş âyette açıklanır. Bunlar, Allah’ın kendilerine gadab ettiği bir topluluğu velî edinmişlerdir. Bilerek yalan yere yemin ederler; gerçekte ne mü’mindirler, ne de velî edindikleri kimselerdendirler. Yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yoluna engel olurlar. Yalancıdırlar. Özellikle Medine ortamı göz önünde tutulduğunda Hizbüşşeytan olarak tanımlanan insanların münâfıklar olduğu
2454] 58/Mücâdele, 22
2455] 5/Mâide, 55
2456] 5/Mâide, 51
2457] 5/Mâide, 57
2458] 58/Mücâdele, 22
2459] 35/Fâtır, 6
2460] 58/Mücâdele, 19
ALLAH (C. C.)
- 667 -
açıktır. Münâfıklar, müslüman gibi göründükleri, içiçe yaşadıkları müslümanların sahip oldukları bütün haklardan yararlandıkları halde, gerçekte iman etmemiş kimselerdir. Mü’minleri kendilerine inandırabilmek için yemin dâhil her yola başvurur, ancak her fırsatta Allah’ın yoluna engel olmaya çalışırlar. Münâfıkları, eşdeyişle Hizbüşşeytan’ı gerçek mü’minlerden, Hizbullah’tan ayıran en temel özellik; Allah’ı, Rasûlü’nü ve mü’minleri değil, onların karşısındaki kimseleri velî edinmeleridir. Nitekim âyetin indiği ortamda münâfıklar İslâm’ın ve mü’minlerin zaferini sonuna kadar engellemeye çalışmışlar, bu amaçlarına ulaşabilmek için hem müşriklerle, hem de yahûdilerle işbirliği yapmışlardı. Onların Hizbüşşeytan olarak adlandırılmasının temel nedeni de bu seçimleri oldu. Kur’an’ın getirdiği bu tanımlama, bize Hizbullah ile Hizbüşşeytan’ın ayrılması konusunda her zaman için uygulanabilecek değişmez bir kıstas/ölçü vermektedir.
Kur’ân, hizb kelimesine, Hizbullah ve Hizbüşşeytan’ı belirtmediği yerlerin büyük çoğunluğunda olumlu ya da olumsuz bir yorum getirmez. Buralarda hizib; topluluk, kabîle gibi anlamları dile getirir. Buna karşılık, dört yerde2461 kelime, belli bir toplumun parçalanmasına neden olan partileşme anlamında kullanılır. Bunlardan üçü ehl-i kitab’la, biri de müşriklerle ilgilidir. Ehl-i kitab’la ilgili âyetlerde bunların işlerini parçalayıp çeşitli kitaplara ayrıldıkları; her partinin kendi yanında bulunanla sevindiği;2462 partilerin birbirleriyle ihtilâfa düştüğü2463 belirtildikten sonra “Artık büyük bir günü görmekten ötürü vay kâfirlerin hâline!” 2464 ve “Acı bir günün azâbından vay o zâlimlerin hâline!”2465 buyrularak hizibleşme küfür ve zulümle ilişkilendirilir. Müşriklerle ilgili olan âyet de hizipleşmenin olumsuzluğunu dile getirir: “Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizib kendi görüşleriyle avunur.” 2466
Hizibleşmenin anlamlandırılış biçimine bakılarak, rahatlıkla Kur’ân’ın İslâm toplumunda hizibleşmeye izin vermediği söylenebilir. Kur’ân, gerçek mü’minlerin tek bir partiyi oluşturduklarını belirterek bunu Hizbullah olarak adlandırıyor. İslâm toplumunda bir vâkıa olduğu için kabul edilen ikinci parti ise, münâfıkların, şeytanın kuşattığı kimselerin oluşturduğu Hizbüşşeytan’dır. Bunun dışındaki bütün hizibleşmeler, Hizbullah’ın parçalanması anlamına gelir ki, bu da İslâm toplumunun, Kur’ân’ın onaylamadığı ehl-i kitab’tan toplumların durumuna gelmesi demektir. Oysa mü’minlerden istenen; kendilerine apaçık deliller geldikten sonra fırka fırka olup ihtilâfa düşenlere benzememektir. Çünkü ihtilâfın sonu kaçınılmaz bir azâbdır. 2467
Huccetullah: Allah’ın delili demektir. Huccet; Delil, senet, vesika, güvenilir bilgin anlamlarına gelir. Hüccetü’l-İslâm; ehl-i sünnet müslümanlarınca İmam Gazâli hakkında, onun lakabı olarak kullanılır. Şîî müslümanlarca Huccetu’l-İslâm, âlimler arasında bir rütbeyi ifade için kullanılır. Âyetullah denilen (profesör durumundaki büyük âlimlik) rütbesinin bir alt seviyesindeki âlimler için
2461] 18/Kehf, 12, 19, 37; 23/Mü’minûn, 53, 43/Zuhruf, 65
2462] 23/Mü’minûn, 55
2463] 19/Meryem, 37; 43/Zuhruf, 65
2464] 19/Meryem, 37
2465] 43/Zuhruf, 65
2466] 30/Rûm, 32
2467] 3/Âl-i İmrân, 105; Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
- 668 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kullanılır.
Hudûdullah: “Allah’ın sınırları, Allah’ın hudûdu, Allah’ın koyduğu sınırlar” demektir. Allah tarafından belirlenmiş olan sınırlar, yani şeriatin hükümleri, emir ve yasakları hakkında kullanılır. Had ve çoğulu hudûd; Şeriatçe belirlenen cezâ anlamıyla Kur’an’da geçmektedir.2468 âyetlerAllah’ın sınırlarını (hudûdullah’ı) aşanlar, zâlimlerdir: “... Bunlar hudûdullah’tır (Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın hudûdunu aşarsa işte onlar zâlimlerdir.” 2469
İslâm şeriatinin cezâları ile ilgili hükümlerinde “hadd” terimi, İslâm şeriatince belirlenen ve sınırlandırılan, değiştirilmesi imkânsız cezâ anlamına gelir. Hadd-i kazf, hadd-i sekr/şürb, hadd-i sirkat, hadd-i zinâ bunlardandır.
Hukukullah: Allah’ın hakları, Allah’a âit olan haklar demektir. Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup “haklar” demektir. Hukukullah tâbiri “Allah’a âit haklar” anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir.
İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı (hukukullah) ve kul hakkı (hukuku’l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır. Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır. Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir. Bunlarda, indirim, af, sulh, ibrâ veya mubah kılma gibi tasarruflar mümkündür. Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder.
Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah’a yaklaşmak, O’nu ta’zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır. Bunlar, terkeden için tehlikesinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah’a nisbet edilmiştir. Allah’a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehyi ani’l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşrû herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi.
Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zinâ, kazf (zinâ iftirâsı), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezâları ile ta’zîr cezâlarını (devletin koyduğu cezâlar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma âit yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir.
Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir. Bunları değiştirmek de câiz olmaz. Hırsızlık cezâsı, dâvâ açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zinâ cezâsı da kocanın veya başkasının affı yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mubah kılması hallerinde bile düşmez. Bu haklar miras yoluyla geçmez. Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibâdet borçlarından sorumlu değildir. Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz.
Allah haklarında tedâhül cereyan eder. Bir kimse defalarca zinâ etse, hırsızlık yapsa, tek cezâ yeterli olur. Çünkü cezâdan maksat; caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır. Bu da gerçekleşmiş olur. Bu suçların cezâsını uygulamak hâkime
2468] 4/Nisâ, 15-16
2469] 2/Bakara, 229
ALLAH (C. C.)
- 669 -
ait bir görevdir. 2470
İlâh: Tanrı, mâbud demektir. Hak olsun, bâtıl olsun, her türlü mâbud, yani tapınılan şey hakkında ilâh (Tanrı) kelimesi kullanılır. Allah, Hak Teâlâ’nın zât ismi, özel ismidir. Tanrı, Hudâ, İlâh, Rab, Mâbûd genel isimlerdir; özel isim değildir. Mü’minler “Lâ ilâhe illâllah, yani Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur” demek sûretiyle Allah’ın dışında başka ilâh kabul etmediğini ilân eden kimselerdir. “Yalnız O’dur ki, gökte de ilâhtır/tanrıdır, yerde de ilâhtır. O, hakîmdir, bilendir.”2471; “Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, yaşatır, öldürür. Sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.” 2472
İlâhî Kanun (Kanun-i İlâhî): Cenâb-ı Hak’ın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla kullarının uymak zorunda olduğunu bildirdiği İlâhî emir ve yasaklar demektir. İlâhî kanunlara, ayrıca şer’î kanun, Şerîat da denir. Kur’an ve Sünnet’te, İlâhî kanun anlamında “Sünnetullah“tabiri de kullanılmaktadır. Meselâ, şu âyette olduğu gibi: “(Biz bunu) Senden evvel gönderdiğimiz peygamberler için de sünnet (kanun) yapmışızdır. Sen bizim sünnetimizde hiç bir değişiklik bulamazsın.“2473 Kadı Beydâvî bu âyetteki sünnet kelimesinin, âdet ve kanun anlamına geldiğini söylemektedir. 2474
Bir başka âyette; “Allah’ın bundan önce geçenler hakkındaki kanunu ki, Allah’ın kanununu değiştiremezsin.” 2475 buyurulur. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetteki “Sünnetullah” tâbirinin İlâhî kanun anlamına kullanıldığını yazmaktadır.2476 Diğer bir âyette Sünnetullah, kanun anlamında şu şekilde kullanılmıştır: “...Ya onlar daha evvelki (ümmetler hakkında geçerli olan) kanundan başkasını mı bekliyorlar? (Hayır) sen Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bu değişiklik bulamazsın.”2477 Nesefî, bu âyeti tefsir ederken “tebdil” zâta, “tahvil” vakte aittir; (yani Allah’ın emirlerine isyan edenlere, İlâhî kanun gereğince, azaptan başka bir şey terettüp etmez. Azâba herhangi bir şey bedel olmaz. Azâbın vakti de başka vakitlere çevrilmez) demektedir. 2478
“Allah’ın öteden beri süregelen kanunudur bu; Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın.”2479 Beydâvî ve Nesefî bu âyeti şöyle açıklıyorlar: “Yani, Allah Teâlâ geçmiş ümmetlere gönderdiği peygamberlerinin behemehal gâlip gelmelerini eski bir kaide ve kanun olarak koymuştur.” 2480
Elmalılı, beşerî kanunla İlâhî kanunu şöyle mukayese ediyor: “İlâhî kanunun, kanun koyucusu Allah olduğundan, sağlamdır, doğrudur. Beşerî kanunlar,
2470] es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü’s-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14
2471] 43/Zuhruf, 84
2472] 44/Duhân, 8
2473] 17/İsrâ, 77
2474] Kadı Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl Mecmau’t-Tefâsîr, IV, 59
2475] 33/Ahzâb, 62
2476] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3926-3930
2477] 35/Fâtır, 43
2478] en-Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te’vil Mecmau’t-Tefâsîr. V, 193
2479] 48/Feth, 23
2480] Beydâvî, a.g.e, a.y.; Nesefî, a.g.e, VI, 22
- 670 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yani insanların yaptığı kanunlar, ne ilim ne de din açısında hiç biri sağlıklı olamazlar. Bunlar ilim yönünden bâtıl, din yönünden şer teşkil ederler ve doğru değildirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde gerek dinde kanun koymak değil, Allah’ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşfedip ortaya çıkarmaktır. ‘Arşimet, denge kanununu; Newton, câzibe kanununu; Aristo, tenâkuz kanununu koydu’ demek doğru olmadığı gibi, ‘Ebû Hanife hazretleri de fıkhî kıyas kanununu koydu’ demek doğru değildir. Bunlar onların koyucusu olsaydı, eğri ve yalan olurlardı; doğru olmaları, İlâhî kanunu keşfetmeye mazhar olmalarından dolayıdır. Bunun için âlimler, mûcit değil, kâşiftirler. Çünkü İlâhî kanunun gizli olanları da vardır.” 2481
İlâhî Kanuna, fıtrî kanun de denir.2482 “Sünnetullah” ifâdesinin; “Allah’ın Rasûlüyle savaşan kâfirleri Allah rezil ve perişan eder; bu Allah’ın değişmez kanunudur” şeklinde izah edildiği de görülmektedir.2483 İlâhî Kanun, Yüce Allah’ın yolu, metodu ve âdetidir. Birçok âyette bu yolun en doğru yol olduğu dile getirilmektedir. Meselâ 6/En’âm Sûresinin 145-153. âyetleri incelendiğinde, İlâhi kanunla, insan yapısı kanunlar arasındaki farklılık açığa çıkmaktadır. Aynı sûrenin 146-148. âyetlerinde de Yahûdiler ve Müşrikler helâl ve haramlarla ilgili yaptıkları kanunlar nedeniyle terslenmekte ve bundan sonraki âyetlerde ise, iki hukuk arasındaki farklılığı göstermek için İlâhî kanun ortaya konmaktadır. Sonra, 154. âyette Hz. Peygamber’e (s.a.s.) verilen aynı kanunun Hz. Mûsâ’ya da verildiği belirtilerek, “...Öyleyse bu kanuna uyun...” denilmektedir. “Sümme” kelimesi, daima zaman bakımından bir sonralık ifâde etmez. Bu kelime zaman zaman 154. âyette olduğu gibi, bir anlatımı pekiştirmek için de kullanılır ve özellikle konuşulan Arapça’da “buna dikkat edin ki..” anlamına gelir. Bu âyette, “Yine dikkat edin ki, İlâhî kanun Mûsâ’ya da gönderildi...” denmektedir. 2484
Îlâ-yı Kelimetullah: Allah’ın adını yüceltmek için Allah’ı inkâr edenlere karşı savaşmak demektir. Sözlük anlamı, “Allah’ın kelimesini yüceltmek” demek olan “i’lây-ı kelimetullah“, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid akîdesini şânına uygun bir biçimde yüceltip yayma mânâsına gelir. Bu terim “cihad“kelimesiyle de ifâde edilmektedir.
Bilindiği üzere İslâm, sadece belirli bir millete veya topluma değil, bütün insanlığa gelmiştir. İslâm’ın getirdiği bu hayrın bütün insanlara ulaşması ve insanlık ile hayrın arasına hiçbir engelin girmemesi, Allah Teâlâ’nın kelimesinin yücelmesi demektir. Dolayısıyla bu İslâm nimetinin bütün insanlığı kuşatacak şekilde yayılmasına karşı çıkanlar, insanla hayrın arasına girmiş olacak, böylece Allah’ın kelimesine saldıran bir mütecâviz/saldırgan durumuna geleceklerdir. İşte bu engelleyici güçleri ortadan kaldırmak için yapılacak mücâdele, Allah’ın kelimesini yüceltmeye çalışmak demektir. Bu mücâdele (savaş), insanlara zorla İslâm dinini kabul ettirmek için değil, aksine onlara fikir ve vicdan hürriyeti vererek doğru yolu bulma imkânını elde etmeleri için yapılır. İslâm dini, hiçbir kimseyi kendisine inanmaya zorlamaz. Ancak, insanlığa, İslâm’ın yolunu tıkayanları etkisiz hâle getirerek hidâyete etmeleri hususunda yardımcı olur.
2481] Elmalılı, a.g.e, I, 126-127
2482] Krş. Elmalılı a.g.e, I, 197
2483] Mevdudi; Tefhimu’l-Kur’an, terc. M. Han Kayani ve arkadaşları, V, 391
2484] Ahmet Yaşar, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 671 -
İslâm, bütün dünyada adâleti ve doğruluğu yerleştirmek için gelmiştir. Öyleyse saldırganlar, zâlimler ve adâlete muhâlif hareket edenler, Allah’ın kelimesinin zıddına davranmış olur. Oysa müslümanların Allah’ın kelimesini yüceltmek için savaşmaları emredilmiştir. O kelimeden uzaklaşanları -kılıca sarılmak pahasına- tekrar O’na bağlamak gerekir. Her hâlükârda ve her yerde yerine getirilmesi gereken i’lây-i kelimetullah görevi; mutlak anlamda adâletin temininden, tecâvüz ve düşmanlığın önlenmesinden ibârettir. Bu konuyu destekler mâhiyette şu âyeti zikredebiliriz: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; Eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar savaşınız; Eğer dönerlerse aralarını adâletle bulunuz, âdil davranınız; şüphesiz Allah âdil davrananları sever.” 2485
İslâm’da cihadın mânâsı, ilâ-yı kelimetullah uğrunda ve İslâmî bir toplum sergileme yolunda elden gelen gayreti göstermektir. Bu cihaddan ilk planda meşrû müdâfaa demek olan, malın, ırzın, hayatın müdâfaasından da öte; İslâm toplumunun oluşmasına engel olabilecek her şeyi ortadan kaldırmak, dinî hürriyeti elde etmek ve sonuçta İslâm toplumunu tesis etmek için Allah’ın hâkimiyetini sağlamak ve emirlerini uygulamak için yapılan çalışma ve uğraşılar anlaşılır. Ancak müslümanlar kesinlikle savaşı ve düşman ile karşılaşmayı arzu etmez, fakat savaş söz konusu olduğunda da ellerinden gelen gayreti sarfederler. Nitekim Allah Teâlâ, saldırgan tarafın barış isteğinin kabul edilmesini müslümanlardan şu âyet ile ister: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O şüphesiz işitir ve bilir.”2486 Konuyla ilgili olarak şu hadis-i şerif de zikredilebilir: “Düşmanla karşılaşmaya pek istekli olmayın, fakat Allah’tan selâmet dileyin. Bununla beraber, eğer onlarla karşılaşırsanız sebat edip sabırlı olun. Bilin ki, Cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” 2487
İnsanoğlunun yeryüzüne gönderiliş ve yaratılış gayesi, Allah’ın hâkimiyetini ve hükümdarlığını kurmak, yalnız O’na kul olmak ve ibâdet etmektir. İnsanı yaratılış gayesinden saptıran, Allah’a kul olmaktan çıkarıp kula kulluk ettiren güç, kuvvet ve otoritelere, Cenâb-ı Hak’ın din ve hâkimiyetine kafa tutmuş, insanların inanç ve düşünce hürriyetlerini gasp etmiş ve toplumu bir fesat çukurunun yanına sürüklemişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin ifâdesiyle, “hak, kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü inananları, iman etmelerinden sonra küfre döndürme hevesinde”2488 olan, “kendi dinlerine uyuncaya kadar asla dindarlardan hoşnut olmayan”2489 ve “güçleri yetse müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar savaşa devam eden”2490 bu inkârcıların fitne ve fesatlarına engel olmak, insanları bu zihniyetteki kişilere kul olmaktan kurtarıp hak ve hürriyetlerini elde etmelerini sağlayacak Allah’a kulluğu ve O’nun hâkimiyetini kurmaya çalışmak, Allah Teâlâ’nın insanlara bir emridir. Bu konudaki İlâhî buyruk, âyette ifâdesini şöyle bulur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tam anlamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına
2485] 49/Hucûrât, 9
2486] 8/Enfâl, 61
2487] Buhârî, Cihad 112; Müslim, Cihad 19-20
2488] 2/Bakara, 109
2489] 2/Bakara, 120
2490] 2/Bakara 217
- 672 -
KUR’AN KAVRAMLARI
düşmanlık yoktur.”2491 Bu sebeple İslâm devleti, dindar olduğunu iddiâ eden veya kendini ehl-i kitaba nisbet eden ya da müşrik olan kişi veya gruplara, Allah’ın hâkimiyetine karşı kendi güç ve otoritesiyle karşı çıkarak fiilî şirkte bulundukları takdirde cihad ilân edecek ve bunu mukaddes bir görev bilecektir.
Öte yandan, Kur’ân-ı Kerîm’de i’lây-ı kelimetullah için, Allah’ın dinini yüceltmek ve yaymak için cihad edenlerden şu şekilde sitâyişle bahsedilir: “İman edenlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah, mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebe yönüyle oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir, ama Allah cihad edenleri, oturanlara; büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır.” 2492
Allah için cihad edenlere ödül olarak verilecekler de şu âyetlerle bildirilir: “Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir ticareti/yolu size göstereyim mi? Allah’a ve peygamberine inanırsınız, Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz; bilseniz bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı size bağışlar; sizi içlerinde ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. Büyük kurtuluş budur.”2493; “Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü’minlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur’an’da söz verilmiş bir hak olarak Cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alış verişe sevinin; bu büyük bir başarıdır.” 2494
Allah Teâlâ, müslümanların her an cihada hazır bir şekilde bulunmalarını isteyerek söyle buyurur: “Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar her türlü kuvvet ve cihad için, bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allah düşmanını, kendi düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, onun sevabı eksiksiz size ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”2495 Cihadın ve savaşın İslâm düşmanlarına ne zamana kadar sürdürüleceği konusunda âyet-i kerime şu hükmü ortaya koyar: “O kendilerine kitap verilenlerden, Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Peygamberin haram ettiği şeyi haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle; onlar hor ve küçülmüş oldukları halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” 2496
Diğer yandan, i’lây-ı kelimetullah veya diğer bir ifadeyle cihad konusu, hadislerde de zengin bir biçimde ele alınmıştır. Peygamber Efendimiz, ‘gerçek mânâda Allah uğrunda cihad edenin kim olduğu’ sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştu: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (i’lay-ı kelimetullah için) cihad eden kişi, Allah yolundadır.”2497 “Fazilet yönüyle insanların hangisi daha üstündür?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Canıyla, malıyla Allah yolunda savaşan mü’mindir.”2498 Hz. Peygamber “Allah yolunda cihad eden kişinin savaş alanında şehid olması halinde
2491] 2/Bakara, 193
2492] 4/Nisâ, 95-96
2493] 61/Saff, 10-12
2494] 9/Tevbe, 111
2495] 8/Enfâl, 60
2496] 9/Tevbe, 29
2497] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 281-282
2498] Buhârî, Cihâd, 2
ALLAH (C. C.)
- 673 -
Allah’ın inâyeti ile hesapsız ve azapsız derhal Cennete gideceğini, şehid düşmeyip evine sağ sâlim döndüğü takdirde, eli boş değil, ya ecir ve sevapla veya hem sevap, hem de ganimetle döneceğini”2499 bildirir.
Bu hadisler gerçek mânâda Allah’ın adını yüceltmek için yola çıkıldığında Allah’ın yardımının muhakkak olacağını, değişik niyetlerle değil de, sadece Allah için cihad edilmesi gerektiğini, böyle hareket eden mü’minlerin dünyada ve âhirette Allah’ın koruması altında bulunacağını bildirmektedir. Hadisler aynı zamanda cihad sevabının elde edilmesi için başka yolları da göstermektedir. Bu konudaki bir hadiste şöyle bir bilgi vardır: “Her kim Allah uğrunda gazâ edecek bir askerin, sefer için gereken eşyasını tedârik edip hazırlarsa, o da gazâ etmişçesine sevaba nail olur. Yine her kim Allah yolunda gazâ eden bir askerin, geride bıraktığı işlerine ve ailesine namuslu bir şekilde bakıp gözetirse, o da gazâ etmiş gibi olur.” 2500
Bütün bunların yanında, İslâm devleti mümkün olduğu kadar kuvvet hazırlamak, hazırlıklarını arttırmak ve geliştirmekle sorumludur. Ancak bu kuvvetlerin hazırlanması daima hidâyete ve Hakk’a götürmeyi gâye edinmelidir. Bu devlet yeryüzünün en büyük kuvveti olmalı, bâtıl güçler ondan titremeli, yeryüzünün en ücrâ köşesinde bile tesiri hissedilmelidir. Hiç kimsede ve hiçbir millette İslâm yurduna saldırma gücü kalmamalı, herkes Allah’ın saltanatına sığınmalı, hiç kimse İslâm dâvetine karşı çıkmamalı, insanları bu dâvete icâbetten hiçbir şey alıkoymamalı, mutlak hâkimiyet hakkına sahip olmayı ve insanları kendine kul yapmayı hiç kimse iddiâ edememelidir. Kısaca din, bütünüyle sadece Allah’ın olmalıdır.2501 Özetle, cihad, bütün müslümanlara farzdır. Müslüman savaş alanına, yalnız Allah’ın kelimesinin yücelmesi ve O’nun hâkimiyetinin sağlanması için çıkar. 2502
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: “İstircâ” denilen bu ifade, özellikle bir ölüm haberi alındığında veya bir büyük sıkıntı zamanında söylenilir. Bu ifâde Kur’an’da şöyle geçer.“O sabredenler, kendilerine bir musîbet/belâ geldiği zaman: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz)’ derler.“2503
İnşâallah: Bir işi yapacağımızı söylediğimiz zaman, “Allah dilerse“mânâsına gelen bu deyim kullanılır. Unutmamak gerekir ki, bu ifâde, bir şeyi yapmaya karar verilirse söylenir, geleceği sadece Allah bileceğinden ve O bizim yapacağımız şeyi dilemezse bizim yapma kararlılığımızın bir şeye yaramayacağını hatırlayıp hatırlatma amacıyla söylenir; yoksa, yapmaya karar vermediğimiz veya kesin kararlı olmadığımız bir iş için, baştan savma kasdıyla bu söz söylenmez/söylenmemelidir.
İnşâallah, aynı zamanda bir duâdır. Herhangi bir şey hususunda “İnşâallah“demek, işi Allah’ın irâdesine bırakmak mânâsını taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Herhangi bir şey için Allah’ın dilemesi dışında, (inşâallah demeden) ben onu yarın yapacağım deme.“2504 Bu, Allah tarafından Peygamberimize (ve dolayısıyla bütün mü’minlere) bir öğüt ve öğretidir. İleride yapılması
2499] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 256
2500] Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VIII, 301
2501] Seyyid Kutub, Fî Zılali’l-Kur’an, VII, 57
2502] Mefail Hızlı, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2503] 2/Bakara, 156
2504] 18/Kehf, 23-24
- 674 -
KUR’AN KAVRAMLARI
planlanan işler için inşâallah denilmesi gerektiğini ifâde etmektedir. Çünkü insanın azim ve irâdesi bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. “Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını (başına ne geleceğini) bilemez. “ 2505
Her şey Allah’ın dilemesiyle olur. Öyle ise gelecekte bir şeyi yapmaya azmederken, inşâallah, yani “Allah dilerse” diyerek işi Allah’ın irâdesine bağlamak İslâmî edeptendir. Yukarıdaki âyet-i kerime bunu ifade etmektedir.
“İnşâallah” sözü akit ifade eden sözlere bitişik olarak söylenirse, akdin hükmünü ortadan kaldırır, akit gerçekleşmez. Meselâ bir şey satın alan kimse “inşâallah aldım” dese, akit gerçekleşmiş olmaz. Bu nedenle bir kimse: “İnşâallah yarın şu işi yaparım” deyip de yapamazsa bundan sorumlu olmaz. Yine yemin ederken “inşâallah -yapacağım-” diye yemin ederse, bu yemin bozulunca keffâret gerekmez.
İman konusunda bir mü’minin; “İnşâallah ben mü’minim” demesi, Ma’turîdî âlimlere göre câiz değildir. Çünkü iman konusunda “İnşâallah”, şüpheyi gerektirir veya şüphe ihtimali olduğunu ifade eder. Bu ise câiz değildir. Hayatta olan bir kimsenin “İnşâallah ben canlıyım” demesi buna benzer. Bunun yanında İmam Şâfiî’ye (ve Eş’arîlere) göre bir kimsenin “İnşâallah ben mü’minim” demesi câizdir.
İsbât-ı Vâcib: Varlığı kendinden olan, var olmasında başka bir şeye muhtaç bulunmayan Zâtı delillendirme demektir. Her şeyi var edip idâre eden bu yüce kudretin varlığı her devirde akıl, nakil yani semâvî kitaplar ve insanın iç dünyası ile dış âlemdeki nizam, gâye, sebeplilik, hikmet, inâyet gibi hususlardan hareketle delillendirilip ispatlanmaya çalışılmıştır.
İsbât-ı vâcip, başka bir ifâdeyle Allah’ın varlığını delillendirme konusu, başta kelâm ilminin olmak üzere felsefenin ve filozofların en önde gelen konularındandır. Meselâ, İslâm felsefesinde el-Kindî’den (252/266 civarı) başlamak üzere; Fârâbî (339/950), ibn Sina (428/1037), İbn Rüşd (595/1198) gibi müslüman filozoflar, Allah’ın varlığını çeşitli delillerle ispatlama yoluna gitmişlerdir.
İsbât-ı vâcip konusuyla Selefiyye de ilgilenmiştir. İbn Teymiyye (728/1382), İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350) ve İbnü’l-Vezir (840/1436), bunlardan bazılarıdır. Allah’ın sonsuz kudretini ve hikmetinin eseri olan mahlûkatın bazı sırlarını inceleyen ve bu yolla isbât-ı vâcip yapan, “el-Hikme fi mahlûkati’llâh” eserinin müellifi Gazâlî (505/1111) ile İbn Hazm (456/1064) da aynı konu ile derinden ilgilenmiştir. 2506
İslâm kelamcıları’ ve filozoflar isbât-ı vâcib hususunda Kur’ân-ı Kerîm’e büyük ölçüde başvururlar. Çünkü, hudüs delili, imkân delili, inâyet ve hikmet delili Kur’an’da mevcuttur.2507 Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın varlığını isbat eden delillerden çok, Allah’ın birliği, O’nun tek ilâh oluşu, isim ve sıfatları üzerinde durur; ortağının bulunmadığını, delilleriyle anlatır; Allah’ın kudret ve azametinin, hükümranlığının her türlü eksik sıfattan münezzeh olduğunu, dileğine karşı çıkı2505]
31/Lokmân, 32
2506] Bekir Topaloğlu, İslâm Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcip), Ankara, t.y., s. 16
2507] İsmail hakkı İzmirli, Yeni ilm-i Kelâm, s. 11, 5, vd. İstanbul 1340-1343; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 25
ALLAH (C. C.)
- 675 -
lamayacağını ve yeriyle-göğüyle ve bunların içindekilerle bütün kâinatın O’nun emrinde olduğunu bildirir. Çünkü Allah’ın varlığı, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. İnsan, yaratılışı itibarıyla bir yaratanın olduğunu bilir. Allah’ın varlığına inanmak, fıtrîdir. Ayrıca Allah’ın var olduğu, hemen hemen her toplum tarafından kabul edilmektedir. Problem, daha çok; Allah’ın, bilinmesi gereken şekliyle bilinmemesi ve başkasının şu veya bu şekilde O’na ortak koşulmasıdır.
Ayrıca Allah, peygamberlerini mûcizelerle göndermiştir. Bu mûcizeler, peygamberlerin peygamberliğini ispat etmenin yanısıra, Allah’ın varlığının da ispatı durumundadır. Bir de, Allah’ın sıfatları dile getirilirken dolaylı olarak da olsa Allah’ın varlığının isbatı gündeme gelebilmektedir. Buna şu âyetleri misal olarak zikretmek mümkündür: “İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden (spermadan) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi. Kendi yaratılışını unutarak bize bir misal verdi; ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ dedi. De ki; ‘Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir. O ki size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakıyorsunuz.”2508; “Görmedin mi, Allah (nasıl) gökten su indirdi. (Böylece) Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardı. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yarattı).” 2509; “O’nun âyetlerinden (sonsuz gücünün işaretlerinden) biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz, (yeryüzüne) yayılan insanlar oluverdiniz.”2510; “Bakmıyorlar mı develere; nasıl yaratıldı? Göğe; nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?” 2511
Allah’ın varlığını dolaylı olarak isbatlayan bu âyetlere baktığımızda görürüz ki Kur’an, felsefi ve mücerred delillerden çok, her insanın anlayabileceği, günlük hayatında karşılaştığı delilleri zikretmektedir. Gerek müslüman, gerek diğer dinlere mensup mütefekkirler, hatta bazen dinleri kabul etmeyip sadece Allah’ın varlığına inanan mütefekkirler, Allah’ın varlığını isbat için birçok aklî deliller zikretmişlerdir. Biz burada daha çok müslüman mütefekkirlerin ileri sürdüğü delillerden belli başlı birkaç tanesini zikretmekle yetineceğiz:
a- Hudûs delili: ‘Hudûs’, sonradan meydana gelme anlamındadır. Bu delil, kâinatta görülen varlıkların hallerinden ve niteliklerinden; evrenin sonradan meydana gelmiş olmasından Allah’ın varlığını isbata ulaşan bir delildir. Şöyle bir önerme ile ifâde edilir: “Bu kâinat, sûretiyle ve madesiyle sonradan meydana gelmiştir. Her sonradan meydana gelen, mutlaka onu meydana getiren birinin varlığına muhtaçtır. O halde bu kâinat, onu meydana getiren birine muhtaçtır ve o da Allah’tır.” Çevremize baktığımızda her şeyin biz insanlardan daha geri ve güçsüz, varlıklar içerisinde en mükemmelinin insan olduğunu görürüz. Oysa insan, çevresindekileri yaratacak güçte olmadığı gibi, kendisi başkasına muhtaç bir durumdadır.
b- İmkân delili: Kâinat ve kâinatta bulunanlar, varlığı zorunlu şeyler değildir. Yani var olmaları da, yok olmaları da mümkündür. O halde var olmaları, ancak varlığa gelmelerini yokluklarına tercih eden birinin varlığına bağlıdır ki; O da varlığı zorunlu olan Allah’tır.
c- Gâye ve nizam delili: Kâinatta her şeyin bir sebebi ve gâyesi vardı. Boşuna
2508] 36/Yâsîn, 77-80
2509] 35/Fâtır, 27
2510] 30/Rûm, 20
2511] 88/Ğâşiye, 17-20
- 676 -
KUR’AN KAVRAMLARI
yaratılmış hiç bir şey yoktur. Ayrıca kâinatta her şey, yerli yerine oturtulmuştur. Her şeyin böyle bir nizam ve belli bir gâyeye yönelik olması, onları düzenleyen birine ihtiyaç gösterir. Ayrıca bu düzenleyicinin, kâinattaki her şeye hâkim bulunması da kaçınılmazdır. Bu düzenleyici, Allah’tan başkası olamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de de, Allah’ın azamet ve kudretini isbat konusunda sık sık bu delile başvurulur.
d- İlk sebep delili: Meydana gelen her şeyin ve her değişimin bir sebebi vardır. Bu sebepler, zincirleme olarak sonsuzluğa kadar geçmişe uzanamaz. Onları başlatan bir ilk sebep mutlaka olmalıdır, O da Allah’tır.
e- Şehâdet-i âmme delili: Tarihte en iptidaî/ilkel kavimlerden en ileri olanlarına kadar insanlar, daima bir din inancına sahip olmuş ve Allah’ın varlığına inanmışlardır. Allah inancı insan fıtratında var olan bir olaydır. İnsan fıtratında böyle bir şeyin varlığı, bu fıtratı ona veren, yaratılış mayasına bunu katan birinin varlığına delildir, O da Yüce Allah’tır. 2512
İsm-i A’zam: Allah’ın en büyük ismi demektir. Bir kısım bilginler, özellikle mutasavvıflar tarafından varlığı kabul edilir. Bu bilginlerin ve mutasavvıfların inancına göre İsm-i A’zam, halk tarafından bilinemez, yalnız peygamberler ve velilerce bilinebilir. İsm-i a’zam ile yapılan tüm duâlar kabul edilir, tüm istekler yerine getirilir. Bu ismi bilenler, olağanüstü işler yapabilirler. Meselâ Kur’an’da Hz. Süleyman kıssasında geçen ve “yanında Kitap’tan bir ilim bulunan kimse“2513 olarak nitelenen kişi, Belkıs’ın tahtını İsm-i a’zam sayesinde göz açık kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde getirmiştir. Gerçekte, Allah’ın hangi isminin İsm-i a’zam olduğu, böyle bir ismin bulunup bulunmadığı tartışma konusudur.
İbn Kesir’in Şehr b. Havşeb Esma binti Yezid b. el-Seken’den aktardığı bir hadise göre, Allah’ın İsm-i a’zam’ı, “İlâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka ilâh yoktur, O Rahmân’dır, Rahîm’dir.”2514 ve “Elif, lâm, mîm. Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur, daima diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir.”2515 anlamındaki âyetlerde bulunmaktadır. 2516 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Tirmizî, Ebû Dâvud ve Nesâî’den aldığı bir hadise göre namaz kılan birisinin “Allahmme innî es’elüke bienne leke’l-hamdü lâ ilâhe illâ ente’l Mennân Bedîu’s-semâvât ve’l-ard Zü’l-celâli ve’l-ikrâm yâ Hayy yâ Kayyûm” diye duâ ettiğini duyan Rasûlullah, “Biliyor musunuz ne ile duâ etti?” diye sormuş, ashâbın “Allah ve Rasûlü bilir” demeleri üzerine, “Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Ecell’e yemin ederim ki, Allah’a en büyük ismi (ism-i a’zam) ile duâ etti. O ism-i a’zam ki, onunla çağırıldığı/duâ edildiği vakit icâbet buyurur ve onunla istenildiği vakit verir.”2517 buyurmuştur.
Muhammed Hamdi Yazır, yukarıda anıları 2/Bakara Sûresi’nin 163. âyetini yorumlarken “Hüve” kelimesinin bir zamir olmasına karşılık Allah’ın zâtına delâlet eden en büyük ismi gibi olduğunu belirttikten sonra, sözü İsm-i a’zam’ın hangi isim olduğu konusuna getirerek şöyle der: “Tevhid denizine dalmış olan ehlullah’a göre bu ismin (Hüve’nin) ehemmiyeti pek büyüktür. Buna İsm-i a’zam
2512] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ans.
2513] 27/Neml, 40
2514] 2/Bakara, 163
2515] 3/Âl-i İmrân, 1-2
2516] Nakleden Saîd Havva, el-Esas fi’t-Tefsir, I, 288
2517] Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, VI, 4678
ALLAH (C. C.)
- 677 -
diyenler de vardır. Maahâzâ, İsm-i A’zam “Allah” ism-i şerifidir diyenler çoğunluk âlimlerdir. “Hüve” ise makamı-ı tevhidde a’zamdır.” 2518
Fahreddin er-Râzî ise bu konudaki tartışmalara tefsîrinde daha büyük bir yer verir. Ona göre birtakım eski filozoflar, “İsim koymaktan maksat, o ismi söyleyerek müsemmâyı (isimlendirilen varlığı) belirtmektir. Şâyet Allah’ın zâtı gereği bir ismi olmuş olsaydı, bu ismi koymaktan maksat, bu müsemmâyı (varlığı) tanıtmak için o ismi başkasıyla zikretmek olurdu. İnsanlardan hiç birinin Allah’ın hususi zâtını kesin olarak bilmediği ortada olunca, bu gerçeğe isim koymanın bir faydası yoktur. Bu İlâhî hakikatin bir ismi yoktur. Aksine, onun için bilginin bize bildirdiği zorunlu şeyler vardır. Bu zorunlu şeyler (levâzım) şunlardır: “Allah, yok olmayan ezelî varlıktır, yokluğu kabul etmeyen vâcibu’l-vücuttur” diyerek İsm-i A’zam’ın varlığını reddetmişlerdir. Buna karşılık birkısım bilgin ve filozoflar da, “Cenâb-ı Allah’ın kendisine yakın (mukarreb) kullarından bazısını bu hususî hakikati (yani zâtını) bilebilecek bir kabiliyette yaratarak şereflendirmesi, İlâhî kudrete göre imkânsız değildir. Durum böyle olunca, Allah’a mahsus bu hakikate (yani zâtına) bir isim koymak da imkânsız değildir” diyerek İsm-i A’zâm’ın varlığını kabul etmişlerdir.
Râzî’ye göre Allah’ın zâına bir isim koymanın mümkün olması durumunda bu ismin, isimlerin en büyüğü ve bu zikrin de zikirlerin en şereflisi olduğuna kesin olarak hükmetmek farz olur. Çünkü ilmin şerefi mâlûmun; zikrin şerefi de mezkûrun şerefi iledir. Allah’ın zâtı mâlûmât ve mezkûrâtın en şereflisi olunca, O’nu bilmek, bilmelerin (ilimlerin) en şereflisi, O’nu anmak anmaların (zikirlerin) ve o isim de isimlerin en şereflisi olur. İnsanlarca çok söylenen şu sözün mânâsı da budur: “Bir mukarreb meleğin veya peygamberin bu isme (tam bu ismin mânâsının kendisine tecelli ettiği bu hâl esnasında) vâkıf olması halinde bütün cismânî ve rûhânî âlemlerin ona itaat etmesi tuhaf sayılmamalıdır.”
Fahruddin er-Râzî, İsm-i A’zâm’ın hangi isim olduğu konusundaki başlıca görüşleri dört maddede toparlayarak değerlendirir. Buna göre 1. İsm-i a’zam, Zül-Celâl ve’l-İkrâm’dır. Çünkü Hz. Peygamber, “Yâ Ze’l Celâl ve’l-İkrâm demeye devam edin” demiştir. Bu görüş zayıftır. 2. İsm-i A’zâm, “el-Hayyu’l-Kayyum” sözüdür. Çünkü Hz. Peygamber Ubeyy b. Kâ’b’a; “Allah’ın kitabında en büyük âyet hangisidir?” dediğinde Ubey; “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, Diridir, zâtıyla ve kemâliyle Kaimdir...”2519 dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “İlim sana helâl olsun ey Eba’l-Münzir!” buyurmuştur. Bu görüş de zayıftır. 3. Allah’ın bütün isimleri yüce ve takdire lâyıktır. Bunlardan herhangi birini daha büyük olmakla nitelemek uygun değildir. Çünkü bu, diğerlerinin noksanlıkla nitelenmesini gerektirir. Bu görüş de zayıftır. 4. İsm-i A’zam, Allah ism-i şerifidir. Doğruluk ihtimali en kuvvetli olan bu görüştür. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Hak’ın zâtına delâlet etmektedir. 2520
İstivâ: Allah Teâlâ’nın haberî sıfatlarından istilâ, ulüvv, suûd ve irtifâ anlamlarında haberî bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de “istivâ“sözcüğü dokuz yerde kullanılmaktadır. Bu kullanışların hepsinde fiil olarak “istevâ: istivâ etti“şeklindedir. Bunlardan ikisi “ilâ -...e doğru-” edatı ile kullanılmıştır. Söz konusu âyetler şöyledir: “O
2518] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, 562
2519] 2/Bakara, 255
2520] Fahruddin er-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebir, l, 158-159; Ahmed Özalp, Şamil İslâm Ans.
- 678 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra göğe yöneldi (istevâ), onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.”2521; “Sonra duman halinde olan göğe yöneldi (istevâ)...”2522 Allah Teâlâ hakkında “istivâ” söz konusu edilirken, bu iki âyetteki kullanılış pek bir problem teşkil etmemektedir.
Diğer yedi yerde ise, “istivâ” sözcüğü “alâ -...üzerine, üzerinde-” edatıyla kullanılmıştır. Bunların altısında “sümme’stevâ ale’l-Arş” şeklinde kullanılmıştır.2523 Bir yerde de “er-Rahmanu ale’l-Arşi istevâ: O Rahman Arş’a istivâ etti.”2524 şeklinde kullanılmıştır.
“İstivâ” denildiğinde bu yedi yerdeki kullanılış kastedilir. Allah’ın haberî sıfatları konusunda farklı görüşlerin en çok ileri sürüldüğü meselelerin başında, “istivâ” meselesi gelir. İstivâ ile ilgili olarak görüş ileri süren âlimleri önce iki gruba ayırmak mümkündür:
a- Te’vil yolunu seçenler.
b- Te’vil yoluna sapmayıp sözü zâhiri üzere kabul edenler.
İslâm tarihinde Allah’ın sıfatları konusunda te’vil çığırını başlatanlar, Mu’tezilî âlimleridir. Onlara göre “istivâ”, istilâ ve hâkimiyeti altına alma anlamındadır.2525 Mu’tezile, Allah Teâlâ’nın, kulların vasıflandığı sıfatlarla nitelenmesinin câiz olmayacağını, bunların kabulünün teşbihi gerektireceğini söylemiştir. Bu çığırı ilk başlatan Ca’d b. Dirhem (118/736)’dir. Ondan Cehm b. Safvân (128/745) bu görüşü almıştır.2526 Niçin te’vil yoluna gittiklerini de şöyle izah ederler: “İstivâ sözünü zâhirine hamledersek, Allah hakkında mekân ve yön tâyin etmiş oluruz ki, bu, ancak cisimler için söz konusudur.” Bu sebeple de bu âyetleri te’vil etmeyenleri Mücessime ve Müşebbihe olmakla itham ederler. Onlara göre Allah bir yerde değil, her yerdedir. Mu’tezile, te’vil’in gerektiğini ileri sürerek Allah’ın bu sıfatlarını nefyetmiş olacağından, onları “haberî sıfatları nefyedenler” olarak tesbit etmek de mümkündür. 2527
Te’vile sapmayıp “istivâ” lafzını zâhiri üzere anlayanları da iki gruba ayırmak mümkündür:
a- Allah’ın cisim olduğunu söyleyenler.
b- Allah’ı yaratıklarına benzetmeyenler.
Allah’ın cisim olduğunu söyleyenler, söz konusu âyetleri, insanın kürsiye oturması gibi Allah’ın Arş’a oturduğunu; insanlarda olduğu gibi Allah’ın da et, kemik ve kandan olup el, ayak, baş ve gövdesinin bulunduğunu söylerler. Bu sebepledir ki bunlara “Mücessime ve Müşebbihe” ismi verilmiştir.
Allah’ı, yarattıklarına benzetmeyi reddederek “İstivâ”yı kabul edenlere gelince, Ehl-i Sünnet ve ümmetin selefinin görüşü budur. Eş’arî (ö. 324/935) meşhur
2521] 2/Bakara, 29
2522] 41/Fussılet, 11
2523] bk. 7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 3; 13/Ra’d, 2; 25/Furkân, 59; 32/Secde, 4; 57/Hadîd, 4
2524] 20/Tâhâ, 5
2525] Eş’arî, Makalâtü’l İslâmiyyîn, Kahire 1969, 1, 285; İbn Hazm, el-Fısal fi’l-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, 11, 123
2526] İbnu’l-Esir, el-Kâmil, V, 236
2527] Metin Yurdagür, Allah’ın Sıfatları, s. 239
ALLAH (C. C.)
- 679 -
“Makalâtü’l İslâmiyyîn” isimli eserinde bu konudaki fırkaların görüşlerini serdederken şöyle demektedir: “Ehl-i Sünnet ve hadis ehli dedi ki: Allah cisim değildir ve yaratıklara benzemez. O, Arş’ın üzerindedir. Nitekim; “O Rahmân, Arş’a istivâ etti.“2528 buyurulmuştur. Allah’ın söylediğinden öteye gitmez, söz söylemeyiz. Aksine, keyfiyetsiz olarak istivâ etmiştir, deriz.” 2529
Eş’arî, bu sözleriyle Allah’ın, Arş’ın yukarısında olduğunu, bunun nasıllığının tarafımızdan bilinemeyeceğini, istivâyı te’vil etmenin ve Allah’ı yaratıklara benzetmenin yanlış olduğunu söylemek istemektedir. Nitekim “el-İbâne an Usûli’d-Diyâne” isimli eserinde meseleyi daha geniş bir şekilde şöyle izah eder: “Biri çıkıp: ‘İstivâ hakkında ne dersiniz?’ diyecek olursa, ona deriz ki: Allah, Arş’ı üzerine istivâ etmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “O Rahman Arş’a istivâ etti.”2530; “Güzel söz O’na çıkar.”2531; “Hayır Allah onu (İsâ’yı) kendisine yükseltti.”2532; “(Allah, yaratma) işi (ni) gökten yere düzenler.”2533 Allah, Firavun’dan nakille şöyle buyuruyor: “Firavun dedi: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki o sebeplere (yollara) erişeyim, (yani göklerin yollarına erişeyim) de Mûsâ’nın tanrısına çıkıp bakayım.”2534 Bu sözleriyle Firavun, Mûsâ’nın (a.s.), Allah’ın göklerin yukarısında olduğu şeklindeki sözünü yalanlamaktadır. Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır: “Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz?” 2535 Göklerin yukarısında Arş vardır. Arş, göklerin yukarısında olunca “Gökte olandan emin misiniz?” buyurmuştur. Çünkü Allah, göklerin üzerindeki Arş’a istivâ etmiştir. Her yukarıda olan, göktür. Arş, göklerin en yukarısıdır.”2536 Eş’arî bu konuya devam ederek, duâ esnâsında insanların ellerini Arş’a doğru kaldırdıklarını, Mu’tezile, Cehmiyye ve Hâriciyye mezheplerine müntesip olanların, istivâ’yı istilâ, mülk ve kahr gibi şeylerle te’vil ederek Allah’ın her yerde olduğunu söylediklerini, Hak ehlinin görüşü olan ‘Allah’ın Arş’ın üzerinde’ olduğu görüşüne karşı çıktıklarını anlatır ve bu konuda daha pek çok delil sıralar.
Mâturidîler istivâ ve diğer haberî sıfatları te’vil etmemişlerdir.2537 İmam Mâturidî (333/944) Kitabu’t-Tevhîd’de, “İstivâ” âyeti ile ilgili muhtemel birçok te’villeri (mülk, ulûvv, Arşı ta’zim ve teşrif, istilâ, kasd vb.) sıralayıp, teşbihe kaçan anlayışları reddeddikten sonra şöyle demektedir: “Bu mevzûda bize göre aslolan şudur ki, Allah Teâlâ; “Hiç bir şey O’nun benzeri olamaz.”2538 buyurmak sûretiyle kendini mahlûkatına benzetmekten tenzih etmiştir. Nitekim biz de O’nun fiillerinde ve sıfatlarında benzeri bulunmadığını, benzerlerinden münezzeh olduğunu yukarıda beyan etmiştik. Bundan ötürü, “Rahmân’ın Arş üzerine istivâsını” vahyin getirdiği ve akılda sâbit olduğu gibi kabul etmemiz gerekir. Artık biz bu âyetin belli bir anlam ile kesin te’viline hükmedemeyiz. Çünkü zik2528]
20/Tâhâ, 5
2529] Eş’arî, a.g.e., I. 285
2530] 20/Tâhâ, 5
2531] 35/Fâtır, 105
2532] 4/Nisâ, 158
2533] 32/Secde, 5
2534] 40/Mü’min, 36-37
2535] 67/Mülk, 16
2536] İmam el-Eş’ârî, el-İbâne an Usûlü’d-Diyâne, Medine 1975, s. 30-31
2537] Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, s. 50
2538] 42/Şûrâ, 11
- 680 -
KUR’AN KAVRAMLARI
rettiğimiz te’villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar; henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir mânâya gelmesi de muhtemeldir. Biz ancak bu âyette Allah’ın o tâbirle murâdı ne ise, ona iman ederiz. Vahy ile sâbit olan ru’yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı İlâhî her ne ise ona iman gereklidir. 2539
Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife (öl. 150/766) de aynı görüştedir. O şöyle demektedir: “Bilmiyorum, Rabbim gökte midir, yerde midir?” diyen kâfir olur. “Allah Arş’ın üzerindedir; ama Arş gökte midir, yoksa yerde midir, onu bilmiyorum” diyen de kâfir olur. Allah’a duâ ederken yukarıya yönelinir, aşağıya değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyyet vasfıyla hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim şu hadis de bunu anlatıyor: Bir adam Hz. Peygamber’e siyah bir câriye getirdi ve:
- Benim üzerime mü’min bir köle âzâd etmek vâcip oldu. Bu kâfi midir? diye sordu. Peygamber (s.a.s.) o câriyeye sordu:
“Sen mü’min misin?” Câriye:
“Evet” dedi. Peygamber (s.a.s.): “Peki, Allah nerededir?” diye sordu. Câriye göğe işaret etti. Bunun üzerine Peygamber: “Onu âzâd et, o mü’mindir” dedi.2540 Nitekim Ebû Hanife’nin talebesi Ebû Yusuf, Allah’ın gökte (yukarıda) olduğunu reddeden Bişr el-Merisî’yi bu görüşünden dolayı hesaba çekmiş ve tövbe etmesini istemiştir. 2541
Görülüyor ki, kelâm metodunu büyük çapta benimseyen imamlarımızdan Eş’arî’de müşâhede edilen haberî sıfatların (ve müteşâbihâtın) te’vili konusunda muhâfazakârlık, İmam Mâturîdî’de de aynen mevcuttur. Ancak, Ehl-i Sünnetin her iki koluna mensup müteahhir âlimlerin aynı tutumu devam ettirmedikleri, te’vili benimsediklerini de biliyoruz. Müteahhirîn’in bu tutumunun sebepleri arasında avâmın yanlış yorumlarla teşbihe düşmelerini önlemek gâyesini sayabiliriz. Onlar bu gâyeyle Arap dilinin müsaadesi çerçevesinde bu sıfatların mecâzî mâhiyette te’vilini câiz görmüşler, fakat yapılan bu te’villerin ihtimal dairesinin ötesine geçemediğini ve kesin olmadığını da belirtmeyi ihmâl etmemişlerdir. 2542
İmam Mâlik’e Allah’ın Arş’a nasıl istivâ ettiği sorulduğunda; “O Rahmân, kendini vasıfladığı şekilde Arş’a istivâ etmiştir, O’nun hakkında ‘nasıl?’ sorusu sorulmaz” demiştir. Başka bir rivâyete göre ise şöyle demiştir: “İstivâ (Arap dilinde anlamı) meçhul değildir. Keyfiyeti akıl ile bilinmez. Buna iman etmek vâciptir ve bu konuda soru sormak bid’attir.”2543 Selef hakkında şöyle denebilir: Onlar, nassların sınırlarını aşmamak için bu gibi konularda çok titiz davranır ve fazla izahatta bulunmaz, teferruata dalmazlardı. 2544
Kelâmullah: Allah’ın kelâmı, Allah’ın sözü demektir, Kur’an için kullanılır. Kelâm; Söz, söyleyiş, nutuk anlamına gelir. Ayrıca Kelâm, inançla ilgili konuları ispat edip şüpheleri gidermek için vahyi ve aklı kaynak olarak gören ilmin adıdır.
2539] Mâturidî, Kitabu’t-Tevhîd, s. 74
2540] İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, İstanbul, 1981, s. 45-48 Arapça kısmı
2541] İbnu Ebi’l-İzz el-Hanefi, Şerhu’l Akîdeti’t-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 288
2542] el-Beydâvî, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l İmâm, 186-189; krş: Gazâlî, el-İktisâd, s. 52-53
2543] Beyhakî, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât; Mısır 1358, s. 408
2544] M. Sait Şimşek, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 681 -
Kelîmullah: Kendisine söz söylenilen, Allah’ın konuştuğu kimse demektir. Tûr-ı Sinâ’da Allah’ın hitâbına eriştiği için Hz. Mûsâ’ya lakap olmuştur. “Kelimetullah” olarak da söylenir. Kur’an’da bu konuda şöyle buyrulur: “Allah, Mûsâ ile gerçekten konuşmuştu.” 2545
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh: Güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur. “Allah’a âsi olmak ve günah işlemekten dönüş, ancak Allah’ın verdiği ismet (günahlardan uzak olma hâli) ile, O’na itâate kuvvet ve iktidar da, ancak O’nun yardımı ile hâsıl olur” denmektedir.
Söyleniş şekli: ‘Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh’tır.2546 Kur’ân-ı Kerim’de ise: “Lâ Kuvvete İllâ Billâh” şeklinde geçmektedir.2547 Lafız itibarıyla kısa, fakat anlam itibarıyla çok kapsamlı olan bir zikir ve duâ cümlesi olup Peygamberimiz’in ifâdesiyle “Cennet’in hazinelerinden bir hazinedir.”2548 Bu kısa ve özlü cümle, müezzin ezan okurken, namazlardan sonra, bir yolculuk esnâsında, yolculuk dönüşünde veya yapılan herhangi bir hayırlı iş ve amelden sonra ya da herhangi bir zaman ve mekâna bağlı olmaksızın uygun olan her yer ve zamanda bizzat Peygamber Efendimiz tarafından okunmuş ve Ashâba da tavsiye edilmiştir.
Ömer bin Hattâb (r.a.), bu cümle ile ilgili olarak şöyle demiştir. “Rasûlullah (s.a.s.): Müezzin ‘Allahu Ekber, Allah Ekber’ dediği vakit sizden biriniz ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ der; sonra müezzin ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah’ dediği vakit o da ‘Eşhedü en lâ ilâhe illâllah’ derse, sonra müezzin ‘Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ dediği vakit, o da ‘Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ der. Müezzin ‘Hayye alessalâh’ dediği vakit o da ‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ der. Sonra müezzin ‘Hayye ale’l-felâh’ dediği vakit o da ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ derse, sonra, ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ dediğinde o da ‘Allahu Ekber, Allahu Ekber’ derse, sonra müezzin ‘Lâ ilâhe illâllah’ dediği vakit, o da bütün kalbiyle ‘Lâ ilâhe illâllah’ derse, Cennete girer” buyurdular.” 2549
Ashabdan Abdullah İbn Zübeyr de, her namazın sonunda, selâm verdiği vakit, şöyle derdi: “Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. Yalnız O vardır. Şerîki yoktur; mülk O’nundur, hamd de O’na mahsustur. Hem O, her şeye kaadirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah’a mahsustur (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh). Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. Biz de ancak O’na ibâdet ederiz. Nimet O’nun, fazilet O’nun, güzel senâ da (övgü) O’nundur. Kâfirler patlasa da, dinde samimi olarak Allah’tan başka ilâh yoktur deriz.” İbn Zübeyr: “Rasûlullah (s.a.s.), her namazın sonunda bunlarla tehlil yapardı” demiştir. 2550
Ebû Mûsâ da konu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Bir sefer esnâsında Hz. Peygamber’le (s.a.s.) beraberdik. Biz, yüksek yerlere geldiğimizde tekbir getiriyorduk. Rasûlullah (s.a.s.), bunun üzerine şöyle buyurdular: “Ey insanlar! Sesinizi fazla yükseltmeyin. Siz, sağır veya gâib olan birine seslenmiyorsunuz.” Sonra benim yanıma geldi. Ben ise, kendi kendime “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” diyordum. Bunun üzerine: “Ey Abdullah bin Kays “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh “demeye devam et.
2545] 4/Nisâ, 164
2546] Buhârî, Ezan 7; Müslim, Salât 12
2547] 18/Kehf, 39
2548] Tirmizî, Deavât, 57, 119
2549] Müslim, Salât, 12
2550] Müslim, Mesâcid, 139
- 682 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Çünkü o, cennet hazinelerinden bir hazinedir” buyurdular.2551 Yine Rasûlullah (s.a.s.), Kur’ân’dan fazla bir şey bilmediğini ve kendisine, okuyabileceği bir duâ söylemesini isteyen birisine “Sübhânallâhi, velhamdü lillâhi, ve lâ ilâhe illâllâhu vAllah ekber, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” duâsını okumasını söylemiştir. 2552
Enes bin Mâlik tarafından rivâyet edilen bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Evinden çıkarken, şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir. O adam muhâfaza altına alınır. Şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir. O duâ: Bismillâhi tevekeltü alâllahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’tır.” 2553 Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” duâsının okunduğu bir başka yer de Hacerül-Esved’in karşısıdır.2554 (Ayrıca bk. İstircâ’)
Lâ ilâhe illâllah: Lâ İlâhe İllâllah -Allah’tan başka ilâh yoktur- ifâdesi, İslâm dininin temel rüknüdür. Yani ulûhiyyeti, yaratıcılığı, Rabliği, saltanatı ve hâkimiyeti sadece Allah’a tahsis etme kaidesidir.
Lâ İlâhe İllâllah, kelime-i tevhid olarak da bilinir. Allah’ın (c.c.) birlik dâvâsını anlatmakta ve Muhammed’in (s.a.s.) O’nun rasûlü olduğunu açıklamaktadır. “Lâ İlâhe”, hiçbir ilâh yoktur manâsını taşımaktadır. “İlâh”ın ıstılahî mânâsı ise; tapılacak, rızık veren, her şeyi bilen, yaratan, doğmayıp doğurmayan, yücelerin yücesi demektir. “İllâllah”, ‘sadece Allah vardır’ mânâsını taşır. İçindeki (Arapça) “illâ” edatı, istisnâ edatlarındandır. Bu edat, kendisinden sonra gelen kelimeyi müstesnâ kılar, öncekilerin dışında bırakır. Yani “hiçbir ilâh yoktur, sadece Allah vardır” mânâsının ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla “Lâ İlâhe İllâllah”, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demektir.
İslâmiyet, tevhid dinidir. Tevhid, iki ana temelden meydana gelir. Bunlar birbirini tamamlamaktadırlar. İkisi de ayrı ayrı, yalnız başına düşünülemez. “Lâ İlâhe İllâllah” kelime-i tevhidini, “Muhammedün Rasûlullah” yani “Muhammed Allah’ın Rasûlüdür” cümlesi tamamlar. “Lâ İlâhe İllâlah”ı kabul edip “Muhammedün Rasûlullah”ı reddetmek, tevhidi ortadan kaldırır.
“Lâ İlâhe İllallah”, bir hareket tarzını gerektirir. Bu kelimenin yüklediği mânâlar vardır. Tevhidi kabullenen kimse, artık bu yükümlülüğün altına girmiştir. Allah katında o yükümlülükleri yerine getirenler için büyük mükâfat, terkeden kimseler için de büyük cezâ vardır. Bu yüzden “Lâ İlâhe İllâllah” şehâdetiyle “Muhammedun Rasûlullah” şehâdeti kesinlikle birbirinden ayrılmazlar. İkisi beraber olduğu müddetçe, ancak bir bütünlük arzederler. Allah Teâlâ’ya kul olma ilkesi, her şeyden önce Rasûlullah’ın (s.a.s.) rehberliğine dayanmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de: “Rasûlullah size ne getirdiyse onu alınız, kabul ediniz. Size neyi de yasaklıyorsa, onu yapmaktan vazgeçiniz.”2555 buyurmaktadır.
Allahu Teâlâ kullarına, Kur’ân-ı Kerim’de kullukları için gerekli olan her şeyi belirtmiş, Rasûlullah (s.a.s.)’de onları en güzel şekilde insanlara açıklamıştır. Rasûlullah (s.a.s.), âyetle de sâbittir ki kendi hevâ ve hevesinden bir şey söyleyemez, ancak kendine vahyolunanı konuşur. Onun sünneti, Allah’ın koyduğu
2551] Buhârî, Deavât, 50, 67
2552] Nesâî, İftitah 32
2553] Tirmizi, Deavât 34
2554] İbn Mâce, Hacc 32; Ahmet Güç, Şamil İslâm Ans.
2555] 59/Haşr, 7
ALLAH (C. C.)
- 683 -
şeriatın bir bölümü, bir parçası ve açıklayıcısı, canlı bir tatbikatı mâhiyetini taşır. Çünkü Rasûlullah’a (s.a.s.) uymak, Allah’a uymak demektir. Kur’ân-ı Kerim’in beyânına göre imanın varlığı ve yokluğu Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın sünnetine tâbi olmaya bağlıdır.
Kelime-i Tevhid’in bize verdiği mesajlar olarak zikrettiğimiz nitelikleri Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’in bazı âyetlerinde şu şekilde beyan ediyor: Allah’tan başka ilâh olmadığına dair: “Eğer yerle gökte Allah’tan başka ilâh olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.”2556; “Allah çocuk edinmemiştir. O’nun yanında hiçbir ilâh yoktur. Olsaydı, her ilâh kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlardı. Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.”2557; “Allah, üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır. Tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur. Eğer vazgeçmezlerse, aralarındaki kâfirler acı bir azaba çarptırılacaklardır.” 2558
Lâ İlâhe İllâllah, bir mü’minin hareket noktasıdır; hayat nizamıdır; Allah’tan başka ilâhlık iddiâsında bulunanları veya ilâhlaştırılmış yaratıkları reddetmektir; Allah’tan başka hüküm koyanları, koyulmuş hükümleri ve bu hükümlere uyanları reddetmektir. “Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah” cümlesinde ortaya çıkan ifâde, İslâm ümmetinin bütün ayrıntılarıyla birlikte hayatının üzerine oturduğu temel kaide ve nizâmı teşkil eder. İslâm toplumunun özelliğini belirleyen en büyük ayırıcı işaret şudur: İslâm toplumu her şeyden önce ve her konuda yalnız Allah’a kulluk esasına dayanır. Ve bu kulluğun şekli, keyfiyeti “Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah” cümlesinde ortaya çıkar. Ayrıca bu kulluk; ibâdet şekillerinde ortaya çıktığı gibi, itikadî tasavvurda, hukukî ve nizamla ilgili konularda da kendisini gösterir.
İslâm’ın ve İslâm toplumunun üzerine oturduğu kural “Lâ İlâhe İllallah, Muhammedun Rasûlullah”tır. İslâm toplumu, ancak bir insan topluluğunun bütün mânâsıyla yalnız başına Allah’a kul olduğunu, Allah’tan başka hiç bir kimseye kullukla bağlanmadığını ilân ederek belirtmesi ile ayakta durabilir. Bu topluluk, düşünce ve inançlarda Allah’tan başkasına boyun eğmediği gibi, ibâdet ve hareketlerinde de Allah’tan başkasına kul olmamalıdır; prensip ve sistemlerde de Allah’tan başkasının kulluğunu kabul etmemelidir; sonra da fiilen hayatî nizamlarının hepsini bu hâlisâne kulluk esasına dayandırmalıdır. Bu ümmet vicdanını İslâm karşıtı inanç artıklarından ve pisliklerinden temizlemeli ve hareketlerini Allah’tan başkalarına ibâdet etme felâketinden arıtmalı, hayatî prensiplerine Allah’tan başka kimseleri karıştırmaktan uzak bulundurmalıdır. İşte bu andan itibaren “Lâ İlâhe İllâllah”ın ihtivâ ettiği mânâ, bütün şirk unsurlarından arınmış olarak ortaya çıkacaktır.
Sadece “Lâ İlâhe İllâllah” cümlesini tekrarlamak, yeterli değildir. Bunu söylemekle birlikte, onun taşıdığı mânâyı ve hakikati ifâde ederek hayatın her şûbesinde tatbik etmek gerekir. “Lâ İlâhe İllâllah”ı sadece dil ile ikrar edip, pratikte onun gerektirdiğiyle hükmetmeyenler, Allah’tan başka ilâh edinenler, O’nu yeryüzünün egemenliğinden, toplumsal, ekonomik ve hukukî alanlardan uzaklaştırarak sadece göklerin ve gaybın Rabbi kılmak isteyenler, apaçık
2556] 21/Enbiyâ, 22
2557] 23/Mü’minûn, 91
2558] 5/Mâide, 73
- 684 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dalâlettedirler/sapıktırlar ve kıldıkları namaz, tuttukları oruç ve diğer ibâdetler, gerçekten kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de: “O, gökte de, yerde de ilâh olandır.”2559; “Egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O, sırf kendisine kul olmayı emretti. Dosdoğru din ancak budur.”2560; “Onlar hâlâ o Câhiliyye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Yakînen bilen bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?”2561 buyurmakta ve mü’minlere “Lâ İlâhe İllâllah”ın taşıdığı anlam ve gerçeği en açık bir şekilde göstermektedir.
Lillâh, li-rızâillâh: Allah için, Allah’a mahsus, Allah rızâsı için demektir. Rızâen lillâh veya li-rızâillâh; Allah rızâsı için anlamına gelir. (Geniş bilgi için Bk. Rızâen lillâh)
Maâzallah: Her türlü kötülüklerden Cenâb-ı Allah’a sığınmayı ifâde etmek için kullanılan bir terkiptir. “Me’âz”. kelimesi mimli masdardır. Bu kelime; (eûzü) fiili semâ’en hazfedilmiş ve mef’ûlüne (Allah’a) muzâf olmuştur. Te’kid ifade etmek için fiilinin yerine geçen mef’ûlü mutlaktır.Yani, E’ûzü billâhi me’âzen demektir. Herhangi kötü bir iş ve belâdan, üzüntüden mutlaka Allah’a sığınırım, Allah korusun, anlamına gelir.
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Yusuf’un “maâzallah” diyerek fuhşa ve kötülüklerden Allah’a sığındığını beyan eder.2562 “Maâzallah” denildiği gibi daha çok (eûzü billâhi) veya “este’îzü billâh” denilir.
Müste’ız (Allah’a sığınan), sığınırken, tek başına dinî ve dünyevî faydaları celbetmeye muktedir olamayacağını, gerek şeytandan, gerekse nefisten gelecek fitne ve zararları gideremeyeceğini anlamalı, her hayrın Allah’ın kudret elinde bulunduğunu, bütün zararları gidermeye O’nun gücünün yeteceğini ve O’nun yegâne müessir olduğunu kalbiyle bilmeli veya sonra lisanıyla “Maâzallah” veya “eûzü billâh” diyerek bütün üzüntü ve belâlardan, şerlerden (el-müsteâzü minh’ten), Allah’a sığınmalıdır. İyi ve hayırlı işlerde Allah’ın yardımını istemelidir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Eğer şeytandan bir vesvese ve fesat ârız olursa (bunu def etmek için) Allah’a sığın. Çünkü O Allah en iyi işiten ve çok iyi bilendir. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar şeytan tarafından bir tâife (fitne ve fesada) uğrayınca Allah’ı zikrederler ve hemen gerçeği görürler. Şeytanın kardeşleri onları azgınlığa çekerler ve bundan hiç geri durmazlar.”2563 Bu âyetlerde Allah Teâlâ dil ile Allah’a sığınıldığında bunu işittiği gibi, kalbinizle de düşünerek Allah’a sığınmanızı bilir, diyerek şuurlu olarak “esteîzu billâh” dememizi ve kendisine bağlanmamızı tenbih ediyor.
Peygamberlerin hepsi, câhillik, kötülük ve belâlardan Allah’a sığınmışlar ve bunu ümmetlerine öğretmişlerdir. Allah Teâlâ, ümmetine öğretmesi için Hz. Peygamber (s.a.s.)’e şöyle buyuruyor: “...Ve de ki, Rabbim, şeytanın dürtüştürmelerinden (fit ve fitnelerinden) Sana sığınırım. Rabbim onların yanımda
2559] 43/Zuhruf, 84
2560] 12/Yusuf, 40
2561] 5/Mâide, 50
2562] 12/Yûsuf, 23, 79
2563] 7/Arâf, 200-202
ALLAH (C. C.)
- 685 -
bulunmalarından sana sığınırım.”2564 Felak sûresinde bütün yarattığı şeylerin şerrinden Allah’a sığınmak emredildiği gibi, Nâs sûresinde de insanların kalplerine daima vesvese veren insan ve cinden olan sinsi şeytanların şerlerinden, her şeyin mâliki ve insanların Rabbi Allah’a sığınmak emredilmiştir. Peygamberimiz (s.a.s.), her şeyin şerrinden, fakirlikten, borçlardan, görünür ve görünmez kaza ve belâlardan düşmanların şerlerinden, zulmetmek, zulmolunmak, nifak ve şikak gibi her türlü kötü ahlâktan, hülâsa, gadabından rızâsına, ukubetinden afv ve âtıfetine eûzu billâh diyerek sığınmayı ümmetine öğretmiştir. 2565
Peygamberimiz’in yakınlarında, birbirleriyle sövüşüp döğüşen iki kişiden birinin şiddet ve gadabından yüzü kızarmış ve şah damarı şişmişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.), “Ben bir kelime bilirim ki, eğer şu kişi o kelimeyi söylese, kendisinde bulunan gazap hali mutlaka gider. Evet o kişi, ‘eûzü billâhi mine’ş- şeytâni’r-racîm’ dese kendisinde bulunan bu hal gider” buyurdu. 2566
“Kur’an okuyacağın vakit kovulmuş olan şeytandan Allah’a sığın.” 2567 âyetinin gereği olarak okumaya başlarken eûzu çekerek cin ve insan şeytanlarının şerlerinden Allah’a sığınmak gerekir. Bu ise, ucub, kibir gibi mânevî hastalıklardan Allah’ın korumasını şuurlu olarak samimiyetle istemektir. O halde Allah’a sığınmak kalbin fiilidir. Bu sebeple âlimlerin çoğu lafzen eûzu çekmek vâcip değil, sünnettir, demişlerdir.
Atâ bin Ebi Rabah (v.114/732) gibi bazı âlimler, “ister namaz içinde olsun, ister dışında; Kur’an okurken eûzu çekmek vâciptir” demişlerdir. Hanefîlere göre namazın ilk rekâtında Fâtiha’dan önce eûzü besmele çekmek sünnettir. İmama uyan çekmez. Mesbuk geçirdiği rekâtları kaza etmeye başladığında çeker. Şâfiîlere göre namazın her rekâtında sünnettir, besmele çekmek farzdır. Mâlikîlere göre ise nâfile namazlarda câiz ise de, farz namazlarda mekruhtur.2568 (Bk. El-ıyâzu billâh maddesi)
Mâlikü’l-Mülk: Bk. “El-Mülkü lillâh”
Mâşâallah: “Allah’ın istediği olur” mânâsındadır. “Allah nazardan saklasın” karşılığı olarak kullanılır. Hayret ve memnunluk uyandıran haller karşısında da söylenir.
Mâşâallah, Arapça bir dilek ifadesidir. Üç kelimeden meydana gelmiştir. Bunlar, ism-i mevsul olan “mâ”; Türkçe’de dilemek mânâsına gelen “şâe” ve bu fiilin fâili (öznesi) olan Lâfza-i Celâl yani “Allah” lâfzıdır. “Mâ-şâe-Allah” Kavramının dilimizdeki karşılığı ise, “Allah’ın dilediği şey veya Allah’ın dilemesi” demektir. Dilimizde bu kavramın başka bir biçimi de kullanılmaktadır. Bu da Allah dilerse mânâsına gelen “inşâallah” kavramıdır ki “mâşâallah” lâfzından mânâ yönüyle farklılık arzeder.
“Maşâallah”, daha ziyâde, “Allah’ın istediği gibi, Allah nazardan saklasın, ne güzel!” gibi mânâlara gelmektedir. Bununla birlikte, mâşâallah, hayret ve
2564] 23/Mü’minûn, 97-98
2565] Mansur Ali Nasıf, et-Tac, V, 123-139
2566] Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Mansur Ali Nâsıf, et-Tac, V, 52
2567] 16/Nahl, 98
2568] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ans
- 686 -
KUR’AN KAVRAMLARI
memnunluk da ifâde etmektedir. Mâşâallah lâfzı, Kur’ân-ı Kerim’de dört âyette geçmektedir:
“...Allah onlara şöyle dedi: ‘Öyle ise, ateş, yerinizdir. Allah’ın dilediği zamanlardan başka (illâ mâ şâellah) hepiniz ebedî olarak oradasınız...” 2569
“De ki: ‘Ben Allah’ın dilediğinden başka (illâ mâ şâellah), kendi kendime bir menfaati kazanmaya da, bir zararı def etmeye de sahip değilim...” 2570
“Kendi bağına girdiğin zaman: ‘Bu Allah’tandır, benim kuvvetim değil, Allah’ın kuvveti ile (mâşâellah, lâ kuvvete illâ billâh) olmuştur’ deseydin ya!” 2571
“Bundan böyle sana (Kur’ân) okutacağız da unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesnâ ((illâ mâ şâellah). Çünkü O, âşikârı da, gizliyi de bilir.” 2572
Ma’rifetullah: Allah’ı bilme, tanıma, O’nu bütün sıfatlarıyla öğrenme, hakkında bilgi sahibi olma demektir. (Geniş bilgi için bk. “Ma’rifetullah; Allah’ı Tanımak” Başlığı.
Nebiyyullah: Allah’ın Peygamberi demektir. Nebî; Haberci anlamına gelir. Allah’ın kendisine bildirdiği hakikatleri insanlara anlatarak onları Hak dine çağıran kimse, yani peygamber anlamına gelir. Nebî ve Rasûl kelimeleri birbiriyle eşanlamlı kelimelrdir. Kur’an’da Hz. Muhammed (s.a.s.)’e hem nebî, , hem rasûl olarak hitap ediliyor. “Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değildir, fakat Allah’ın rasûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.”2573; “(Bunları) Müjdeleyici ve uyarıcı Rasûller/elçiler olarak gönderdik ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın.” 2574
Neûzü billâh: “Allah’a sığınırız” anlamına gelir. Kötü bir haber, bir felâket veya kötülük karşısında kullanılır. “Eğer şeytandan kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir.”2575 (Geniş bilgi için Bk. El-Iyâzu billâh)
Rabbi’l-Âlemîn: “Alemlerin Rabbi” demektir. Allah, bütün âlemlerin tek Rabbi, yaratıcısı, yöneticisi ve besleyicisidir. Kâinatta birbirinden farklı pek çok âlem vardır ve insanın bunların hepsinin adını, sayısını ve özelliklerini bilmesi imkânsızdır. Zira kâinatta yaratılan canlı ve cansız, sayısız âlem, kendi içinde de farklı âlemlere ayrılır. Tek bir balık türünün kendisine benzer binlerce türü, tek bir meyvenin kendisine benzeyen yüzlerce çeşidi vardır. Hayvanların, bitkilerin, eşyaların milyarlarca, rüzgârların ve bulutların onlarca çeşidi vardır. Allah birbirine hiç benzemeyen, farklı ırklara, tenlere, dillere ve kültürlere sahip olan milyarlarca insan yaratmıştır. Bunların yanında Allah gözle görülemeyen atomların dünyasını, bedenimizin her milimetresini oluşturan görkemli sistemlerle donatılmış hücreleri ve yine insan gözüyle görülemeyen yüzlerce canlıyı yaratmıştır. Denizin binlerce metre altında yaşayan kimsenin görmediği bir mercan kolonisinin
2569] 6/En’âm, 128
2570] 7/A’râf, 188
2571] 18/Kehf, 39
2572] 87/A’lâ, 6-7; Ömer Dumlu, Şamil İslâm Ans.
2573] 33/Ahzâb, 40
2574] 4/Nisâ, 165
2575] 41/Fussılet, 36; 7/A’râf, 200
ALLAH (C. C.)
- 687 -
de Rabbi Allah’tır. Allah mikroorganizmaların oluşturduğu mikroâlemden, uzaydaki gökcisimlerinin oluşturduğu makroâleme kadar sayamayacağımız miktarda çok âlemi biz uyurken, uyanıkken ya da bir işle uğraşırken sürekli kontrol eder, hepsini yönetir, hepsini besler ve yaşamlarını devam ettirmelerine izin verir. Allah tüm âlemlerin Rabbi olduğunu insanlara şöyle duyurmuştur: “Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi sûretlendirdi, sûretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel/temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir. O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka ilâh yoktur; öyleyse dini yalnızca kendisine hâlis kılanlar olarak O’na duâ edin. Âlemlerin Rabbine hamdolsun.” 2576
İnsan yalnız okyanusun içindeki hayatı ve burada yaşayan canlıların bakımlarını, yiyeceklerini, kendi içlerinde yaşadıkları ortak yaşamı, üremelerini ve soylarının devamı için korunan hassas dengeyi düşündüğünde, tek bir âlemi dahi yaratmanın ve yönetmenin ancak Allah tarafından yapılabileceğini ve bunun için sonsuz bir güç gerektiğini görür.
Kuşkusuz Allah yalnızca kâinatın içinde yer alan sayısız âlemin değil, bütün bunların dışında apayrı bir zamanda ve mekânda yaşayan cinlerin ve meleklerin de Rabbidir. Bu varlıkların da hepsini O yaratmış ve hepsine boyun eğdirmiştir. Allah’ın yarattığı âlemler insan aklının ve hayal gücünün çok ötesindedir. Hepsi O’nun yaratıcılığının, sanatının ve sonsuz gücünün eseridir. Allah’ın bu yüceliği ve büyüklüğü karşısında insana düşen ise, Hz. İbrâhim gibi kendisine ‘Teslim ol’ çağrısında bulunan Rabbine, “...Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”2577 cevabıyla icâbet etmektir. Ve tüm yaşantısını Kuran’da kendisine “De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır, Allah içindir.”2578 âyetiyle emredildiği gibi, yalnızca O’nun için yaşamaktır.
Rahmetullahi aleyh: (Allah’ın rahmeti üzerine olsun demektir.) Her ölmüş müslüman için, özellikle âlimler için bu deyim kullanılmalıdır. Bunun yerine, duruma göre; “Allah rahmet etsin”, “rahmetli”,”merhum”gibi deyimler de kullanılabilir. Ama unutmamak gerekir ki, Allah’ın rahmeti kâfirler için istenilmez, onlara bu ifâdeler kullanılmaz. Gayr-ı müslim ölüler için müteveffâ (vefât etmiş olan) veya “toprağı bol olsun” denilebilir.
Rasûlullah: Allah’ın rasûlü, peygamberi demektir. Rasûl; Peygamber, elçi, haberci anlamlarına gelir. Allah tarafından kendisine vahiy gelen, Allah’ın emirlerini insanlara bildirmekle vazifeli insan demektir.
Rızâen lillâh: Rızâen lillâh veya li-rızâillâh; Allah rızâsı için anlamına gelir. Rızâen lillâh; Allah rızâsı için, Allah’ın rızâsını, hoşnutluğunu elde etmek niyetiyle demektir. Rızâ; Hoşnutluk, râzı olma, kendi isteği ile davranma, İlâhî kadere boyun eğme, Allah’ın emirlerinin dışında hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceğine inanma demektir. Rızâ-yı İlâhî: İlâhî rızâ demektir. Allah’ın kulundan memnun olması için kullanılır. Mü’minler, her işlerinde Allah’ın rızâsını kazanmayı hedef tutarlar.
Rızâen lillâh; “Allah rızâsı için, başka bir karşılık beklemeksizin sırf Allah râzı
2576] 40/Mü’min, 64-65
2577] 2/Bakara, 131
2578] 6/En’âm, 162
- 688 -
KUR’AN KAVRAMLARI
olsun diye, sevap için” anlamına gelir. İyiliklerin, ibâdetlerin, yardımların ikiyüzlülükten ve dünya ile ilgili çıkarlardan uzak olarak, sırf Allah için yapılmasını anlatır. Mü’minlerin niyetlerindeki, amellerindeki güzelliğin kaynağı budur. (Bk. Lillâh, li-rızâillâh)
Ru’yetullah: Kur’ân âyetlerinin ve Hz. Peygamber’den rivâyet edilen bir kısım hadislerin delâletiyle Yüce Allah’ın kıyâmet günü mü’minler tarafından görülmesi meselesi. Bu konuda İslâm ekolleri arasında farklı görüşler belirtilmiştir. Bazı bilginler ve ekoller rü’yetin mümkün olamayacağını ileri sürerek, Allah’ın görülmesi inancına İslâm dışı bir hüviyet kazandırırken, bazı fırkalar da mümkün olacağını kabul ve ileri sürmekle kalmayıp, bir ifrat ve tefrit örneği sergileyerek, Yüce Allah’a cisim isnad etme yolunu tutmuşlardır. Ehl-i Sünnet ekolü ise, geneldeki tutumunu devam ettirip, orta yolu takip ederek, Yüce Allah’ın âhirette mü’minler tarafından görülebileceğini, ancak bunun keyfiyetinin bilinemeyeceğini kabul etmiştir. (Geniş bilgi için bk. “Ru’yetullah; Allah’ın Görülmesi” başlığı.
Sallâllahu aleyhi ve sellem (s.a.s.): “Allah O’na (Hz. Muhammed’e) salât ve selâm kılsın” demektir. Salât, namaz anlamına da gelmekle birlikte; burada duâ ve Allah’tan rahmet anlamına gelir. Hz. Peygamber’e rahmet ve esenlik dilemek, O’na saygı göstermek demektir. Peygamber Efendimiz’e okunan salât ve selâm duâsıdır. Bu ifâdeye “salvele” denir. Besmele ve hamdele ile berâber hutbelere, kitapların başına yazılan yazılara ve benzeri işlere başlanırken okunması güzel bir âdet olan duâların üç esâsından birini oluşturur. “Sallâllahu aleyhi ve sellem” yerine, yine aynı anlamda bir salvele olan “Ve’ssalâtu ve’s-selâmu alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn” de denilir. Hz. Peygamber’e bu duâyı yapmaya “salevât” denilir. “Allah ve melekleri, Peygambere salât etmekte (Onun şerefini gözetmeye, şânını yüceltmeye özen göstermekte)dir. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, içtenlikle selâm edin (ona esenlik dileyin).”2579 Allah tarafından Salât; rahmet ve kulunun şânını yüceltmesi anlamına gelir. Meleklerin salâtı da, yine Peygamberin şânını yüceltmek, ona istiğfâr edip bağış dilemeleri demektir. Mü’minlerin salâtı da, duâ anlamına gelir. Bu yaklaşım, klasik değerlendirmedir.
Peygamberimiz’e Salât u Selâm Getirmenin Gerçek Anlamı Nedir?
Kur’an’da “salât” kelimesi pek çok yerde geçmektedir ve bilindiği üzere değişik anlamlara da gelmektedir.
Nitekim “salât”; “hayır dua etmek, namaz kılmak, Allah’ı övmek, namaz kıldırmak, destek olmak, kutsamak, Allah’ın bir kimseyi iyilikle kuşatması, Allah’ın rahmet ve bereketi, bereketin sarıp kuşatması, istiğfar, şeref vb.” gibi pek çok anlamlara gelmektedir. 2580
Kur’ân-ı Kerim’de “salât”; “namaz, dua, istiğfar, Allah’ın rahmet ve bereketi” gibi anlamlarıyla kullanılmıştır. 2581
Şimdi burada kendi kendimize şu soruları sormamız uygun olacaktır:
Hz. Peygamber’e salât u selâm getirmeyi farz kılan Allah’ın 2582 gerçek muradı
2579] 33/Ahzâb, 56
2580] Bk. Râgıb, el-Müfredât, s. 421; el-Mu’cemu’l-Vasîd, I, 521
2581] Bk. 2/Bakara, 153, 157; 6/En’âm, 72, 92, 162; 8/Enfâl, 3, 35; 9/Tevbe, 84; 33/Ahzâb, 43, 56
2582] 33/Ahzâb, 56. ayetteki
ALLAH (C. C.)
- 689 -
neydi ve ne olmalıdır? Acaba burada “salât” kelimesine hangi anlamı vermemiz çok daha uygun düşecektir? Bu zamana kadar verilmiş anlamlar ve bu konuda yapılan uygulamalar yeterli olmuş mudur? Acaba Hz. Peygamber’e getirilecek “salât” ile kastedilen ne olabilir ve ne olmalıdır?
Bu soruların cevapları üzerinde düşünüldüğünde ve ciddi bir analiz yapılmaya çalışıldığında kısaca şunları ifade etmemiz mümkündür.
Kanaatimizce; Kur’an’da2583 belirtildiği üzere Rabbin ve meleklerin nebî’ye “salât”ı, Hz. Peygamber’e her yönden yardım ederek “desteklemiş” olmalarıdır.
Aynı şekilde inananların da “salât”a teşvik edilmesiyle verilmek istenen mesajı şu şekilde anlayabiliriz: Hz. Peygamber’e gerçek anlamda destek verilmesi, onun ilkelerinin hayata geçirilmesi noktasında üstün bir çaba gösterilmesi ve onun rehberliğine tam anlamıyla teslim olunması gerektiği şeklinde anlamamız kanaatimizce daha isabetli olacaktır...
Biz; “Salât” kelimesinin sadece bir anlamının ele alınıp zoraki yorumlar yapmak yerine, farklı anlamlarından yola çıkılarak Kur’an’ın esas vermek istediği mesajın dikkate alınmasının daha doğru olacağına inanıyoruz.
Özetle; bu ayet-i kerimede “salât”a, “destek olmak” manası verildiğinde bu zamana kadar ortaya çıkan bir takım sıkıntılar giderilmekte, Kur’an’ın muradı daha net anlaşılmakta ve aslında Müslümanlar çok ciddi bir sorumluluğa davet edilmektedir.
“Yanında ben anıldığım halde bana “salât u selâm” getirmeyen cimridir” hadisiyle peygamberimiz neyi kastetmiştir acaba?
Öte yandan �������������������������������������������������������������“salât-u selâmın öneminden bahseden hadisleri nasıl anlamalı-“anlamalıyız?” diye sorulacak olursa bu konuda da şunları söyleyebiliriz.
Kanaatimizce; “peygambere gerçek anlamda destek olma konusunda gereken hassasiyeti taşımayan ve dini ve ahlaki sorumluklarının farkına varamayan kimse, İslam’ın özünü kavramak noktasında tembel davranmış ve âdeta cimriliği tercih etmiştir” gibi bir düşüncenin akıllarımıza gelmesi mümkündür.
“Bana en çok “salât” getiren kıyamet günü bana en yakın olacaktır” diyen peygamberimiz bununla neyi ifade etmek istemiş olabilir? Eğer bunun üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz.
“Hayatının her anında Hz. Peygamber’in ilkelerine uygun bir yaşamı seçen, O’nun getirdiği öğretiyi bütün kalbiyle destekleyen, O’nu bütün dünyaya en güzel şekilde tanıtan, O’nun sünnetini kendisine rehber edinen, O’nun önderliğine tam anlamıyla teslim olan, O’na her zaman destek olma sorumluluğunu içinde taşıyan ve öyle hareket eden kimse, kıyamet günü Hz. Peygamber’e en yakın olacaktır.”
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salât ederler. Ey Mü’minler! Siz de ona salât edin ve tam teslimiyetle selâm verin.”2584 şeklinde tercüme edilen ayet ile bize verilmek istenen mesaj nedir acaba? Bu ayeti nasıl anlamalıyız? Bu doğru bir tercü2583]
33/Ahzâb, 56
2584] 33/Ahzab, 56
- 690 -
KUR’AN KAVRAMLARI
me midir?
Kanaatimizce; “Allah ve melekleri, Peygamber’e destek oluyorlar. O halde siz ey imana ermiş olanlar! Siz de O’na maddî ve manevî destek olun ve onun rehberliğine tam bir teslimiyetle bağlanın” şeklinde anlamak en doğru yorum olsa gerektir.
Bütün bu zorunluluklar ve veriler ışığında “Peygamber’e salât etme”nin en muhtemel karşılığı, “Allah ve melekleri onu destekliyorlar, siz de onu destekleyip onun (örnekliğine) tam bir bağlılıkla bağlanın/teslim olun” olur. Bu ikinci anlam (destek: yardım çağrısı) dua, anlamlarının ortak noktasıdır ve bizce çok daha isabetlidir. Bu sadece mefhumun değil, mantukun da desteklediği bir anlamdır.”
Burada “salât”ın karşılığı olarak “dua” sözcüğünü yerleştirmekle kavramlaşmış bir terim olan “salât”ı, yine kavramlaşmış başka bir terim “dua” ile açıklamak, bilinmeyeni bilinmeyenle açıklamak gibi olacağından, ilk elde “salât”ın karşılığı olan “dua”nın doğru anlamının “destek” olduğu vurgulanmalıdır. Çünkü “Allah’ın Peygamber’e duası” burada “terahhum” anlamı taşımaz. Peygamber’den kaynaklanan bir kusur ve günahın söz konusu olmadığı bu bağlamda, “bağış ve af” değil, ancak destek söz konusudur.
Gariptir ki, Türkçe birçok mealde, sanki ayet “yusallûne” şeklinde fiil formunda değil de “yakraûne’s-salâte” şeklinde isim olarak gelmiş gibi, “Peygamber’e salât u selâm okuyun” şeklinde çevrilmiştir. Bu, ayetin aslî anlamının sonradan çıkan tartışma ve haberlerin otoritesi altında ezildiği anlamına alınabilir. Bu “dua”nın Hz. Peygamber’in diliyle eyleme dökülmüş biçimi, tahiyyatta okunan “destek duası” (salevat) şeklindeki formülasyondur.
Hz. Peygamber’e yapılan dualar (salevat) da ona manevi bir destektir ve bu cümleden sayılır. Fakat destek emri sadece dil desteğine indirgenemez; bu ayette de emredildiği gibi “fiilî” destek olmak durumundadır. Ona yapılacak fiilî destek onunla aynı zamanda yaşayanlar için zaten bellidir. Bizim gibi onunla aynı zamanı paylaşmayanlar için ise, onun misyonunu desteklemek ve örnekliğini yaşatmak anlamına gelir. Onun getirdiği vahye ve o vahyi hayata koyuş tarzına verilecek her destek, ona yapılmış gerçek bir “salât” ve “selâm” olacaktır. 2585
Rasulullah’ı model olarak algıladığımız ve konumunu Kur’an’dan öğrendiğimiz zaman o’na salât getirmeyi de doğru kavramış oluruz. Rasulullah’a salât getirmek, onun davasına yardım etmekti. Peygamber’in âlemlere, tüm insanlığa rahmet olması o’nun hayatın içinde örnek olup toplumu ıslah etme görevine tekabül etmektedir. O, vahyi hayatında şekillendirmiş bir önderdir. Bugün bizler eğer toplumumuza, ailemize, çocuklarımıza, çevremize ve insanlığa rahmet olamıyorsak o’na hakkıyla salât getirmiş sayılır mıyız?
Hz. Peygamber’in misyonunu hayatın içinde yaşamanın adı salâttır. Salât’a böyle bakmak gerekmektedir. Ve bugün o’nun misyonu, o’nun yolundan gitmek, o’nu sahiplenmek; hangi çağda olursa olsun o’na sahabe olma çabasında olmak, o’na arkadaş/destekçi olmak o’na salât getirmek demektir. Salât; o’nun misyonunu aramızda yaşatmaktır. 2586
2585] M. İslamoğlu
2586] M. Akbal
ALLAH (C. C.)
- 691 -
Salevât, bir bağlılık açıklamasıdır. Dinin kaynağı olarak görülen risâletin korunması, üzerine toz kondurulmaması için özel bir formüldür. Bununla mü’minler dinin kaynaklarına bağlılıklarını her defasında yenilemiş olurlar. Zira risâlet ve rasul merkezî konumdadır. Biz dini onun açıklamasıyla, beyanıyla öğrendik. Onun doğru söylediğine inandığımız için dini kabullendik. Dolayısıyla ona olan en küçük bir güvensizlik, getirdiklerine de güvenmemeye yol açacağından bu durumun zedelenmemesi şarttır. O halde, İslâm’a giriş, risâlete iman ile başlamaktadır. Zira ortada görünen ne Allah ve ne de melekleri vardır. Sadece o konuşmaktadır. Söylediklerine inanan, müslüman olmakta, inanmayan kâfir olmaktadır. Âhiret günü hesaplaşmanın mihenk taşı da rasuller olacaktır. Rasûle tâbi olan kurtulacak, olmayan cehennemi boylayacaktır.
Mü’minler Rasûl’ün önüne kimseyi geçirmemelidirler.2587 Zira her gün defalarca ismini anarak ona olan bağlılık izhar edilmektedir. Biz bu kadar ona yakınlaşmışken araya başkalarını sokarak nasıl ondan uzaklaşabiliriz. İslâmî önderler ve liderler bu salevâtın ölçüsüyle daima kontrol edilmeli, yüzleştirilmeli, onunla sağlaması yapılmalıdır. Bütün İslâmî önderler onun çizgisinde/hattında olmak zorundadırlar. Onun hattının üzerinde başka bir hat/usûl olamaz. Mekke ve Medine’de gerçekleşen ve başında bir Nebî’nin bulunduğu nur inkılâbına bağlılık esastır. Salevât bunu ifade eder. Her söylenişinde bu inkılâba ve onun nebî/rasûl olan önderine/rehberine bağlılık andı içilmiş olur. Yeryüzünün her yanındaki mü’minler bu andla neyi örnek aldıklarını ifade etmiş olurlar. 2588
Sebîlullah: Allah yolu demektir. Başına getirilen “fî” edatı ile “Allah yolunda” anlamında, kendisine zekât verilmesi câiz olan bir sınıfı ifade eder. Bununla Allah yolunda cihad edenler kastedilir. Kur’ân-ı Kerîm’de, zekât verilecek sekiz sınıf bildirilirken; “Zekâtlar ancak fakirlerin, miskinlerin..., Allah yolunda cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır.”2589 buyrulur. Allah için savaşa hazırlanmak veya savaşta olanlara silâh temin etmek, bunları donatmak ve ihtiyaçlarını karşılamak için de zekât verilir.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, zekât ancak mücâhidlerin yoksul olanlarına verilir. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre ise bu konuda mücâhidler arasında zengin-yoksul ayırımı yapılmaz. Hanbelîlere ve bazı Hanefîlere göre hac da “Allah yolunda” olmak demektir. Bu yüzden haccetmek isteyen kimselere zekât verilebilir. Çünkü, İbn Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edildiğine göre; “Bir kimse devesini Allah yoluna vakfetmiş, karısı ise haccetmek istemişti. Hz. Peygamber, kadına; “O deveye binerek haccet, çünkü hac da “fî sebîlillah (Allah yolunda)” sayılır” buyurmuştur.”2590 Ancak nâfilelerde genişlik bulunduğu için nâfile hac için zekât verilemez.
Diğer yandan büyük Hanefî hukukçusu el-Kâsânî (ö. 587/1191), el-Bedâyi’ adlı eserinde “fî sebîlillâh (Allah yolunda)” sınıfını “Allah’a yaklaştıran bütün işler” olarak tefsir etmiştir. Bu yüzden Allah’a itaat ve hayır yolunda bulunan
2587] 49/Hucurât, 1
2588] İhsan Eliaçık, İslâm ve Sosyal Değişim, s. 42-47
2589] 9/Tevbe, 60
2590] Ebû Dâvud, Menâsik, 79; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, II, 874
- 692 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimseler, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer.2591 İmam Mâlik şöyle demiştir: Allah’a giden yollar çoktur. Fakat burada “Allah yolu”ndan cihad anlamının kastedilmiş bulunduğunda ihtilâf edildiğini bilmiyorum. 2592
Sıbğatullah: Allah’ın boyası demektir. O’nun boyası ile boyanma mânâsına gelen bu tamlama, İslâmî ıstılahta bir deyim haline gelmiştir. Her yönüyle müslüman olan, İslâm’ın emir ve yasaklarından sakınan, kısaca Kur’an hükümlerini hayatına hâkim kılan bir insan Allah’ın boyası ile boyanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bu tür insanlar övülmekte ve şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın boyası (ile boyanın). Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir! Biz ancak O’na kulluk ederiz.” 2593
Âyet-i kerimede tanımlanan Allah’ın boyası ile boyanmak, müslüman olduğunu iddiâ eden bütün insanların görevidir. Rasûlullah’ın Kur’an ahlâkıyla ahlâklandığı gibi, müslümanlar da, kendi iç dünyalarını, aile hayatını, toplum hayatını, kısaca bütün her yönlerini Kur’an ilkelerine göre şekillendirir, hayatlarını Kur’an’a uydururlarsa o zaman âyette tanımlanan mü’minler sınıfına dâhil olurlar. Zira Allah’ın boyası ile boyanmak “ancak O’na kulluk etmekle” mümkün olur. Yalnız Allah’a kulluk gerçekleşmediği sürece, Allah’ın boyası değil; kişilerin üzerinde başka ilâhların, başka güçlerin boyası vardır. Bir insan “müslümanım” dediği halde; onun giyimi, konuşması, yeme içmesi, başkalarıyla olan ilişkileri; dünyaya, hayata, ölüme, ölüm sonrası hayata bakışı kâfirlerinkinden farklı değilse, onun müslüman olduğu nereden anlaşılabilecektir? “Allah’ın boyasıyla boyandım” diyenin, dışarıdan bakıldığı anda müslüman olduğu anlaşılmalıdır. O kişi, her şeyiyle diğer insanlardan farklı bir müslüman olduğunu hissettirmelidir. Kişilerin şahsında geçerli olan bu kural, aile hayatında da kendini göstermesi gerekir. Karı-koca ilişkileri, anne-çocuk, baba-çocuk ve hatta akrabalar arası ilişkiler hangi dünya görüşüne, hangi kurallara göre yürütülüyor? O ailenin yaşantısı İslâm kurallarına göre mi, yoksa televizyon kültürüyle mi şekilleniyor? Evlenme, boşanma, miras hükümleri hangi hukuk kurallarına göre yürütülüyor? İslâm’ın mı, yoksa beşerî düşünce sistemlerinin günübirlik değişen medenî hukukuna göre mi? Bu aile yalnız ve yalnız Allah’a mı itaat ve ibâdet ediyor; yoksa başka güçlerin etkisinde mi yaşıyor?
Yine, insanların topluca yaşadıkları köyler, kasabalar, şehirler, ülkeler... Buralarda hangi kanunlar yürürlüktedir? Çarşı-pazar, okullar, hastahâneler, mahkemeler; ekonomi, siyaset, hukuk hangi kurallara göre işliyor? Allah’ın kitabı bu alanlarda söz sahibi mi? Ülkeyi idare eden meclisler, kendilerini kime karşı sorumlu sayıyorlar? Kendilerinin üzerinde bir Allah’ı kabul ediyorlar mı, etmiyorlar mı? Kiminle dostluk kuruluyor, düşmanlıklar kime karşı yürütülüyor? İşte bütün bu sorulara karşı verilecek cevap o toplumun hangi boya ile boyandığını, hangi rengi aldığını gösterir. Dilleriyle müslüman olduklarını söyleyenler, kendi hayatlarında, aile içerisinde, yaşadıkları toplumda İslâm’ın kurallarını yürürlüğe koymamışlarsa, henüz o kişi ve o toplum Allah’ın boyasıyla boyanamamış, gerçek müslüman olamamıştır. Kendi kalbini bu boya ile boyayan bir insanın bundan sonraki görevi; dış görünüşünü, tavırlarını da bu boya ile boyamaya çalışmak; sonra da içinde yaşadığı topluma yönelmektir. İnsan tek başına İslâm’ı
2591] el-Kâsanî, el-Bedâyi’, Beyrut 1394/1974, II, 45
2592] ez-Zühaylî, a.g.e., II, 876; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 544). (Hamdi Döndüren, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2593] 2/Bakara, 138
ALLAH (C. C.)
- 693 -
yaşayamaz; İslâm, toplum dinidir. İnsanın içinde bulunduğu toplum İslâm’a bağlı değilse, müslüman fert veya aile kendi dinlerini yaşamakta zorluk çekerler, hatta bunu başaramazlar. Onun için toplumun rengini kendi rengine uydurmak, Allah’ın dinini toplum içerisinde hâkim kılmak, müslümanın temel görevi, hatta müslüman kalabilmesinin vazgeçilmez şartıdır. Müslüman ıssız adaya çekilemeyeceğine göre; önce yaşayacağı çevreyi kendi inancı doğrultusunda şekillendirmekle yükümlüdür; yoksa inandığı gibi yaşayamaz. Allah’ın boyası ile yaşayabilmek için bulunduğu ortamı da o boya ile boyamak gerekir. 2594
Sıfat-ı İlâhiyye: (es-sıfatül-İlâhiyye); “Allah Teâlâ’nın sıfatları” veya “İlâhî sıfatlar” demektir. Allah Teâlâ, kemal sıfatların hepsiyle muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve berîdir. Mümkin olan şeyleri yaratıp yaratmamak, Yüce Allah hakkında câizdir. Mümkinattan dilediğini yaratır, dilediğini de yaratmaz. Hadd-i zâtında Yüce Allah’ın kemal sıfatları sonsuzdur. Fakat öğrenip bilmemiz için İslâm âlimleri bunları başlıca 5 kısımda toplamışlardır:
1- Sıfat-ı Nefsiyye (Vücûd),
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzîhât),
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Meânî),
4- Esmâü’l-Hüsnâ’nın delâlet ettiği mânâlar ve sıfatlar,
5- Sıfat-ı Haberiyye.
1- Vücûd: Cenâb-ı Allah’ın hakkıyyetini ve varlığını gerektiren ve vücûd ile muttasıf olduğunu belirten bir sıfattır. Bazı Kelâm âlimleri Yüce Allah’ın vücûduna “sıfat-ı nefsiyye” demişlerdir. Ebûl-Hasenil-Eş’ari ve Ebûl-Hüseyin el-Basrî gibi bazı kelâmcılar da Yüce Allah’ın vücûdunu, zâtının aynı kabul ettikleri için sıfat saymamışlardır. Cenâb-ı Hak’ın vücûdu, bütün sıfatlarının aslı ve merciidir. Vücûdun zıddı olan Âdem (yokluk), onun hakkında muhaldir.
2- Sıfat-ı Selbiyye (Tenzîhât): Bunlar Cenâb-ı Allah’tan her türlü noksanlığı nefy eden ve mahlûkata benzerliğini kaldıran sıfatlardır. Bu sıfatların, müslümanların bilmesi lazım gelen asılları beş tanedir.
a) Kıdem: Allah Teâlâ’nın varlığın ezelî olması, başlangıcı olmaması ve varlığına yokluğun sebkat etmemesidir. O’nun hakkında kıdem ve ezeliyyet vacib; bunun zıddı olan hudüs, muhaldir.
b) Beka : Allah Teâlâ’nın varlığının ebedî ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Beka, Vâcib li-Zâtihi ve Vâcibül-Vücûd olan Allah Teâlâ’nın zorunlu özelliklerindendir. Fena ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir. Kıdem ve Beka’ya “sermediyyet”de denilir.
c) Vahdâniyyet: Allah Teâlâ’nın zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması, O’nun şeriki ve ortağı olmaması demektir. Yani, Yüce Allah, zat ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlik (yaratıcı) ve hakiki müessir O’dur. Yegâne ibâdete layık olan O’dur. O’ndan başka mabud, ibâdete layık başka bir zat ve nesne yoktur. Bunlardan birini kabul etmeyen, asla mü’min ve muvahhid olamaz.
d) Muhâlefetün li’l-havadis: Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarında hiç bir şey ve
2594] Fedakâr Kızmaz, Şamil İslâm Ansiklopedisi
- 694 -
KUR’AN KAVRAMLARI
varlığa benzememesidir. Başka şeyler mümkin, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fânîdirler. Cenâb-ı Hakk ise, Vacib li-zatihi (zatından dolayı varlığı zorunluğu), ihtiyaçsız, ezelî ve ebedîdir. Her şey O’na muhtaçtır. Yüce Allah, mümkin olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur. O, her şeyi işiten ve görendir.” 2595
e) Kıyam bi-zâtihî (Kıyam bi-nefsihî): Cenâb-ı Allah’ın varlığında ve varlığının devamında hiç bir şeye, zamana ve mekana muhtaç olmayarak zati ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir.
3- Sıfat-ı Sübûtiyye (Sıfat-ı Zâtiyye): Bu sıfatlara Sıfat-ı Zatiyye, (Sıfat-ı Me’ânî) ve Sıfat-ı İkrâm isimleri verilmiştir. Sıfat-ı Sübûtiyye, Yüce Allah’ın zâtı ile kaim olan ve O’nun zatına mukaddes bir manâ ilave eden zatî, vücûdî, sübûti ve hakiki sıfatlardır. Sadece itibari mefhûmlardan ibaret değildir. Ezelden beri Yüce Allah’ın muttasıf olduğu, O’ndan ayrılmayan ve onunla beraber mevcut bulunan sıfatlardır.
Selef âlimlerine göre, bizler Allah’ın sübûti sıfatlarına inanmakla mükellef olup, bunların hakikatını ve Zat-ı Bâri’ye zâid olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz. Ehl-i Sünnet-i Âmme dediğimiz halef âlimleri olan Eş’ariyye ve Matüridiyye’ye göre, bu sıfatlar, Allah Teâlâ’nın zatına zâid, hakiki ve vücûdî (O’nun zatı ile kaim olarak mevcut bulunan) sıfatlardır. Ehl-i Sünnet-i Âmme âlimleri Yüce Allah’ın bu sıfatlarını şu şekilde ispat ederler:
a- Kur’ân âyetleri ve hadislerle sâbittir ki Allah Teâlâ hayy, âlim, kadir, mürîd, semi’, basir, mütekellim ve hâlıktır. Böyle olduğunda filozoflar da dahil İslâm âlimlerinin hepsi ittifak etmişlerdir. “Hayy” demek, hayat sahibi demektir. “Âlim”, ilim sıfatı olan demektir. Hayatı olmadan hayy (diridir), ilmi olmadan âlimdir, kudretsiz kadirdir, demek mümkün değildir. O halde Hakk Teâlâ bu sıfatlarla muttasıftır.
b- Âlim, kadir kelimeleri, ism-i fâil ve mübâlağa siğası olarak fer’dir, birer mastardan müştaktırlar. Müştakk (türemiş) olan bu kelimelerin manâlarının Cenâb-ı Bâri’de sabit olması, bunların asıl olan masdarlarının (me’hazül-iştikaklarının) da sabit olmasını gerektirir. Çünkü fer’in sübutu, aslının da sübutunu lâzım kılar. Bir kimse âlim (bilen) olup da onda ilim (bilme) aslının olmaması muhaldir. Allah Teâlâ; âlim, mürid, kadir... olup da O’nda bilme, irade ve kudretin bulunmaması muhaldir.
c- Kur’ân-ı Kerim, Yüce Allah’ın İlim ve Kudret sıfatlarını te’vile ihtimal bırakmayacak şekilde ispat etmektedir: “... Bilin ki Kur’ân Allah’ın ilmiyle indirilmiştir.” 2596; “Şüphesiz, asıl rızık veren, çetin kuvvet sahibi Allah’tır.” 2597
Mu’tezile, Allah’ın zatıyla kaim, zatına zait hakikî ve vücudî sıfatlarının mevcudiyetini reddeder. Yüce Allah’ın sıfat-ı sübûiyyesini es-sıfatül-maneviyye şeklinde kabul eder. es-Sıfatül-maneviyye Allah Teâlâ’nın hayy, âlim, murid, kadir, semi’, basir, hâlik ve mütekellim olmasıdır. Hâlbuki Ehl-i Siinnet-i Âmme’ye göre, es-sıfatul-maneviyye, Yüce Allah’ın zatıyla kaim hakiki sıfatların
2595] 42/Şûrâ, 11
2596] 11/Hûd, 14
2597] 51/Zâriyât, 58
ALLAH (C. C.)
- 695 -
neticesidir. Mu’tezile, Allah’ın zatıyla kaim sübuti sıfatları olduğunu reddetti. Çünkü, Allah’ın sıfatlarını kabul etmek, Allah’ın zatından başka teaddüd-i kudemayı (Kadimlerin çokluğunu) gerektirir, iddiasında bulundu. Bu konuda Mu’tezilenin gerekçeleri şöylece özetlenebilir:
a- Allah Teâlâ’nın zatıyla kaim, ona zaid hakiki mevcud sıfatları olsa, bunlar ya kadim olur ki, kadim olan bir şey ise kendi zatıyla kaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Bu takdirde sıfatların sayısına teaddüd-i kudemâ (kadimlerin çokluğu) lazım gelir. Kadimlerin çokluğunu kabul etmek ise tevhid inancına aykırıdır. Veyahut da sıfatlar hâdis olur. Sıfatların hâdis olması, Zat-ı Bâri’nin zâtı ile hâdis olan şeylerin kaim olması, batıl ve muhaldir.
b- Allah’ın zâtına zâid mevcud sıfatları olsa, Zat-ı Bâri’nin eksik olup başkalarıyla tamamlanmış (istikmâl bil-gayr) bulunması gerekir. Allah Teâlâ, zatıyla kâmil olup istikmâl bil-gayr’den münezzehtir. O halde Allah’ın zâtına zâid mevcut sıfatları yoktur. Allah, hayatı olmadan zatıyla hayy’dir. İlmi olmadan zatıyla âlimdir. Kudreti olmadan zatıyla kadirdir... Allah’ın bu sıfatları zatının aynıdır. Allah Teâlâ’nın zatının hayyiyet (dirilik), âlimiyyet, kaderiyyet... halleri vardır. Bu halle de itibâri olup vücud ile vasıflanmazlar derler. Ehl-i Sünnet-i Âmme, Mu’tezilenin sübutî sıfatlar hakkındaki bu görüşlerine şöyle cevap verirler: “Sıfatları, Allah’ın zatının aynı değildirler; ondan ayrılan gayrı da değildirler”.
Mefhum itibariyle sıfattan anlaşılan anlam, zattan anlaşılan anlamdan başkadır. Eğer sıfatları Zât-ı Bâri’nin aynı kabul edilirse:
a) Zât ve sıfatlar manâ bakımından birbirlerine karıştırılır. İlmin hayatın aynı; kudretin ilmin aynı olması gerekir. Böyle olunca, “Kudret Allah’ın zatıdır, Allah’ın zatı ilimdir, Allah’ın zâtı, iradedir, yaratmaktır” demek câiz olur. Bunun batıl olduğunda ise şüphe yoktur.
b) Eğer sıfatları Zât-ı Bâri’nin aynı olsaydı, meselâ “ilim”; kadir, hayy, murid, vacibül-vücud, bu âlemin hâlıkı, mahlûkâtın mabudu ve her türlü kemal sıfatları ile muttasıf olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. Böylece zât ve sıfatları anlamada karışıklığa düşülürdü.
c) Sıfatlar Zâtullahın aynı olsaydı, hiç bir bürhana ihtiyaç duymadan, Allah’ın âlim, kadir, hayy, semi’ ve basîr olduğunu bilmemiz gerekirdi. Çünkü bir şeyin aynının kendisi olması zorunludur.
d) Allah Teâlâ’nın bu sıfatlardan (manâlardan) halî olması, onda noksanlık gerektireceğinden, bunlarla muttasıf olması zorunludur. Zâtullah, bil-icab (zorunlu olarak) kemalâtın menşeidir. Zât-ı Bâri, sıfatlarını gerektirir. Eğer, sıfatlar zatının dışından gelip Allah’a ilave olunsalardı; o zaman istikmal bil-gayr (Allah’ın başkasıyla kâmil olması) Iâzım gelirdi. Hâlbuki Yüce Allah, zorunlu olarak zatının gerektirdiği ve zatıyla kaim olan sıfatlarıyla tek ilâhtır.
Sıfat-ı Sübûtiyye, Allah’ın zâtının gayri de değil; O’nun zâtının muktezâsıdır. Birbirinin aynı olmayıp birbirlerinden başka bulunan iki şeye birbirlerinin gayridir (birbirlerinden başkadır) denilir. Biri diğeri olmayan ve birbirlerinden ayrılan şeyler, birbirlerinden başkadır. Sıfatları ise Allah’ın zatının ve bir sıfatı diğer sıfatının gayri değildir. Sıfatlar, vücud itibariyle Zat-ı Bâri ile birdirler. İki şeyin birbirlerinden ayrılması mümkin olursa, bunlar da birbirlerinin gayridir. Ayrılmak
- 696 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ya mekanda olur, iki cisim gibi; ya da baba oğul gibi zamanda olur. Veyahut da mevcud ve ma’dum (yok olmuş) varlık ve yokluk itibariyle olur. Bu şekillerde sıfatlar, Allah’ın zatının gayri olsa, sıfatların birden fazla vücudlarının olması ve dolayısıyla teaddüd-i Kudema (Zâtullah’tan ayrı kadimlerin bulunması) lâzım gelir. Bu ise batıldır. Sıfatı İlahiyyenin Zâtullah’tan ve birbirlerinden ayrılması ve başka şeylere hulûl etmesi ve yok olması asla mümkin değildir. Bir kimse “evde Zeyd’den başkası yoktur” der ise; kimse “evde Zeyd’den başka onun eli, kalbi, beyni de var mıdır?” demez. Gerçi Zeyd’den elinin, kalbinin... ayrılması mümkündür. Allah’tan sıfatlarının ayrılması asla câiz ve mümkin değildir. Hak Teâlâ’nın zatı sıfatsız, sıfatları da zatsız tasavvur edilemez. Allah zat ve sıfatlarıyla beraber tektir. Sıfatları vücudu Zat-ı Bâri’ye tâbi ve onunla kaim olan manalardır. 10 rakamı kendisinde bir adedi olmadan; 10 rakamının biri de 10 sayısından ayrı olarak tasavvur edilemez. 10’dan 1 veya iki ayrılınca o rakam 10 olmaz.
Doğrusu, Allah Teâlâ’nın bu kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğuna inanmak dinin gereklerindendir. Bunlarla nasıl muttasıf olduğunun bilgisi Allah Teâlâ’ya havale edilir. Şüphesiz, sıfatlarıyla nasıl muttasıf olduğunu ancak Hakk Teâlâ bilir.
Sıfat-ı Sübütiyye, Mâtürîdîlere göre, sekiz; Eş’arilere göre yedi’dir:
1- Hayat: Cenâb-ı Hak’ın bütün hayatların kaynağı olan ezelî ve ebedî, hakiki bir hayat ile muttasıf olmasıdır. O’nun hakkında bunun zıddı olan memat (ölü olmak) muhaldir.
2- İlim: Cenâb-ı Allah’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesidir. O’nun hakkında bilgisizlik muhaldir.
3- Semî’: Allah’ın her şeyi işitmesi.
4- Basar: Allah’ın her şeyi görmesidir.
4- İrâde: Allah Teâlâ’nın mecbur olmadan yaratacağı her mümkini istediği şekilde dilemesi ve her şeyde serbest irade ve ihtiyar sahibi olmasıdır. O’nun dilemesi olmadan hiç bir şey vukua gelmez.
3- Kudret: Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi (mümkini) yaratmaya ve yok etmeye gücünün yetmesidir. O’nun hakkında acz muhaldir.
7- Kelâm: Allah Teâlâ’nın zâtına mahsus kelâmı ve konuşmasıdır.
8- Tekvîn: Cenâb-ı Hakk’ın dilediği şeyleri yok iken yaratması, vücuda getirmesi, var olanları da yok etmesidir. Matüridilere göre, Tekvin sıfatı Yüce Allah’ın zatıyla kaim ezeli ve hakiki bir sıfattır. Terzik, tasvir, ihya, imate (öldürme), inma’ (büyütme) ve diğer bütün işlerin mercii (masdarı) tekvin sıfatıdır. Allahın var edeceği her şey ve iş bu sıfatın teallukuyla vücûda gelir.
Eş’arilere göre, Tekvin, diğer yedi sıfat gibi müstakil ve hakiki bir sıfat olmayıp Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şeylere kudret sıfatının hâdis olan teallukunun ismidir. Tekvin, kudret sıfatına racidir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün işlerinin mercii, Kudret sıfatıdır. Allah her mümkini ezeli iradesi ve ilmine uygun olarak kudret sıfatıyla yaratır.
Bu sekiz sıfattan hayat, ilim, irade, kudret, tekvin nakil ile isbat edildiği gibi,
ALLAH (C. C.)
- 697 -
doğrudan doğruya akıl ile de isbat edilebilir. Diğerleri ise özellikle nakli delil ile isbat edilir. Sıfat-ı Sübûtiyyeden irâde, kudret ve tekvin, mümkinlere tealluk eder; vacib ve muhallere (mümteni’âta) tealluk etmez. Çünkü vacib, varlığı zatın muktezası olup ezelî ve ebedî olandır. Muhtaç olmayandır. Yaratılan her şeye hâdis (sonradan var edilmiş) ve varlığında ve varlığın devamında yaratıcısına muhtaç olur. Muhal vukuu aklen imkânsız ve çelişik olandır. Mesela; bir masa aynı anda iki yerde olmaz. Aynı masa aynı anda iki yerde olursa birin iki etmesi gerekir. Bir her zaman birdir; birin iki olması aklen muhaldir.
Hayat sıfatı bir şeye tealluk etmez. İlim ve Kelam sıfatları, vacib, mümkin ve muhallere tealluk eder. İlim, keşif ve açık olma yoluyla; Kelâm, delâlet yoluyla tealluk eder. Sem’ ve basar; mevcudâta yani işitilmek ve görülmek şanından olan şeylere tealluk eder.
4- Esmâü’l-Hüsnâ’nın delâlet ettiği sıfat ve mânâlar:
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde zikredilen el-esmâü’l-hüsnâ’nın2598 her biri, sıfat-ı İlâhiyeden birine delâlet eder. Esmâü’l-Hüsnâ’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) çoğu, Allah’ın sıfat-ı selbiyye, sıfat-ı sübûtiyye ve fiili sıfatlarını açıklayıcı durumdadır.
Esmâü’l-Hüsnâ’nın bir kısmı da Yüce Allah’ın rububiyyet, azamet, celâl ve cemâl sıfatlarıdır. Mesela, Rabb, Rahman, Rahim ve Malik (melik) O’nun rubûbiyyet sıfatlarını bildirir. Kuddüs, sıfat-ı selbiyyenin hepsine delâlet eder. el-Hakem, el-Adl, el-Hâlim, el-Azim, el-Gafur, eş-Şekur, el-Aliyy, Allah’ın celâl ve cemal sıfatlarına delâlet eder. Bunlardan bazısı sıfat-ı mütekabiledir (birbirlerine karşıt olanlardır). Rızâ, sehat, hubb ve buğz, afv ve intikam gibi... Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının her biri birer kemaldir. O’nun kemâlâtına nihâyet yoktur.
5- Haberî Sıfatlar:
Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde zâhir mânâları ile Cenâb-ı Hak’ın, tenzih etme esası ile uyuşmayan birtakım sıfatlar vârid olmuştur. Sırf nakil ve haberlerde geldiği için bu sıfatlara es-Sıfatül-haberiyye (haberlerde vârid olan sıfatlar) denilmiştir.
Selef âlimleri, bu sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz (mahlukatın sıfatlarına benzetmeksizin ve cismiyet vermeksizin) temsilsiz ve keyfiyetini Allah’a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında herhangi bir te’vile gitmemişlerdir ve yorum yapmamışlardır. İmam Eş’arî ile İmam Mâturîdî bu konuda selefin yoluna uymuşlardır.
Haşeviyye (sahih, zayıf demeyip buldukları her hadisi alıp bunların zahirlerine bağlananlar) ile Şia’dan bazıları haberlerde varid olan bu lafızların zahirine tutunarak teşbih vadisine düştüler. İlk defa Hişâm b. Hakem ve Hişâm b. Sâlim el-Cevâlikî, Allah Teâlâ’yı insana benzeterek O’na insanların organları gibi bir takım organlar isnad edip Müşebbihe ve Mücessime mezhebini ihdâs ettiler. Kerramiye mezhebinin kurucusu Muhammed b. Kerram da Yüce Allah’ın Arş’ın üzerinde durduğunu ve Arş’a temas ettiğini söylemiştir.
Eş’ariyye ve Mâturîdiyye kelâmcılarının müteahhirîni “müslüman halk bu
2598] bk. Tirmizî, Deavât 83; Hakim, Müstedrek, I,16-17
- 698 -
KUR’AN KAVRAMLARI
lafızların zâhirlerine bağlanarak Allah Teâlâ hakkında teşbihe düşer” korkusuyla haberî sıfatları mecaz mânâlarına hamlederek te’vil etmiş ve bunlara Cenâb-ı Hakk’ın azametine layık olan birer manâ vermişler ve verdikleri manâ da kat’idir dememişler ve bunların murad edilen gerçek anlamım ve keyfiyetini Allah bilir demişlerdir.
Kur’ân-ı Kerimde geçen haberî sıfatlardan örnekler ve müteahhirine göre anlamları:
1- İstivâ’: “Rahman olan Allah Arş üzerine istivâ etmiştir.”2599 İstivâ’ya kalır, galebe, istilâ, hüküm, idâresi ve tedbiri altına alma, tasarruf, ulûvv (yücelik) anlamı vermişlerdir.
2- Yed, Yedeyn: Kudret, nimet, teşrif. “Allah şöyle demişti: ‘Ey iblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?!” 2600
3- Vech: Zât, vücûd. 2601
4- Kabza: Kudret, mülk, tasarruf. 2602
5- Yemîn: Tastamam kudret ve kuvvet. 2603
6- Ayn, A’yün: Basar sıfatına ircâ’ olunur.2604 Nezâret, gözetim, bakım demektir. Muhâfaza ve yardım etmeyi de ifâde eder.
7- Cenb: Türkçede, yan ve kat anlamına gelen bu kelimeyi emir ve tâat olarak yorumlamışlardır: “Her bir nefsin, ‘Allah cenbinde (katında) işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret ve nedâmetime’ diyeceği...” 2605
8- İstihyâ: Türkçede utanmak anlamına gelen bu kelimeye; terk etmek, çekinmek, sakınmak (istinkâf) anlamını vermişlerdir: “Gerçekte Allah, bir sivri sineği ve bunun üstündekini (büyüğünü) mesel (ve misal) getirmekten çekinmez...” 2606
9- İtyân ve Meci’: Bu kelimelerin mahlûkat hakkındaki gelmek, bir yerden bir yere intikal etmek anlamlarından Cenâb-ı Hak münezzehtir. “Ve câe Rabbüke: Rabbin(in emri) geldi.”2607; “En ye’tiye-hümullahü: Onlara Allah’ın (âyeti ve azâbının) gelmesi.” 2608
Cenâb-ı Hak, büyüklüğünü ve kemallerinin sonsuzluğunu kullarına anlatıp tanıtmak ve onların anlamlarını kolaylaştırmak için Kitab-ı Kerim’inde bu kelimeleri mecaz olarak kullanmıştır. Yoksa Cenâb-ı Allah, haberî sıfatlardaki geçen bu kelimelerin mahlukâtı hakkında geçerli olan mânâlarından münezzehtir. 2609
2599] 20/Tâhâ, 5
2600] 38/Sâd, 75
2601] bk. 55/Rahmân, 27
2602] bk. 39/Zümer, 67
2603] bk. 39/Zümer, 67
2604] bk. 20/Tâ-Hâ, 39; 11/Hûd, 37
2605] 39/Zümer, 56
2606] 2/Bakara, 26
2607] 89/Fecr, 22
2608] 2/Bakara, 210
2609] Sa’deddin et-Taftâzânî, Şerhul-Makasıd, İstanbul 1305, II, s. 61-79, 108-111; Şerhul-Akaid, İstanbul 1310, s. 65-84; es-Seyyidü’ş-Şerif el-Cürcânî, Şerhul-Mevakıf, İstanbul 1239,
ALLAH (C. C.)
- 699 -
Sıfat-ı Selbiyye: Yüce Allah’ın zâtına ve varlığına yakışmayan, o yüce zât hakkında mümteni’ (imkansız) olan vasıflar. Zaten “selbetmek”; kaldırmak, uzaklaştırmak, tenzih etmek anlamındadır. İşte bu sebeble Yüce Allah’ın zâtî ve sübûtî sıfatlarının zıdlarına “sıfât-ı selbiyye” denmiştir ki; bunlar, Yüce Allah’ın zâtına mümteni’ olan, yaraşmayan sıfatlardır. Başka bir deyişle Cenâb-ı Hakk, bu çeşit zıt sıfatlarla, yaratıklara mahsus olan bu olumsuz özelliklerle muttasıf değildir. Bu yüzden sıfât-ı selbiyye denmiştir ki; şâyet böyle bir sıfat verilmemesi düşünülmüş ise, bu vasıf O’ndan selbedilsin, yani bu özellik O’nun Yüce zâtından kaldırılsın. İşte bunun için sıfât-ı selbiyyeye “Tenzihât” da denir. Bunun anlamı, “bütün bu olumsuz özelliklerden, noksanlık ve eksikliklerden Yüce Allah “berîdir, uzaktır” demektir.
Sıfât-ı selbiyye veya Yüce Allah’ın zâtından selbedilen hususlar, sıfât-ı zâtiyye ve sıfât-ı sübûtiyye başlıkları altında sayılan on dört sıfatın zıdlarıdır. Bunlar şunlardır:
1. Adem (yokluk); 2. Hudûs (sonradan varolmak, öncesinde yokluk bulunmak); 3. Fenâ (varlığının sonu olmak, belli bir süre sonra yok olup gitmek); 4. Teaddüt (birden fazla olmak, eşi, ortağı, yardımcıları olmak); 5. Müşâbehet (sonradan yaratılmış bir şeye benzemek, benzeri ve dengi olmak); 6. Başkasına muhtaç olmak, kendi kendine var olamamak; 7. Ölü veya cansız olmak; 8. Câhil (bilgisiz, ilimsiz) olmak; 9. İradesiz olmak, bir şeyi bir başka şeye tercih edememek; 10. Âciz (gücü yetmez) olmak; 11. Görmemek, kör olmak; 12. İşitmemek, sağır olmak;13. Konuşamamak, dilsiz olmak; 14. Yaratmamak, hiç bir şeyi var edip icad edememek.
Görüldüğü gibi bu selbî sıfatları, “Yüce Allah şu değildir, bu değildir” şeklinde daha da çoğaltmak mümkündür. Zira bu tarzda bazı hususları Cenâb-ı Hak’tan selbetmekle (kaldırmakla), O’nun Zâtına ve vâcib olan sıfatlarına hiç bir şekilde zarar gelmez. Bununla beraber sıfatlar hususunda İslâm âlimleri şu tarzda ittifak etmişlerdir:
Şâyet isim ve sıfat tesbit etmeye dinen izin verilmiş ise, yani Kur’ân ve hadislerde bu sıfat ve isimlere açıkça işaret eden lafızlar var ise; Yüce Allah’a isim ve sıfat tesbit etmek câizdir. Şâyet bu konuda bir yasaklama varsa, yani isim ve sıfat tesbit etmeyi yasaklayan bir âyet veya hadis varsa; Cenâb-ı Hak için isim ve sıfat tesbit etmek câiz değildir. Eğer ne izin ne de yasaklama hususunda bir âyet veya hadis yoksa; değişik görüşler ileri sürülmüş ise de, kabule şâyan olan görüşe göre, isim ve sıfat verilmesine müsaade edilmemiştir.
İşte sıfât-ı selbiyye denilen bu olumsuz özellikler, Yüce Allah’ın zâtından kaldırıldığı için, “tenzîhât” olarak değerlendirilmiş ve sıfat olarak kabul edilmemiştir. Zira Cenâb-ı Hak, akıl ve hayâle gelen ve gelebilecek olan her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzeh, bütün kemâl (yetkin) sıfatlarla ve özelliklerle muttasıftır. 2610s. 147, 471-479; İmam Zeyneddin Mer’î, Ekavilü’s-Sikat Te’vilül-Esma-i ve’s-Sıfat, Beyrut 1406/1985; Ahmet Asım, Merhu’f-Meâli Şerhul-Emali, İstanbul 1304; Abdüllatif Harput, Tenkihul Kelam, Abdüsselam, b. İbrahim el-Lakkanî, Şerh-ü Cevherati’t-Tevhid; İzmirli İsmail Nakkı, Yeni İlm-i Kelam; Şehristanî, el-Milel ve’n Nihal; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi
2610] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi
- 700 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Sıfat-ı Sübûtiyye: Yüce Allah’ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur’an âyetleriyle sabit oldukları ve bu âyetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah’ın zatında isbat edilmiş olduğu için, “sübutî sıfatlar” diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah’ın zatıyla kaimdir. O’nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübûtiyye şunlardır:
1. Hayat Sıfatı: Yüce Allah’ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni’dir. Allahu Teâlâ’nın bu sıfatına işaret eden pek çok âyet vardır. Meselâ: “Ölümsüz, diri olan Allah’a güven ve O’nu tesbih et!...” diye buyurulmaktadır. 2611
Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ’dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah’ın yaratmasıyladır. Hâlbuki Yüce. Allah’ın “Hayat” sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah’ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki “hayat” sıfatıdır.
2. İlim Sıfatı: Allahu Teâlâ’nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O’nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiç bir şey O’nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O’nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok âyet-i kerime vardır: “İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir...” 2612
Şu halde Allah’ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O’na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah’ın bilgisi dâhilindedir. O’nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.
3. İrâde Sıfatı: Yüce Allah’ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O’nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O’nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O’nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hak’ın “irâde” sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O’nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.
Bu anlamda Yüce Allah’ın irâdesini iki şekilde anlamak kabildir:
a) Tekvinî (kevnî) irâde: Bu iradeye “meşiyyet” de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku
2611] 25/Furkan, 58
2612] 3/Al-i İmrân, 29
ALLAH (C. C.)
- 701 -
bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona sadece ‘ol!’ demektir ve o hemen oluverir.” 2613
b) Teşrîî (dinî) irâde: Bu irâde Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rızâsı demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; “...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez.”2614 buyuruyor. Bunun anlamı “şâyet siz kullar, Allah’ın rızâ ve muhabbetinin hilâfına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızâsı yoktur” demektir.
4. Kudret Sıfatı: Allah Teâlâ’nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O’nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiç bir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; “Muhakkak ki, Allah her şeye kaadirdir, gücü yetendir.” 2615 buyurmaktadır.
5. Basar Sıfatı: Cenâb-ı Hak’ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O’nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah’ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O’nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler: Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ’nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur’ân-ı Kerim’de yüzlerce âyet yer almaktadır. Meselâ; 2/Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır: “...Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür.”
6. Semî’ Sıfatı: Yüce Allah’ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ’nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; 4/Nisâ sûresi 134. âyet meâlen şöyle nihâyet bulur: “...Allah işitir ve görür.”
7. Kelâm Sıfatı: Yüce Allah’ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın “Kelâm” sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O’nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını
2613] 16/Nahl, 40
2614] 2/Bakara, 85
2615] 2/Bakara, 20
- 702 -
KUR’AN KAVRAMLARI
dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah’ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu “kelâm” sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hak’ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenâb-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: “Allah Mûsâ’ya hitabetti” veya “Allah, Mûsâ’ya da hitab ile konuştu.”2616; “...Onlardan Allah’ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır...” 2617
8. Tekvîn Sıfatı: Allah Teâlâ’nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah’ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O’nun yüce zâtıyla kaim ve O’nun hakkında vâcib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irâde sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur: “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun buyruğu, sadece o şeye ‘ol!’ demektir ve o hemen oluverir.” 2618 İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah’tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, “İrade” sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.
Yüce Allah’ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına “sıfât-ı fiiliyye” de denir.
Allah Teâlâ’nın yüce zatına mahsustur. O’nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, âyetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O’nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O’nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O’nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O’nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O’nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O’nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur’ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O’na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O’nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O’nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O’nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir. 2619
2616] 4/Nisâ, 164
2617] 2/Bakara, 253
2618] 36/Yâsin, 82
2619] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ansiklopedisi
ALLAH (C. C.)
- 703 -
Sıfat-ı Zâtiyye: Yüce Allah’ın zâtı için vâcib olan, zorunlu olan sıfatlar. Bunlara sıfât-ı nefsiyye de denir. Diğer bir tabirle “zâtî veya nefsî sıfatlar” da denilen bu sıfatlar, Yüce Allah’ın varlığını ve hakikatını anlayıp kavramada biz kullarına yardım eden sıfatlardır. Bu sıfatlar sayesinde Allahu Teâlâ’nın yüce zâtını ve varlığını O’na yaraşır bir tarzda anlayıp, imanımın da o nisbette kuvvetlendirebiliriz. Yüce Allah’ın kendine mahsus bir zâtı vardır ve bu zâtının gereği olan, bu zâtdan ayrılması düşünülmeyen sıfatları vardır. Bunlardan bir kısmına “Zâtî sıfatlar” , bir kısmına da “sübûtî sıfatlar” denir.
Zâtî sıfatlar, hiç bir sebebin eseri olmayan, Allah Teâlâ’nın hakikatini ortaya koyan sıfatlardır. Bu sıfatlar Yüce Allah’ın zâtıyla, varlığıyla doğrudan doğruya alâkalı oldukları için ve sadece Allah’ın yüce zâtına mahsus oldukları için zâtî sıfatlar diye isimlendirilmişlerdir. Zat veya varlık olmadan bu sıfatların varlığını düşünmek ve bu sıfatlardan söz etmek imkânsızdır.
“Sıfât-ı Zâtiyye” denilen bu zâtî sıfatlar şunlardır:
1. Vücûd Sıfatı: Yüce Allah’ın mevcudiyeti, varlığı demektir ki; bazı âlimlerimize göre, asıl zatî veya nefsî sıfat budur. Zira Yüce Allah’ın mevcudiyeti, varlığı kabul edilmeden, diğer sıfatlarından bahsetmek mümkün olmaz. Yüce Allah’ın varlığına, mevcudiyetine işaret eden pek çok âyet-i kerime Kur’ânda mevcuttur. Bunlardan birisi olan Haşr sûresinin 22. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “O Yüce Allah, görüleni de görülmeyeni de bilen, Kendisinden başka ilah olmayan, ancak kendisi var olan Allah’dır.”
Allah Teâlâ’nın varlığı, mevcûdiyeti kendi zâtının gereğidir. O’nun yüce zatı, yaratıklarda olduğu gibi başkasından dolayı değildir. O kendi zatı ite vardır, kendi zatıyla kâimdir, varlığı için bir başkasına muhtaç değildir. Zira muhtaç olan, İlâh olamaz.
2. Kıdem Sıfatı: “Yüce Allah’ın varlığının evveli ve başlangıcının olmaması” demektir. O, ezelidir; O’nun var olmadığı bir an bile düşünülemez. Varlığı, zâtının gereği olan Yüce Allah’ın bu varlığının ezelî olması, evveli ve sonunun olmaması vâcibtir. Varlığında başlangıç ve sonu olanlar, ancak yaratıklardır. Allah’ın kıdem sıfatına bir âyette açık şekilde şöyle işaret edilmektedir: “O, her Şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiç bir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O, her şeyi bilir.” 2620
3. Bekaa sıfatı: “Allah Teâlâ’nın varlığının sonu, bitiş noktası yoktur” demektir. O, ebedîdir, yani onun mevcudiyeti, varlığı sonsuzca devam edip gitmektedir. Bu sıfat dahi sadece onun yüce zâtına mahsus bir sıfattır, çünkü bütün yaratıklar sonludur, bir gün hayatları son bulacaktır. İşte bu gerçek, Kur’an’da meâlen şöyle beyan buyurulmuştur: “Yer yüzünde bulunan her şey fânidir (sonludur); ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bâkidir.” 2621
4. Vahdâniyet Sıfatı: Yüce Allahın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde (işlerinde) bir tek olması demektir. O’nun eşi ve ortağı, yardımcısı yoktur; bir ve tek’tir.
112/İhlâs Sûresi, Cenâb-ı Hak’ın bu sıfatını açık bir üslûpla ortaya koymaktadır: Hz. Peygambere hitaben; “De ki, Allah bir tektir; Allah hiç bir şeye muhtaç
2620] 57/Hadîd, 3
2621] 55/Rahmân, 26-27
- 704 -
KUR’AN KAVRAMLARI
değildir, O baba da değildir, oğul da değildir, hiçbir şey O na denk değildir.”
Her şeyi yaratan Allah Teâlâ olduğu için, O işlerinde, fiillerinde de tektir. O’nun hiç bir benzeri, ortağı, örneği ve cüzleri (parçaları) ve yardımcıları yoktur. İbadete lâyık yegâne tek mabut, Allah’tır. İşte “Vahdâniyet” sıfatını bütün bu hususları içine alan bir teklik (ehadiyet) olarak anlamak gerekir. O her bakımdan en mükemmel, bütün eksiklik ve noksanlıklardan uzak (münezzeh) bir varlıktır.
5. Muhâlefetün lil-Havâdis Sıfatı: Yüce Allah’ın sonradan olanlara, sonradan yaratılmış olanlara benzememesi demektir. Yüce Allah’ın benzeri hiç bir şey yoktur. O’na eşit ve denk olan hiç bir varlık yoktur. Zaten kâdîm, bâkî ve bir tek olan varlığın sonradan olanlara benzememesi, yine O’nun bu sıfatlarının bir sonucudur ve O’nun yüce zatına mahsustur. Bu sıfata şu âyette. âyetinde açıkça işaret buyurulmuştur: “O’nun benzeri hiç birşey yoktur, O işitendir, görendir.” 2622
6. Kıyam bi-nefsihî (bi-zâtihî): “Yüce Allah’ın varlığı veya mevcudiyeti bir başkasına muhtac değildir; aksine varlığı kendi zâtındandır” demektir. Bütün yaradılmışlar (mahlukât), var olmada ve varlığını devam ettirmede Cenâb-ı Hak’a muhtaçtır. Hâlbuki Yüce Allah hiç bir şeye muhtac ve bağımlı değildir, O Azîz ve Sameddir, yani hiç bir şeye ihtiyacı yoktur; kâinattaki her şey O’na muhtaçtır. Bu sıfata da Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyetlerinde işaret edilmektedir. Meselâ; 3/Âl-i İmrân Sûresinin 2. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Allah, O’ndan başka ilah olmayan, diri ve kendi kendine kâim (var) olandır.”
Vâcibu’l-vücûd (varlığı zorunlu, varlığı kendi zâtının gereği) olan Allah’ın zatı düşünüldüğü zaman, bu varlıkla beraber bu zâtî sıfatların da düşünülmesi zaruridir (vâcibtir). Varlık, yani mevcudiyet ve sıfatlar O’ndan ayrılmaz. Allah Teâlâ kadîm, ezelî, ebedî ve her yönden en mükemmel olduğu için, ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya muhtaçtır. O bunların hepsinin üstünde, varlığı zâtının gereği, mutlak ve en mükemmel ve vâcib bir Allah’tır. 2623
Tenzîhî Sıfatlar: Cenâb-ı Allah’ın her türlü noksanlıktan münezzeh olduğunu ve mahlukatına benzemekten beri olduğunu ifade eden itibarî sıfatlar. Bu sıfatlar, sıfat-ı sübûtiyye gibi hakiki, vücûdî ve Cenâb-ı Hakk’ın zatıyla kaim manalar olmayıp O’nun noksanlıklardan münezzeh olduğunu ifâde etmeye yarayan tabir ve kavramlardır. Tenzîhî sıfatlara, es-Sıfâtü’s-Selbiyye, es-Sıfâtü’t-Tenzîhiyye ve tenzihât da denilir .
Tenzîhî sıfatlar, Allah Teâlâ’dan, O’nun zatına lâyık olmayan ihtiyaç, hudûs, imkân ve başkasına benzemek gibi her türlü noksanlığı selbettiği, yani nefy edip kaldırdığı için es-Sıfâtü’s-Selbiyye diye de isimlendirilir.
Cenâb-ı Allah’ı noksanlıktan tenzih eden sıfatlar sayılamayacak kadar çoktur. Mütekellimîn, Kur’ân-ı Kerîm’den istifade ederek bunları beş esasta toplamıştır.
1- Kıdem: Allah Teâlâ’nın varlığının başlangıcı olmaması, ezeli olması demektir. Onun hakkında kıdem ve ezeliyyet vâcib (zorunlu) ve bunun zıddı olan hudûs muhaldir.
2622] 42/Şûrâ, 11
2623] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 705 -
2- Bekaa: Allah Teâlâ’nın varlığının ebedi ve devamlı olması ve sonu olmaması demektir. Kıdem ve Bekâ, vacib lizatihî ve vacibü’l-vucûd olan Allah’ın zorunlu özelliklerindendir. Fenâ ve yokluk, Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
3- Muhâlefetun li’l-havâdis: Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarında hiçbir şeye benzememesidir. Başka şeyler mümkün, varlıklarında muhtaç, hâdis ve fanidirler. Cenâb-ı Hakk ise vacib lizatihî (zatından dolayı varlığı zorunlu) ihtiyaçsız, ezeli ve ebedîdir. Her şey O’na muhtaçtır. Yüce Allah mümkün olan varlıkların bütün özelliklerinden münezzehtir. Şöyle ki, Allah Teâlâ, cisim özelliği olan şekil ve sûretlerden münezzehtir. Çünkü şekilli ve sûretli olan şeyler nihâyetlidir, hudutludur, ölçülebilir. Cenâb-ı Allah ise mahdud ve muayyen olmadığı gibi sonlu da değildir. O’nun cinsi ve nev’i yoktur Allah Teâlâ, eşyanın özelliklerinden renk, koku, tad, sıcakIık, soğukluk, ıslaklık, kuruluk, sertlik, yumuşaklık, gevşeklik gibi keyfiyet ve vasıflarla vasıflanmaktan da münezzehtir. Bütün âlimler, O’nun hissî lezzetler, kin, hüzün, korku, sevinç ve bunların benzeri gibi nefsanî keyfiyetler ile de vasıflanmadığında ittifak etmişlerdir. Özetle, Allah Teâlâ’ya zâtında benzeyen veya O’nun zatının yerini tutan hiçbir şey olmadığı gibi, O’nun sıfatlarını veya bunların bir kısmını taşıyan ve sıfatlarının yerini tutan hiçbir şey de yoktur: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O her şeyi işîtici ve görücüdür.” 2624
4- Kıyam bi-zâtihî (Kıyâm bi-nefsihî): Cenâb-ı Allah’ın, varlığında ve varlığının devamında hiçbir şeye, zamana ve mekâna muhtaç olmayarak zâtı ile kaim olması ve her türlü ihtiyaçtan münezzeh olması demektir. Şöyle ki, Cenâb-ı Allah âraz değildir.
Çünkü âraz, renk, koku ve tad gibi bizatihi kaim olmayıp varlığında kendisini taşıyan bir cisme ve mekâna ihtiyaç duyandır. İhtiyaç ise hudûs ve imkân âlametidir. Araz bakî değildir. Cenâb-ı Hakk ise vacibü’l-vücûd olup varlığında ihtiyaçsız, ezelî ve ebedidir. Allah, cisim olmadığı gibi cisimlerden bir cüz ve parça da değildir. Cisimler atomlardan mürekkeptir ve atomlarına muhtaçtır. Cisimler ve atomlar boşlukta yer tutarlar. Cenâb-ı Bârî ise cüz ve atomlardan mürekkeb olmadığı gibi mekândan da münezzehtir. Yüce Allah eşyaya hülûl etmekten ve eşyanın içine nüfuz edip girmekten de münezzehtir. Çünkü bu takdirde Allah’ın zâtı, eşyanın mahiyeti ile birleşmiş olur. Allah vâcibtir. Eşya mümkündür. Vâcible mümkinin birleşmesi çelişik ve batıl olur. Başka bir açıdan Allah’ın başka bir şeyle birleşmesi de muhaldir. Çünkü birleşme halinde iki varlık bâki kalırsa, Allah bir olduğu halde iki olur veya iki parça olur. Eğer ikisi de mahiyetlerini kaybederek yok olur ve başka bir şey ortaya çıkarsa, bu da muhaldir. Çünkü Allah’ın zat ve sıfatları değişmez. Biri yok olup diğeri bakî kalırsa, yine birleşmemişlerdir. Bakî olan yok olanla birleşmez. Allah’la âlemin bir olduğunu, yani Allah’tan başka âlem, ve âlemden başka Allah olmadığını iddia eden Pantheisme görüşü batıldır. Alem fanidir ve varlığında Allah’a muhtaçtır. Allah varlığında âleme muhtaç değildir. O zeval bulmayan bâkidir.
Yüce Allah bir yere girse, girdiği yer ve eşya ile sınırlanmış ve mekân tutmuş olur. Onun mekâna ihtiyacı yoktur. Zaman da böyledir. O’nun üzerinde zamanda cârî olmaz. Mekân ve zaman yokken O’nun yaratması ile meydana gelmişlerdir. O, zaman ve mekân üstüdür.
2624] 42/Şûrâ, 33
- 706 -
KUR’AN KAVRAMLARI
5- Vahdâniyet: Allah Teâlâ’nın, zat, sıfat ve fiillerinde bir ve tek olması; ortağı, benzeri olmaması demektir. Yani yüce Allah zât ve sıfatlarında tektir. Yegâne hâlık (yaratıcı) ve hakiki müessir O’dur. O’ndan başka ma’bûd, ibâdete lâyık olan başka bir zat ve nesne yoktur.
Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetleri ile bir kısım hadislerde Allah’ın tenzihî sıfatları ile uyuşmayan vech, yed, ayn, mecî’ (gelmek) ve istivâ gibi (Bk. Sıfat-ı İlâhîyye) müteşabih bazı sözler vârid olmuştur. Haşeviyye (nasların sadece zahirine bağlananlar), müşebbihe ve mücessime’nin, bu âyet ve hadislerle istidlâl ederek Cenâb-ı Hak’a, yön, cisimlik, organlar, şekil ve sûret isnâd etmeleri, duyularla hissedilmeyen ve müşahede edilemeyen Allah Teâlâ üzerine duyularla hissedilen eşyanın hükümlerini vermektir ki bunun batıllığı çok açıktır.
Selef-i sâlihîn, kat’i delillerle Yüce Allah’ın noksanlıklardan, hudûs, acz, ihtiyaç ve imkân alâmetlerinden münezzeh olduğunu ve O’nun hiçbir şekilde mahlûkatına benzemeyeceğini bildikleri için, bu müteşabih sıfatları, teşbihsiz, tecsimsiz, temsilsiz ve keyfiyetinin nasıl olduklarını Allah’a havale ederek kabul etmişler ve bunlar hakkında yanlış yoruma düşme korkusuyla te’vile gitmemişlerdir. Kelâmcıların müteahhirîni ise, câhillerini önlemek için bu haberî sıfatlar denilen muteşabih sözleri, O’nun tenzihi sıfatlarına uygun bir şekilde te’vil etmişlerdir. 2625 (Bk. Sıfât-ı İlâhîyye)
Sünnetullah: Allah’ın sünneti, kanunu demektir. Lügatte “yol” mânâsına gelen sünnet, “Allah” adıyla birlikte kullanıldığında, Allah’ın kâinatı idâre ederken koyduğu kurallar; Cenâb-ı Allah’ın yaratıkları hakkındaki hüküm ve âdetleri anlamına gelir.
Kâinatta meydana gelen olaylar Allah’ın koyduğu birtakım kurallara, kanunlara tâbidir; her şeyde bir sebep sonuç ilişkisi vardır. Evrenin yaratılışından kıyâmet kopuncaya kadar tabiat olayları bu kanunlara bağlı olarak gerçekleşir. Meselâ, neslin devamı erkek ve dişi canlının birleşmesi sonucunda oluşan döllenme ile sağlanır. Her canlı doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ateş yakıcıdır; su ise söndürücü. Suyun kaldırma kuvveti; yerin çekim gücü vardır. Yağmurun yağması için suyun buharlaşıp bulut haline gelmesi zorunludur... Kâinatta insanlar tarafından alışılmış ne kadar tabiat kanunu varsa bunların hepsi Allah’ın kâinatı yaratırken koyduğu kurallardır; normal şartlarda değişmez. Ancak, bu İlâhî kanunlar eşyanın zorunlu bir neticesi olmadığından dolayı Allah dilerse insanların alışageldikleri tabiat olaylarının dışında bazı hârikulâde olayları da meydana getirmeye kaadirdir.
İkisi kulların te’dib ve salâhı ile ilgili olmak üzere sünnetullah üç kısımdır:
1- Gönderilen peygamberlerin bölgesinde peygamberliklerine delâlet eden mûcizeleri gördüğü halde inad edip bir türlü inanmayan ve peygamberleri yalanlayan kavimlerin helâk edilmesi sünnetullahtır. Peygamberlerin doğruluklarına delâlet eden beyyine ve mûcizelerini gördükten sonra halkın bir kısmı onlara inanırlar. İman edenlerden sonra geriye ıslâhı mümkün olmayan kalpleri katılaşmış, inatçı, bozguncu ve şerli insanlar kalır. İşte o zaman onlara helâk âyetleri gösterilir. Her zaman peygamberlerini yalanlayan inatçı, zâlim kimse ve milletleri Allah Teâlâ cezâlandırmak için helâk etmiştir. Kur’ân’da da anlatılan sünnetullah
2625] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ansiklopedisi
ALLAH (C. C.)
- 707 -
ve sünnetül-evvelîn’in ifâde ettiği mânâ budur. “Çünkü onlar yeryüzünde büyüklenmek, fenâ ve hileli tuzaklar kurmak istiyorlar. Hâlbuki kötü düzen ona ehil olandan başkasını sormaz. Onlar, daha evvelki ümmetler hakkında cârî olan kanundan başkasını mı bekliyorlar? Sen Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın, sen Allah’ın kanununda asla bir döneklik de bulamazsın.”2626 Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’ın bu sünneti hakkında “Ümmetler peygamberleri yalanladıkları ve emrine âsî oldukları zaman, Allah onları helâk etmek sûretiyle peygamberlerinin gözünü aydınlatıp memnun eder“buyurmuştur. 2627
2- “Allah, kendilerindeki güzel şeyleri (ahlâkı) bozup değiştirmedikçe bir kavme verdiği şeyleri (nimetleri) değiştirip almaz. (Güzel ahlâkını bozması sebebiyle) bir kavme fenâlık dileyince, artık onun reddine bir çare yoktur. Onlar için Allah’tan başka hiç bir velî ve yardımcı da yoktur.”2628 âyetinin hükmü gereği, İlâhî sünnet ve âdeti şöyle ifade etmek mümkündür: Allah Teâlâ bir topluma iman, güzel ahlâk, amel ve sa’y ü gayret gibi nefislerindeki kemâlât sebebiyle verdiği nimetlerin değiştirilip alınmasını, yine ahlâksızlık, küfür, gayretsizlik ve ciddiyetsizlik gibi kötü halleri kazanmasına bağlamıştır. “el-Hükmü li’l-ekser”. Bir millet hakkında Allah’ın hükmü çoğunluğun iyi veya kötü olmasına bağlıdır. İyiler çoğunlukta olursa, iyilik, âfiyet ve diğer güzel haller husûle gelir; kötüler çoğunlukta olursa, fitne, musîbet, düşman tasallutu ve hezimetler gibi fenâlıklar meydana gelir ve pek çok nimet elden gider. Göz göre göre pek çok fırsatlar kaçırılır. Yarıdan az iyilerin bulunması yetmez. Kurunun yanı sıra yaş da yanar.
İman, amel, ahlâk gibi nefislerindeki kemâlâta bağlı olmadan bazı toplumlara verilip alınan nimetler, bu konunun dışındadır.
3- Yüce Allah, atomlardan yıldız, gezegen ve göklerin durum ve hareketlerine kadar birtakım kanunlar koymuştur: “Böylece onları yedi gök olarak iki günde (devirde) var etti ve her göğe içini (kanununu) emretti (yerleştirdi)...” 2629 Bu kanunlar, eşya ve olaylar arasındaki sâbit nispetlerdir. İlmi çalışmaları esnâsında, insanlar, bunların bir kısmını gözlemleyerek formüle etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bunlara ilimde, değişmez münâsebetler denir. Fizik, Kimya ve Biyoloji kanunları gibi. Bu kanunlar, zorunlu olmayıp mümkün ve hâdistirler; kıyâmete kadar değişmezler. Meselâ, Allah Teâlâ, dünyada canlıları yaratmış, sonra bunları tekrar tekrar yaratmayı (canlıların cinslerinin devamını) tohum hücrelerine bağlamıştır. Her canlı cinsinin tohumundan o canlı cinsine ait fertler vücûda getirilir. Buğdaydan buğday biter, arpa bitmez. Koyundan koyun doğar, kurt doğmaz. Fakat her canlı cinsinin tohum hücrelerine o canlının planını koyan ve bundan canlıyı yaratan Allah’tır.
Tabiat kanunları (eşya hakkındaki sünnetullah) eşyanın özünden gelen ne bir emir, ne de müstakil olan bir kuvvettir. Çünkü atomlar ve bunlardan meydana gelen eşya ve canlıların vücudunda malzeme olarak kullanılan elementler; cansız, şuursuz, akılsız, âtıl ve dağılıp saçılan şeylerdir.2630 Eşya üzerindeki bu kanunların değişmezliği kendi zatlarından gelmeyip bunları yaratıp koyan böyle
2626] 35/Fâtır, 43
2627] Müslim, Fadâil, 81
2628] 13/Ra’d, 11
2629] 41/Fussılet, 12
2630] 16/Nahl, 20-21
- 708 -
KUR’AN KAVRAMLARI
istediği için bir müddet sâbittirler. Bunlar, Allah’ın irâdesi ve emri altındadırlar. Allah dilerse, bunları değiştirir, yerine başkalarını koyar. Nasıl ki bir otomobilin yapılış ve işleyişi akıllı bir yapıcıya muhtaçsa; kâinatın düzenli işleyiş ve hareketleri de şuurlu ve bilgili bir yaratıcıya muhtaçtır. Otomobilin yapıcısı isterse, onun hızını artırmak gibi işleyiş tarzında değişikliği yapabilir veya onun hızını durdurabilir. Kâinata işleyiş düzenini veren zat da isterse onun bu düzenini değiştirebilir ve tekrar da ona eski nizamını verebilir.
Allah Teâlâ’nın yarattığı her şey mümkündür. Mümkün; varlığı ve yokluğu zâtının muktezâsı (özünün gereği) olmayan, varlığı da yokluğu da eşit bulunan, var olması ve devam etmesi için mutlaka bir sebep ve yaratıcıya muhtaç olan şey, kanun ve olaydır. Mümkün, şöyle de târif edilebilir: Akılda, öznesi ile yüklemi arasında çelişiklik bulunmayan bir fikir ve tasavvurdur ki, hâriçte buna tekabül edecek varlığı için mutlaka bir sebep ve yaratıcıya muhtaç olur. Bu yaratıcı da varlığı mümkün olmayıp vâcib bi-zâtihî (zâtından dolayı zorunlu) olan ve varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’tır.
Mümkinler hâriçte var olmaları itibarıyla ikiye ayrılır.
1- Âdî Mümkin: Allah’ın tabiata koyduğu kanunlar (sünnetullah) gereğince vukua gelen eşya ve olaylardır. Bunlar, tabiata konulmuş vesile, sebep ve kanunlar muvâcehesince vukua gelirler. Yer çekimine bağlı olarak taşın düşmesi, koyundan arslanın doğmaması gibi. Bunlara tabiî veya tecrübî imkân ile mümkindir, denir.
2- Gayr-i Âdi Mümkin: Tabiat kanunlarına (Allah’ın normal eşya ve olaylardaki sünnetine) aykırı olarak nâdiren vukua gelen mümkinlerdir. Mûcize ve kerâmetler gibi.
Her mümkin olân şeyi -ne kadar büyük, yapılışı ince ve kompleks de olsa- Allah Teâlâ yaratmaya kadirdir. Yüce Allah, gönderdiği peygamberlerinin elinde -onların elçileri olduğuna delâlet etmek üzere- tabiata koyduğu kanunlarını bir an için değiştirerek alâmetler (mûcizeler) de yaratmıştır.
Bütün bunların dışında Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Allah’ın birçok sünneti zikredilmiştir:
“Onun yanında her şey bir ölçü iledir.”2631; “Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”2632; “Senden önce hiç bir insana ebedî yaşama vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedî mi kalacaklar? Her nefis ölümü tadacaktır... ve sonunda bize döndürüleceksiniz.”2633; “Senden önce de şehirler halkından yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka elçi göndermedik.” 2634; “Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Hepsi bir yörüngede yüzmektedirler.” 2635; Kullarım sana Benden sorarlarsa, Ben onlara yakınım. Duâ eden Bana duâ ettiği zaman onun duâsına karşılık veririm.”2636; “Tevbe edip durumlarını düzeltenleri, gerçeği açıklayanları
2631] 13/Ra’d, 8
2632] 13/Ra’d, 11
2633] 21/Enbiyâ, 34-35
2634] 12/Yusuf, 109
2635] 36/Yâsin, 40
2636] 2/Bakara, 186
ALLAH (C. C.)
- 709 -
bağışlarım; çünkü Ben tevbeyi çok kabul edenim, çok merhamet edenim.”2637; “Siz şükreder, iman ederseniz Allah size azab edip ne yapacak! Allah şükrün karşılığını veren, (her şeyi) bilendir.”2638; “Yoksa siz sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki; nihâyet Peygamber ve onunla birlikte iman edenler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek olmuşlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı yakındır.”2639; “Biz bir peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azab edecek değiliz.”2640; “Eğer kâfirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı; sonra bir koruyucu da bir yardımcı da bulamazlardı. Bu, Allah’ın öteden beri süregelen yasasıdır; Allah’ın yasasında (sünnetullah’ta) bir değişiklik bulamazsın.” 2641
Bunların dışında Kur’ân-ı Kerim’in birçok yerinde Allah’ın daha başka İlâhî kanunları haber verilmektedir. Orucun, namazın, cihadın sadece Hz. Muhammed ümmetine değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınan ibâdetler olduğu;2642 cihada çıkmayan bir toplumun yerine başka bir topluluğu getireceği;2643 eğer iman ettiğini iddiâ edenler peygambere yardım etmezse Allah’ın ona (o peygambere) yardım edeceği2644 Allah’ın değişmeyen kurallarıdır. 2645 (Bk. Âdetullah)
Tekabbelallah: “Allah kabul etsin” anlamında bir duâ cümlesidir. Kendisinin veya bir başkasının yaptığı bir ibâdet veya hayır cinsinden bir ameli, Allah’ın kabul edip sevâbını bolca vermesini isteyip, bunu duâ şeklinde ifade etmek için kullanılır.
Vâcibu’l-Vücûd: “Zorunlu varlık ya da varlığı zorunlu olan”, yani Allah demektir. Kelâm ilminde bu kavram, Allah’ın varlığının zorunluluğunu, gerekliliğini belirtir. Vücud kavramının Yunan felsefesinin etkisiyle İslâm felsefe ve kelâmına girmesinden sonra başlayan, vücudun Allah’a nisbet edilip edilemeyeceği tartışması, vücudun Allah’ın sıfatlarından biri olduğunun kabul edilmesiyle sona erdi. Genel kabule göre vücud, Allah’ın zâtından ayrı, ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır.
Vücud kavramının diğer nesnelere de nisbet edilmesi, varlıklar arasında bir ayrım yapılmasını gerekli kıldı. Bunun yapılmaması durumunda Allah ile diğer varlıklar aynı kavram altında toplanmış olacaktı. Bu sorunun ortadan kalkması için varlıklar, vücuda nisbetleri bakımından vâcib (zorunlu), mümkün (olabilir) ve mümtenî (olması imkânsız) denilen üç bölüme ayrıldı. Varlığı zâtının gereği olan Allah’ın vücudu vâcib; varlığını başka bir varlığa borçlu olan yaratılmış varlıklar mümkün; olması hiçbir şekilde düşünülemeyen şeyler de mümtenî varlıklar olarak tanımlandı.
Zorunlu varlığın ya da varlığı zorunlu olan Allah’ın zorunluluktan gelen
2637] 2/Bakara, 160
2638] 4/Nisâ, 147
2639] 2/Bakara, 214
2640] 17/İsrâ, 11
2641] 48/Fetih, 22, 23
2642] 2/Bakara, 83, 183, 246
2643] 9Tevbe, 39
2644] 9/Tevbe, 40
2645] Muhiddin Bağçeci, Şamil İslâm Ans.
- 710 -
KUR’AN KAVRAMLARI
ayırıcı özellikleri olmalıydı. Kelâm bilginleri bu ayırıcı özellikleri de şöyle belirlediler: Bir varlık, hem zâtı gereği, hem de başkasından dolayı vâcib olamaz. Çünkü başkası ile var olanın, başkasının yok olması ile yok olması gerekir. Bu nedenle iki durumun bir araya gelmesi imkânsızdır. Zâtı gereği vâcib olan bileşik olamaz. Çünkü her bileşik parçasına muhtaçtır. Bu varlığın başkasına muhtaç olduğu anlamına gelir. Başkasına muhtaç olan varlık, zâtı bakımından vâcib değil, mümkündür. Zâtı bakımından vâcib olan başkası ile birleşmez. Birleşme, başkası ile ilişki kurmaktır. Zâtı bakımından vâcib olanın böyle bir ilişkisi de olamaz.
Zâtından dolayı vâcib olanın vücudu, mâhiyeti üzerine zâid olamaz. Çünkü o vücud mâhiyetten müstağnî değilse, zâtı bakımından mümkün ve bir müessire muhtaçtır. Zâtından dolayı vâcib olanın vücudu kendi üzerine zâid olamaz. Çünkü eğer vücûbiyet vücudu gerektiriyorsa fer’î olan asıl olana asıl olur ki, bu imkânsızdır.
Zâtıyla vücûbiyet iki nesne arasında ortak olmaz. Yoksa bu, ikisinden birinin öbüründen ayrıldığı nesneye ters düşer ve böylece her biri, ortaklaştıkları nesne ile ayrıldıkları nesneden bileşmiş olurlar. Zâtı bakımından vâcib olan, her yönden vâcibdir. Zâtından dolayı vâcib olan yok olamaz. Eğer yok olursa, varlığı, yokluğunun sebebinin yok olmasına bağlı olurdu. Başkasına bağlı olanın da zâtı bakımından mümkün olması gerekirdi. Zâtı bakımından vâcib olan, zâtının gerektirdiği birtakım niteliklerle donanabilir. 2646
Vahdet-i Vücud: Tasavvufta, varlığın birliğini savunan öğreti. Muhyiddin İbn Arabî tarafından sistemleştirilen öğreti, sadece Allah’ın varlığının zorunluluğu temeli üzerine kuruludur. Benimseyen mutasavvıflarca tevhidin en yüksek yorumu sayılan öğreti, diğer bazı mutasavvıflar tarafından fenâ makamında kalmanın ortaya çıkardığı bir yanılgı olarak nitelenir. Bazı İslâm bilginleri ve hukukçuları ise, tüm varlıkların tanrılaştırılması anlamı taşıdığı gerekçesiyle küfürle suçlarlar.
Bu anlayışı savunanlar veya bu görüşe sıcak bakanlara göre bu anlayış şöyle izah edilir: Vahdet-i vücud öğretisi, Allah’ın varlığının zorunluluğu ilkesine dayanır. Buna göre özü gereği varolan varlık (vücud) birdir ve bu da Allah’ın varlığıdır. Bu varlık zorunlu (vâcib) ve öncesizdir (kadîm, ezelî). Çokluk, parçalanma, değişme ve bölünmeyi kabul etmez. Biçimi (sûret), sınırı (hadd) yoktur. Buna mutlak varlık (vücud-ı mutlak), saf varlık (vücud-ı baht) adı verilir. Mutlak varlık, varlıklar dünyasına nisbetle bir ayna gibidir, anlaşılır ve duyulur tüm nesneler onda görünür; diğer bir ifâdeyle Allah zâtı ile değil, ama fiil ve sıfatları ile tüm varlıklarda, mutlaklık özelliğini yitirmeksizin ve kesinlikle değişime, bozuluşa uğramadan görünür (tezâhür eder). Bu nedenle varlıklar da onun aynasıdır. Tüm evren, Allah’ın varlığı nedeniyle var olur. Öyleyse evren Allah’ın dışlaşmış biçimi (zâhiri), Allah da evrenin özü, gerçekliğidir (bâtını).
Mutlak varlık, Allah’ın zâtının aynıdır; varlığı, gerçekliği üzerine bir eklenti değildir. Diğer varlıklarda ise durum tersinedir. Nesnelerin varlıkları, gerçeklikleri üzerine bir eklentidir. Çünkü nesnelerin gerçekliği, ezelde Allah’ın ilmindeki beliriş ve biçiminden oluşur. Bu gerçekliğe âyân-ı sâbite (sâbit gerçeklikler) denir. Sâbit gerçeklikler ya da ilmî sûretler (suver-i ilmiye) varlığın kokusunu bile
2646] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 711 -
almamışlardır. Bu nedenle, bunlara verilen varlık, onların üzerine bir eklentidir. Varlığın Allah’ın sıfatlarından olması düşünülemez. Çünkü bu, varlığın zât ile varlık dışındaki başka bir şeyden oluşması anlamına gelir. Oysa her şey varlığa tâbîdir, o hiçbir şeye tâbî değildir.
Allah’ın varlığı, mutlak varlık olması bakımından bilinemez. Bilinebilecek olan şey, varlık ile var olan biçimlerdir. Allah’ın zâtını, tüm belirişlerden (taayyün) aşkınlığı nedeniyle kavramak imkânsızsa da varoluşun mertebelerinde (merâtib-i vücud) hâricî varlık kazanması nedeniyle kavramak mümkündür. İşte tasavvuf yolcuları bu kavrayışın peşindedirler. Evren, Allah’ın varlığıyla var olan ve Allah’ın varlığının aynasında görünen kimi geçici, yok olucu sûretlerden ibârettir. Bunların belirme ve görünüşleri akıl ve duyularla ilintilidir. Nesnelerin gerçeklikleri özleri gereği değil, Allah’ın varlığıyla sâbittir. Nesnelerin aslı yokluktur (Âdem) ve bunlar sürekli bu aslî durumları üzeredirler. Olgunlaşmamış insanların akıl ve duyuları, varlığı nesnelerin bir niteliği olarak algılar. Ama bu yanılsamanın neden olduğu bir yargıdır. Nesneler, diğer bir deyişle Allah’ın varlığında görünen sûretler, gerçekte bir hayal ve seraptırlar. Bunların kesif ve hatta varolmuş görünmeleri sadece akıl ve duyulara göredir. Allah bunların hayâlî olan varlıklarında, bu hayâlî varlıkların gerçeklikleri nedeniyle görünür. Gerçek varlığa sahip olan kendi zâtı ile görünmez. Evren varlık dünyasına çıkmadan önce, Allah’ın zâtı ile birlikte başka bir şey olmadığı gibi, şimdi de O’nunla birlikte varolan bir şey yoktur.
Evren gerçek bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Gölge, kendisinin varlık nedeni olan kişi ya da nesnenin varlığından başka bir varlığa sahip olmadığı gibi, evren de Allah’ın varlığından başka bir varlığa sahip değildir. Nesnelerin görünen varlığı, hayali bir varlıktır. Nesneler sürekli değişmekte ve bozulmaktadır. Bir anda varmış gibi görünen sûretin yerini, bir sonraki an başka bir sûret almaktadır. Bu nedenle, insanın nesnelerin gerçekliğine hükmetmesi, duyularının bu sürekli değişimi algılamakta yetersiz kalışındandır. Evrenin varlıkla ilişkisi, su buharı, bulut ve karın su ile ilişkisi gibidir. Bulutun ve karın varlığı, hayâlî bir varlıktır. Bunların suyun varlığından başka bir varlıkları yoktur. Her biri, suyun bizim duyumlarımıza göre aldığı bir sûretten başka bir şey değildir. Hayâtî olmayan, gerçek olan ise, bunların aslı olan sudur. Çünkü biçimleri değişmiş bile olsa, suya özgü gerçeklikle vardırlar. Eridikleri ya da yoğunlaştıkları zaman, ortada yalnız gerçek olan su kalır.
Allah’ın ilminde, kendi zâtının, fiillerinin, isim ve sıfatlarının sûretleri vardır. Çünkü Allah, zâtını, fiillerini, isim ve sıfatlarını bilmektedir. Allah’ın ilmindeki sûretlere âyân-ı sâbite (sâbit gerçeklikler) adı verilir. Evreni oluşturan nesnelerin Allah’ın ilmindeki sûretlerine de aynı şekilde âyân-ı sâbite denir. Âyân-ı sâbite, Allah’ın isim ve sıfatlarının sûretleri olması bakımından İlâhî gerçekliklerdir; diğer yandan da varlıkların gerçeklik ve dayanaklarıdır. Bunların dış dünyada varlık kazanmaları, feyz-i mukaddes denilen Allah’ın tecellisi ile mümkün olur. Dış dünyada varlık kazanmamış sâbit gerçeklikler yaratılmış değildir (gayri me’cul). Bu nedenle onlar da Allah’ın ilmi gibi ezelîdir, kadîmdir.
Allah’ın ilmindeki sâbit gerçekliklerin dış dünyada varlık kazanmaları, sayısız varoluş aşamasından sonra mümkündür. Merâtib-i vücud, tenezzülât, tecelliyât gibi adlarla anılan bu varoluş aşamaları, küllî mertebeler halinde belirlenir.
- 712 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Böylece varoluşun dört, yedi, on iki ve kırk gibi çeşitli mertebesinden söz edilir. En yaygın görüşe göre yedi mertebeden oluşan varoluş aşamaları şöyle sıralanır: Lâ taayyün, taayyün-i evvel, taayyün-i sânî, âlem-i ervâh, âlem-i misal, âlem-i şehâdet ve âlem-i insan.
Hakikat-ı Muhammediye, vahdet, tecelli-i evvel gibi adlar da verilen taayyün-i evvel (ilk belirme) mertebesinde Allah, zâtının gereği olarak tecelli eder ve tüm isim ve sıfatları ortaya çıkar. Allah, zâtından ayrı olmayan bu isim ve sıfatları, diğer bir deyişle kendini, zâtını bilir. Vâhidiyet mertebesi de denilen taayyün-i sânî (ikinci belirme) mertebesinde Allah’ın isim ve sıfatlarının gerektirdiği tüm küllî ve cüz’î anlamların sûretleri birbirinden ayrılır. Bunlar şehâdet âlemini oluşturacak nesnelerin sâbit gerçeklikleridir. Bu mertebe ayrıca hazret-i rubûbiyet (rablık mertebesi), perde-i vahdet (vahdet perdesi), menşeü’l kesret (çokluğun kökeni) gibi adlarla da anılır. Âlem-i ervâh (ruhlar evreni) denilen dördüncü mertebede sâbit gerçeklikler (ya da ilmî sûretler), birer basit cevher durumuna gelirler. Bu cevherlerin biçim ve rengi yoktur, zaman ve mekânla nitelenmiş de değillerdir. Cisim olmadıkları için ayrılma ve birleşme kabul etmezler. Bu mertebede her ruh kendini, kendi benzerini ve Rabb’ini bilir. Âlem-i misal (misal âlemi) denilen beşinci mertebede varlık ayrılması, bitişme ve parçalanması mümkün olmayan latif cisimler halinde ortaya çıkar. Önceki mertebede ruhları beliren sâbit gerçeklikler, bu mertebede, şehâdet âleminde görüneceği sûreti kazanır. Âlem-i şehâdet (görünen dünya) mertebesinde varlıklar, görülen sûretler biçiminde varlık kazanır. Böylece varlıklar evreni ortaya çıkar. Varlığın bu dünyadaki görünümü vücûd-i izâfî (göreceli varlık), vücûd-i zıllî (gölge varlık), vücud-i imkânî (mümkün varlık) gibi adlarla anılır. Görülen dünyanın ortaya çıkmasından sonra Allah, en mükemmel biçimde insan-ı kâmilde (yetkin insan) tecelli eder. İnsan-ı kâmil, görünen dünyadan ilk belirmeye (taayyün-i evvel) kadar tüm tecelli mertebelerini kendinde toplar. Bu nedenle kâmil insana mertebe-i câmia (toplayıcı mertebe) denir.
Vahdet-i vücud öğretisi, varlık hakkındaki temel düşünceye bağlı olarak dinlerin birliği düşüncesini de içerir. Buna göre bütün dinler temelde birdir. Semâvî ve beşerî dinler arasında bir fark da yoktur. Çünkü bütün yaratıklar Allah’ın birer tecellisidir, dolayısıyla tapınılan her varlıkta Allah’ın bir tecellisine ibâdet edilmektedir. Böylece insanlar gerçekte çeşitli sûretlerde görünen rek bir Allah’a ibâdet etmektedirler. Bu düşünceye göre; “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır.”2647 âyeti de buna delâlet etmektedir.
Vahdet-i vücud öğretisi, en çok da varlık ve dinlerin birliği düşünceleri nedeniyle bazı mutasavvıflar, birçok İslâm bilgin ve hukukçusu tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Başta İbn Teymiye olmak üzere kimi bilginler daha da ileri giderek İbn Arabî ve izleyicilerini küfürle suçlamışlardır. Suçlamalar doğal olarak savunmayı ve karşı suçlamayı da beraberinde getirmiş ve tartışma, İslâm bilginlerinin büyük bir bölümünün susmayı yeğlemelerine karşılık, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Konu günümüzde de canlılığını korumakta, özellikle akademik düzeyde tartışma sürmektedir. 2648
Harun Yahya gibi az sayıda bazı yazarlar, “maddenin aslı yoktur, onlar
2647] 2/Bakara, 115
2648] Ahmet Özalp, Şamil İslâm Ans.
ALLAH (C. C.)
- 713 -
beynimizde beliren hayallerden ibârettir” diyerek aynı anlayışı modern şekilde savunmaktadırlar. Tevhidle bağdaşması çok zor olan hususlar içermesi açısından biz vahdet-i vücud anlayışını Kur’an’a ters görüyoruz.
Veliyyullah: Allah’ın dostu, velî kulu demektir. “İyi bilin ki, Allah’ın velîlerine (dostlarına, velî kullarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar, iman edip de takvâ sahibi olan (Allah’tan sakınan) kimselerdir. Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır...”2649 Kur’ân-ı Kerimde “veliyyullah” özel bir sınıf değildir; iman edip takvâ sahibi olan bütün mü’minlerdir.2650 Tasavvuf anlayışında, bu Kur’an kavramı da yozlaştırılmış, özel birtakım ermişler, kerâmet gösterebilen şeyhler vb. anlamında kullanılmıştır. (Bk. Veliyyullah)
Yedullah: Allah’ın eli; kuvvet ve kudreti, otoritesi. Bu kelime “yed” ve “Allah” kelimelerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış bir terkiptir. Zâhirî mânâsı, “Allah’ın eli” demektir. Fakat hiç bir şeye benzemeyen ve her türlü noksan sıfatlardan, eksiklik ifâde eden özelliklerden uzak (münezzeh) olan ve her türlü kemâl sıfatlarla, kemâliyet, üstünlük, yetkinlik ifâde eden özelliklerle nitelenebilecek olan Yüce Allah’ın, insanın eline benzer bir eli olması muhaldir/imkânsızdır. Bu itibarla İslâmiyet’e göre Allah’ın eli olmaz, ancak bu “el” kelimesini, mecâzî mânâda kudretten kinâye olarak “Yüce Allah’ın kuvvet ve kudreti” olarak anlamak daha doğru olacaktır. Nitekim Türkçe’mizde de mecaz ve kinâye olarak kullanılan deyimler vardır. Meselâ; “Şu kişinin eli açıktır” denildiği zaman, pekâla bilinir ki, burada “el” kelimesinin müfred ve müşahhas olarak anlaşılan mânâsı kasdedilmemiştir; aksine “eli açık” deyimiyle onun cömert, yardım sever bir kişi olduğu, ihsan edip vermeyi alışkanlık haline getirdiği, cimri, pinti olmadığı kasdedilmiştir. Yoksa böyle bir kimsenin elini uzatıp açmakta olduğu ve herkesin onun bu açık elinden alacağını almakta olduğu düşünülmez.
“El” kelimesi mecâzî mânâda sadece Türkçe’de değil, diğer dillerde, özellikle Arapça ve Farsça’da Türkçe “el” kelimesinin karşılığı kullanılmaktadır. Meselâ; Arap şâiri Lebîd, kışın esen poyraz rüzgârının şiddetli soğuğunu ve etkisini anlatmak maksadıyla yazdığı şiirinde: “Soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgâr”a bile “el” isnâd ederek, teşhis sanatını kullanarak ifâdeyi daha da güçlendirmeye çalışmıştır.
Bütün insanlığa hitap eden Kur’ân-ı Kerîm’de de böyle mecâzî ifâdelere yer verilmiş, Yüce Allah insanlara anlayacakları tarzda ve kullandıkları şekiller içerisinde zâtına mahus olan özelliklerini, Kudret ve azametini beyan buyurmuştur. Böylece insanlar Kur’ân’ı daha kolay ve kendi dillerinde kullandıkları şekiller ve sanatlar içerisinde yadırgamadan anlayabilmişlerdir.
Arap dilinde “yed = el” kelimesi aşağıdaki çeşitli mânâlarda kullanılmaktadır:
1- Bilindiği gibi “el” kelimesi insanların bir uzvu veya organı olup çoğu kez bileğe kadar olan kısma “el” denildiği gibi, bazen de koltuk altına kadar olan kısma “el” adı verilir.
2- Nimet anlamında kullanılır ki, bu durumda çoğulu; “eyâdî” olarak gelir.
2649] 10/Yûnus, 62-64
2650] 10/Yûnus, 63
- 714 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Bu mânâ Türkçe’mizde pek bilinmemekle beraber; “Efendim, elinizin altında yaşayayım” şeklinde bir cümle kurarsak,”nimetiniz ve inâyetiniz sâyesinde hayatımı devam ettireyim” anlamında bir istek olmuş olur.
3- Kuvvet, kudret mânâsına gelir. Meselâ; “Ulû’l-eydî ve’l-ebsâr” cümlesi “Kuvvet ve akıl sahibi” diye açıklanmıştır. Dilimizde de “El elden üstündür, tâ arşa varıncaya kadar” denilir; yani kudret, kudretten üstündür, ancak Allah’ın kudretinin üstünde hiç bir kudret yoktur anlamına gelir. Nitekim, Allah Teâlâ; “(Ey Muhammed! Şüphesiz sana biat edenler (baş eğerek ellerini verenler), Allah’a biat etmiş (baş eğip el vermiş) sayılırlar. Ancak Allah’ın eli onların ellerinden üstündür.”2651 buyurmaktadır ki, “Allah’ın kudreti ve kuvveti onların güç ve kuvvetinden üstündür” demektir.
4- Mülk mânâsında, “tasarrufunda, elinin altında” anlamında kullanılır. Meselâ; “Şu büyük arâzi falancının yedindedir/elindedir”, yani “onun mülküdür veya tasarrufundadır, sahibi odur veya onun elinin altındadır” demektir. Nitekim Allah Teâlâ; “Hükümranlık elinde olan Allah yücedir.” 2652 buyurmuştur.
5- Pek güçlü inâyet ve ihtisas anlamına gelir. Meselâ; “Ben bunu elimle yaptım” demek, “Kendim yaptım” demek olduğu gibi; “Fazlaca özen gösterdim, pek özel bir şekilde önem verdim, bence pek büyük bir kıymeti vardır” anlamlarını ifâde eder. Nitekim Cenâb-ı Hak İblis’e; “Ey İblis, Kendi elimle (kudretimle) yarattığıma (yani Âdem’e) secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi? Yoksa gururlandı mı?”2653 buyurdu.
İşte bütün bu mânâlardan anlaşılıyor ki: “yedullâh” tâbiri, Allah’ın nimet ve ihsânı, kudret ve kuvveti, mülkü, tasarrufu ve hükümranlığı, inâyet ve ihtisası anlamlarına gelmektedir; yoksa birinci maddede gösterilen “el” veya “kol” mânâsına değildi. Zira hiç bir yaratığa, hiç bir şeye benzemeyen Yüce Allah’ın insanlar gibi müşahhas bir elinin olması düşünülemez.
Bununla beraber kültür tarihi içerisinde “Müşebbihe” ve “Mücessime” diye bilinen bu iki fırkanın mensuplarından çoğu “yedullâh” tâbirini “insanın eli” gibi tasavvur etmişlerdir. Mezhepler tarihi içerisinde yer almış olan bu iki fırka, İslâm dininin dışında kalan fırkalardan olup çok kısa ömürlü olmuşlardır. Hâlbuki Ehl-i Sünnet mütekellimlerinden bir kısmı “yedullâh”ı Allah’ın sıfatlarından saymışlar, Kelâm tarihi içinde “yedullâh” ve benzeri tâbirlere “Haberî sıfatlar” adı verilmiştir. Ehl-i Sünnet âlimlerinden pek çoğu da “yedullâh”ı, Allah’ın kudreti diye açıklamışlardır. Zira Yüce Allah, kudretiyle kaadirdir.
Selef âlimleri bu haberî sıfatlara iman etmiş, bunları zâhirleri üzere bırakmış, te’vile ve açıklamaya kalkışmamışlardır. Bununla beraber benzetmeye ve cisimleştirmeye de yeltenmemişlerdir. Onlara göre, mâdem ki, Yüce Allah Kendisine “el, yüz, göz...” gibi özellikleri nisbet etmiştir, öyleyse bunlar öylece kabul edilmelidir. Bunların mâhiyetini ve hakikatini ancak Cenâb-ı Hak bilir. Bunların hiç biri bizim elimize, yüzümüze, gözümüze benzemez.
İlk mütekellimler de hemen hemen Selef gibi düşünmüşlerse de, sonraki
2651] 48/Feth, 10
2652] 67/Mülk, 1
2653] 38/Sâd, 75
ALLAH (C. C.)
- 715 -
mütekellimler ise, bu haberî sıfatların Yüce Allah’ın zâtına ve şânına uygun bir tarzda te’vil edilip açıklanması yolunu tutmuşlar; ancak te’vil yapıp açıklarken, “yapılan bu te’vil ve açıklamaların Allah’ın murâdı ve O’nun kasdettiği mânâ olduğuna kesinlikle hükmetmemek gerekir” demişlerdir. 2654
Zikrullah: Allah’ın zikri, Allah’ı zikretmek demektir. Allah’ın adını anma, O’nu hatıra getirme, iyilikle anma, namaz kılma, Kur’an okuma anlamlarında kullanılır. Namaz ve Kur’an başta olmak üzere her çeşit ibâdet zikrullah sayılır. Kur’an, Allah’ı çokça zikretmemizi emreder. “Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve ‘umarım Rabbim beni doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaştırır’ de.” 2655
Bu ve bunlar gibi içinde Allah lafzının bulunduğu İslâmî şiarlar, bütün laik okullara ve medyadaki dayatmalara ve resmî özendirmelere rağmen hâlâ halka unutturulup terkettirilememiş kavramlarımızdandır. Bunları şuurlu bir şekilde ifade etmek, bu şiarlara sahip çıkmak, aynı zamanda hem zikir, hem de tebliğ olacaktır. Bir müslümanın her an Allah’la alâkasını isbat etmesi, bağını tazelemesi, bu bağı koparacak tavır ve sözlerden uzak kalması gerekir. İşte bu bağın gönülden geçirilip dillendirilmesi de bu gibi deyimlerle ortaya konulur.
Elfâz-ı Küfür ve Allah Lafzı
Elfâz’ın tekili olan lafız (lafz); söz, kelime ve ifade demektir. Küfür ise “kefera” fiilinden masdar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden münkir veya kâfir denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere “elfâz-ı küfür” adı verilir.
Bir mü’mini küfre düşüren sözler dörde ayrılır. Bunlar: İstihzâ, istihfaf, istihkar ve istinkârdır. İstihzâ, dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf, inanılması gereken ve zarûrât-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak; istihkar, dinle ilgili temel esasları ve dinin mukaddes saydıklarına hakaret etmek, çirkin sözler söyleyip sövmek; istinkâr ise bir İslâmî hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukaddes olan şeylere inanmayıp küfretmek.
Allah’ın zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek küçümseyici konuşmak ve Allah’a çirkin sözler söylemek kişiyi dinden çıkarır. “Allah ile, O’nun âyetleriyle, O’nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz.“ 2656
Günümüzde nice şarkılarda dinle ilgili kutsal esaslara hakaret taşıyan, kadere isyan eden, bir kadını putlaştırıp Allah’ı sever gibi sevme ifadeleri müslümanım diyen insanlar tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir. Bir futbol takımı ekber, yani Allah’a ait olan “en büyük” ifadesiyle sloganlaştırılabilmekte, öğrencilere bir şahıs hakkında İlâhî özellikler verilerek antlar, şiirler söylettirilebilmektedir. Medyada, kahvelerde, sokaklarda nice elfâz-ı küfür rahatlıkla ağızlardan çıkabilmektedir. “İşimiz Allah’a kaldı”, “Allah’lık” gibi ifadelerle Allah hakkında küçültücü ifadeler söylenebiliyor. Azrail’e kızılıp ileri geri sözler sarfedilebiliyor. Bir kıza “Melek” ismi verilebiliyor, felek ifadesiyle göklerin insan
2654] Cihad Tunç, Şamil İslâm Ans.
2655] 18/Kehf, 25
2656] 9/Tevbe, 65
- 716 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kaderi üzerinde etkisi kabullenilerek ona kader adına hakaretler edilebiliyor. Açıkça kadere de çatılabiliyor. Zamana sövülebiliyor. Cennet ve cehennemle ilgili fıkralar anlatılarak Allah’ın ödül ve cezası şaka konusu edilebiliyor. Dini küçük düşürücü Bektaşi fıkraları veya dinin kutsallarını küçük düşürecek uydurmalar anlatılabiliyor. Allah’ın sıfatları başkasına verilebiliyor. Allah’tan başkasına duâ edilip medet ve yardım istenebiliyor. Allah’tan başkası adına yemin edilebiliyor. Ağzımızdan çıkan her sözün hesabının isteneceği unutularak küfür lafızları sakız gibi ağızlarda dolaşabiliyor. Bütün bunlar, elfâz-ı küfür, şirk, irtidat gibi konuların kapsamına girmektedir.
Allah’la İlgili Yakışıksız Sözler
Allah’la İlgili Çevrede Çokça Duyulan Elfâz-ı Küfürden Bazıları (Söyleyeni Şirke Düşürmesinden Korkulan, Müslümanları Mürted Yapmasından Endişe Edilen Çirkin Sözler)
“Allah’lık” (saf bir insan için)
“Allah’sız” (Bunun Allah’ı yok, bu kimseyi Allah yaratmamıştır anlamında)
“İşimiz Allah’a kaldı” (İşimiz yaş, netice beklemeyin anlamında)
“İnşâallah deme, kesin söz ver” (İnşâallah, yani Allah dilerse sözünün yanlış ve yetersiz olduğu anlamında)
“Gökte Allah var”, “yukarıda Allah var” (Allah’a mekân isnadı anlamında)
“Seni Allah gibi seviyorum” (Allah’ı sever gibi çok sevmek, fanatiklik anlamında)
“Seni elimden Allah bile kurtaramaz” (Allah’ın gücü bile yeterli olmaz anlamında)
“Burada Allah yok, Peygamber izinde” (Karakolda, hapishanede vb. Allah’ın yardım edemeyeceği anlamında)
“Allah’ın olmadığı, şeytanın bol olduğu yerde elime geçecek, ciğerlerini sökerim” (Allah’ın olmadığı yer olabileceği anlamında)
“Allah, ondan verdiği canı alamıyor” (Borcuna sâdık olmayanlar hakkında, Allah’ın âcizliği anlamında)
“Allah’ın hükmü burada geçmez” veya “o eskidendi, şimdi Allah’ın hükmü uygulanmaz, devir değişti” (Allah’ın hükmünün geçersizliğini iddia veya tüm zamanlara ait olduğunu inkâr anlamında)
“Şu işin (şeyin) Allah’ını yapar” (Allah’ı herhangi bir şeye benzetme anlamında)
“Sen Allah mısın be?” (Bir yaratığın Allah olma ihtimalini çağrıştıracak anlamda)
“Ye Allah ye”, “vur Allah vur” (Allah’ı kula benzetmek anlamında)
“Allah Baba”, “Allah’ın oğlu gelse...” (Allah’a çocuk isnad etme anlamında)
“Tapılacak kadın” (Allah’tan başka tapılacak/ibâdet edilecek mâbud kabulü
ALLAH (C. C.)
- 717 -
anlamında)
“Futbol/müzik ilâhı, ...tanrıçası” (Allah’tan başka ilâh kabulü anlamında)
“Hâkimler hâkimi” (Allah’ın dışında bir varlığa Allah’ın bir sıfatını verme, her şeyi yönlendiren anlamında)
“Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” (Allah’a denk başkasının hakkı olduğu, Allah’ın her yerde tek güç olmadığı anlamında)
“Allah bizi unuttu” (Allah’ın zorluklarla denemesi konusunda Allah’ı unutma gibi bir eksiklikle vasfetme anlamında)
“Filan kimse şu şeyi yarattı” (Yaratma fiilini gerçek anlamda, yani yoktan var etme mânâsında başka birine verme, Allah’ın fiiline ortak kabulü anlamında)
“Allah’ın başka işi mi yok, bununla uğraşacak?” (Allah, her şeyi takdir edip, her şeye hükmünü geçirmez, O’nun dediğinin ve müdâhalesinin dışında da işler olur anlamında)
“Allah bilir ki, şu iş şöyledir” , “Allah şâhit şunu şöyle yaptım” dediği halde, yalan söylemiş olsa; Allah’a iftira atmak ve gizli-açık her şeyi bildiğini kabul etmemek anlamında)
“Hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir/meclisindir” (Hâkimiyetin/egemenliğin Allah’ın dışında başkalarına ait olduğunu kabul ve Allah’ın hükmünün üstünde hüküm olduğu anlamında)
“En büyük filân takım, başka büyük yok” (Ekber/en büyük sıfatının Allah’tan başkasına verilmesi ve başka büyüğün olmadığı, Allah’ın büyüklüğünün inkârı veya büyüklükte ortağı olduğu anlamında)
“Allah’ımı inkâr edeyim ki, şu şöyledir” (Söylediği söz, doğru bile olsa; Allah’ı inkâr etmeyi ihtimal olarak kabul ve inkârı basite almak anlamında)
“Allah, şunu şöyle yaratsaydı, şu işi şöyle yapsaydı ne iyi olurdu” (Allah’ın yarattığını beğenmemek, O’na eksiklik ve kusur isnad etmek anlamında)
“Allah, keşke şunu haram kılmasaydı, şunu farz etmeseydi” (Allah’ın hükmünü beğenmemek anlamında)
(O konuda âyet olmadığı halde,) “Allah şöyle buyurmuştur” demek (Kur’an’da olmayan, ispatlanamayan cümleleri Allah’a isnâd etmek, dolayısıyla Allah’a iftira etmek anlamında)
(Allah’ın kesin olarak haram kıldığı bir şeyi yiyip içerken “Allah’ın ismiyle (Bismillâh)” demek (Allah’la, Allah’ın haram hükmüyle alay etme anlamında)
Allah’ı, O’nun kurallarını, O’nun dinini, kitabını... istihzâ/alay, küçük görme, hakaret, inkâr etme.
Allah’a, dine, dince mukaddes sayılan şeylere küfür, sövme veya çirkin söz söyleme.
Allah’tan başka mutlak gaybı bilen olduğunu kabul etme.
Allah’tan başkasına söylenmesi câiz olmayan şeyleri başka şeyler için
- 718 -
KUR’AN KAVRAMLARI
söyleme: “Yeşil gözlerinden muhabbet kaptım, Diz çöküp önünde yıllarca taptım.” , “Mihrâbım diyerek yüz sürdüm” , “Bir Allah’a, bir de sana taptım” , “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya/Anıtkabir yeter” , “Ey, bugünleri borçlu olduğumuz ulu Atatürk” vb.
Allah’tan başkasına duâ etmek veya bir kuldan meded istemek
Allah’ın helâllarını helâl; haramlarını haram kabul etmemek
Allah’tan başkası adına kurban kesmek, Allah’tan başkasına adak adamak
Allah’ın kesin yasağına rağmen Allah’ın düşmanlarını, kâfirleri sevmek, küfre rızâ göstermek, kâfirlere -hidâyetleri dışında- dua etmek
Tâğutların resim ve heykelleri önünde tapınırcasına saygı göstermek
Allah’ın şeriatından/hükmünden daha üstün yönetim şekilleri olduğunu belirtmek: “Demokrasi/halk idaresi en iyi idare şeklidir” , “Kemalizm, Kapitalizm insanları mutluluğa götürür” demek.
Allah’ı, sadece göklere ve tabiata hükmü geçen bir zat olarak kabul edip, yeryüzünü insanların kendi bağımsız arzularına bırakıp Allah’ı dünya işlerine karıştırmamak, insanların sosyal ve siyasal ilişkilerini düzenleme konusunda Allah’ın dışında otoriteler tanımak
Fayda ve zararı Allah’tan bilmemek, “şu doktor benim hayatımı kurtardı” , “frene basmasaydı ölmüştüm” , “şu hap bana şifa veriyor, beni iyi ediyor” “Devlete karşı çıkılır mı, ezer geçer”
İbâdet kapsamına girecek tüm amelleri, sadece Allah için yapmamak, gösteriş veya dünyevî bir menfaat için yapmak.
“Ta’rifine gitmemektür evlâ / Ta’rife gelir mi hiç Mevlâ” (Muallim Nâci)
“Hak sillesinin sadâsı yoktur / Bir vurdumu hiç devâsı yoktur.” (Ferit Kam)
“Hâlikın nâmütenâhî adı var, en başı Hak; / Ne büyük şey kul için hakkın elinden tutmak.” (Mehmed Âkif Ersoy)
“Hak şerleri hayr eyler / Zannetme ki gayr eyler / Ârif anı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler.” (Erzurumlu İbrahim Hakkı)
“Allah’ın varlığı, bir hakikati ifade eden geometrik teorilerden daha hakikidir.” (Descartes)
“Semâların derinliği, ulûhiyetin bir nişânesidir.” (Sully Prudhomme)
Sevmesini bilene çok yakın olan Allah, aklı ile anlamak isteyene de o kadar uzaktır, gizlidir.” (Alexis Carrel)
Allah’tan uzaklaşan, Allah’ı aramayan insan, ne kendisinde, ne de kendi dışında hakikati ve saâdeti bulamaz.” (Pascal)
“Bir tabiat kanunu izah eden her formül, Allah’ı öven bir İlâhîdir.“(Maria Mitchell)
“Sade insanlar Allah’ı güneşin harareti ve bir çiçeğin kokusu kadar tabiî olarak hissederler.“(A. Carrel)
ALLAH (C. C.)
- 719 -
“İnsan, Allah’a su ve hava kadar muhtaçtır.“(A. Carrel)
“Hoştur bana senden gelen / Ya gonca gül yahut diken / Ya hil’a u yahut kefen / Nârın da hoş, nûrun da hoş.“(Yunus Emre)
“Allah Teâlâ’nın kazâsına râzı olmak, kulun bahtiyarlığındandır.“(Hadis-i Şerif meâli)
“Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur.“
“İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.“
“Allah’tan korkan kimse, nefsinin her istediğini yapmaz.“(Hz. Ömer)
“Allah, herkese gerekeni vermiştir. Kedinin kanadı olsaydı, serçenin soyu tükenirdi.” (Sâdi)
“Allah, çalışmak istemeyenlere yardım etmez.”
“Allah her zaman cesur olanlara yardım eder.”
“Zâlimlere karşı gelmek, Allah’a ibâdettir.”
“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz; sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, son derece intizamlı şu dünya Hâkimsiz olur?” (Sözler)
“Mâdem bir harf, kâtibini bildirmeksizin olmaz; Sanatlı bir nakış, nakkaşını bildirir. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?” (Sözler)
“Kimin kalbinden Allah sevgisi varsa, iki dünyada da onun yardımcısı Allah’tır. Kimin kalbinde Allah’tan başkasının sevgisi varsa, iki dünyada da onun hasmı Allah’tır.”
„Kim Allah‘a sahip, o neden mahrum? Kim Allah‘tan mahrum, o neye sahip?“
- 720 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Allah Kavramıyla, Allah’ın Sıfatları ile İlgili Âyet-i Kerimeler
A- ALLAH LAFZININ GEÇTİĞİ ÂYETLER: Toplam 2697 Yerde; ALLAHUMME LAFZI: 5 Yerde
B- ALLAH’A İMAN VE İTAAT KONUSUYLA İLGİLİ ÂYETLER
Allah’a İman Etmek: 2/Bakara, 62, 136, 137, 177, 256, 285; 3/Âl-i İmrân, 84, 110, 162; 4/Nisâ, 39, 59, 136, 152, 171; 5/Mâide, 111; 6/A’râf, 156, 158; 9/Tevbe, 18, 19, 44; 23/Mü’minûn, 58; 27/Neml, 81; 42/Şûrâ, 13; 48/Feth, 9; 57/Hadîd, 7; 61/Saff, 8, 10-13; 64/Teğâbün, 8, 11; 67/Mülk, 29.
Allah’a İman Edenler, En Emin Yoldadır: 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 175.
Allah’a İman Edenlerin Özelliği: 57/Hadîd, 19.
Allah’a İman Edenlerin Mükâfatı: 65/Talâk 11.
Allah’ı İnkâr: 2/Bakara, 28, 217; 4/Nisâ, 131, 136, 150, 151; 16/Nahl, 22; 48/Feth, 13; 69/Haakka, 33.
Allah’a İtaat: 3/Âl-i İmrân, 32, 132; 4/Nisâ, 13, 59, 69, 70; 5/Mâide, 92; 8/Enfâl, 1, 20, 46; 9/Tevbe, 71; 13/Ra’d, 18; 24/Nûr, 52, 54; 33/Ahzâb, 71; 42/Şûrâ, 38; 47/Muhammed, 33; 48/Feth, 17; 58/Mücâdele, 13; 64/Teğâbün, 12.
Allah’a İsyan Etmek: 4/Nisâ, 14; 5/Mâide, 56.
Şeytan Allah’a İsyânı Emreder: 2/Bakara, 169; 4/Nisâ, 14, 118, 119; 6/En’âm, 128; 7/A’râf, 200; 24/Nûr, 21; 38/Sâd, 82, 83.
Allah’a İftira: 3/Âl-i İmrân, 94; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 103; 6/En’âm, 21, 93, 138, 150, 157; 7/A’râf, 28, 37, 40, 177; 10/Yûnus, 17, 21, 68, 69; 11/Hûd, 18; 16/Nahl, 56, 62, 105, 116; 29/Ankebût, 68; 34/Sebe’, 8; 39/Zümer, 60; 61/Saff, 7.
C- ALLAH SEVGİSİ VE KORKUSU İLE İLGİLİ ÂYETLER
Mü’minlerin Allah Sevgisi: 2/Bakara, 165, 177, 186; 3/Âl-i İmrân, 31; 21/Enbiyâ, 90.
Allah’ın Kullarını Sevmesi: 3/Âl-i İmrân, 31; 5/Mâide, 54.
Allah’tan Korkmak: 2/Bakara, 74, 150, 194, 196, 203, 212, 223, 231, 233, 278; 3/Âl-i İmrân, 28, 30, 102, 200; 4/Nisâ, 1, 131; 5/Mâide, 8, 11, 35, 88, 93; 6/En’âm, 72; 8/Enfâl, 1, 2, 29; 9/Tevbe, 119; 13/Ra’d, 21; 16/Nahl, 51-52; 22/Hacc, 34, 35; 30/Rûm, 31; 31/Lokman, 33; 33/Ahzâb, 1, 2, 70; 39/Zümer, 10, 16; 49/Hucurât, 10, 12; 57/Hadîd, 28; 59/Haşr, 7, 18, 21; 64/Teğâbün, 16; 65/Talak, 4-5; 67/Mülk, 12; 74/Müddessir, 56.
Allah, Kendisinden Korkanlara Hak ile Bâtılı Ayıracak Anlayış Verir: 8/Enfâl, 29; 92/Leyl, 5-7.
Allah’tan Korkanların Mükâfatı: 39/Zümer, 20; 98/Beyyine, 7-8.
D- ALLAH’I NOKSAN SIFATLARDAN TENZİH ETMEK: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 40, 171; 6/En’âm, 100, 102, 136, 144; 7/A’râf, 54; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 11/Hûd, 101; 14/İbrâhim, 30; 16/Nahl, 1, 3, 57; 17/İsrâ, 43, 108, 111; 19/Meryem, 35; 21/Enbiyâ, 17-18, 22, 26, 87; 23/Mü’minûn, 91-92, 116-117; 26/Şuarâ, 209; 27/Neml, 8, 61, 64; 30/Rûm, 9; 36/Yâsin, 83; 37/Sâffât, 159, 180; 39/Zümer, 4-5, 66-67; 40Mü’min, 64; 43/Zuhruf, 15-16, 76, 81-82; 50/Kaf, 29, 38; 52/Tûr, 43; 55/Rahmân, 78; 59/Haşr, 23; 69/Haakka, 52; 87/A’lâ, 1; 112/İhlâs, 3-4.
E- ALLAH’A ÇOCUK İSNÂD ETMEK
Müşriklerin Çocuk İsnâdı: 6/En’âm, 100-101; 10/Yûnus, 68-70; 16/Nahl, 57, 62; 17/İsrâ, 40; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 22/Hacc, 3-4; 34/Sebe’, 40-42; 37/Sâffât, 149-159, 180; 43/Zuhruf, 15-16, 18, 79-82; 52/Tûr, 39; 53/Necm, 21-22.
Yahûdilerin Çocuk İsnâdı: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 50; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 19/Meryem, 88-92.
Hıristiyanların Çocuk İsnâdı: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30; 16/Nahl, 71; 19/Meryem, 88-92; 21/Enbiyâ, 16-17; 43/Zuhruf, 65.
F- ALLAH’IN SIFATLARI
ALLAH’IN ZÂTÎ SIFATLARI (ZÂTININ SIFATLARI)
ALLAH (C. C.)
- 721 -
aa- Vücûd; Allah Vardır: 6/En’âm, 75-79; 12/Yûsuf, 105; 27/Neml, 59-64; 28/Kasas, 71-72; 29/Ankebût, 61, 63; 57/Hadîd, 3; 67/Mülk, 19, 30.
bb- Kıdem; Allah Ezelîdir, Evveli Yoktur: 57/Hadîd, 3, 2/Bakara, 255.
cc- Beka; Allah Ebedîdir, Sonu Yoktur: 2/Bakara, 255; 25/Furkan, 58; 28/Kasas, 88; 55/Rahmân, 26-27; 57/Hadîd, 3.
dd- Vahpdâniyet; Allah Birdir, O’ndan Başka Tanrı Yoktur: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18; 4/Nisâ, 87, 171; 6/En’âm, 10, 102; 9/Tevbe, 31; 11/Hûd, 14; 13/Ra’d, 16, 30; 16/Nahl, 22, 51; 17/İsrâ, 42-43; 20/Tâhâ, 8, 98; 21/Enbiyâ, 22-25; 23/Mü’minûn, 91, 116; 28/Kasas, 70, 88; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 1-5; 38/Sâd, 65-66; 39/Zümer, 4, 6; 40/Mü’min, 3, 16, 62, 65; 41/Fussılet, 6; 43/Zuhruf, 84; 44/Duhân, 8; 59/Haşr, 22-23; 64/Teğâbün, 13; 73/Müzzemmil, 9; 112/İhlâs, 1.
ee- Muhâlefetü’n li’l-Havâdis; Allah, Yaratılanların Hiçbirine Benzemez: 42/Şûrâ, 11; 112/İhlâs, 4; 2/Bakara, 22; 6/En’âm, 101; 19/Meryem, 65.
ff- Kıyam bi-Nefsihî; Allah Kendi Varlığı ile Vardır: 2/Bakara, 255.
ALLAH’IN SÜBÛTÎ SIFATLARI (VARLIĞININ SIFATLARI)
aa- Hayat; Allah Diridir: 2/Bakara, 255; 3/Âl-i İmrân, 2.
bb- İlim; Allah, Her Şeyi Bilir: 2/Bakara, 29, 33, 231, 244, 255-256, 282; 3/Âl-i İmrân, 5, 29; 4/Nisâ, 24, 111; 5/Mâide, 7, 99; 6/En’âm, 3, 13, 59, 73, 101; 11/Hûd, 5; 13/Ra’d, 8-10; 14/İbrâhim, 38; 16/Nahl, 19, 23; 20/Tâhâ, 7, 98, 111; 21/Enbiyâ, 110; 22/Hacc, 70, 76; 23/Mü’minûn, 92; 26/Şuarâ, 220; 27/Neml, 6; 28/Kasas, 69; 29/Ankebût, 45, 52, 61; 31/Lokman, 16, 23, 34; 32/Secde, 6; 33/Ahzâb, 1; 34/Sebe’, 1-2; 35/Fâtır, 38, 44; 36/Yâsin, 81; 39/Zümer, 7, 46; 40/Mü’min, 3, 19, 65; 41/Fussılet, 47; 42/Şûrâ, 17, 24-25; 43/Zuhruf, 84; 48/Feth, 4; 49/Hucurât, 1, 8, 13; 57/Hadîd, 3-4, 6; 58/Mücâdele, 7; 59/Haşr, 22; 64/Teğâbün, 4, 11, 18; 66/Tahrîm, 2; 67/Mülk, 13-14; 76/Ensan, 30.
cc- İrâde; Allah, Dilediğini Yapar: 2/Bakara, 185, 253; 3/Âl-i İmrân, 26, 40; 5/Mâide, 1; 11/Hûd, 107; 14/İbrâhim, 27; 22/Hacc, 14, 18; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 54; 42/Şûrâ, 49; 85/Bürûc, 16; 68/Kalem, 17-19; 18/Kehf, 23-24.
dd- Semî’; Allah, Her Şeyi İşitir: 2/Bakara, 127, 137, 181, 224, 227, 244, 256; 3/Âl-i İmrân, 34-35, 38, 121; 4/Nisâ, 58, 134, 148; 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 13, 115; 7/A’râf, 200; 8/Enfâl, 17, 42, 53, 61; 9/Tevbe, 98, 103; 10/Yûnus, 65; 11/Hûd, 24; 12/Yûsuf, 34; 14/İbrâhim, 39; 17/İsrâ, 1; 21/Enbiyâ, 4; 22/Hacc, 61, 75; 24/Nûr, 21, 60; 26/Şuarâ, 220; 29/Ankebût, 5, 60; 31/Lokman, 28; 34/Sebe’, 50; 40/Mü’min, 20, 56; 41/Fussılet, 36; 42/Şûrâ, 11; 44/Duhân, 6; 49/Hucurât, 1; 58/Mücâdele, 1; 76/İnsan, 2.
ee- Basar; Allah, Her Şeyi Görür: 2/Bakara, 96, 110, 233, 237, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 20, 156, 163; 4/Nisâ, 58, 134; 5/Mâide, 71; 6/En’âm, 50; 7/Enfâl, 39, 72; 11/Hûd, 24, 112; 12/Yûsuf, 93, 96; 13/Ra’d, 16; 17/İsrâ, 1, 17, 30, 96; 20/Tâhâ, 35, 125; 22/Hacc, 61, 75; 25/Furkan, 20; 31/Lokman, 28; 33/Ahzâb, 9; 34/Sebe’, 11; 35/Fâtır, 19, 31, 45; 40/Mü’min, 20, 44, 56, 58; 41/Fussılet, 40; 42/Şûrâ, 11, 27; 48/Feth, 24; 49/Hucurât, 18; 57/Hadîd, 4; 58/Mücâdele, 1; 60/Mümtehine, 3; 64/Teğâbün, 2; 67/Mülk, 19; 76/İnsan, 2; 84/İnşikak, 15.
ff- Kelâm; Allah, Söyler ve Konuşur: 2/Bakara, 37, 77, 124; 4/Nisâ, 164; 6/En’âm, 34, 115; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 6; 18/Kehf, 27, 109; 31/Lokman, 27.
Allah’ın Kelâmı ve Kelimeleri: 2/Bakara, 37, 124; 3/Âl-i İmrân, 39, 45; 4/Nisâ, 171; 6/En’âam, 34, 115; 7/A’râf, 137, 158; 8/Enfâl, 7; 9/Tevbe, 40; 10/Yûnus, 19, 33, 64, 82, 96; 11/Hûd, 110, 119; 18/Kehf, 27, 109; 20/Tâhâ, 129; 31/Lokman, 27; 37/Sâffât, 171, 40/Mü’min, 6; 41/Fussılet, 45, 42/Şûrâ, 14, 24; 66/Tahrîm, 12.
gg- Kudret; Allah’ın Her Şeye Gücü Yeter: 2/Bakara, 20, 106, 109, 148, 259, 284; 3/Âl-i İmrân, 26, 29, 65, 189; 4/Nisâ, 133, 149; 5/Mâide, 17, 19, 40, 120; 6/En’âm, 17, 37, 41, 65; 8/Enfâl, 41; 9/Tevbe, 39; 11/Hûd, 4; 16/Nahl, 70, 77; 17/İsrâ, 99; 22/Hacc, 6, 39; 23/Mü’minûn, 18; 24/Nûr, 45; 25/Furkan, 54; 29/Ankebût, 20; 30/Rûm, 54; 33/Ahzâb, 27; 35/Fâtır, 1, 44,; 36/Yâsin, 81; 41/Fussılet, 39; 42/Şûrâ, 9, 29, 50; 46/Ahkaf, 33, 48/Feth, 21, 57/Hadîd, 2; 59/Haşr, 6; 60/Mümtehine, 7; 64/Teğâbün, 1; 65/Talak, 12; 66/Tahrîm, 8; 67/Mülk, 1; 70/Meâric, 40; 75/Kıyâme, 4, 40; 77/Mürselât, 23; 86/Târık, 8.
hh- Tekvîn; Allah, Yaratıcıdır: 2/Bakara, 28-29, 117; 3/Âl-i İmrân, 47; 5/Mâide, 17; 6/En’âm, 73, 95,
- 722 -
KUR’AN KAVRAMLARI
101-102; 7/A’râf, 54; 10/Yûnus, 31; 13/Ra’d, 16; 15/Hıcr, 86; 16/Nahl, 40; 17/İsrâ, 99; 19/Meryem, 35; 23/Mü’minûn, 17; 24/Nûr, 45; 28/Kasas, 68; 29/Ankebût, 61, 63; 30/Rûm, 27, 40, 54; 31/Lokman, 28; 32/Secde, 7; 35/Fâtır, 1; 36/Yâsin, 81-82; 39/Zümer, 62; 49/Mü’min, 62, 68; 42/Şûrâ, 49; 54/Kamer, 49-50; 56/Vâkıa, 57-59, 63-65, 68-73; 59/Haşr, 24; 64/Teğâbün, 2.
Yaratan Yalnız Allah’tır: 6/En’âm, 102; 13/Ra’d, 16; 15/Hıcr, 28; 23/Mt’minûn, 17; 35/Fâtır, 3; 38/Sâd, 71; 39/Zümer, 62; 40/Mü’min, 62; 59/Haşr, 24.
Allah’ın “Kün -Ol-” Emri: 6/En’âm, 73; 16/Nahl, 40; 19/Meryem, 35; 36/Yâsin, 82; 40/Mü’min, 68.
G- ALLAH’IN DİĞER İSİM VE SIFATLARINDAN BAZILARI
a- En Güzel İsimler Allah’ındır. (Esmâü’l-Hüsnâ): 7/A’râf, 180; 17/İsrâ, 110; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 22-24; 87/A’lâ, 2.
b- Allah’ın Adı Yücedir: 55/Rahmân, 78.
Allah’ın İsimlerinde Aşırı Gitmekten Sakınmak: 7/A’râf, 180.
Bütün Üstün Sıfatlar Allah’ındır: 16/Nahl, 60; 20/Tâhâ, 114; 30/Rûm, 27; 40/Mü’min, 15.
Allah’ın Şânı Yücedir: 25/Furkan, 1, 10, 61; 36/Yâsin, 83; 42/Şûrâ, 4; 67/Mülk, 1.
Allah, Büyük ve Yücedir: 31/Lokman, 30; 42/Şûrâ, 5, 51; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 37; 59/Haşr, 23; 74/Müddessir, 3; 85/Bürûc, 15.
Allah, Her Türlü Noksan Sıfatlardan Münezzehtir: 59/Haşr, 23.
Allah, Azamet Sahibidir: 59/Haşr, 23.
Allah, Mutlak Galiptir: 59/Haşr, 23-24; 61/Saff, 1; 63/Münâfıkun, 8; 64/Teğâbün, 18; 67/Mülk, 2.
Allah, Her Şeyi Koruyup Gözetendir: 59/Haşr, 23.
Allah, Emniyet Verendir: 59/Haşr, 23.
Allah, Âfet ve Kederden Sâlimdir: 59/Haşr, 23.
Allah, Şah Damarından Daha Yakındır: 56/Vâkıa, 85.
Allah, Her Faâliyettedir: 55/Rahmân, 29.
Allah, Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir: 35/Fâtır, 15; 55/Rahmân, 29; 64/Teğâbün, 6; 112/İhlâs, 2.
Allah, Doğurmaktan ve Doğurulmaktan Münezzehtir: 112/İhlâs, 3.
Allah, Göklerin ve Yerin Nûrudur: 24/Nûr, 35-36.
Allah, Çocuk Edinmekten Münezzehtir: 2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 6/En‘âm, 100-101; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 68; 17/İsrâ, 111; 18/Kehf, 5; 19/Meryem, 35, 88-92; 21/Enbiyâ, 26; 23/Mü‘minûn, 91; 25/Furkan, 2; 39/Zümer, 4.
Allah, Ortak Koşulan Şeylerden Münezzehtir: 7/A‘râf, 190; 9/Tevbe, 31; 10/Yûnus, 18; 16/Nahl, 1, 3; 17/İsrâ, 42-43, 111; 23/Mü‘minûn, 92; 28/Kasas, 68; 30/Rûm, 40; 39/Zümer, 67; 52/Tûr, 43; 59/Haşr, 23.
Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra‘d, 2; 32/Secde, 5-6.
Allah Rahmândır: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 163; 13/Ra‘d, 30; 17/İsrâ, 110; 19/Meryem, 18, 26, 44-45, 58, 61, 69, 75, 78, 85, 87-88, 91-93, 96; 20/Tâhâ, 5, 90, 108-109; 21/Enbiyâ, 26, 36, 42, 112; 25/Furkan, 26, 59, 60, 63; 26/Şuarâ, 5; 27/Neml, 30; 36/Yâsin, 11, 15, 23, 52; 41/Fussılet, 2; 43/Zuhruf, 17, 19-20, 33, 36, 45, 81; 50/Kaf, 33; 55/Rahmân, 1; 59/Haşr, 22; 67/Mülk, 3, 19-20, 29; 78/Nebe‘, 37-38.
Allah Rahîmdir: 1/Fâtiha, 1, 3; 2/Bakara, 37, 54, 128, 143, 160, 163, 173, 182, 192, 199, 218, 226; 3/Âl-i İmrân, 31, 89, 129; 4/Nisâ, 25; 5/Mâide, 3, 34, 39, 74, 98; 6/En‘âm, 54, 145, 165; 7/A‘râf, 153, 167; 8/Enfâl, 69-70; 9/Tevbe, 5, 27, 91, 99, 102, 104, 117-118, 128; 10/Yûnus, 107; 11/Hûd, 41, 90; 12/Yûsuf, 53, 98; 14/İbrâhim, 36; 15/Hıcr, 49; 16/Nahl, 7, 18, 47, 110, 115, 119; 22/Hacc, 65; 24/Nûr, 5, 20, 22-23, 62; 26/Şuarâ, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191, 217; 27/Neml, 11, 30; 28/
ALLAH (C. C.)
- 723 -
Kasas, 16; 30/Rûm, 5; 32/Secde, 6; 34/Sebe‘, 2; 36/Yâsin, 5, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 58; 39/Zümer, 53; 41/Fussılet, 2, 32; 42/Şûrâ, 5; 44/Duhân, 42; 46/Ahkaf, 8; 49/Hucurât, 5, 12, 14; 52/Tûr, 28; 57/Hadîd, 9, 28; 58/Mücâdele, 12; 59/Haşr, 10, 22; 60/Mümtehine, 7, 12; 64/Teğâbün, 14; 66/Tahrîm, 1; 73/Müzzemmil, 20.
Allah, Âlemlerin Rabbidir: 1/Fâtiha, 2; 2/Bakara, 131, 263; 5/Mâide, 28; 6/Enâm, 45, 71, 162; 7/A‘râf, 54, 61, 67, 104, 121; 10/Yûnus, 10, 37; 13/Ra‘d, 16; 19/Meryem, 65; 21/Enbiyâ, 19; 26/Şuarâ, 16, 23, 47, 77, 98, 109, 127, 145, 164, 180, 192; 27/Neml, 8, 44; 28/Kasas, 30; 32/Secde, 2; 37/Sâffât, 87, 182; 39/Zümer, 75; 40/Mü‘min, 64-66; 41/Fussılet, 9, 42; 43/Zuhruf, 46; 44/duhân, 7-8; 45/Câsiye, 36; 55/Rahmân, 17; 56/Vâkıa, 80; 59/Haşr, 16, 23; 69/Haakka, 43; 70/Meâric, 40; 73/Müzzemmil, 9; 78/Nebe‘, 37; 81/Tekvîr, 29; 83/Mutaffifîn, 6.
H- ALLAH’IN RAHMETİ
a- Allah‘ın Rahmeti: 2/Bakara, 64, 207, 218; 3/Âl-i İmrân, 107; 4/Nisâ, 83, 113; 6/En‘âm, 12, 16, 133, 147, 154, 157; 7/A‘râf, 63; 11/Hûd, 28, 43, 63, 73, 119; 12/Yûsuf, 53; 17/İsrâ, 100; 18/Kehf, 16, 58, 65, 82, 98; 19/Meryem, 2, 21, 50, 53; 21/Enbiyâ, 75, 84, 86; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 28/Kasas, 73; 30/Rûm, 21; 33/Ahzâb, 17; 35/Fâtır, 2; 36/Yâsin, 44-45; 38/Sâd, 9, 43; 39/Zümer, 38; 40/Mü‘min, 9; 43/Zuhruf, 32; 67/Mülk, 28.
b- Allah, Dilediğine Rahmet Eder: 2/Bakara, 105; 3/Âl-i İmrân, 74; 12/Yûsuf, 56; 29/Ankebût, 21; 42/Şûrâ, 8; 48/Feth, 25; 76/İnsan, 31.
c- Allah‘ın Mü‘minlere Rahmeti: 2/Bakara, 157, 178; 4/Nisâ, 175; 6/En‘âm, 54; 7/A‘râf, 52, 72, 154; 9/Tevbe, 21, 71; 11/Hûd, 58, 66, 94; 33/Ahzâb, 43; 44/Duhân, 42; 45/Câsiye, 30; 57/Hadîd, 13.
d- Allah‘ın Rahmetini İstemek: 2-Bakara, 218, 286; 3/Âl-i İmrân, 8, 159; 7/A‘râf, 23, 149, 151; 10/Yûnus, 86; 17/İsrâ, 24, 28, 57; 18/Kehf, 10; 21/Enbiyâ, 83; 23/Mü‘minûn, 109, 118; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 9; 40/Mü‘min, 7.
e- Allah, Kendisine İtaat Edene Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 132; 24/Nûr, 56.
f- Allah, Kendi Yolunda Savaşanlara Rahmet Eder: 3/Âl-i İmrân, 157; 4/Nisâ, 96.
g- Allah, Kendisinden Korkanlara Rahmet Eder: 6/En‘âm, 155; 49/Hucurât, 10; 57/Hadîd, 28.
h- Allah, İyilik Yapanlara Rahmet Eder: 7/A‘râf, 56.
i- Allah, Kur‘an Okuyana Rahmet Eder: 7/A‘râf, 204.
k- Allah, İnfak Edenlere Rahmet Eder: 9/Tevbe, 99.
l- Allah, Tevbe Edenlere Rahmet Eder: 17/İsrâ, 8, 54; 27/Neml, 46.
m- Allah‘ın Rahmeti Boldur: 3/Âl-i İmrân, 73; 7/A‘râf, 156; 10/Yûnus, 58; 35/Fâtır, 2; 57/Hadîd, 9.
n- Allah‘ın Rahmeti Dünyada Herkesi Kuşatır: 7/A‘râf, 156.
o- Allah, Âhirette Kâfirlere Rahmet Etmez: 7/A‘râf, 49.
p- Yağmur Rahmettir: 7/A‘râf, 57; 25/Furkan, 48; 27/Neml, 63; 30/Rûm, 46, 50; 42/Şûrâ, 28.
r- Kur‘an Rahmettir: 7/A‘râf, 203; 10/Yûnus, 57-58; 12/Yûsuf, 111; 16/Nahl, 64, 89; 17/İsrâ, 82; 27/Neml, 77; 28/Kasas, 86; 29/Ankebût, 51; 31/Lokman, 3; 44/Duhân, 6; 45/Câsiye, 20.
s- Peygamberimiz Rahmettir: 9/Tevbe, 61, 128; 21/Enbiyâ, 107; 28/Kasas, 46; 44/Duhân, 6.
t- Allah‘ın Rahmetine Vesile Aramak: 5/Mâide, 35; 17/İsrâ, 57.
u- Allah‘ın Rahmetinden Ümit Kesmemek: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 55-56; 39/Zümer, 53.
v- Allah‘ın Rahmetinden Ümit Kesenler: 12/Yûsuf, 87; 15/Hıcr, 56; 29/Ankebût, 23; 41/Fussılet, 49.
y- Allah‘ın Rahmetini İnkâr (Nankörlük) Etmek: 10/Yûnus, 21; 11/Hûd, 9; 23/Mü‘minûn, 75; 30/Rûm, 33, 36; 41/Fussılet, 50; 42/Şûrâ, 48.
İ- ALLAH’IN TASARRUFU
a- Allah, Her İşi İdare Eder: 13/Ra’d, 2; 32/Secde, 5-6.
- 724 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Allah Dilediği Gibi Tasarruf Eder: 39/Zümer, 62.
c- Göklerin ve Yerin Tasarrufu Allah’ındır: 2/Bakara, 107; 3/Âl-i İmrân, 189; 5/Mâide, 40; 9/Tevbe, 116; 24/Nûr, 42; 25/Furkan, 2; 36/Yâsin, 83; 39/Zümer, 62-63; 42/Şûrâ, 49; 43/Zuhruf, 85; 45/Câsiye, 27; 48/Feth, 27; 57/Hadîd, 2, 5; 85/Bürûc, 9.
J- ALLAH’IN SÜNNETİ (İLÂHÎ KANUN)
Allah’ın Sünnetinde Hiçbir Değişme Olmaz: 8/Enfâl, 38; 15/Hıcr, 13; 17/İsrâ, 77; 18/Kehf, 55; 33/Ahzâb, 38, 62; 35/Fâtır, 43; 40/Mü’min, 85; 48/Feth, 23.
K- ALLAH’IN VAADİ (SÖZÜ)
a- Allah’ın Vaadi Haktır, Gerçektir: 4/Nisâ, 122, 10/Yûnus, 4, 55; 14/İbrâhim, 22; 18/Kehf, 21, 98; 28/Kasas, 13; 30/Rûm, 60; 31/Lokman, 9, 33; 35/Fâtır, 5; 40/Mü’min, 55, 77; 45/Câsiye, 32; 46/Ahkaf, 17.
b- Allah, Vaadinden Dönmez: 3/Âl-i İmrân, 9, 194; 13/Ra’d, 31; 14/İbrâhim, 47; 30/Rûm, 6; 39/Zümer, 20.
c- Allah’ın Mü’minlere Vaadi: 2/Bakara, 268; 3/Âl-i İmrân, 194; 4/Nisâ, 95; 5/Mâide, 9; 7/A’râf, 44; 9/Tevbe, 72, 111; 13/Ra’d, 35; 19/Meryem, 61; 24/Nûr, 55; 25/Furkan, 15; 28/Kasas, 61; 39/Zümer, 74; 40/Mü’min, 8; 46/Ahkaf, 16; 47/Muhammed, 15; 48/Feth, 20, 29; 57/Hadîd, 10.
d- Allah’ın Kâfirlere Vaadi: 9/Tevbe, 68; 34/Sebe’, 30; 36/Yâsin, 52, 63; 43/Zuhruf, 42; 46/Ahkaf, 16.
İ- Allah’ın Öldürmesi: 2/Bakara, 28, 258; 3/Al-i İmrân, 27, 156; 6/En’âm, 2, 95; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 16/Nahl, 70; 22/Hacc, 66; 23/Mü’minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 40/Mü’min, 68; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 50/Kaf, 43; 53/Necm, 44; 56/Vâkıa, 60; 57/Hadîd, 2.
L- ALLAH’IN DİRİLTMESİ: 2/Bakara, 28, 72-73, 258-260; 3/Âl-i İmrân, 27, 156: 6/En’âm, 95; 7/A’râf, 158; 9/Tevbe, 116; 10/Yûnus, 31, 56; 15/Hıcr, 23; 22/Hacc, 5, 6, 66; 23/Mü’minûn, 80; 30/Rûm, 19, 27, 40; 31/Lokman, 28; 36/Yâsin, 12, 78-79; 40/Mü’min, 57, 68; 42/Şû’â, 9; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 26; 46/Ahkaf, 33; 50/Kaf, 15, 43; 53/Necm, 44, 47; 56/Vâkıa, 60-61; 57/Hadîd, 2; 71/Nûh, 18; 75/Kıyâme, 3-4; 79/Nâziât, 27.
M- ALLAH’IN AZÂBI
a- Allah, Dilediğine Azap Eder: 2/Bakara, 284; 3/Âl-i İmrân, 129; 5/Mâide, 18, 40; 7/A’râf, 156; 17/İsrâ, 54; 29/Ankebût, 21, 25; 48/Feth, 14.
b- Allah’ın Azâbı Şiddetli ve Çetindir: 2/Bakara, 165, 196; 3/Âl-i İmrân, 181; 4/Nisâ, 56, 173; 5/Mâide, 2, 98; 14/İbrâhim, 7; 15/Hıcr, 50; 17/İsrâ, 57; 20/Tâhâ, 127; 22/Hacc, 2; 35/Fâtır, 7; 40/Mü’min, 3; 59/Haşr, 7; 85/Bürûc, 25-26; 89/Fecr, 25.
c- Allah’ın Azâbı Zâlimler, Münâfıklar, Kâfirler ve Müşrikler İçindir: 2/Bakara, 7, 10, 49, 86, 90, 96, 104, 114, 126, 162, 165-166, 174; 3/Âl-i İmrân, 4, 21, 56,77, 88, 91, 105, 106, 128, 176-178, 181, 188; 4/Nisâ, 14, 37, 93, 102, 138, 151, 161; 5/Mâide, 33, 36-37, 41, 73, 80, 94; 6/En’âm, 30, 49, 70, 93, 126, 157; 7/A’râf, 39, 141, 165, 167; 8/Enfâl, 14, 35, 50; 9/Tevbe, 3, 34, 55, 61, 68, 74, 79, 85, 90, 101; 10/Yûnus, 4, 52, 54, 70, 88, 97; 14/İsrâhim, 6, 17, 22; 16/Nahl, 58, 88, 94, 104, 106, 113, 117; 17/İsrâ, 10; 22/Hacc, 2, 4, 9, 18, 22, 57; 24/Nûr, 11, 23; 27/Neml, 5; 33/Ahzâb, 8, 24, 57, 73; 34/Sebe’, 8; 35/Fâtır, 7; 38/Sâd, 26; 39/Zümer, 71; 42/Şûrâ, 26, 42; 43/Zuhruf, 65, 74; 48/Feth, 6; 58/Mücâdele, 4-5, 15; 76/İnsan, 31; 84/İnşikak, 24.
d- Allah’ın Azaptan Koruması İçin Duâ: 2/Bakara, 201; 3/Âl-i İmrân, 16, 191-192; 25/Furkan, 65.
N- ALLAH’IN HESABI (HESAP SORMASI)
Allah, Hesabı Çabuk Görendir: 2/Bakara, 202; 3/Âl-i İmrân, 19, 199; 5/Mâide, 4; 13/Ra’d, 41; 14/İbrâhim, 51; 24/Nûr, 39; 40/Mü’min, 17.
O- ALLAH’IN RIZÂSI: 2/Bakara, 207, 265; 3/Âl-i İmrân, 15, 162, 174; 4/Nisâ, 114; 5/Mâide, 2, 16, 119; 9/Tevbe, 21, 72, 100, 109; 19/meryem, 6, 55; 20/Tâhâ, 109; 27/Neml, 19; 39/Zümer, 7; 46/Ahkaf, 15; 48/Feth, 18, 28-29; 53/Necm, 26; 57/Hadîd, 20, 27; 58/Mücâdele, 22; 59/Haşr, 8; 60/Mümtehine, 1; 89/Fecr, 28; 92/Leyl, 22; 98/Beyyine, 8.
ALLAH (C. C.)
- 725 -
Ö- ALLAH’IN FAZLI: 2/Bakara, 64, 105, 198, 243, 251, 268; 3/Âl-i İmrân, 74, 152, 170, 174, 180; 4/Nisâ, 32, 70, 73, 83, 113; 5/Mâide, 2, 54; 8/Enfâl, 29; 10/Yûnus, 58, 60; 11/Hûd, 3; 12/Yûsuf, 38; 17/İsrâ, 12; 24/Nûr, 10, 14, 20-21; 27/Neml, 16, 40, 73; 30/Rûm, 45-46; 33/Ahzâb, 47; 35/Fâtır, 12, 30, 35; 40/Mü’min, 61; 42/Şûrâ, 22, 26; 44/Duhân, 57; 45/Câsiye, 12; 48/Feth, 29; 49/hucurât, 8; 57/Hadîd, 21, 29; 59/Haşr, 8; 62/Cum’a, 4, 10.
P- RAB KAVRAMIYLA İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
a- Her şeyin Rabbi (Terbiye Eden, Besleyen, Rızık Veren) Allah’tır: Fatiha, 1 ; Bakara, 22, 126, 131 ; Al-i İmran, 37 ; En’am, 164 ; Yunus, 31-32 ; Yusuf, 100 ; İbrahim, 37 ; Nahl, 53-54 ; İsra, 30, 66 ; Ta-ha, 49-50 ; Şuara, 77-83.
b- Rabb, Her şeye Gerçek Anlamda Sahip ve Maliktir: Bakara, 139, 258, 286 ; Nisa, 17 ; A’raf, 155 ; Tevbe, 129 ; Hud, 107.
c- Rabb, Kendisine Kulluk Edilecek Yegane Varlıktır: Bakara, 21, 112, 127, 128 ; Al-i İmran, 64, 79, 80 ; Maide, 72 ; En’am, 106 ; A’raf, 3 ; Yusuf, 23, 41, 42 ; Nahl, 86 ; İsra, 23 ; Kehf, 110 ; Meryem, 34 ; Fecr, 15-16.
d- Rabb, İnsanları Huzurunda Toplayacaktır: Al-i İmran, 9 ; En’am, 30, 51 ; Secde, 10, 11, 12 ; Sebe’, 26 ; Mutaffifin, 6 ; İnfitar, 6 ; İnşikak, 6.
e- Rabb, İlahi Nizamıyla İnsanları Gerçeğe Ulaştırır: Bakara, 37, 129 ; Al-i İmran, 8.
f- Yalnız Rabbimiza İtaat Edilmelidir: En’am, 114, 115 ; A’raf, 33 ; Tevbe, 31.
g- Rabbimiz, Her şeyi Yaratan ve Yöneten Allah’tır: Al-i İmran, 191 ; Nisa, 1 ; En’am, 133 ; A’raf, 54 ; Yunus, 3, 39 ; Yusuf, 101 ; Ra’d, 16 ; Hicr, 86 ; Kehf, 14, 36-38 ; Enbiya, 56 ; Faatır, 13 ; Saad, 66 ; Mü’min, 64 ; Alak, 1-5 ; Adiyat, 6.
Q- İLÂH KELİMESİNİN GEÇTİĞİ ÂYETLER (Toplam 147 yerde): 2/Bakara, 133, 133, 133, 163, 163, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73, 73, 116; 6/En’âm, 19, 19, 46, 74, 102, 106; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 127, 138, 138, 140, 158; 9/Tevbe, 31, 31, 129; 10/Yûnus, 90, 11/Hûd, 14, 50, 53, 54, 61, 84, 101; 13/Ra’d, 30, 14/İbrâhim, 52; 15/Hicr, 96; 16/Nahl, 2, 22, 22, 51, 51; 17/İsrâ, 22, 39, 42; 18/Kehf, 14, 15, 110, 110; 19/Meryem, 46, 81; 20/Tâhâ, 8, 14, 88, 88, 97, 98, 98; 21/Enbiyâ, 21, 22, 24, 25, 29, 36, 43, 59, 62, 68, 87, 99, 108, 108; 22/Hacc, 34, 34; 23/Mü’minûn, 23, 32, 91, 91, 116, 117; 25/Furkan, 3, 42, 43, 68; 26/Şuarâ, 29, 213; 27/Neml, 26, 60, 61, 62, 63, 64; 28/Kasas, 38, 38, 70, 71, 72, 88, 88; 25/Fâtır, 3; 29/Ankebût, 46, 46; 36/Yâsin, 23, 74; 37/Sâffât, 4, 35, 36, 86, 91; 38/Sâd, 5, 5, 6, 65; 39/Zümer, 6, 40/Mü’min, 3, 37, 62, 65; 41/Fussılet, 6, 6; 43/Zuhruf, 45, 58, 84, 84; 44/Duhân, 8; 45/Câsiye, 23; 46/Ahkaf, 22, 28; 47/Muhammed, 19; 50/Kaf, 26; 51/Zâriyât, 51; 52/Tûr, 43; 59/Haşr 22, 23; 64/Teğâbün, 13; 71/Nûh, 23; 73/Müzzemmil, 9; 114/Nâs, 3.
R- ALLAH’TAN BAŞKA İLÂH YOKTUR: 2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmrân, 2, 6, 18, 62; 4/Nisâ, 87, 171; 5/Mâide, 73; 6/En’âm, 19, 102, 106; 14/İbrâhim, 52; 16/Nahl, 22, 51; 20/Tâhâ, 8, 14; 22/Hacc, 34; 23/Mü’minûn, 116; 27/Neml, 26; 28/Kasas, 70, 88; 37/Sâffât, 4.
S- TEVHİD (TEK İLÂH İNANCI), İNSANLIĞIN ASLÎ İTİKADI VE TÜM PEYGAMBERLERİN ÇAĞLAR BOYU TEBLİĞ EDİP CANLANDIRMAYA ÇALIŞTIĞI HUSUSTUR: 2/Bakara, 133; 7/A’râf, 59, 65, 73, 85, 158; 9/Tevbe, 129; 11/Hûd, 50, 61, 84; 16/Nahl, 2; 18/Kehf, 110; 21/Enbiyâ, 25, 108; 23/Mü’minûn, 23; 41/Fussılet, 6.
Ş- TEVHİD DİNİ
a- Tevhid Dini İslâm’dır: 6/En’âm, 161; 10/Yûnus, 105; 21/Enbiyâ, 92; 30/Rûm, 30; 39/Zümer, 3, 11.
b- Bütün İlâhî Dinler (in Aslı ki, İslâm’dır/Teslimiyettir) Tevhide Dayanır: 6/En’âm, 90; 21/Enbiyâ, 92; 23/Mü’minûn, 51-52; 42/Şûrâ, 13; 43/Zuhruf, 45; 87/A’lâ, 14-15, 18-19.
c- Tevhidden Başka Her Şey Bâtıldır: 10/Yûnus, 32; 22/Hacc, 31; 41/Fussılet, 6.
d- İbrâhim (a.s.)’in Tevhidî Kimliği ve Allah’a Teslimiyeti: 2/Bakara, 128, 131-32; 16/Nahl, 120; 19/Meryem, 100-107.
T- TEVHİD KELİMESİ
a- Tevhid Kelimesi Yücedir: 9/Tevbe, 40.
- 726 -
KUR’AN KAVRAMLARI
b- Tevhid Kelimesinin Örneği: 14/İbrâhim, 24-25.
c- Tevhid Ehli (Muvahhid) ile Müşriğin Örneği: 39/Zümer, 29.
d- Yüce Olan, Yalnız Allah’ın Sözüdür (Tevhiddir): 9/Tevbe, 40.
U- TEVHİD DÂVETİ
a- Muvahhid (Allah’ı Birleyen)ler Olun: 22/Hacc, 31; 30/Rûm, 30.
b- Yüzünü Tevhid Dinine Döndür: 10/Yûnus, 105.
c- Allah’ın Yolunu (Tevhid’i) Tâkip Edin, Başka Yolları Tâkip Etmeyin: 6/En’âm, 153
d- Tevhide Dâvet Etmek: 10/Yûnus, 105¸30/Rûm, 30; 42/Şûrâ, 15.
Ü- TEVHİD EHLİNİN AHLÂKI: 39/Zümer, 17-18; 46/Ahkaf, 13-14.
V- HEVÂ VE HEVESİ İLÂHLAŞTIRMAK: 45/Câsiye, 23; 47/Muhammed, 12
W- PUTLAR VE KÜFRÜN ÖNCÜLERİ
a- Putlar, Kıyâmet Günü Kendilerine Uyanlardan Uzaklaşacaklardır: 2/Bakara, 166; 6/En’âm, 22-24, 94; 7/A’râf, 37, 53; 10/Yûnus, 28-30; 11/Hûd, 21; 18/Kehf, 52; 19/Meryem, 81-82; 28/Kasas, 64, 75; 35/Fâtır, 14; 38/Sâd, 59-61; 41/Fussılet, 48; 46/Ahkaf, 6.
b- Putlar, Hiç Kimseye Zarar ve Fayda Veremezler: 5/Mâide, 76; 6/En’âm, 40, 41, 46, 71; 7/A’râf, 192-198; 10/Yûnus, 18, 106; 13/Ra’d, 14, 16; 17/İsrâ, 56-57; 20/Tâhâ, 88-89; 22/Hacc, 11-13; 25/Furkan, 55; 34/Sebe’, 22; 36/Yâsin, 74-75; 39/Zümer, 38.
c- Putlar, Hiçbir Şey Yaramazlar: 7/A’râf, 191-192; 10/Yûnus, 34; 13/Ra’d, 33; 16/Nahl, 20; 21/Enbiyâ, 21; 25/Furkan, 3; 27/Neml, 60-64; 30/Rûm, 40; 31/Lokman, 11; 35/Fâtır, 40; 46/Ahkaf, 4.
d- Putlar Şefaat Edemezler: 10/Yûnus, 3, 18; 30/Rûm, 12-13; 34/Sebe’, 23; 39/Zümer, 43-44; 43/Zuhruf, 86; 53/Necm, 24.
e- Putlar Cehennem Odunudurlar: 21/Enbiyâ, 98-100.
f- Putlar Bâtıldır: 22/Hacc, 62; 28/Kasas, 74; 53/Necm, 23.
g- Putların Misali: 22/Hacc, 73.
h- Putlar Rızık Veremezler: 29/Ankebût, 17.
i- Putlar Kendilerine Tapanlardan Habersizdirler: 46/Ahkaf, 5.
j- Lât, Uzza, Menat Putları: 53/Necm, 19-20.
k- Kendisine Tapılan Putların Rabbi de Allah’tır: 53/Necm, 49.
l- Putların Kendilerine Bile Faydaları Dokunmaz: 7/A’râf, 197-198; 10/Yûnus, 35; 21/Enbiyâ, 43; 25/Furkan, 3.
m- Putlar, Yapılan Duâlara Cevap Veremezler: 13/Ra’d, 14; 27/Neml, 62; 34/Sebe’, 22; 35/Fâtır, 14.
n- Put İle Allah’ın Misali: 13/Ra’d, 16, 33; 16/Nahl, 17, 75-76; 22/Hacc, 62; 27/Neml, 59-64; 40/Mü’min, 20.
n- Putlar, Diri Değil Ölüdürler: 16/Nahl, 21.
o- Putlar, Hiçbir Şeye Sahip Değildirler: 16/Nahl, 73; 35/Fâtır, 13; 53/Necm, 19-20.
Y- PUTLARA TAPMAK
a- Putlara Tapmak Haramdır: 5/Mâide, 90; 17/İsrâ, 29, 39.
b- Putlara Sövmekten Sakınmak: 6/En’âm, 108.
c- Putlara Tapanlar Gerçekte Ona Tâbi Olmuyorlar: 10/Yûnus, 66; 28/Kasas, 62-63; 39/Zümer, 3.
d- Putlara Tapmaktan Sakınmak: 17/İsrâ, 22; 22/Hacc, 30; 25/Furkan, 68; 42/Şûrâ, 9.
ALLAH (C. C.)
- 727 -
Z- PUTLARIN VE KÜFÜR ÖNCÜLERİNİN CEZÂLARI
a- Kıyâmet Günü Putların Durumu: 25/Furkan, 17-19; 28/Kasas, 62-64, 74; 37/Saffât, 22-34.
b- Putlar, Müşrikler Tarafından İnkâr Edilecektir: 30/Rûm, 13.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, (Bekir Topaloğlu,) T.D.V. Y. İst. 1989, c.9, s. 471-503
2. Şâmil İslâm Ansiklopedisi (Cengiz Yağcı), Şamil Y. İst. 1990c. 1, s. 112-123
3. Kur’an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 2, s. 180-236
4. İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. İst. 1988, s. 15-23; 76-95
5. Âlemlerin Rabbi Allah, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
6. Kur’an’da Allah ve İnsan, Toshihiko İzutsu, Çev. S. Ateş, Kevser Y. , Ank
7. Kur’ân-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor? Veli Ulutürk, Nil Y. İzmir, 1994
8. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
9. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Hilâl Y. İst. 1980, 2. Bs.
10. İslâm İnancında Allah’a İnanmak, Said Havva, Petek Y.
11. Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Bekir Topaloğlu, DİB Y. Ank. 1979, 2. Bs.
12. Allah’ı Nasıl Anlamalı Çocuklarımıza Nasıl Anlatmalı, Vehbi Vakkasoğlu, Sevgi Y.
13. Ru’yetullah, İbn-i Teymiyye, Tevhid Y.
14. Vahdet-i Vücud Risalesi, Sadreddin Taftazani, Tevhid Y.
15. Vahdet-i Vücut, Ali İpek, Timaş Y.
16. Âlemden Allah’a, Mehmet S. Hatipoğlu, Ufuk Kitaplar Y.
17. İslâm Düşüncesinde Allah-Âlem İlişkisi, Halife Keskin, Beyan Y. İst. 1996
18. Hücreden Allah’a, Faruk Yılmaz, Furkan Y. İst. 1983
19. Allah’ı Arayış, Hâris el-Muhâsibî, İlke Y.
20. Allah, Aşk ve Muhammed’in Gerçek Yüzü, A. Nuray Oktay, Zariflik Birlik Y. İst. 1995
21. Allah, İlim ve İnsan, A. Ceressy Morrison, Cat Stevens, Şelale Y. İst. 1985
22. Allah İnancı (En Büyük Huzur) Kaynağımız), Aynur Özmeşe, Gülay Tan, Kılıç Y. İst. 1990
23. Allah ve İnsan, Mahmut Sadettin Bilginer, Esma Y. İst. 1991
24. Allah’ı Tanımak ve Anlamak, Turhan Temizer, Alem Y. İst. 1991
25. Allah’ı İnkâr Mümkün mü? Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Çığır Y. İst. 1977/Çağrı Y. 1978
26. Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, Sigrid Hunke, Altın Kitaplar Y. İst.
27. Allah’ın Kudreti, Atomlar, Rogers D. Rusk, Hikmet Y. İst. 1982, 2. bs.
28. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikatı, Yusuf Kardavi, İhtar Y. İst. 1993
29. Allah’ım Seni Çok Seviyorum, Zarife Canan, D.İ.B. Y. Ank. 1990, 4. bs.
30. Yerleri ve Gökleri Yaratan Allahu Teâlâ Vâhid, Garip Selim Güler, Sim Y.
31. Esmâ-i Hüsna Allah’ın Güzel İsimleri, Alâddin Başar, Zafer Y. İst. 2002, 2. Bs.
32. Esmâu’l Hüsnâ Şerhi, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. İst. 1984/Seha Neşriyat
33. Esmâu’l Hüsnâ, İbn Kesir, Kurtubi, Beyhaki, es-Sa’dî, İbn Kayyim el-Cevziyye, Polen Y.
- 728 -
KUR’AN KAVRAMLARI
34. Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. İst. 1997
35. Esmâü’l-Hüsnâ, Afifüddin Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. İst. 1996
36. Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. Konya, 1997, 2. bs
37. O’nun Güzel İsimleri, M. Nusret Tura, İnsan Y. İst. 1997, 2. Bs.
38. Esmâ-i Hüsnâ Allah’ın İsimleri, Metin Yurdagür, Marifet Y. İst. 1996
39. İsm-i Âzam (Esmâü’l-Hüsnâ), Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. Kahramanmaraş, 1999
40. Esmâü’l-Husnâ Şerhi, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. İst. 2000
41. 99 Esmâ-i Hüsnâ’dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. İst. 1998
42. Esmâi Hüsnâ: Hikmeti, Fazileti ve Esrarı, Arif Pamuk, Pamuk Y.
43. Esmâ-ül Hüsna Türkçe-İngilizce, Abdülmecit Yıldız, Ferşat Y.
44. Esmâül Hüsna Şerhi, İmam Gazali, Meerve Yay. Paz.
45. Âyetlerle Esmaül-Hüsna, Said Köşk, Anahtar Yayıncılık
46. Allah’ın İsimleri, Harun Yahya, Vural Y.
47. Gök Tanrının Sıfatlarına Esmâül-Hüsna Açısından Bakış, Sait Başer, Kubbealtı Neşriyat
48. Emâ-i Hüsnâ, Yusuf Tavaslı, Tavaslı Y.
49. Niçin Allah’a İnanıyoruz? 1-4, Heyet, Hisar Y. İst. 1980 / Kitabevi Y.
50. Allah ve Modern İlim, 1-2, Abdürrezzak Nevfel, Hikmet Y. İst. 1988, 3. Bs.
51. Allah’a İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y. İst. 1989, 4. bs.
52. Allah’ı Arayan Çocuk, M. Yaşar Kandemir, Damla Y. İst. 1987, 3. bs.
53. Allah’ı Niçin Anıyoruz?, Abdullah Arığ, Seha Neşriyat, İst. 1995
54. Allah Vardır, Hâlim Bilsel, Yağmur Y. İst. 1988
55. Allah Var Şeriki Yok, Yusuf Koç, Esra Y. İst 1996
56. Allah İçin Yaşamak, Cavit Yalçın, Vural Y. İst. 1995
57. Allah İnancı (En Büyük Huzur Kaynağımız), Aynur Özmeşe, Kılış Y.
58. Ateizmden İnanca, Emin Arık, Marifet Y.
59. İlimlerin Diliyle Allah, Şaban Döğen, Gençlik Y.
60. Kâinatın Sahibi Allah, Veysel Özcan, Mirfak Y.
61. Muhabbetulllah (Allah’ı Sevme), Şahver Çelikoğlu, Marifet Y.
62. Sebeplilik Problemi ve Allah’ın Varlığı, Muharrem Çakar, İnkılab Y.
63. Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutup, Ravza Y.
64. Muhteşem Sanatkâr, Servet Engin, Adım Y.
65. İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.
66. Allah Dilerse, Ragıp Güzel, Güher Y.
67. Allah, Turan Dursun, Kaynak Y. İst. 1991
68. Allah, Bedri Ruhselman, Ruh ve Madde Y. İs. 1991
69. Fi Zılâli’l-Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 545-554
70. Tefhimu’l Kur’an, Mevdûdi, İnsan Y. c. 1, s. 164-171
ALLAH (C. C.)
- 729 -
71. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 2, s. 137-146; Eser Y. c. 2, s. 825-838
72. Kur’ân-ı KerimŞifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 495-501
73. Hadislerle Kur’ân-ı KerimTefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 3, s. 976-988
74. Hulâsatü’l-Beyan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 443-456
75. Mefatihu’l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 5, s. 333-375
76. El-Mîzan Fî Tefsîri’l-Kur’an, Muhammed Hüseyin Tabatabai, Kevser Y. c. 1, s. 475-518
77. El-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, İmam Kurtubi, Buruc Y. c. 3, s. 444-468
78. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Süleyman Ateş, KUBA Y. c. 1, s. 435-438
79. Et-Tefsîru’l-Hadis, İzzet Derveze, Ekin Y. c. 5, s. 277-282
80. El-Esâs Fi’t-Tefsîr, Said Havva, Şâmil Y. c. 2, s. 110-125
81. Kur’an Mesajı, Muhammed Esed, İşaret Y. c. 1, s. 74-76
82. Safvetü’t Tefâsir, Muhammed Ali es-Sâbûnî, Ensar Neşriyat, c. 1, s. 288-294
83. Min Vahyi’l Kur’an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 4, s. 205-212
84. Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlîsi ve Tefsiri, Ömer Nasuhi Bilmen, Bilmen Y. c. 1, s. 254-262
85. Furkan Tefsiri, M. Mahmut Hicazî, İlim Y. c. 1, s. 195-199
86. Bakara Sûresi Tefsiri, Ramazanoğlu Mahmud Sami, Erkam Y. 303-321
87. Ruhu’l Furkan, M. Ustaosmanoğlu, Siraç Kitabevi Y. c. 2, s. 751-792
88. Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 145-148, 486-488
89. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 295-299, 427-428, 717-724
90. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 99-120
91. Kur’an Okumaları, Metin Karabaşoğlu, Karakalem Y. c. 2, s. 130-145
92. Nurdan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. c.1, s. 31-34, 52-57
93. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
94. Ana Konularıyla Kur’an, Fazlur Rahman, Fecr Y. s. 41-66
95. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 11-53
96. Kur’an’ın Ana Konuları, M. Sait Şimşek, Beyan Y. s. 39-63
97. Kur’anî Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 194-195
98. Bu Böyledir, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y. c. 1, s. 59-137
99. Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celâleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 73-111
100. Tevhid, Hasan el-Bennâ, Nizam Y.
101. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
102. Tevhid, Abdullah bin Abdurrahman, Tevhid Y.
103. Tevhid, 1, 2, Muhammed bin Abdülvahhab, Tevhid Y.
104. Tevhid, Abdülhalık Abdurrahman, Tevhid Y.
105. Tevhid, Abdurrahman bin Hasan, Tevhid Y.
106. Tevhid, Mehmed Zahid Kotku, Seha Neşriyat
107. Tevhid Risalesi, Muhammed Abduh, Fecr Y.
- 730 -
KUR’AN KAVRAMLARI
108. Tevhid Risalesi, Mehmet Sürmeli, Mavi Y.
109. Tevhide Giriş, Hâce Muhammed Parsâ, Erkam Y.
110. Tevhidî Görüş, Heyet, Sahra Y.
111. Tevhidî İnanç, Abdurrahman bin Hasan, Gonca Y.
112. Tevhidin Işığında İslâm’ın Anlaşılması, Ali Diko, Meki Y.
113. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
114. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y.
115. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
116. Tevhid ve Ledün Risâlesi, İmam Gazâli, Furkan Basım Y.
117. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutup, Ravza Y.
118. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y.
119. Allah’ın Varlığı ve Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, İhtar Y.
120. Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Atasoy Müftüoğlu, Nehir Y.
121. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
122. Kelime-i Tevhid Risalesi, M. Ali Karahasanoğlu, Yipar Y.
123. Kelime-i Tevhid Kal’ası, Gazali, Özel Y.
124. Kur’an’da Tevhid, Hüseyin Beheşti, Objektif Y.
125. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Salih Ali Mustafa, Ölçü Y.
126. İşte Tevhid, 1,2, Ziyaüddin el-Kudsi, Hak Y.
127. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
128. İslâm Akaidinde Tevhid, Hasan el-Benna, Nizam Y.
129. Gençlerle Tevhid Dersleri, Mehmet Göktaş, İstişare Y.
130. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
131. Allah Vardır ve Birdir, H. Rahmi Yananlı, Divan Y.
132. Hakikatü’t-Tevhid, B. Said Nursi, Sözler Y.
133. Soruşturma 1, Tevhid Üzerine, Heyet, Sor Y.
134. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlüt Özler, Nun Y.
135. Dua ve Tevhid, İbn Teymiyye, Pınar Y.
136. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y.
137. Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Mevdudi, Pınar Y.
138. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 40-50
139. Kurtulan Toplum, Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y.
140. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
141. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid ve Fazileti, Osman Öztürk, Yenda Y.
142. Tevhid, Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sâdi Yüksel, Yenda Y.
143. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
144. Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
ALLAH (C. C.)
- 731 -
145. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
146. İslâm İnancında Temel Kavramlar, Taner Cücü, Cumhur Y.
147. Kur’an’da Kulluk, Zekeriya Pak, Kayıhan Y.
148. İbadet mi, Ayin mi? Mustafa Karataş, Özel Y. Dersaadet Y.
149. Kur’an’da İbâdet Kavramı, İsmail Karagöz, Şule Y.
150. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
151. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-123
152. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
153. Akide, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
154. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
155. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y.
156. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
157. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
158. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
159. İslâm, Said Havvâ, Hilâl/Petek Y.
160. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.
161. İslâm’a İtirazlar ve Kur’ân-ı Kerim’den Cevaplar, Süleyman Ateş, Kılıç Y.
162. Mekke Rasûllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
163. İlk Mesajlar, M. Ali Baştaşı, Birlaşik Yayıncılık
164. Şehâdet Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
165. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 23-35
166. İslâmî Kimlik İlkeler ve Hareket, Toplu Çalışma, Ekin Y.
167. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
168. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
169. Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
170. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin el-Muvahhid, Hak Y.
171. Kelimetü’l-İhlâs (Lâ İlâhe İllâllah), İbn Receb el-Hanbelî, Hak Y.
172. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y.
173. Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, 1,2,3, Mevdudi, Pınar Y.
174. Kur’ân-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi, Mehmed N. Solmaz
175. Kur’an ve Sünnete Uygun İnanç, Muhammed b. Cemal, Tekin Y.
176. İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
177. Lâ, 1-2, Mustafa Çelik, Ölçü/Yenda Y.
178. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
179. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
180. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
181. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
- 732 -
KUR’AN KAVRAMLARI
182. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
183. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
184. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y.
185. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
186. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y.
187. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
188. İslâm Fıkhında Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Semerrai, Sönmez Neşriyat
189. Kütüb-i Sitte: 1: 335; 2: 246-248; 4: 99-101, 221-222, 225; 6. 364, 373-374, 424, 521, 531; 7: 8, 27-28, 313, 517; 8: 6-7, 80-81; 9: 11-12, 203-204, 549; 10: 19, 138-140, 155-156, 191-194, 284-294; 11: 454; 12: 10, 126-127, 269, 288, 400, 549-550; 13: 261-262; 14: 16, 66, 381-382, 428, 469-472; 15: 523-524; 16: 127-128, 319, 323-327, 362-363, 536; 17: 15-16, 136, 236, 239, 259, 348, 352, 363, 507-509, 563, 567, 583-586, 591, 596, 605-605.

 
Okunma 1670 kez Son değişiklik Cumartesi, 06 Şubat 2021 12:54
Bu kategorideki diğerleri: « AKÎDE ANA-BABAYA İHSAN »