Cumartesi, 06 Şubat 2021 12:40

AKÎDE

Yazan
Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)

بسم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله ، صلاة وسلام على رسول الله

AKÎDE
• Tevhidî Esaslar ve Günümüz
• Akîde; Anlam ve Mâhiyeti
• İslâm Akîdesinin Konusu
• Akîdenin Önemi ve Gayesi
• Akîdede Ölçü (İslâm Akîdesinin Kaynağı -Delili-)
• Akîdevî Esasların Değişmezliği
• İnsan İlişkilerinde İnancın Belirleyici Rolü
• Mü’minin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
• Mü’minin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
• Akaidde Mezhep Olur mu?
• Akide Konularında Dikkat Edilmesi Gereken Bazı Hususlar
• İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
• Klasik Akaid Kitaplarının Eksik ve Hatalı Tarafları
• İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri
• Akaid Kitaplarına Giren Kur’an Dışı İnançlar
• Akîdede Vahdet
• Müslümanlar ve İslâmî Duruş
• Kur'an'ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
“Ey iman edenler, iman edin…” 1911
Tevhîdî Esaslar ve Günümüz
Modern yaşam biçiminde insanların beyni çöp kutusuna döndü. Vahiyle bağları koparılan insana eğitim kurumları, medya, teknoloji, çevre bırakın âhireti, dünya için de gereksiz, hatta zararlı şeyleri bilgi ve kültür adına -insan istemese bile- depoluyor. İnsanlar, vahye dayalı gerçek ilimden koparılıp lügat ve itikadî anlamlarıyla cehâlete itilirken, diğer yandan bilgi kirliliğinin kurbanı oluyorlar.
Beyinle kalp arasında sanıldığından fazla irtibat vardır. Kur’an, aklı kullanıp düşünmenin mekanik beyinle değil; imanın yönlendirdiği kalple olabileceğini ısrarla vurgular. Bilinmesi gerekenlerin başında gelen “Allah”ı hakkıyla bilemeyen veya bildiğini sadece O’na kullukla isbat edemeyenlere düşünmeyen câhil der Kur’an. Ve bu câhillik; beyin, gönül ve diğer organların fıtrat istikametinde görevlerini yapmaması demektir.
Bireysel, sosyal ve siyasal hayattaki tüm problemlerin kaynağında bu cehâlet/
1911] 4/Nisâ, 136
- 490 -
KUR’AN KAVRAMLARI
câhiliyye vardır. Asr-ı saâdeti yaşamanın, saâdeti asra taşımanın yolu akîdenin sağlamlığından geçer. Kur’an’ın istediği gibi iman edilmedikçe, kişilerin ve toplumların düzelmesi mümkün olmayacak, ahlâkî öğütler delik kaba su doldurma gayreti gibi sonuçsuz kalacaktır. Rasûlullah’ın Allah’a sığındığı faydasız bilgi için her zorluğa göğüs geren insan, âhirette kurtuluş ve dünyada huzur için gerekli İslâm’ı öğrenme ve yaşama çabası içinde değilse, büyük bir yanlışlık var demektir. İslâm’ı öğrenmeye çalıştığını sanan bazı kişilerin de, abdesti bozan şeyler kadar imanı bozan şeyleri öğrenmeye önem vermediği de ayrı bir problem. Dört değil, on dört taraftan câhiliyyenin kuşattığı insanın, her türlü beşerî dayatmalara karşı direnebilmesi, Allah’tan başkasına eğilmeyecek bir güce ulaşabilmesi için çok sağlam bir imana ihtiyacı olacaktır.
Tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır. Din, bu esasları bireylere ve topluma yerleştirmeyi esas almış; Mekkî sûreler hemen tümüyle bu ilkeleri yerleştirirken, Medenî sûreler de sık sık buna vurgu yapmış, emir ve yasaklarla bunları pekiştirmiştir. Hz. Peygamber, on üç sene Mekke döneminde bu imanî esasları yerleştirmek için tebliğini sürdürmüş, sonra da imanları kemâle erdirme gayretine devam etmiştir. Kur’an, insanın sadece Allah’a kulluk yapmak için yaratıldığını vurgular. Her türlü puta tapıcılığı, şirkin tüm çeşitlerini, tâğutun bütün görüntülerini, sahte ilâhların egemenliklerini reddetmeden yalnız Allah’a kulluk sergilenemeyecektir. Kabul ve reddedilmesi gereken bu inanç esaslarını öğreten ilim dalı da, İslâm Akaididir. Akaid, akîde kelimesinin çoğuludur.
Bir adı da “Tevhid İlmi” olan “Akîde” ile ilgili eserlerin kiminde, gereksiz tartışma ve ayrıntılar tevhid kavramını gölgelemiş, mezhep tartışmaları, kelâmî düşünceler ve beşerî yorumlar öne çıkmıştır. Bununla birlikte tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esasları, güncel itikadî problem ve sapmalar yeterli şekilde gündeme gelmemiştir. İslâm akîdesi, sadece inanılması gereken esasları değil; aynı zamanda reddedilmesi gereken esasları da düzenler. Ama unutulmamalı ki, reddedilmesi gereken esaslar, falan veya filan mezhebin tartışılabilecek görüşlerinden önce, “lâ” diye kestirilip atılması gereken tâğutî anlayışlar, şirk ve küfür olduğu kesin olan görüş ve yaklaşımlardır. Tüm müslümanları bağlaması yönüyle İslâm akîdesi, beşerî görüşlere dayanmamalı, göreceli ve tartışmalı konulardan, mezhebî ictihad ve kelâmî değerlendirmelerden uzak olmalıdır. Vahye dayanan ve Kur’an ilkelerinin temel alındığı İslâm akîdesini öğrenip inanmak ve hayata geçirmeye çalışmak tüm müslümanların hedefi olmalıdır.
Hayatında akîdeyi merkeze alan kimseler, akîde ile ilgili beşerî yorumlar ile İlâhî iman esaslarını birbirine karıştırmamalı, müslüman olmak ve müslüman kalmak için şart olan esaslar ile, bunların yaşanılan ortamda ne anlama geldiği konusuyla ilgili yorumları ayrı ele almalıdırlar. Birincisinin tartışılması bile câiz olmayan mutlak hakikatler olduğu, ikincisinin yani yorumların ise, ictihadî/beşerî/zannî/göreceli doğrular olduğu bilinmeli ve bütün müslümanların bu beşerî yorumlara aynen katılmaları mecbur tutulup, katılmayanların tekfîr edilmesine gidilmemelidir. İslâm akîdesi, kaçınılmaz olan farklı mezhep, görüş ve akımların kendi doğrularını tüm müslümanlara dayatmaları için bir araç haline getirilmemelidir. Akîde ve bununla ilgili bilgi, müslümanlar arasında tartışmalar açan değil; tartışmaları sona erdiren ve mutlak hakikatin temel alınıp öğretildiği bir ilim haline getirilmelidir. Öğrenilen iman esaslarının temel ilke olarak kabulü onlara
AKÎDE
- 491 -
şeksiz iman edilmesini doğuracağı gibi, yaşanılan hayatın bu ilkelerle bağlantısı ve bu esasların sosyal hayata nasıl geçirileceği üzerinde ise ister istemez beşerî yorumlar ve metod farklılıkları olabilecektir. Temel akîdevî esaslarda birleşen, Kur’an’ın akîdevî ilkelerine ters düşmemeye çalışan, bununla birlikte usûl ve cemaat farklılığı içinde olan mü’minler birbirlerini kardeş kabul etmek zorundadır. Mücadeleyi Kur’an’ın esaslarını belirlediği akîdemize düşman olanlara yöneltmeli, tüm muvahhid mü’minlerle vahdeti hedefleyerek, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmaya çalışmalıyız. Akîdeyi hayatının merkezine alan muvahhid mü’minler olarak; tüm câhiliyye düşünüş, inanış ve yaşayış biçimini terk edip hayatın her alanına tevhidî ilkeleri hâkim kılma gayretinde bulunmak zorundayız.
Akîde; Anlam ve Mâhiyeti
Akîdenin Sözlük ve Terim Anlamları
Akîde; sözlük anlamı olarak düğümlemek anlamına gelen akd kökünden türemiştir. Akaid de akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türeyen i’tikad kelimesi ise; düğüm atmışcasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, o şeyi gönülden benimsemek anlamına gelir. O halde akîde gönülden bağlanılan şey demektir.
‘Akd’ aslında iki şeyin arasını birleştirmektir. Bu, ipin parçalarını birbirine bağlama hakkında, bir binanın parçalarını bağlama anlamında kullanıldığı gibi; yemin, nikâh, sözleşme, satış gibi manevi alanlardaki ‘bağlama’ hakkında da kullanılır.
Sözün akd edilmesi, yani bağlanması yemin’dir. Bu, hem bir söz vermedir, hem de gönlün bağlandığı şeydir. Kur’an bu kelimeyi fiil olarak sözlerin bağlanması şeklinde kullanıyor. Mü’minler, yeminle bağladıkları sözlerinden sorumludurlar.1912
‘Akd’ aynı zamanda her türlü söz vermenin, anlaşma yapmanın ortak adıdır. Kur’an mü’minlere şöyle diyor: “Ey iman edenler! Akitlerinizi (Allah’la ve insanlar yaptığınız sözleşmelerinizi) yerine getirin…” 1913
Aynı kökten gelen ‘akit’, insanın gerek Rabbi olan ezelî yani ‘elest bazmi’ndeki sözleşmesi, gerekse diğer insanlarla yaptığı her türlü anlaşmanın, sözleşmenin genel adıdır. İbn Abbas’a (r.a.) göre buradaki ‘akit’, Kur’an’ın genel hükümleri, helâl ve haram ölçüleridir.1914 Yine aynı kökten gelen ‘itikat’ iman kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır. İnanmak, bağlanılması gereken şeylere bağlanmak demektir. Aynı kökten gelen bir başka kelime ise ‘ukde’dir. Bunun anlamı kendileriyle evlenilen kadınlarla yapılan ‘nikah bağı’1915 ve düğümdür.1916 Kur’an’da bir yerde de çoğul olarak (uked şeklinde) kullanılmaktadır.1917
‘Akide’ gönülden bağlanılan şey manasında kişinin isteyerek, benimseyerek, inanç esaslarını kabul edip inanması demektir. ‘Akide’nin çoğulu ‘akaid’dir.
1912] 5/Mâide, 89; Ayrıca bk. 4/Nisâ, 33
1913] 5/Mâide, 1
1914] nak. Ali Bulaç, Meâl, 106, İbn Kesir, 1/475
1915] 2/Bakara, 235-237
1916] 20/Tâhâ, 27
1917] 113/Felâk, 4
- 492 -
KUR’AN KAVRAMLARI
‘Akaid’, İslâm’ın inanılması gerekli olan temel esasları ve hükümleri demektir. ‘Akide’ daha geniş olarak, bir şeye inanmak, bir haberi veya bir kimseyi doğrulamak, bir şeye bağlı kalmak; inanma şekli, düşünce biçimi gibi kullanılış alanına sahiptir.1918
Kavram Olarak Akide
Terim olarak akîde: İslâm Dini’nde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.
Bu tanımda geçen inanılması gerekli esaslar; Allah’ın varlığına, birliğine, kudretinin sonsuzluğuna, meleklerine, kitaplarına (vahye), peygamberlerine, âhiret hayatına, Kur’ân-ı Kerim’deki emir ve yasakların tümüne inanmak demektir. Reddedilmesi gerekli esaslar ise; küfür, şirk, nifak, fitne, kullara kul olmayı gerektiren düzen ve hayat görüşleri, her türlü yanlış inanç, düşünce ve hayat şekilleri, bâtıl inanç ve hurâfelerdir.
Akide; Allah’ın gönderdiği İslâm’ı, yani Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirip tebliğ ettiği Din’in bütün esaslarını, bütün hükümlerini kalp ile doğrulamak, dil ile söylemek, bir anlamda İslâm’ın doğruluğuna tanıklık etmek demektir.
Akide, bir dinin inanç esaslarıdır. Bir kişi o inanç esaslarını kabul ettiği zaman, o dini benimsemiş olur, o dinden sayılır. Akide aynı zamanda, o dinde bulunan emir, tavsiye, prensip, yasak gibi amel ilkelere de yön verir. Çünkü, akidenin gereği ahlâk ve davranış, yani amel olarak hayata yansır. Yalnızca inanç olarak kafalardan kalan ‘akide’ler zamanla yerini başka inançlara terk eder.
Bu açıdan bakıldığı zaman denilebilir ki, akide kişinin dünya ve âhiret görüşünün bütünleşmiş şeklidir. Kişi ona bağlanır, onun doğru olduğunu kabul eder ve amele ilişkin ilkeleri yaşamaya çalışır. Bir şeyin doğruluğuna inanmak, onun gerektiği yerde uygulanmasıyla gösterilir, isbat edilir.
İslâm’ın ‘akide’ sistemi, Din’in temelidir. Akide, insanla ilgili yaratılış gerçekliğine ulaşmak, insan ile Yaratan arasındaki bağı bulmaktır. Bu kuvvetli bağ, insanı Allah karşısında sorumlu hale getirir ve hayatını hangi amaç doğrultusunda yaşayacağını gösterir. İslâm’da inanç sistemi (akide) kuru kuruya bir inançlar sıralaması, içleri boş hayali şey değildir. Akide, Din’i kabul etmenin ve ona uygun olarak yaşamanın, daha doğrusu yalnızca Allah’a kulluk yapmak üzere karar almanın, buna söz vermenin kendisidir.
Sözlük anlamında geçtiği gibi ‘akit’ yapmak, bir anlamda sözleşme yapmak, söz vermektir (ahd etmektir). Akide, bu söz verişin, bu sözleşmenin İlâhî yönüdür. Mü’min, İslâm’ın akide ilkelerini kabul ederek kulluk yapma sözleşmesini imzalar, Allah (c.c.) ile yaptığı ahd’i (anlaşmayı) uygulamaya karar verir.
İslâm’ın akide anlayışı aynı zamanda, Allah’ın yanlış dediği, bâtıl ve geçersiz saydığı bütün inançları bir tarafa atmanın, kafalarda ve gönüllerde yanlış olan inançları terk etmenin göstergesidir.
Kur’an’a göre, Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberler, vahy ile bildirilen inanç esaslarını (akideyi) insanlara anlatmışlardır. İlk peygamberden son peygambere kadar, akide aynı kalmıştır. İslâm akidesi, çağlara, ülkelere,
1918] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 41.
AKÎDE
- 493 -
halklara ve sistemlere göre değişmez. İnanılması gereken bütün ilkeler, bütün insanlar için geçerlidir. Çünkü İslâm’ın inanç esasları Mutlak Hakikat’tir, gerçektir. Mutlak gerçek olan bir şey zamana ve yere göre değişmez.
İslâm’ın akidesi, yani akaidi, Tevhiddir. Bütün peygamberler Tevhid inancını anlatmışlardır. İnsanlar arasında tarih boyunca Tevhidden sapmalar oldukça, Allah yine elçilerini göndermiş ve onları Hakk’a davet etmiş ve uyarmıştır.
Diğer peygamberlere vahyedildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahyedilmiştir.1919 Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an, kendinden önce gönderilen İlâhî kitapları doğrulamaktadır.1920
Allah (c.c.) bütün topluluklara, ‘Allah’a ibadet edin, tağuta kulluk yapmaktan kaçının’ diye tebliğ yapması için elçiler gönderdi. Ancak onlardan kimileri hidayeti, kimileri sapıklığı (dalâleti) tercih ettiler.1921 Onların tebliğinin içerisinde, Allah’a, âhirete ve peygamberliğe iman gibi üç temel vardı. Vahyin ve peygamberliğinin yanında İlâhî kitaplar ve melekler de akla gelmektedir. 1922
Akide ve Şeriat İlişkisi
İslâm, aslında bir bütündür. Ancak ilkelerini açıklarken onu iki kısım halinde anlatmak gerekir:
1- Akaid, yani akide esasları,
2- Şeriat, yani Din’in hükümleri, emirleri, yasakları.
Bazı İslâm âlimleri de bunu dörtlü bir taksim halinde şöyle ifade ederler:
1- İtikat, 2- İbadet, 3- Ahlâk, 4- Muamelât (hükümler ve hukuk)
İslâm Akîdesinin Konusu
Akaid’in konusu İslâm’da inanılması ve reddedilmesi gereken esaslardır. İslâm akîdesini oluşturan konular, Kur’ân-ı Kerim’de ve mütevâtir hadislerde farklı yorumlara gerek bırakmayacak şekilde açık ve kesin olarak yer alan hükümlerdir. Meselâ, Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, âhiret, küfür, şirk, münâfıklık vs. ile ilgili, Kur’an’da anlamı açık ve kesin hüküm ifâde eden âyetler akaid ilminin konusudur.
İslâm akaidinin konuları iki bölüm halinde ele alınabilir: 1. Mânaya delâlet yönüyle de kesinlik ifade eden mütevâtir naslarla sabit olmuş, inkârı küfrü gerektiren temel esaslar; 2. Tevatür derecesine ulaşmayan veya mütevâtir olsa da mânası açısından zan ifade eden naslarla açıklanan prensipler. Bu sonuncuların inkâr edilmesi küfrü gerektirmez. Akaid hükümleri zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez ve bir bütün olup bölünme kabul etmez yani akîde esaslarının bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz. Âyet ve hadislerle akaid-kelâm literatürü çerçevesinde, ayrıntılarla ilgili bazı görüş farklılıkları bir yana, bütün İslâm ümmeti ve genel olarak İslâm mezheplerince kabul ve tasdik edilen İslâm akaidini şu şekilde özetlemek
1919] 4/Nisâ, 163
1920] 35/Fâtır, 31
1921] 16/Nahl, 36
1922] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 42-43.
- 494 -
KUR’AN KAVRAMLARI
mümkündür: 1. Allah vardır, varlığı kendinden olup kimseye muhtaç değildir, ezelî ve ebedîdir. 2. Kâinat bütün nesne ve olaylarıyla yaratılmıştır, tek yaratıcısı Allah’tır. 3. Allah birdir, yegâne tapılacak varlık O’dur; hiçbir şeye benzemez; cisimlere has zaman, mekân ve benzeri kategorilere, durumlara bağımlılıktan ve her türlü eksiklikten münezzehtir. 4. Allah diridir, bilendir, irade edendir, güç yetirendir, işitendir, görendir, yaratandır, kelâm sahibidir; O, bütün kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmıştır. 5. Her insanın bir kaderi vardır, fakat kul cebir altında değildir. 6. Peygamberlik müessesesi haktır, Hz. Muhammed son peygamberdir, peygamberler güvenilen, tebliğ görevini yerine getiren, büyük günah işlemekten veya günahlarında ısrar etmekten korunmuş kimselerdir, fakat onlar da bizim gibi beşerdir, onlarda en küçük çapta bile olsa tanrılık özelliği yoktur; peygamberlerin mucizeleri haktır. 7. Meleklere ve ilâhî kitaplara iman gereklidir; melekler Allah’ın bütün emirlerine boyun eğen ruhanî varlıklardır; Tevrat, İncil, Zebur, Kur’an, Hz. İbrahim ve Mûsâ’nın “sahîfeleri Allah tarafından indirilmiş kitaplardır. 8. Âhiret hayatı, cennet ve cehennem haktır.
Akîdenin Önemi ve Gayesi
Akîde, İslâm dininin temelidir. İslâm dinini bir yapı olarak düşündüğümüzde, bu yapının temelini akîde oluşturur. Nasıl ki, bir binanın temeli olmadan yükselmesi, ayakta durması, sarsıntılara dayanması mümkün değilse, akîde ile ilgili doğru bilgiler, akaid ilmi olmadan da İslâm binasının yükselmesi, müslümanın inancının sağlam olması mümkün değildir.
İnsanın hayata bakışı, dünya görüşü ve davranışlarının tümü akîdesiyle, inancıyla alâkalıdır. Akîdeyle ilgili olmayan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden müslümanların ve müslüman fert ve ailelerden meydana gelen İslâm toplumunun sağlam bir akîdesi olmalıdır.
Akîde ile ilgili doğru bilgi sayesinde müslüman;
1) Neye, niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir.
2) Ancak sağlam bir akîde bilgisi sayesinde insan, imanını taklîdden kurtarabilir.
3) Bu bilgi ve köklü inanç sayesinde, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir.
4) Bâtıl ve bid’at ehlinin görüş ve itirazlarına karşı, kendi inanç esaslarını savunabilir.
5) Diğer din mensuplarının yıkıcı yayınlarına karşı İslâm dininin inanç sistemini savnur. Meselâ; Hristiyanların Allah hakkındaki teslis (baba-oğul-kutsal ruh) inancına karşı, tek ilâh inancını ortaya koyar.
İnancı sağlam olan bir insan, dünya ve âhiret ile ilgili tüm işlerini İslâm’a uygun bir şekilde yapacaktır. Sağlam ve kâmil inanç, kalpte pasif bir şekilde yer tutmaz; aksine mutlaka inanç sahibinin yaşayışını yönlendirir.
İşte akîde ile ilgili ilmin temel gayesi, insanı inanç ve davranışta İslâm’laştırarak dünya ve âhiret saâdetine kavuşturmaktır. En önemli gayelerinden biri, yukarıda belirtildiği gibi, İslâm inancını her türlü sapık ve yıkıcı fikirlerden, bâtıl düşünce ve hurâfelerden korumaktır. Ayrıca inandığı halde bazı şüpheleri olan insanları
AKÎDE
- 495 -
bu şüphe ve tereddütlerinden kurtarmaktır.
Akîde, İslâm Dini’nin temeli olduğundan; dinin sağlamlığı, bu temelin sağlamlığına bağlıdır. Bu temelin sağlamlığı da kişiye cennet yollarını açar. Dünyanın huzur ve saâdetle dolması da ancak iman sayesindedir. İman etmek, huzur ve mutlulukla dolmak demektir. İmanlı insanlardan meydana gelen toplum da her devirde asr-ı saâdeti yaşayan, saâdeti asra taşıyan bir toplumdur.
Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Tevhidî imana sahip olamayanlar; maddeye, eşyaya, mala, çevreye, dünyaya, zaaflara, şeytana, tâğutlara, egemen güçlere, nefse, hevâ ve hevese... görünmez zincirlerle bağlı ve bağımlıdırlar; özgür değillerdir. Kölenin kölesi, kulun kulu, âcizin emrindeki zavallıdır onlar.
Akîdede Ölçü (İslâm Akîdesinin Kaynağı -Delili-)
İslâm Akîdesi, beşerî görüşlere ve şahsî anlayışlara değil; vahye dayanır. Kimsenin hevâ ve hevesleri akaidde bağlayıcı olamaz. İtikadı belirleyen ölçülerin tek kaynağı vahydir. Vahy olduğu tartışılan veya mânâsı farklı anlaşılmaya müsait olan hükümler de akaid için kesin ölçü olamaz. İslâm inanç esasları, delâleti ve sübutu kat’î olan vahyin itikadî hükümleridir. Kesin doğru, mutlak doğru olan hükümler, tüm müslümanların kabul etmek zorunda olduğu sâdık ve mütevâtir haberlerdir. Kur’an’ın tümü mütevâtir haber türüne girdiği halde; hadislerin çok azı bu sınıflamaya girer.
Hükümler, zannî hükümler ve kat’î hükümler diye ikiye ayrılır. Kat’îlik, hem hükmün vahy olup olmaması yönüyle olmalıdır; hem de konuyla ilgili ifâdenin açıklığı ve netliği yönünden olmalıdır.
İslâm akîdesi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Müslümanın akîdesi Kur’an’a dayanmalıdır.1923 Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Ana itikadî ilkeler, bütün peygamberlerin ortak mesajıdır. Peygamberlerin kendi koydukları ilkeler değildir ki, peygamberden peygambere değişiklik göstersin. Bu inanç ilkeleri, evrensel ve çağlarüstü esaslardır. Bu konuda Rasûlullah’ın (s.a.s.) konumu, inanç ilkelerini açıklamak, daha doğru anlaşılması için konuyu izah etmektir. Rasûl (s.a.s.) kendisi iman esası vaz’ eden değil, kendisine indirilene iman eden konumundadır.1924 Yüce Rasûl, önce kendisi vahye tâbi olmakla mükelleftir:
“Kur’an’a uymayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim, kimin hidâyeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir. Sen, bu Kitab’ın sana vahyolunacağını ummuyordun. (Bu) Ancak Rabbinden
1923] Maalesef bu alanda yazılmış eserlerin çoğunda, Kur’an’da olmayan nice hususların akaid ilkesi olarak kabul edildiği gibi; bundan daha da fecî olanı; Kur’an’a ters nice hususlar akaid hükmü, yani inanç esası olarak belirtilmiştir.
1924] Bk. 2/Bakara, 286
- 496 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bir rahmettir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et. Asla müşriklerden olma! Allah ile birlikte başka bir ilâha/tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz anca O’na döndürüleceksiniz.”1925
“Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen, dosdoğru yoldasın. Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız. Senden önce gönderdiğimiz rasullerimize (ümmetlerine) sor! Rahmân’dan başka tapılacak ilâhlar (edinin diye) emretmiş miyiz?”1926
“Ey Nebî! Allah’tan kork, kâfirlere ve münâfıklara boyun eğip itaat etme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır. Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.”1927
“İşte onun için sen (tevhide) dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına/heveslerine uyma ve de ki: ‘Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de O’nadır.”1928
“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” 1929
Akîdede bağlayıcı bir hükmün, delâletinin de kat’î olması gerekir. Âyetlerdeki bazı ifâdelerin hangi mânâya delâlet ettiği kesin olmayabilir; mânâya delâleti zannî, yoruma açık olabilir. Kimse bir şahsın ictihadını ya da kendi anlayışını, beşerî bir yorumu, başka insanlara inanç esası olarak dayatma hakkına sahip değildir. Mânâya delâleti zannî olan şahsî açıklama veya yorumu kabul etmeyenleri tekfir etme hakkına hiç kimse sahip değildir.
Muhkem âyetlerdeki itikadî esaslar, yani vahyin hükümleri İslâm inanç esaslarını oluşturur. Bu mutlak doğrular, kişilere, zamana ve coğrafyaya göre değişmez. Bunun dışındaki doğrular, nisbî (göreceli) doğrulardır. İctihadî hükümler, şahsî yorum ve tefsirlerdeki doğrular, zannî ve tartışmalı doğrular sınıfına girer. Bunlar tüm müslümanları bağlayıcı olamaz. Dolayısıyla İslâm akaidi de, içinde şüphe bulunan zannî, göreceli ve değişken doğrulara, beşerî doğrulara; yani zayıf temellere dayanmaz. Zan, zayıf bir temeldir.
“Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) bir şeyin yerini tutmaz.” 1930
“Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
1925] 28/Kasas, 85-88
1926] 43/Zuhruf, 43-45
1927] 33/Ahzâ, 1-3
1928] 42/Şûrâ, 15
1929] 6/En’âm, 50; Peygamberimizin kendisine indirilen vahye tâbi olmasını emreden veya kendi ağzından ben ancak vahye tâbi oluyorum diyen âyetler için bk. 6/En’âm, 50, 106, 145; 7/A’râf, 203; 10/Yûnus, 15, 109; 11/Hûd, 12; 16/Nahl, 123; 33/Ahzâb, 2; 43/Zuhruf, 43; 45/Câsiye, 18; 46/Ahkaf, 9; 75/Kıyâme, 18
1930] 10/Yûnus, 36
AKÎDE
- 497 -
onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.” 1931
“Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Hâlbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez.” 1932
Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü’minleri zannın çoğundan sakındırmıştır: “Ey iman edenler, zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.”1933 İtikada ait zanlar, ulûhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar, haram olan zanlara dâhildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında akîdevî esaslar diye, Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, mezhepleri ve ictihadları merkeze alan, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Akîdevî Esasların Değişmezliği
a) İ’tikad esasları, zamana, mekâna, kişilere ve toplumlara göre değişmez.
Allah tarafından Hz. Âdem’e, Hz. Nuh’a, Hz. Mûsâ’ya, Hz. İsa’ya... inanç konusunda ne emredilmişse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de aynı esaslar emredilmiştir. Değişen sadece şeriatlardır. Yani bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temeli, tevhid inancına dayanır.
Tüm peygamberler gönderildikleri toplumlara, Allah’ın varlığı ve birliğini, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu, âhiret diye bir hayatın varlığını haber vermişler; onları Allah’a kulluk etmeye, kendilerine itaate çağırmışlardır. Peygamberlerin bu ortak çağrısı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde ifâde edilir:
“Andolsun biz Nuh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim, dedi; Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız/tanrınız yoktur.”1934
“Andolsun Biz Semud kavmine kardeşleri Sâlih’i, ‘Allah’a kulluk edin’ demesi için gönderdik..”1935
İbrâhim (a.s.) kavmine dedi ki; ‘Allah’a ibâdet edin ve O’ndan korkun. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”1936
“Şuayb (a.s.) kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah’a kulluk edin, âhiret gününe umut bağlayın.”1937
“Biz hiçbir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir amaçla
1931] 53/Necm, 23
1932] 53/Necm, 27-28
1933] 49/Hucurat, 12
1934] 23/Mü’minûn, 23
1935] 27/Neml, 45
1936] 29/Ankebût, 16
1937] 29/Ankebût, 36
- 498 -
KUR’AN KAVRAMLARI
göndermedik.”1938
“Andolsun Biz, ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan, putlardan sakının’ diye (emretmeleri için) her topluma bir peygamber gönderdik.”1939
Bütün peygamberlerin ortak mesajı olan bu itikadî esaslar, hem evrensel, hem de çağlar üstüdür. İlk insandan kıyâmete kadar tüm nesiller için her zaman ve her coğrafyada geçerlidir.
Şu halde herhangi bir kişi veya toplum meselâ şunu diyemez: “Kur’an’daki hükümler geçmişte kaldı. Bugünkü modern toplumda din kaidelerinin herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Din olsa olsa bir vicdan işi olabilir. Geçmişte putperestlik, içki, kumar, fâiz, zina, yasaklandı; namaz, oruç, zekât, hac, cihad, infak emredildi ama günümüzde bunların tümü geçerliliğini yitirdi. Çünkü bugün devletin izniyle açılan kumarhaneler, meyhaneler, genelevler, fâizli işlem yapan bankalar var. Kâbe’de hac yapmak yerine, bizim ulularımızı tavaf edip, saygı duruşu yaptığımız tunçtan, altından, gümüşten, bronzdan heykellerimiz, put imalathanelerimiz, tapınmak ve eğlenmek için yapılmış dev alışveriş ve eğlence merkezlerimiz var...”
İşte tüm bu ve benzeri sözleri kâfir olanlar, dinine bağlılığı pamuk ipliğinden daha zayıf olanlar söyleyebilir. Böyle insanlar ve bu insanlardan oluşan toplumlar şahsiyetsiz ve zayıf karakterlidir. Akîdesi sağlam olan bir müslüman ise, bu ve benzeri anlayışların tümünü reddeder. İnancını zamana, zemine ve mekâna göre değiştirmez.
b) İ’tikad esasları bir bütün olup bölünme kabul etmez. İslâm dininin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek, insanı dinden çıkarır.
Meselâ; “namazla ilgili emirleri kabul ediyorum; fakat fâizle ilgili emirleri kabul etmiyorum. Çünkü şu anda yaptığım ve ileride yapacağım fâizli ticaretime zarar veriyor. Oruçla ilgili hükümleri kabul ediyorum; fakat infak ve zekât ile ilgili hükümleri kabul etmiyorum. Kabul edersem servetimin azalmasından korkuyorum. Hem ben bu serveti kazanırken ihtiyaç sahipleri benimle beraber mi çalıştı?”
“Allah’ın varlığını, birliğini kabul ediyorum; fakat ben içkiden, kumar oynamaktan, zina etmekten, yalan söylemekten, insanları çekiştirmekten, onları birbirine düşürmekten, insanları kandırmaktan vazgeçemem. Bunların hepsi nefsime ağır gelen şeyler. Bu nedenle bu konularla ilgili âyetleri bir kenara bıraksak diyorum.”
İşte tüm bu ve benzeri inanışlar insanı bu dinin dışına çıkarır. Allah Teâlâ bu tür inanca sahip olan insanları Kur’ân-ı Kerim’de kınamakta ve cehennem azâbı ile tehdit etmekte, dinin bir kısmını kabul edip işine gelmeyen kısmını reddedenlere şu hitabı yapmaktadır: “...Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde de azâbın en şiddetlisine itilirler.”1940
1938] 4/Nisâ, 6
1939] 16/Nahl, 36
1940] 2/Bakara, 85
AKÎDE
- 499 -
Biz, sağlam bir inançla Rabbimizin nefsimize kolay gelen hükümlerini kabul edip uyguluyor olabiliriz. Ama aynı zamanda, nefsimize ağır gelen İlâhî emir ve yasakları da kabul edip hiçbir ayırım yapmadan yerine getirmeye çalışmalıyız. Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: İslâm’ın hükümlerinin tamamını kabul ettiği halde, nefsine ağır geldiği için yerine getirmeyen ile; bu hükümleri kabul etmeyip inkâr eden veya alaya alanların durumu bir değildir. Birincisinde insan kâfir olmazken, ikincisinde tereddütsüz kâfir olur. Yani, Allah’a iman eden, İslâm’ın tüm hükümlerini kabul eden, fakat nefsine yenildiği için meselâ içki içen, kumar oynayan insan kâfir değil; günahkâr mü’mindir. Çünkü bu insan inanmıştır. Yerine getirmediği hükümler için de Allah Teâlâ’ya hesap verecektir.
Bu önemli hususa tüm müslümanlar dikkat etmeli, müslüman olduğunu söyleyen ve dinden çıktığı açıkça belli olmayan kimseye münâfık olduğunu zannetsek bile kâfir demekten kaçınmalıyız. Çünkü bir insanı kâfir ilan etmek ağır bir sorumluluğu gerektirir. İslâm’ı reddeden veya söz ya da davranışıyla bilerek inkâr ettiği açıkça belli olan birisine de kâfir demekten kaçınmamalıyız. Kısaca söylemek gerekirse, müslüman olduğunu söyleyen ve söz ya da davranışı açıkça küfrünü ispatlamayan bir kimseye kâfir deme hakkımız olmadığı gibi; kâfir olduğu açıkça belli olan birisine de birtakım menfaatler gereği müslüman deme hakkımız yoktur.
Sâhibini ileriye atmayan, meydana çıkarmayan, küfürle, câhiliyye ile Firâvnî ve tağutî düzen ve müesseselerle, konum ve şartlarına uygun mücadele içerisine itmeyen bir iman, boyutlarında eksiklikler taşıyan bir çeşit inanıştır.
Diğer taraftan İslâm’ın günümüz açısından uygulanabilirliği konusunda şüphe ve tereddütler taşımak da iman ile bağdaşmaz. Bu en azından yüce Rabbimiz’in görüneni, görünmeyeni, geçmişi ve geleceği bileceğine inanmak gereği ile çelişir. Allah’ın Şeriatı’nın herhangi bir zamanda yeterli geleceğinde şüphe içerisinde olmak, Allah’ın sıfatlarında şüpheye düşmek demektir. Allah hakkındaki bir şüphe ve tereddüt ise, mâhiyet ve boyutu ne olursa olsun, kişiyi imandan çıkartır.
Mü’min, iman ettiği nizâmın bütün hükümleriyle her zaman ve mekânın değişmez, mutlak doğru ve insanlığı bunalımlardan uzaklaştıracak, mutluluğa kavuşturacak, insanı insana kölelikten, kendi nefsine ya da herhangi bâtıl bir kuvvete tapmaktan, onun boyunduruğuna girmekten kurtarabilecek yegâne nizâm olduğuna inanmak ve bunun ilmî bakımdan tartışılmaz bir gerçek olduğunu ispat etmek cehdine sürekli sâhip olmalıdır. Bunun yanında; böyle bir nizâmı da arzın herhangi bir yerinde ve kendisini merkez kabul ederek hemen kendisine en yakın parça üzerinde egemen kılmakla yükümlü olduğunu bilmekten, bunun için sa’y ü gayrette bulunup bulunmamaktan sorumlu tutulacağı şuûruyla kesintisiz bir cehd içerisinde olmakla vazîfelidir. Bu onun temel sorumlulukları arasında yer alır.
İslâm’ın ilk dönemi olan Asr-ı Saâdet’te, Resulullah (s.a.s.)’ hayattayken diğer bütün İslâmî ilimler gibi akaid ilmi de yazılmamış ve henüz tedvîn edilmemişti. Zira vahiy devam ediyor; Müslümanlar karşılaştıkları bütün problemleri derhal Hz. Peygamber’e götürüp vahyin ışığında çözüme kavuşturuyorlardı. Ashâb her husûsta olduğu gibi akide konusunda da Kur’an’a ve Rasûlullah’a tam bir teslimiyet içindeydi. Resulullah’ın onlara getirdiği bir inanç prensibini kesinlikle
- 500 -
KUR’AN KAVRAMLARI
tartışma konusu yapmaz, bunun üzerinde görüş belirtmezler; hatta buna asla ihtiyaç duymazlardı. Resulullah’ın mescitte biraraya gelip akîdeyi ilgilendiren “kader” konusunu tartışan bazı sahâbîleri bu tartışmadan alıkoyduğunu görüyoruz.
Hz. Peygamber’in âhiret’e irtihâlinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashâbın çoğu, ‘asr-ı saadet’teki saf ve berrak İslâmî anlayışlarını korudular. Buna rağmen toplum içinde meydana gelen gelişmeler karşısında, ister istemez bazı problemler ile ilgili olarak yeni tartışmalara girişiyorlardı. Özellikle halîfelerin seçimi ile ilgili olarak bazı görüş ayrılıkları meydana gelmiş, bilhassa Hakem olayından sonra Şîâ’nın ve bunlara karşı tam aksi görüşleri savunan Hâricilerin ortaya çıkışı, beraberinde değişik anlayışları da müslümanların gündemine getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Osman’ın şahâdetinden sonra az da olsa beliren bazı görüş ayrılıkları, daha sonra III. Halife’nin katli meselesi tartışmalarına dönüşmüştü. Buna bağlı olarak, adam öldürenin iman durumu da görüş ayrılıklarına zemîn hazırladı. İnsan öldürmek büyük günah (kebîre) olduğuna göre, “Büyük günah işleyen kimse Müslüman mıdır, kâfir midir, yoksa fâsık mıdır?” gibi bir soru gündeme geldi.
Akaidle ilgili eserlerde konular şu şekilde ele alınmıştır: Öncelikle “asılların aslı” olan Allah Teâlâ’ya iman etmek ve onun sıfatlarını tümüyle tevîle girmeden kabullenmek. Bunun yanında diğer iki önemli esas vardır ki bunlar da peygamberlere ve âhirete iman meselesidir. Bu üç esas İslâm akaidinin ilk üç temelini oluşturmaktadır. Yukarıda saydığımız altı iman esasından geriye kalan Kitaplara ve Meleklere iman ise, peygamberlere imana bağlı olarak işlenmektedir. Zira üç temel esastan biri olan peygamberlere iman gerçekleşince, ister istemez bu peygamberlerin getirdikleri haber olarak Kitaplara ve Meleklere de iman etmek kaçınılmaz olur.
İslâm akaidini oluşturan bu iman esaslarına bağlı olarak zamanla birçok konu tartışılmış ve gün geçtikçe İslâm akîde kitaplarına yeni yeni konular eklenmiştir. İlk dönemlerde Fıkh-ı Ekber’in yazıldığı dönemde konular Allah’ın sıfatları ve bunların yorumları çerçevesinde iken; zamanla Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, Cennet’te Allah’ın görülüp görülemeyeceği meselesi, insanın fiilleri, insanın güç yetiremeyeceği meselelerde kişinin sorumluluğu (Teklif-i Mâlâ Yutâk), rızık, ecel, hidâyet-dalâlet, âhiret hayatı, kabir azabı, sual, öldükten sonra dirilme, dünyada işlenen amellerin tartılması, sırat, Havz, Cennet-Cehennem, afv, şefâat, vesîle, imanın artması-eksilmesi meselesi; peygamberlere iman ve bunlara bağlı olarak mu’cize, melekler, kitaplar, mi’rac ve kerâmet meseleleri, Hilâfet, imâmet tartışmaları, dört halifenin râşid hilâfeti, ümmetin imamında aranan özellikler, sahâbe ve onlardan hayırla söz etme, aşere-i mübeşşere, Deccâl, Ye’cüc-Me’cüc meselesi ve bunlar ile ilgili daha pek çok diğer problem akaid kitaplarına konu olmuştur.
Zamanımıza kadar intikâl eden ve önceki âlimlerin ele aldıkları bu meselelerin dışında bugün İslâm toplumunun karşı karşıya kaldığı durumlarda yeni yeni meseleler gündeme gelmiş ve akîdeyi ilgilendirip ilgilendirmediği tartışılmaya başlanmıştır. Totaliter, Laik-Sosyalist veya Laik Demokratik Liberalist sistemlerde yaşayan müslümanlar ister istemez birçok konu ile karşılaşmakta ve bu sistemlerin vücuda getirdikleri usûl ve yaşayış tarzlarına karşı nasıl bir tavır
AKÎDE
- 501 -
takınacaklarını bilememektedirler. Bundan dolayı müslümanların, hâkimiyeti altında yaşadıkları sistemlerle olan ilişkilerinde kaçınılmaz olarak karşı karşıya kaldıkları ve bazen bir hayli zorlandıkları bu problemlerini çözme hususunda da bazı tartışmalar açılmış ve bunlar bugün bir akîde konusu olarak işlenip kitaplara geçmiş bulunmaktadır.
İslâm akaidi ile ilgili olarak yazılan en meşhur eserler arasında İmâm-ı Â’zam’ın Fıkhu’l-Ekber’ini; İmâm Mâturidî’nin Kitâbu’t-Tevhîd’ini: Ömer Nesefi’nin Metnu’l-Akaid’ini, Nureddin es-Sâbûnî’nin el-Bidâye’sini, zikredebiliriz. Bunların yanında Taftazânî’nin Şerhu’l-Akaid adlı eseriyle Şehristânî’nin, Abdulkadir el-Bağdadî’nin, İmâm Gazâlî’nin, Kadı Adudiddin Abdurrahman b. İcî’nin, Seyyid Şerif Cürcânî’nin eserleri de çok okunan kayda değer eserlerdir.1941
İnsan İlişkilerinde İnancın Belirleyici Rolü
İnanç, temelde içsel ve kişisel bir olaydır. Yani kişi neye inanıyorsa önce onu kendi içinde yaşar ve neye inanmıyorsa onu da önce kendi içinde reddeder. Ancak sanıldığı gibi konu bu kadar basit, bu kadar soyut ve sınırlı değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse insan kendi içinde neye inanıyor, ya da neye inanmıyorsa mutlaka ona göre psikolojik bir tutum içine de girer. Hatta zaman zaman, içindeki bu inanma ya da inanmama olgusu, en sert tavırlar olarak onun dışına yansıdığı bile olur. Akıl ve bilim bunu doğrulamaktadır.
Unutmamak gerekir ki ölüme meydan okuyanlar, gözlerini kırpmadan düşmanlarının üzerine saldıranlar; para, servet, zenginlik ve şöhret uğruna katlanılmaz uğraş verenler; definelere ulaşmak için havsalaya sığmaz maceralara sürüklenenler, bir şeye inandıkları için böyle yapabilmektedirler. Öyle ise hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki bütün arzuların, umutların, dâvâların ve ideallerin temelinde bir inanç vardır; Bütün savaşların, kavgaların, politik mücadelelerin, ticarî rekabetlerin, yarışların ya da barışların, hatta propaganda ve reklamların arka planında mutlaka birer inanç vardır.
Dolayısıyla bütün bu gerçekler gösteriyor ki inanç, insanın psikolojisini birinci derecede yönlendiren, hatta tavırlarını belirleyen bir zihin ve yürek gücüdür. Bu bakımdan inanç, kendi tanımı içinde statik bir potansiyel ise de en ufak bir manipülasyonla dinamik bir güce dönüşebilir.
İnanç, ya da İslâm’ın diliyle “iman” dediğimiz bu görünmeyen gücün bütün insanlardaki ortak özellikleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
1. Bir şeye, gerçek diye kesinlik derecesinde inanan insanlar, temelde hak ya da batıl olsun yeri ve zamanı geldiğinde bu inanç uğruna her şeylerini feda edebilirler. İnançlı insanlar için bu ihtimal daima vardır ve toplumsal yaşam açısından çok önemli bir noktadır. Öyle ki gölgesinden korkan nice kimseler, zaman gelmiş inançları uğrunda arslan kesilmişler, hayatlarını bile hiçe saymışlardır.
Unutmamalıdır ki gerek Rahmânî zaferler, gerekse şeytânî galebeler seve seve canını feda eden insanların cesetleri üzerinde daima bina edilmiştir. Şu halde güçlü inanç, kişinin, rolünü üstlenmek durumunda olduğu duyarlı dakikalarda en cesur tavrı göstermek ya da en coşkulu bir kulluk halini yaşamak
1941] Ahmed Ağırakça, Şamil İslam Ansiklopedisi, 1/81-82
- 502 -
KUR’AN KAVRAMLARI
için ona gerekli aktiviteyi kazandırabilecek bir kaynaktır. Onun içindir ki Allah’ın huzurunda, huşû içinde namaza duran bir mü’minin ruh hali nasıl ise, bir heykel karşısında kılı kıpırdamadan dimdik duran müşrik bir insanın ruh hali de aynen öyledir. Her ikisi de inancın etkisiyle bu ibadet ve tapınmayı yapmaktadır; biri Allah’ın râzı olduğu inanç ile, diğeri ise Allah’ın şirk ve putperestlik saydığı inanç ile…
2. Hakka ya da bâtıla inanan insan, hiçbir zaman tarafsız olamaz. Kişi neye inanıyorsa onu, inanmadığı şeye daima tercih eder. Buna bağlı olarak inandığı şeye inananları da tercih eder. İşte deneye tutunan ve bilimsellik iddiasında olan pozitivizm, bu noktada iflas etmiştir.
Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki, mü’minler kardeştirler...”1942 Mü’minler ise Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, âhiret gününe iman eden kimselerdir. Şu halde bu gerçeklere içtenlikle inanan insanlar, renkleri, ırkları ve dilleri ne olursa olsun, hatta hangi ülkede ve hangi bayrak altında yaşıyor olurlarsa olsunlar, Allah’ın belirlediği bu iman ölçülerine göre kardeştirler. Bu da zorunlu olarak şu sonuçları doğurmaktadır:
a) Mü’minler kardeş olduklarına göre birbirleriyle kardeşçe ilişkiler içinde olmak zorundadırlar. Keza bu ilişkileri bütün engellere rağmen sürdürmek mecburiyetindedirler. Buna bağlı olarak onların birlik ve beraberliğine, dayanışma ve yardımlaşmalarına engel olan her şey, ama her şey onları, yüreklerindeki inanca aykırı bir doğrultuya yönlendiren düşmanların ve şeytanların planlarıdır.
b) Mü’min olmayan insanlara gelince bunlar, -değil yakın akraba- anne, baba ve öz kardeş bile olsalar, hiç akraba olmayan mü’minlere göre yabancı sayılırlar. Mü’min kişi, gerçekte yabancı olan bu yakınlarına karşı, duygularına belli bir yön vermek ve tedbirli olmak zorundadır. Mü’minin, gerek mü’min kardeşlerine, gerekse mü’min olmayanlara karşı eylemsel olarak nasıl davranacağı ise konumuzun dışıdır. Mü’minin uygulamalı yaşamı İslâm Fıkhı’nın konusudur.1943
Mü’minin İnsanlara Karşı İçsel Tutumu
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ölümden sonraki ebedî hayata ve kadere inanan kimsenin, insanlara karşı içinden izleyeceği tutum, elbette ki muhataplarının imânî durumlarına göre farklı olacaktır. Bu, bütün dinlerde ve ideolojilerde, hatta karşılıklı yarışan oyun takımlarında bile söz konusudur. Tarih ve sosyoloji bu gerçeği daima kanıtlamıştır.
Örneğin gerçek bir yahudi, gerçek bir hıristiyan ya da gerçek bir budist, dinine mensup olmayan bir kişiyi veya bir topluluğu kendi dindaşlarına karşı desteklemez. Keza gerçek bir komünist, gerçek bir faşist, “laik“ olduğuna kendini gerçekten inandırabilmiş biri ya da klübüne gönülden bağlı bir futbolcu, inancını ya da ideolojisini paylaşmayanları veya takımını tutmayanları, kendi yandaşlarına karşı yine desteklemez.
Burada ince bir nokta daha vardır: Örneğin aynı insanda din ile ideoloji, din ile milliyetçilik, din ile akrabalık ya da din ile başka bir duygu karşı karşıya gelebilir. Yani, aynı insanın içindeki farklı iki olgu arasında bazen herhangi bir
1942] 49/Hucurât Sûresi, 10
1943] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 328-330.
AKÎDE
- 503 -
nedenle çatışma doğabilir. İşte müslüman kişi eğer böyle bir durumda kalacak olursa onun iç dünyasındaki bu çatışma, kendisinin gerçek bir imana sahip bulunup bulunmadığını ortaya çıkaran çetin bir sınav olur.
Bu çetin sınavın en çarpıcı misallerini sahâbîler yaşamışlardır. Mesela Bedir Savaşı’nda, müşrik yakınlarına karşı kahramanca silah kullanmış olan, hatta kılıç darbeleri altında babasının, öz kardeşinin ve amcasının, parçalanmalarını serinkanlılıkla seyreden Ubu Huzeyfe (r.a.) ile babasını bizzat elleriyle öldüren Ebu Ubeyde (r.a.) gibi şanlı sahâbîler, derin bir imanın parlak örneklerini sergilemişlerdir.
Bir şeye inanmak, mutlak surette en az iki şeyden birine taraf olmak demektir. Esasen taraftarlık, kaçınılmaz bir hayat kanunudur. Onun için hiçbir kimsenin, imânî ve ideolojik konuda yan tutmaması mümkün değildir. Hemen her insanın, bağlandığı bir din, bilinç ve kültür düzeyine göre benimsediği siyasal bir görüş, desteklediği bir örgüt, savunduğu bir ideoloji, ya da kutsal saydığı bir dâvâsı vardır. Ancak bu açıklama, bütün insanları ilkel bir ayırımla dost ve düşman diye iki kamp olarak görmek anlamına gelmez ve asla gelmemelidir de. Fakat her şeye rağmen Kur’ân’ın ölçüleriyle bütün insanlar, mü’min kişiye göre yine ikiye ayrılırlar. Bunların bir kısmı, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamına inananlardır ki aralarında iman kardeşliği bağı vardır. Her çağda gerçek anlamdaki iman, bunların gönüllerinde varlığını sürdürerek sonraki kuşaklara intikal eder.
İkinci kısma gelince bunlar da başlıca üç gruptur:
a) Kur’ân’ın tamamına inanmayanlar;
b) Kur’ân’ın içeriğini, istedikleri gibi yorumlayarak çarpıtanlar ya da amacından saptıranlar;
c) Kur’ân’ın bir bölümüne inanmayanlar ya da (şeriat olarak) bu bölümü aşağılama cür’etini gösterenlerdir.
Tabiatıyla bu üç grup da kâfirdirler.
Mü’min kişinin, insanlara karşı içsel tutumunun, nasıl olması gerektiğini Kur’ân-ı Kerîm çok net bir şekilde belirtmiştir. Buna göre mü’minin, imanından kaynayan duyguları bütün insanlara karşı en çok üç farklı şekilde ayrışabilir. Bunlar: “Muvâlât”, “Hazer” ve “Müsâleme”’dir.
Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında bu kavramların ne demek olduğunu anlamaya çalışalım:1944
1. Muvâlât:
Dostluk, taraftarlık ve yan tutma anlamına gelen Arapça bir masdardır. Bunun soyut kökünden türeyen ve (yerine göre) dost anlamına gelen “veli” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde geçmektedir. İşte bu âyetlerden bazıları mü’minin ancak kendisi gibi mü’min olan kimselerle dostluk kurabileceğini1945 hükme bağlamaktadır. Yani mü’min kişi, iman kavramının sınırları içinde ve gönül planında ancak ve ancak kendisi gibi imanlı kimselere karşı sevgi ve yakınlık
1944] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 330-332.
1945] 3/Al-i İmran, 28, 9/Tevbe, 71
- 504 -
KUR’AN KAVRAMLARI
duyabilir, onları dost ve kardeş sayabilir.
Bu kişisel duyguların uygulamadaki görüntüleri ise İslâm fıkhının konusudur. Mesele, elbette ki bu kadar soyut değildir. Çünkü mü’minler arasında da istenmeyen çeşitli olaylar cereyan edebilir, ihtilaflar çıkabilir, hatta zaman zaman kavgalar ve savaşlar bile patlak verebilir. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen bu gibi olaylar hak ve adalet sınırları içinde birer hesaplaşmadan ibaret kalmalı, mü’min kişi hiç bir zaman ve herhangi bir nedenle mü’min kardeşine (ancak imandan yoksun kimselere besleyebileceği) yabancılık duygusunu beslememelidir. Aksi halde bir iman tehlikesi içine girebilir. 1946
2. Hazer:
Korunmak, olası bir tehlikeye karşı duyarlı ve tedbirli olmak demektir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında anlıyoruz ki mü’min kişi, -en yakın akrabaları bile olsa- mü’min olmayanlara karşı sevgi besleyemez, içinden onlara yakınlık duyamaz.1947 Bunlar: küfrün çemberi içinde olan müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedlerdir. İslâm’ın dışında kalmış olan insanlar, kim olurlarsa olsunlar mü’minlere yabancıdırlar. Bu. Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki ümmetler için de aynen geçerli olmuştur. Nitekim büyük peygamberlerden biri olan Hz. Nuh’un (a.s.) çağrısını kabul etmeyen oğlu da diğer âsîlerle birlikte tufânın kabaran sularında boğulup gitmiştir. Hatta, baba olarak bir ara duygulanan Hz. Nuh (a.s.), oğlunu kurtarmak için Allah Teâlâ’ya yalvarmış: “Ey Rabb’im ! Oğlum benim aile halkımdandır...” demişse de Yüce Allah O’na: “Ey Nuh ! O senin ailenden değildir. O, kötü işli biridir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme. Seni öğütlüyorum ki cahillerden olmayasın.”1948 diye O’na sert bir karşılık vermiştir. Hz. Lût’un karısı da aynı suçu işlemiş ve asî yandaşlarıyla birlikte yok olup gitmiştir. 1949
Binaenaleyh, mü’min kişi, inkarcı insanın kurtuluşu için şefaat ve aracılık da yapamaz; Ona Allah’dan rahmet dileyemez. Ancak bu örnekler ve açıklamalar, mü’minin, durup dururken sebepsiz yere (kâfir bile olsa) insanlara karşı düşmanlık beslemesi gerektiği anlamına asla gelmez! Sadece onlardan gelebilecek kötülüklere ve tehlikelere karşı mü’minlerin duyarlı ve tedbirli olması anlamını taşır. Çünkü mü’minlerle kâfirler arasındaki yabancılık ne kan bağıyla, ne herhangi bir akrabalık bağıyla ortadan kalkar; Ne de onların kötülük ve tehlikeleri ihtimal olmaktan çıkar. Allah (cc)’a ve O’nun insanlığa en son mesajı olan Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği gerçeklere inanan insan, bu konudaki ciddi hükmün bilincinde olmak zorundadır.
Dolayısıyla bu insan, Allah Teâlâ’nın, açıkça ateşle tehdit ettiği, ya da pis dediği kimselere karşı asla yakınlık ve hayranlık duyamaz. Onların hiç bir başarısına sevinemez, ilim, kültür ve sanat adına yaptıktlarını içinden beğenemez, onları alkışlayıp kutlayamaz. Aksi halde (istediği kadar “mü’minim” desin, ya da İslâm’ın bütün gereklerini yapsın), onlardan biri oluvermekten kurtulamaz! 1950
1946] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 332.
1947] 58/Mücadele, 22
1948] 11/Hûd, 45, 46
1949] 7/A’raf, 83; 15/Hicr, 60; 27/Neml, 57; 29/Ankebut, 33
1950] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 332-333.
AKÎDE
- 505 -
3. Müsâleme:
Bu kelime, başkalarıyla barış içinde olmak demektir. Arapca “silm” kökünden gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli öğütlerinden biri de barıştır. Nitekim Allah Teâlâ, bütün mü’minleri, barış ortamına girmeye çağırmış 1951 ve düşmanın barışa eğilim göstermesi halinde onların bu meyline olumlu karşılık verilmesini de emretmiştir.1952 Çünkü Kur’ân’ın amacı, insanları her iki cihanda da mutlu kılmaktır. Mutluluk ise ancak barışın egemen olduğu bir ortamda yaşanabilir.
Mü’min kişi, temelde bütün insanlarla iyi geçinen, elinden ve dilinden hiç kimsenin zarar görmediği örnek insandır. Elbette ki bu, bütün insanları sevgiye ve saygıya yaraşır görmek anlamını taşımaz. Allah’a iman etmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in feyiz ve nurundan nasibini almış her insan çok iyi bilir ki toplum içinde müşrikler, münafıklar, zındıklar ve mürtedler gibi zararlı unsurlar da vardır. Bunların hepsi de kafirdir; Bunlar sevilmeyi, sayılmayı asla haketmiş insanlar değildir. Şu var ki bu insanların, yalnızca kendilerini ilgilendiren bulaşık vicdanları, İslâm’ın evrensel değerleri üzerinde yozlaştırıcı ve çarpıtıcı bir etki yapacak şekilde dışa yansımadığı ve mü’minlere karşı saygılı oldukları sürece onları halleriyle baş başa bırakmak hem mü’minlerin esenliği, hem de genelin huzuru için gereklidir.
Düşünce planındaki bu barışçıl tutum, imana bağlı bir ahlâk kuralıdır. Bu sessiz tutumun eylemsel cephesi ise, onlara zaman zaman yöneltilecek tevhid ve ıslah mesajlarıdır. Bu da İslâm’ın öngördüğü yöntemlerle ve yüce şeriatın belirlediği sınırlar içinde yapılır.
Büyük bir önemle belirtmek gerekir ki: Her çağda ve şartlar ne olursa olsun, Mü’minler, İslâm’ın -istisnasız- bütün emir ve yasaklarını yerine getirmeye ve yüce Kur’ân’ı, resmen yürürlükte ise uygulamaya, değilse, onu hayata geçirmeye çalışmak zorundadırlar.
Bu yükümlülük onlar için kıyamet kopuncaya kadar süreklidir. Binaenaleyh (mürted, zındık ve harbî tanımına girmeyen) aslî müşrikler, (yani İslâm devletinin zimmî vatandaşları) ile münafıklar gibi kâfir gruplar, (mü’minlerin, Kur’ân’ı hayata geçirme faaliyetlerini sabote etmeye kalkışmadıkları sürece) bu grupların hak ve özgürlükleri dokunulmazdır. (Zındık, mürted ve harbi kâfirlerin İslâm’da hukuksal bir statüleri yoktur.) 1953
Mü’minin İnsanlar Hakkındaki Kanaati
Mü’minin, görünürdeki gerçeklerden hareket ederek toplumda farklı davranış, ve kanaatlara sahip müslümanlar hakkında varabileceği yargı ise en çok dört şekilden ibaret olabilir. Bunlar: Tahsin, te’vîl, tefsîk ve tekfîr’dir. 1954
1. Tahsîn:
Bir eylemi uygun, normal, legal ya da güzel görmek demektir. Bu düşünsel değerlendirme, İslâm’ın emir ve yasaklarından hiç birini açıkça çiğnemeyen
1951] 2/Bakara, 208
1952] 4/Nisâ, 94, 8/Enfâl, 61
1953] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 333-334.
1954] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334.
- 506 -
KUR’AN KAVRAMLARI
kimsenin dengeli, mübah ya da takdir toplayıcı olan davranışlarına ilişkin olumlu kanaattır. Bu kanaat, ya tamamen önyargısızca olur, ya da bir beğeni duygusu olarak kalben yaşanır. Mü’min kişi, sadece gözlemlerine ve en doğru haber niteliğindeki bilgilerine bakarak bu çizgideki kimseler hakkında bir yargıya varmak durumundadır. 1955
2. Te’vîl:
Yorumlamak, -daha doğrusu - kuşkulu bir durumu maksatlı ve önyargılı yorumlamaktan kaçınmaktır. Örneğin bir müslüman eğer İslâm’ın ölçülerine aykırı bir düşünce ve inanca saptığını, şüpheli kişi ve çevrelerle ilişki içinde olduğunu ya da suç ve günahlardan birini işlediğini açıkça ortaya koymamışsa, yalnızca söylentilere dayanılarak veya ihtimallerden hareket edilerek onun aleyhinde bir değerlendirme yapılamaz. Tersine, bilgisizliğin, duygusallığın, ya da çeşitli yanlışlıkların, bu gibi söylentilere yol açmış olabileceğine ilişkin yorumlarda bulunmak daha doğru olur. İşte buna “te’vil” denir. İman ve ahlâk konusunda bu, bir kural olduğu gibi İslâm hukukunda da, “Berâet-ı Zimmet Asıldır.” 1956 Yani aksi kanıtlanmadıkça suçsuzluk esastır.
Şunu da çok iyi bilmek gerekir ki İslâm tecessüsü yasaklamıştır. 1957 Mü’min kişi, mü’min kardeşinin mahrem hayatını araştıramaz, araştırmayı bile düşünemez. Kişinin, düşünce ve inanç suçları gizli kaldığı sürece o, yalnızca kul ile Allah (cc) arasındaki bir mesele olarak kalır. Şu var ki eğer bir müslümanın şüpheli kanaat ve düşünceleri hakkında alınan duyumlar, başka bir müslümanın, veya İslâm Devleti’nin ya da İslâm Ümmeti’nin hayatı, sağlığı, esenliği, mutluluk ve başarısı ya da maddi ve manevi çıkarları açısından herhangi bir tehlike ihtimalini haber veriyorsa te’vîl yolu burada tıkanır. Bu olasılık, artık bir iman ve ahlâk konusu olmaktan da çıkar ve ciddi bir güvenlik sorunu olarak İslâm Fıkhı’nın, birinci derecede konusu haline gelir! 1958
3. Tefsîk:
Bir kimseyi fâsıklıkla suçlamak demektir. Fâsıklığın anlamı şudur:
Müslüman kişinin, (küfür ve şirk gibi İslâm’dan çıkmayı neticelendiren ağır suçlar hariç, diğer bütün) günah, yasak, çirkin ya da meşru örfe aykırı iş ve eylemlerden en az birini kanıtlanabilir şekilde işlemekle uğradığı sabıkalılık durumuna “fısk” ya da “fâsıklık” denir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıklar 1959 ve kâfirler 1960 de fâsıklıkla nitelenmişlerdir. Ancak fâsık, daha çok bir fıkıh terimi olarak sabıkalı müslümanlar hakkında kullanılmıştır.
Mü’min kişi, “fâsık” ya da (yaklaşık olarak) aynı anlama gelen “fâcir” müslümanı dışlayamaz. Onunla ilişkerini nasıl düzenleyeceğini ise İslâm Fıkhı belirler. 1961
1955] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334.
1956] Mecelle : Kavâid-i Külliye, Madde-8
1957] Hucurat: 49/12
1958] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 334-335.
1959] Tevbe: 9/67
1960] Tevbe: 9/84
1961] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 335.
AKÎDE
- 507 -
4. Tekfîr:
Bir kimseyi kâfirlikle suçlamak demektir. İslâm âlimlerinin, çok dikkatli olunması uyarısında bulundukları noktalardan biri de budur. “Bu nedenle büyüklerden birçok zevât, “Günah işleyen hiç kimseyi kâfir diye suçlamayız.” dememişlerse de, “Her günah işleyeni kâfirlikle suçlamayız.” demişlerdir.”1962
Bunun anlamı şudur: Müslüman kişi, işlediği hemen her günah sebebiyle kâfir olmaz. Ama öyle günahlar, öyle suçlar vadır ki işlendiği zaman (Allah korusun!) İslâm Dini’nden çıkmak için yeterli bir neden oluşturabilir. Bunların başında ise Kur’ân-ı Kerîm’i, bir bütün olarak kabul etmemek; “Nas”’la yasaklanmış olan bir şeyin yasaklığını tanımamak, ya da yasak olmayan bir şeyi yasak kabul etmek gibi durumlar gelir. 1963
Küfür çok ağır bir suç olduğu için, mü’min kişi bu suçu işleyen kimse hakkında kesin yargıya varmadan önce bu durumdaki insanın gerçekten kâfir olup olmadığı hakkında duyduklarını ya da gördüklerini tekrar tekrar gözden geçirmeli, gerekirse âlimlere danıştıktan sonra bu konuda karara varmalıdır. Çünkü özellikle mü’min kişi eğer, babası, çocuğu, karısı ya da kardeşi gibi yakınlarından birini (sonradan) bu ağır suçun içinde görüyorsa, İslâm Fıkhı’na konu olan çok büyük bir sorunla karşı karşıya bulunuyor demektir! 1964
Kainatta en gelişmiş canlı yaratık insandır. Onun diğer bütün canlılardan en önemli ayrıcalığı ise sahip bulunduğu akıldır. Bu yüzdendir ki bütün canlılar arasında eşya ve olayların içyüzünü araştıran yalnızca insan türüdür.
Taşıdığı olağanüstü öneme ve bizzat kendisini hayretler içinde bırakan ilginç yapısına bakarak insan, kâinâtın karmaşık sırları ve olayların kalabalığı içinde hemen her şeyi öğrenmek, madde ötesine ulaşmak ve kendini aşmak iddiasındadır. Binlerce yıldır insanın merak ve heyecanla sürdürdüğü, gerçekleri yakalama yarışında onun bulabildikleri elbetteki küçümsenemez. Buna rağmen kendini keşfetmekte uzun bir yol aldığı da söylenemez.
Aslında insanoğlu, bu hummalı arayışla ruhunun derinliğinde yatan bir özlemi ortaya koymaktadır. En büyük gerçeğe kavuşma özlemi de diyebileceğimiz bu arayışın cevabını ise kısaca şu şekilde vermek mümkündür:
İnsan, hayattaki bütün avantajlarını aklına borçludur. Dolayısıyla insan aklı, her şeyden önce temel görevini fark etmeli ve bu görevi titizlikle yerine getirmeye çalışmalıdır. Bu göreve kısaca “Allah’a iman etmektir.” diyebiliriz. İnsan, bu suretle ancak uğrunda yaratıldığı amaca uygun olarak dünya hayatındaki yerini doldurabilir ve misyonunu tamamlayabilir. Bunu yaparken çok iyi bilmelidir ki onu ebedi kurtuluşa götürecek tek çığır, gerçek vahyin (yani Kurân-ı Kerim’in) ve aklın birlikte klavuzluk ettikleri yoldan başkası değildir. Bu yolda rahatça yürüyebilmek ve amaca ulaşmak için insanın, önce kendisini çok iyi tanıması ve özellikle şu gerçekleri bilmesi gerekir:
Basit düşünenlerce sanıldığı gibi insan, sırf bir yığın et, kemik ve kandan
1962] Ali b. Ali b. Muhammed b. Eb’il-İzz ed-Dımışkıy, El-Akıyda’tut-Tahawiyya Şerhi : 2/434, Muassa ar-Risâlah Beyrut-1988 (Birinci basım)
1963] Bk. Küfür, şirk, zendeka ve irtidâd kavramları.
1964] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 335-336.
- 508 -
KUR’AN KAVRAMLARI
oluşan basit ve sıradan bir canlı değil, bilakis zeki, bilinçli, sosyal ve rûhânî bir varlıktır; Düşünür, yorumlar, muhâkeme eder, sorgular ve tasarlar; Zamanı, mekânı ve şartları hesaplar; İnanır, güler ve ağlar...
Bu harika meziyetler ve bilimin henüz sırlarını çözemediği bu tarife sığmaz üstünlükler insanın çok büyük bir sorumluluk taşıdığını kanıtlamaktadır. Bu sorumluluğun “En büyük gerçeğe inanmak” olduğunu keşfetmek zor değildir. İnsan, her şeyden önce Alemlerin Rabb’i olan Allah Teâlâ’ya ve O’nun bildirdiklerine inanmaktan sorumlu olduğunu idrak etmelidir. Çünkü insanın, bu dünya hayatında yerine getirmek durumda olduğu görevlerin hepsi bu noktadaki sorumluluğa dayanır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Allah (cc)’a ve O’nun bildirdiği gerçeklere içtenlikle iman eden insan, daha bu dünya da bile pembe bir âlemin kucağında, mükemmel bir doyumun, erişilmez bir zevkin ve kesintisiz bir mutluluğun serinliği içinde yaşama imkanını elde edebilir.
Allah Teâlâ, Zahir ve Batın’dır. Yüce sıfatları ve “Esmâ’ül-Hüsnâ” sı ile gizli ve aşikar, her şeyde kendini insana tanıtmış, onu imana davet etmiştir. Hulûlden münezzeh olarak yaratmış bulunduğu her zerredeki tecellisinden yola çıkarak O’nu anlamak akıl ve iz’an sahibi insan için zor iş değildir.
İhsan ettiği akıl nimetiyle birlikte son bir fırsat olarak insanlığa iletilmek üzere Muhammed Mustafa’ya (s.a.s.) indirmiş bulunduğu Kur’ân-ı Kerim ile Rasûlullah’ın (s.a.s.) mübarek sözleri ve O’nun nezih ve örnek hayatı, üzerimize nurdan huzmeler halinde ışık saçmakta, yollarımızı aydınlatmaktadır. Dolayısıyla bu son fırsatı kaçıranların, yarın Allah (c.c.) huzurunda hiç bir mâzeretleri olmayacaktır.1965
Akaidde Mezhep Olur mu?
Usûl-i dinde (akaidde) ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid’at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslâm ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef alimleri Usul-i dinde (akaidde) ihtilafı haram saymış1ar ve buna asla cevaz vermemiş1erdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın mü’minleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiç bir şey birleştiremez: “Ve (Allah) onların gönüllerini (iman ve Allah sevgisiyle birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcamaz olsaydın yine onların (müslümanların) gönüllerini bu derece kaynaştıramazdın. Çünkü Allah onların aralarını (iman ile) birleştirip kaynaştırdı. Çünkü O mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” 1966
İslâm birliğini parçalayıcı nitelikteki akide ayrılıklarının haram olduğuna delalet eden ayetler çoktur: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılınız. Ayrılıp parçalanmayınız.” “Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilaf ederek dağılıp parçalananlar gibi olmayın.” 1967 Hz. Peygamber’in Allah tarafından’ getirmiş olduğu kesin delillerle sâbit olan bir hükmün kendisi ihtilaf konusu yapılamaz. Dinden olduğu kesin delillerle bilinen esaslardan (zarûrât-ı diniyyeden) birini veya birkaçını inkâr eden bir mezhebin İslâm ile alakası kesilir.
1965] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 336-337.
1966] 8/Enfâl, 63
1967] 3/Âl-i İmran, 103, 105
AKÎDE
- 509 -
Fıkıhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid’at ve dalâlete götürmez. Usul-i din ile füru-ı dindeki (amelî hükümdeki) ihtilaf arasında büyük fark vardır. İslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid’at ve dalâlet sayılırken; fıkhî meselelerde ictihadların farklılığı rahmet sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre Muhammed ümmetine geniş imkânlar sağlanmış olur.
Mezheb Konusu İtikadla İlgili Bir Konu mudur?
Mezheb konusu i’tikadla ilgili bir konu mudur? Bu sorunun cevabı elbetteki ‘hayır’dır. Mezheb kavramı inançla ilgili olmayıp bu konu müslümanlar arasında zamanla inanç meselesi gibi görülmeye başlanmıştır. Mezheb konusunda bazı aşırılıklara gidilerek müslümanlar birbirlerini küfürle itham etmişlerdir. Mezheb konusunun ele alınmasının bir nedeni de İslâm dininin en önemli müesseselerinden biri olan ictihad’a karşı çıkılarak, dinin donuklaştırılması, İslâm’ın geçmişe hapsedilmesi ve sonuçta mezheblerin din haline getirilmesidir. Bu anlayışın doğurduğu olumsuz sonuçlar neticesinde câhil insanlar geçmişte ictihad yapan İslâm âlimlerini överken, günümüzde ictihad yapan İslâm âlimlerini dini değiştirmekle itham etmekte ve kolayca kâfir damgası vurabilmektedir. Oysa mezhebler dinin kendisi olmayıp, dini anlamada ve yorumlamada bir yol, bir yöntemdir. İşte bu konudaki yanlış anlayışları düzeltmek ve dini canlı tutmak için mezheb konusu ele alınmaktadır.
Akaidde Mezhep Olur mu?
İnanç esaslarının açıklanması hususunda, Kur’an’daki muhkem (hüküm ifâde eden anlamı açık âyetler) ve müteşabih (birden fazla anlama gelebilen) âyetlerin izah edilmesi, kulların fiilleri, Allah’ın sıfatları ve fiillleri v.s. gibi hususlardaki farklı anlayışların sonucu ortaya çıkmıştır. Meselâ; Maturidi, Eş’ari, Mutezile, Cebriyye gibi. Tarihî bir vâkıa olan itikadî mezheblerin varlığına rağmen, İslâm akaidinin bir bütün ve kesin temel esaslar olduğu anlayışıyla, mezheb akaidi değil; İslâm’ın itikadî konulardaki kesin hükümlerinin eksiksiz ve ilâvesiz kabul edilmesi anlamında İslâm akaidinin tüm müslümanlarca kabul edilmesi gerektiği kanaatini taşıyoruz. BİZE GÖRE AKAİDDE MEZHEP OLMAZ, OLMAMALIDIR.
Akide Konularında Dikkat Edilmesi Gereken Bazı Hususlar
Bakış açısı olarak Kur’an’la sağlaması yapılamayan ihtilâflı hususları akaid konusu olarak kabul etmemek gerekir.
“Put ve Puta Tapma”, “Tuğyan ve Tâğut”, “Küfür”, “İrtidâd”, “Nifak”, “Atalar Yolu”, Bid’at ve hurâfeler, “Şefaat”, “Vesile”, “Resmî din anlayışı ve halkın din diye bildiği yanlışlar, Gayb ve bilinmezliği gibi akaidle direkt ilgili konular Akaid derslerinde ısrarla gündeme getirilmeli ve yeterli miktarda üzerinde durulmalıdır. Akaid açısından günümüzü ve yaşadığımız coğrafyayı yorumlayıp tanıtmayı ve inançla ilgili problemleri gündeme getirip doğrusunu işaret etmeyi önemsemeliyiz. Günümüz ortamında akaid yönüyle ciddi bir değeri kalmayan, zaman aşımıyla önemini yitirmiş konuların yerine, günümüzün problemlerini ve ihtiyaçlarını ele alan bir yaklaşım sergilemeliyiz. Yaşayan güncel câhiliye ve sapıklığın inanç yönüyle insanımıza olumsuz etkisini kırmak için, bâtılları bâtıl olarak yeterince tanıyıp tanıtmak gerekiyor. O yüzden şirkin, küfrün, tuğyânın,
- 510 -
KUR’AN KAVRAMLARI
nifakın güncel örnekleriyle uzun şekilde ele alınmasının önemi büyüktür.
Okul ders kitaplarındaki kuru ve sıkıcı anlatıma benzemeyecek şekilde; mesaj verecek, hikmetini açıklayacak tarzda konuların işlenmesi gerekir. Sadece kuru bilgi vermek değil, okuyucuya şuur vermek veya bilincini canlı tutmak amaçlanmalıdır.
Akaid eserleri, insanımıza tevhidî bir iman, tevhidî bir şuur, tevhidî bir bakış açısı, tevhidî bir dünya görüşü, tevhidî bir yaşayış ve ahlâk kazandırma gayretine yönelik okunmalı ve okutulmalıdır. Çünkü tevhidî esaslar, Kur’an’ın en fazla önem verdiği hususlardır.
İnsanımızda Tevhid Problemi ve Sebepleri
Halkın Sahih İnançtan Tâviz Verme Nedenleri
Cehâlet: Halk dini, hurâfeler ve dâvetçilerin uyarısının yetersizliği, ihmal, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker eksikliği. Trafik polisi yok yolda, hız düşkünü hırslı kimselere, acemi şoförlere ve câhillere uygun ortam.
Siyâsî baskı ve dayatmalar, yönlendirmeler, tâğûtî tavır; devlet dini, resmî din teşkilatları, Bel’amlar, irtica/gericilik yaygaraları ve laiklik. Derin devletin psikolojik ve her çeşit baskı ve sindirmesi. Resmî din anlayışı: “Lâ”sı olmayan bir din, redsiz akaid(!) Hâlbuki insanın kurtulması için kutsal küfür olan tâğutu inkâr etmek, ona küfretmek1968, varsa iyi taraflarını örtmek ve kabul etmemek gerekli idi. Bu kutsal küfrün yanında, çirkin iman da vardır; imana şirk karıştırmak gibi: “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.”1969; Yine imanın yanlış yere yöneldiğinin örneği olarak şöyle buyruluyor: “(Ehl-i kitap) tâğuta ve cibte (bâtıl tanrılara) iman ediyorlar…”1970
İslâm’ın hâkim olmadığı rejimlerde tâğutî düzenin tüm kurum ve kuruluşları müşrik vatandaş yetiştirmek için bütün güçlerini sarfederler.
1- Rubûbiyet tevhidini yeterli görmek, Allah’ın varlığının isbat ve kabulünü merkeze almak: Ateizm, komünizm, Darvinizm karşıtlığını yeterli görmek. Çiçek ve böcekle, arı peteğindeki Allah yazısı ile tatmin olmak ve bunları aşırı önemsemek.
2- Mürcie düşüncesi ve haksız teslîm (insanları İslâm’a nisbet): İman ayrı, amel ayrı deyip ittibâ yoluyla şirki fark etmemek. Mistisizm felsefesi, Kur’an kavramlarını te’vil, tahrif ve dejenere etmek. Mistik yaşayış; pasif tepki, kabuğuna çekilme, kendilerine karşı cihad edilecek şahısları ve zihniyetleri kendi hallerine terk edip sadece nefsiyle uğraşmak. Felsefî veya kelâmî tartışmalar, cedel. Eski Türk dinlerinin kalıntısı ve geleneğin (atalar dininin) mirası.
3- Haksız tekfîr; antitez akaidi, mezhepçilik, grupçuluk, bağnazlık.
4- Egemen güçlerin yönlendirmesi, özendirmesi: Sağcı, muhâfazakâr, demokratik İslâm anlayışları. Amerikancı, düzenci din yaklaşımı, ılıman İslâm, BOP vb. yaklaşımların çekim alanına girmek. Kafaların ve gönüllerin işgali, sömürü ve
1968] 2/Bakara, 256; 4/Nisâ, 60
1969] 12/Yusuf, 106
1970] 4/Nisâ, 51; yine Bk. 4/Nisâ, 60
AKÎDE
- 511 -
köleleştirmenin kurbanları.
5- Dünyevîleşme, lüks, israf, şükürsüzlük ya da geçim sıkıntısı. Cihadın terki ve eylemsizlik. İlâhî emir ve tekliflerden kaçınma, kâfirlere özenme ve benzeme.
6- Çevre şartları: Medya (özellikle TV), okullar (hatta din öğreten okullar ve kurslar), yaşama biçimleri, reklâm, dostluk ilişkileri… Kimlik problemi: Kimliksizlik ya da çok kimliklilik.
7- Aşağılık duygusu, kendi dinine, Müslümanlara ve kendine güvensizlik, aşırı eleştiri.
8- Kibir, gurur, istiğnâ.
9- Dâvetçilerin örnek yaşayış sahibi olamayışları, sadece laf üretmeleri, tevhidin sadece siyasî yönünden bahsedilmesi.
10- Bilgi kirliliği, gereksiz konular ve konuşmalar. Endâd edinme; futbol, tv. internet, müzik gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisi.
11- Laiklik: İki veya çok dinlilik. Câmideki veya namaz kılarkenki İlâh’la; sokaktaki, okul, iş yeri, mahkeme ve meclisteki… ilâhın farklılığı. Allah’ın sadece göklerin (tabiat güçlerinin) hâkimi olduğu anlayışı.
Ne Yapmalı?
Kur’an ve Peygamber ne yaptı, nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdi ise biz de öyle yapmalıyız. Her konuyu “tevhid”le bağlantılı anlatmalıyız. “Tevhid”i sadece siyasî çıkarım ve yorumlarla bağlantılı gündeme getirmek yerine; onu parçalamamalı ve kendimiz de “tevhid ahlâkı”na uymalı, hal dilimizle, her an ve herkese tebliğ edebilmeliyiz.
Klasik Akaid Kitaplarının Eksik ve Hatalı Tarafları
Tüm klasik akaid kitapları hakkında şu değerlendirmeyi yapabiliriz:
İslâm âlimlerine karşı saygısızlık ve uluorta (dayanaksız ve sert) eleştiri, Müslümanların ahlak anlayışına uymaz.
Hatasız insan olmaz. Her insanın, her âlimin hatası olabilir. Oysa klasik yaklaşımda, önceki büyük âlimlerin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı söz konusudur. Miras aldığımız anlayışa göre; eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
Akaidde mezhep olmaz; yani olmamalıdır. Akaidde çeşitli mezhepler çıkmıştır; bu bir vakıadır. Aslında tümü kelâm mezhebi olan bu itikadî mezheplerin akaidde bağlayıcı kabul edilmesini doğru bulmuyoruz. Selefi akaidi, Maturidi akaidi, Eş’ari, Haricî, Mu’tezilî akaidi olmaz; olmamalıdır. Klasik akaid kitaplarının tümü, bir mezhebin akaid anlayışını vurgular. Antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular çokça yer edinir.
Akaid mezhepleri ve Maturidî akaidi, Selefî akaidi vb. yerine, İslâm akaidi, Müslümanların akaidi, Kur’an akaidi diye ad verilecek tüm Müslümanları kuşatan akaid olmalıdır. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak; Delâleti ve
- 512 -
KUR’AN KAVRAMLARI
sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır.
Klasik tüm akaid kitaplarında Kur’an’da hiç mevzu edilmeyen ve hatta Kur’an’a ters nice hükümler/görüşler yer almaktadır. Hâlbuki Kur’an’da yer almayan, Kur’an’la sağlaması ve tashihi yapılamayan, Kur’an âyetleriyle % 100 uyum sağlamayan bir husus, tüm mü’minleri bağlayıcı itikadî esas olamaz. Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, akaid kitapları açısından ciddi bir problemdir. (“İman artıp eksilmez” denilmesi, Kitap verilen peygamberlere Rasûl, verilmeyenlere Nebî denmesi örneklerinde olduğu gibi, Kur’an’a ters görüşler akaid ilkesi kabul edilmiştir. Meselâ Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, İman -İmanın Artıp Eksilmesi- Konusu)
İslâm akaidi, şüpheye, zanna, beşerî görüş ve yoruma dayanmaz. Kişinin müslüman olabilmesi için inanmak zorunda olduğu hususlar, en küçük çapta veya en küçük cüz’ü reddedildiğinde kişiyi küfre sokan hükümler, akaid esaslarıdır. Tabii ki bunlar, vahy olduğunda en küçük şüphe bulunmayan Kur’an âyetleridir.
Tarihten miras olarak devraldığımız geleneksel din anlayışında Akaid hükümleri diye takdim edilen Kelâmî tartışmalardaki problemler ve ihtilâflar, ölçüdeki genişlikle ilgilidir. Farklı mezheb ve görüşteki müslümanları kolayca tekfir eden bu red (anti tez) Kelâmı, zannî deliller veya şahsî anlayışların da akaidde ölçü olarak kabulüyle oluşmuş, göreceli ve zannî doğruların kesin doğrular yerine konulduğu eserlerden ibârettir.
Hadisler konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı vermemek. Klasik akaid kitaplarında ilk şıktaki ifrat yaklaşımını genelde görüyoruz.
Klasik akaid kitaplarında, sadece kabulün yeterli görülüp, reddedilmesi gereken esasların olmadığı intibâsı söz konusudur. Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.
Felsefenin etkisi, dolayısıyla akaidin kelâmlaşması (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.)
Ana konu: Tevhid gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır. Akaid ilmine “Tevhid ilmi” de denilmesine rağmen, Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi.
Konular: Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi. Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı.
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi.
AKÎDE
- 513 -
Mehdi ve mesih inancı, Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi.
Tasavvufî bakış açısı: Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi yanlış görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyi) terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı
Şuur verme yok, sadece bilgi ile yetinilir. Devlet yönetimiyle ilgili problemlere, siyasi ve sosyal tevhid anlayışına yer verilmez.
Klasik akaid kitaplarında güncel itikadî problemleri ve bunlara çözümleri bulmak mümkün değildir. Kaldı ki, o eserler, kendi dönemlerinde bile sosyal ve özellikle siyasal problemlere duyarlı kalmışlardır diyemiyoruz. Akaid açısından günümüzü ve yaşadığımız coğrafyayı yorumlayıp tanıtmayı ve inançla ilgili problemleri gündeme getirip doğrusunu işaret etmeyi önemsemeliyiz. Günümüz ortamında akaid yönüyle ciddi bir değeri kalmayan, zaman aşımıyla önemini yitirmiş konuların yerine, günümüzün problemlerini ve ihtiyaçlarını ele alan bir yaklaşım sergilemeliyiz. Yaşayan güncel câhiliye ve sapıklığın inanç yönüyle insanımıza olumsuz etkisini kırmak için, bâtılları bâtıl olarak yeterince tanıyıp tanıtmak gerekiyor. O yüzden şirkin, küfrün, tuğyânın, nifakın güncel örnekleriyle uzun şekilde ele alınmasının önemi büyüktür.
Klasik akaid kitaplarında, akaide o kitapları yazanlar tarafından sokulan çok sayıda Kur’an dışı inançlar sözkonusudur. Örnek verecek olursak;
Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu)
Velî ve Keramet Anlayışı Kur’an’a ters şekilde ele alınır (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı)
Şefaat Anlayışında da halkın yanlış anlayışına çözüm getirilmez (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Vesile Anlayışı Kur’an’la tashih edilmez (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Klasik kabulde; nesih anlayışı Kur’an’dan şüpheye düşürecek boyutta yanlışlarla arzedilir. (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı)
Akaide konu olan Kur’an kavramlarının tahrif edilmesi veya içinin boşaltılması (en azından belli konularda) sözkonusudur.
İslâm Akaidine Giren Yanlışlar ve Nedenleri
1- KUR’AN’a bakış: Kur’an ilkelerinin temel alındığı “Kur’an akaidi”, “İslâm akaidi” anlayışının olmaması. Akaid vahye dayanmalı. Akaidde ölçü olarak;
- 514 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Delâleti ve sübûtu kat’i deliller esas alınmalıdır.
Kur’an’ın anlaşılmaz olduğu, Akaidin Kur’an’dan bağımsız işlenmesi, Bir konunun Kur’an’da olup olmamasının önemsenmeyişi, bir konunun Kur’an’la sağlamasının yapılmaması. (İMANIN ARTMASI, NEBÎ-RASÛL FARKI örneğinde olduğu gibi)
2- PARÇACI YAKLAŞIM: Kur’an bütünlüğünde bir kavramın nasıl kullanıldığını önemsememek, Kur’an’ın en doğru tefsirinin yine Kur’an olduğunu unutmak. KADER örneğinde olduğu gibi.
3- HADİSLER konusunda ifrat ve her rivayetin sahih kabulü ve Kur’an’a ters düşse veya Kur’an’ın bahsetmediği konu olsa bile akaidde temel ölçü kabul edilmesi. Tefrit de: Peygamber’e akaidle ilgili Kur’an’da bahsedilen konuları açıklama hakkı vermemek.
4- ÖNCEKİ ÂLİMLERin her dediklerinin mutlak doğru olduğu anlayışı. Eski âlimler eleştirilemez, “onların vardır bir bildiği” denilir, anlamaya çalışılır, tevil edilir, tasdik edilir, şerh edilir. Ama Kur’an’la tashih edilmeye gerek duyulmaz.
5- MEZHEP akaidi, antitez görüşler, farklı mezheplerin görüşlerini çürütme amaçlı ifadeler, gereksiz tartışma ve konular. Ehl-i Sünnet akaidi, Mâturidi akaidi, Eş’arî akaidi. Nerede İslâm Akaidi?
6- BEŞERÎ yorum ve düşüncelerin temel akaid ilkesi gibi kabulü. Hâlbuki iman ilkeleri mutlak hakikate dayanmalıdır. Yorumlar, ictihadî, beşerî ve zannî doğrular akaidde ümmeti bağlamaz ve delil olmaz. Yorumlara tüm Müslümanların katılması beklenmemeli, bu yorumlara uymadığı gerekçesiyle mü’minler tekfir edilmemeli. Seyyid Kutub’un, Mevdûdî ve benzeri âlimlerin akaidle ilgili, sosyal yapı, siyaset ve tâğutla ilgili yorumları, ya da Akaid hoca(ları)mızın yorumlarını doğru kabul etmek başka, o yorumlardan yola çıkarak farklı tevil ve yorumlara sahip olanları tekfir etmek başkadır.
7- SADECE KABULÜN YETERLİ GÖRÜLÜP REDDEDİLMESİ GEREKEN ESASLARIN OLMADIĞI İNTİBÂSI Hâlbuki din “lâ ilâhe…” ile başlıyor. Reddedilmesi gereken hususlar, falan mezhebin görüşü değil; kesin küfür olan şeyler olarak gösterilmeli.
8- HAKSIZ TEKFİR VE HAKSIZ TESLÎM Hâricî veya Mürcie mantığı/mirası.
9- İSRÂİLİYAT, ESKİ CÂHİLİYE İNANÇLARININ İSLÂM’A TAŞINMASI
10- FELSEFE DOLAYISIYLA AKAİDİN KELÂMLAŞMASI (Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı, aklın naklin önüne çıkması, sıfatlar hakkında gereksiz izahlar, te’vil vb.)
11- KONULAR Akaidi direkt ilgilendiren konular yerine; hiç ilgilendirmeyen konuların girmesi.
Put ve Putperestlik, Atalar yolu, Hurâfe ve Bid’atler, Çağdaş Uydurma/Bâtıl Dinler (İdeolojiler ve Düzenler), Tuğyân ve Tâğut, İrtidad ve Şirk, Din (Halkın Din Anlayışı ve Resmî Din Kabulü -Ulusal Türk Dini, Diyanet Dini gibi-), Şefaat, Vesile, Gayb ve Bilinmezliği, Büyü, Cin vb. Konular hemen hiç yer almadı.
Bunun yerine Akaidle hiç ilgisi olmaması gereken konular (Mesler üzerine
AKÎDE
- 515 -
mesh etmek, şarkı dinlemek vb.) akaidlere girdi.
12- MEHDİ VE MESİH İNANCI İsrailiyattan alındı. Kur’an’da hiç yer almadığı halde akaidin konusu kabul edildi.
13- TASAVVUFÎ BAKIŞ AÇISI Vahdet-i Vücud ve Fenâ fillâh gibi sapık görüşler, tevhide tümüyle zıt şathiyeler, evliya, yatır, gavs, kutup, üçler, yediler, kırklar anlayışı. Dünya-âhiret ikilemi, yanlış zühd ve takvâ anlayışı, siyaseti terk, kendisiyle (nefsiyle) uğraşmanın esas/büyük cihad olduğu, ilmin önemsenmediği… anlayışı
14- HURÂFE VE BÂTIL İNANIŞLAR Yatır tapımı, bazı insanların putlaştırılması, yönetime ilgili yanlış siyasi tavır vb.
15- ŞUUR verme yok, sadece bilgi.
16- TEVHİD gölgelendi. Tevhide yeterli önem verilmedi. Hâlbuki tevhid tüm peygamberlerin ilk ve en önemli mesajı idi. Kur’an’ın da ilk ve en önemli mesajıdır.
Tevhidin bireysel, sosyal ve siyasal hayata yansıması gereken esaslardan hemen hiç bahsedilmemesi.
17- AKAİDDE MEZHEP OLMAZ.
Akaid Kitaplarına Giren Kur’an Dışı İnançlar
İmanın Artıp Artmaması: Kur’an net şekilde imanın eksilip artacağını söylüyor. 1971
Suhufların Hangi Peygamber’e Kaç Sayfa Olarak Verildiği: Kur’an’da ismi bile geçmeyen ve peygamber olduğu bilinmeyen Şit gibi bir zâta suhuf verildiği gibi hususlar Kur’an’dan ve sahih hadislerden onay almaz. Kütüb-i Sitte’de ve ikinci dereceden önemli hadis kitaplarının hiçbirinde 100 suhuf ve dağıtımından bahsedilmez. Kur’an’da anlatılanlardan yola çıkarsak meselâ Hz. Musa’ya da suhuf verilmiştir (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Kitaplara İman -Suhuf- Konusu)
Velî ve Keramet Anlayışı (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Velî kavramı)
Şefaat Anlayışı (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Vesile Anlayışı (bak. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, Şefaat ve Vesile Konusu)
Nesih Anlayışı (bak. A. Kalkan, Kur’an Kavramları, Nesh kavramı)
Esmâü’l-Hüsnâ’nın Hangi İsimlerden İbaret Olduğu: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan esmâü’l-hüsnâ ile, Tirmizî ve İbn Mâce’de sayılan esmâü’l-hüsnâ arasında hayli fark vardır. 1972
Hayrihî ve Şerrihî mina’llahi Teâlâ anlayışı: Kur’an’la Taban Tabana Zıttır. 1973
1971] Bk. A. Kalkan, Müslümanın Akaidi, 6. Baskı, İman -İmanın Artıp Eksilmesi- Konusu
1972] Bk. Esmâü’’l-Hüsnâ Kavramı
1973] “Sana gelen hasene/iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir/kendindendir…” (4/Nisâ, 79) “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikle-
516 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akaide Konu Olan Kur’an Kavramlarının Tahrif Edilmesi veya İçinin Boşaltılması. 1974riniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (42/Şûrâ, 30) “İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat çıkar. Böylece, onlar yaptıklarının bir kısım karşılığını daha dünya hayatında görürler.” (30/Rûm, 41) “Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir.” (8/Enfâl, 53) “İnsanların elleriyle kazandıklarından dolayı karada ve denizde (çölde, kırda ve şehirde) fesat ortaya çıktı.” (30/Rûm, 41) “Eğer Allah’ın, insanları bir kısmıyla bir kısmını def edip savması olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı; ama Allah âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (2/Bakara, 251) “İnsan, hayrı istediği gibi şerri de ister. İnsan pek acelecidir.” (17/İsrâ, 11) “Öyle bir fitneden sakının ki, o sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmekle kalmaz (herkese sirâyet ve tüm halkı perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” (8/Enfâl, 25) “Sizden önceki nesillerden akıllı kimselerin, (insanları) yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi? Fakat onlar arasından, ancak kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise kendilerine verilen refahın peşine düşüp şımardılar ve suç işleyenler olup çıktılar. Halkı ıslahatçı kimseler olsaydı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (11/Hûd, 116-117) Yine, kötülüğün ve musîbetin insanın kendi yaptığı sebebiyle olduğu konusuyla ilgili Bk. 4/Nisâ, 62, 16/Nahl, 34; 28/Kasas, 27; 30/Rûm, 36; 39/Zümer, 51; 42/Şûrâ, 48 Allah Güzeldir; Her Yaptığı ve Yarattığı da Güzeldir: Allah’ın isim-sıfatlarından biri “muhsin” (güzel yapıp eden)dir. Allah muhsin olduğu için her yarattığını güzel yaratmıştır. O, insanı da güzel, hatta en güzel biçimde yaratmıştır (bkz. 32/Secde, 7; 40/Mü’min, 64; 64/Teğâbün, 3; 59/Haşr, 24; 95/Tîn, 4). İnsanın ürettiği tüm güzelliklerin gerçek sahibi ve yapıp edicisi Allah olup bu üretimde, insanın beynini, gönlünü, elini, dilini kullanmaktadır. Allah’tan daima güzellik zuhur eder. Kötü ve çirkin (seyyie), insan nefsinin ürünüdür (4/Nisâ, 79). Allah, yaratıcıların en güzelidir (40/Mü’min, 14; 37/Sâffât, 125). Var ettiklerine en güzel boyayı vuran da Allah’tır (2/Bakara, 138). Allah, aynı zamanda hüküm verme bakımından da en güzel olandır (5/Mâide, 50). Rızkın en güzeli de Allah’tan gelir. O, rızık verme yönüyle de en güzeldir (65/Talâk, 1; 11/Hûd, 88; 22/Hacc, 58; 16/Nahl, 75). Sözün de en güzelini bir kitap halinde indiren O’dur, O’nun kelâmı da tüm güzellikleri içerir (39/Zümer, 23). Bu yüzden insana, indirilen sözün en güzeline uyması emredilir. İnsana inen sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür (39/Zümer, 55). Bu yüzden, güzel insanların bir niteliği, sözü dinleyip onun en güzeline uymaktır (39/Zümer, 18). En güzel din, güzellikler sergileyerek Allah’a teslim olanların dinidir (4/Nisâ, 125). Allah, fiil, söz ve hükmüyle en güzelin kaynağı olduğundan, en güzel isimler (esmâu’l-hüsnâ) da O’nundur (7/A’râf, 180; 20/Tâhâ, 8; 59/Haşr, 24).
1974] Kur’an kavramlarının hayatî öneme taşıyanlarının hemen hepsinin içi boşaltılmış, Kur’an ve Sünnet dışı anlayışlarla doldurulmuştur. Örneklendirmek ve örnekler üzerinde bu tahribatın ve tahrifatın yapıldığını ispatlamak başlı başına kitap, hatta kitapların konusu olacak kapsamda olduğundan, biz burada tarihsel süreç içinde yozlaştırılan belli başlı Kur’an kavramlarını saymakla yetinelim: İbâdet (Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet olarak yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, bid’atler ve hurâfeler); duâ (haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi); zikir (Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek); şefaat (haram ve şirk şefaat anlayışı; Allah’a rağmen insanı kurtaracak tanrılar edinmeye benzer anlayışlar); takvâ ve muttakîlik (Kur’an’ın tanımladığına hiç benzemeyen özellikler); tâğut (sadece şeytan anlamı verip, azgın insan tipi olan haddi aşıp insanları saptıran yöneticileri kapsam dışı bırakmak); halife (Allah’ın halifesi kavramı ve cemaat liderine halife sıfatı vermek, lâyık olmayanları halife kabul edip, günümüzde bu kavramın gereğini unutturmak); ilim (vahyi reddeden teorileri ya da bilgi kırıntılarını ilim diye takdim etmek ve bunların tahsilinin dinin emri olduğunu iddia etmek; böyle bir tahsil için dinin temel farzlarını teferruat saymak); tevbe (Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yapmanın gereğine inanmak); hak ve bâtılı, hakka bâtılı karıştırmak, hakkı gizlemek; sabır (pasifliği,
AKÎDE
- 517 -
zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek); zulüm (sadece fiziksel eziyet anlamına indirgeyip şirk gibi, mânevî alanlardaki tahribatı bu kavram dışına atmak, müşriklere ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlere zâlim sıfatını vermekten çekinmek); tevhid ve şirk (nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, Allah’ın sıfatlarını başkalarına vermekten çekinmemek); fitne (anlamı daraltmak, sadece karışıklık anlamına indirgemek); nesh (Kur’an’da nice âyetin hükmünün olmadığını, formalite icabı bulunduğunu, sünnetin bile âyeti nesh edebileceğini, yüzlerce âyetin mensuh olduğunu iddia etmek); velî-evliyâ (Kur’an’a muhâlefet ederek, bütün gerçek mü’minlerin vasfı olan bu kavramı, bazı özel şahıslara vermek ve onları tanrılaştırır gibi yüceltmek); millet (Kur’an’da din anlamına geldiği halde, kavim ve ırk anlamı vermek, yasaklanan ırkçılığa bu kavramı kılıf edinmek); nefis (Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak); sevgi (ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek); atalar yolu (Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp İlâhî ölçülere ters olduğu halde onları ölçü kabul etmek); kölelik (Kur’an’ın kesin bir şekilde kaynağını kuruttuğu halde, 19. asrın sonlarına kadar kula kul olmayı İslâm’ın müsaadesi diye sunmak, câriyelere baş örtme özgürlüğü bile vermemek); hastalık (Kur’an’ın çoğunlukla mânevî (imanî) hususlardaki anormalliklere sıfat olarak verdiği halde, sadece bedensel rahatsızlıklara indirgemek); cihad (Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak); istişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek; tevekkül (Tedbire yapışmadan, kul olarak üzerine düşeni yerine getirmeden yanlış beklenti içinde olmayı tevekkül sanmak); murâbata (cihad için hazırlıklı olma anlamını tahrif ederek, farklı uygulamaları bu kavramla dillendirip Kur’an kavramını tahrif etmek); ticaret (Allah’la yapılan alış-verişi, mal ve canla yapılan cihadı bu kapsama almayıp sadece dünyevî alış-verişi ticaret saymak); ülü’l-emr (Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen, hatta bizden olmayanlara bu vasfı vermekten çekinmemek); vesile (gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak); şeriat (şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle şeraiti çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, şeriatla hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak); zühd (dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak); câhiliyye ve câhiliyye hükmü konusunda Müslümanlara düşen bir görevin yok sayılması); put ve puta tapma (resim ve fotoğrafa bir zamanlar gösterilen tepki kadar ister heykellerden ister soyut hususlardan putlaştırılan hususlara karşı tepki göstermemek, putçuları dışlamamak); ismet –mâsumiyet (bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek); kıssa (dini hikâyelere ve kerâmet masallarına boğmak); rüya ve ilham ilim kaynağı olmadığı halde, bunları; ayrıca keşfi, müşâhede, muhâdese ve benzeri şeyleri ilim kaynağı kabul etmek; Allah (Vahdet-i vücut, fena, beka, aşk, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek); bâtın (Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek); nübüvvet (gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den rivâyet ettiğini iddia etmek; nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek); Hızır (Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen kişiyi ölümsüz, helak etmeye ve ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek); bey’at (Bu kavramı, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek); cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar)… Kavramların Tahrif Şekilleri a) Anlamının bilinmemesi, önemsenmemesi, (sosyal, siyasal, ahlâkî… olarak) içinin doldurulmaması: Tevhid, Şirk b) Anlamının daraltılması: Zikir, İbâdet, İmâm c) Yanlış veya Eksik Anlaşılması: Hastalık, Nefis, Belâ, Zulüm d) Tahrif edilip saptırılması: Cihad, Vesile, Duâ, Şefaat, Veli-Evliya, Halife.
- 518 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akîdede Vahdet
İslâm ümmeti, ashâb örneğinde büyük vahdetini, vahyin ortaya koyduğu akidede bütünleşerek, Resulullah’ın (s.a.s.) çevresinde kenetlenip O’nun şahitliği ile vahyi sosyalleştirmeleriyle gerçekleştirmiştir. Daha sonraki süreçlerde vahiyden uzaklaşılarak, Kur’an terk edilmiş bırakılarak oluşturulan vahiy dışı akidelerle ümmet parçalanmıştır. “İnsanlar bir tek ümmetti; sonra anlaşmazlığa düştüler. Rabbinin vermiş olduğu bir sözü olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilecekti.” 1975
Allah’ın insanlığın dünyadaki hayatı ve âhiretteki mutlak âkıbeti için belirlediği kurallar üzerine tefekkür etmeyen, Rasullerle kendilerine ulaştırılan İlâhî uyarı ve öğütlere kulak asmayanlar, kendilerine lütfedilen bu dini parçalamışlardır. Kurtuluş, adâlet ve mutluluk yolu olan “dinleri”ni parçalayanlarsa gruplara ayrılmış ve her biri kendi kişisel kazanım ve doğrularını “mutlaklaştırıp” dinleştirmiş; ardından da bunları bir övünç kaynağı haline getirmişlerdir. “Onlar ki dinlerini parçaladılar ve mezhep mezhep oldular. Her parti kendine ait (imam ve kitap) larla sevinip övünmektedir.” 1976
Nükseden ihtilaflar, Kur’an’ın rehberlik vasfını yerine getirmesinin engellenmesi, gruplaşmaları ve cepheleşmeleri beraberinde getirmiştir. Ümmetin birlikteliğini zedeleyen olumsuzluklar giderek artmış, vahyin ortaya koyduğu hükümler inançtan ve hayattan dışlanmış, yerlerine zanla bina edilmiş şahsi kanaatler veya delilden yoksun birikimler geçirilmiştir.
“Vahdet”ve “tevhid” aynı kökten gelen iki kelimedir. Tevhid, kısaca “birlemek”, vahdet ise “birleşmek” demektir. Allah’ı tevhid ederek iman etmemiş olan bir kimsenin, tevhid ehli olanlarla velayet ve kardeşlik ilişkisi içinde birliği söz konusu olamayacağı gibi; Mü’minlerin birliği, vahdeti anlayışına uzak olan birinin de gerçek bir muvahhid olduğu söylenemez.
Din ve ibâdetler hayatı bir bütün olarak kuşattığında ve bir bütünlük içinde birbirini desteklediğinde fonksiyoneldir, ancak bütünlük içinde uygulandığında dönüştürücü, inşa edici ve arındırıcı bir işlev görebilir. Parçalanan hakikat hakikat olmaktan çıkar. Parçalanan din ve ibadetler Allah’ın murad ettiği fonksiyonunu yitirir. Çünkü din ve hakikat bütüncül haliyle din ve hakikattir.
Tevhid “teklemek, birlemek, bütünlemek” anlamlarına gelir. Yani dini ve hakikati bütünlemenin en genel ifadesidir. Dinde ayrılığa düşerek dini parçalamak, bir kısmını alıp bir kısmını dışlamak, yani hakikati parçalamak ve bir kısmını bütün yerine ikame edip onunla yetinmek ise şirktir. Ümmeti parçalamak ise “sosyal anlamda şirk”tir, “tefrika”dır, tersi ise “vahdet”tir. O halde vahdet tevhidin toplumsal alandaki tezahürüdür. Dinin, kitabın, hakikatin parçalanması ve böylece tevhidi imanın birleştiriciliğinden kopulması, kaçınılmaz olarak o dine, kitaba, hakikate iman ederek tek bir ümmet olmuş ve böyle olması kitapta beyan edilmiş bulunan ümmetin de parçalanması sonucunu kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
İctihat ve yorum alnındaki farklılıklar, çeşni, çok seslilik ve zenginlik olarak
1975] 10/Yunus, 19
1976] 30/Rûm, 32
AKÎDE
- 519 -
hoş görülmesi gerekirken, hakikati, dini parçalama anlamına gelen muhkemler, sabiteler ve akide alanındaki ayrılıklar, ya da değişkenleri sabite haline getiren hizipleşmeler, cedelleşmeler ise tefrika olup, asla hoş görülmemesi gereken ve Allah’ın razı olmadığı bir sapmadır. Dini parçalara ayırıp hizipleşenlerin, bir süre sonra, ellerindeki parçanın din olduğu iddiasıyla onunla diğerlerine karşı övünmeleri söz konusu olmaktadır. Allah bu durumu kınamaktadır.
Allah’ın râzı olmadığı ihtilaf, bölünmemesi gereken bütünleri parçalamaya yol açan ihtilaflardır ki, bunların en önemlisi de Kur’an’ın uyardığı hakikatlerde ve dinde ihtilafa düşmektir. Mezhepler, meşrepler, ekoller, öbekler, gruplar, dini oluşturan herhangi bir rüknü, dinin bütününden koparıp kendine has kılmadığı ve dinin muhkemlerini, sabitelerini bütünlük içinde benimseyip parçalamadığı sürece akide planında tevhide, vahyin belirlediği ortak akidede bütünleşen İslâm ümmetinin birliğini tehdit etmediği sürece de sosyal planda “vahdet”e aykırı olmaz. Ancak, dinin sabitelerini parçalayan, değişkenlerini (zan alanındaki yorum ve içtihat farklılıklarını) sabite haline getirip akideleştiriyor, dinleştiriyorsa, varlığını kitabın müteşabih ayetlerine dayandırıyorsa, dini teşkil eden ana rükünleri bütünden kopararak kendini bunlardan biriyle tanımlıyorsa, bu yapılanma akidevi olarak tevhide, sosyal planda da vahdete aykırılık oluşturur ki, buna tefrika denir.
Kitap ehlinin; âlimlerini, râhiplerini ilah edinmeleri; onların din adına ortaya koydukları hususları sorgulamadan, vahye uygunluk denetimi yapmadan, en azından fıtratın sesine kulak vererek, ya da akletme kabiliyetini kullanarak üzerinde düşünmeden, doğru ve dinden kabul edip körü körüne taklit etmeleri sebebiyledir. Bugün İslâm adına bir kısım alimlerin, önderlerin, şeyhlerin, üstadların ürettiklerinin vahye uygunluk denetimi yapılmadan, sorgulanmadan, dinden kabul edilip taklit edilmesiyle benzeşen bir konumdur bu.
Dinlerini, kitaplarını tahrif ederek ve parçalayarak, Allah’tan başkalarını ilahlar, rabler edinerek şirke bulaşan kitap ehline Kur’an, menşelerinde, köklerinde var olan tevhide dönme, Allah’ı bırakıp da bazı insanları ilâh edinme ve onlara ibadet etme yanlışından “ortak kelime” olan tevhide rücu etme çağrısı yapmaktadır.
Yaklaşık olarak ehl-i kitapla benzer bir serüveni yaşayarak, önder, üstad ve şeyhlerinin ürettikleri bid’at ve hurafeleri vahiyle denetlemeden, Kur’an’a uygunluğunu, Resulün sahih sünnetine mutabakatını araştırmadan, olduğu gibi dinden sayarak iman eden ve din olarak uygulayan ve kendini İslâm’a nispet eden kesimlere de bu ayetin muhtevasında olduğu gibi bir daveti yapmalıyız. Demeliyiz ki; “Ey kendini İslâm’a ve Kur’an’a nispet eden, iyi niyetli insanlar, gelin aramızdaki ortak kelime olan tevhid kelimesinde buluşalım, İman ettiğimizi iddia ettiğimiz Kur’an’ı belirleyici kılalım. Allah’a hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmayalım (rabler edinmeyelim).”
İşte bu sebeplerin etkisiyle, ümmetin birlik, dirlik ve düzeni bozuldu, bu kötü gidişe karşı direniş azmi de yok edildi. Çünkü vahyin açık emrine ve Rasûlullah’ın (s.a.s.) son derece açık sünnetine, zulme karşı açık mücadele örnekliğine ve zalim sultanlara karşı mücadeleye teşvik eden açık ifadelerine rağmen zalim sultana itaat kültürü dinin bir hükmü gibi sunuldu. İktidara geldikten sonra
- 520 -
KUR’AN KAVRAMLARI
bozgunculuk yapan iktidar sahipleriyle mücadele etmek1977 ve zulmedenlere eğilim göstermemek1978 gibi Kur’ani yükümlülükler, Müslümanların çoğunluğu tarafından unutuldu. Rabbimizin, “dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin”1979 emrine uyulmadı. Özetle zamanla Kur’an terk edilmiş bırakılarak, tevhidden şirke, İslâm toplumundan cahiliye toplumuna doğru tersine bir hicret yaşandı. Bu sebeple de, birbirleriyle çekişip ayrılığa düşen Müslümanlar, Rabbimizin uyardığı zillete sürüklendiler, çözülüp yılgınlaştılar, güç, kuvvet ve izzetlerini kaybettiler.
Tevhid Eksenli Gerçek Vahdet Henüz Çok Uzakta
Bu sonuç ancak, tarihsel süreçte üretilmiş olanın kuşatmasından kurtulup, indirilmiş olan vahyi ölçülere teslim olarak sağlanabilir. Geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp ayrışmadan, Batıni yorumları dinleştirmekten, zan alanında gayb haberi ve akide oluşturmaktan vazgeçip, Kur’an’ın korunmuş metnini belirleyici kılıp topluca vahye sarılmadıkça böyle bir vahdet mümkün görünmemektedir. Bu tür keyfi akide oluşturanların birbirlerini tekfir etmeleri de kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır.
Kur’an dışı akaid ve ölçüleri bırakıp ilme’l yakin olana ittiba ettiğimizde, Kur’an’ın muhkem ayetlerini esas aldığımızda ulaşacağımız yoruma açık olmayan kimliksel birlik, tevhid ortak paydasında, sabiteler planında bütünleşme kendiliğinden yaşanacaktır. Vahdet gerçek anlamıyla mümkün hale gelecektir. Kur’an’ın delaleti kati alanıyla, yaşanarak intikal eden mütevatir sünnet mutabakat alanımızı oluşturmak durumundadır ve bu alanda farklılığa müsamaha edilmemesi gerekmektedir. Bizi kardeş yapan akidemiz de bu alanda teşekkül etmektedir.
Kur’an’ın delâleti zanni kısmı ile âhad haber alanı da zan taşıdığı için, akideleştirilmemesi, dinleştirilmemesi ve hoş görülmesi gereken farklılıklarımızı kapsamaktadır. Sâbiteler, muhkem naslar alanındaki, akide ortak paydasındaki birlik sağlandıktan sonra, yoruma açık, ictihat alanındaki kimliksel farklılıklarımız zenginlik olarak kalacaktır.
Bugün ise İslâm’a ve Müslüman halklara yönelik saldırılar, zulümler, katliamlar, hakaret, tecavüz ve işkenceler, emperyalist güçler ve yerli işbirlikçi yönetimlerce bütün İslâm coğrafyasına yayılmışken, bu büyük vahşet soykırım boyutlarında bütün İslâm coğrafyasını kuşatmışken, her gün ve her an Kur’an ve İslâm saldırıya uğrarken, büyük ekseriyet, tarihsel süreçte ürettikleri hurafeleri sorgulamayı, Kur’an’ı belirleyici kılıp tarihsel birikimi ıslah etmeyi bir türlü kabullenmiyor. Çoğu da zâlimlerin, emperyalistlerin işbirlikçiliğini üstlenmekten çeşitli maslahatlar adına çekinmiyorlar.
Ne yazık ki, gerek tüm İslâm coğrafyasında, gerek Türkiye’de yapılan zulme ve emperyalizme karşı tevhid eksenli onurlu bir itiraz yükselten direnen kesimler, ümmetin genel yapısı içinde hep azınlığı oluşturmaktadır.
Hilâfeten saltanata doğru sapmanın sonucunda, yaşanan yüz yıllara sari
1977] 2/Bakara, 105
1978] 11/Hûd, 113
1979] 42/Şûrâ, 13
AKÎDE
- 521 -
süreçte İslâm ümmeti olma niteliğimiz kaybettik. Vahiyden ve Rasûl’ün güzel örnekliğini bize taşıyan sahih sünnetinden koptuk. Vahiy belirleyici olmaktan çıkınca heva ve zannın belirleyiciliğinde dünyevileşme ve hizipleşme yaşandı. Sahih gelenek muharref geleneğe dönüştürüldü pek çok bidat ve hurafeler üretildi. İste böylece İsrailoğullarının yaşadığı ve öyle olmamamız için uyarıldığımız Yahudileşmeyi bizde yaşadık. Kuranı tahrif edemedik ama anlamını ve din anlayışımızı tahrif ettik. Elimizde korunmuş Kur’an olduğu halde Yahudileşmenin bütün unsurlarını fazlasıyla gerçekleştirdik. Kuranı ve dini parçalayıp hizipleştik ve her birimiz elimizdeki parçayı din sayıp onunla övündük. Birbirimizi mahkûm edip, karalayan, kendi tercih ve yorumlarımızı din sayıp mutlaklaştıran düşman kamplara bölündük. Böylece de, mü’min olmanın kaçınılmaz gereği olan, birbirimize karşı merhameti ve sevgiyi de yitirdik.
Bugün, gerçek mü’minlerin uğrunda şehadeti göze aldığı, tüm değerlerimiz ve İslâmî kimliğimiz küresel saldırı ve kuşatmaya muhatap iken, zulme ve emperyalizme karşı birlikte direnmesi gerekenler, emperyalist projeler gereği birbirleriyle çatıştırılıyor. Öyle bir çelişki yaşanıyor ki, ayrı dinler arasında diyalog yaygınlaştırılırken aynı dinin mensupları çatıştırılıyor. İki taraftan bir çok ahmak ve cahil unsurlar ise bu oyuna alet olduklarını bile fark edip akledemiyorlar.
Hepimiz şunu kafamıza koymalıyız ki mezhepler din değildir. Akide alanında mezhep olmaz. Allah katında din tektir ve adı İslâm’dır. Tevhid dininin akidesi de tektir. Bu ortak akideye teslimiyetimiz bizi kardeş yapmamaktadır. Müminler ancak kardeştir. Hepimiz topluca ‘Hablullah’a (Allah’ın ipi olan Kur’an’a) sarılarak kardeşleşmemiz gerekirken, her birimiz değişik ekol ve mezhepler adına tarihsel süreçte üretilmiş olan iplere tutunduk ve bu farklı ipler bizi Hablullah’tan ve birbirimizden kopardı, uzaklaştırdı.
Hedefimiz Kur’an’a Dayalı Sâbitelerde Vahdet Olsa da, Bugün Âcil Olan Vahdet Değil, İttifaktır
Kur’an ve mütevatir sünnet dışındaki zan alanından akide oluşturulması ve batini yorumların mutlaklaştırılması sonucunda Mezheplerin akideleri oluşmuş ve yanlış akide algıları yüzünden tekfirci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. O halde Kur’an ve sahih sünnet ortak paydamızda kardeşleşip kucaklaşmalı, Mezhepçiliği ve mezhepleri dinleştirmeyi terk etmeliyiz.
Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımıza ve ondan neşet eden ortak akidemize sarılarak, tarihsel tüm birikimimizi sorgulamalıyız. Tarihsel süreçte, bütün mezhep ve ekollerin bir çok bidat ve hurafe uydurduğunun bilinciyle, vahyi belirleyici kılmalıyız.
Vahyin belirleyiciliğinde ortak akidemiz olan tevhide dayalı yeniden inşa süreci devam ederken, tarihi sapmalarla her ekolün ve mezhebin de şu veya bu ölçüde kirletilmiş, hurafe ve bid’atlara bulaştırılmış olduğu vakasını dikkate alarak hiç bir mezhep ve ekolün mutaassıp taraftarı olmamalıyız. Bunlardan birisine kendimizi yakın hissedebilir ve amellerimizi bu ekolün içtihadına dayandırabiliriz. Ancak onun mutaassıbı olmak, o mezhebin yanlışı dahil top yekun kabulü ve karşı tarafın doğrularının dahi reddini getiriyor.
Diğer taraftan bu yeniden inşa ve ortak akidede buluşma süreci devam ederken, birbirimize ilmi uyarılarda bulunabilelim “emri bil maruf” yapalım, ancak
- 522 -
KUR’AN KAVRAMLARI
farklılıklarımızı düşmanlık ve kin vesilesi haline getirmeyelim, cedele ve şiddete sapmayalım, tam tersine ihtilaflarımızın kesin çözümünü, aramızda kesin hükmün verileceği güne bırakalım. Ama emperyalizme karşı ittifak ederek özgürlük mücadelesini birlikte yürütelim. Akidevi vahdete kadar hiç değilse zulme ve emperyalizme karşı ittifakı öne çıkarıp özgürlük mücadelesini birlikte yapmalıyız. Bağımsız ve özgür olunca da, iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimize adâletle muâmele edip, merhamet etmeliyiz. İlmî eleştiri ve uyarıların kapısını sürekli açık tutmalı ama çatışma ve cedel noktasına vardırmamalıyız.
Adâleti, merhameti belirleyici kılan, fıtri insani erdemleri öne çıkaran, insanlık onurunu koruyan iyi insani ilişkiler kurup, barış içinde bir arada yaşamayı başarmalıyız. Birbirimizin kurtuluşuna vesile olacak emr-i bi’l-ma’ruf yolunu sürekli açık tutmalıyız. Birbirimize göre akidevi sapmalar içinde olduğumuzu zannetsek bile, öldürerek değil yaşatarak, kurtulma ihtimalimizi arttırmalıyız.
Ciddi ihtilaf konuları örtülerek, soyut kardeşlik ve ümmet vurgusuyla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple diyalog konusunda önemli adımlar atılmış olmasına rağmen on yıllardır yapılan bu tür toplantılara rağmen, birbirini olduğu gibi kabul edip, akidevi boyutları da olan temel farklılıklar hakkında Kur’an’la ciddi bir sorgulama da yapılamamıştır. Temel konulara eğilme sağlanamayınca, akide ve din anlayışı alanında da oluşmuş farklılıkların Kur’an’la ıslahı ciddi bir biçimde gerçekleştirilemeyince, bu iyi niyetli çaba ciddi meyveler verme safhasına bir türlü taşınamamıştır. Halbuki vahdeti sağlayacak ortak payda, ictihada kapalı imani konular, muhkem naslar ve sabitelerdir. Bu konulardaki farklılıklara yol açan vahye aykırılıklar ayıklanmadıkça vahdet hayal olmaktan öte gidemeyecek, bu tür toplantılarda anlık bazı maslahatlar temin edilse de vahdete ulaşılamayacak ve Allah’ın yardımına da müstehak olunamayacaktır. Anlaşılmış olmalıdır ki, soyut ve duygusal temennilerle, akidevi ayrılıklara sebep olan kaynak kurutulmadan, vahiy dışı gayb haberleri ve Kur’an dışı akideyle oluşturulan karanlıklar Kur’an’la aydınlatılmadıkça, vahye dayalı olmayan anlayışları dinleştirenlerin hapsoldukları zindanların duvarları Kur’an ve sahih sünnetle yıkılıp, çeşitli hiziplerin ayaklarındaki birbirleriyle bütünleşmelerini engelleyen zincirler parçalanmadıkça gerçek anlamda bir vahdet sağlanamaz/sağlanamıyor.
Vahdeti sağlayacak en önemli sosyal projenin ise Seyyid Kutub’un vurguladığı, Resulullah’ın (s.a.s.) eğittiği ilk Kur’an neslini örnek alan bir Kur’an Neslinin yeniden İnşa çağrısı olduğunu söyleyebiliriz. Ve bu projeyi eğitim de ve amelde tanıklaştırmak, ister istemez mezhebi görüşleri alta çekecek, Kur’ani ilkeleri öne alacaktır.
Kendini İslâm’a nispet eden tüm iyi niyetli insanlarla “tevhid” ortak paydasında buluşmaya, tarihsel süreçte üretilen ipleri bırakıp, indirilmiş Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılmaya yönelmeli, ısrarla bu hususu gündemde tutmalıyız. Çünkü hepimizi kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, izzet ve onur kazandıracak ve kurtarıcı tevhid potasında mü’min kardeşler kılacak olan sadece bu yoldur. Yani Allah yolu, Kur’an ve tevhid yoludur.
Bu sonuca ulaşana kadar ise, emperyalizme, işgale, yerli zorba sistemlere karşı adalet ve özgürlük eksenli bir mücadelede ittifak öncelenmeli, ama uzun vadeli Kur’an’la ıslah çalışmasında ısrar ederek vahdete giden yol sürekli açık, İslâm birliği ideali de sürekli canlı tutulmalıdır.
AKÎDE
- 523 -
Bütün bu olumlulukların gerçekleşmesi için, her mezhep ve her cemaatten, bu grupların sınırlarını aşarak, taassup zindanlarının duvarlarını yıkarak, Kur’an’ın aydınlığına ulaşan muvahhidlerin ortak çabasına ihtiyaç vardır.1980
Müslümanlar ve İslâmî Duruş
Yaşadığımız dönemde Müslümanların (çoğunluk itibarıyla) durumu içler acısıdır. Bunları maddeler halinde saymaya çalışalım:
1. Müslümanlar İslâm’ı bilmiyor; ilimden uzaklar; ilimden, yani mutlak hakikat olan İlâhî vahiyden uzak, Kur’an’dan kopuk yaşadıkları için, Allah’ın Kitap’ından, birinci elden dini öğrenmiyorlar.
2. Bilmemekten daha kötüsü; İslâm’ı yanlış biliyorlar. Ölçü yanlış. Kur’an terazisiyle tartılıp ölçülmüyor bilinenler.
3. Kur’an’a dayalı iman esaslarını dosdoğru şekilde bilmiyorlar. Dosdoğru inanmıyor ve yaşamıyorlar. 1981
4. İnanç ve amellerine birçok şirk, hurâfe ve bid’at karışmış. Kimi bilinçli bilinçsiz irtidat etmiş, kimi Allah’a endâd/eşler edinmiş, kimi küfür içinde bir hayat sürüyorlar. “Onların çoğu Allah’a şirk koşmadan iman etmezler.” 1982
5. İsyan ve itaat bilinci yok. “Lâ ilâhe” deyip reddetmesi gerekenleri bilmiyor; “illâ” diye teslim olması gereken zât belli değil. 1983
6. Siyasî bilinç yok. Tâğutlara sevgi içinde ve onlara destek ve yardımcı olma sözkonusu. 1984
7. Cihad ruhu yok; kardeşlik ve vahdet anlayışından uzak, ümmet bilincinden mahrum bir anlayış ve yaşayış. 1985
8. Tebliğ (emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker terk edilmiş. Bedenin ihtiyacı olan gıdaların alınıp uygun şekilde çıkarılamayınca ne tür hastalık oluyorsa; okunan, duyulan, sohbet ve derslerde öğrenilen hakikatlerin uygun şekilde dille veya elle yazılarak dışarıya çıkarılamaması da fikrî kabızlığa sebep oluyor. 1986
9. Câhiliyeyi yıkmak için mücadele edecekleri yerde, dinlerini müdafaa bile edemiyorlar.
10. Yanlış hizmet anlayışı; haramlarla, Batılı tarzda ve sadece aklî ya da pragmatizm ölçülerinde hizmet anlayışı. Rabbânî tarzda ve nebevî ölçülerde, kulluğun içine girecek şekilde hizmet değil.
11. Dünyevîleştiler ve kapitalistleştiler. Dünyaya aşırı meyil, malın kulu, paranın nesnesi olma, lüks, israf, eşya tutkunluğu.
12. Âhirete (cennet ve cehenneme) yakînî iman ve âhireti öncelikleyip oraya
1980] Mehmet Pamak
1981] Bk. 2/Bakara, 85-86; 4/Nisâ, 136
1982] 12/Yusuf, 106; Yine Bk. 39/Zümer, 65-66; 31/Lokman, 13
1983] Bk. 4/Nisâ, 13-14
1984] Bk. 2/Bakara, 256-257; 4/Nisâ, 76; 16/Nahl, 36; 39/Zümer, 17-18
1985] Bk. 49/Hucurât, 15; 49/Hucurât, 10; 3/Âl-i İmrân, 103, 110; 21/Enbiyâ, 92
1986] Bk. 3/Âl-i İmrân, 104-105
- 524 -
KUR’AN KAVRAMLARI
hazır olmak yok. Tek kanatlı kuş gibiler, iki dünyalı değiller. Dünyalarını âhiret açısından değerlendirmeyiş.
13. Ulusçuluk, vatancılık, ırkçılık, hemşehricilik, düzencilik (devletçi çizgi),
14. Atalar dinine sarılma, gelenek ve âdetleri kutsama ve mutlak doğru kabul etme.
15. Modernizm çizgisinde müsteşrike benzer din anlayışı; ılıman İslâm denen, içi boşaltılmış ve çağdaş cahiliye değer(sizlik)leriyle doldurulmuş yapay din anlayışı
16. Geçim uğraşısından başka bir şeyi görmeyiş veya zengin olma hayalleri içinde zengin olmak için ne gerekirse yapmaya hazır olma
17. Futbol hastalığı, müzik tutkunluğu, TV. ve özellikle dizi bağımlılığı, internet düşkünlüğü ve bilgi kirliliğine muhatap olma
18. Demokrasi ile işlerin düzeleceğini sanıyorlar. “Oyu ver, koyuver” anlayışı. Aslında ülkeyi kimlerin yönettiğini görememek. Ülkenin derin devlet denilen, başta yattığı yerden Atatürk (onun laiklik gibi ilkeleri) olmak üzere, silahlı kuvvetler; Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar, para ve TÜSİAD gibi para babaları, Amerika, Batı ve onların prensipleri yönetiyor. Halkın seçtikleri en son sırada. Onlar sekreter ve piyon durumunda. Halk bunun farkında değil. Kendi tâğutunu seçme telaşında. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenleri velî (dost ve yönetici) kabul etmekte.
19. Sünnetullah’ı bilmiyorlar. Allah’ın değişmez yasalarına ters düşen tavırlar sergiliyorlar. Sıkıntıyla, zorluklarla, korkuyla, cihadla, açlıkla sınanmadan kurtuluş bekliyorlar. Rahat ve keyifleri (hevâlarını tanrı edinme) öne çıkıyor. Üzerine düşen görevleri yapmadan sadece dille duâ sâyesinde netice isteniyor. 1987
20. Din’in “asl”ında tenzilât, ayrıntılarda ilâvelerde bulunma şeklinde beliren yanlış dindarlık ve yanlış takvâ anlayışı, gerçek Müslümanlık kabul ediliyor. İnsanlar şirkten sakınmadan nâfile ibâdetlerle dindar olabileceklerini sanıyor. Mistisizm; pasif din ve dindarlık anlayışı
21. Bilinçli-bilinçsiz tevhidî İslâm’a ve muvahhid Müslümanlara düşmanlık
22. İbâdetlere önem verilmiyor; tâğutlara, putlara, bâtıla farkında olmadan da olsa ibâdet ediliyor. Haram-helâl, farz-vâcip önemsenmiyor.
23. Her çeşit ahlâk krizi; Zulme râzı, edilgen, rüzgâr nereden kuvvetli esiyorsa onun götürdüğü yere sürüklenen nesneleşmiş insanlar
24. Mürcie düşüncesi: İman ayrı amel ayrı diyerek amellere önem vermeden cenneti garanti gören zavallı anlayış
25. Çevre şartlarına teslimiyet: Medya, düzen, okullar, moda, çılgınca tüketim, reklamların etkisinde kalma, yaşama biçimi yönüyle kâfirlere benzeyen ve onlara tavır al(a)mayan bir yaklaşım
26. Kimlik problemi: a- Kimliksizlik (ne Müslüman olduğu belli, ne gâvur denilebiliyor) b- Çok kimliklilik (Her boyaya giren, her inanca uygun davranan,
1987] Bk. 2/Bakara, 155; 29/Ankebût, 1-3; 49/Hucurât, 15
AKÎDE
- 525 -
aslında hiçbirinde samimi olmayan münafık tipli iki yüzlülük, iki yüz yüzlülük
27. Laiklik: Camide veya namazda başka İlâha; sokakta, işyerinde başka ilâha uyma. Tanrının hakkını (sadece ibadet gibi hususlarda) Tanrıya, Sezar’ın (devletin) hakkını (olmayan hakkını) Sezar’a verme; böylece çok tanrı edinme anlamında laiklik uygulaması
28. Aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitab’a inanmıyor insanlar. Herkesin kendine göre farklı bir Allah, Peygamber ve Kitab anlayışı var. Kur’an’ın tanıttığı şekilde özellikleri olan Allah, Nebî ve Kur’an anlayışı yok; kargaşa var bu konuda
29. Vahyin ışığında aklı kullanmamak, akletmemek, düşünmemek, tefekkürden uzak yaşamak; buna rağmen din hakkında ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak, nutuk atmak
30. Bütün bunların hem sebebi ve hem sonucu olarak izzet ve onurlarını kaybettiler, zillete mahkûm yaşıyorlar. 1988
Bu problemlere Kur’an’ın çözüm olarak sunduğu İslâmî Duruş
1- İman, 2- Sâlih amel, 3-Hicret, 4- Cihad, 5- Sabır, 6- Tebliğ, 7- Aklı kullanmak, tefekkür, 8- İlim, 9- Kur’an’ı okuyup anlama, yaşama ve yaşatmaya çabalama, 10- Takvâ, 11- Tâğutu reddetme
Âyetlerde Felâh/Kurtuluş
1- 2/Bakara sûresi 2-5. Âyetler: İman, âhirete yakînî inanç, sâlih amel (namaz, infak), takvâ
2- 23/Mü’minûn sûresi 1-10. Âyetler: Namazda huşû, lağvı (mâlâyaniyi, boş şeyleri) terk, zekât, iffet, emanetlere ve ahidlere riâyet, namazı koruma (ve devam)
3- 103/Asr sûresi, 1-3. Âyetler: İman, sâlih amel, hakkı ve sabrı tavsiye.
Kur’an’da Ulaşmak İçin Gayret Edilmesi Gereken Faziletler (En Faziletli İnsan Olmanın Yolu)
1- Cihad: “Mü’minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vaad etmiştir; ama mücâhidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” 1989
2- İlim: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” 1990
3- Takvâ: “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok takvâlı olanınızdır, en çok
1988] Bk. 4/Nisâ, 13; 63/Münâfıkan, 8
1989] 4/Nisâ, 95-96
1990] 39/Zümer, 9
- 526 -
KUR’AN KAVRAMLARI
korkanınızdır.” 1991
İslâmî duruş için bize çok iş düşüyor. Kur’an ve Peygamber nereden başladı ve hangi şeye en çok önem verdiyse; biz de oradan öyle yapmalıyız. Yeniden iman etmeli ve insanları yeniden tevhidî imana çağırmalıyız. Yapılacak şeyleri özetle saymaya çalışalım:
1- Sahih bir iman, Kur’an’a dayalı akaid bilgisi ve yakînî inanç,
2- Akîdemiz uğrunda gereken mücadeleyi vermekten geri kalmamak; inancımıza taban tabana zıt bir ortam içerisinde yaşamanın ıstırabını kalbimizin derinliklerinde duymak,
3- Tevhidî imana sahip olanlarla bir ve beraber olmak; “birlemek” demek olan “tevhid”in, “birleşmek” demek olan “vahdet”le aynı kökü paylaştığını, birinin mutlaka diğerini gerektireceğini unutmamak,
4- Kur’ân-ı Kerim’e ve onun hayata yansıması, canlanması demek olan sünnete sarılmak. Kur’an ve sahih sünnetin emir ve teşvik ettiği amel ve ibâdetlere önem vermek, bunları yerine getirmek için âzamî gayret sarfetmek,
5- Allah’ı ve Rasûlünü yakından tanımak ve her şeyden çok sevmek; onların uyarılarına dikkat ederek, sakındırdıklarından kesinlikle uzak kalmak, hatta o yasaklara yaklaşmamak,
6- Dinî vecîbeleri ihlâsla yerine getirmeye çalışmak, dine sonradan ilâve edilen bid’at ve hurâfeleri inanç ve yaşantımızdan tümüyle uzaklaştırmak, dinden eksiltme yapanlara da tavır almak, dini gizlememek, hakka bâtılı karıştırmamak, dinden taviz vermeye kalkmamak,
7- Kur’an çağ kapatıp çağ açmıştır. Câhiliye çağını (orta çağı) kapatıp asr-ı saâdeti (âhir zamanı, son çağı) açmıştır. Toplumları karanlıklardan, kargaşalardan nûra, aydınlığa, kurtuluşa çıkarmıştır. İnsanlığın bugüne kadar bir daha göremediği en huzurlu çağı başlatmıştır. Dünyanın gördüğü ve göreceği en büyük inkılab, Kur’an’ın yaptığı inkılâbdır. Kur’an’ın bizi de hayra doğru değiştirmesi için bizim Kur’an’a bakışımızı değiştirmemiz gerekecektir. Kur’an aynı Kur’an’dır, ama Kur’an’a yönelmesi gerekenler, ashâb gibi yönelmediği için, anlamını öğrenmeden, düşünmeden, onunla amel etmeden kurtuluş beklenemez.
Bu ülkedeki ve tüm dünyadaki Müslümanların şartları, hemen hiçbir peygamberin imtihan olduğu şartlardan daha ağır değil aslında. Peygamberimiz ve diğer peygamberlerimiz dönemlerindeki küfür, günümüzdekinden daha az saldırgan ve daha hoşgörülü değildi. Kur’ân-ı Kerim, peygamber kıssalarıyla bizi daha zor şartlara hazırlıyor; küfre ve zulme karşı nebîler nasıl tavır aldıysa bizim de onu yapmamızı istiyor.
Müslüman, kendini, dâvâsını küçük göremez; sürekli mağlûbiyeti, zilleti kabullenemez. O, Allah’ın askeri olmanın bilinci, onuru ve sorumluluğu içinde yaşar. Dünya bir araya gelse, Allah dilemedikçe senin kılına zarar veremez! Güç, kuvvet sadece O’nundur. Yûnus ve Mûsâ aleyhimâ’s-selâm öğretir ki, dâvâ adamı müslümanı deniz boğamaz!
1991] 49/Hucurât, 13
AKÎDE
- 527 -
İbrâhim (a.s.) örnektir ki, muvahhid tebliğciyi ateş yakamaz!
İsmâil (a.s.) haykırır ki, Allah askeri mücâhidi bıçak kesemez!
Zorba Câlût’un dev cüssesi, çocuk yaştaki Dâvud karşısında mağlup olacaktır. Aynı şekilde zorba İsrail ve Amerika karşısında çocuk yaştaki eli sapanlı Filistin’li gençler Allah’ın izniyle gâlip gelecektir. Ebâbil kuşlarının attığı taşların fil ordusunu yerle bir etmesi gibi muvahhid Filistinli çocukların attığı taşlar da fil gibi İsrail tanklarını silip süpürecektir.
Şeytanın hileleri, Firavun’un sihirbazları İslâm’a ve Müslüman dâvâ adamına zarar veremeyecektir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; Güç ve kuvvet, yalnız Allah’a aittir.
Allah’ın dinine yardım edene Allah da yardım edecek, ayaklarını sâbit kılacaktır.
Her şey Allah’ın askeridir. O dilerse deveyle, dilerse pireyle mü’minlere yardım eder. Dilerse, sivrisinekle Nemrutları helâk eder. Kuşlarla Ebreheleri mahveder. İncecik ipliklerden oluşan ağıyla örümcek, kâfir güçleri alt etmeye yeter; hicret-i Rasûl’de olduğu gibi.
Allah, dilerse melekleriyle yardım eder, Bedir’deki gibi.
Dilerse, rüzgârıyla yardım eder, Hendek’teki gibi.
Dilerse zâlim tâğutu bile, yetiştirmesi için sana hizmetçi kılar; Firavun’u Mûsâ’ya (a.s.) yardım ettirdiği gibi.
Ne diyor Kur’an’ımız: “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten dosdoğru iman ediyorsanız siz üstünsünüz, siz gâlipsiniz.”1992; “(Gerçek) mü’minlere yardım etmek Bizim üzerimize haktır.” 1993
Kim Allah’a (O’nun yardımına) sahip o neden mahrum? Kim Allah’tan mahrum o neye sahip?
1992] 3/Âl-i İmrân, 139
1993] 30/Rûm, 47
- 528 -
KUR’AN KAVRAMLARI
Akaidle İlgili Yararlanılabilecek Türkçe Eserler
1. 20. Yüzyılda Tevhid ve Şirk, Mehmet Alagaş, İnsan Dergisi Y.
2. Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.
3. Âhiret Bilinci, Hüseyin Özkozalı, Bengisu Y.
4. Akîde, Şeriat ve Hayat Yolu Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
5. Âlemlerin Rabbi Allah, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
6. Allah’a İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
7. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
8. Çağdaş Hâricilik Düşüncesi, Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, Beyan Y.
9. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, N. Abdurrezzak Samarrai, Vahdet Y.
10. Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Mevdûdi, Risale Y.
11. Gençlere Tevhid Dersleri, Mehmed Göktaş, İstişare Y.
12. İman Bilinci, Mustafa İslâmoğlu, Düşün Y.
13. İman Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
14. İman ve Bilinç, Hasan Eker, Çıra Y.
15. İman ve Salih Amel, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.
16. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y.
17. İman, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y.
18. İmanın Psikolojik Yapısı, Hülya Alper, Rağbet Y.
19. İman-Küfür Sınırı (Tekfir Meselesi), A. Saim Kılavuz, Marifet Y.
20. İslâm Akaidi, Ramazan El-Buti, Madve Y.
21. İslâm Dininden Çıkaran Ameller, Abdulmu’min Mustafa Halime, Şehadet Y.
22. İslâm Düşüncesinde İnkâr Problemi, İbrahim Coşkun, Tekin Kitabevi Y.
23. İslâm Düşüncesinde Tevhid, Mevlid Özler, Nun Y.
24. İslâm İnancı, Muhammed Kutub, Risale Y.
25. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
26. İslâm’da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y.
27. İslâm’da İnanç Esasları, Bekir Topaloğlu, Y. Şevki Yavuz, İ. Çelebi, İFAV Y.
28. İslâm’da İnanç Konuları ve İtikadî Mezhepler, Süleyman Uludağ, Marifet Y.
29. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.
30. İslâm’da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, M. Saim Yeprem, Marifet Y.
31. İslâm’ın Anlaşılmasının Önündeki Engeller, Abdurrahman Çobanoğlu, İhtar Y.
32. İslâmî Kavramlar, Mevdûdi, Pınar Y.
33. Kavramlarla İman Esasları, A. Muhsin Toprak, Buruc Y.
34. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
35. Kelime-i Tevhid’e Nasıl İnanmalıyız? Asım Uysal, Uysal Y.
36. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.
AKÎDE
- 529 -
37. Kulluk Bilinci, Beşir İslâmoğlu, Denge Y.
38. Kur’an ve Sünnet Işığında Kelime-i Tevhidin Amelî Boyutu, Ahmet Çelik, Ekev Y.
39. Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y.
40. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdûdi, Beyan / Özgün / İdeal Kitaplar Y.
41. Kur’an’da İman Psikolojisi, Abdurrahman Kasapoğlu, Yalnızkurt Y.
42. Kur’an’da Mü’minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y.
43. Kur’an’da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y.
44. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y.
45. Kur’an’da Ulûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y.
46. Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y.
47. Kur’ân-ı Kerim’de Tevhid Esasları, Muhammed Sâlih Ali Mustafa, Ölçü Y.
48. Lâ İlâhe İllâllah, Muhammed Kutub, Ravza Y.
49. Lâ, Mustafa Çelik, 1, 2, Ölçü (Yenda) Y.
50. Laiklik, Demokrasi ve Hâkimiyet, M. Beşir Eryarsoy, Buruc Y.
51. Mekke Rasullerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
52. Millî Din Arayışı ve Türk Müslümanlığı, Ramazan Yazçiçek, Ekin Y.
53. Muvahhidlerin Akîdesi, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
54. Müslümanın Akaidi, Ahmed Kalkan, Rağbet Y.
55. Müşrik Toplumun Amentüsü, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
56. Pratik Akaid Dersleri, Heyet, Ümmülkura Y.
57. Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
58. Şirk ve Müşrik, Seyyid Kutub, Karınca Polen Y.
59. Şirkten Korunmak, Salih el-Müneccid, Polen Y.
60. Tanrılaştırma, Sayın Dalkıran, Yedirenk Y.
61. Tarih Boyunca Tevhid Mücâdelesi ve Hz. Peygamber, Mevdûdi, Pınar Y.
62. Tekfir Meselesi, Hüseyin Yûnus, Âhenk Y.
63. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şura Y.
64. Tevhid Dâveti, Seyyid Kutub, Ravza Y.
65. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
66. Tevhid, Abdulmecid ez-Zindanî, Nida Y.
67. Tevhid, İsmail R. Faruki, İnsan Y.
68. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
69. Tevhid; Rasûllerin Ortak Çağrısı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
70. Tevhid’e İlk Adım, Mehmet Emin Akın, Medarik Y.
71. Tevhidî Bakış Açısı, Kul Sadi Yüksel, Misyon Y.
72. Tevhidin Hakikati, Yusuf el-Kardavi, Saff Y. / Özgün Y.
73. Yeryüzünün Tanrıları, Şirk Psikolojisi, Hamdi Kalyoncu, Marifet Y.
- 530 -
KUR’AN KAVRAMLARI
74. Yoldaki İşaretler, Seyyid Kutub, Pınar / Hikmet / Özgün Y.
75. Eski Medreselerde Okunan Klasik Akaid Kitapları
76. İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid), Taftazani, Dergâh Y.
77. Nesefi Akaidi (İslâm İnancının Temelleri), Ömer Nesefi, Bayrak Y./Otağ Y.
78. Fıkh-ı Ekber Şerhi (Aliyyül Kari Şerhi), Kültür Basın Yayın Birliği Y.
79. Mâturidiyye Akaidi, Sabuni, Diyanet İşleri Başkanlığı Y.
80. Tahavi ve Akaid Risalesi, Arif Aytekin, Guraba Y.
81. Akaid Risaleleri, Hzr. Ali Nar, Özel Y.
82. Pezdevi Akaidi, Kayıhan Y.

Okunma 894 kez
Bu kategorideki diğerleri: « AKIL ALLAH (C. C.) »